Almanya’nın son hamlesi: kime karşı, kimden yana?

Almanya’nın tavrının arkasında, bugün pek çoğu açıklık kazanmamış olan ciddi pazarlıklar ve Ortadoğu üzerinde ABD ile olan çelişkisinin etkileri vardır ve PKK’nin faaliyetlerine getirilen bugünkü yasaklama, Türkiye’nin Almanya üzerindeki etkisinden çok, Almanya’nın kendi emperyalist hesaplarının sonucudur. Bu noktada, Türkiye’nin, Almanya’ya, bu kararı aldırtmak için, gene neleri sattığı sorusu önem kazanmaktadır.

Almanya’nın, PKK’yi “yasadışı terörist örgüt” ilan etmesi ve sınırları içindeki etkinliklerini yasaklaması, Türkiye resmi çevrelerinde ve basınında büyük bir zafer havasıyla ve sevinçle karşılandı. Hürriyet gazetesi Almanca, “Danke Herr Kohl” manşetini attı.
Resmi teoriye göre, PKK, “Türkiye’ye karşı olan dış güçlerin beslediği” bir “terör örgütü”dür ve ülkenin sosyal ve siyasal sorunlarıyla bir ilişkisi yoktur. Almanya’nın son kararıyla birlikte, PKK’nin başlıca “dış destek”lerinden birisi kesilmiştir; diğer “dış destek” Suriye’nin de bir biçimde halledilmesiyle, artık onun dağdaki “bir kaç” silahlı gerillasının hesabının görülmesi kolaylaşacaktır. Ve bu iş, bahara kadar bitecektir! Hükümet, PKK’ye yeniden, fakat eski sözleri kim bilir kaçıncı kez tekrarlayarak ömür biçiyor. “Bahara kadar ya bitecek, ya da bitecek” sözü, daha önceleri, yılsonu, yaz sonu, kıştan önce, gibi verilmiş başka takvimleri hatırlattığı için, artık kamuoyunda ciddiye alınmamaya başlamışken, başarısızlığın nedeni olarak gösterilen “dış destekler”den biri, giderilmiş sayılmaktadır. Almanya’nın, PKK tarafından bir mali kaynak ve siyasi propaganda üssü olarak kullanıldığı görüşünden hareketle, bu olanakların şimdi ortadan kalktığı inancı, Hükümet’in zaman kestirimlerini kesinleştirmesine yol açıyor.  ,
Başlıca iki noktada, Hükümet ve güdümlü basın çevrelerinin propagandasının çürük olduğu görülmektedir.
Birincisi, daha önceki yazılarımızda da belirttiğimiz gibi, PKK’nin bir “dış güç” olduğu saptaması, bunu söyleyenleri bile inandırmaktan uzak bir propaganda spotudur. PKK’nin asıl etkisi, tarihsel ve güncel çelişkiler içinde tuttuğu yerden kaynaklanmaktadır ve bütün açık hatalarına karşın, Kürt halkı içinde küçümsenmeyecek maddi bir güce sahiptir. Dolayısıyla, tıpkı Irak Kürdistan’ı üzerindeki askeri harekât sonrasında ilan edilen “büyük zafer” ne kadar gerçeğe aykırıysa, Almanya’nın faaliyetlerini yasaklamasının PKK’yi çökerteceği propagandası da o kadar abartmalıdır. Kuşkusuz, Almanya, PKK’nin faaliyetlerini yasaklamakla, önemli bir destek yolunu kapatmıştır. Fakat bu yaptırım, yalnızca “destek yolları” üzerinde bir engeldir ve savaşın asıl cereyan ettiği alanı, ikinci dereceden etkileyecek, PKK’nin Avrupa’da ve Kürdistan’da dayandığı gerçek sosyal ve siyasal temelleri ortadan kaldıramayacaktır.
İkincisi, Almanya’nın tutumunun gerekçesiyle ilgili olan haberler ve yorumlarda kendisini gösteren çürüklüktür. Olayın gösterilen yüzünde, “Almanya’nın nihayet gerçeği gördüğü” propagandası yer alıyor. Sanki Almanya’nın PKK hakkında kendi görüşü yokmuş da, Türkiye’nin kendi tezlerini belgelemesiyle, Almanya, PKK’nin terörist ve uyuşturucu kaçakçısı olduğunu öğrenmiştir! Dolayısıyla, Almanya’nın son tutumu takınması, Türk polisinin ve Dışişlerinin bir başarısıdır!
Buna inanabilmek için, resmi istihbarat servislerinin beslediği propaganda gazetelerini gözü kapalı okuyan bir yurttaş olmak gerekir.
Her şeyden önce Almanya’nın PKK’yi oturttuğu çerçeve, Türk-Alman ilişkileri çerçevesi değil, Ortadoğu üzerindeki kendi emperyalist politikalarının çerçevesidir. Bu bağlamda Alman dosyalarında, PKK’nin yeri, Türkiye’nin yerinden farklı değildir. Öyleyse, Almanya’nın tavrının arkasında, bugün pek çoğu açıklık kazanmamış olan ciddi pazarlıklar ve Ortadoğu üzerinde ABD ile olan çelişkisinin etkileri vardır ve PKK’nin faaliyetlerine getirilen bugünkü yasaklama, Türkiye’nin Almanya üzerindeki etkisinden çok, Almanya’nın kendi emperyalist hesaplarının sonucudur. Bu noktada, Türkiye’nin, Almanya’ya, bu kararı aldırtmak için, gene neleri sattığı sorusu önem kazanmaktadır. Bu sorunun cevabının fazla gecikilmeden öğrenilebileceği koşullarda yaşıyoruz.
Ortadoğu’da yeni oluşmakta olan dengeler içinde, Alman-İsrail ilişkileri giderek önem ve ağırlık kazanmakta, henüz netleşmemiş olmakla birlikte, İsrail üzerinde azalan ABD etkisine karşılık Alman etkisi güçlenmektedir. Almanya, giderek, İsrail merkezli bir politikayı uygulama aşamasına doğru ilerlemektedir. Bu yeni kombinezonda, Suriye ve Irak’ın ne gibi roller üstleneceği ve Türkiye’nin hangi bileşimler için katalizör ya da kışkırtıcı rolü üstleneceği henüz belirlenmiş değildir. Ne var ki, silahlı kuvvetlerinin temel ihtiyaçlarının başlıca kaynağı durumunda bulunan Almanya’nın Türkiye’yi bu kombinezona çekme iradesi artık netleşmiştir. ABD etkisinin ve kontrolünün güçlenmekte olduğu Suriye ise, ABD-Almanya ilişkilerinin gerilimine ve gelişme seyrine göre, Türkiye basınının “baş düşman” listesine bir girip bir çıkmaktadır. Türkiye, Suriye’yi tehdit eder göründüğü her durumda, ABD’ye mesaj vermeye çalışmaktadır. Yoksa koşullar ne olursa olsun, Türkiye, artık ABD’nin açık alanı haline gelen Suriye ile bir çatışmayı, Suriye’ye rağmen bir Bekaa operasyonunu (kesinkes bir fiyaskoyla sonuçlanacak olan göstermelik bir bombardımanı) göze alabilecek olanaklara sahip değildir. Suriye ile ilgili bütün blöfler, bir yandan kamuoyunun “düşman ihtiyacına” cevap vermeye yöneliktir ama esas olarak da, ABD-Almanya çekişmesinden yararlanma kurnazlığıyla ilgilidir.
Bu arada, Türkiye’nin, İsrail’le ilişkilerini, Müslüman-Arap ülkelerin baskı alanı dışına çıkmış bulunan Filistin sorunundan bağımsız olarak ele alabileceği koşullara kavuşmuş olması, Almanya’nın öngördüğü çerçeveye uygun düşmüştür. Eğer, Almanya’nın PKK üzerindeki baskısı, sürekli ve gerçekten PKK’nin Avrupa’daki ayaklarını kesmeye yönelik ciddi sonuçlar doğuracak bir boyut kazanırsa, Ortadoğu’nun yeniden biçimlenmesi için girişeceği faaliyetlerde, Türkiye’yi baskı altında tutacağı bir kozu şimdiden kullanmış demek olacaktır. PKK’nin Avrupa’daki varlığının baskısından kurtulmuş bir Türkiye’nin, Almanya’nın daha uzun vadeli hesaplarında Almanya’nın istediği gibi yer alması olanağı da böylece zayıflamış olacaktır. Bu durumda da, Türkiye egemenleri “Herr Kohl”a “Danke” demek için, fazla acele etmişler demektir.

