KURULUŞ VE PROGRAM
TİP’in kuruluş çalışmaları, Aybar’ın anlattıklarına göre, ilk kez, 1955-56 yıllarında düşünülmeye başlanmıştı. Tasarıyı geliştirenler arasında, daha sonra TİP’in ilk kurucu üyeleri arasında yer alacak olan sendikacılar vardır. İbrahim Güzelce, Kemal Türkler, Kemal Nebioğlu, Şaban Yıldız, bu ilk girişimlerinden bir sonuç alamıyorlar. 27 Mayıs sonrasında, sendikacı Nuri Beşer, ilk girişimi başlatan sendikacıları Adalet Partisi’nde çalışmaya çağırmak üzere bir toplantı düzenliyor. Bu toplantıda, Zeki Gedik, İbrahim Denizcier, Zeki Şahin, Kemal Nebioğlu bulunuyor. Tartışmalar sonunda, Nebioğlu ve Denizcier, “kendi partimizi kuralım” diyerek, AP’de çalışma önerisini reddediyorlar. 12 Şubat 1961’de, Müskirat Federasyonu Genel Merkezi’nde yapılan toplantıda, Türkiye İşçi Partisi’nin kurulmasına, gene yukarıda adı geçen sendikacıların da içlerinde bulunduğu 40-50 sendikacının toplantısında karar veriliyor. Gizli oyla yapılan seçimle, aralarından on kişiyi, kurucu olarak görevlendiriyorlar: Seyfi Demirsoy, Nuri Beşer, Kemal Türkler, Avni Erakalın, Rıza Kuas, Kemal Nebioğlu, Şaban Yıldız, Ziya Hepbir, İbrahim Güzelce, İbrahim Denizcier. Ancak, sendikacılık eğitimini Amerika’da almış ve Türkiye’de Amerikan tipi sendikacılığın babası sayılan Seyfi Demirsoy ile Nuri Beşer, kurucu üye olmaktan vazgeçiyorlar. Salih Özkarabey, Adnan Arkın, Ahmet Muşlu, Hüseyin Uslubaş ve Saffet Göksüzoğlu, kuruculuk için kendilerini öneriyorlar ve böylece on iki kurucu tespit ediliyor. 13 Şubat 1961’de TİP’in kuruluş dilekçesi, İstanbul Valiliğine veriliyor.
Türkiye İşçi Partisi’nin kuruluşu, 14 Şubat 1961’de yapılan bir basın açıklamasıyla kamuoyuna duyuruluyor ve kurucu 12 sendikacı, “Ezilen işçi sınıfının haklarını korumak için” bir parti kurma ihtiyacının doğduğunu, “çeşitli siyasi partiler içinde eriyen işçi sınıfının” bundan böyle kendi temsilcisi olan TİP içinde toplanacağını ilan ediyorlardı.
Sendikalar Birliği Genel Başkanı Avni Erakalın, Maden İş Genel Başkanı Kemal Türkler, tekstil işçisi Şaban Yıldız, basın işçisi ve Basın İş Genel Sekreteri İbrahim Güzelce, OLEYİS yöneticilerinden Kemal Nebioğlu, basın işçisi Salih Özkarabay, Lastik İş Sendikası Genel Başkanı Rıza Kuas, İbrahim Denizcier, Adnan Arıkan, Ahmet Muşlu, Hüseyin Uslubaş ve Saffet Göksüzoğlu, TİP kurucuları olarak açıklamayı imzalamışlardı. Bu ilk haliyle TİP, sendikacıların bütün örgütlenme ve siyaset alışkanlıklarını yansıtıyordu. Kurulup yılının sonbaharında yapılan seçimlere TİP, parti olarak katılmadı ve ilk genel başkanı Avni Erakalın, Yeni Türkiye Partisi listesinden aday olarak seçimlere katılmıştı.
TİP’in kuruluş çalışmaları devam ederken, ayrı bir parti kurma girişiminde olan Mehmet Ali Aybar ve arkadaşları, açıklamanın yayınlanmasıyla birlikte, kendi faaliyetlerini durdurarak, sendikacıların kurduğu partiye yardımcı olma kararı alırlar. Mehmet Ali Aybar, anılarında, kendilerinin kuruluş çalışmalarına katkılarının, ancak kuruluş tamamlandıktan sonra, programın baş kısmına, “Mustafa Kemal Paşa’nın Meclis’te 1 Aralık 1921 günü yaptığı konuşmadan, devletin halkçı niteliği ve emperyalizme, kapitalizme karşı ulusça savaşmak zorunluluğu hakkındaki bölümün” konulmasından ibaret kaldığını yazıyor. (Bkz: M. Ali Aybar, TİP Tarihi, BDS yayınları, s. 177)
“Partinin bütün organlarında görevli bulunanlardan yarısının, kendisi üretim araçlarına sahip olmadığı için emek gücünü üretim aracı sahiplerine satarak yaşayanlar veya işçi sendikaları yönetim organlarında görevli bulunan üyeler arasından seçilmiş olması gözetilir.”
