Sendika-Siyaset İlişkisi Ve Siyasetsiz Sendika

İşçi sınıfının değişik düzey ve biçimde örgütleri arasında sendikaların, işçi sınıfının özlemlerinin egemen sınıf olarak örgütlenme hedefiyle karakterize olan bütünsel bir plana bağlı olarak taşıdığı büyük önem, sınıfın sorunlarına şöyle böyle ilgi duyan herkesin üzerinde anlaştığı varsayılması gereken genel bir doğrudur. Fakat bu konudaki bulanıklık, kafa karışıklığı, sendikal arın görmesi beklenen işlevin layıkıyla yerine getirmesinin engelidir. Ne kadar iyi niyetli olunursa olunsun, sonuç, sendikal mücadelenin zaafa uğratılması olacaktır. İstanbul Sendika Şubeleri Platformu’nun son açıklamasında ifade edilen düşünceler, bu bakımdan bir talihsizlik olarak görülmelidir. Burjuvazinin hükümeti, patron örgütleri ve medyasıyla birleşik bir sınıf tutumu aldığı, açıkça “ideolojik” bir saldırı halinde olduğu bir zamanda işçi sınıfının açık politik bir tavır takınması bir zorunluluk iken bu tutumdan geriye düşecek açıklamalar, sadece uzun süreli hedefler bakımından değil, güncel sorunlar balonundan da tehlikelidir.
Dünya işçi sınıfının mücadele tarihine bakıldığında, işçi sınıfının sınıf örgütleri olan sendikaların, burjuva ideolojisiyle, proletarya ideolojisi (ML Bilimsel Sosyalist Teori) arasında çetin mücadelelerin yaşandığı bir alan olma özeliği kazandığı görülür.
İşçi sınıfının ücretli kölelikten kurtulmak, sınıfsız ve sömürüşüz bir dünya kurmak için yürüttüğü siyasal iktidar mücadelesinde sendikaların önemini ve oynayacağı rolü çok iyi kavrayan burjuvazi, bu örgütleri politik-ideolojik olarak ele geçirmek, yönlendirmek için her çeşit yönteme başvurmaktan geri] kalmamıştır. O, bunu başarabilmek için, çarlık Rusya’sı örneğinde olduğu gibi “Zubatov tipi örgütleri bizzat kendisi kurarak devreye sokmuş; fakat asıl olarak işçi sınıfı içindeki küçük burjuva tabakalara, işçi aristokrasisine dayanmıştır. İşçi sınıfı hareketinin, iktisadi mücadele sınırları içinde kaldığı sürece kendisi için yaşamsal bir tehlike arz etmediğini tarihsel tecrübesiyle kavrayan burjuvazi, bu yüzden, sendikaları işçi sınıfının “ekonomik örgütü” ve sendikal hareketi de, “ekonomik hareket” olarak nitelendirmiş, sendikaların ve sendikal hareketin siyasetten ve ideolojiden uzak tutulması gerektiğini söyleye-gelmiştir. Diğer yandan bu somut tarihsel ve toplumsal gerçeği gören proletaryanın öncüsü Devrimci Komünist Parti(ler) de, sendikalar ve sendikal mücadeleyi, “iktisadi mücadele”den daha çok proletaryanın siyasal iktidar mücadelesine çekmeye, sendikaları işçi sınıfının burjuvaziye karşı yürüttüğü savaşımda, birer örgütlenme ve direniş merkezleri haline getirmeye çalışmıştır. Karşıt güçler arasındaki (proletarya-burjuvazi) bu mücadele gönümüzde de bütün hızıyla sürmektedir.