Aralık 1993

Yeni Bir Enternasyonale Doğru-2

İlk emperyalist savaş patlak verdiğinde 11. Enternasyonal de çökmüştü. Kimse çökmediğini ileri süremiyordu; Enternasyonal’in belli başlı tüm partileri, “Anavatan savunması” zehrini zemzem suyu niyetine içmiş, her biri “kendi” burjuvazisinin peşinde Avrupa proletaryasını birbirine karşı savaşa yollamışlardı. Sınıf kardeşlerinin dünkü temsilcileri, şimdi karşılıklı olarak birbirlerinin “ülkeleri”ne karşı savaş harcamalarına oy veriyorlar ve enternasyonal dayanışma ve birlikte dünya proleter devrimi için mücadeleyi ulusal boğazlaşmaya katılma ve hasımlaşmaya dönüştürerek hem birbirlerinin karşısında saf tutuyor ve hem de ihanet yoluyla ve uluslararası proletaryanın parçalanmasına yol açarak uluslararası burjuvazisinin parçalanmış saflarına iltihak ediyorlardı.
Ama sanki bunlar olmamış, proletarya ve enternasyonalizm davasına ihanet edilmemişti; hainler, hâlâ enternasyonalisttiler! Bir araya gelip Enternasyonal’i canlandıracaklardı!
“..her şeyden önce, Enternasyonalin veriden kurulmasının nasıl olmaması gerektiği üzene birkaç söz” diye başlayan Lenîn, şunları söylemişti:
“Bütün ülkelerin sosyal-şovenleri hepsi ae yük ‘enternasyonalisttir’i Savaşın hemen başından beri enternasyonalin durmadan tasasını çekmişlerdir! Bir yandan bize, enternasyonalin çöküşü üzerine olan sözlerin ‘abartılmış’ olduğunu söylemişlerdir. Aslında ortada önemli bir durum olmadığını söylemişlerdir. Kautsky’ye bakınız: Diyor ki, Enternasyonal ‘barış zamanının bir aracıdır; bu aracın savaş zamanında biraz arıza göstermesi doğaldır. Öte yandan bütün ülkelerin sosyal şovenleri bugünkü çıkmazdan kurtulmak için pek basit ve neredeyse uluslararası bir yol bulmuşlardır. Buldukları çare hiç de çapraşık değil, yapılacak tek şey savaşın bitmesini beklemek; savaş bitene kadar her ülkenin sosyalisti ‘kendi’ ‘anayurdunu’ savunmalı ve ‘kendi’ hükümetini desteklemelidir; savaş bitince hepsi birbirini ‘affetmeli’, herkesin haklı olduğu kabul edilmeli…
Bu konuda, Kautksy de, Plehanov da, Victor Adler de, Heine de aynı düşüncede. Victor Adler şöyle yazıyor; ‘Bu güç zamanları atlatınca ilk yapacağımız şey, birbirimizin gözündeki merteği başa kakmaktan sakınmak olacaktır. Kautsky de diyor ki, ‘Enternasyonalin kaderi üzerinde hiçbir ülkenin ciddi sosyalist kaygı verici bir şey söylememiştir.’ Plehanov da şöyle der : …’kalbin sesini kafanın sesine bağımlı tutmak çok yerinde olur. Büyük dava adına, Enternasyonal, gecikmiş bile olsa pişmanlıkları dikkate almalıdır.’
Kısacası, savaş sona erince, Kautsky ile Plehanov, Vandervelde ile Adler’den kurulu bir komisyon atanacak ve karşılıklı bağışlama havası içinde ‘oybirliği’ ile bir karar hazırlanacak. Anlaşmazlığın üzeri bir güzel örtülecek. Olup biteni anlamaları için işçilere yardım edilecek yerde, kağıt üzerinde kalan bir ‘birlik’ numarası ile işçiler kandırılacak. Bütün ülkelerin sosyal şovenleri ile ikiyüzlülerinin bir araya gelmesine, Enternasyonalin yeniden kurulması denilecek.
Böyle bir ‘yeniden kurulmanın çok büyük bir tehlike olduğu gerçeğini kendi kendimizden saklamamalıyız.” (Sosyalizm ve Savaş, sf. 37-38]
Birbirleriyle savaşan ülkeleri, onların burjuvazilerini desteklemek, “kendi” burjuvazisinin peşi sıra yürümek, ya da bunu hoş görmek, farklı ülkelerin işçilerini yalnızca birbirine düşürmekle kalmayıp, karşılıklı olarak birbirlerini öldürmeleri üzerine kurulu emperyalist politikaları açık ya da üstü örtülü olarak (Kautsky gibi sözde ‘aşırılıkları’nı ‘eleştirerek’ ve savaş harcamaları oylamasında çekimser kalarak) destekleyen burjuva, küçük burjuva bir çizgi izlemek, ihanet önemli değildi! Zamanı gelince tüm burjuva ve küçük burjuva sosyalistleri, sosyal şovenler ve ikiyüzlü uzlaştırıcı merkezciler birbirlerini bağışlayacak ve Enternasyonal’i ihya edeceklerdi!
Bu tehlikeye 111. Enternasyonal Manifestosu’nda da dikkat çekiliyor;
“Burada sadece bugün açıkça burjuvazinin kampında, onların ayrıcalıklı ve güvenilir adamları ve işçi sınıfının cellâtları olarak yer alan sosyal yurtseverleri değil; bugün II. Enternasyonal’i, yani dar kafalılığı, oportünizmi ve yöneticilerinin devrimci güç yoksunluğunu yeniden canlandırma çabasında bulunan dağınık, ikircikli Sosyalist Merkez’i de kastediyoruz” denilerek
devam ediliyordu:
“Alman Bağımsız Sosyal Demokrat Partisi (USPD), Fransız Sosyalist Partisi’nin bugünkü çoğunluğu, Rusya’daki Menşevikler grubu, İngiliz Bağımsız işçi Partisi ve öteki benzer gruplar, gerçekte, II. Enternasyonal’in eski resmi partilerinin savaş öncesinde kapladıkları yeri doldurmak amacındalar: Eskiden olduğu gibi uzlaşma ve birleşme fikirleriyle ortaya çıkacaklar, bu yolla, bütün araçları kullanacak, proletaryanın enerjisini azaltacaklar, bunalımı uzatacaklar ve böylelikle Avrupa’nın çektiği sefaleti daha da artıracaklar. Sosyalist Merkeze karşı mücadele, emperyalizme karşı verilecek başarılı bir mücadelenin zorunlu önkoşuludur.” (Enternasyonal -Belgeler sf. 14-15)
“Sosyalist Merkez”in işlevi, bir yandan örtük olarak “kendi” burjuvazisini desteklemek, buna yönelik bir burjuva çizgi izlemek ve işçilerin birbirine düşürülüp kırdırılmasını onaylamak; diğer yandan “eleştirerek” ama aslında burjuva nitelikleri ve çizgilerinin özüne ilişkin bir şey söylemeyerek sosyal şovenizme güç vermek, bununla da kalmayarak onlarla birliği öngörmek ve uzlaştırıcılık olmuştur. Bu nedenle, “Sosyalist Merkez”e karşı mücadelenin, emperyalizme karşı verilecek başarılı bir mücadelenin zorunlu önkoşulu oluşundan doğal bir şey yoktur.
Eylül 1915’de İsviçre’nin aynı adı taşıyan kentinde toplanan ve yine aynı adı taşıyan bir sol grubun örgütlenmesine yol açan Zimmenyald Konferansı öncesinde ocak ayında, Kopenhag’da, 11. Enternasyonal’i yeniden kurmak amacıyla ve İsveç, Norveç, Danimarka ve Hollanda gibi tarafsız ülkelerin partilerinin girişimiyle bir konferans toplanmıştı. Konferans ve aldığı kararların iyi niyetliliğinden kuşku yoktu: “Tarafsız” sosyalist partilerin parlamento temsilcileri savaşan ülkeler arasında arabuluculuk edecek ve savaşı sona erdirmek amacıyla savaşçı hükümetlere başvurulacaktı. Savaş kötüydü; ama hepsi o kadardı. Ardından 1915’in Mart ve Nisanı’nda Uluslararası Sosyalist Kadınlar Konferansı ile Uluslararası Sosyalist Gençlik Konferansı toplandı. Tarafsız ülkelerin yanı sıra savaşçı ülkelerin kadın ve gençlik kuruluşları da katıldılar. Her iki toplantıda RSDİP temsilcileri de vardı ve Bolşevik Partisi, iyi niyetin ötesine geçilerek yalnızca savaşın ve emperyalizmin değil; sosyal şovenizmin, uluslararası proletaryanın saflarını parçalayan burjuva işçi politikasının mahkûm edilmesi için çalıştı. Sonradan Zimmenvald ve Kienthal’le devam edecek toplantılar, ya gerçek bir Enternasyonalin yolunu açacak ya da Enternasyonalin “karşılıklı bağışlama havası içinde” sosyal şovenlerin birbirlerini mazur görerek yeniden bir araya gelmeleri yoluyla canlandırılmasına götürecekti. Enternasyonal’in sosyal şoven yöntemlerle canlandırılması tehlikesi ortada duruyordu. Lenin şöyle yazdı:
“Bu konferanslar en iyi niyetlerle yapıldı, ama hiçbirisi de bu tehlikeyi göremedi. Enternasyonalistler için bir cephe hattı çizmediler. Hiçbiri, proletaryaya, Enternasyonal’in sosyal şovenlerin yöntemleriyle canlandırılmasının getireceği tehlikeleri anlatmadı. Olsa olsa, sosyal şovenlere karşı bu savaşım verilmeksizin sosyalizm davasının kazanılamayacağı işçilere anlatılmaksızın, eski kararların yinelenmesiyle yetinildi. Yani yerlerinde saydılar. (Sosyalizm ve Savaş, sf. 39)
Sonuç; Zimmenvald’dan, Kienthal’den, sonra Ekim Devrimi’nden geçilerek sosyal şovenizmin yanında uzlaştırıcı ikiyüzlü merkezciliğin de mahkum edilerek, onlara rağmen ve onlara karşı gerçek bir devrimci enternasyonal’in, 3. Enternasyonal’in kurulması oldu. Merkezciler ise, sosyal şovenlerin de katılımıyla 2,5. Enternasyonal adıyla ünlenen sarı Enternasyonal içinde örgütlendiler. Kopuşma gerçekleşti. Kopuşmadan emperyalizme karşı mücadele edilemeyeceğini vurgulayan Lenin ve Bolşevik Partisi’ne ve buna pratik vurgu yapan Ekim Devrimi’ne çok iş düşmüştü.
Bugün, 1957 ve ’61 Moskova ve Bükreş Toplantıları’ndan sonra, modern revizyonizm ve Sovyetler Birliği -ve bağlı revizyonist ülkelerin- çöküşünden sonra “iyi niyetlerle” yine bir dizi toplantılar düzenlenmeye başladı. Pyong Yang-Kore, Brasil-Brezilya ve Hindistan toplantıları gibi…
Yine bir şey olmamış gibi görünüyor, yine ihanetin aklanması yoluna gidiliyor, eski revizyonist “enternasyonal’in yine canlandırılması yoluna gidiliyor ve yine burjuva işçi politikası temelinde emperyalizm ve revizyonizmle uzlaştırıcılığa soyunan “merkezcilik”e sevimsiz bir rol düşüyor ve bu rol oynanıyor. Bugün bu rol, başlıca Brezilya Partisi’nin, PC do B’nindir.
’92 Şubatı’nda Brezilya Partisi kongresini topladı. Bu kongreye ve sonrasında gerçekleştirilen uluslararası toplantıya “önyargısız” herkes çağrıldı. Komünistlerle revizyonistler, proleter sosyalistlerle burjuva ve küçük burjuva sosyalistleri, dünya proleter devrimi davasını savunup bu yolda çalışanlarla hainler, 35 yıllık revizyonist tahribatın suçluları, modern revizyonizm karşısında tek bir ses çıkarmayıp onu onaylayanlar, onunla birlikte davrananlar… Kısacası herkes çağrılmıştı.
Kongre sonrası toplantıda yaptığı konuşmada, “…partimizin sekizinci kongresinde birçok partiyi önyargısız olarak çağırdık. Ve inanıyorum hepimiz bunun PC do B’nin olumlu bir inisiyatifi olduğunu düşünüyoruz. Brezilya Komünist Partisi (PC do B) dünya proleter hareketinin birliğine yol açabilmek ve çağdaş revizyonizme karşı mücadele edebilmek için önyargısız olarak bütün güçlerle ilişkiye geçmektedir.” diyen Brezilya Partisi başkanı Joao Amazonas günümüzün Kautsky’si rolüne soyunmuştu. Uluslararası komünist hareketi yeni bir bölünmeye götüren, yeni oportünizmin başlıca temsilcisi olan Brezilya Komünist Partisi’nin başkanının bu toplantıda yaptığı konuşma, eleştiriyi gerektiriyor. Yeni oportünizmin eleştirisinde bu konuşmanın metnini esas alacağız.
Amazonas, “…içinden geçtiğimiz dönemi bir geçiş süreci olarak tanımlıyoruz. Her ne kadar politikamız işçi hareketinin birliğinin düzeyini yükseltmek de olsa, var olan durumun neye yol açacağını bilmiyoruz. Ortada bir geçiş konumu olduğunda, bunu zorlamamalıyız” diyordu ve “işte bu yüzden” “birçok partiyi önyargısız olarak işe çağırmış”lardı.
Toplumsal olay ve olguların, siyasetin, ideolojik tutumlar ve mücadelenin boşluk tanımadığı kesindir. “Önyargı” ya da yargı, bunların varlığı ya da yokluğu; eğer edimsel süreçlere yol açıyorlarsa, sadece söylenip geçilmiş olmanın ötesinde belirli eylemlere, eylemli durumlara bağlanılıyorsa -ki doğal olarak bağlanırlar-, reddedilen  “önyargı”nın yerine ya bir başka önyargı” ya da düpedüz bilinçle var edilen ve ama açıklanmaktan kaçınılan bir yargı konuluyor demektir. Hele tarafları olan bir çatışmalı durum söz konusu ise, bu, bütünüyle kaçınılmazdır.
“Önyargı”; yeterli veriden hareket etmeyen, açıklanmış bir olay, olgu ya da duruma dayanmayan, en çok sezgisel olan, ama daha çok da, farkına varılmamış ve sistemli çözümlemesi yapılmamış tecrübelerin kendiliğinden sonucu olarak az çok doğruluğu içinde ya da tamamen yanlışlığıyla beliren bir “yargılama” halidir. Yargı ise, doğru ya da yanlış, belirli verilere sahip olan, düşünülmüş ve sonuçlar çıkarılmış olay, olgu ya da durumlardan hareket eder; sonuçların yanlış çıkarılmış olması mümkündür, eksik verili çıkarsama olabilir, ele alınışta yanlış yöntem kullanılmış olabilir. Bu durumda yargı, önyargıya yaklaşır; eleştiriye açıktır, ancak yine de belirli bir nesnel temeli ve düşünsel bir süreci içerir. “Önyargı”nın, tamamen gökten düştüğü, nesnellikle hiçbir bağıntısı olmadığı sanılmamalıdır. Ya önyargı, kendisini önyargı olmaktan çıkarmak üzere, nesnellikle uyum içindedir ya da genellikle olduğu gibi, nesnelliğin yanılsamalı bir yansıma durumudur.
Amazonas, birçok partiyi önyargısız olarak çağırdıklarını söylüyor; “geçiş süreci” ve “var olan durumun neye yol açacağını bilmiyoruz” diyor. Söz konusu ettiği, uzun süre SBKP’yi izleyen, uzun süre kendisinin de modern revizyonist olarak tanımladığı partilerdir. Bugün, Amazonas, bu saptamanın “önyargı” olduğu düşüncesindedir. Uzun yıllar “önyargı” ile ideolojik ve siyasal tutumlar geliştirmiş olduklarını böylelikle kabul eden Amazonas ve Brezilya Partisi, şimdi bu “önyargılı”   duruma bir son vermektedir. Bugün tuttuğu yol değişmektedir: “… kesin bir tavır almaksızın, bu partilerle ilişki yolları aramamız gerektiğine inanıyoruz.”
Şimdi “önyargısız” duruma geçilmektedir! Peki, bu nasıl bir “önyargısızlıktır? Yeni bir “yargı”ya varılmış ve yeni bir tespit mi yapılmıştır? Hayır, “bilmiyoruz”, “kesin bir tavır almaksızın” gibi, yeni bir yargıyı olanaksız kılan sözler ediliyor. Ne olursa olsun, burada bir yargılama ve sonuçta bir yargı vardır; ister yargı, isterse önyargı türünden bir “yargı”.
Modern revizyonist partilerle “eski”, kopuşmaya götüren ve yıllardır ayrı durmalara yol açan tanımlama ve saptama eğer bir “önyargı” olarak şekillenmişse, bugün Brezilya Partisi’ni, onlarla bir arada bulunmaya ve zorlamadan “birlik” durumuna götüren “önyargısız”lık ne türdendir? Şimdi, artık, bir tanımlama yapılmamaktadır, görünüşte bir saptama yoktur! Ama insanlar ve hele siyasal partiler, üstelik bir saptama ve buna bağlı bir tutum ve politikayı değiştiriyorlarsa, ya kendilerinin bir siyasal parti ve siyasal ve ideolojik mücadelede işe yarar bir araç olduklarını inkar anlamına gelmek ve bir kişiliksizleşmeye işaret etmek üzere, akıntıya kapılarak ve kendiliğinden, yeni bir yargıda bulunup yeni bir saptama yapmadan yeni bir tutum ve politika “içine düşmüşler” ya da yeni tutum ve politikalarına hareket noktası sağlayan yeni yargı ve saptamalarını açıklamaktan kaçınıyor, gizliyorlar demektir. Birinci durumda, reddedilen “önyargı”nın yerini yeni bir “önyargı” doldurmuş; “önyargısızlık”, hiç de önyargısız bir tutuma götürmemiş ama “önyargı” tersine çevrilmiştir, ikinci durum ise, yine bir kişiliksizleşmeye işaret etmek üzere, kendini, açık olamayan, revizyonizmin örneğin lafta sosyalizm, işte emperyalizm gibi aldatıcı ve gizleyici yöntemlerini kullanarak, revizyonist partilere bağlama ve onlarla “birlik” isteğine göre yeniden düzenlemeyi, uygulamaya konulan ama kökleri açıklanmayan ve savunulmaktan kaçınılan, sorun, “çözümsüz” ortada bırakılarak tepkileri hafifletilmeye çalışılan uzlaştırıcılığı ifade eder. Ama her iki halde de, yargı ya da söylendiği gibi “önyargı”nın, aslında Brezilya Partisi’nde bir dönüşümü belirten bir dönüşümünden söz edilmelidir. Amazonas ve partisinin gözünde, artık, eski revizyonist ihanet partileri böyle değillerdir, en azından böyle olmayabilirler; pek fazla “zorlama”dan onlarla birlikte yapılacak şeyler vardır. Ama “önyargı” ya da değil, şimdi eğer onlarla birlikte yapılacak şeyler varsa ve onlar uluslararası işçi sınıfının birliği için gerekliyse, ya son zamanlarda değişmişlerdir ya da geçmişte “suni ayrılıklar” yaratılarak onlara haksızlık edilmiştir. Brezilyalılar daha çok ikinci tezden yanadırlar ve zaten revizyonist partilerin değiştiklerine dair hiçbir işaret yoktur. Değişen, her şeye rağmen vardır; değişen, Brezilya Partisi’dir. “Önyargılar”ından arınma adına gerçek bir önyargının savunulmasına sürüklenmiştir: Revizyonist partilerin aslında sosyalist partiler olduklarına ilişkin, gerçekten, bilinci çarpıtılmış geniş halk çoğunluğu tarafından kabul gören bir önyargı. 40 yıllık sosyalizm gerçeği temelinde şekillenmiş, son 30-35 yılın tüm çarpıtmalarına rağmen hâlâ bir ölçüde itibar gören revizyonizmin “kötü” de olsa sosyalizm olduğu önyargısı.
Brezilya Partisi’nin geçmişinde bir “önyargı” değil etraflıca düşünülmüş, yıllar süren tartışmalara bağlı olarak oluşmuş ve düşünsel süreçlere nesnellik tarafından dayatılmış yargı vardı. Kruşçev, uluslararası proletaryaya bir modern revizyonizm belası hediye ederek onu ve uluslararası komünist hareketi parçalanmaya götürmüştü. 2. Dünya Savaşı’nda kazanılan zaferin yarattığı rehavet ortamında, zafer için uğraşıp didinmiş parti ve devlet ileri gelenleri “hak edilmiş” olduğuna inandıkları imtiyazların peşine düştüler. Kapitalizmden sosyalizme bir geçiş dönemi oluşturan proletarya diktatörlüğü koşullarında, burjuvazinin sınıf olarak tasfiye edilmesine rağmen, hâlâ ve komünizme kadar, giderek güç kaybedecek olsa da onun unsurlarıyla çatışma halinde olan ve sürekli olarak kısıtlanması gereken kapitalizmin unsurlarından güç alarak, onlara dayanarak ve onları geliştirerek Sovyetler Birliği ve ardından Doğu Avrupa’nın sosyalizme yeni yönelmiş ve bu yolda henüz ileri mesafeler alamamış ülkelerini soktuğu kapitalizmin restorasyonu yolunda, kapitalizme bağlanan modern revizyonizmin yargılanması, ona karşı mücadele ve ondan kopuş, hiç de sezgilerle ve bir “önyargı” oluşturmak üzere gerçekleşmemişti. Üstelik Sovyet modern revizyonizmi, temel sağcı tezleriyle Kautsky ve 2. Enternasyonal oportünizmine, buradan gelen uzantı eğilimleri üzerinde taşıyan ve emperyalizm ve “kendi” burjuvazisi karşısında uzlaşmacılık ve iktidarı almaya cesaret etme inisiyatifinden yoksun ve bu özellikleri ile 2. Dünya Savaşı’nda yalpalamış Fransız, İtalyan ve Yunan partilerinde görülen oportünizme, savaş sonrası ilk kez ABD’de ortaya çıkan ve partinin kendini feshetmesine götüren Browder revizyonizmine, Stalin ve Kominform tarafından gericilik ve emperyalizm işbirlikçiliğiyle tanımlanan ve sonra Kruşçev tarafından itibarı iade edilip aklanan Titocu Yugoslav revizyonizmine bağlanıyordu. Brezilya Partisi de içinde olmak üzere, uluslararası komünist hareketin geçmişinde bir “önyargı” saplantısı kesinlikle bulunmuyordu.
Görünüşte Amazonas da bunu kabulleniyor:
“Sovyetler Birliği’nde 1956-57’de sosyalizmin yıkılışı ile, başlangıcından farklı ve devrimci hareket için oldukça güç bir durum ortaya çıktı. Komünist partilerin büyük bir kısmı SBKP’yi ve onun revizyonist yönelimini izledi. Bu, büyük bir olasılıkla başlangıçta devrimci ideallere ihanetin açıkça ortaya konmaması sayesinde oldu. Komünist hareketin geriye kalan diğer kısmı bu revizyonist eğilime karşı isyan etti. Dünya komünist hareketi derinden çatladı. Bu kaçınılmaz bölünme, devrimci harekete büyük zararlar verdi.” (Amazonas’ın, Brasil Toplantısında yaptığı konuşmadan)
Amazonas’a göre, modern revizyonizm “devrimci ideallere ihanet”ti. İsyan ve uluslararası komünist hareketinin bölünmesi kaçınılmaz olmuştu. Kısacası, geçmişte “önyargı” yoktu. Sonuç: Geçmişte “önyargı” olmayan, sonradan, birtakım gelişmelerden sonra “önyargı” oluşturmuştu!
“Nasıl”ında bir açıklık yok, neyin ve kimin değiştiği, neden “önyargı” olmayanın “önyargı” haline geldiği belirtilmiyor, yanıtsızlık “ortada” bir durum yaratıyor, sorun bilerek “ortada” bırakılıyor, ikinci sonuç; Eskiden revizyonist olanla bugün bir arada bulunulması gerekiyor. Proletarya adına konuşulduğuna göre, revizyonistler, bugün revizyonist olmaktan çıkmışlardır, en azından “kesin bir tavır alınmaksızın” bir arada bulunulması gereken durumları tartışmalı pozisyonlardadırlar. Bir siyasal parti, hele komünizm iddiasındaysa, kafasındaki tartışmayı sonuçlandırmadan tutumlar geliştirmez; bu, o partiyi yedeklenen bir güç haline getirir. Ama Brezilyalılar kafalarında tartışmalarını tamamlamışlardır; revizyonistler, artık, revizyonist değillerdir, bu kesin; başka türlü, Brezilyalılar, Amazonas’ın konuşmasının başında sözünü ettiği revizyonist ihanetle birleşiyor duruma düşecekler ve kendi kendilerini ele vereceklerdir. Revizyonistler “son değişikliklerden sonra, bir “yeniden düzenlenme süreci”ne girmişler, komünist olmasalar bile, belki komünizan, belki ara güçler durumuna gelmişlerdir! “Önyargısızlık”, “kesin tavır almak”tan kaçınma, “bilmiyoruz” türünden “yumuşaklıklar”, bu ayrıntıya ilişkin ileri sürülmektedir. Yoksa, revizyonist olmaktan çıktıkları kesindir.
Amazonas, bugünü geçmişten, revizyonizme yaklaşım açısından şöyle farklılaştırıyor:
“Bugün, 1956-57’den farklı bir periyotla karşı karşıyayız. İşçilerin birliği hareketine kıyasla çok önemli farklılıklar var. Sovyetler Birliği’ndeki ve Doğu Avrupa’daki revizyonist partilerin sonunu getiren olaylar yeni bir durum yaratmıştır… Geçiş periyodu içinde olduğumuzu hesaba katmalıyız… Meydana gelen değişiklikleri hesaba katmaksızın eski konumumuza sıkı sıkıya bağlı olmak doğru olmayacaktır. Tarihsel önermeler konusunda ciddi bir yenilgi yaşadık. Bunun bilincinde olmalıyız.”
Proleter yargıdan burjuva revizyonist yargıya geçişi ve sonuçlarını kabullenmemeyi “önyargı”ya saplanıp kalmak olarak tarif eden Brezilyalılara göre, “önyargı”dan kurtulmanın ilk adımı, revizyoniste, revizyonist dememektir. Ve başta aktarmıştık, yeni bir kavram icat edilmektedir: “Çağdaş revizyonizm”! Tanımı yapılmamaktadır, ama anlaşılan “çağdaşlar”, modern revizyonizmin pabucunun dama atılmasına neden olmuş, onların yerini alarak “modernler”i proletaryanın yanına itmiştir! Ya da tersi: “Modernler” proletaryanın safına yaklaştıkça yerlerini doldurmak üzere “çağdaş revizyonizm” ortaya çıkmıştır. İlginç olansa, Brezilya Komünist Partisi “…çağdaş revizyonizme karşı mücadele edebilmek için önyargısız olarak bütün güçlerle ilişkiye geçmektedir”! Revizyonizme karşı mücadele için revizyonistlerle birlik!
Revizyonistler nasıl farklılaşıyorlar?
Sorunun iki yönü olduğu görülüyor Brezilyalılarda. Birincisi, gelişmelerin revizyonistler üzerinde yol açtığı “değişmeler”dir. İkincisiyse, Brezilyalılardaki değişiklikler; “bilmiyoruz”lu kendine güvensizlikler, alttan alışlar ve bir tür kişiliksizleşmedir.
Birtakım “değişiklikler” var, bir “geçiş periyodu”nda bulunuluyor; ama bunlara ilişkin pek de açıklama yapılmıyor. Oportünizmin hiç de dört başı mahmur tezlerle ortaya çıktığı, geliştirilmiş tezlere sahip olsa bile, bunları açıklıkla ve bir çırpıda ortaya koyduğu görülmemiş; gizlilik ve alttan alta “tezgâhlama” oportünizmin temel yöntemi olmuştur.
Amazonas’ta “değişikliklere” ilişkin şu genel sözler yine de bulunabiliyor;
“Sovyetler Birliği’nde sosyalizmin çöküşü, sadece kendini Marksist Leninist olarak tanımlayan bizleri uyandırmadı şüphesiz. Çöküş, ayrıca var olan örgütlü hareketi de etkiledi. Çöküş, aynı zamanda SBKP’yi izleyen partileri de yeni koşullar altında teorik alanda bir yeniden düzenleme sürecine soktu. Hepsi olmasa bile pek çoğu, konumlarına, göreli bir bağlılık ile bunu gerçekleştiriyorlar.”
Nedir bu “yeniden düzenleme süreci”? Yanıt yok. Üstelik “teorik alanda” bir yeniden düzenlemeden söz ediliyor. Nedir? Revizyonizm, teorik alanda nerede ve nasıl farklılaşmıştır? Hangi yeni, doğru ya da doğruya yakın tezleri savunmaya geçmiştir. Geçmişine yönelttiği eleştiri ve geçmişinden kopuşu hangi noktalardadır? Yanıt aramak boşuna. Verilmemektedir. Çünkü yanıt yoktur.
Bugünkü revizyonizm, burjuva ve küçük burjuva sosyalizminin bugünkü şekillenişi, geçmişinin bir devamıdır; olumlu yönde bir gelişme ve ilerlemenin tek örneği verilemez, ama tersi örnek pek çoktur. Bugün, burjuva ve küçük burjuva sosyalizmi, eski tezlerini, kapitalizmin liberal Erdeklerinin, demokratizm ve onun bir unsuru olarak parlamentarizmin övgüleriyle yüceltilmesi, ile zenginleştirerek savunmaktadır. Ve “zenginleştirme” yalnızca siyasal süreçlerle sınırlı tutulmamaktadır. Ekonomide kapitalist liberasyon yüceltisi, bugünkü burjuva sosyalizminin, kapitalizmden uzaklaştığının değil, ama ona daha çok yaklaştığının ifade olarak, revizyonizmin yozlaştırıcılık alanının genişlediğini ortaya koymaktadır. Çin’den Küba’ya, ekonomik liberalizm övgüsü, yalnızca sözle yapılmamakta, bu ülkelerin ekonomik hayatını “yeniden düzenlemek” üzere hayata geçirilmektedir. “Yeniden düzenleme” adına, olumlu değil, olumsuz tez ve uygulamalarda hızlı bir artış yaşanmıştır. Bu ülkelerde özelleştirmeler sanayi ve tarımın, ticaret ve bankacılığın bütün alanlarına yayılmakta, açılan borsalarda hisse senetleriyle oynanmakta, yabancı yatırımlar teşvik edilmekte, sokaklarda dilenci nüfusu hızlı bir yükseliş göstermekte ve fuhuş yaygınlaşmaktadır. Çin, Küba ve benzerlerinde bir tek Yeltsin eksik kalmıştır; Kapitalist liberasyon hâlâ bürokratik kast tarafından uygulanmakta ve “kontrol altında” tutulmaktadır.
Ama iddiaya göre, “Çöküş, SBKP’yi izleyen partileri de yeni koşullar altında teorik alanda bir yeniden düzenleme sürecine sokmuştur.” “Birçoğu konumlarına göreli bağlılıkla bunu gerçekleştiriyorlar”! Çin, Küba ve diğerlerinin SBKP’den farklı olarak tuttukları yolun tek değişik özelliği, rejim ve parti iktidarında gevşeme ve değişikliğe yönelmeyiştir. Muhalefetteki partilerin, iktidardakilerden farklı bir yol içine girdikleri ve devrimcileştikleri ise şimdiye kadar görülmemiştir.
Brezilya partisini, yeni oportünizmin mihraklığına götüren değişiklik ise daha belirgindir.
“Eğer durumu değerlendirecek olursak, revizyonizme karşı örgütlü olarak ortaya çıkan güçlerin çok az arttığını görürüz. Önemli bir rol oynadılar ama az arttılar. Bunun yanı sıra belli hatalar işlediler. Bugün işçilerin işbirliği için mücadele hareketini farklı bir açıdan ele almalıyız… Geçiş aşamasında dünya işçi sınıfının birliği lehinde yollar aramak durumundayız. Meydana gelen değişiklikleri hesaba katmaksızın eski konumumuza sıkı sıkıya bağlı kalmak doğru olmayacaktır. Tarihsel önermeler konusunda ciddi Bir yenilgi yaşadık. Bunun bilincinde olmalıyız. Misyonumuzu yerine getirebilmek için belirli bir tarzda uygun nesnel koşullar için, soyut formüllerimiz var. Proletaryanın birliğini geliştirebilmek için daha somut yollar aramalıyız… İlk olarak biz, herkesin problemi bizim anladığımız tarzda ele almasını istemiyoruz. Hatta yanlış değerlendirme yapıyor bile olabiliriz. Biz dünya komünist hareketindeki değişiklikleri anlamak için yaşanan nesnel ve öznel süreci açıklıkla ortaya koyabilmek amacıyla ufkumuzu genişletme gereği duyuyoruz. Sovyetler Birliği’nde sosyalizmin çöküşü sadece kendini Marksist Leninist olarak tanımlayan bizleri uyandırmadı şüphesiz… Var olan durumun neye yol açacağını bilmiyoruz.”
“Tarihsel önermeler konusunda yaşanan ciddi yenilgi” nedir? Sosyalizm projesi mi yenildi,
revizyonizmden kopuş mu hatalıydı? Hangisi? ‘Tarihsel önermeler”le kastedilen öyle küçük bir sorun, bir ayrıntı olmamalı. Yanlış çıkan ve yenilgiye uğranılan “tarihsel önerme” hangisiydi? Brezilyalılar, ya zamanı gelince Marksizm’in temel bir önermesini reddetmeye hazırlanıyor ve onun şimdiden yolunu açıyorlar ya da bugünkü, revizyonizmle birliği öngören tezlerini güçlendirmek üzere ve yine yanıtsız bırakarak önemli bir terslik ve “yenilgi”den genel olarak söz ediyorlar. Veya söz ettikleri somut olarak otuz yıl öncesinden başlayıp en son Arnavutluk’la noktalanan sosyalizmin sosyalizmi, Marksist ya da revizyonist “bütün” güçlerin “geniş bir cephe” oluşturmak üzere bir araya toplanması tutumunu güçlendirecek bir sonuç çıkartıyorlar. En akla yatkın olan, bu sonuncusudur. Burada Marksizm’e ve kendine had düzeyde bir güvensizlik vardır. Kişiliksizleşmeyi kabullenme vardır.
Aynı şey, revizyonizme karşı örgütlü güçlerin çok az arttığı ve üstelik belli hatalar işledikleri söylendiğinde de, geçerlidir. Az artan ve üstelik hatalar da işleyen anti revizyonist, komünist güçlerin yetersizliğine yapılan vurgu, bugün “işçilerin birliği için mücadele hareketinin farklı bir açıdan ele alınması” ihtiyacına yapılmaktadır aslında. Anti revizyonist güçler az arttı ve pek işe yaramadı, yarayacağı da yok, öyleyse pratik olarak güç oluşturacak “birlik”e gerek var? Eski yoldan büyük güçler oluşturulamadı, ama hazırda Çin gibi büyük güçler var, onlarla birlik güçlendirici olacaktır! Mantık, budur; ancak bu kişiliksizleşmenin, Marksizm’e ve kendine güvensizliğin mantığıdır.
Şimdi “sınıfın birliği lehinde yollar aramak durumundayız” deniyor. Eskiden ne lehine çalışılıyordu? Bu, bir üst paragrafta söylenenleri güçlendirici bir ele alıştır. Bir türlü artmayan anti revizyonist devrimci güçlerin artırılma çabasının beyhudeliği hareket noktası edinilmiş ve sınıfın lehine olacağı ileri sürülen, onun geniş bir kesimini kucaklayacağı öngörülen yeni birlik arayışına girilmiştir. Bu birliğin sınıf niteliği ve gerçekten sınıfın “lehine” olup olmayacağı, bu noktadan sonra önemini yitirmekte, kişilik yitimi yolundan genişlik peşine düşülmektedir. Pragmatizm, yol değildi, bundan sonra da olmayacaktır.
“Soyut formüllerimiz var… daha somut yollar aramalıyız”! Bu, Marksizm’in yetersizliği ve geçersizliğinin ilanıdır. “Somut yollar”, Çin, Küba ve diğerleriyle, içlerinde Aydınlıkçı Türk partisi de olmak üzere bir dizi revizyonist parti ile birleşme yollarıdır. “Somut yollar” kuşkusuz gereklidir, ancak, şimdiye kadar, kullanılanlar, onlara hayat veren genel Marksist yaklaşımlar “soyut formüller” olarak küçümsenmez ve geçersizlikleri ilan edilmezse.
Ve kendini hiçleştiren şu sözler : “değişiklikleri anlamak için…”, “süreci ortaya koyabilmek için ufkumuzu genişletme gereği duyuyoruz’,’, “durumun neye yol açacağını bilmiyoruz”. Bunlar, sadece kendine güvenini yitirenlerin değil, eskiden bir şey bilmediğini, dünyayı açıklayamadığını düşünen ve dolayısıyla geçmişinden kopmaya, onu reddetmeye yönelenlerin söz ve yaklaşımları olabilir. Üstelik bu “ufuk genişlemesi”ne anlama gelecek? Uluslararası komünist hareketteki değişiklikleri anlamak için gerekiyor, bu “genişleme”! Çin’in ve Çin Partisi’nin, Küba’nın, Kore’nin bugünkü durumunu anlamak için hiç de yeni bir “ufuk genişlemesi” gerekmiyor. Genişleme ihtiyacı başka yerdedir, kafa yorulması gereken, emperyalizme karşı mücadele ve onun teorik ve siyasal platformunun oluşturulmasıdır. Brezilyalılar ise, örneğin Çin’le nasıl barışırım, onları nasıl kucaklarım diye “ufuk genişlemesi”ne ihtiyaç duyuyorlar.
Ve “SB’nde sosyalizmin çöküşü, sadece kendini Marksist -Leninist olarak tanımlayan bizleri uyandırmadı şüphesiz.” Bu, çökenin sosyalizm mi revizyonizm mi, olduğu muğlâk çöküş hikâyesinin Marksist-Leninistleri “uyandırmış” olması, tam bir geçmiş inkârıdır. Sözü edilenin, başta belirtilen 1956-57 ya da doğrusu ’60’lardaki çöküş olmadığı kesindir. Kastedilen ve önceden beri SBKP’yi izleyen revizyonist partilerde “değişikliğe yol açtığı belirtilen ’90’lardaki çöküştür, SB’nin dağılması ve revizyonizmin çökmesidir. Ve Amazonas, o günlere kadar şöyle ya da böyle uyuduklarını söylemektedir. Uyanma saati, ’90’lardır Brezilyalıların. Başka açılardan eskiden de “uyanık” oldukları düşünülebilecek olsa bile, revizyonizm ve SBKP’yi izleyen revizyonist partilerin tanımlanması ve kuşkusuz onun kökleri alanında Amazonas, “çöküşle uyandırılma” durumunda olduklarını belirtiyor. Burada, açık sözlülüğün ötesinde bir şey var. Revizyonizm ve revizyonist partilerin tanımlanmasında Brezilyalılar değişmektedir; bu, onun itirafıdır. Brezilyalılar, bu yolla eskiden, bu konuda yanlış içinde olduklarını, ’90 uyandırıcısıyla şimdi “değişiklikleri anlamak için” bir “ufuk genişlemesine” ihtiyaç duyar hale geldiklerini, “neye yol açacağını bilmedikleri” bugünkü durumda proletaryanın birliği için “somut yollar aramaya” yöneldiklerini, bilmedikleri şeyler olsa da, bu “somut yollar”ın revizyonizmle birliğe dayalı olacağını belirtmiş olmaktadırlar.
Kendilerinin değişmesi ihtiyacını öylesine güçlü bir şekilde duyuyor ki Brezilya Partisi, revizyonistlerden özür dileme ve onlar önünde diz çökme anlamına gelen Gorbaçovvari bir yaklaşım benimsiyor. Hatırlanacaktır, kendilerini yıkılışa götüren ama kuşkusuz nesnel tıkanıklık ve iktidarsızlıktan kaynaklanan kendine güvensizlikle Gorbaçov ve takipçileri, “bilgi tekeline sahip olmadıklarını” söylüyorlardı. Amazonas da, işçilerin birliği adına revizyonistlerle birlik için, “herkesin, problemi bizim anladığımız tarzda ele almasını istemiyoruz. Hatta yanlış değerlendirme bile yapıyor olabiliriz” diyor. Çıkan sonuç, yanlış değerlendirme yapabileceğini baştan kabul eden güçsüzlük ve kendine güvensizlik yanında, “problemi”, yani sınıfın birliğini farklı tarzda ele alanların birliğinin amaçlandığıdır. İhtiyacı hissedilen birlik, uluslararası proletaryanın ve dünya komünist hareketinin birliği ise, kuşkusuz farklı yaklaşımlara sahip olanlarca bu birlik sağlanamaz. Bu, uluslararası proletarya hareketinin oldukça geri ve Marksizm’in proletarya hareketi içinde zaferini henüz sağlamadığı 1. Enternasyonal günleri kapandığından bu yana böyledir. Farklı yaklaşımlar bir yana, uluslararası komünist hareket açısından, etrafında birleşilecek bir platforma, Marksist öğretinin yalnızca savunulmasını değil, zenginleştirilerek geliştirilmesini ve emperyalizmin teorik temellerinin yeniden çözümlenmesini gereksinen, dünya proleter devriminin yeni ve yenilenmiş bir teorik ve siyasal mücadele platformu gerekli olmakla kalmayıp, böyle bir platform, etrafında birleşecek partilerin, Bolşevik Partisi’ni aşan bir Bolşevikleşmesini zorunlu kılar. Farklı yaklaşımlarla işçi sınıfının uluslararası “birliğinin” sağlanması ve yeni bir “enternasyonal” kurulmasına gerek yoktur. Bu, 2. Enternasyonal’in sosyal şoven yöntemlerle canlandırılması ve 2,5. Enternasyonal’in ortaya çıkmasına benzer bir sonuçtan başkasını üretmez. Bu ise, yalnızca yeni bir tehlikedir. Gerekli olan, 3. Enternasyonal tarzı bir enternasyonaldir. Katılmanın öyle kolay olmadığı, her önüne gelenin, yüzünü her gizlemek isteyenin, burjuva ve küçük burjuva sosyalistlerinin, bürokrat ya da parlamentarist sosyalistlerin katılamayacağı türden bir enternasyonal. Farklı anlayışların içinde barınacağı türden bir enternasyonal; Çin, Küba, Kore türü ülke partileriyle, muhalefetteki revizyonist partilerin kendi ulusal ve bürokratik, burjuva, küçük burjuva çıkar, ihtiyaç ve politikalarını uluslararası proletaryanın çıkar, ihtiyaç ve politikaları ardında kamufle edip, kendi politikalarına uluslararası destekler sağlayacakları ve itibar iadesinden yararlanacakları, proleter ve komünist olmaktan başka her şeyle tanımlanabilecek bir topluluk demek olacaktır.
3. Enternasyonal’e katılmak eğilimi gösteren ama gerçekte komünist olmamış ya da olmayan grup ve partilerin, Komünist Enternasyonal’e yaslanmaya çalışan, ama önceki oportünist veya “merkezci” politikalarını sürdürmelerini olanaklı kılacak bir özerkliği de korumayı uman 2. Enternasyonalden kalma partiler, ara-partiler ve “merkezci” grupların önünü kesmek üzere Komintern’in gündeme getirdiği “katılmanın 21 Koşulu” hatırlanacaktır. Özetleyerek aktarmak gerekli oluyor:
“1. Bütün propaganda ve ajitasyon, gerçekten komünist nitelik taşımalı ve Komünist Enternasyonal programı ile kararlarına uygun düşmelidir. Partinin bütün basın organları, proletarya davasına bağlılıklarını kanıtlamış, güvenilir komünistler tarafından yönetilmelidir. Proletarya diktatörlüğünden, basitçe, bilinen ve araya sokuşturulmuş bir talep gibi söz edilemez…
“Basın organlarının sütunlarında, halk meclislerinde, sendikalarda, tüketici derneklerinde -Komünist Enternasyonal taraftarlarının girme imkanı buldukları her yerde, sadece burjuvaziyi değil, onun işbirlikçilerini, her türden reformistleri sistemli ve acımasız biçimde teşhir etmek zorunludur.
“2. Komünist Enternasyonale katılmak isteyen her örgüt, işçi hareketi içinde şu ya da bu oranda sorumluluğu olan bütün görevlerden (parti örgütleri, yazı kurulları, sendikalar, parlamento fraksiyonları, kooperatifler, komünal yönetimler) reformistleri ve merkezicileri doğrudan doğruya ve planlı bir biçimde uzaklaştırmak, onların yerine sınanmış komünistleri geçirmelidir…
“3. Bu koşullar altında komünistler burjuva yasallığına güvenemezler… Kuşatma durumu ve olağanüstü yasalar yüzünden komünistlerin bütün çalışmalarını yasal olarak sürdürme imkânı bulamadıkları bütün ülkelerde, yasal çalışmanın yasadışı çalışmaya kombine edilmesi kesinlikle zorunludur.
“4. Komünist fikirlerin yaygınlaştırılması görevi, ordu içinde ısrarlı, sistemli bir propaganda yürütme zorunluluğunu da kapsar…
“5. Geniş kırsal kesimde sistemli ve planlı bir ajitasyon zorunludur… Bu görevden kaçmak ya da onu güvenilmez, yarı-reformist ellere teslim etmek, proleter devrimden vazgeçmekle aynı anlama gelir.
“6. Komünist Enternasyonale katılmak isteyen partiler, sadece açık sosyal yurtseverliği değil, sosyal pasifizmin namussuzluğunu ve ikiyüzlülüğünü de teşhir etmekle yükümlüdür.
“7. Komünist Enternasyonale katılmak isteyen partiler reformizmden ve “Merkez’in politikasından tümüyle kopuşu onaylamak ve parti üyelerinin geniş çevrelerinde bu kopuşun propagandasını yapmakla yükümlüdürler…
“Komünist Enternasyonal’in bu kopuşun en kısa zamanda gerçekleştirilmesi yolunda yaptığı talep, kayıtsız şartsız bir ültimatom niteliğindedir…
“8. …Komünist Enternasyonal’e katılmak isteyen her parti, ‘kendi’ emperyalistlerinin sömürgelerde giriştiği oyunları teşhir etmek, sömürgelerdeki her kurtuluş hareketini sırf sözlerle değil eylemlerle de desteklemek… yükümlülüklerini taşır.
“9. …Hücreler, günlük çalışmaları içerisinde, her yerde, sosyal yurtseverlerin ihanetini ve ‘Merkezcilerin ikiyüzlülüğünü teşhir etmekle yükümlüdürler.
“10. Komünist Enternasyonal üyesi olan her parti, sarı sendika birliklerinin Amsterdam ‘Enternasyonaline karşı amansız bir mücadele sürdürmekle yükümlüdür…
“11. Komünist Enternasyonale katılmak isteyen partiler, parlamento fraksiyonlarını bunlarda yer alan kişiler açısından bir revizyondan geçirmekle yükümlüdürler; bütün güvenilmez unsurları uzaklaştırmaları, bu fraksiyonları sırf sözde değil fiilen de parti yönetimlerinin direktifi altına sokmaları gereklidir…
“12. Komünist Enternasyonal üyesi partiler, demokratik merkeziyetçilik ilkesi temeli üzerinde örgütlenmelidirler…
“13. Komünistlerin faaliyetlerini yasal olarak sürdürebildikleri ülkelerin komünist partileri, partiyi içlerine sızan küçük burjuva öğelerden sistemli biçimde temizlemek için parti örgütlerinde zaman zaman temizlikler (üye kayıtlarını yenilemeler) yapmak zorundadırlar.
“14. Komünist Enternasyonale üye olmak isteyen her parti, bütün Sovyet Cumhuriyetlerine, karşı devrimci güçlerle yürüttükleri mücadelede kayıtsız koşulsuz destek sağlar…
“15. Şimdiye kadar eski sosyal demokrat programlarını korumuş olan partiler, mümkün olan en kısa zamanda bu programlarını değiştirmek ve ülkelerinin özel koşullarına uygun yeni bir komünist programı Komünist Enternasyonal kararları doğrultusunda hazırlamakla yükümlüdürler. Kural olarak, Komünist Enternasyonale üye olan partilerin programlarının, Komünist Enternasyonal’in olağan kongresi veya Yürütme Komitesi tarafından onaylanması gereklidir…
“16. Komünist Enternasyonal Kongresi’nin ve Yürütme Komitesi’nin bütün kararları, Komünist Enternasyonale üye olan bütün partiler için bağlayıcıdır…
“17. …Komünist Enternasyonal’e üye olmak isteyen bütün partiler, adlarını değiştirmek zorundadırlar…
“18. Bütün ülkelerin partilerinin’ önde gelen basın organları, Komünist Enternasyonal Yürütme Komitesinin bütün önemli resmi belgelerini yayınlamakla yükümlüdürler.
“19. Komünist Enternasyonale üye olan ya da katılmak için başvuran bütün partiler, mümkün olduğu kadar çabuk, … olağanüstü bir kongre toplamak ve bütün bu koşulların yerine getirilip getirilmediğini araştırmakla yükümlüdürler…
“20. Şimdi Komünist Enternasyonale katılmak isteyen, ama şimdiye kadarki taktiklerini radikal biçimde değiştirmemiş bulunan partiler, Komünist Enternasyonale katılmadan önce, merkez komitelerindeki ve bütün önemli merkezi kurumlarındaki üyelerin en az üçte ikisinin, Komünist Enternasyonal II. Kongresi’nden önce, partinin KE’e katılması yönünde açıkça görüş belirtmiş yoldaşlarından oluşmasını sağlamalıdırlar…
“21. Komünist Enternasyonal tarafından konulan koşulları ve ilkeleri temelden reddeden parti üyelerinin partiden çıkartılması gerekir.” (Komünist Enternasyonal -Belgeler, sf. 29-34)
Komintern, III. Enternasyonal, bırakınız “problemin farklı tarzda ele alınması”na hoşgörü ile yaklaşmayı, üyesi partilerin isimlerini değiştirmeyi bile “katılma koşulu” olarak saymaktadır ve Komintern’de burjuva ve küçük burjuva sosyalizminin partilerine, sosyal şovenler bir yana, “merkezci” olanlara da kesinlikle yer yoktur; geçmişinde merkezcilik olup da katılmak isteyenlere ise, şart koşulmaktadır: Komintern 2. Kongresi öncesinde katılma lehinde açıkça görüş belirtmiş komünistler partilerin merkez organlarında üçte iki çoğunlukla yer almak üzere düzenleme yapılacak, parti programları Komünist Enternasyonal kararları doğrultusunda yeniden yapılacak ve Komünist Enternasyonal kongresi ya da yürütmesi tarafından onaylanacaktır. Nerede farklı yaklaşımların kabulü ve onlara boyun eğme, nerede III. Enternasyonal’in “tekdüze” “katılığı”. Brezilyalılar, “kesin tavır almaksızın” revizyonist partilerle “ilişki yolları arama”ları gerektiğine inanıyorlar.
Brezilya Partisi’nin değiştiği kesindir.
Değişikliğe ilişkin, artık ilginç olmaktan çıkıp değişimin kesin bir belirtisi olarak genelleşen ve her geriye adım atanın vurgu yapmadan edemediği gösterge, Stalin değerlendirilmesiyle ilgilidir. Brezilya Partisi, Marksizm’in krize girişini Stalin’e bağlamaktadır:
“Marksizm’in krizinin özünde, Stalin’in ve SBKP’nın önderliğindeki SSCB’de sosyalizmin kuruluşunun ileri bir aşamasında sosyalist kuruluşun gelişme sürecinde ortaya çıkan yeni olgular ile teorik olarak başa çıkılamamış olması yatıyor.” (Amazonas’ın konuşmasından)
Burada Stalin ve SSCB’de sosyalizmin kuruluşunda Stalin’in rolü tartışmasına girmeyeceğiz; ancak Stalin’in sosyalist kuruluşu başarıyla yöneten Marksizm’in bir klasiği olduğu ve kesinlikle “kriz unsuru” olmadığını belirtmeliyiz. Dikkat çekilmesi gereken ise şudur:
Brezilyalılar Stalin’i “Marksizm’in krizinin unsuru” sayarlarken, bu krizin gerçek unsurlarından olan bir dizi partiyi ve onların burjuva ve küçük burjuva sosyalizmlerini “kesin tavır almaksızın”, ama aslında “gerekli” tavrı alarak desteklemeye ve onlarla bir arada bulunmaya ve birleşmeye yönelmektedir. Burjuva sosyalizmine karşı kesin tavır almaktan kaçınılacak ama Stalin eleştirilecek, Çin, Kore, Küba vb. partileriyle birleşme girişimi örgütlenecek ama Stalin “kriz unsura” sayılacak -burada bir değişme gerçekleştiği ortadadır. Stalin; eleştirisi yapılacak kadar “bilinecek”, ama sıra burjuva sosyalizmi partileri ve onlarla birleşmeye geldiğinde “bilmiyoruz”, “ufkumuzu genişletme gereği duyuyoruz” denecek ve eskiden farklı ve olumlu ne gibi görüş ve yaklaşımları ortaya çıktığı hiç belirtilmeden burjuva ve küçük burjuva sosyalizminin partileriyle anlaşma aranacak! Bu, kuşkusuz yeni bir diz çökme, yeni oportünizme yol açan bir değişikliktir. Brasil Toplantısı’nda Türkiye Partisi adına yapılan konuşmada bu ele alış ve değişime ilişkin eleştiri gereğince ortaya konmuştur:
“Bugünün analizi, sorunların ortaya konması ve tatmin edici cevapların, çözüm yollarının üretimi görevi ortada duruyorken, sosyalizmin tarihsel kazanımlarının yargılanması yolunu çıkmaz yol olarak görüyor ve karşı çıkıyoruz.”
Brezilya Partisi’nde başka değişiklikler de vardı. MK tarafından 8. Kongresi’ne sunulan raporda parti, revizyonist bloğun çöküşüyle ortaya çıkan yeni uluslararası koşullarda emperyalizmin gücü ve olanaklarını olağanüstü abartıyordu. Söylendiğine göre, emperyalizm, özellikle de Amerikan emperyalizmi, bağımlı ülkeleri askeri olarak zayıflatmaya, ordularını tasfiye etmeye çalışıyordu. Sanki söz konusu edilenler bağımlı ülkeler değillerdi! Tahlillerinde “üç dünya teorisi”ne çağrışımlar vardı. Örneğin Brezilya’nın ABD’nin askeri müdahale tehdidi altında olduğu ileri sürülüyor ve “alternatif olarak, aslında bütünüyle ABD’nin güdümünde olan Brezilya ordusunun güçlendirilmesi savunuluyordu. Türkiye’nin kötü ünlü Aydınlıkçı Partisi ile bir yakınlık nedeni böylece ortaya çıkmış oluyor, uluslararası toplantılara birlikte katılmaları anlamlanmış bulunuyordu. (Aydınlık’ın “Türkiye Ordusu” ve “Dördüncü Ordu Rus Sınırına” tahlilleri hatırlansın.)
Anlaşılan, Brezilyalılar, sosyalizmin çöküşüyle de karıştırıp muğlâklaştırdıkları revizyonizmin çöküşünün yarattığı moral bozukluğunun ardından abarttıkları emperyalizmin güç ve olanaklarını, Arnavutlar (Ramiz Alia) gibi karşısında durulamaz ve gerilemeyi dayatır düzeyde görüyor ve geriliyordu. Üstelik Stalin eleştirilerine yol açan “sosyalizm öldü” kampanyasından etkilenme içinde olunduğu da ortadaydı. Hepsi bir arada, açıklayıcı olduğu söylenebilirdi. “Dev” bir gericilik dünyası karşısında duyulan korku; diz çökme ve gerilemeye götürmüş, hiç değilse gericiliğin bir kısmı ile birleşmeye yönelerek bu. gericilik dünyasında ayakta durabilme ya da kalabilme yolu seçilmişti: Yeni oportünizm. Brezilya’da da daha “düzence” ve daha “yasalca” yürünecekti. Öyle gerekiyordu!
Brezilyalıların bu durumu, modern revizyonizmi ölesiye destekleyen ve savunanlar ve kuşkusuz çöküş sonrası kendilerine bir “yeni” çeki-düzen veren ama hâlâ burnundan kıl aldırmayan geçmişin suçluları ve bugünün akıllanmamış burjuva sosyalistleri tarafından değerlendirilmemezlik edilmiyor kuşkusuz. Örneğin Türkiye’den “Gelenek” ve yazarı Aydın Giritli, yeni oportünizmin ortaya çıkışma ilgisiz kalmamıştır. İlginç yaklaşımlarda bulunuyor.
Bir değerlendirmesi, Brezilyalıların da belirttiği, çöküşün herkesi benzer şekilde ve yönde etkilediğine ilişkindir:
“Uluslararası sosyalist hareketin üzerinden, tabir caiz ise, bir silindir geçti. Bu sarsıntının geleneksel sol ile sınırlı kalmayacağını, solun tüm sektörlerinin, kaçınılmaz biçimde, gelişmelerden etkileneceğini defalarca dile getirmiştik… İster Maocu, isten yeni solcu, ister devrimci demokrat kökenli olsunlar, bugün devrimci mücadelenin birer parçası olan hareketler bu gerçeği yakından hissettiler.” (Gelenek s. 40, sf. 48)
Eski ayrılıklar Gelenek’e göre de sona ermiş olmalıydı. Kökeni ne olursa olsun tüm solcular, “devrimci mücadelenin birer parçası”ydılar. Daha açık olarak Gelenek’te şöyle yazılıyor:
“Eski devrimci demokrat, Maocu ya da yeni solcu hareketlerin bu yazı çerçevesinde birlikte ele alınmalarında bir mahzur yok. Genel olarak geleneksel sol dışı kesimler sosyalizmin son dönemecinden sonra paralel eğilimler sergilediler.”
Gelenek’ten, örneğin Brezilya’ya bir selamlama mesajı yollandığı açıktır, içlerini, yeni oportünizm dolayısıyla bir sevinç dalgası kaplamıştır. Artık kökeni ne olursa olsun tüm sol, uluslararası proletarya hareketi açısından birlikte ele alınmakta, uzatılmış el geri çevrilmemekte, yakalanmaktadır. Çünkü “sosyalizmin son dönemecinden sonra paralel eğilimler sergilenmiştir”. Yeni oportünizm, revizyonist “sol”a, burjuva sosyalizmine, kendisini onca gelişmeden sonra hâlâ sol içinde gösterme, başkalarıyla benzerliğini kanıtlayabilme olanağı sunmuştur. Gelenek de, sevinçle tüm solu, komünistinden burjuva solcusuna kadar, tek bir torbaya doldurma eğilimindedir. Bu, kuşkusuz, Brezilyalıların yeni oportünizminin de eğilimidir. Hem revizyonizm kalıntısı Gelenek’e hem de yeni oportünizmin başını çeken Brezilya Partisi’ne göre, eski ayrılıklar artık geçersizleşmiştir. Her iki tarafın da değişikliği başlıca karşısındakinde bulması doğal olmakla birlikte; yeni oportünizm kendisinin de değiştiğini söyleme açık yürekliliğini gösterme çabasına girmektedir. Gelenekçi revizyonizm kalıntısı cenahından değişiklik ve nedenleri şöyle anlatılmaktadır:
“Bu eğilimlerin Türkiye’de de izdüşümleri vardır ve bunlar tam anlamıyla uluslararası yönetimlerle örtüşmektedir. Birincisi bu kesimler, reel sosyalizmi ezen silindirin altında kendilerinin de kalacağını geç fark etmişler, tam tersine kendi günlerinin en sonunda gelip çattığını zannetmişlerdir. Birçok hareket için bu tasavvurun yıkılması güvendikleri tepelere de kar yağmasıyla mümkün olabildi. Gözlerini Çin’e dikenler, Doğu Avrupa’yla eşzamanlı olarak bu ülkenin de tıkanıklıklar yaşamasıyla durumu fark edebildiler. Yine gönüllerinde Arnavutluk’u yaşatanlar, önce restorasyona kapıları açan reformlarla, sonra çözülüşle, partinin ‘Sovyetik’ örnekleri izleyerek adını bile değiştirmesiyle şoke oldular. Troçkizm gelişmelerin karşı devrimci yüzünü görmemekte ısrar ederek, uzun süre işçi sınıflarının ‘devrimci Marksizmi’ keşfetmesini bekledi. Süreç solun değişik sektörleri arasında, öylesine ayrımcılıktan uzak işledi ki, geleneksel soldan çıkan hain sayısı kadar liberal dönek de yeni soldan çıktı.
“Bugün tablo, daha fazla akılların başlara devşirilmesini zorlamaktadır. Eski Maocuların Castrocu kesilmeleri, Perinçek örneğinde yeni bir yüzsüzlük olsa da, genelde böyle bir geç ‘ayma’ haline tekabül ediyor. Bu ‘ayma’, bir dizi örnekte olumlanması ve geleneksel solun da -gelecek için- önemsemesi gereken bir durum. Çeşitli ülkelerde birçok geleneksel sol dışı hareket, ağır da olsa bir dönüşüm yaşıyor: Kâh bugün devrimci kimliğini koruyan geleneksel sol kesimlerle iletişim kurma ihtiyacı hissederek; kâh geçmiş konfrontasyonların anlamını yitirdiğini görerek; kâh kendi modellerinin de gelişmeleri açıklamakta yetersiz kaldığını kabul ederek…” (agy)
Çöküşün kendileri yanında başkalarını da “uyandırdığı”nı söyleyen Brezilyalılarınkine paralel bir yaklaşım var burada. Sevinç ve kolları açıp buyur etme ve kabullenme hali açıkça görülüyor. Hâlâ, süreç pek kendilerini doğrularmış gibi, bir tepeden bakma ve yargılama havası var. Oysa Brezilyalı yeni oportünistler nedenli alçakgönüllüler. Revizyonizm kalıntısı burjuva sosyalistleri, Brezilyalılara göre, ne denli “konumlarına göreli bağlılıkla bir yeniden düzenleme sürecine” girseler de, üstelik ne denli çöküşle moral yıkımına uğrasalar da, oturmuş kökleri olan bir akımı temsil ediyorlar. Eylemlerinin olmasa bile havalarının ve burunlarının yüksek bir düzeyde bulunması yadırganmamalı. Brezilyalıların işi zor olacak!
Gelenekçi revizyonizm kalıntıları ya da kılıç artıkları, yeni oportünizmi bir yandan buyur ederken diğer yandan da eleştirel davranmaktan vazgeçmiyorlar. Yeni oportünizmin kendi başına bir “Bolşevizasyonu gerçekleştiremeyeceği” düşüncesindedirler, ama bu açıdan da yardım ellerini uzatacaklarını belirtiyorlar. Sevinçleri, yeni oportünizmin iltihakıyla itibar kazanacak olan burjuva sosyalizminin “sosyalizmin genel haritasında Leninizm lehine önemli kanallar açması”nın olanaklı hale gelecek olmasına yöneliktir. Şöyle söylüyorlar:
“…bu dönüşümlerin (“geleneksel sol” dışı kesimlerin dönüşümünün-ÖD) gözle görünür eksiklikleri var: Biri geçmiş bağların arılamaması, dolayısıyla tarih çözümlemelerinde dönüp dolaşıp revize edilmiş Maocu şablonların yeniden üretilmesidir. İkincisi, bu tarih bilinci eksiğinin geleceğe dönük perspektiflerin de ayağına dolanacağı açıktır… Özet olarak, bu kesimlerin yaşamakta oldukları dönüşümü kendi başlarına bir Bolşevizasyon haline getirmeleri olağanüstü düşük bir olasılıktır. İşin ilginci bu kısıtlarını fark etme erdemine sahip kimi hareketlerde kişiliksizliğe varan bir teorik iddiasızlık ortaya çıkmaktadır. Ancak tüm bu durum, sözü edilen kesimlerin iç süreçlerinin geleneksel sol tarafından bir kalemde silinmesine değil, tam tersi bir tutuma işaret etmelidir. Geleneksel sol açısından hitap ve etki alanı nicel anlamda daralırken, kapsadığı kesimler itibariyle ciddi biçimde genişlemiştir. Bu imkanı saptayabilen ve geçmişte ilgi alanının dışına attığı sol sektörlere müdahale etmeyi kendine iş edinen bir geleneksel solun sosyalizmin genel haritasında Leninizm lehine önemli kanallar açması olanaklıdır.” (Agy)
Onca tepeden bakış ve övünme, üstelik bunun neredeyse sıfır eylemli güçle ve yalnızca bir potansiyel üzerine konuşarak yapılması arasında aktarılan paragrafta tek bir doğru görüş ileri sürülmektedir: Gerileme ve “yetersizliklerini fark etme” durumuna kayan Brezilya Partisi örneği yeni oportünizmde kişiliksizleşmeye varan bir teorik iddiasızlık durumu ortaya çıkmaktadır. Bu doğrudur. Ötesi hiçliktir. Tarihi ve ondan gelerek yakın geçmiş ve bugünü doğru çözümledikleri pratik tarafından olumsuzlanmamış da sanki kanıtlanmış gibi, Gelenekçilerin başkalarına tarih dersi vermeye kalkışmaları şaşırtıcı olmuyor denemez. Ama kesin olan, kılıç artıklarının yeni oportünizmi, hem de yardıma hazır halde kabullenmeleri ve bir kalemde silip atmayacaklarıdır. Artık Brezilyalılar ve benzerleri revizyonizm kalıntılarının ilgi alanı içindedirler. Birlikte yapacak işleri olacaktır. İki tarafın da isteği ve pratik tutumları bu yönde olduktan sonra, bundan doğalı olamaz. Ama burjuva sosyalizminin kendisine yaklaşımı da, yeni oportünizmin içeriği ve bugünkü konumu açısından kuşkusuz bir gösterge olmaktadır.
Brezilya Partisi’nin geçirdiği değişime ilişkin bir başka kanıt da, burjuva sosyalizminin ona bu selamlayıcı ve kucak açıcı yaklaşımı sayılabilir.
Çöküş, değişikliklere ve farklılıklara yol açmıştır. Amerikan emperyalizmi neredeyse kadiri mutlak olmuştur. Direnecek pek az mevzi kalmıştır ve direniş hattı, geriye, burjuva ve küçük burjuva sosyalizmini kapsayacak bir sınıra çekilmelidir. Bu, sanki kendisi çöken revizyonizmin unsuruymuş ve yıllardır ona karşı mücadele içinde değilmişçesine “değişimci” yaklaşımı Brezilyalıların yeni oportünizme meyletmelerinin, Amerikan emperyalizminin güç ve olanaklarını abartma ve ondan duyulan korku ile birlikte, temel dürtüsü olmuştur. “Değişimcilik” ya da “değişim” abartısı, sonuncu kurbanı Gorbaçov’dan sonra, Brezilyalıların da başını yemek üzeredir. Ve doğrudur, her “az çok yeni sorun”, her küçük “değişim” oportünizm ve revizyonizmin yeni bir çeşidine yol açabilmekte, ona nesnel temel ve dayanak sağlamaktadır.