“Sol aydınların hegemonyasına karşı” bir önlem olarak konulduğu ileri sürülen bu maddeye, işçilerin yönetim organlarında temsil oranının sadece % 50’de kalması dolayısıyla eleştiriler yöneltilir. Bir işçi partisinde, bu oranın daha yüksek olması gerektiğini söyleyenlere karşı Aybar, şu cevabı verir:
“Sola karşı hırçın bir politika izlendiği o günlerde, ‘sınıf egemenliğini anayasa yasaklamıştır, siz sınıf egemenliği kurmak amacındasınız’ suçlamasını önlemek istedik.” (Aybar, age. s. 217)
Bu noktada, TİP’in ilk yıllarında taşıdığı açık bir niteliği saptama olanağını buluyoruz.
TİP, sendika bürokrasisinin, sendikal (trade-unionist) ve uvriyerist eğilimleriyle, reformcu aydınların popülizminin bir karmaşası olarak doğmuştur. Bu karışımda “sosyalizm”, ancak Avrupa sosyal demokrasisinin, bir başka deyişle II. Enternasyonal partilerinin, en geri politikaları düzeyinde yer alıyordu. Bu iki eğilim, işçi sınıfı adına konuşmak üzere birleştiğinde ortaya çıkan tüzük, tam bir açıklıkla “yarı yarıya” yönetimi paylaşmak noktasında uzlaşıyordu. Aybar’ın “sol aydınların hegemonyasına karşı” önlem önermesi ve bunun bir tüzük maddesi haline getirilmesi, popülizmin tipik örneğiydi. Gerçekte, TİP’in içinde, tüm organlarında yarı yarıya temsil edilmeleri istenen işçilerin böyle bir oranı tutturacak varlıkları yoktu; parti bünyesinde, tüzüğe uygun özellikleri taşıyanlar, sadece sendika bürokratlarıydı. Bir bakıma, adlarını daha önce saydığımız bu kişiler, Aybar’ın tanımlamasına göre, birer işçiden çok, “sol aydınlar” deyimiyle ifade edilen grubun özelliklerini taşıyan insanlardı.
TİP’in bu bileşiminin, daha doğrusu, aydın popülizmi ile uvriyerizm (işçi kuyrukçuluğu) karışımının, Avrupa tipi sosyal demokratizm çerçevesinde oluşturmaya çalıştığı politik çizgi, bir başka etken tarafından belirlenmişti.
27 Mayıs sonrasının genel aydın eğilimi halinde yükselişe geçmiş bulunan Kemalizm, TİP’in başlıca argümanlarında da önemli bir ağırlık taşıyor ve sosyalizm, temelde, Kemalizm’in ileri bir yorumu olarak sunuluyordu.
TİP’in 10 Şubat 1964’te, İzmir’de yapılan 1. Büyük Kongresi’nde kabul edilen programının başlangıç bölümü, “Büyük Millet Meclisi’nin Beyannamesi” başlığı altında, Mustafa Kemal’in bu konuşmasından oluşuyordu. Bu konuşmada, Mustafa Kemal, “Türkiye Büyük Millet Meclisi, … hayat ve istiklâlini yegâne ve mukaddes emel bildiği Türkiye halkını, emperyalizm ve kapitalizmin tahakküm ve zulmünden kurtararak irade ve hakimiyetin sahibi kılmak gayesine vasıl olacağı kanaatindedir. Türkiye Büyük Millet Meclisi, milletin hayat ve istiklaline suikast eyleyen emperyalist ve kapitalist düşmanların tecavüzlerine karşı müdafaa ve bu maksada aykırı hareket edenleri tedip azmiyle kurulmuş bir orduya sahiptir” diyordu. Konuşma, 21 Ekim 1920 tarihini taşıyordu. TİP programının ilk sayfalarında, “ATATÜRK DİYOR Kİ” başlığı altında, 1 Aralık 1921 tarihli bir başka konuşmaya yer verilmişti. Burada da, Mustafa Kemal, “Biz, hayatını, bağımsızlığını korumak için çalışan emekçileriz, zavallı bir halkız. … bağımsızlığımızı güven altında bulundurabilmek için, milletçe bizi mahvetmek isteyen emperyalizme karşı ve bizi yutmak isteyen kapitalizme karşı milletçe savaşmayı uygun gören bir doktrini izleyen insanlarız” diyordu. Türkiye Komünist Partisi’nin kurucusu Mustafa Suphi ve arkadaşlarının öldürülmesinden 20 gün önce söylenen bu sözlerin hangi politik ve jeostratejik kaygılarla dile getirildiğini, programın başına konulmasını isteyen aydınlar elbette çok iyi biliyorlardı. Buna karşın, 27 Mayıs sonrasının genel atmosferi içinde, “sosyalizm”, “işçi sınıfı” gibi kavramları kullanarak siyaset sahnesine çıkmaya çalışan ve üstelik kurucularının tamamını sendikacıların ve işçilerin oluşturduğu bir partinin, egemen sınıf partileri içinde kendisine bir yer açmak ve anayasa sınırları içinde tutunmak için, bir başka yolu olmadığı savunularak, program gibi önemli ve bağlayıcı bir belgeye konuluyordu.