İşçi sınıfı ve kamu emekçilerinin tarihinde olmadık bir genişlikte ve yaygınlıkta yoğun mücadeleler yaşandığı ülkemizde, sendikal hareket içinde açığa çıkan bir takım yanlış eğilim ve anlayışların, temel kaynaklarının da, süre-giden bu mücadelede aranması gerekmektedir. Türkiye işçi sınıfı hareketinin geleceği açısından tayin edici önemdeki bu sorun açıklığa kavuşturulmadan; başta İstanbul Şubeler Platformu olmak üzere ülkenin her köşesinde yaygınlaşan yerel işçi platformlarının, haklı ve doğru bir zeminde yaptıkları cesur çıkışlar, “iyi niyetli” çabalar olmanın ötesine geçemeyecektir. Çünkü birçok olgu göstermektedir ki, yerel işçi platformlarının bizzat örgütleyicileri konumunda bulunan, sendika yöneticilerinin savundukları sendikal anlayış, karşı çıktıkları ve ezip geçmek istedikleri (!) Türk-İş çizgi ve pratiğinden, tam bir kopuşu gerçekleştirebilecek netlik ve düzeye ulaşabilmiş değildir. Bu durum kendisini en yakıcı biçimde son TİS sürecinde gösterdi. Hepimizin bildiği gibi tabandaki yüz binlerin muhalefetine rağmen Türk-İş’in bürokrat yöneticileri 700 bin kamu işçisinin TİS’ini burjuvaziye peşkeş çekmesini başarabildi. Bu “başarıyı” gösteren sendika ağalarının hakkını teslim etmek gerekiyor. Ancak, bu durum Türk-İş’li bürokratların, başarılarından başkaca şeyleri de içeriyor ve işte tam da bu noktada yerel işçi platformlarının eksik ve hatalı kavrayışları kendini açığa vuruyor. Şubeler platformu, kendini azade kılmaya çalışsa da, siyaset ve ideoloji her şeyi belirler hale geliyor. Gerek Türk-İş’in TİS’leri bitirmesinin gerekçesi olarak öne sürdüğü düşünceler olsun, gerekse de İstanbul Sendika Şubeleri Platformu’nun 4 Ağustos 1993 tarihli -İstanbul Sendika Şubeleri Platformu’nun amacı, hedefi- açıklamaları olsun, sendikaların ve sendikal mücadelenin kapsamı ve niteliğine ilişkin, bilinen burjuva sendikal akım ve çizginin bir tekrarı olmakla kalmıyor, aynı zamanda işçi sınıfı içindeki nispeten ileri unsurlardaki bilinç bulanıklığının da bir göstergesi oluyor. Bu konudaki düşüncelerimizi açıklamadan önce, daha önce bir çok kez ortaya konmuş olmasına rağmen, sendikalar ve sendikal mücadeleyle siyaset arasındaki ilişkinin ne olması gerektiği üzerinde kısaca durmakta yarar var.

SENDİKALAR SALT EKONOMİK ÖRGÜTLER MİDİR?
Yazımızın başında da ortaya koyduğumuz gibi her tür burjuva düşünce ve akım, ekonomi ile siyaset arasına kalın bir duvar çekmek istemiş, işçi sınıfına salt ekonomik talepleri uğruna mücadele yürütmesini salık vermiş, siyasal alanın ise burjuvaziye bırakılması gerektiğini vaaz etmiştir. İşçi sınıfının dünya görüşü olan Marksizm, doğduğu andan itibaren işçi sınıfı üzerinde etkin olan bu burjuva görüşlere karşı çıkmış, işçi sınıfının “kendisi için sınıf olmasının yolunu açmıştır. Ekonomiyle siyaset arasındaki kopmaz bağa dikkat çeken proletaryanın ölümsüz öğretmeni Karl Marx, sendikaların, salt ekonomik örgütler olduğunu ileri süren, bu anlamda da sendikal mücadeleyi yalnız iktisadi mücadele derecesine indiren kendi çağdaşları Proudhon ve Bakunin’i “… Sosyal olayın siyasal olaydan ayrı olduğunu söyleyemezsiniz, aynı zamanda siyasal olmayan bir sosyal olay asla yoktur,” (1) diyerek şiddetle eleştirmiştir. İşçi sınıfının ekonomik taleplerle yola çıkan her hareketinin topyekûn bir karakter kazandığında siyasal bir hareket (mücadele) niteliği kazandığını öne süren Marx, bu durumu şu parlak cümlelerle açıklar, “… İşçi sınıfının egemen sınıflar karşısına, bir sınıf olarak çıkıp onları sıkıştırdıkları her hareket apaçık bir politik harekettir. Örneğin, belirli bir fabrikada hatta belirli bir sanayi dalında grevler vb. aracılığıyla kapitalisti iş gününü azaltmaya zorlama girişimi katıksız bir ekonomik harekettir. Buna karşılık 8 saatlik işgünü vb. bir kanun çıkartmak için girişilen hareket politik bir harekettir. Ve böylece işçilerin ayrı ayrı ekonomik hareketlerinden her yerde politik bir hareket doğar.”