SOSYALİZMİN TARİHSEL KAZANIMLARININ YARGILANMASININ YOLU: ÇIKMAZ SOKAK
Amazonas, aynı toplantıda, “Bugünün analizi, sorunların ortaya konması ve tatmin edici cevapların, çözüm yollarının üretimi görevi ortada duruyorken, sosyalizmin tarihsel kazanmalarının yargılanması yolunu çıkmaz yol olarak görüyor ve karşı çıkıyoruz” şeklinde konuşan Türkiye Partisi temsilcisini konuşmasında şöyle yanıtlıyor:
“Lenin, ‘devrimci teori olmadan devrimci hareket olmaz’ dedi. Sosyal bilimin temel yol göstericisi budur. Hatalara karşı mücadele etmenin yeterli olduğunu savunan bazı yoldaşlar var. Fakat bu noktada durmalı ve var olan problemlerle ilgilenmeliyiz, vb… Kusura bakmayın ama bu görüş ‘nihai amaç hiçbir şeydir, hareket her şeydir’ diyen Bernstein’ın dediklerini tekrarlamaktan öte bir şey değil. Yolu aydınlatan teori olmaksızın hareket hiçbir yere götürmez. Benim görüşüme göre, bu sorun esas olarak teori alanında görülecektir.”
Çarpıtma, kesindir. Sorun problemin nerede olduğuna ilişkinken ve üstelik Türkiye Partisi yeni ve yenilenmiş bir teorik mücadele platformu önerisinde bulunmuşken yanıt olarak teori vurgusu, bir çarpıtma olmaktan öteye gitmemektedir. “Hatalara karşı mücadele” sınırlandırması da Türkiyelilerin önerisinin yakınında bile bulunmamaktadır. Tersine savunma durumundan çıkıp saldırı durumuna geçmenin ön koşulu olacak, hataların ötesinde emperyalizmin teorik temellerine ilişkin çözümleme ve Marksizm’in zenginleştirilmesi ihtiyacını ortaya koyan Türkiye Partisi’dir. Ve Bernstein. Ve onun “hareket her şey, nihai amaç hiçbir şeydir” vecizesi. Burada paralellik, “Partimiz, devrimci hareketi sarsan her değişikliğin ardından tutum değiştirmeyecektir” diyen Türkiye Partisi ile Bernstein ve revizyonizm arasında değil, çöküşle birlikte “değişiklik” ve “farklılaşmalar” temalarını işleyerek, tutum ve politikalarını ve bunlara bağlı olarak kendisini değiştirmeye yönelen Brezilya Partisi ile Bernstein verevizyonizmi arasında kurulabilir. Yorumu Lenin’e bırakalım:
“Revizyonizmin ekonomik ve siyasal eğilimlerinin doğal bir tamamlayıcısı da sosyalist hareketin sonai amacına ilişkin tutumudur. ‘Hareket her şeydir, sonai amaç hiçbir şey’ -Bernstein’ın bu beylik lafı, revizyonizmin özünü, pek çok uzun incelemelerden çok daha iyi açıklamaktadır. Bir durumdan bir başka duruma göre tutumunu belirlemek, kendini günlük olaylara ve küçük politikanın kesinti ve değişmelerine uyarlamak, proletaryanın birincil çıkarlarını ve tüm kapitalist sistemin, tüm kapitalist evrimin özelliklerini unutmak, bu birincil çıkarları, anın gerçek ya da var sayılan avantajları uğruna feda etmek- revizyonizmin politikası budur. Ve bu politikanın gerçek niteliğinden açıkça çıkan sonuç, onun sayısız biçim değişikliği göstermesi ve her az çok ‘yeni’ sorunun, olayların her az çok beklenmedik ve önceden kestirilmeyen değişiminin, gelişimin temel çizgisini çok az ölçüde ve çok kısa bir süre için değiştirse bile, her zaman kaçınılmaz olarak şu ya da bu revizyonizm çeşidinin ortaya çıkmasına yol açacağıdır.” (tenin, Marx Engels Marksizm sf. 195)
Amazonas, çok talihsiz bir yerden tutmuş ve sap elinde kalmıştır. Teoriyi küçümseyen yoktur; ama Stalin’e saldırı konusu olarak dikkatlerin sosyalist inşanın sorunları üzerinde değil, teorik temelleriyle emperyalizm ve ona karşı savaşmanın teorik ve siyasal sorunları üzerinde toplanması gerektiği tutumu ortaya konmuştur. Üstelik bu kovuş, sosyalizm deneylerinin irdelenmesi ve onlardan dersler çıkarılmasını dışlamamaktadır. Ve sorun kesinlikle bu noktada değildir. “Sonai amaç hiçbir şeydir” formülü yine kesinlikle buraya uymamaktadır. Ama uyduğu yer vardır: Revizyonist çöküşün, “tarihsel önermeler konusunda ciddi bir yenilgi” yaşanması anlamına geldiği saptaması, Brezilyalılarındır. “Nihai amaç”ta bir zedelenme aranacaksa, yeri burasıdır. Ve yine, “nihai amaç” ve “proletaryanın birincil çıkarlarını bir yana bırakarak, çöküşün getirdiği değişiklikler peşinde çöküşün güçleriyle, burjuva ve küçük burjuva sosyalizminin partileriyle, hain ve döneklerle, “nihai amaç” ve “proletaryanın birincil çıkarları” ile çelişen ve onlara karşı birlikler arayışına, hem de uygulamalı olarak giren Brezilya Partisi’dir.
Ve olan olmuştur: Revizyonizmin çöküşü gibi az çok yeni bir sorun, gelişmenin temel çizgisini tarihsel açıdan çok kısa bir süre için değiştirse bile, yeni bir revizyonizm çeşidinin ortaya çıkmasına yol açmıştır.
Brezilyalılar kararlıdırlar, burjuva ve küçük burjuva sosyalizminin partileriyle birleşeceklerdir; bu yolda eskimiş gerekçeler ileri sürmektedirler:
“Çöküş, aynı zamanda SBKP’yi izleyen partileri de yeni koşullar altında teorik alanda bir yeniden düzenleme sürecine soktu. Hepsi olmasa bile pek çoğu, konumlarına göreli bir bağlılık ile bunu gerçekleştiriyorlar. Bu soruna nasıl yaklaşmalıyız? Bu gerçeği ihmal ederek mi? SBKP ile birlikte olan bu partileri ve tamamı oportünist olarak nitelenemeyecek olan yığınları aklımızın bir köşesinde tutmadan işçi sınıfının birliği hakkında söz söyleyecek miyiz?
“Bu konuda kesin tavır almaksızın, bu partilerle ilişki yolları aramamız gerektiğine inanıyoruz. Örneğin Portekiz Komünist Partisi’nde Alvaro Cunhal, sola doğru bir ideolojik yönelim içine girmiştir. Desteklediğimiz, yeniden kurulmuş parti (ML) ile Cunhal’ın partisi arasında büyük bir farklılık vardır. Portekiz’de emekçi kitlelerin üzerinde belirleyici bir etkide bulunan Cunhal’ın partisidir.
“Dünya proletaryasının birliğini kurma mücadelesine yaklaşımımızla ideolojik alandaki sınırlarımızı netleştirme gerekliliği vardır. İtalya’daki demokratik Sol Parti ile ilişki kurmamalıyız, çünkü bu parti işçi sınıfına ihanet eden bir partidir… Fakat herkes için durum aynı değildir. Hindistan Komünist Partisi (Marksist)in durumuna baktığımızda, dört beş yıldan beri Perestroyka’ya karşı mücadele veren ve Sovyet Revizyonizminin karşısında bulunan bir parti görürüz. Bu parti, büyük kitleler tarafından desteklenen güçlü bir partidir. Bu realiteyi ihmal etmek hatalı olur. İşte bu yüzden içinden geçtiğimiz dönemi bir geçiş süreci olarak tanımlıyoruz.”
Karar verilmiştir, ama hâlâ “geçiş sürecinden” söz edilmektedir. Bu “yumuşaklık”, tepkilerden kaçınmanın yanında, olası “aşırılık” ihtimalleri karşısında önceden zırhlanma ihtiyacından gelmektedir.
Tez ortadadır: SBKP ile birlikte olan partiler ihmal edilemez. Hindistan örneğinde verilen bir neden, bu partinin perestroykaya karşı mücadele içinde değiştiğidir, ikinci, vurgulanan ve daha temel olduğu görülen neden ise, “yığınlar”ı akılda tutmak ve bu partilerin yığınlar tarafından “desteklenen” büyük partiler olduğunu görerek “realiteyi ihmal etmemek” zorunluluğudur.
Birinci nedenden, tek bir ayrıntı (perestroykaya karşı mücadele) ile de olsa, konuşmanın bütününde, yalnızca Hindistan Partisi’ne ilişkin olarak söz edilmiştir. Bu, kuşkusuz yeterli değildir. Perestroykaya karşı mücadelenin bir partiyi burjuva ya da küçük burjuva sosyalizminin partisi olmaktan çıkaracağı ve çıkardığı iddia edilemez. Bu, her şey bir yana, geçmişte, revizyonizmin birbirleriyle mücadele içinde parçalı bir bütün oluşturduğu gerçeğini bilmezden gelmek anlamına gelir, ilk başlarda örneğin Küba ve Kore hâlâ büyük ölçüde perestroyka karşısında direnmektedir. Perestroyka, yani özelleştirmeler, yabancı sermayeye açılma, merkezi planlamadan vazgeçilmesi gibi unsurlarıyla “yeniden yapılanma”, Gorbaçov zamanında da bir dizi parti tarafından savunulmamıştır. Küba bu yola örneğin yeni yeni girmektedir. Çin ise, perestroykayı perestroyka adını takmadan savunmuş ve ileri ölçülerde uygulamaya koymuştur. Hindistan’ın perestroyka karşıtlığı bir ölçüt sayılacak ve onun olumlanmasına neden gösterilecekse, Çin ve Küba partilerinin dışlanmaları zorunlu olacaktır; çünkü bugün adını ansınlar ya da anmasınlar bu iki parti perestroyka savunucusu ve uygulayıcısıdır. Ya da perestroykaya karşı mücadelenin yeterli bir ölçüt oluşturmadığı kabul edilmelidir. Doğrusu, ikincisidir. Örneğin Brezilya Partisi, geçmişte perestroykayı savunmamasına rağmen Kore Partisi’ni Marksist saymıyordu. Yine Çin Partisi de daha Gorbaçov ve perestroyka dönemi öncesinde, Brezilyalılara göre revizyonistti. Çin de, bugün Hindistan’ın olduğu söylendiği gibi, “Sovyet revizyonizminin karşısında” idi; ama bu onu ayrı bir revizyonist mihrak oluşturuyor olmaktan kurtarmıyor ve Marksist kılmıyordu. Sonuçta, perestroykayı savunmanın revizyonizmin kaçınılmaz gereği olmadığı ve ona karşı çıkmanın bir partiyi revizyonist olmaktan çıkarmayacağı belirtilmelidir. Bu neden, neden olarak kabul edilemez ve proletaryanın birincil çıkarları ve nihai amaç açısından, birlik probleminde, “ihmal edilebilir bir realite” durumundadır.
Anti-revizyonist güçler küçük ve pek artmayan güçler durumundayken SBKP ile birlikte olan partilerin büyük güçler oluşturması ve “yığınlar tarafından destekleniyor” olmalarının neden olarak ileri sürülmesine gelince… Yığınlar pek çok ülkede artan ölçüde faşist partilerin de peşine takılıyor ve bilinçsizce olduğu kadar kendi çıkarlarına da aykırı olarak onlara destek veriyorlar. Bundan ne sonuç çıkar? Kuşkusuz faşist partilerle birlik değil, ama bir aydınlatma ve eğitme faaliyetine olan acil ihtiyaç. Kitlelerin yanlış olarak bulunduktan konumlardan doğru konumlara yükseltilmesi, proletarya partilerinin sürekli bir çabası durumundadır ve öyle olmalıdır. Ama kitlelerin yanlış olarak, bir bilinç çarpıtması sonucu ya da kendiliğinden bulundukları yerlerin önünde ve dolayısıyla yığınların ve kendiliğindenliğin önünde diz çökmek, kendilerine Marksist-Leninist sıfatını yakıştıranların hiçbir zaman yapmayacakları şeylerdendir. “Yığınlar” ve onların belirli bir bölümünün çeşitli revizyonist partileri destekliyor olmaları, neden bu partilere karşı (ve bunlar, karşı devrim güçleri olduklarından zorunlu olarak) bir mücadele ve bu mücadelenin gelişimine bağlı olarak yığınların onların etkisinden kurtarılmaları sonucuna değil de, destekledikleri burjuva ve küçük burjuva sosyalizminin partilerinin desteklenmesi ve onlarla birleşilmesi sonucuna götürsün? Ve üstelik belirli ideolojilere sahip politik partiler söz konusu olduğunda ve onlarla birlik tartışıldığında, temel sorun “yığınlar” değil, sahip olunan ideolojik tutum ve izlenen politikalardır. Yığınları kazanacak olan, tam da politik çizgidir ve bir kere “yığınlar” sözü edildiğinde yapılması gereken çok açıktır: Birlik için üst tabakalara, yönetimlere değil yığınlara, aşağı tabakalara gidilmelidir. Bırakın yılların sicilli ve üstelik iktidarda oldukları ülkelerde yığınlara kan kusturan revizyonistlerini. Yığınlar karşısında onlar kadar suç işleyen azdır. Birlik sorununu yığınların içinde çözmeye gidin. Burada yine geçici bir durum uğruna “nihai amaç” feda edilmektedir.
Tutulan, Kautsky’nin, Lenin tarafından mahkûm edilmiş yoludur:
“Kautskyciliğin en yaygın yutturmacalarından biri, ‘yığınlar’a başvurmasıdır. Biz, diyorlar, yığınlardan ve yığın örgütlerinden kopmak istemiyoruz! Ama Engels’in sorunu nasıl koyduğunu düşünün bir. 19. yüzyılda İngiliz sendikalarının ‘yığın örgütleri’ burjuva işçi partisinden yanaydılar. Marx ve Engels bu temel üzerinde onunla uzlaşmadılar, onu sergilediler. Birincisi, sendika örgütlerinin doğrudan proletaryanın bir azınlığını kucakladığını unutmadılar. O zaman İngiltere’de, şimdi Almanya’da olduğu gibi, proletaryanın beşte birinden fazlası örgütlenmiş değildi. Kapitalizm koşullarında proletaryanın çoğunluğunun örgütlenebileceğim kimse ciddi olarak düşünemez. İkincisi -ve asıl sorun budur- sorun, bir örgütün büyüklüğü sorunu değil, politikasının gerçek ve nesnel anlamı sorunudur: Bu politika yığınları temsil ediyor mu, onlara hizmet ediyor mu, yani onların kapitalizmden kurtulmalarını amaçlıyor mu, yoksa azınlığın çıkarlarını, azınlığın kapitalizmle uzlaşmasını mı temsil ediyor? İkincisi, 19. yüzyılda İngiltere için doğru idi, şimdi de Almanya vb. için doğrudur.
“Engels eski sendikaların -ayrıcalıklı azınlığın- ‘burjuva işçi partisi’ ile ‘en alttaki yığınlar’ arasına, gerçek çoğunluk arasına, bir ayrım koyuyor ve ‘burjuva saygınlığı’na bulaşmamış olan bu sorunculara başvuruyor. Marksist taktiğin özü budur.” (Marks, Engels, Marksizm, sf. 256)
Cunhal’ın ya da bir başka revizyonistin “büyük” ve “yığınlar” tarafından desteklenen, aslında yığınların gerçek çıkarlarının karşısındaki örgütü, tıpkı Castro’nun partisi gibi, siyasetin nesnelliği tarafından gerekli kılındığında, örneğin emperyalizme karşı belirli bir direniş ve mücadele yürüttüklerinde desteklenecekleridir. Bu, “büyük” olmasalar da böyledir ve Hindistan Partisi açısından da geçerlidir. Ancak “yığınlar”, “büyüklük” ya da bir başka gerekçeyle Marksizm haini döneklerin ideolojik olarak desteklenmesi, onlarla uluslararası proletaryanın birliği açısından bir yan yana geliş ve birlik -bu, ihanete çanak tutmak ve uluslararası proletaryanın saflarını parçalamak ve proleter dünya devriminin güçlerini bölmek olur.