Ne var ki, TİP’in kendisine seçtiği bu görünüş, basit bir kendini gizleme ve kabul ettirme kaygısından kaynaklanmıyor, bütünüyle taşıdığı öze uygun düşüyordu.
TİP’in genel propaganda ve ajitasyon faaliyeti de, içerdiği akımların rengini taşıyor, bütün bunların Kemalizm’le belirlenmiş bir reformizm ve parlamentarizm içinde yeniden tanımlanmasına dayanıyordu. Programın “GİRİŞ” bölümünde, “bütün emekçilerin ve emekten yana olanların hızla teşkilatlanarak, bağımsız bir siyasi kuvvet haline gelmeleri şarttır” deniliyordu. “Bağımsız siyasi kuvvet” olma hedefi, “emekçi halkımızın iktidara gelerek gerekli köklü reformları gerçekleştirmesi” amacına bağlanıyordu. Program, bir “kalkınma” kavramını öne çıkararak, bunun ancak emeğe dayanarak gerçekleşeceğini ileri sürüyor ve kendisini, bu hedefe “kanun yolundan iktidara yürüyen siyasi teşkilat” olarak tanımlıyordu. (TİP PROGRAMI, 1964, s. 14) Bu yol, TİP’in bundan sonraki bütün program maddelerini ve politikasını da belirleyecek olan parlamentarizmin ilanıydı.
Programın Birinci Bölüm’ü, “Türkiye’nin Maddi, Sosyal ve Politik Yapısı” başlığını taşıyordu ve burada da, aynı yıllarda YÖN dergisi etrafında tartışılmakta olan, “Türkiye’ye özgü kalkınma yolu” kavramı temel önemde bir yer tutuyordu.
TİP’in doğuşunda ve programının şekillenmesinde, günün başlıca tartışmalarının belirleyici bir rol oynadığı görülmektedir. Bu özelliği açısından, TİP’in, aralarında, aydınlar arasında hâlâ günün en itibarlı partisi olan CHP’nin de bulunduğu mevcut siyasi partiler tarafından cevaplandırılmayan bazı ihtiyaçlara karşılık verme hedefini gözettiğini söyleyebiliriz. CHP’nin henüz “ortanın solu” sloganını ortaya atmasından önce, TİP, geniş işçi ve aydın kesimlerini etkileyen bir “solculuk” söylemini tutturmayı, canlı ve güncel tartışmalarda çözümü aranan problemleri ele alarak karşılamayı başarmış, daha sonra CHP’nin tabanında yer alan önemli bir kesimi de etkilemeye başlaması üzerine, İsmet İnönü’nün ağzından, “solculuğunu” açıklamak zorunda bırakan etkiyi yaratmıştı. Gerçi, bu çözüm önerileri ve tartışmanın genel niteliği bakımından, ancak bir sosyal demokrat partinin ilk argümanlarını dile getirme düzeyinde kalıyorduysa da, gerek Marksist kültürün geriliği, gerekse işçi sınıfı hareketinin sendikal hareket düzeyini bile yeni yeni yasal olarak elde edebildiği koşullarda, bu gerilik göze batmıyordu.
Örneğin, Programın Giriş Bölümü’nün son paragrafında ifade edilen hedefler, bir Avrupa sosyal demokrat partisinin hedefleri bakımından bile oldukça geri iken, Türkiye için önemli bir ilerlemeyi ifade edebiliyordu:
“Türkiye İşçi Partisi, insan haklarını, ekonomik ve sosyal haklan, her gün uygulanan canlı kurallar haline getirecektir. Türkiye İşçi Partisi, anayasayı özü, ilkeleri ve amacıyla eksiksiz, tastamam uygulayacak, sosyal adaleti, sosyal güvenliği hayatımızda gerçekten yararlandığımız çeşitli kurumlar biçiminde gerçekleştirecektir.” (Program, s. 15)
TİP’in sosyal adalet, sosyal güvenlik, insan hakları, ekonomik ve sosyal haklar gibi, başlıca hedeflerini tanımlamakta kullandığı kavramlar, tümüyle burjuva hukuk sisteminden devralınmış reformcu kavramlardı. Adalet ve hak kavramları, genel olarak burjuva devletle vatandaşlar, özel olarak da işçi sınıfıyla burjuvazi arasındaki ilişkileri düzenlemek amacını güden reformcu burjuva uygulamalara karşılık düşmek üzere, 19. yüzyıl başlarından itibaren kullanılıyordu; Türkiye’de ise, bütün bunlardan söz edebilmek için, hem, siyasi bakımdan görece bir genişlemenin yaşandığı 1960 sonrası koşullarda bulunmak, hem de “sosyalist” olmak gerekiyordu. Bu, bir yandan, sosyalizmin kavranma düzeyini gösteriyordu ama diğer yandan da, halk ve işçi hareketinin kapsamını daraltan, ideolojik ve siyasi bakımdan bu hareketin ihtiyaçlarına cevap vermeyen bir içeriğe de işaret ediyordu.