(2) Sorun bu kadar açık. Ancak biz anlamak istemeyenlere karşı devam edelim. Peş peşe üç alıntı… Bu alıntıların ikisi ülkemizden; ilki sendika uzmanı Yıldırım Koç’a diğeri ise çağdaş sendikacılığın ülkemizdeki “parlak ismi” Kristal-İş Genel Başkanı İbrahim Eren’e ait. Üçüncü alıntı ise, aradan neredeyse 100 yıl gibi bir zaman geçmiş olmasına rağmen, günümüzde “yeni” adına savunulan görüşlerin ne kadar eski ve pespaye görüşler olduğunu kanıtlaması açısından döneminin Rus ekonomistlerinin kaleme aldığı 1899 tarihli Credo adlı belgeden. İşte alıntılar: “… İşçiler olarak sömürünün kalkmasını ve sermayenin baskı ve tahakkümünün sona ermesini istiyoruz, ancak bu istek sendikal alanda değil, siyasal alanda verilecek mücadeleyle gerçekleştirilebilir. Sendikalar ise siyasal iktidar mücadelesinin araçları değildir,”(3), “… Sendikal hareketin, uzun yıllar karşı karşıya olduğu sorunlar artık aşılmalıdır. Sendikalar ne ‘bir vekâlet kurumudur’ ne de ‘bir siyasal aktarma kayışı’dır,”(4), “… Rus Marksistleri için tek bir yol vardı, proletaryanın iktisadi mücadelesini desteklemek ve liberal (burjuva – S. Selçuk) muhalefet faaliyetine katılmak.”(5) Görüldüğü gibi bu üç alıntıda ortak olan yan, işçi sınıfı ve onun öz örgütü sendikalar, yalnız ekonomik örgütler olarak görülmesidir. Ve yalnızca ekonomik taleplerle sınırlı bir mücadele yürütmelidirler. Zinhar siyasal mücadele yürütmeye kalkışmasınlar. Çünkü o alan burjuvaziye aittir. Şimdi Sayın Koç’a sormak gerekiyor: Hem bir yandan “sömürünün kalkmasını ve sermayenin baskı ve tahakkümünün sona ermesini” istiyorsun. Ama öte yandan milyonlarca işçinin örgütlendiği sendikaları bu mücadelenin dışında tutuyorsun. Bu ne perhiz bu ne lahana turşusu! Ama Koç’a haksızlık etmeyelim, o bu alıntının devamında şunları da söylüyor: “… Ancak bu arada sendikaların sermayedar sınıftan, hükümetten, devletten ve siyasal partilerden bağımsızlığı özenle korunmalıdır, “(6) Genel olarak doğru, yalnız bir koşulla: “siyasal partilerden bağımsızlık”tan kastedilen şey burjuva partilerinden bağımsızlığı ifade ediyorsa. Biz Koç’un öyle düşündüğünü pek sanmıyoruz; dolayısıyla bu da zevahiri kurtarmaya pek yetmiyor. Çünkü “sendikalar işçilerin (sömürüden ve sermayenin tahakkümünden – S. Selçuk) kurtuluşuna ilişkin görevlerini ancak fiilleri tamamen sosyalist bir espriden (siyasetten – S. Selçuk) esinlendiği taktirde yerine getirebilirler,”(7) Çağdaş sendikacı İbrahim Eren’in çağdışı görüşlerine ilişkin bir şeyler söylemenin bizce çok fazla önemi bulunmuyor. Bu sorun hakkındaki düşüncelerimizi yeri geldikçe yeniden ifade etmek üzere Lenin’den bir alıntıyla bitiriyoruz, “Sendikalar yalnız ‘sermayeye’ karşı acil mücadeleye dikkat çevirmemen işçi sınıfının genel siyasal ve toplumsal hareketlerinden uzak kalmamalıdır. ‘Dar’ (ekonomik – S. Selçuk) amaçlar gütmemeli fakat milyonlarca ezilen işçinin kurtuluşu için mücadele etmelidirler.” Çünkü “Üstelik tarihi tecrübe siyasal özgürlüklerin yokluğunun veya proletaryanın haklarının kısıtlanmasının, proletaryaya zorunlu olarak siyasal mücadeleyi daima ön plana koydurttuğunu göstermektedir,” (8) sanırız bu kadarı yeterlidir.