REVİZYONİZMİ DE KUCAKLAYAN “BİRLİK”
Bir kere daha vurgulamak gerekiyor:
“Dünya işçi hareketi içerisinde tek Marksist çizgi, yığınlara oportünizmden kopmalarının kaçınılmazlığını ve gerekliliğini açıklamak, oportünizme karşı amansız bir savaşım vererek devrim yolunda bunları eğitmek, ulusal liberal işçi politikasının o kesin iğrençliğini gizlemek değil, sergilemek için savaşım deneyimlerinden yararlanmaktır.” (Age, sf. 257, abç.)
“İhanet”e gelince; neden “İtalya’daki Demokratik Sol Parti işçi sınıfına ihanet eden bir partidir” de, örneğin Cunhal’ın Portekiz Partisi ya da Çin Partisi ihanet içinde değildir ve onlarla birleşilmesi için arayış içine girilir? Fark nerededir? İtalyanların isim değiştiren partisinin iyice sağa savrulduğu, komünist adına ve sembollerine bile tahammül edemediği bilinmektedir ve diğerleri hâlâ komünist adını ve sembolleri kuşanmaya devam ediyorlar. Ama hem İtalyanlar hem de diğerleri aynı ihanetin içinden geliyorlar ve siyasal ve ideolojik olarak göreli gericilik düzeyi farklılığı dışında, öz olarak birbirlerinden farklı değillerdir. Biri, yani İtalyanlarla birlik kolay savunulur ve kolay ikna edilir değildir, dışta tutulmakta ve diğerlerinin savunulması denenmektedir. Geçmişi bir yana bugün boğazına kadar özel mülkiyetin genişletilmesi batağına batmış Çinliler nasıl oluyor da hain olmuyorlar ve “nihai amaç” ve “proletaryanın birincil çıkarları” göz önünde tutulduğunda özel mülkiyetçilik nasıl oluyor da onaylanabiliyor?
Revizyonizmi de kucaklayan “birlik” ve II. Enternasyonalin yeniden canlandırılması türünden bir Enternasyonal peşinde olan Brezilya Partisi, bu “birlik”in, “sabırlı ve uzun bir mücadele süreci sonrasında erişilebilecek bir amaç” olduğu düşüncesindedir ve sürece şöyle yaklaşmaktadır:
“Yapay yollarla bu süreci hızlandırmaya çalışmak yanlış olacaktır. Yapılması gereken, sınırları belli sonuçlara ulaşmak değil, en iyi çözümleri bulabilmek üzere sorunları derinliğine değerlendirebilmektir.”
Brezilyalılar bir kez tutumlarını ve kendilerini değiştirerek revizyonistlerle birlik peşine düşmüştür ve hızlı davranışlarla bunun bozulmasını istememekte, bir arada bulunuşu uzatacak, kopuşunu önleyecek gerekçeler ileri sürmektedir: “Derinleşmesine değerlendirme” ihtiyacı! Değerlendirilecek olan nedir? Birleşirken yapılmayan “derin değerlendirme” neden birleşilme tutumu ortaya konduktan sonra yapılma ihtiyacı duyuluyor? Aynı “derin değerlendirme” ihtiyacı, 2. Enternasyonal’in çöküşüne bağlı olarak sosyal şovenlerden kopuşa karşı çıkarken “yeterince tartışılmadı” gerekçesi ileri sürüldüğünde de duyulmuştu. Lenin’se, şöyle yanıtlamıştı:
“Bugünkü savaşın emperyalist, yağmacı ve proletarya düşmanı özellikleri, çoktan teorik bir sorun olma aşamasından çıkmıştır. Emperyalizmin bütün temel özellikleri, teoride, … değerlendirildi; bu sonuçları bütün ülkelerin sosyalist basını binlerce kez yineledi durdu… Basel’de bütün ülkelerin proletarya partilerinin temsilcileri, emperyalist nitelikte bir savaşın yaklaşmakta olduğu üzerine olan sarsılmaz inançlarını oybirliği ile ve resmen belirttiler ve bundan taktik sonuçlar çıkardılar. Bu yüzden, diğerleri yanında ulusal ve uluslararası taktikler arasındaki ayrımlar üzerinde yeteri kadar tartışılmadığına değinen bütün sözleri, hiç düşünmeden safsata olarak reddetmek zorundayız… Sosyalist partiler tartışma kulüpleri değil, savaşım veren proletaryanın örgütleridir; birkaç bölük, düşman saflarına geçince bunun adı konmalı ve bunlar hain olarak damgalanmalıdır; ’emperyalizmi herkes aynı şekilde anlamaz’ türünden sözlere ya da bu sorun ‘yeterince tartışılmadı’ gibi ikiyüzlü sözlere kendimizi kaptırmamalıyız.” (Sosyalizm ve Savaş, s. 100)
Burjuva ve küçük burjuva sosyalizmiyle, “yeterince tartışmadan”, “ufkunu genişletmeden”, “derinlemesine değerlendirmeden” birleşmeye yönelen ve “tartışma” ve “değerlendirme” için süreyi birleşme girişiminden sonrası için, şimdi öngören Brezilyalılar, bu durumun “halen yönetimde bulunan Küba, Vietnam, Kore ve Çin Halk Cumhuriyeti’nin kardeş partileri için de geçerli” olduğunu belirterek son derece yumuşak ve kendine ve uzaklaştıkça Marksizm’e güvensiz üsluplarıyla şöyle diyorlar:
“Bu ülkelerde halkı yöneten partilerin yönetim tarzları yine belirli koşullar altında aynı doğrultuda olmayabilir. Fakat bu ülkelerde devrimi yürüten güçlerin yönetimde olduklarını ve düşman ateşi altında kendi ülkelerindeki değişimleri gerçekleştirme doğrultusunda sıkıntı içinde olduklarını inkar edemeyiz.” (Amazonas’ın konuşmasından)
Sosyalizmin “farklı yönetim tarzları” “olabiliyor”! Bürokratik, burjuva ya da parlamentaristi Bu denli geriye düşme can sıkıyor; ama Ramiz Alia’nın Arnavutluk’taki hızlı çukurlaşmasından sonra şaşırtıcı değil!
Daha önemlisi, “derinlemesine değerlendirme” henüz yapılmadan ve “bilmiyoruz” dendikten hemen sonra, Küba, Vietnam, Kore ve Çin’de “devrimi yürüten güçlerin yönetimde olduklarım” “inkâr edememektir”. Bu ülkelerde bir tür “devrim” yürütülmektedir; ama bu, özelleştirme aracılığı ile özel mülkiyetin yaygınlaştırıldığı ve zaten pek haklara sahip olmayan proletarya ve emekçilere karşı yürütülen bir “devrimdir”. Bu ülkelerde devrimin yürütülmesi bir yana proletarya ve emekçiler burjuva diktatörlüklerinin baskısı altındadırlar ve yakın zamana kadar bu düşüncede olan, nesnel durumu bu yönde saptayan Brezilya Partisi, nedense yani bir düşünce değişikliğine uğramıştır. Bununla, emperyalizmin saldırganlığından duyulan korku ve dünyada kendisini pek yalnız hissetmesi arasında yakından bir bağlantı vardır.
“Çin örneğini ele alalım. Uzun zamandan beri ÇKP’yi destekledik. Daha sonra belirli somut koşullar altında kendilerini bayağı eleştirdik. ‘Uç dünya teorileri’ ile aynı tarafta olmazdık. İlkelerimizi savunmak durumundaydık…
“Çin, partiye büyük zararlar veren Kültür Devrimi örneğinde olduğu gibi ciddi fırtınalar yaşadı. Yakın tarihinde bunun yanı sıra pek çok zig zag çizdi. Yine de Çin devrimci yolda kalabilmek için çaba sarf etmektedir… Çin örgütlü ve gelişmiş bir ülke olarak kalmaktadır. Dünyada önemli bir rol oynamaktadır. Bu yüzden Brezilya Komünist Partisi, Çin’de neler olduğunu, bu ülkedeki gerçek durumun ne olduğunu daha iyi anlama çabası içerisindedir… Çin’deki gibi büyük bir deneyime sahip güçlü bir partiye ne bir politik hattı dikte etmeye ne de tavsiyede bulunmaya niyetimiz yok.”
Burada ne söyleniyor? Brezilya Partisi’nin ÇKP ile birleşme girişimini açıklayabilmek üzere söylenecek söz arandığı ama bulunamadığı ortada değil mi?
Önce eleştiriliyor. Sanki “üç dünya teorisi” ve ona temel olan yaklaşımlar bugün değiştirilmiş ve ÇKP tarafından savunulmuyormuş gibi, bu teori ile aynı tarafta olunamayacağı belirtiliyor. Peki, nasıl olunuyor? Ve olumlu tek bir kanıt ileri sürülmeden “yine de Çin devrimci yolda kalabilmek için çaba sarf etmektedir” denebiliyor! Ne tür bir çaba, nerede sürdürülmüş bu çaba?! Brezilyalıların hiçbir gerekçe bulamadan kendisiyle birleşmeye yöneldiği Çin üzerine epey kafa patlatmak, içine girdiği “bu ülkedeki gerçek durumun ne olduğunu daha iyi anlama çabasını” iyice “derinleştirmek” zorunda kalacağı anlaşılıyor! Bu tutum komünistlerin tutumu değildir. Hiçbir komünist bilimsel açıklamasını yapmadan, hele uluslararası komünist harekete yeni bir yol dikte ettirmeye yönelerek tutumlar alamaz. Ama bir kere Brezilya Partisi, ÇKP ile birleşmeye niyet etmiştir. Ve bunu kötü bir biçimde yapmıştır: ÇKP önünde diz çökerek. “Büyük deneyime sahip güçlü parti” imiş ÇKP! Politika geçmiş deneyimler söz konusu edilerek değil bugünkü durum esas alınarak yapılıyor. Bu ideolojik birlik arayışı açısından daha da fazla geçerlidir. “Güçlülük” sorununa ise Lenin’den aktarmayla güçlendirilerek değinilmişti. Böyle bir partiye “tavsiyede bulunmaya” da niyetleri olmadığını açıklıyor Brezilyalılar. Demek ki hiç mücadele de olmayacak. Tam diz çöküş!
Brezilya Partisi, Koreliler hakkında “yeni bir toplum kurmak doğrultusunda sağlıklı bir çaba harcıyorlar. Eğer hesaba katılması gereken problem, onların en iyiyi seçip seçmemeleri ise, biz onların pek çok savaşta ispatladıkları görüşlerine saygı duyuyoruz, güveniyoruz” diyor. Sonra soruyor: “Kore bizim tarafımızda mı yoksa düşmanın tarafında mıdır? Bizce Kore bizim tarafımızda, yani anti-emperyalist ve devrimci taraftadır.”
Aslında Brezilyalıların ortaya koydukları platformda ciddi şekilde muğlâk Kore, evet, anti-emperyalist taraftadır. Amerikan emperyalizmi karşısında belirli bir direnişi sürdürmektedir. Ama bu ayrıdır, anti-emperyalist platform başkadır; komünizmin platformu başkadır, bir dizi burjuva ve küçük burjuva siyasal gücün içinde barınabileceği, kendisine bir yer bulabileceği ve bu yönüyle teşvik edilmesi gereken anti-emperyalist platformdan ötededir komünizmin, uluslararası proletaryanın platformu. Ve Brezilyalılar, çeşitli güçlerin anti-emperyalist eğilimleri taşıyıp taşımadıklarını değil, uluslararası proletaryanın birliği sorununu ve onun komünizmden başkası olamayacak platformunu gündeme getirmişlerdir. Bu platformdaysa, Çin kadar Kore’ye de yer yoktur. Eski feodal sömürge Kore ile kıyaslandığında Koreliler yeni bir toplum kuruyorlar. Ama literatüre yerleşmiş terimlerle oynamaktan kaçınmak yerinde olur. Komünistlerin, açıklama yapmaksızın kullandıklarında “yeni toplum” ile kastettikleri komünist toplumdur ve Kore’de kurulmakta olanın bununla bir ilgisi yoktur. Bu yolda “sağlıklı” oluşu bir yana, çaba harcanmasından söz edilemez. Ve yeni bir kişiliksizlik işareti olarak, “yeni toplumu” Korelilerin “en iyi” yoldan kurduklarına duyulan güven ve bunun tartışma konusu yapılmaktan kaçınılması, bir başka diz çöküş olarak anlaşılabilir.
Vietnam ve Küba üzerine söylemler bunlardan farklı değil.
Amazonas’ın konuşmasında üzerinde durduğu ikinci konu Marksizm’in krizidir. Marksizm’in bir kriz içinde olduğu ve bunun kaynağının, yalnızca son revizyonist çöküşte değil, eski sosyalist ülkelerde kapitalizmin restorasyonunun baş göstermesi ve bunun Kruşçev’in başlattığı Marksizm’e ve işçi sınıfına ihanetle yönlendirilmesinde olduğu açıktır. Revizyonizmin. iktidar nimetlerinden yararlanarak uzun süren egemenliği bu krizi derinleştirmiş ve üstesinden gelinmesinin koşullarını zorlaştırmıştır. Marksistlerin de bu konuda üzerlerine düşeni yerine getirdikleri söylenemez.
Yazımızın geçen sayı yayınlanan ilk bölümünde bu sorun üzerinde uzun boylu durmuş; kapitalizmin restorasyonu, modern revizyonist ihanet ve tahribatı yanında, bu dönem boyunca Marksizm’in teorik önermelerinin savunulmaya çalışılmasının ilerisine geçilip onun, gelişen yeni olay ve olgularla ilerleyen bilim ve bunlara dayanarak emperyalizmin yenilenen teorik temellerine karşı, sözü edilen nesnelliklerden güç alarak ve onların çözümlenmesine bağlı olarak, zenginleştirilip geliştirilmesi ve bu temelde bir saldırı gücü olarak dünya proleter devriminin yeni ve yenilenmiş bir teorik ve siyasal mücadele platformu yaratılamadığını belirtmiştik. Yeni ve görece önemli her toplumsal eylem ve değişikliğin, cansız bir doğmalar yığını olmayan Marksizm’de yansımasını bulmasından doğal bir şey yoktur. Ve dünya 2. Dünya Savaşı sonrası ve özellikle eski sosyalist ülkelerde kapitalizmin restorasyonu ile birlikte büyük ve ciddi değişikliklere uğramıştır. Geri değiştirici unsurların başında gelen revizyonizmin bu rolü ve yol açtığı kafa karışıklığı krizin asli unsurlarından olarak onun uzunluğunu da etkilemiştir.
Ancak Marksizm’in krizi, onun içinden çıkılmazlıklarla karşı karşıya olması ya da çözümsüz kalması anlamına gelmiyor. Bu tür bir kriz karşısında, Marksistlere düşen görev, revizyonizme ve yarattığı kafa karışıklığına karşı mücadeledir; Marksizm’in krizi lafı edip durmak değil. Lenin’in Amazonas’ın söz konusu ettiği “Marksizm’in Tarihsel Gelişmesinin Bazı Özellikleri” adlı makalesinde söylenen budur:
“Bunalımın derinliğini ve buna karşı savaşma zorunluluğunu kavramış bütün Marksistleri, Marksizm’in çeşitli ‘yol arkadaşları’ arasında burjuva etkisinin yayılmasıyla, tamamen karşıt yönlerden çarpıtılmakta olan, Marksizm’in teorik dayanaklarının ve temel önermelerinin savun-lamsı yolunda birleştirmekten daha önemli bir şey yoktur.” (Marks Engels Marksizm, sf. 221)
Brezilyalıların yapmadıkları tam da budur. Onlar bütün Marksistleri, burjuva revizyonist etkiyle çarpıtılma durumunda olan Marksizm’in teorik dayanakları ve temel önermelerinin savunulması yolunda birleştirme yerine tam tersini yapıyor ve kendileri de krizden çıkışın değil, krizin unsurları oluyorlar: Marksizm’in teorik dayanakları ve temel önermelerinin savunulması değil, çiğnenmesi yolunda birlikler oluşturma girişimi içindedirler. Burjuva ve küçük burjuva sosyalizmi partileri önünde diz çökülerek sağlanmaya çalışılan “birlik” kuşkusuz bütün Marksistlerin birliği değil, ona karşı anti Marksist bir birlik olmaktadır.
Ve “Marksizm’in krizi”ne ilişkin ikinci önemli şey, bu krizin aşılma yoluna girildiği, bunun yalnızca öznel koşullarının değil nesnel koşullarının da birikmekte olduğudur. Uluslararası komünist hareket uzun zaman sonra ilk kez bu potansiyele sahiptir ve bü döneme denk düşmek üzere Amazonas “Marksizm’in krizini” gündemine almaktadır. Üstelik krizden kurtulmayı değil, onu derinleştirmeyi hedefleyerek ve krizin yeni bir unsurunu, yeni oportünizmi var ederek. “
Boş laf etmek değil, Lenin’in deyimiyle, “dağılmanın kaçınılmazlığının nedenlerini anlamak, bu dağılmaya karşı tutarlı bir savaşım içinde safları sıklaştırmak, terimin en doğrudan ve en kesin anlamıyla, bugünün Marksistlerinin görevidir.” (Age)
Dağılma, Brezilya Partisi’nin yeni oportünizmin başını çekmesinde de görüldüğü gibi, hâlâ kendisini kaçınılmaz kılan nesnelliğe -ve yanı sıra öznel koşullara-sahiptir. Ama giderilmesinin koşulları da en az onun kadar ortaya çıkmıştır. Dağıtmaya katkıyı Brezilyalılar yapıyorlar, proletaryanın gerçek güçleri “dağılmaya karşı tutarlı bir savaşım içinde safları sıklaştırma” görevine sarılmak zorundadırlar. Uluslararası komünist hareket bunu başaracak güç ve olanaklara potansiyel olarak sahiptir. Ve başka alternatif de yoktur.