Programın, “Türkiye’nin Maddi, Sosyal ve Politik Yapısı” başlığını taşıyan bölümünde de, “hızlı kalkınma” kavramı ekseninde, bu hedefe varmanın imkânlarının ve önündeki engellerin bir tahlili yapılarak, partinin amaçlan bu çerçevede tanımlanmaktadır.
Görülebileceği gibi, TİP’in programına esas olan başlıca kavramlar ve hedefler, içerik bakımından, daha önce ele aldığımız YÖN dergisi çevresinin kavramlarından ve hedeflerinden farklı değildir. Türkiye İşçi Partisi’nin ayırt edici özelliği; bu hedeflere varmak için, “kanun yolundan iktidara gelme”nin açıkça belirtilmiş olması ve çoğunlukla aydınlara değil, var olduğu kadarıyla bir sendika bürokrasisine dayanmasıydı.
TİP’İN KAPSAYICILIĞININ VE ETKİSİNİN KAYNAKLARI
TİP, 27 Mayıs darbesiyle ortaya çıkan burjuvazinin siyasi iktidar krizinin ortaya koyduğu “eski yöntemlerle yönetememe” tıkanışının açtığı olanaklar ortamında, yalnızca aydınların değil, geniş işçi ve köylü kitlelerinin de ilgisi ile karşılandı. Yeni ve değişik bir dil, burjuva partiler tarafından kullanılmayan propaganda temaları, sözcülerinin yetenekleri (M. Ali Aybar, Çetin Altan, Yaşar Kemal gibi güçlü hatiplerin radyo konuşmaları), işçilerin ve emekçilerin özellikle uyanık kesimleri üzerinde etkili oldu.
Ne var ki, bütün bunlar, TİP’in görünüş özellikleriydi ve yarattığı etkiye paralel bir örgütlenmeyi gerçekleştirmekte yetersiz kalan TİP, bu etkiyi yalnızca parlamenter mücadele yollarında bir oy deposu yaratmak için kullanabildi.
TİP’in, artan bir sempatiyle karşılanması ve kitle tabanını genişletmesi, iki farklı müdahaleyle karşılandı.
1962’de, Seyfi Demirsoy başkanlığında, TÜRK-İŞ’in içinde yer alacağı bir “Çalışanlar Partisi” girişimi ortaya çıktı. TİP’in işçiler arasında artan oranda taraftar bulması ve sendika bürokrasisi arasından yönetici kadrosuna dâhil ettiği sendikacıların etkisi, özellikle Amerika’nın kontrolündeki “Hür Sendikacılık” akımının ilgisini çekiyordu. Aybar, TİP’in ilk kuruluş çalışmalarından itibaren, Amerikan Yardım Teşkilatı’nda görevli ve sendikacılar arasında “Faik Bey” diye bilinen ve çok iyi Türkçe konuşan bir Amerikalının TİP çalışmalarını yakından izlediğini anlatıyor. TİP’in kurulması ve gelişmesi, doğrudan doğruya Seyfi Demirsoy’un kişiliğinde temsil edilen ve Amerika’nın kontrolünde bütün dünyada faaliyet gösteren “Hür Sendikacılık” akımı eliyle yeni bir partileşme fikrini doğurdu. “Çalışanlar Partisi” girişimi, Seyfi Demirsoy’un başını çektiği bir çalışma olarak başladı ve TİP’e karşı, YÖN dergisi yazarları tarafından da desteklendi. “Çalışanlar Partisi” hiçbir zaman gerçekleşemedi; ama TİP’e olan eğilimi bir süre için frenleme görevi yaptı ve “sol aydınlar” arasında bir bölünmenin ilk işaretlerini verdi.
Diğer yandan, TİP’in hemen her toplantısı, gerici-faşist grupların saldırısına uğruyor, binaları taşlanıyor ve üyeleri dövülüyordu. TİP’e karşı şiddet kullanılması, TİP üyesi gençlik kesimi arasında radikal mücadele yöntemleri hakkında, bir tartışmanın başlamasına yol açması ve sonraki gelişmelerde bir karşı şiddet eğiliminin doğması bakımından etkili olmuştur.