Türk-İş’in TİS’lerle ilgili açıklamalarına gelmeden önce, kısaca, kurulduğu andan itibaren Türk-İş’in politikalarına kimlerin yön verdiğine bakalım. Bilindiği gibi İkinci Paylaşım Savaşı’ndan en kârlı emperyalist güç olarak çıkan ABD, Sosyalist Sovyetler Birliği’ne karşı Batılı kapitalist, emperyalizmin önderi konumuna geldi. ABD’nin bütün dünyada olduğu gibi Avrupa’da da hegemonyasını tesis etmeye yönelik olarak öne çıkardığı Truman Doktrini ve buna bağlı olarak devreye soktuğu Marshall Planı uyarınca, ABD, çıkarlarını garanti altına alacak uygulamalara girdi. Bu uygulamaların bir parçası da girdiği ülkelerdeki işçi sınıfı hareketine ve sendikalara bu temelde biçim vermek oldu. Ülkemizde de Türk-İş, kuruluş aşamasında Amerikan sendikacılığının doğrudan etkisi altında şekillendi. Girilen ilişkilerin boyutları birçok yönden deşifre edilip açığa çıkarılmış olmasına rağmen, günümüzde de Türk-İş’in politikalarına yön veren esas olgu budur. Kuşku yoktur ki; Türkiye işçi sınıfı bu durumu değiştirmek için yoğun mücadeleler yürüttü, bu cephede önemli kazanımlar elde etti. Ancak, bu kazanımlar Türk-İş’in burjuva sınıf işbirlikçisi politikalarını temelden dönüştürecek bir boyuta bugün de ne yazık ki ulaşamamıştır. Türk-İş’in gerek bir dönem önce reddettiği, daha açıkçası reddetmek zorunda kaldığı 24 ilkesi, gerekse de geleneksel “partiler-üstü politikası” olsun özü itibariyle burjuvazinin çıkarlarının “siyaset yapmıyoruz” adı altında işçi sınıfına empoze edilmesidir. Hiçbir siyasal olay ve olgu siyaset ve ideolojiden bağımsız oluşamayacağına göre Türk-İş her dönem politikanın göbeğindedir. Ama o, işçi sınıfının değil, burjuvazinin saflarında yer tutmuştur. Tabanın zorlamasıyla girmek zorunda kaldığı her mücadelede “amaçlarının siyasi değil, ekonomik olduğunu” önemle vurgulamış, bu tutumun işçi sınıfı içinde boydan boya yaygınlık kazanmasını büyük oranda başarabilmiştir. Marksist hareketin işçi sınıfı içinde zayıf kaldığı koşullarda, Türk-İş’e muhalif olarak ortaya çıkan birçok hareket, eşyanın tabiatı gereği Türk-İş’in politikalarına gerçek anlamda bir alternatif getirememiş, sonuçta bir biçimde onun sendikal platformuna eklemlenmiştir. Tam bu noktada başta İstanbul Sendika Şubeleri- olmak üzere yerel işçi platformlarının zaaf ve eksikliğinin bir yönüne işaret etmek gerekiyor. Bilindiği gibi Türk-İş en son 700 bin kamu işçisinin TİS’ini sonuçlandırdı. Tam bir satış sözleşmesi olan bu belgeyi, Türk-İş, özetle şöyle gerekçelendirdi: “Ülke çok zor bir dönemden geçmektedir, ülkenin ve kamunun çıkarları bu dönemde işçilerden fedakârlık yapmalarını beklemektedir” vb. Türk-İş ağaları tam bir ikiyüzlülükle sanki anlaşmayı istemeye istemeye imzalamak zorunda kaldıklarını lanse etmeye çalıştılar. Evet, TİS’lerin böyle bitirilmesinde birilerinin çıkarları vardı ve fakat bu asla “kamu” sözcüğüyle işin içine çekilmek istenen işçi sınıfı ve emekçiler değildir. Sözüm ona “politika yapmayan” Türk-İş, burjuvazinin çıkarlarını Türk toplumunun çıkarlarıymış gibi göstererek, ne “hin politikacı” olduğunu bir kez daha kanıtladı. Eğer politika terimi “tarihsel eylemi içindeki bir sınıfın kendi sınıf ilişkilerini genelleştirme hiçbir sınıf kendi sınıf ilişkilerini ve tarihsel konumunu bütün bir toplumun ilişkilerini ve giderek bütün insanların genel çıkarı adına gerçekleştirdiğini ileri sürmeksizin hegemonyasını yerleştiremez- ve buna göre bütünsel kılınmış bir dünya yaratma eylemini en rafine ve örgütlü halini ifade eder,”(9)se sanırız ne söylemek istediğimiz yeterince anlaşılır.