Aralık 1993

Geçmişten bugüne türkiye sol hereketi Türkiye işçi partisi – 1

KURULUŞ VE PROGRAM
TİP’in kuruluş çalışmaları, Aybar’ın anlattıklarına göre, ilk kez, 1955-56 yıllarında düşünülmeye başlanmıştı. Tasarıyı geliştirenler arasında, daha sonra TİP’in ilk kurucu üyeleri arasında yer alacak olan sendikacılar vardır. İbrahim Güzelce, Kemal Türkler, Kemal Nebioğlu, Şaban Yıldız, bu ilk girişimlerinden bir sonuç alamıyorlar. 27 Mayıs sonrasında, sendikacı Nuri Beşer, ilk girişimi başlatan sendikacıları Adalet Partisi’nde çalışmaya çağırmak üzere bir toplantı düzenliyor. Bu toplantıda, Zeki Gedik, İbrahim Denizcier, Zeki Şahin, Kemal Nebioğlu bulunuyor. Tartışmalar sonunda, Nebioğlu ve Denizcier, “kendi partimizi kuralım” diyerek, AP’de çalışma önerisini reddediyorlar. 12 Şubat 1961’de, Müskirat Federasyonu Genel Merkezi’nde yapılan toplantıda, Türkiye İşçi Partisi’nin kurulmasına, gene yukarıda adı geçen sendikacıların da içlerinde bulunduğu 40-50 sendikacının toplantısında karar veriliyor. Gizli oyla yapılan seçimle, aralarından on kişiyi, kurucu olarak görevlendiriyorlar: Seyfi Demirsoy, Nuri Beşer, Kemal Türkler, Avni Erakalın, Rıza Kuas, Kemal Nebioğlu, Şaban Yıldız, Ziya Hepbir, İbrahim Güzelce, İbrahim Denizcier. Ancak, sendikacılık eğitimini Amerika’da almış ve Türkiye’de Amerikan tipi sendikacılığın babası sayılan Seyfi Demirsoy ile Nuri Beşer, kurucu üye olmaktan vazgeçiyorlar. Salih Özkarabey, Adnan Arkın, Ahmet Muşlu, Hüseyin Uslubaş ve Saffet Göksüzoğlu, kuruculuk için kendilerini öneriyorlar ve böylece on iki kurucu tespit ediliyor. 13 Şubat 1961’de TİP’in kuruluş dilekçesi, İstanbul Valiliğine veriliyor.
Türkiye İşçi Partisi’nin kuruluşu, 14 Şubat 1961’de yapılan bir basın açıklamasıyla kamuoyuna duyuruluyor ve kurucu 12 sendikacı, “Ezilen işçi sınıfının haklarını korumak için” bir parti kurma ihtiyacının doğduğunu, “çeşitli siyasi partiler içinde eriyen işçi sınıfının” bundan böyle kendi temsilcisi olan TİP içinde toplanacağını ilan ediyorlardı.
Sendikalar Birliği Genel Başkanı Avni Erakalın, Maden İş Genel Başkanı Kemal Türkler, tekstil işçisi Şaban Yıldız, basın işçisi ve Basın İş Genel Sekreteri İbrahim Güzelce, OLEYİS yöneticilerinden Kemal Nebioğlu, basın işçisi Salih Özkarabay, Lastik İş Sendikası Genel Başkanı Rıza Kuas, İbrahim Denizcier, Adnan Arıkan, Ahmet Muşlu, Hüseyin Uslubaş ve Saffet Göksüzoğlu, TİP kurucuları olarak açıklamayı imzalamışlardı. Bu ilk haliyle TİP, sendikacıların bütün örgütlenme ve siyaset alışkanlıklarını yansıtıyordu. Kurulup yılının sonbaharında yapılan seçimlere TİP, parti olarak katılmadı ve ilk genel başkanı Avni Erakalın, Yeni Türkiye Partisi listesinden aday olarak seçimlere katılmıştı.
TİP’in kuruluş çalışmaları devam ederken, ayrı bir parti kurma girişiminde olan Mehmet Ali Aybar ve arkadaşları, açıklamanın yayınlanmasıyla birlikte, kendi faaliyetlerini durdurarak, sendikacıların kurduğu partiye yardımcı olma kararı alırlar. Mehmet Ali Aybar, anılarında, kendilerinin kuruluş çalışmalarına katkılarının, ancak kuruluş tamamlandıktan sonra, programın baş kısmına, “Mustafa Kemal Paşa’nın Meclis’te 1 Aralık 1921 günü yaptığı konuşmadan, devletin halkçı niteliği ve emperyalizme, kapitalizme karşı ulusça savaşmak zorunluluğu hakkındaki bölümün” konulmasından ibaret kaldığını yazıyor. (Bkz: M. Ali Aybar, TİP Tarihi, BDS yayınları, s. 177)
“Partinin bütün organlarında görevli bulunanlardan yarısının, kendisi üretim araçlarına sahip olmadığı için emek gücünü üretim aracı sahiplerine satarak yaşayanlar veya işçi sendikaları yönetim organlarında görevli bulunan üyeler arasından seçilmiş olması gözetilir.”
“Sol aydınların hegemonyasına karşı” bir önlem olarak konulduğu ileri sürülen bu maddeye, işçilerin yönetim organlarında temsil oranının sadece % 50’de kalması dolayısıyla eleştiriler yöneltilir. Bir işçi partisinde, bu oranın daha yüksek olması gerektiğini söyleyenlere karşı Aybar, şu cevabı verir:
“Sola karşı hırçın bir politika izlendiği o günlerde, ‘sınıf egemenliğini anayasa yasaklamıştır, siz sınıf egemenliği kurmak amacındasınız’ suçlamasını önlemek istedik.” (Aybar, age. s. 217)
Bu noktada, TİP’in ilk yıllarında taşıdığı açık bir niteliği saptama olanağını buluyoruz.
TİP, sendika bürokrasisinin, sendikal (trade-unionist) ve uvriyerist eğilimleriyle, reformcu aydınların popülizminin bir karmaşası olarak doğmuştur. Bu karışımda “sosyalizm”, ancak Avrupa sosyal demokrasisinin, bir başka deyişle II. Enternasyonal partilerinin, en geri politikaları düzeyinde yer alıyordu. Bu iki eğilim, işçi sınıfı adına konuşmak üzere birleştiğinde ortaya çıkan tüzük, tam bir açıklıkla “yarı yarıya” yönetimi paylaşmak noktasında uzlaşıyordu. Aybar’ın “sol aydınların hegemonyasına karşı” önlem önermesi ve bunun bir tüzük maddesi haline getirilmesi, popülizmin tipik örneğiydi. Gerçekte, TİP’in içinde, tüm organlarında yarı yarıya temsil edilmeleri istenen işçilerin böyle bir oranı tutturacak varlıkları yoktu; parti bünyesinde, tüzüğe uygun özellikleri taşıyanlar, sadece sendika bürokratlarıydı. Bir bakıma, adlarını daha önce saydığımız bu kişiler, Aybar’ın tanımlamasına göre, birer işçiden çok, “sol aydınlar” deyimiyle ifade edilen grubun özelliklerini taşıyan insanlardı.
TİP’in bu bileşiminin, daha doğrusu, aydın popülizmi ile uvriyerizm (işçi kuyrukçuluğu) karışımının, Avrupa tipi sosyal demokratizm çerçevesinde oluşturmaya çalıştığı politik çizgi, bir başka etken tarafından belirlenmişti.
27 Mayıs sonrasının genel aydın eğilimi halinde yükselişe geçmiş bulunan Kemalizm, TİP’in başlıca argümanlarında da önemli bir ağırlık taşıyor ve sosyalizm, temelde, Kemalizm’in ileri bir yorumu olarak sunuluyordu.
TİP’in 10 Şubat 1964’te, İzmir’de yapılan 1. Büyük Kongresi’nde kabul edilen programının başlangıç bölümü, “Büyük Millet Meclisi’nin Beyannamesi” başlığı altında, Mustafa Kemal’in bu konuşmasından oluşuyordu. Bu konuşmada, Mustafa Kemal, “Türkiye Büyük Millet Meclisi, … hayat ve istiklâlini yegâne ve mukaddes emel bildiği Türkiye halkını, emperyalizm ve kapitalizmin tahakküm ve zulmünden kurtararak irade ve hakimiyetin sahibi kılmak gayesine vasıl olacağı kanaatindedir. Türkiye Büyük Millet Meclisi, milletin hayat ve istiklaline suikast eyleyen emperyalist ve kapitalist düşmanların tecavüzlerine karşı müdafaa ve bu maksada aykırı hareket edenleri tedip azmiyle kurulmuş bir orduya sahiptir” diyordu. Konuşma, 21 Ekim 1920 tarihini taşıyordu. TİP programının ilk sayfalarında, “ATATÜRK DİYOR Kİ” başlığı altında, 1 Aralık 1921 tarihli bir başka konuşmaya yer verilmişti. Burada da, Mustafa Kemal, “Biz, hayatını, bağımsızlığını korumak için çalışan emekçileriz, zavallı bir halkız. … bağımsızlığımızı güven altında bulundurabilmek için, milletçe bizi mahvetmek isteyen emperyalizme karşı ve bizi yutmak isteyen kapitalizme karşı milletçe savaşmayı uygun gören bir doktrini izleyen insanlarız” diyordu. Türkiye Komünist Partisi’nin kurucusu Mustafa Suphi ve arkadaşlarının öldürülmesinden 20 gün önce söylenen bu sözlerin hangi politik ve jeostratejik kaygılarla dile getirildiğini, programın başına konulmasını isteyen aydınlar elbette çok iyi biliyorlardı. Buna karşın, 27 Mayıs sonrasının genel atmosferi içinde, “sosyalizm”, “işçi sınıfı” gibi kavramları kullanarak siyaset sahnesine çıkmaya çalışan ve üstelik kurucularının tamamını sendikacıların ve işçilerin oluşturduğu bir partinin, egemen sınıf partileri içinde kendisine bir yer açmak ve anayasa sınırları içinde tutunmak için, bir başka yolu olmadığı savunularak, program gibi önemli ve bağlayıcı bir belgeye konuluyordu.
Ne var ki, TİP’in kendisine seçtiği bu görünüş, basit bir kendini gizleme ve kabul ettirme kaygısından kaynaklanmıyor, bütünüyle taşıdığı öze uygun düşüyordu.
TİP’in genel propaganda ve ajitasyon faaliyeti de, içerdiği akımların rengini taşıyor, bütün bunların Kemalizm’le belirlenmiş bir reformizm ve parlamentarizm içinde yeniden tanımlanmasına dayanıyordu. Programın “GİRİŞ” bölümünde, “bütün emekçilerin ve emekten yana olanların hızla teşkilatlanarak, bağımsız bir siyasi kuvvet haline gelmeleri şarttır” deniliyordu. “Bağımsız siyasi kuvvet” olma hedefi, “emekçi halkımızın iktidara gelerek gerekli köklü reformları gerçekleştirmesi” amacına bağlanıyordu. Program, bir “kalkınma” kavramını öne çıkararak, bunun ancak emeğe dayanarak gerçekleşeceğini ileri sürüyor ve kendisini, bu hedefe “kanun yolundan iktidara yürüyen siyasi teşkilat” olarak tanımlıyordu. (TİP PROGRAMI, 1964, s. 14) Bu yol, TİP’in bundan sonraki bütün program maddelerini ve politikasını da belirleyecek olan parlamentarizmin ilanıydı.
Programın Birinci Bölüm’ü, “Türkiye’nin Maddi, Sosyal ve Politik Yapısı” başlığını taşıyordu ve burada da, aynı yıllarda YÖN dergisi etrafında tartışılmakta olan, “Türkiye’ye özgü kalkınma yolu” kavramı temel önemde bir yer tutuyordu.
TİP’in doğuşunda ve programının şekillenmesinde, günün başlıca tartışmalarının belirleyici bir rol oynadığı görülmektedir. Bu özelliği açısından, TİP’in, aralarında, aydınlar arasında hâlâ günün en itibarlı partisi olan CHP’nin de bulunduğu mevcut siyasi partiler tarafından cevaplandırılmayan bazı ihtiyaçlara karşılık verme hedefini gözettiğini söyleyebiliriz. CHP’nin henüz “ortanın solu” sloganını ortaya atmasından önce, TİP, geniş işçi ve aydın kesimlerini etkileyen bir “solculuk” söylemini tutturmayı, canlı ve güncel tartışmalarda çözümü aranan problemleri ele alarak karşılamayı başarmış, daha sonra CHP’nin tabanında yer alan önemli bir kesimi de etkilemeye başlaması üzerine, İsmet İnönü’nün ağzından, “solculuğunu” açıklamak zorunda bırakan etkiyi yaratmıştı. Gerçi, bu çözüm önerileri ve tartışmanın genel niteliği bakımından, ancak bir sosyal demokrat partinin ilk argümanlarını dile getirme düzeyinde kalıyorduysa da, gerek Marksist kültürün geriliği, gerekse işçi sınıfı hareketinin sendikal hareket düzeyini bile yeni yeni yasal olarak elde edebildiği koşullarda, bu gerilik göze batmıyordu.
Örneğin, Programın Giriş Bölümü’nün son paragrafında ifade edilen hedefler, bir Avrupa sosyal demokrat partisinin hedefleri bakımından bile oldukça geri iken, Türkiye için önemli bir ilerlemeyi ifade edebiliyordu:
“Türkiye İşçi Partisi, insan haklarını, ekonomik ve sosyal haklan, her gün uygulanan canlı kurallar haline getirecektir. Türkiye İşçi Partisi, anayasayı özü, ilkeleri ve amacıyla eksiksiz, tastamam uygulayacak, sosyal adaleti, sosyal güvenliği hayatımızda gerçekten yararlandığımız çeşitli kurumlar biçiminde gerçekleştirecektir.” (Program, s. 15)
TİP’in sosyal adalet, sosyal güvenlik, insan hakları, ekonomik ve sosyal haklar gibi, başlıca hedeflerini tanımlamakta kullandığı kavramlar, tümüyle burjuva hukuk sisteminden devralınmış reformcu kavramlardı. Adalet ve hak kavramları, genel olarak burjuva devletle vatandaşlar, özel olarak da işçi sınıfıyla burjuvazi arasındaki ilişkileri düzenlemek amacını güden reformcu burjuva uygulamalara karşılık düşmek üzere, 19. yüzyıl başlarından itibaren kullanılıyordu; Türkiye’de ise, bütün bunlardan söz edebilmek için, hem, siyasi bakımdan görece bir genişlemenin yaşandığı 1960 sonrası koşullarda bulunmak, hem de “sosyalist” olmak gerekiyordu. Bu, bir yandan, sosyalizmin kavranma düzeyini gösteriyordu ama diğer yandan da, halk ve işçi hareketinin kapsamını daraltan, ideolojik ve siyasi bakımdan bu hareketin ihtiyaçlarına cevap vermeyen bir içeriğe de işaret ediyordu.
Programın, “Türkiye’nin Maddi, Sosyal ve Politik Yapısı” başlığını taşıyan bölümünde de, “hızlı kalkınma” kavramı ekseninde, bu hedefe varmanın imkânlarının ve önündeki engellerin bir tahlili yapılarak, partinin amaçlan bu çerçevede tanımlanmaktadır.
Görülebileceği gibi, TİP’in programına esas olan başlıca kavramlar ve hedefler, içerik bakımından, daha önce ele aldığımız YÖN dergisi çevresinin kavramlarından ve hedeflerinden farklı değildir. Türkiye İşçi Partisi’nin ayırt edici özelliği; bu hedeflere varmak için, “kanun yolundan iktidara gelme”nin açıkça belirtilmiş olması ve çoğunlukla aydınlara değil, var olduğu kadarıyla bir sendika bürokrasisine dayanmasıydı.

TİP’İN KAPSAYICILIĞININ VE ETKİSİNİN KAYNAKLARI
TİP, 27 Mayıs darbesiyle ortaya çıkan burjuvazinin siyasi iktidar krizinin ortaya koyduğu “eski yöntemlerle yönetememe” tıkanışının açtığı olanaklar ortamında, yalnızca aydınların değil, geniş işçi ve köylü kitlelerinin de ilgisi ile karşılandı. Yeni ve değişik bir dil, burjuva partiler tarafından kullanılmayan propaganda temaları, sözcülerinin yetenekleri (M. Ali Aybar, Çetin Altan, Yaşar Kemal gibi güçlü hatiplerin radyo konuşmaları), işçilerin ve emekçilerin özellikle uyanık kesimleri üzerinde etkili oldu.
Ne var ki, bütün bunlar, TİP’in görünüş özellikleriydi ve yarattığı etkiye paralel bir örgütlenmeyi gerçekleştirmekte yetersiz kalan TİP, bu etkiyi yalnızca parlamenter mücadele yollarında bir oy deposu yaratmak için kullanabildi.
TİP’in, artan bir sempatiyle karşılanması ve kitle tabanını genişletmesi, iki farklı müdahaleyle karşılandı.
1962’de, Seyfi Demirsoy başkanlığında, TÜRK-İŞ’in içinde yer alacağı bir “Çalışanlar Partisi” girişimi ortaya çıktı. TİP’in işçiler arasında artan oranda taraftar bulması ve sendika bürokrasisi arasından yönetici kadrosuna dâhil ettiği sendikacıların etkisi, özellikle Amerika’nın kontrolündeki “Hür Sendikacılık” akımının ilgisini çekiyordu. Aybar, TİP’in ilk kuruluş çalışmalarından itibaren, Amerikan Yardım Teşkilatı’nda görevli ve sendikacılar arasında “Faik Bey” diye bilinen ve çok iyi Türkçe konuşan bir Amerikalının TİP çalışmalarını yakından izlediğini anlatıyor. TİP’in kurulması ve gelişmesi, doğrudan doğruya Seyfi Demirsoy’un kişiliğinde temsil edilen ve Amerika’nın kontrolünde bütün dünyada faaliyet gösteren “Hür Sendikacılık” akımı eliyle yeni bir partileşme fikrini doğurdu. “Çalışanlar Partisi” girişimi, Seyfi Demirsoy’un başını çektiği bir çalışma olarak başladı ve TİP’e karşı, YÖN dergisi yazarları tarafından da desteklendi. “Çalışanlar Partisi” hiçbir zaman gerçekleşemedi; ama TİP’e olan eğilimi bir süre için frenleme görevi yaptı ve “sol aydınlar” arasında bir bölünmenin ilk işaretlerini verdi.
Diğer yandan, TİP’in hemen her toplantısı, gerici-faşist grupların saldırısına uğruyor, binaları taşlanıyor ve üyeleri dövülüyordu. TİP’e karşı şiddet kullanılması, TİP üyesi gençlik kesimi arasında radikal mücadele yöntemleri hakkında, bir tartışmanın başlamasına yol açması ve sonraki gelişmelerde bir karşı şiddet eğiliminin doğması bakımından etkili olmuştur.
TİP’in gençlik tabanının genişlemesi 1965’ten sonra artarak ilerlemiş, 1968’e kadar sürmüştür.
Üretici köylülük ve Kürt halkı arasında da, TİP’e yöneliş önemli boyutlardaydı. TİP, bir dizi “Doğu Mitingi” düzenledi. Bu mitinglerde, gerçi, o güne kadar Kürt halkına burjuva partiler tarafından götürülen bütün vaatler tekrarlanıyor ve farklı bir şey söylenmiyordu; ama TİP, propagandasında sıkça ve vurgulayarak, ırgatların, marabaların, ortakçıların çıkarını gözettiğini ileri sürüyor ve “ağaların, beylerin saltanatına” karşı olduğunu söylüyordu. Klasik “Doğunun kalkınması” temasına getirilen bu boyut, Kürt halkı arasında mevcut olan devrimci bir potansiyeli açığa çıkarması, sergilemesi ve özel tarzda ele alınması gereğine dikkat çekmesi bakımından önemliydi. Fakat TİP’in Kürt sorunu konusundaki tutumunun, esası bakımından, sistem sınırları içinde kalan ve bu sistemi güçlendiren yapısı dolayısıyla, açığa çıkardığı potansiyelin gerçek ihtiyaçlarına cevap vermesi imkanı yoktu. Kürt sorunu, TİP tarafından bir “Bölge Kalkınması” sorunu olarak konuluyordu ve bu soruna, “ulusal menfaatlerimize en uygun, en insanca çözüm yollarını bulmak”, “ihmal edilmeyecek bir vatan vazifesi” olarak nitelendiriliyordu. Aybar, Doğu mitinglerinde, baskıların kaldırılması, ayrıcalıklı işlemlerin son bulması için taleplerde bulunulduğunu ve asıl sorunun “anadili Kürtçe ve Arapça olan yurttaşlara, anayasal özgürlüklerin tümünün verilmesi” olduğunu söylüyor. (Bkz: Aybar, age. C. 3. s. 64-65) “Ulusal menfaatlerimize en uygun çözüm”, “ihmal edilmeyecek vatan vazifesi”, “Anayasal özgürlüklerin tümünün verilmesi” gibi terim ve kavramlar, TİP’in Kürt politikasının özünü göstermeye yeterlidir. Her şeyden önce, sorun, bütün sömürü ve baskıyı bizzat kendi hayatı olarak yaşayan Kürt halkı açısından değil, Türk ulusunun ulusal menfaatleri açısından çözülmek üzere ele alınıyordu. Kürt ulusunun kendine özgü ve Türk ulusunun menfaatleriyle uyuşmayan menfaatleri olabileceği akla bile getirilmiyordu. Kaldı ki, bütün bunlar düşünülmüş olsa bile, sorunun çözümü, gene de “Anayasal özgürlükler” sınırına hapsedilmiş durumdaydı.

ANAYASA VE SOSYALİZM TARTIŞMALARI
1961 Anayasası’nın, bütün Türk aydınları ve siyasal partileri için anlamı, mümkün olan geniş demokratik düzeni sağlayacak olan belge olmasıydı. Yeter ki, “eksiksiz” olarak uygulansın. Diğer yandan, başlıca egemen sınıf partileri ve siyasi temsilcileri de, 1961 Anayasası’nın, ülke koşullarına “bol geldiğini”, değiştirilmesi gerektiğini ileri sürüyordu. 1967’de, anayasanın içeriğine ilişkin ilginç bir tartışmada, bir uçta dönemin Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay, Adalet Partisi ve diğer burjuva partiler bulunuyordu; diğer uçta, başta TİP, “sol aydınlar”, CHP’nin bir kesimi bulunuyordu.
Cevdet Sunay, tartışmanın bütün özetini şu sözlerle aktarıyordu:
“Türkiye Cumhuriyeti Anayasası, sosyalizme kapalıdır. Anayasada sosyalizm kelimesi yoktur. Sosyal kelimesi vardır. Fakata bu sosyalizm değildir, yani sosyalizmi ifade etmez.”
Gazetecilerin TİP’li milletvekillerinin durumu hakkındaki sorusuna karşılık olarak da, bugün DEP’li milletvekillerinin durumu hakkındaki görüşleri hatırlatan bir cevap veriyordu: “Adamlar girmişler Meclis’e, ne yapalım, atalım mı yani? Şimdilik bu meseleyi karıştırma!” “Şimdilik” ertelenen mesele hakkında, Cevdet Sunay’ın ve diğer askeri ve siyasi çevrelerin bir çözüm yoluna sahip oldukları, bunun da gerektiğinde Meclis’i ve siyasi partileri kapatan bir darbe olacağı, gelişmenin sonraki aşamalarında görülecekti.
Tartışma, Anayasa Mahkemesi’nin, “kanun yolundan iktidara gelmek ve devletin temel nizamını değiştirmemek koşuluyla”, Anayasa’nın sosyalizme açık olduğu yolundaki kararına rağmen sürüp gitti. Ecevit, “Sayın Cumhurbaşkanımızın şu anda ziyaret etmekte olduğu İngiltere, demokratik sosyalizmle yönetilmektedir” diyerek, anayasanın böyle bir sosyalizme kapalı olamayacağını savunuyordu.
Mehmet Ali Aybar ise, bir gazeteye verdiği demeçte: “Emekçi halk kitlelerinin örgütlenmiş bir siyasi güç olarak serbestçe faaliyette bulunmasına izin vermeyen anayasalar, faşist nitelikte olanlardır. Bizim anayasamız ise, halktan, emekten yana olan bir anayasadır.” diyordu. (Akşam Gazetesi, 6.11.1967)
Anayasanın bu biçimde nitelenmesi, yalnızca devletin temel yasaları hakkındaki değerlendirme bakımından değil, başlıca amaç olarak formüle edilen sosyalizmin de nitelikleri hakkında bir açıklama özelliği taşıyordu. Ecevit, “İngiliz sosyalizmi”ni örnek gösterirken, bazı TİP sözcüleri de, “İsveç tipi sosyalizm” gibi örneklerle, kendi sosyalizmleri ile anayasa arasında ilişki kurarak, kendilerini savunuyorlardı.
Gerçekten, TİP, gerek bütün sosyal ve ekonomik hedefler gerekse siyasi mücadele biçimi olarak yalnızca parlamentarizme ağırlık veren örgütlenme ve etkinlik yolu bakımından, Avrupa sosyal demokrat partilerinin bir izdüşümünden başka bir şey değildi. Sosyalizm denilince, 1961 Anayasası’nın “tam ve eksiksiz olarak uygulanmasının yeteceğini düşünüyor ve propaganda ediyordu.
Anayasa, dönemin bütün sol çevrelerinin etrafında birleştikleri bir “asgari müşterek” görevi görüyordu. Bu noktada, TİP’le diğer solcu çevreler arasında herhangi bir fark ve ayrılık yoktu.
Fakat YÖN ile TİP arasında, bugünden bakılınca oldukça abartılmış görünen ve görünüşteki tartışma öğelerinin altında başka ayrımların bulunması gerektiği duygusunu uyandıran bir tartışma vardır.
YÖN çevresi, TİP’i, Türkiye’nin içinde bulunduğu gelişme aşamasını hesap etmeyerek “işçi sınıfının öncülüğü” kavramını ortaya atmaktan dolayı eleştiriyordu. Ona göre, İkinci Milli Kurtuluş Savaşı’nı, sosyalist bir mücadele olarak ilan etmek, antiemperyalist mücadeleye zarar veriyordu ve millici güçler arasında bölünmeye yol açıyordu. Bu yüzden, işçi sınıfının öncülüğünden ve sosyalizmden söz etmek, mücadelenin içinde bulunulan aşamasında yanlıştı. Doğan Avcıoğlu, TİP’in işçi sınıfından söz etmesini, “dogmatik bir tavır” olarak nitelendiriyor ve “aydınların, gençliği ve statükoya karşı olan diğer kuvvetlerin, sosyalist hareketteki gücünü küçümsemeye” yol açtığı için eleştiriyordu. Aynı Avcıoğlu, TİP’in programının, “İngiliz İşçi Partisi’nin ve Fransız Sosyalist Partisi’nin programlarından bir hayli geride” olmakla da eleştiriyordu.
Görüldüğü gibi, anayasa temelinde sağlanmış olan .”geniş cephe”, gene anayasa tarafından belirlenmiş sınırlar içinde bir bölünmeyi de içinde taşıyordu. TİP’in, gerçekte işçi sınıfı öncülüğü kavramından anladığı, partinin yönetim kademelerindeki kadroların yarısının işçi kökenli olması noktasında bile korkak ve çekingen davranmasına yol açacak kadar geriydi. Sosyalizm denilince de, Avcıoğlu’nun haklı olarak belirttiği gibi, Avrupalı sosyal demokratların bile gerisine kalan bir reformculuktan ötesi görülmüyordu.
Fakat bütün bu doğrular, Avcıoğlu’nun TİP karşısındaki durumunu aydınlatmaya yetmiyor. Çünkü Avcıoğlu, TİP’i hem sosyalizmden ve işçi sınıfı öncülüğünden bahsetmesini eleştirdiğinde sağdan, hem de, geri bir reformculuğu savunduğu, İngiliz ve Fransız sosyalist partilerinin programlarından da geride kaldığı için, soldan eleştiriyordu.
YÖN’ün, bütün bu eleştirilerden sonra yaptığı ise, seçimlerde CHP’nin desteklenmesi için çağrıda bulunmak oluyordu.