TİP’in gençlik tabanının genişlemesi 1965’ten sonra artarak ilerlemiş, 1968’e kadar sürmüştür.
Üretici köylülük ve Kürt halkı arasında da, TİP’e yöneliş önemli boyutlardaydı. TİP, bir dizi “Doğu Mitingi” düzenledi. Bu mitinglerde, gerçi, o güne kadar Kürt halkına burjuva partiler tarafından götürülen bütün vaatler tekrarlanıyor ve farklı bir şey söylenmiyordu; ama TİP, propagandasında sıkça ve vurgulayarak, ırgatların, marabaların, ortakçıların çıkarını gözettiğini ileri sürüyor ve “ağaların, beylerin saltanatına” karşı olduğunu söylüyordu. Klasik “Doğunun kalkınması” temasına getirilen bu boyut, Kürt halkı arasında mevcut olan devrimci bir potansiyeli açığa çıkarması, sergilemesi ve özel tarzda ele alınması gereğine dikkat çekmesi bakımından önemliydi. Fakat TİP’in Kürt sorunu konusundaki tutumunun, esası bakımından, sistem sınırları içinde kalan ve bu sistemi güçlendiren yapısı dolayısıyla, açığa çıkardığı potansiyelin gerçek ihtiyaçlarına cevap vermesi imkanı yoktu. Kürt sorunu, TİP tarafından bir “Bölge Kalkınması” sorunu olarak konuluyordu ve bu soruna, “ulusal menfaatlerimize en uygun, en insanca çözüm yollarını bulmak”, “ihmal edilmeyecek bir vatan vazifesi” olarak nitelendiriliyordu. Aybar, Doğu mitinglerinde, baskıların kaldırılması, ayrıcalıklı işlemlerin son bulması için taleplerde bulunulduğunu ve asıl sorunun “anadili Kürtçe ve Arapça olan yurttaşlara, anayasal özgürlüklerin tümünün verilmesi” olduğunu söylüyor. (Bkz: Aybar, age. C. 3. s. 64-65) “Ulusal menfaatlerimize en uygun çözüm”, “ihmal edilmeyecek vatan vazifesi”, “Anayasal özgürlüklerin tümünün verilmesi” gibi terim ve kavramlar, TİP’in Kürt politikasının özünü göstermeye yeterlidir. Her şeyden önce, sorun, bütün sömürü ve baskıyı bizzat kendi hayatı olarak yaşayan Kürt halkı açısından değil, Türk ulusunun ulusal menfaatleri açısından çözülmek üzere ele alınıyordu. Kürt ulusunun kendine özgü ve Türk ulusunun menfaatleriyle uyuşmayan menfaatleri olabileceği akla bile getirilmiyordu. Kaldı ki, bütün bunlar düşünülmüş olsa bile, sorunun çözümü, gene de “Anayasal özgürlükler” sınırına hapsedilmiş durumdaydı.
ANAYASA VE SOSYALİZM TARTIŞMALARI
1961 Anayasası’nın, bütün Türk aydınları ve siyasal partileri için anlamı, mümkün olan geniş demokratik düzeni sağlayacak olan belge olmasıydı. Yeter ki, “eksiksiz” olarak uygulansın. Diğer yandan, başlıca egemen sınıf partileri ve siyasi temsilcileri de, 1961 Anayasası’nın, ülke koşullarına “bol geldiğini”, değiştirilmesi gerektiğini ileri sürüyordu. 1967’de, anayasanın içeriğine ilişkin ilginç bir tartışmada, bir uçta dönemin Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay, Adalet Partisi ve diğer burjuva partiler bulunuyordu; diğer uçta, başta TİP, “sol aydınlar”, CHP’nin bir kesimi bulunuyordu.
Cevdet Sunay, tartışmanın bütün özetini şu sözlerle aktarıyordu:
“Türkiye Cumhuriyeti Anayasası, sosyalizme kapalıdır. Anayasada sosyalizm kelimesi yoktur. Sosyal kelimesi vardır. Fakata bu sosyalizm değildir, yani sosyalizmi ifade etmez.”
Gazetecilerin TİP’li milletvekillerinin durumu hakkındaki sorusuna karşılık olarak da, bugün DEP’li milletvekillerinin durumu hakkındaki görüşleri hatırlatan bir cevap veriyordu: “Adamlar girmişler Meclis’e, ne yapalım, atalım mı yani? Şimdilik bu meseleyi karıştırma!” “Şimdilik” ertelenen mesele hakkında, Cevdet Sunay’ın ve diğer askeri ve siyasi çevrelerin bir çözüm yoluna sahip oldukları, bunun da gerektiğinde Meclis’i ve siyasi partileri kapatan bir darbe olacağı, gelişmenin sonraki aşamalarında görülecekti.