Yerel işçi platformlarından bu yönde ciddi bir eleştirinin gelmemesini ve buna uygun fiili pratik tutumların ortaya konamamasını bir zaaf ve eksiklik olarak nitelendirdiğimizde herhalde kimseye haksızlık etmiş olmayız. Böyle düşünmemize yol açan ikinci şey ise, yukarıda belirttiğimiz İstanbul Sendika Şubeleri Platformu’nun 4 Ağustos tarihli açıklamalarında yer alan şu cümlelerdir: “… İstanbul Sendika Şubeleri Platformu hiçbir partinin siyasi görüşün güdümünde olmadığını ve bundan sonra da olmayacağını açıkça belirtir. Platformun hedefi ideolojik değildir… vb.” (10) Ne denebilir ki! Düşüncelerimizi yukarıda açıklamıştık, ama tekrarlama pahasına bu konuda son defa Lenin’e başvuralım, “… İşçi kitlelerinin kendilerince hareketleri içinde hazırlanan bağımsız bir ideolojiden söz edilemeyeceğine göre, sorun yalnızca şöyle kendini gösterir: Ya burjuva ideolojisi ya sosyalist ideoloji ikisinin ortası yoktur. Çünkü insanlık ‘üçüncü’ bir ideolojik kotaramamıştır, zaten sınıf zıtlıklarıyla parça parça bir toplumda sınıfların dışında ya da üstünde ideoloji olamaz, bu nedenle nasıl olursa olsun sosyalist ideolojiyi daraltma, ondan nasıl olursa olsun uzaklaşma burjuva ideolojisini güçlendirmek olur,” (11) demek ki, “… Hiçbir siyasi görüşün güdümünde olmamak” sizi siyaset dışı kılmıyor, aksine ona karşı mücadele yürüttüğünüz burjuvazi ve sermaye cephesinin değirmenine su taşıyor. Ve ayrıca böyle söylemekle Türk-İş bürokratlarıyla aynı kulvara düştüğünüzü adeta tescil ediyorsunuz. Eleştirilerimizi hatalı ve sert bulanlar olacaktır, ama “dost acı söyler”miş ve gerçekler her zaman acımasızdır. Buraya kadar söylediklerimizden kimse yerel işçi platformlarının girişimlerini küçümsediğimiz ve bu oluşumlardan umutsuz olduğumuz anlamını çıkarmasın; aksine içinde bulunduğumuz dönemde Türkiye işçi sınıfı hareketini ileriye taşıyacak merkezler buralar olacaktır. Yeter ki girilen bu yoldan samimi ve kararlıca ilerlensin, bünyesel zaafların aşılmasında açık yürekli olunsun. Ama önemle vurgulamalıyız ki, platform, Türk-İş ekolünün -sendikacılık çizgisinin- temellerine vurmadan, ona karşı sınıf sendikacılığı çizgisinde- gerçek anlamda devrimci alternatif oluşturmadan ilerleyemez.

KAYNAKLAR
1- K. Marx Felsefenin Sefaleti
2- K. Marx Sendikalar Üzerine
3- Yıldırım Koç – Temel Sendikal Eğitim
4- İ. Eren -1992 11. Genel Kurul konuşması
5- Credo adlı belgeden aktaran Alpaslan Işıklı – Sendikacılık ve Siyaset kitabı
6- Lenin 17’ler Protestosu / Aktaran Alpaslan Işıklı
7- Enternasyonal 1907 Stutgard Kongre Kararlarından
8- Lenin 17’ler Protestosu A.Işıklı
9- Aydın Çubukçu Kültür ve Politika
10- İstanbul Sendikal Şubeler Platformu 4 Ağustos 1993 tarihli açıklama
11- Lenin -Ne Yapmalı

Ekim 93 Sayı: 60

Yorumlar kapatıldı.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