SONUN BAŞLANGICI: 1968
TİP, 1965’te yapılan genel seçimlerde, Türkiye politik gündemini altüst eden bir başarı göstererek, 15 milletvekilliği kazanmıştı. Özellikle, Türkiye Kürdistanı’ndan, kırsal bölgelerden ve belli başlı işçi merkezlerinden aldığı oyların yüksekliği dikkat çekiciydi. Bunun yanı sıra, Ankara’da, küçük memurların, subayların ve aydınların oturduğu semtlerde, oy oranı yüksekti. Ankara ve İstanbul gecekondularından ise, beklenenin aksine, oldukça düşük oranda oy toplayabilmişti. Özellikle kentlerde, aydınlar arasında bir akım olarak tıkanıp kalmış ve işçilerin de ancak sendika bürokratları aracılığıyla ve onlarla sınırlı kalarak temsil edildiği bir “sosyalist” parti olmak, dönemin yükselen muhalefetini kucaklayacak bir program ve taktik anlayışından da uzak olmak, TİP’in etkisini, gittikçe gerileyen çizgiye sokmuştu. Bir başka deyişle, TİP, tam anlamıyla, yükselen mücadelenin gerisinde kalıyor, üstelik bu mücadeleyi de kendi bulunduğu çizgiye çekmek için çaba gösteriyordu.
TİP, o dönemde, işçi sınıfının büyük bir gelişme göstererek grevler, fabrika işgalleri ve sokak çatışmaları biçimini almış olan mücadelesini sendikal sınırlar içinde ve geri mücadele biçimlerinin sınırına kapatmaya çalışırken, gençlik hareketinin de tam olarak karşısında yer alıyordu. Gençliğin anti-emperyalist mücadelesini, sosyalist bir mücadele olmamakla eleştirirken, sözde onun “sol”unda duruyor, ama kitlesel boykotlar, İşgaller ve sokak gösterilerini de, “maceracılık” olarak damgalayarak, sağcı parlamentarizm yolunu gösteriyordu.
TİP’in bu tavrının temellerini, Genel Başkan Aybar’ın ve TİP’e o dönemde egemen olan çevrelerin “sınıf mücadelesi” kavramına yükledikleri anlamda bulabiliriz.
Aybar, TİP’i sınıf mücadelesini kışkırtmakla suçlayan Demirel’e verdiği cevapta şunları söylüyordu:
“Demirel, sınıf kavgasını önlemek istiyorsa, petrolü kamulaştırsın, imtiyazları geri alsın, topraksız köylüleri toprağa kavuştursun, vergiyi zenginden çok alsın, yoksuldan hiç almasın, işsizliğe çare bulsun, ve işsizlik sigortası getirsin. Kısacası anayasayı eksiksiz, tastamam, yani ekonomik bakımdan güçsüz olan vatandaşlardan yana uygulasın. Bu ve bu gibi reformlar yapılmazsa, sınıf kavgasını önlemek sözlerinin altında yatan amaç, bugünkü bozuk düzeni ayakta tutmaktır.” (Aybar, age. C. 1, s. 251)
Sınıf mücadelesini, doğrudan doğruya sınıfların varlığından, özellikle de burjuvazi ve proletarya gibi, tarihi bakımdan iki temel sınıf olarak kapitalizm koşullarında varlık bulmuş karşıt sınıfların her türden koşul altındaki varlığından doğduğunu görmezlikten gelen bu tutumun, sosyalist bakış açısıyla en küçük bir ilişkisi yoktur. Sınıf mücadelesinin önlenmesi, kapitalizm altında gerçekleştirilecek reformlar aracılığıyla değil, doğrudan doğruya, son sosyal sınıf olan işçi sınıfının devrimiyle gerçekleşebilecek ve tarihi bakımdan da, görece uzun bir dönemi kapsayacak bir gelişme olacaktır. Oysa Aybar, sınıf mücadelesinin ortadan kaldırılmasının, burjuvazinin başlıca temsilcilerinden birinin, Demirel’in yapacağı reformlarla bile mümkün olabileceğini açıklamaktadır. Eğer vergiler adil alınırsa, işsizlik sigortası kurulursa, köylüler topraklanırsa, Türkiye’de sınıf mücadelesi de duracaktır! Bu açıdan, örneğin, “vergilerin adil olarak alındığı”, topraksız köylülerin bulunmadığı, işsizlik sigortasının uygulandığı, İngiltere, İsveç gibi ülkelerde, sınıf mücadelesi yoktu!
Sınıf mücadelesinin nedenlerini ve amaçlarını bunlarla sınırlı gören bir anlayışın, işçilerin ve öğrencilerin geniş çaplı ve militan mücadelesini kapsaması, onlara daha ileri hedefler göstererek, örgütlenme ve mücadele biçimlerini geliştirmelerinde öncülük yapması elbette mümkün değildi.
Mehmet Ali Aybar, özellikle öğrenci gençliğin TİP’ten kopmaya başlamasını, “TİP’te sonun başlangıcı” olarak değerlendiriyor ve bunun nedenlerini de bugün de anlamamış olarak görünüyor. “1968’in,TİP için sonun başlangıcı olabileceğini kim tahmin edebilirdi? Parti kök salmıştı. 1965 seçimlerinde partinin oy oranı artmıştı. Köylere gittiğimizde yakınlık görüyorduk. Köylüsü, işçisi ile emekçilerin bize ısındığı görülüyordu… Gençler arasında bile. Orta Doğu Üniversitesi’nden, aralarında Sinan Cemgil’in de bulunduğu bir grup bizim eve gelmiş, partiye nasıl yardımcı olabileceklerini sormuştu. Partinin temel görüşünü anlatmış, ayrıntılar için gençlik işleri sorumlusu Sadun Aren’e başvurmalarını söylemiştim. Marksizm-Leninizm üzerine, şimdi ayrıntılarını hatırlayamadığım tatlı bir söyleşi olmuştu… Amerikan elçisi Commer’in arabası yakıldıktan sonra da, gene ODTÜ’lü bir grup öğrenci Partiye gelerek kendilerine avukat konusunda yardımcı olmamı istemişlerdi. Partili avukat arkadaşlara rica edeceğimi söyledikten sonra, ‘ben olsam arabayı yakmaz, rektörle yemek yerken, Commer’e: ‘Siz bizim davetlimiz değilsiniz, bir elçinin davetsiz misafir olamayacağını elbette takdir edersiniz derdim’ dedim. Ama olan olmuştu. Gençler arabayı yakmanın daha vurgulayıcı olduğunu söylediler.” (Aybar, age. C. 3, s. 9-10)
Gençlik önderleriyle TİP önderliği arasındaki ayrım, Aybar’ın sözünü ettiği kadar basit bir yöntem ya da, bir taktik farklılığı değildi. TİP ve halk muhalefeti, esas olarak düzen içinde kalmak ve düzenin bütün kurumlarından kopmak noktasında birbiriyle karşı karşıya gelmişti. Gençler, eğer Commer’in arabasını yakmayıp da, onu Aybar’ın düşündüğü biçimde protesto etselerdi, bu kez Aybar, onları daha nazik olmadıkları için eleştirebilirdi.
Gençlik ve işçi hareketinden gittikçe daha geriye düşen Aybar başkanlığındaki TİP içinde, 1968’deki “Çekoslovakya işgali” dolayısıyla yeni ve bütün parti örgütünü derinden sarsan bir tartışma patlak verdi.
M. Ali Aybar, Sovyetler Birliği’nin Çekoslovakya’ya müdahalesini, “bürokrat ve halktan kopmuş bir yönetimin icraatı” olarak değerlendirerek açıkça bu işgale karşı tavır almıştı. Bu konuyu, aynı zamanda NATO’ya karşı çıkışının bir örneği olarak da kullanarak, Amerika ile SSCB’nin başını çektiği blokların, azgelişmiş blok üyeleri için aynı derecede tehlike teşkil ettiğini söylüyordu. “Çekoslovakya olayları, askeri blokların küçük üyeleri için, asıl tehlikenin blok lideri durumunda bulunan güçlü müttefiklerden geldiğini ve gerçekten küçük devletler bağımsızlıklarını, bu bloklara girdikleri anda kaybettiklerini, çırılçıplak ortaya koymuştur.”
Aybar, Sovyetler Birliği’ndeki geriye dönüş, bürokratizm ve emperyalizmle aynı alanda rekabete giriş eğilimlerinin sonuçlarını, ABD ve NATO’yla kıyaslayarak görüşlerini açıklarken, parti içindeki SSCB-KP yanlısı ya da doğrudan doğruya TKP tarafından yönlendirilen unsurların büyük muhalefeti ile karşılaştı.
Bu tartışma ve muhalefet, diğer yandan TİP’in sosyal hareket süreçlerinin ve muhalefet akımlarının dışına düşmesi ve onların gerisinde kalmasıyla birleşince, partide bir bölünme ve dağılma havası doğdu.
Aybar, gerek politik ve ideolojik görüşleri bakımından, gerekse parti içinde geniş bir biçimde tartışılan önderlik nitelikleriyle, bu bölünme ve dağılma havasını giderecek bir etki göstermeyince, bazı etkili adların partiden ayrılması ve yönetimde değişiklik yapılması zorunluluğuyla karşı karşıya gelindi.

* * *
TİP’in Mehmet Ali Aybar döneminden sonraki gelişmelerini ve siyasi ve ideolojik içeriğini, yazımızın gelecek sayımızda yayınlanacak olan ikinci bölümünde ele alacağız.

Aralık 1993

1908 devriminin sosyal içeriği

3 Temmuz 1908’de ittihat ve Terakki gizli örgütü’nün bir darbesiyle II. Meşrutiyet ilan edildi. II. Meşrutiyet, darbeye önderlik eden Jön Türklerin etkisi altında oldukları Fransız Devrimi’nin sloganlarının gerçekleştiği bir hareket olarak propaganda edildi. Oysa bir başka deyişle “Hürriyetin ilanı” olarak da adlandırılan 1908 devrimi, Jön Türklerin feodal mutlakıyetçi saray yönetimini devirme konusunda çekingenlik göstererek, feodalizmin içinde yeşeren kapitalist dinamiklerin gelişmesi için uygun koşullan oluşturacak siyasal kanalları sonuna kadar açma gereksinimi duymadan bazı reformlarla yetinmeyi tercih etmeleri ve feodalizmin kırdaki en önemli dayanağı olan feodal toprak mülkiyetini dağıtmaya teşebbüs etmemeleri yüzünden tamamlanamamıştır.
Oldukça değişik ve karmaşık boyutları olan 1908 devriminin, hangi sosyal, siyasal ve ekonomik zeminde doğduğu sorusuna değişik cephelerden yanıt veren birçok yapıt yazılmıştır. Burada, bu tarihsel sürecin bir dergi yazısının kapsamı içinde bütün yönleriyle incelenmesi mümkün olmadığı için, resmi tarih perspektifiyle ve bu yüzden işçi sınıfının bugünkü mücadelesine tarihsel dayanaklar göstererek katkı sağlayacak olan verilere ulaşmayı zorlaştırarak yazılmış kitaplarda dağınık ve önemsenmeden geçilen unsurlar halinde bulunan işçi sınıf eylemleri, Anadolu’daki isyanlar, kadın eylemleri gibi 1908’i hazırlayan sosyal olayların hatırlanmasıyla yetinilecektir. Meşrutiyeti, görünürdeki haliyle bir aydın-asker-sivil zümre eylemi olarak tanımlamak mümkündür. Bu çerçevede, yurtdışında ve yurtiçinde verdikleri mücadele nedeniyle popüler duruma gelmiş olan ve resmi tarih anlayışının da özel bir katkıyla bu popülerleşmeyi kışkırtarak öne çıkardığı ittihat ve Terakki’nin aydın kadrolarının çabaları teslim edilmelidir. Ancak, bu, tarihin tümüyle kavranmasına yetmeyecektir. Bu görünüşün ardında yatan derin sınıf çatışmalarını ve kitlelerin eylemlerini görmeksizin, bu sosyal harekete zemin hazırlayan dinamikleri kavramak mümkün olmayacaktır. Çünkü Jön Türk hareketi, bir avuç tıbbiyeli öğrencinin kurduğu ve sonradan gelişip genişleyen ittihat ve Terakki Cemiyeti mensuplarının birlikte ve tek tek yaptıkları propaganda ve örgütlenme faaliyetinin yanı sıra Jön Türklerin odaklandığı imparatorluk merkezlerinden, o zamanki iletişim ve ulaşım olanaklarıyla düşünüldüğünde, çok uzakta gelişen münferit halk isyanlarının, İstanbul’da tersane grevleriyle başlayan işçi eylemlerinin, ulusal hareketlerin, Sivas’ta, Erzurum’da, İstanbul’da ortaya çıkan kadın eylemlerinin hazırladığı bir sosyal zeminin ürünüdür. Ve bu eylemler, modern Türkiye’nin sınıf ilişkilerinin; çelişki ve çatışmaların embriyon halinde göründüğü ilk eylemlerdir.
Osmanlı İmparatorluğu’nun Balkanlar’dan Musul ve Kerkük’e; güneydeki Arap halklarının yaşadığı topraklardan Kafkasya’ya kadar olan sınırları içinde, Tanzimat dönemiyle başlayan, 1908’de Meşrutiyet’in ilanıyla doruğa çıkan Jön Türk hareketi, padişahla karakterize olan merkezi feodal, mutlakıyet rejimine muhalefet eden bütün sosyal sınıf ve tabakaları harekete geçiren bir sosyal hareketti.
Harekete katılanlar, siyasal beklentilerinin padişahlık rejimine dokunulmaksızın karşılanabileceğini ummak gibi bir safdilliğe kapılmış olsalar da, onların sübjektif niyetlerinden bağımsız olarak bu hareket; özünde, ulusal burjuvazinin gelişmesinin koşullarını oluşturmaya çalışan anti-feodal bir hareketti.
Hemen hepsi, saltanatın korunmasını, ancak, padişahın yetkilerinin yasalarla sınırlanmasını, seçilmiş temsilcilerden oluşan bir meclis aracılığıyla sarayın denetim altına alınmasını savunan birkaç meşrutiyetçi, örgütün içinde, değişik sosyal sınıf ve katmanların çıkar ve beklentilerini kendi hedefleri doğrultusunda kanalize etmişler ve bu bakımdan ittihat ve Terakki örgütü döneme damgasını basmıştır.
İttihat ve Terakki örgütü, homojen bir örgüt değildir ve bünyesinde, geniş bir yelpaze içinde, sarayın çok yakınlarında bulunan hoşnutsuz bürokratların, ordu mensuplarının, aydınların, esnaf ve eşrafın, zanaatkârların ve tüccarların, kozmopolit Osmanlı İmparatorluğu’nda gelişmekte olan milliyetçi eğilimlerin temsilcilerini barındırmıştır. Değişik sınıf ve katmanların çıkarlarını yansıtan ideolojik ayrılıklar yüzünden keskinleşen çelişkilerin, aynı örgüt çatısı altında barınmasının olanak dışı görülmesinden dolayı kimi zaman bölünen, kimi zaman da çevresinde küçük ve etkisi az bazı örgütlenmelerin doğmasına, neden olan İttihat ve Terakki örgütü, bu heterojen yapısına karşın bütün bu sosyal katmanların özlemlerini, o dönem palazlanmakta olan ticaret burjuvazisinin siyasal hedeflerine kanalize etmiş, bu istemlerin kendisinde cisimleştiği, denebilir ki; tek irade olmuştur.
Bu kapsayıcılığına karşın, İttihat ve Terakki’nin önemli bir parçası olduğu Jön Türk hareketinin siyasal çıkışına güç veren ve bir hoşnutsuzluğun ifadesi olduğu için onu meşrulaştıran, ama hiçbir zaman bu hareketin önemli ve etkili bir bileşeni olamayan, kendiliğinden parlayıp sönen Anadolu’daki köylü isyanlarını; ülkede kurulu az sayıdaki fabrika ve atölyelerde birbiri ardına patlak veren işçi grevlerini, “Osmanlı kadınlarının hak arayışları”nı siyasal olarak kapsayamadığı için, 1908 devrimi, bir halk devrimi olma özelliğinden yoksun kalmıştır.
Jön Türkler, saltanatı yıkmayı hiçbir zaman düşünmediler. Bu nedenle, büyük bir destekle iktidara gelmiş olmalarına karşın, doğrudan iktidar talebinde bulunmayarak; işlevlerini, gerçekleştirilmesini padişahtan bekledikleri reformları bir meclis aracılığıyla denetlemekle, Abdülhamit’in yetkilerini kısıtlamakla sınırladılar. İktidarla ilgili en radikal talepleri, padişahın değişmesiydi. Ancak bunu, dayanağını halktan almayan komplocu yöntemlerle gerçekleştirmeye çalıştılar. Bu yüzden, zaman zaman Abdülhamit’e karşı düzenlenen suikastlar ve saray darbeleri hem hedefine ulaşamadı, hem de sömürüldüklerinin farkına varan ama başlarına gelen bütün kötü şeylerin, İstanbul’da oturan Abdülhamit’in denetimi dışına çıkmış saray memurları, yerel idareler ve valiler yüzünden olduğunu düşünen ve bu yüzden saraya telgraf üstüne telgraf çekerek bağlılıklarını iletip memurların ve valilerin değiştirilmesini isteyen Anadolu halkının artmakta olan muhalefeti için bir önem taşımadı. Ne var ki, Jön Türk hareketinin kendi siyasal ufku kapsamında başarıya ulaşmasında, bütün imparatorluk sınırları içinde yakıcı hale gelmiş olan hoşnutsuzluğun ve muhalefet dalgasının önemli bir payı oldu. Nesnel olarak çürümekte ve çökmekte olan feodal mutlakıyetçi rejim, üretici güçlerin gelişmesinin önünde engel olmaya başlamış ve bir an önce kaldırıp atılması gereken bir statüko haline gelmişti. Devrime önderlik eden ticaret burjuvazisi ve aydınların yanı sıra, saray ve saraya çok yakın bürokratlar dışındaki diğer bütün halk kesimleri de kendi sezgileriyle bu durumu kavramışlar, kendiliğinden gelişen patlamalar, ayaklanmalar ve grevlerle mevcut devlet erkini zorlamaya başlamışlardı. 1908 devrimine katılan bütün güçlerin beklentileri, ufukta görünen devrimin ve iktidara yaklaşan İttihat ve Terakki Örgütü’nün bunları karşılayıp karşılayamayacağı sorunundan bağımsız olarak bu devrimci dalganın aktığı yöne kanalize edilmişti. Jön Türkler, Anadolu’dan, Balkanlar’dan, Trakya’dan ve Arap bölgelerinden gelen bu muhalefet selini kendi akışları içine alıp erittiler. Devrimin, İttihat ve Terakki Örgütü’nün programının gösterdiği sınırlardan daha uzağa taşınmasını hedefleyen kesim ve örgütlerin de olmasına karşın, içinde bulunulan sosyal ve ideolojik koşullarda, zaman zaman şiddete başvurma aşamasına gelseler de; eylemlerin kendiliğinden karakteri yüzünden saltanata yönelik radikal bir eleştiri yapabilme kapasitesine ulaşamayan halk kitleleri, bu güdük burjuva devrimini daha ileriye taşıyacak bir enerjiye ve perspektife sahip olamadılar.
Tefeci-ticaret burjuvazisinin çıkarlarını temsil eden Jön Türkler, esasında, eylemlerinin muhtevası bakımından kendi politik hareketlerini destekleyen bu sınıf ve katmanları, radikalleştikleri noktalarda ketlediler. İktidara geldiklerinde de, daha önce bulundukları hiçbir vaadi yerine getirmedikleri gibi özgürlük sloganıyla ayaklanan kitleleri yarı yolda bırakarak onların üzerinde baskı ve zorbalık uyguladılar.
Örneğin, o dönem henüz bağımsız bir sınıf karakterinden yoksun olan gizli “Osmanlı Amele Cemiyeti”ne gelinceye dek hiçbir örgütle tanışmamış olan, ancak ekonomik talepleri için mücadele etmeye başlayan işçi sınıfı, Jön Türkler tarafından görmezlikten gelinmiş, hazırlanan bazı bildirilerde “ameleler”e de toparlayıcı çağrılar yapılmış olunmasına karşın bu sınıfın istemlerine kulak verilmemiştir. Meşrutiyetin ilanından sonra çıkarılan Tatil-i Eşgal Kanunu’yla bütün grevler ve işçi örgütlenmeleri yasaklanmış, toplantı yapma özgürlüğüne sınırlar getirilmiştir.
Öte yandan, Osmanlı topraklarında cereyan eden özgürlükçü hareketin en önemli dinamiğini oluşturan milliyetçi eğilimler; Balkanlar’da, Arap topraklarında ve doğuda yaşayan Ermeniler arasında gelişen ulusal devletler halinde örgütlenme isteği, Jön Türkler tarafından çoğunlukla düşmanlıkla karşılanmış, kendi kaderlerini kendileri tayin etmek isteyen ulusların imparatorluktan ayrılma isteğine karşın, bu ulusların Osmanlı çatısı altında tutulması için uğraşılmıştır.

OSMANLI İMPARATORLUĞU’NDA DEVRİMİ HAZIRLAYAN EKONOMİK VE SOSYAL KOŞULLAR

Avrupa’da burjuvazinin, feodal siyasi kurumları, kapitalist üretim ilişkilerinin ortaya çıkmasına bağlı olarak tasfiye etmesi daha önce gerçekleşmiş olmasına karşın Osmanlı imparatorluğumda bu çelişki daha geç bir dönemde ortaya çıkarak bir sorun haline geldi. Bir tarım ülkesi olan Osmanlı İmparatorluğu’nda, 19. yüzyıla gelindiğinde, tarım arazilerinin üçte ikisi, imparatorluk memurları olan mültezimlerin elindedir. Mültezimler, tarım ürünlerinin büyük bir kısmına el koydukları gibi, bu topraklarda çalışan köylülerin üzerinde de her türlü hakka sahiptiler. Toprak ağalarına ait olan tarım arazilerinde çalışan köylüler ise ürünlerinin ağanın el koyduğu bölümü dışında ayrıca devlete aşar vergisi ödemektedirler. Bu vergiler devletin mali ihtiyaçları arttıkça, ekonomik olarak dar boğaza girildikçe arttırılıyor; başka başka adlar taşıyan yeni vergilerin yürürlüğe sokulmasıyla da köylülerin yaşam şartlarının gittikçe kötüleşmesine yol açıyordu. İmparatorluk bütçesinin en büyük gelir kalemini, dolaylı dolaysız olarak toplanan bu vergiler oluşturmaktaydı.
Kanuni Sultan Süleyman zamanından beri uygulanan ve yabancı ülkelere imparatorluk sınırları içinde ekonomik ayrıcalıklar tanınması anlamına gelen kapitülasyonlar, emperyalizmin Osmanlı İmparatorluğu’nu boyunduruk altına almasını kolaylaştırmıştı. Tarımsal üretim, yabancı sermayenin boyunduruğu altına girmiş yerli ekonomi, yabancı ürünlerin rekabetine dayanamaz hale gelmişti.
Kapitalist ülkelerde üretilen ticari mallar ülkenin dört bir yanındaki pazarlara dağılıyor, sarayın çıkardığı yasalarla emperyalistlerin her türlü ekonomik yatırımlarına olanak tanınırken pazardaki makine ürünü bol miktardaki metalarla rekabete dayanamayan küçük üretime dayalı yerli sanayi çözülüyordu.
“Saray adamlarının, devletin üst basamaklarına tünemiş paşaların, batı emperyalistlerinden komisyonlar alarak imtiyazlar verdikleri olağan işlerdendi. Mesela, bir nazırın, yabancı bir silah fabrikasının komisyoncusu ile işbirliği ettiği ve satın alınan her mavzer başına bir kuruş aldığı görülmüştür. Böylece Avrupa kapitalizminin ajanlarıyla rüşvetçi devlet adamlarını içinde toplayan bir sınıf meydana gelmişti. Bu sınıf, sermayesini emlak üzerine kapatan rantiye bir sınıftır” (Hüseyin Avni Şanda, Türkiye’de, 54 Yıl Önceki İşçi Hareketleri, Evren Yayınları, 1962, s.7)
Saray çevresinde kümelenmiş bu bürokratik kast, emperyalist pazar kavgasında, bazılarına ayrıcalıkların sağlanması karşılığında aldıkları komisyonlarla semirmişler ve ulusal ekonominin gelişmesinin önüne yasal barikatlar dikmişlerdi.
Tüketim mallarının tamamına yakın bir bölümü Avrupa’dan ithal ediliyordu. Kumaş, hırdavat, iş araç gereçleri, kimyasal ürünler, zırhlı gemiler ve matbaa malzemeleri yurtdışından alınıyordu. Bir zamanlar dokumacılık sektöründe önde olan Osmanlı imparatorluğu, emperyalist yayılmacılık yüzünden küçük üretimin zafiyet geçirmesi nedeniyle önemli bir maddi kaynaktan yoksun duruma düşmüştü.
İngiliz, Fransız, Rus ve Alman emperyalistlerinin gözlerini üstüne diktiği imparatorluk topraklarında yerli bir sanayinin gelişmesine, neredeyse izin verilmiyordu. Ülkede üretilen malların dolaşımı için uygulanan iç gümrük vergileri göze alınamayacak kadar yüksek ve yabancı mallarla rekabeti zayıflatacak ölçüde maliyet arttırıcıydı.
“İstanbul’daki fırıncılar yabancı unu yerli una göre daha ucuza satın alıyorlardı. Çünkü başkent değirmencileri aldıkları her çuval buğdaya iç gümrük vergisi ödemek zorundaydılar” (Y. A. Petrosyan, Sovyet Gözüyle Jön Türkler-sf. 22)
Aynı şekilde, yerli posta idaresine verildiğinde İstanbul’daki iki semt arasındaki mesafeyi birkaç haftada kat eden mektup veya yayınlar, yabancı posta servisleriyle ülkenin bir ucundan bir ucuna daha kısa zamanda ulaşabiliyordu. Gümrük vergileri yabancı sanayi ürünlerinin dolaşımını teşvik ediyor yerli mallara kendi pazarında yer vermiyordu.
Emperyalizmin egemenliği altına girmiş olan feodal iktidar, ülke içinde kapitalizmin gelişmesinin önünde engel oluşturmaktaydı. Emperyalist sermaye ve mal dolaşımının rahat bir trafik akışı içinde en ücra bölgelere dek ulaşabilmesi için karayolları, demiryolları, depo, acente, iskele vs. gibi alt yapıları da emperyalistler tarafından inşa ediliyor ama bu inşa faaliyeti de yeni bir sömürünün konusu haline geliyordu. Her bir kilometre demiryolu inşaatı için güzergâh üzerindeki tarım arazilerinden ve maden ocaklarından kilometre garantisi adı altında özel bir komisyon ücreti talep eden emperyalistler, halkı iliklerine kadar sömürüyor ve imparatorluk kasasının boşalmasına yol açıyorlardı. Yabancı sermaye, bazı tarımsal ürünlerin üretme ve ihracat ayrıcalığını da elde etmişti. 1883’te Fransızlar tarafından kurulan tütün rejisi, tütün üretme ve işletme hakkını kendinde toplayarak Anadolu köylüsünün acımasızca sömürülmesinin araçlarından biri oldu. Emperyalistler sahip oldukları ayrıcalıklar nedeniyle, kendilerine göbek bağıyla bağlanmış durumda olan Osmanlı İmparatorluğu’ndaki feodal ilişkilerin sürüp gitmesinden yanaydılar. Kapitalizm öncesi ilişkilerin korunmasına çalışırken, bir süre sonra elde ettikleri toprak sahibi olma imtiyazı nedeniyle de batı bölgelerinde kurdukları çiftliklerde ücretli tarım işçisi çalıştırır hale geldiler. Ücretli işçi kaynağını; toprak üzerindeki feodal mülkiyet yüzünden ve vergilerle zorlaştırılmış geçim koşullarından dolayı yoksullaşarak savrulmuş ya da o sıralarda çok sık görülen kıtlıklar yüzünden bölgelerinden göç etmek zorunda kalan köylüler ve ellerinde, emek güçleri dışında hiçbir şeyleri kalmamış olan ve yabancıların makine ürünü ucuz mallarıyla rekabet şansını yitirdiği için işliklerini dağıtmak zorunda kalan eski zanaatçılar oluşturuyordu.
Aynı işgücü kaynağını çalıştırmak üzere 19. yüzyılın son yıllarında maden ocaklarını işletme hakkı da yabancılara verildi. Fransızlar ve İngilizler çoktan beri işletilmedikleri için acınacak duruma gelmiş olan birçok ocağı paylaştılar.
Öte yandan durmadan borç alarak belini, doğrultmaya ve açıklarını yamamaya çalışan sultan, Avrupalıların ülke üzerinde kurdukları mali kontrol mekanizmasını güçlendirmekteydi. 1880 yılında kurulan ve İngiliz, Fransız, Alman, İtalyan, Avusturya Macaristan temsilcilerinden ve Osmanlı Bankası’nın temsilcisinden oluşan Düyunu Umumiye’yle, İmparatorluk gelirlerini denetleme yetkisi de emperyalistlere verilmiş oldu. Düyunu Umumiye, devlet gelirlerini ve vergileri toplayacaktı. Tütün ve tuz tekeli, ispirto vergisi, İstanbul’daki balık vergisi gelirleri ve ipek çiftliklerinin ondalık vergisi bu kurumun emrine verildi. Yüzyılın sonlarına doğru Düyunu Umumiye, başlıca imparatorluk gelirlerinin büyük bir çoğunluğunu denetimi altına almıştı bile.
Öte yandan, emperyalizmin ve feodal bürokrasinin müdahaleleriyle gelişmesinin önüne geciktirici engeller çıkarılan kapitalist iç dinamikler, kısmen emperyalist sermayenin dolaşımının ihtiyaçları doğrultusunda yapmak zorunda kalınan bazı girişimler ve sermayenin olağan dolaşım koşulları nedeniyle bir ölçüde gelişmekteydi.
Bu koşullarda gelişmeye başlayan ticaret burjuvazisinin başlıca temelleri, feodal koşullarda üretilen ürünün pazarlanmasının, ihraç edilmesinin ve ithal edilen sanayi mamullerinin Anadolu’ya dağıtılmasının zincirinde bulunuyordu. Ne var ki, bu zincirin başlangıcında komprador nitelikli Rum ve Ermeni ticaret burjuvazisi, finans kaynağında ise çoğunlukla Musevi asıllı tefeciler, bankerler bulunuyordu. Böylece Anadolu tüccarı, pazarladığı ürünün iki ayrı kaynağında bulunan, feodal ağalık kurumuna ve emperyalist metropole bağlanmış durumdaydı. Emperyalistler ülke içindeki acenteleri durumundaki bu Rum ve Ermeni tüccarlar vasıtasıyla sermayenin dolaşımını sağlarken Jön Türk hareketi de, örtük olarak, bölünmemiş ve içinde serbestçe dolaşılabilecek bir pazar talebinin ifadesi olan özgürlük, adalet ve eşitlik sloganıyla imparatorluk içindeki bütün milliyetleri Osmanlı bayrağı altında toplama eğilimindeydi. Ancak, tek tek emperyalist devletler, bir yandan pazarın bölünmesini istemiyorlar, öte yandan kontrol mekanizmasının ele geçirilmesi koşullarında diğer emperyalistlerle olan genel rekabet olanaklarının gelişeceği hesabıyla, milliyetçi eğilimleri desteklemekteydiler. Türk burjuvazisi de sermayenin ülke içindeki dolaşımı sırasında ellerine geçen komisyonlardan zenginleşen ve bu yüzden de dinsel yakınlık bahanesiyle emperyalistler tarafından korunan azınlık uluslardan tüccarlarla çelişki halindeydi. Ancak bu çelişki, 1908 devriminin genel hedefleri içinde bir uzlaşmanın doğmasına engel olmadı. İttihat ve Terakki de, bu uzlaşmayı Meşrutiyet’e kadar denetim halinde tutmaya çalışmıştır.
Emperyalizmin, imparatorluğa yerli endüstriyi sarsarak ve onu çökerterek müdahale etmesinin, iç pazarı tamamen ele geçirmesinin sonuçlarından en çok mağdur olan kesimler arasında bulunan, tefecilikten ve ticaretten edindikleri nakdi, yerli kapitalist işletmeler kurarak sermaye olarak yeniden üretemeyen burjuvazi ile esnaf ve zanaatkârlar, mevcut siyasal koşulların değişmesini istiyorlardı.
Esnaf ve zanaatkârlar, durumlarını düzelteceğini umarak 1864’te “Islahı Sanayi” komisyonunun kurulmasına ön ayak olmuşlar ama bu kuruluş, gelişen sosyal ve ekonomik koşullar içinde talihsiz bir girişim olarak kalmıştı.
“Bu komisyon el sanatlarının, batının fabrika endüstrisi karşısında yaşayamayacağını kavramış, el tezgâhlarının fabrikalaştırılmasını zorunlu bulmuştu. Yerli endüstrinin, batı kapitalizmine karşı durabilmesi için şu dört çareye başvurulması gerektiğini ileri sürmüştü: Gümrük resmini arttırmak; esnaf kümelerini birleştirip şirketler kurmak; sanat okulları açmak; sergiler düzenleyerek halka yerli malları tanıtmak” (Hüseyin Avni Şanda, age., s. 6)
Bu girişimin dışında, İstanbul Ticaret Odası, iç gümrüklerin kaldırılması için Ticaret ve Nafia nezaretlerine başvurmuştu. Dolayısıyla ülkede kapitalizmin gelişmesinin önüne siyasi iktidar tarafından, Avrupa kapitalizminin baskısıyla dikilen engellerin kaldırılması için harekete geçecek sınıfsal dinamikler çoktan oluşmuştu.
Çözülmeyi hızlandırarak devrimci duruma bir biçim verecek ideolojik koşullar da olgunlaşmıştık Osmanlı İmparatorluğu’nda ortaya çıkan özgürlük hareketinin ideolojik esinlenmesini Avrupa’da geçen yüzyılda yaşanan burjuva devrimleri sağlamıştır. Kapitalizmin evrensel ilişkilerinin Osmanlı topraklarına taşınmasını isteyen genç burjuva-aristokrat aydınlar, çok yakından tanık oldukları 1848 Fransız Devrimi ve komün günlerinde edindikleri burjuva düşünceleri ve İtalya’da gelişen milliyetçi fikirleri yurtlarına taşımışlar, bu arada 1905 Rus devriminin düşünsel dalgası da sınırlardan içeri girmiştir. Azınlık uluslara mensup radikal milliyetçi burjuvazinin milli bir devlet olarak örgütlenme istekleri de bu ideolojik ortamın motiflerini oluşturmuştur.
Öte yandan mali ve ekonomik kriz içinde olan sarayın yanı sıra orduda da bir çözülme yaşanmaktadır. Alt rütbeli subay ve erler arasında da muhalefet gelişmekte ve yıllardır orduda tutularak terhis edilmeyen askerler arasında başkaldırılar görülmektedir. İmparatorluğun bağrında gelişen iki yeni sınıf, burjuvazi ve işçi sınıfı için artık mevcut feodal mutlakıyetçi devlet, yeni ilişkilerin kurulmasını geciktiren bir bariyer durumuna düşmüş, nesnel olarak çözülmekte olduğu halde direnen bu politik aygıtın engelleyici etkisinin giderilmesi ihtiyacı doğmuştur.
Bu durumun, gelişmekte olan her iki sınıfın mensuplarına yansıyışı farklıdır.