Tartışma, Anayasa Mahkemesi’nin, “kanun yolundan iktidara gelmek ve devletin temel nizamını değiştirmemek koşuluyla”, Anayasa’nın sosyalizme açık olduğu yolundaki kararına rağmen sürüp gitti. Ecevit, “Sayın Cumhurbaşkanımızın şu anda ziyaret etmekte olduğu İngiltere, demokratik sosyalizmle yönetilmektedir” diyerek, anayasanın böyle bir sosyalizme kapalı olamayacağını savunuyordu.
Mehmet Ali Aybar ise, bir gazeteye verdiği demeçte: “Emekçi halk kitlelerinin örgütlenmiş bir siyasi güç olarak serbestçe faaliyette bulunmasına izin vermeyen anayasalar, faşist nitelikte olanlardır. Bizim anayasamız ise, halktan, emekten yana olan bir anayasadır.” diyordu. (Akşam Gazetesi, 6.11.1967)
Anayasanın bu biçimde nitelenmesi, yalnızca devletin temel yasaları hakkındaki değerlendirme bakımından değil, başlıca amaç olarak formüle edilen sosyalizmin de nitelikleri hakkında bir açıklama özelliği taşıyordu. Ecevit, “İngiliz sosyalizmi”ni örnek gösterirken, bazı TİP sözcüleri de, “İsveç tipi sosyalizm” gibi örneklerle, kendi sosyalizmleri ile anayasa arasında ilişki kurarak, kendilerini savunuyorlardı.
Gerçekten, TİP, gerek bütün sosyal ve ekonomik hedefler gerekse siyasi mücadele biçimi olarak yalnızca parlamentarizme ağırlık veren örgütlenme ve etkinlik yolu bakımından, Avrupa sosyal demokrat partilerinin bir izdüşümünden başka bir şey değildi. Sosyalizm denilince, 1961 Anayasası’nın “tam ve eksiksiz olarak uygulanmasının yeteceğini düşünüyor ve propaganda ediyordu.
Anayasa, dönemin bütün sol çevrelerinin etrafında birleştikleri bir “asgari müşterek” görevi görüyordu. Bu noktada, TİP’le diğer solcu çevreler arasında herhangi bir fark ve ayrılık yoktu.
Fakat YÖN ile TİP arasında, bugünden bakılınca oldukça abartılmış görünen ve görünüşteki tartışma öğelerinin altında başka ayrımların bulunması gerektiği duygusunu uyandıran bir tartışma vardır.
YÖN çevresi, TİP’i, Türkiye’nin içinde bulunduğu gelişme aşamasını hesap etmeyerek “işçi sınıfının öncülüğü” kavramını ortaya atmaktan dolayı eleştiriyordu. Ona göre, İkinci Milli Kurtuluş Savaşı’nı, sosyalist bir mücadele olarak ilan etmek, antiemperyalist mücadeleye zarar veriyordu ve millici güçler arasında bölünmeye yol açıyordu. Bu yüzden, işçi sınıfının öncülüğünden ve sosyalizmden söz etmek, mücadelenin içinde bulunulan aşamasında yanlıştı. Doğan Avcıoğlu, TİP’in işçi sınıfından söz etmesini, “dogmatik bir tavır” olarak nitelendiriyor ve “aydınların, gençliği ve statükoya karşı olan diğer kuvvetlerin, sosyalist hareketteki gücünü küçümsemeye” yol açtığı için eleştiriyordu. Aynı Avcıoğlu, TİP’in programının, “İngiliz İşçi Partisi’nin ve Fransız Sosyalist Partisi’nin programlarından bir hayli geride” olmakla da eleştiriyordu.
Görüldüğü gibi, anayasa temelinde sağlanmış olan .”geniş cephe”, gene anayasa tarafından belirlenmiş sınırlar içinde bir bölünmeyi de içinde taşıyordu. TİP’in, gerçekte işçi sınıfı öncülüğü kavramından anladığı, partinin yönetim kademelerindeki kadroların yarısının işçi kökenli olması noktasında bile korkak ve çekingen davranmasına yol açacak kadar geriydi. Sosyalizm denilince de, Avcıoğlu’nun haklı olarak belirttiği gibi, Avrupalı sosyal demokratların bile gerisine kalan bir reformculuktan ötesi görülmüyordu.
Fakat bütün bu doğrular, Avcıoğlu’nun TİP karşısındaki durumunu aydınlatmaya yetmiyor. Çünkü Avcıoğlu, TİP’i hem sosyalizmden ve işçi sınıfı öncülüğünden bahsetmesini eleştirdiğinde sağdan, hem de, geri bir reformculuğu savunduğu, İngiliz ve Fransız sosyalist partilerinin programlarından da geride kaldığı için, soldan eleştiriyordu.
YÖN’ün, bütün bu eleştirilerden sonra yaptığı ise, seçimlerde CHP’nin desteklenmesi için çağrıda bulunmak oluyordu.
SONUN BAŞLANGICI: 1968
TİP, 1965’te yapılan genel seçimlerde, Türkiye politik gündemini altüst eden bir başarı göstererek, 15 milletvekilliği kazanmıştı. Özellikle, Türkiye Kürdistanı’ndan, kırsal bölgelerden ve belli başlı işçi merkezlerinden aldığı oyların yüksekliği dikkat çekiciydi. Bunun yanı sıra, Ankara’da, küçük memurların, subayların ve aydınların oturduğu semtlerde, oy oranı yüksekti. Ankara ve İstanbul gecekondularından ise, beklenenin aksine, oldukça düşük oranda oy toplayabilmişti. Özellikle kentlerde, aydınlar arasında bir akım olarak tıkanıp kalmış ve işçilerin de ancak sendika bürokratları aracılığıyla ve onlarla sınırlı kalarak temsil edildiği bir “sosyalist” parti olmak, dönemin yükselen muhalefetini kucaklayacak bir program ve taktik anlayışından da uzak olmak, TİP’in etkisini, gittikçe gerileyen çizgiye sokmuştu. Bir başka deyişle, TİP, tam anlamıyla, yükselen mücadelenin gerisinde kalıyor, üstelik bu mücadeleyi de kendi bulunduğu çizgiye çekmek için çaba gösteriyordu.
TİP, o dönemde, işçi sınıfının büyük bir gelişme göstererek grevler, fabrika işgalleri ve sokak çatışmaları biçimini almış olan mücadelesini sendikal sınırlar içinde ve geri mücadele biçimlerinin sınırına kapatmaya çalışırken, gençlik hareketinin de tam olarak karşısında yer alıyordu. Gençliğin anti-emperyalist mücadelesini, sosyalist bir mücadele olmamakla eleştirirken, sözde onun “sol”unda duruyor, ama kitlesel boykotlar, İşgaller ve sokak gösterilerini de, “maceracılık” olarak damgalayarak, sağcı parlamentarizm yolunu gösteriyordu.
TİP’in bu tavrının temellerini, Genel Başkan Aybar’ın ve TİP’e o dönemde egemen olan çevrelerin “sınıf mücadelesi” kavramına yükledikleri anlamda bulabiliriz.
Aybar, TİP’i sınıf mücadelesini kışkırtmakla suçlayan Demirel’e verdiği cevapta şunları söylüyordu:
“Demirel, sınıf kavgasını önlemek istiyorsa, petrolü kamulaştırsın, imtiyazları geri alsın, topraksız köylüleri toprağa kavuştursun, vergiyi zenginden çok alsın, yoksuldan hiç almasın, işsizliğe çare bulsun, ve işsizlik sigortası getirsin. Kısacası anayasayı eksiksiz, tastamam, yani ekonomik bakımdan güçsüz olan vatandaşlardan yana uygulasın. Bu ve bu gibi reformlar yapılmazsa, sınıf kavgasını önlemek sözlerinin altında yatan amaç, bugünkü bozuk düzeni ayakta tutmaktır.” (Aybar, age. C. 1, s. 251)
Sınıf mücadelesini, doğrudan doğruya sınıfların varlığından, özellikle de burjuvazi ve proletarya gibi, tarihi bakımdan iki temel sınıf olarak kapitalizm koşullarında varlık bulmuş karşıt sınıfların her türden koşul altındaki varlığından doğduğunu görmezlikten gelen bu tutumun, sosyalist bakış açısıyla en küçük bir ilişkisi yoktur. Sınıf mücadelesinin önlenmesi, kapitalizm altında gerçekleştirilecek reformlar aracılığıyla değil, doğrudan doğruya, son sosyal sınıf olan işçi sınıfının devrimiyle gerçekleşebilecek ve tarihi bakımdan da, görece uzun bir dönemi kapsayacak bir gelişme olacaktır. Oysa Aybar, sınıf mücadelesinin ortadan kaldırılmasının, burjuvazinin başlıca temsilcilerinden birinin, Demirel’in yapacağı reformlarla bile mümkün olabileceğini açıklamaktadır. Eğer vergiler adil alınırsa, işsizlik sigortası kurulursa, köylüler topraklanırsa, Türkiye’de sınıf mücadelesi de duracaktır! Bu açıdan, örneğin, “vergilerin adil olarak alındığı”, topraksız köylülerin bulunmadığı, işsizlik sigortasının uygulandığı, İngiltere, İsveç gibi ülkelerde, sınıf mücadelesi yoktu!
Sınıf mücadelesinin nedenlerini ve amaçlarını bunlarla sınırlı gören bir anlayışın, işçilerin ve öğrencilerin geniş çaplı ve militan mücadelesini kapsaması, onlara daha ileri hedefler göstererek, örgütlenme ve mücadele biçimlerini geliştirmelerinde öncülük yapması elbette mümkün değildi.