İŞÇİ SINIFI EYLEMLERİ
Kapitalist ilişkilerin Osmanlı topraklarında ortaya çıkması sırasında, ülke içinde yatırım yapan yabancı sermayenin en çok ihtiyaç duyacağı ücretli emeğin koşullan, 19. yüzyılın ikinci yansından itibaren, çözülmekte olan feodal ilişkilerin içinde çoktan beri oluşmuş durumdaydı. Kentlerde kurulu endüstride kullanılan işgücünün kaynağı daha önce de sözü edildiği gibi, mültezimlerin sömürüsüne ve gelirlerini aşan vergilere dayanamayarak topraktan koparak kente yerleşen emekçilerden ve ekonomik yönden çöken eski küçük üreticilerden oluşuyordu. Ücretli çalışmaya hazır hale gelerek topraktan kopan bu emekçilerin istihdam edilecekleri fabrikalar ve atölyeler, bu tarihlerden itibaren Osmanlı topraklarında görülmeye başlanmıştır. Aslında, maden ocaklarında ve yüzyılın ilk çeyreğinde kurulan atölyelerde, hükümlülerin, erlerin ve köylülerin zorla çalıştırıldıkları bilinmektedir. Ancak, işgücünü bir kapitaliste kendi iradesiyle satmak durumunda olmadıkları, daha çok “angarya” bir iş yaptıkları için, çalışmaları karşılığında bir miktar para alsalar da, bu insanların emeğini, modern kapitalist anlamda ücretli emek kapsamında değerlendirmek mümkün olmayacaktır.
Osmanlı İmparatorluğu’nun bütün bölgeleri atölyelerin ve fabrikaların ortaya çıkması bakımından birbirlerini eş zamanda takip etmezler. Anadolu bu bakımdan oldukça yoksul bir tablo çizerken Rumeli’de ve Balkanlar’da, oldukça erken tarihlerde kapitalist iktisadi işletmeler kurulmuştur. Ücretli emek, istihdam edilmeye başlandığı andan itibaren de işçilerin ekonomik içerikli eylemleri baş göstermiş, işçi sınıfının gelişmemiş dönemlerinde görülen makineleri tahrip etme olayları başlamıştır.
Daha 1835 yılında ki Tanzimat’ın ilan edilmesine dört yıl kalmıştır, devlet eliyle bir feshane atölyesi kurulmuş, İzmit ve İslimiye’de de çuha fabrikaları açılmıştır. Yine İzmit’te Küçükçekmece’ye kadar olan bölgelere irili ufaklı çok sayıda kapitalist işletmeler inşa edilmiştir. Kuşkusuz, devlet eliyle kurulan bu işletmeler, ordunun ve sarayın ihtiyaçlarının karşılanmasını amaçlıyordu ve bu işletmelerin başına Ermenilerin getirilmiş olması da ilginçti. Daha sonraları da yine devlet eliyle kâğıt, porselen, mensucat, aba, çuha, demir ve dokuma atölye ve fabrikaları açılmıştır.
Azınlıklar ve yabancı kapitalistler de Osmanlı topraklarında çok sayıda fabrika inşa etmişlerdir. 1838 ticaret anlaşmasının ve 1869’da yürürlüğe giren yabancıların Türkiye’de mülk ve toprak edinebilmelerini mümkün kılan yasanın sağladığı olanaklar nedeniyle Osmanlı topraklarında kapitalist işletmelerin sayısında artış görülmüştür.
1908’e gelindiğinde sadece Selanik’te 10 büyük fabrika vardır. Bursa’daki ipek fabrikalarının sayısı 65’e, imalathanelerin sayısı da 1300’e ulaşmıştır. Uşak, Gördes, Isparta, Tokat ve İzmir’de halı fabrikaları kurulmuş, Karaağaç fişekhanesinde olduğu gibi bazı işletmeler, bine yakın işçi çalıştırır olmuştur. Ulaşım, yapı endüstrisi, dokuma, maden, cam, kâğıt, gıda ve tütün sektörlerinde çalışan ücretli işçi sayısı artmıştır.
“Yalnız tersanelerde 1872’lerde 1000’i aşkın, 1876’da 3000 işçi vardır… 1891 ‘de Yedikule kumaş fabrikasında 350 işçinin, Zeytinburnu fabrikasında 800 işçinin varlığı bilinmektedir… Buna; karayollarında, demiryollarında, tramvay, gaz, su şirketlerinde çalışan işçiler, denizyolları işçileri, reji işçileri, haberleşme kesiminde çalışan işçiler ve diğer özel işyerlerindeki on binlerce işçi katılacak olursa; 1908 yılı başında yalnız İstanbul’da 50 bini aşan, bütün imparatorlukta ise milyonu bulan bir işçi kütlesinin varlığından söz edilebilir” (Stefan Velikov’dan aktaran Oya Sencer; Türkiye’de İşçi Sınıfı, s. 129)
Bu dönemde, bu türden ayrıcalıkların ve işletme açma izninin emperyalistler aracılığıyla azınlık kompradorlara verilmesi, Türkler arasından kapitalist işletme açma eğilimini, engelleyen bir faktör olmuştur. Bu yüzden, Türk ticaret burjuvazisinin devrim sırasında yükselttiği “eşitlik” talebinin içeriğini oluşturan unsurlardan birisi de, yabancı kompradorların sahip olduğu avantajlara sahip olma isteğidir. Devrim sonrasında çıkarılan yasalarla bu istem karşılanmış, güvence altına alınmıştır.
Tanzimat’ın ilanıyla başlayan özgürlük taleplerinin ve düzen değişikliği isteminin daha 1830’lu yıllarda makineleri kırarak sosyal ve ekonomik koşullara olan muhalefetini göstermeye başlayan işçileri de etkilemesi kaçınılmazdı. Öte yandan 1830 ve 1848 Fransız devrimine yakından tanık olan Osmanlı aydınları, bu devrimleri hazırlayan ideolojik tartışmaları Türkiye’ye taşımak gibi bir rol üstlendikleri için Avrupa’da cereyan eden siyasal olaylar hemen her kesimin ilgisini çekmiştir. 1845 tarihini taşıyan bir polis nizamnamesinde, işçilerin grev yapması, cemiyet kurmaları yasaklanıyor ve “ihtilal vukuunun önünün kesilmesi” için gerekenin yapılacağı belirtiliyordu, işçilerin, herhangi bir örgütsel disiplinden yoksun olmalarına ve henüz bu tarihte grevle tanışmamış olmalarına karşın, devlet, Avrupa’da gelişen ihtilalin Osmanlı topraklarına da sıçrama olasılığını göz önüne almaktaydı.
Osmanlı İmparatorluğu’nda yaşayan işçilerin ilk grev eylemleri, 1870’li yıllarda başlar. 1872’nin şubat ayında telgrafhane işçileri greve giderler. Aynı yılın nisan ayında ise İzmit demiryolu inşaatında birtakım anlaşmazlıkların olduğu basına yansır. Anlaşmazlık, ücret yüzünden çıkmıştır. Ücretlerini tam olarak alamayan işçiler, işi bırakarak rayların üzerine çadır kurmuşlar ve malzeme getiren trenlerin geçişine izin vermemişlerdir. Bu işçilerden birisinin silahlı olması yüzünden çadıra yaklaşamayan şirket temsilcileri olayı mahkemeye intikal ettirmişlerdir.
Osmanlı İmparatorluğu sınırları içinde görülen en büyük grev eylemi ise tersane işçileri tarafından gerçekleştirildi. 1873 yılında yapılan bu grevin Türkiye işçi sınıfının tarihinde önemli bir yeri vardır. 11 aydır ücretlerini alamayan 600 işçi, Babıâli’ye yürüyerek sadrazama dilekçe verdiler. Onların Babıâli’ye geldikleri gün İstanbul halkı da yürüyüşçü işçilerin çevresinde toplanarak yapılan gösteriyi destekledi. Kalabalık, yolları kapattı ve sadrazamın ücretlerin dağıtılacağı vaadinde bulunmasını bekledi. O zamanın gazetelerinde tersane işçilerinin eylemi şu sözcüklerle yer aldı.
“Bazılarının zevce ve valideleri dahi beraberlerinde oldukları halde yine Babıâli pişegahına gelerek toplanmışlardır. Bilemeyiz ki mesireleri ishaf olundu mu? Biz de işittik ki, bunlar cuma günü selam mevkiine gidip arzuhal takdim etmek istemişlerse de, bulundukları yerden huruçlarına çıkmalarına askerler vasıtasıyla mümanaat olunmuş. Dün de gazete müvezzilerinden birinin eliyle ‘Tersane amele ve marangoz biçareleri’ imzalı bir varaka göndermişler. Münderecatı o derece feci o derece acıklı ki, okuyanlar elbette dilhun eyler.”
İşçiler, gazeteye gönderdikleri metinde, yiyecek ekmekleri olmadığını, çocukları olanların eve bir parça ekmek götürmek için dilenmek zorunda kaldıklarını ve durumlarının bütün millet tarafından bilinmesini istediklerini yazmışlardır.
İşçiler, ödenmeyen ücretlerini alabilmek için dilekçe vermek gibi barışçıl eylemlerin yanı sıra şiddete de başvurmuşlardır. Onların şiddet eylemleri basında şu ifadelerle yer alır,
“Geçen cuma günü, tersane amelesi, bahriye zabıtasının tayın ekmeklerini yağma etmiştir. O gün epeyce ehemmiyetli bir arbede olmuş, işçilerden birkaç kişi yaralanmış. Cuma günü tersane işçilerine bir aylık verilmiş, ayın 28’inde de bir aylık daha almışlar.”
Kısmen başarıyla sonuçlanmasına bağlı olarak durdurulan eylemlerin haziran ayında yeniden canlandığı görülür. Bu dönemde sadece tersane işçileri değil, başka birçok işçi de tersane işçilerinin başarılarından etkilenerek greve gider. Taksim’deki yapı işçileri, Sirkeci hamalları ve arabacılar ve fişekhane işçileri de iş durdurarak taleplerinin yerine getirilmesini isterler. Tersane işçilerinin başlattığı grev hareketi başka tersanelere de yayılır. 1876’da işçiler tekrar Babıâli’ye yürürler. Kendilerine, ancak iki aylık ücret verileceğini kabul etmeyenlerin paralarının tamamının ödenerek işten atılacağı söylenir. Bir kısım işçiler durumu kabullenirken bir kısmı greve devam etme kararı alır. Grevci işçilerle greve devam etmek istemeyen işçiler arasında başlayan kavga sırasında birçok işçi yaralanır. Bütün bunlar, işçilerin ücretlerinin tamamının ödenmesini sağlamadığı gibi birçoğu işten çıkarılır ve yerlerine zanaatkâr ocaklarına bağlı askerler alınır.
Bu tarihten sonra duvarcılar, ayakkabıcılar, terzi işçileri, Selanik’teki muhasebe bürosu elemanları, yapı işçileri, Şirket-i Hayriye’nin şantiye ve dökümhanelerindeki işçiler, Mahsuse gemileri işçileri, Haydarpaşa demiryolu işçileri, Tophane işçileri, Odunkapı’daki odun biçme işçileri de grev yaparlar.
1908, işçi eylemlerinin arttığı yıldır. Ağırlıklı olarak Fransız ve Alman sermayeli işletmelerde yaygınlaşan ve başka işletmelere de sıçrayan işçi eylemleri yabancılara karşı duyulan dinsel bir öfkeyle patlamışsa da özünde sermayeye yönelik bir tepkinin ifadesiydi. Anadolu-Bağdat demiryolu işçileri, Aydın-İzmir demiryolu işçileri, Beyrut-Şam-Hama demiryolu işçileri, İstanbul İzmir tramvay şirketleri işçileri, Selanik’te; sigara, tuğla, tütün, bira fabrikası işçileri ile telgraf idaresi memurları, ticarethane ve mağaza çalışanları, Kazlıçeşme deri atölyeleri işçileri, Kavala’da 12 bin tütün rejisi işçisi, Ereğli kömür ocağı işçileri, Ergani bakır madeni, Balya, Karaaydın Simli kurşun işletmesi işçileri, Hasköy tersanesi işçileri, otel ve lokanta garsonları, yazmacı esnafı, Adana pamuk fabrikası, Hereke dokuma fabrikası ve Varna ve Üsküp ticaret işletmeleri işçileri ittihat ve Terakki’nin iktidara geldiği 1908 yılında grevde olan işçiler arasındaydı. Üç ay içinde greve çıkan işçi sayısının yüz bin civarında olduğu görülmüştür.
Meşrutiyet öncesinden başlayan, Meşrutiyetin ilan edilmesinden sonra da devam eden işçi eylemlerinin mutlakıyetçi feodal rejime karşı artan hoşnutsuzluğun, imparatorluğun içine düştüğü mali ve siyasi kriz nedeniyle ücretlerini düzenli alamayan; giderek, bir lokma ekmek bulamayacak kadar yoksullaşan işçi gruplarının tepkisinin ifadesi olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. Hiç kuşkusuz, bu eylemler ülkedeki genel muhalefet ortamını besleyerek özgürlük hareketine can verdi. Ancak herhangi bir örgütlenme olanağından yoksun olan, bu yüzden kendiliğinden gelişen işçi eylemleri, Jön Türk hareketinin başta İttihat ve Terakki olmak üzere değişik örgütlere yayılmış potansiyeliyle eşgüdüm oluşturacak ve bu eylemleri merkezileştirerek kışkırtacak bir itici güçten yoksundu. Çünkü Jön Türklerin sınıfsal karakteri devrimin halk güçlerine açılmasının önünde engel teşkil ediyordu. İşçilerin ya da diğer çalışanların duydukları hoşnutsuzluğu kendi siyasal ufuklarının en son noktası olan padişaha ricacılıkla sınırlamaya özel bir özen gösteriyor ve eylemcileri en fazla buna teşvik ediyorlardı. Bu nedenle işçi sınıfı eylemlerinin onca yaygınlaşmasına ve 1908’den önce birçok yerde ayaklanmalar çıkmasına karşın, devrim, çeşitli halk tabakalarına yayılma olanağı bulamadı. Lenin şöyle diyordu:
“Eğer 20. yüzyılın devrimlerini örnek alacak olursak Portekiz ve Türkiye’deki devrimleri burjuva devrimleri olarak kabul etmek gerekir. Ama bunlar bir halk devrimi değildir. Çünkü her iki devrimde de halk kitleleri, halkın büyük bir bölümü serbestçe, kendi ekonomik ve siyasi istekleriyle belirgin bir biçimde ortaya çıkamamışlardır.”
Yukarıda andığımız 1845 tarihini taşıyan polis belgesinde görüldüğü gibi, ihtilal kelimesini işçi sınıfından önce sultan kullanmıştır. Avrupa’da olup bitenlerden uykusu kaçan, işçilerin örgütlenmesinden henüz hiçbir örgütlenme girişiminin olmadığı bir zamanda yasaklama vesilesiyle de olsa söz eden, padişahtır. Ancak Osmanlı topraklarına dağılmış on binlerce işçi için örgütlenme, bir ihtiyaç olarak kendisini daha sonra gündeme getirecektir.
Belgelere göre, Türkiye’de sosyalizm hakkında yazılıp çizilmesine çok erken tarihlerde başlanmıştır. Elbette işçiler arasında değil. İttihat ve Terakki’nin aydın kadroları bir fikir akımı olarak sosyalizmi incelemiş, bazıları buna yakınlık da duymuştur. Zaten sonradan komünist partisini kuracak olan Mustafa Suphi ve arkadaşlarının örgüt deneyimi edindikleri ilk yer, İttihat ve Terakki Örgütü’dür. Yine İttihat ve Terakki Örgütü’nün kadroları arasında bulunan Ethem Nejat, Komünist Partisi’nin kuruluşundan çok önce, Osmanlı Amele Cemiyeti’nin kurucuları arasında yer almıştır. 1894 yılında kurulan bu örgüt, Abdülhamit döneminin yoğun baskısı altında, ancak bir yıl yaşayabilmiş, 1895’te dağıtılmıştır. Padişahın polisi tarafından dağıtılan örgütün mensuplarının bir kısmı yakalanmış bir kısmı da yurtdışına kaçmak zorunda kalmıştır. Faaliyet yürüttüğü bir yıllık dönem içinde Osmanlı Amele Cemiyeti’nin yurtdışındaki özgürlükçülerle yakın ilişki içinde olduğu bilinmektedir.
1908 yılında oluşturulan Osmanlı Mebusan Meclisi’nde Selanik’ten, Bulgaristan’dan ve Ermeniler arasından seçilen sosyalist mebuslar vardır. Şemsettin Sami’nin henüz 1878’de Tercümanı Şark gazetesinde yayınladığı bir makalesinde ki gazetenin yazı işleri müdürüdür,
“Sosyalizm, medeniyeti haziranın Avrupa’yı ve bir gün olur bütün küreyi arzı sarsacak ve cemiyeti beseriyenin heyet ve beşeriyetini değiştirecek bir büyük hareketi maneviye ve nev’i beşeri menzil-i refahi saadete ihsal edecek ve şehra-i azim olduğundan, bunun iştirak-ı emval töhmetiyle ithamı ve böyle yüzü kara olarak halkın enzarına arzı büyük bir gadir ve haksızlıktır” denilmektedir.
Bugünkü Türkçeyle özetleyecek olursak, Şemsettin Sami, şunları söylemektedir: Sosyalizm, bugünkü medeni Avrupa’yı ve gelecekte bir gün bütün dünyayı sarsacak ve insan toplumunun tümünü değiştirecek büyük bir manevi hareket ve insanlığın refah ve saadetini gerçekleştirecek bir büyük akım olduğundan, bunun, halkın gözünde malların ortaklığı olarak suçlanması ve karalanması, büyük bir haksızlıktır.
Sosyalizm düşüncesi ile; sık sık Avrupa’ya giden ya da Fransa’da sürgünde yaşayan Osmanlı aydınlarının Fransız komüncüleriyle girdikleri ilişkiler sırasında tanışılmıştır. Devrim günlerine yaklaşıldığında, Anadolu’da olmasa bile, Selanik ve Bulgaristan’da giderek siyasallaşan ortam içinde sosyalist düşünceler de filizlenmeye başlamıştır. Hiç kuşkusuz Rusya’daki 1905 devriminin de etkileri görülmüş ve Rus işçi ve köylülerinin ayaklanmaları Jön Türk hareketinin esin kaynakları arasında yer almıştır. Rus belgelerinde 1908 devriminin 1905 Rus devrimiyle ilişkisi üzerine şu ifadeler yer almıştır:
“1905 devriminin önemi, onun yalnız askeri feodal emperyalizmin zulmü altında bulunan milyonlarca Rus insanını uyandırmasından ibaret değildir. Bu hareket, aynı zamanda Asya’daki demokratik güçleri harekete geçirmiş… Türkiye, İran ve Çin’deki devrimler, güçlü 1905 ayaklanmasının derin izler bıraktığını kanıtlamıştır… Türkiye’deki hâkim sınıflar 1905 Rus devrimine nasıl bir tepki göstermişlerdir? 1905 yılının ocak ayında Petersburg’da meydana gelen olaylar, İstanbul’da telaş ve huzursuzluk yarattı” (H. Zafer Kars, Belgelerle 1908 ©evrimi Öncesinde Anadolu, Kaynak Yayınlan, 1984,,s. 97)
“Rusya’nın Karadeniz donanmasında başlayan ve 1905 yılının ikinci yarısının tümü boyunca devam eden ayaklanma, 1905 yılında Moskova’daki aralık ayı mücadeleleri ve Rus işçi ve köylülerinin çarlık yönetimine karşı sürdürdükleri mücadele, 1905 yılından itibaren Abdülhamit mutlakıyetine karşı taşradan başlatılan hareketi doğrudan etkilemiştir”. (H. Zafer Kars, age. s. 111)
Meşrutiyeti grevlerle karşılayan ama hem kendi siyasal taleplerinin bilincine varmadığı için, hem de Jön Türklerin temsil ettikleri sınıfın çıkarlarına uygun olarak işçi eylemlerine mesafeli olarak yaklaşmış olmaları nedeniyle devrimin etkili ve kimlikli bir bileşeni olamayan işçi sınıfı, meşrutiyetin ilan edilmesinden sonra da grevleri sürdürmeye devam etmiştir.
Meşrutiyetten hemen sonra Jön Türk iktidarının ilk yaptığı işlerden biri de işçi eylemlerini yasaklamak oldu.
“Milleti her alanda hürriyete kavuşturmak vaatleriyle adım adım iktidarı eline geçirdikten sonra, korkunç bir tek parti diktatörlüğü kuran İttihat ve Terakki Partisi, işçi ve esnaf derneklerini de sıkı bir cendere içine almıştı. Zaten, sendika kurulması, Alman kapitalistlerinin teşviki ve adliye nezaretinde müşavirlik eden Alman kontu Oztrorogun’un aracılığıyla kanunlarda yapılan değişiklikle önlenmişti. İşçilerin yardımlaşma dernekleri de, sendikaya benzetilerek ya kapatılıyor ya da başlarına İttihat ve Terakki Partisi’nin adamları getiriliyordu” (Hüseyin Avni Şanda, age. s.27)
Ancak bütün bu yasaklamalara karşın sınıf içindeki ilk örgütlenme ve sendikalaşma eğilimleri de Meşrutiyet’ten hemen sonraki yıllarda başlayacak; iki yıl içinde sendikalı işçi sayısı 150 bine ulaşacaktır. Arka arkaya kurulan işçi dernekleri, sosyalist adını alan siyasal kulüpler ve çevreler yaygınlaşarak geniş bir işçi kesiminin örgütlenme ihtiyacının ifadesi olacaktır. O zamanlarda çıkan İkdam gazetesinde grevlerin ekonomiye zarar verdiğini işleyen yazılar yayınlanır. Bu makalelerden birinde:
“Grevler adeta bir salgın hastalık halini aldı” saptamasında bulunulur, “Grev yalnızca şirketle amele arasında meydana gelen bir anlaşmazlık olmakla kalmaz, memleketin ekonomik durumu, üzerinde etki yapar. Bundan başka, memleketimizde mevcut büyük sanayi ecnebi sermayeleriyle vücuda gelmiştir. Demek ki, grevler dolayısıyla itibar-ı malimiz üzerinde tesir icra eder. Şirketlerin hisse senetleri düşer.”
Jön Türk Devrimi, “adalet, özgürlük ve müsavat” sloganıyla ayağa kalkan başta işçi sınıfı olmak üzere halk kitleleri için karşılanmamış bir özgürlük vaadi olarak gelir geçer. Devrim, bu kesimler için üstlendiğini söylediği hiçbir görevi yerine getiremeyen, ona önderlik edenlerin yarı yolda kalarak tıkandıkları, kısa soluklu bir serüven olarak yaşanır. Öte yandan, tek başına iktidar olarak örgütlenme gücünü tarihsel, ideolojik ve öteki sosyal koşullar nedeniyle kendinde bulamayan yeni sınıfın, yani burjuvazinin kendisi için de tamamlanmamış bir devrimdir bu. Ama feodal mutlakıyetçi iktidardan kurtulunması ve modern Türkiye’nin kurulması sürecinde hiç kuşkusuz önemli bir sıçramadır.
Feodal mutlakıyetçi rejime karşı kendiliğinden karakterli bir mücadele yürüten işçi sınıfı, ona kendisi için sınıf olma özelliği kazandıracak bilinçten ve örgütsel olanaklardan yoksun olsa da üretici güçlerin siyasal iktidar tarafından tıkanan yolunun açılmasını hedefleyen meşrutiyet eylemi sırasında direnen ve savaşan güçlerin arasında yer almıştır. Ama kapitalizmin iki sınıfının, işçi sınıfı ve burjuvazinin; ikincisinin önderlik ettiği devrim sırasında giriştikleri eylemler birbirinden uzakta ve ilişkisiz geçmiştir. Bu ilişkisizlik içinde, Osmanlı İmparatorluğunun son dönemlerinde başlayan bu işçi eylemlerinin, modern sınıf ilişkilerinin ilk ifadesi olduğu ve günümüzde süren sınıf mücadelesinin tarihsel öncüllerini oluşturduğu görülür. Türkiye işçi sınıfının eylemleri, ücretli emeğin ortaya çıktığı ilk günden bu yana klasik eğilimini izleyerek ilkel bir sınıf içgüdüsünün ifadesi olan makine kırıcılığından örgütlü mücadeleye gelinceye değin çeşitlilik ve zenginlik göstermiştir. İlk işçi eylemleri, bu sınıfın hangi koşullarda ve nasıl doğrulmaya çalıştığını açıklaması bakımından önemlidir. Öte yandan, bu işçi eylemlerinin bilinmesi, Meşrutiyet’i sadece bir aydın hesaplaşması olarak tanıyan burjuvazinin resmi tarih yazımının görmek istemediği bir başka dinamiğin tanınması bakımından da; sadece önemli değil, şarttır.