Mehmet Ali Aybar, özellikle öğrenci gençliğin TİP’ten kopmaya başlamasını, “TİP’te sonun başlangıcı” olarak değerlendiriyor ve bunun nedenlerini de bugün de anlamamış olarak görünüyor. “1968’in,TİP için sonun başlangıcı olabileceğini kim tahmin edebilirdi? Parti kök salmıştı. 1965 seçimlerinde partinin oy oranı artmıştı. Köylere gittiğimizde yakınlık görüyorduk. Köylüsü, işçisi ile emekçilerin bize ısındığı görülüyordu… Gençler arasında bile. Orta Doğu Üniversitesi’nden, aralarında Sinan Cemgil’in de bulunduğu bir grup bizim eve gelmiş, partiye nasıl yardımcı olabileceklerini sormuştu. Partinin temel görüşünü anlatmış, ayrıntılar için gençlik işleri sorumlusu Sadun Aren’e başvurmalarını söylemiştim. Marksizm-Leninizm üzerine, şimdi ayrıntılarını hatırlayamadığım tatlı bir söyleşi olmuştu… Amerikan elçisi Commer’in arabası yakıldıktan sonra da, gene ODTÜ’lü bir grup öğrenci Partiye gelerek kendilerine avukat konusunda yardımcı olmamı istemişlerdi. Partili avukat arkadaşlara rica edeceğimi söyledikten sonra, ‘ben olsam arabayı yakmaz, rektörle yemek yerken, Commer’e: ‘Siz bizim davetlimiz değilsiniz, bir elçinin davetsiz misafir olamayacağını elbette takdir edersiniz derdim’ dedim. Ama olan olmuştu. Gençler arabayı yakmanın daha vurgulayıcı olduğunu söylediler.” (Aybar, age. C. 3, s. 9-10)
Gençlik önderleriyle TİP önderliği arasındaki ayrım, Aybar’ın sözünü ettiği kadar basit bir yöntem ya da, bir taktik farklılığı değildi. TİP ve halk muhalefeti, esas olarak düzen içinde kalmak ve düzenin bütün kurumlarından kopmak noktasında birbiriyle karşı karşıya gelmişti. Gençler, eğer Commer’in arabasını yakmayıp da, onu Aybar’ın düşündüğü biçimde protesto etselerdi, bu kez Aybar, onları daha nazik olmadıkları için eleştirebilirdi.
Gençlik ve işçi hareketinden gittikçe daha geriye düşen Aybar başkanlığındaki TİP içinde, 1968’deki “Çekoslovakya işgali” dolayısıyla yeni ve bütün parti örgütünü derinden sarsan bir tartışma patlak verdi.
M. Ali Aybar, Sovyetler Birliği’nin Çekoslovakya’ya müdahalesini, “bürokrat ve halktan kopmuş bir yönetimin icraatı” olarak değerlendirerek açıkça bu işgale karşı tavır almıştı. Bu konuyu, aynı zamanda NATO’ya karşı çıkışının bir örneği olarak da kullanarak, Amerika ile SSCB’nin başını çektiği blokların, azgelişmiş blok üyeleri için aynı derecede tehlike teşkil ettiğini söylüyordu. “Çekoslovakya olayları, askeri blokların küçük üyeleri için, asıl tehlikenin blok lideri durumunda bulunan güçlü müttefiklerden geldiğini ve gerçekten küçük devletler bağımsızlıklarını, bu bloklara girdikleri anda kaybettiklerini, çırılçıplak ortaya koymuştur.”
Aybar, Sovyetler Birliği’ndeki geriye dönüş, bürokratizm ve emperyalizmle aynı alanda rekabete giriş eğilimlerinin sonuçlarını, ABD ve NATO’yla kıyaslayarak görüşlerini açıklarken, parti içindeki SSCB-KP yanlısı ya da doğrudan doğruya TKP tarafından yönlendirilen unsurların büyük muhalefeti ile karşılaştı.
Bu tartışma ve muhalefet, diğer yandan TİP’in sosyal hareket süreçlerinin ve muhalefet akımlarının dışına düşmesi ve onların gerisinde kalmasıyla birleşince, partide bir bölünme ve dağılma havası doğdu.
Aybar, gerek politik ve ideolojik görüşleri bakımından, gerekse parti içinde geniş bir biçimde tartışılan önderlik nitelikleriyle, bu bölünme ve dağılma havasını giderecek bir etki göstermeyince, bazı etkili adların partiden ayrılması ve yönetimde değişiklik yapılması zorunluluğuyla karşı karşıya gelindi.
* * *
TİP’in Mehmet Ali Aybar döneminden sonraki gelişmelerini ve siyasi ve ideolojik içeriğini, yazımızın gelecek sayımızda yayınlanacak olan ikinci bölümünde ele alacağız.
Aralık 1993