ANADOLU’DAKİ HALK HAREKETLERİ

Jön Türk Devrimi’ni hazırlayan sosyal ve siyasal koşullar içinde, Anadolu’da ortaya çıkan halk isyanlarının özel bir önemi vardır. Bu hareketler, İttihat ve Terakki Örgütü’nün faaliyetlerini ağırlıklı olarak yürüttüğü Selanik ve İstanbul gibi kentlerden uzakta ortaya çıkmışlar, eylemlerin örgütlenmesinde Abdülhamit tarafından sürgüne gönderilen bazı Jön Türk kadrolarının katkısı olmasına karşın, genellikle yerel idarelere, uzun süreli olanlarda da, saraya yönelik, kendiliğinden patlamalar halinde gerçekleşmişlerdir. Bu hareketlerin kaynağında, son tahlilde, ticaret burjuvazisinin ekonomik ve politik talepleriyle, geniş halk kitlelerinin kendilerine özgü taleplerin yarattığı akımın birleşmesi bulunmaktadır. Halk hareketlerinin bir kısmı, toprak ağalarının zulmüne ve padişahın durmadan artırdığı vergilere dayanamayan halkın birtakım iyileştirilmelerin yapılması isteği yüzünden, bir kısmı, Abdülhamit’in Hamidiye Alayları’nın doğuda estirdiği terörden, bir kısmı da en önce bölgede yaşayan Ermenileri etkilemiş olan, giderek değişik sınıf ve tabakadan kitleleri saran meşrutiyet özlemlerinden dolayı çıkmıştır. Bu isyanların her biri tek tek uzun erimli siyasal hedeflere sahip olmasalar da ülkede zaman içinde olgunlaşan devrimci ortamı bir başka kanaldan besleyen ve akıp giden sürece eklenen etkenler olmuştur. Kuşkusuz devrimin asıl kaderi, batı bölgelerinde belirlenmiştir. Ancak doğuda, Ermenilerin milliyetçi kalkışmasının yanı başında, birikmiş hoşnutsuzluklarını ve muhalefetlerini ifade edecek yollar bulan “Müslüman-Türk ahali”nin ve Kürt’lerin ayaklanmaları da, çözülmekte ve acz içinde olan imparatorluğun yıkılışını kolaylaştırmıştır.
Devrime iki yıl kala Kastamonu, Sinop, Kayseri, Trabzon, Erzurum, Bitlis, Diyarbakır, Dersim, Van ve İzmir’de yaşayan halk ayaklanmıştır. Bunlardan bir kısmı padişah tarafından silahlı olarak müdahale edilerek, hapis cezası ve önderlerinin idam edilmesi suretiyle cezalandırılmıştır. 1906’dan başlayarak yaklaşık bir yıl boyunca aralıklı olarak süren Erzurum isyanı, halk isyanlarının en kapsamlı ve etkili olanıdır. Öte yandan bu ayaklanma, hareket sırasında bir yerel örgütlenmenin oluşturulması bakımından da ilginçtir, isyancıları galeyana getiren etkenler, her bir kesim ve değişik sınıflara mensup insanlar için farklı olmuştur. Ama bölgede de palazlanmakta olan yerel ticaret burjuvazisinin imparatorluk içindeki genel çıkarlarına ve ihtiyaçlarına göre şekillenen bir seyir izlemiştir. Tefeci-ticaret burjuvazisi, ticaretin rantını rüşvet, iltimas ve komisyon talep ederek yiyen yerel idare eliyle, etkisi bir kez daha arttırılan saray bürokrasisi ve vali çevresinde kümeleşen yerel bürokrasiden bezmiş; hareketleri kısıtlanır olmuştur. Öte yandan halk kitleleri, sarayın koyduğu yeni vergilerden şikâyetçidir. Özellikle hayvan tüccarları ile tarımla geçinen ve ellerinde üç beş evcil hayvan bulunan köylüler için evcil hayvanlardan talep edilen “hayvanatı ehliye rüsumu” adını taşıyan vergi ve ordunun ihtiyaçlarının karşılanması için konulan “rüsumu şahsiye” vergisi herkesi canından bezdirmiştir. Rusya’da patlak veren 1905 devriminin Türkiye içine yayılmasından endişe eden Abdülhamit tarafından sınırların kapatılması, para kazanmak ya da ticaret yapmak için Rusya’ya gidip gelen emekçi zanaatkâr ve tüccarlar için, bardağı taşıran son damla olmuştur. Bütün bu etkenlerle başlayan Erzurum isyanında halk, kısa zamanda ekonomik talepleri aşmış; padişahın istibdadına karşı olmak, hareketin esas dinamiği haline gelmiştir. Kentin yönetimi de bir süre isyancıların eline geçmiştir.
Ayaklanmanın başlangıcında seçilen yöntem oldukça barışçıldır. Telgrafhaneyi işgal eden halk, saraya telgraf çekerek içinde bulunduğu sefaleti anlatmış, valinin yolsuzlukları ve baskısı konusunda Abdülhamit’i uyararak kendisinden yardım istemiştir. Abdülhamit’in yanıt vermekte gecikmesi üzerine hayvan vergisini ödememeye karar veren halk, önce postaneyi işgal etmiştir. Vali, postaneyi işgal edenlerin üzerine alayının ikinci taburunu sürmüştür. Ne var ki, askerlerin, halka ateş etmeyi reddetmesi o sıralarda sık görülen bir durumdur. Ordu içinde alt rütbeli subaylar arasında da hoşnutsuzluk gelişmiş; arka arkaya yapılan savaşlarda yorulmuş binlerce er, terhis edilmeleri gerekirken memleketlerine dönmelerine izin verilmeyerek silâhaltında tutulmaya devam edilmiş ve kendilerine ödenmesi gereken maaşlar aylarca ödenmemiştir. Bu yüzden ordu içinde de isyanlar çıkmakta, askerler çoğu kere bastırmak üzere gönderildikleri ayaklanma bölgelerinde halka ateş açmayı ya reddetmekte ya da onlara katılmaktadırlar. O tarihlerde Erzurum’da bulunan Rus Konsolosu Skryabin, hazırladığı raporda eylemcilerin hükümetin baskısından korkmadıklarını çünkü askerlerin de kendilerini destekleyeceklerinden emin olduklarını yazar.
Erzurum’da bu sıralarda ortaya çıkan Can-veren Örgütü bir çağrı yaparak esnafın kepenk kapatmasını ve halkın yeniden postaneyi işgal etmesini ister. Postaneler, taşrada bulunan halkın merkezi idareyle iletişim kurabilecekleri tek mekândır ve bu nedenle sadece Erzurum’daki değil, diğer illerdeki bütün ayaklanmalar postane işgalleri ve saraya telgraf çekilmesiyle başlar. Erzurum’da yerel idare inisiyatifini tamamen yitirmiştir. Halkı sükûnete çağırması için görevlendirilen müftünün de ayaklananları desteklemeye karar vermesi valiyi ve padişahı iyice çaresiz duruma düşürür. Halk bir süre sonra hükümet konağını basarak kapana sıkışmış ve acz içinde bulunan valiyi ele geçirmek ister. Ancak vali, kaçmıştır.
Erzurum halkının ayaklanması yenilgiyle sonuçlanır. Osmanlı hükümeti saldırılarını arttırır ve bunun sonucunda eyleme önderlik ettiği tespit edilen 90 kişi, Canveren Örgütü’nün dağıttığı siyasi içerikli bildiri bahane edilerek tutuklanır. Bunların 80’i tüccardır. Tutuklananlar ağır işkencelerden geçirilir. Ama mahkemeler devam ederken Meşrutiyet ilan edilir.
Erzurum’daki ticaret burjuvazisinin önderliğinde kurulan yerel Canveren Örgütü, Jön Türklerin İttihat ve Terakki’den ayrılmış bir kanadı olan Prens Sabahattin’in Teşebbüsü Şahsi ve Âdemi Merkeziyet Cemiyeti Erzurum şubesiyle ilişki içinde olan bir örgüttür. 1907 yılında yayınladığı bildiride sultan rejiminin despotluğuna ve yüksek bürokrasinin baskılarına, yabancıların ülkede giderek artan ağırlıklarına karşı çıkmış; halkın dikkatini Rusya ve İran’daki devrimlere çekerek, “Müslüman-Hıristiyan tüm yurtseverler”i despot rejime karşı Meşrutiyet için mücadele etmeye çağırmıştır. Anadolu’da herhangi bir örgütlenme çabası içinde olmak gibi bir eğilimi olmayan Jön Türklerin Erzurum isyanı sırasında Rusya sınırından bu bölgeye yayın gönderdikleri, bir zaman da, hareketin içinde yer almak ve ayaklanmayı yönlendirmek üzere kadrolarından bazılarını seferber ettikleri bilinmektedir. Bunların bir kısmı Erzurum isyanının bastırılması sırasında tutuklananlar arasında yer almaktadır.
1906’da ayaklanan Kastamonu halkının isyana kalkışma nedenleri de Erzurum halkının nedenlerine benzemektedir.
Onlar da vergilerin kaldırılmasını ve valinin görevden alınmasını isterler. Postaneyi işgal ederek saraya telgraf çeker ve belediye seçimlerine katılmayı reddederler. Yeni çıkan özel verginin zenginlerle fakirler arasında bir ayırım gözetmediğini söyleyerek bir çırağın patronu kadar vergi ödemek zorunda kalmasına tepki göstermektedirler. Abdülhamit ise, bu verginin ordu için toplanacağını belirterek halkın fedakârlık yapması gerektiğinde diretir.
Jön Türkler tarafından Kahire’de yayınlanan Türk gazetesinde Kastamonu olayları ile ilgili olarak şu satırlar kaydedilir
“Kumandan paşaya istirhamlarından sonra 5-6 gün geçtiği halde hiçbir netice hasıl olmadığını gören halk toplanarak dört beş yüz raddesinde bir cemmi garir suretinde telgrafhaneye yürüdüler. Telgrafhaneyi muhasara ile memurlarını kaffeten dışarı çıkardılar. İstanbul ile muhabereye koyuldular. Odalar lebaleb ahaliyle dolmuştu… Bu esnada polis komiseri Rifat Efendi ile diğer komiser Çerkeş Rıza Efendi ellerinde bir kâğıt olarak telgrafhaneye gelmişlerdi. Halk yaka paça bunları tutup ellerindeki kâğıdı yırttılar. Rıza Efendi dar kaçtı… Vali hastayım diye korkusundan hükümete gelemediğinden meclisi evinde akdettirmiştir, defterdar da hasta, o da evinden çıkmıyor…” (Aktaran, H. Zafer Kars, age. s. 65-67)
Aynı yıl, Karadeniz Bölgesinin diğer illeri de harekete geçmiştir. Trabzon, Bayburt ve Sinop halkı da ayaklanır. Bunlar da da postaneyi işgal ederek mutasarrıfın görevden alınmasını talep ederler. Eylemler, sultanın mutasarrıfı görevden azletmesi ile biter.
Diyarbakır’daki halk isyanının nedeni ise, bölgedeki Hamidiye Alayı’nın halk üzerinde uyguladığı baskı, zulüm ve alay mensuplarının yolsuzluklarıdır. Kürt İbrahim’in başında bulunduğu Hamidiye Alayı’nın despotluğundan yılan halkın İbrahim’in bölgeden uzaklaştırılması talebiyle giriştikleri isyan hareketi,     padişahın İbrahim’i kollayarak ödüllendirmesi üzerine genişleyerek büyür ve Diyarbakır halkı valiliğe yürür. Ayaklanma, zaten ateş üstünde oturan Harput halkı arasında ve Bitlis’te de yankılanır, isyanlar birbirinin peşi sıra patlamaktadır. Bitlis valisi linç edilmekten zor kurtulmuştur.
Bütün bu eylemler sırasında yoksul halkın karaborsacı esnafa saldırdığı ve dükkânlarını yağma ettiği görülmüştür. Erzurum ve Bayburt isyancılarının fırınları basarak un tüccarlarını tartaklamaları karakteristiktir. Köylülerin, devlete ve toprak ağalarına ürün karşılığında ödedikleri vergilerden sonra ellerinde hiçbir şey kalmadığı için başvurmak zorunda kaldıkları ama halkın bu durumundan yararlanarak onları soyan tefeci tüccarlara ve yine tefecilik yapan toprak ağalarına saldırdıkları görülmüştür.
Kentlerde başlayan ama orada kalmayarak kasabalara ve köylere dek yayılan yerel ayaklanmalar sırasında radikalleşen köylülerin, toprak talep ettiklerine ama bunda ısrar etmeyerek yerel idarecilerin değişmesiyle sönen kent ayaklanmalarına tabi olarak yatıştıklarına tanık olunmuştur.
Bu dönemde Makedonya ve Balkanlar’da görülen köylü ayaklanmaları ise, milliyetçilikle beslenen ideolojik bir ortam içinde yerel burjuvazinin imparatorluktan ayrılma ve ulus devlet olarak örgütlenme isteğinin bir parçası olarak gelişmektedir.
Jön Türkleri hükümet olarak iktidara getiren 1908 devrimi sonrasında, köylülerin toprak taleplerinin karşılanması için hiçbir girişimde bulunulmamış, zaten devrim öncesinde hazırlanan programda da bu konuya yer verilmemiştir. Bir ayağı tefeci toprak ağalarına dayanan Jön Türklerin, devletin mültezimler aracılığıyla topladığı aşar vergisini tartışma konusu ederek bu vergiyi kaldıracaklarını taahhüt etmiş olmalarına karşın devrimden sonra bu vaadi tutmak bir yana, aşarı zorla toplamaya devam ettikleri görülür. Ancak o dönemde kurulan bazı radikal örgütler programlarını hazırlarken köylülerin bu isteklerini dikkate almışlardır. Müslüman Federasyonu örgütünün programında topraksız köylülerin beş yıl içinde toprak sahibi kılınması, az topraklı köylülere ek toprak verilmesi gündeme alınmıştır. Ancak burjuvazinin radikal kanadını temsil eden bu küçük örgütlerin hiçbir etkisi olamayacaktır. Sonuç olarak, 1908’den az önce çıkan yerel isyanların önemli bir bileşeni olan köylülüğün devrimci soluğu, Jön Türklerin programında ancak yerine getirilmeyecek vaatlerin yer almasına yetmiştir. Devrimden sonra da huzursuzluğu devam eden halkın, yer yer ülkenin değişik bölgelerinde yeniden ayaklandıkları görülür. Ama bunlar iktidardaki Jön Türkler tarafından bastırılır. Aydın’daki köylü isyanı bunlardan biridir.
Devrimden önce ortaya çıkan, doğudaki birçok halk isyanının kıvılcımı Türk ve Ermeni tüccarlar tarafından yakılmıştır. Küçük üreticileri, kent esnafını ve köylü kitlelerini de saran bu isyan dalgası sırasında halk giderek şiddet yöntemlerine rağbet etmiş, ayaklanmaların bir aşamasında ise, çoğu kere sarayla bir uzlaşmaya varılmıştır. Uzlaşmalardan sonra olaylar yatışmış, Erzurum dışında, eylemlere yönelik örgütlenmelerin oluşmadığı isyancı bölgeler, bu ayaklanmaları merkezi düzeyde birleştirecek herhangi bir örgütlenme olanağından yoksun oldukları için diğer isyan bölgeleriyle birleşememişlerdir. Dahası, bütün bu olup bitenlerin, kimi yerlerde İttihat ve Terakki önderlerinin ayaklanmalar içinde yer almış olmalarına karşın, Jön Türk hareketiyle politik ve örgütsel düzeyde organik bir ilişkisi olamamıştır. Kaldı ki, bu eylemlere önderlik ettiklerinin iddia edildiği her durumda Jön Türkler, eylemlerin radikal bir muhteva kazanarak saraydan ideolojik olarak kopmalarına engel olmuşlar, eylemcilerin ufkunu saraydan gelecek reformlara bel bağlamakla sınırlandırmışlardır. Ayaklananlar da despotluğun, baskı ve zulmün sorumlusunun İstanbul’daki siyasal iktidar değil, halkı sultandan habersiz olarak soyup soğana çevirdiğini sandıkları yerel idareciler olduğunu düşünmüşlerdir. Bu durumuyla Anadolu’daki halk ayaklanmaları Jön Türklerin, saray bürokrasisinin ve Abdülhamit’in yetkilerini kısıtlayarak denetim altına alacak bir meclis kurulmasıyla sınırlı siyasal hedefleriyle uygunluk içindedir. Her ikisine de aynı sınıfın politik ve ideolojik çıkarları yön verir. Bu, feodal bağları güçlü ticaret burjuvazisinin, düzenden gerçek anlamıyla kopamayarak oluşturduğu ideolojik hegemonya içinde, Jön Türk aydınlarının eylemleri, işçi eylemleri ve halk hareketlerine teğet geçerek, aynı devrimci eylemin parçalan olarak, dönemin panoraması içindeki yerlerini alırlar.
Özgürlük Dünyası’nın gelecek sayısında 1908 burjuva devrimini hazırlayan diğer katmanların hareketlerine değinilecektir. Devrimin hazırlandığı koşullarda eylem halinde olan aydınların, imparatorluk mozaiğinde yer almaktan vazgeçerek kendi ulusal devletlerini kurmak isteyen diğer ulusal toplulukların, kadınların ve askerlerin hareketlerinden bu bağlam içinde söz edilecektir.

Aralık 1993

Proletarya Ve Önderlik Sorunu

Engels’in, “yeni dünya anlayışının dahiyane tohumunun atılmış olduğu ilk belge” olarak nitelendirdiği “Feuerbach Üzerine Tezler”de Marx, Feuerbach ve ondan önceki materyalistleri, “toplumsal ilişkilerinin tümü” olan insanın devrimci, “eleştirel-pratik” eyleminin önemini anlayamamakla eleştirir. Marx’a göre, bu, sezgisel materyalistlerin “temel kusuru”dur. Feuerbach için bir nesne olarak insan vardır, pratik-değiştirici eylemiyle insan yoktur! Pratik eyleme düşman olan Feuerbach bakımından bu anlaşılır bir durumdur. Ama onun gibi pratiğe düşman olmayan ve hatta birçok pratik adım atan ütopik sosyalistlerin de, toplum projelerini aynı felsefi öncüllerin etkisi altında şekillendirdiklerine kuşku yoktur.
Ütopik sosyalistler, içinde yaşadıkları toplumsal koşulları inceliyor ve sistemin kötülüklerini saptıyorlardı. Onlara göre kapitalist sistem içinde, en çok ezilen ve yoksulluk çeken sınıf, proletaryaydı. Bu saptamadan hareketle ütopikler, bütün bu kötülüklerden arınmış bir toplum projesi kurgulayarak proletaryanın açlık ve yoksulluktan kurtulacağı bir sistem için planlar, tasarılar ve örgütlenmeler geliştiriyorlardı. Bu projelerde, proletarya kurtarılması gereken bir sınıftı; ama kendi kendini kurtaracak ve kendi kaderini kendi eline alacak bir güce ve potansiyele sahip değildi. Proletarya, kendisi dışındaki sınıfların temiz kalpli üyeleri ve özellikle aydınların çabaları sonucu kurtulabilirdi. Ve böylelikle onların proletarya karşısındaki duyguları acımakla sınırlı kalıyor, çağrılar bütün topluma ve özellikle mülk sahibi sınıfa yöneltiliyor; açıklama, inandırma ve örnek göstermeyle projelerinin bütün toplumsal sınıflarca benimseneceği iyi niyeti korunuyordu.
Bu, proletarya hareketinin henüz yeterince gelişmediği koşullarda anlaşılır bir durumdu. “Eksik kapitalist üretim koşulları ve eksik sınıf koşulları, eksik teorilerle karşılandı. “(Engels, Ütopik Sosyalizm ve Bilimsel Sosyalizm, sf: 70) Proletarya, sınıflar mücadelesi sahnesinde etkin bir güç olarak görünmüyordu ve proletaryanın kurtuluşunun proletarya dışı sınıflara havale edilmesi doğaldı. Onlar proletaryayı iyi niyetle kurtarmak istemişler, ama onun nasıl kurtulacağını ortaya koyamamışlardı.
Bu sorun, Marx ve Engels tarafından çözümlendi ve o güne kadar gelişip son sınırına dayanmış felsefi ve politik teorilerle köklü bir hesaplaşmanın üzerinde inşa edilen bilimsel sosyalizm, proletaryanın gerçek devrimci rolünü ortaya koydu. Yukarıda andığımız Mart 1845 tarihli “Tezler”inde Marx, değiştirici eylemin büyük önemini vurguluyor, bu değişimin öznesi olarak, büyük kahramanlara ve ideolojilere değil, tarihsel-toplumsal eylem içindeki insana vurgu yapıyordu, işçi sınıfının programı olarak dünyaya ilan edilen “Komünist Manifesto”da, proletaryanın kurtuluşunun ancak kendi kollarının eseri olabileceği ilan edildi ve Marx ve Engels, saflarına katıldıkları proletaryayla birlikte bu kurtuluşun gerçekleştirilmesi için teori, politika, örgütlenme ve eylem alanında yaşamlarının sonuna kadar mücadele ettiler. Kapitalizmin temel çelişkisi olarak ortaya konulan üretimin toplumsallığı ile mülk edinmenin özel niteliği arasındaki çelişkinin proletaryanın devrimci eylemiyle çözülmesiyle, kapitalizmin baskısı altındaki bütün sınıflar da kurtulacaktır ve bu bakımdan proletaryanın kurtuluşu, insanlığın kurtuluşudur. Proletarya, sahip olduğu niteliklerle toplumun öncü sınıfıdır ve başka hiçbir sınıf ve tabaka bu öncülük rolünü üstlenemez.
Marx ve Engels tarafından ortaya konan ve 19. Yüzyılın ikinci yarısında işçi hareketinin seyri içinde somutluk kazanan bu düşünceler, Lenin ve Stalin tarafından geliştirildi, proletaryanın önderliği altındaki devrimle yüzyıllar boyunca kökleşmiş Çarlık rejiminin yıkılışıyla pratik örneğine kavuştu.
Marksizm’in klasikleri tarafından ortaya konan ve her Marksist’in kesinkes kavraması gereken, proletaryanın ancak kendi eylemi, atılganlığı ve inisiyatifiyle kurtulabileceği düşüncesi, Marksizm’e açıktan cephe alan akımlarca dudak bükmeyle karşılanırken; Marksizm’i benimsediği iddiasındaki küçük burjuva akımlarca sürekli bozulmuş, tahrif edilmiş ve sonuçta başka sınıfların proletaryaya önderlik etmesi şeklinde içeriklendirilmiştir. Marksizm’in yüksek prestijinden etkilenen küçük burjuva teorisyenler bu düşünceyi sözde kabul ederken gerçekte proletaryayı, önderlik etmesi gereken bir sınıf olarak değil, kendisine önderlik edilmesi gereken sınıf olarak görmüş ve bu bakış açılarını uygulamaya çalışmışlardır. Hangi gerekçeye dayandırılırsa dayandırılsın, bu tutum ve pratiğin gelip dayanacağı yer ütopik sosyalistlerin proletaryanın kurtuluş mücadelesini başka sınıflara bırakan anlayışı olacaktır.
Türkiye ise, uluslararası planda gelişen burjuva önderlik anlayışının geleneksel bir temel bularak geliştiği bir özellik göstermektedir. Önderlik kavramı, Türkiye sol hareketi tarihinde o kadar yanlış ele alınmış ve çarpıtılmıştır ki, bugün bu kavrayış ve pratik, işçi sınıfı hareketinin gelişimi önündeki önemli engellerden biri olma özelliğini korumaktadır. Bu bakımdan bu yazı kapsamı içinde, proletaryanın önder rolü, bu rolü yerine getirmesinin araçları ve proletarya ile parti arasındaki önderlik ilişkisini ele alacağız.

PROLETARYA TOPLUMUN ÖNCÜSÜ
Proletaryanın toplumdaki önder rolü, iradi bir tercih değil; kapitalist sistemin tahlilinden çıkan ve sosyal pratik tarafından doğrulanan objektif bir olgudur. “Bütün devrimlerin ve bütün ezilen sınıflar hareketinin deneyimi, dünya sosyalist hareketinin deneyimi, bize, yalnızca proletaryanın emekçi ve sömürülen nüfusun geri ve dağınık katmanlarını bir araya getirecek ve ardından sürükleyecek durumda olduğunu gösterir.” (Lenin)
O, kapitalist toplumda en devrimci sınıftır. Üretim güçlerinin gelişmesi önündeki başlıca engel olan özel mülkiyeti, hiçbir üretim aracına sahip olmayan bir sınıf olarak ancak proletarya ortadan kaldırabilir. O, bir yandan özel mülkiyetten tecrit edilmiştir, bir yandan da burjuvazinin mülkiyeti altındaki bütün üretim aletlerini çalıştırır ve değer üretir. En basit bir grevle bile, kapitalist işleyişe zarar verebilir.
Proletarya fiziksel bakımdan da sürekli büyüyen, güçlenen bir sınıftır. Kapitalist gelişme, diğer bütün emekçi sınıfları dağıtır ve parçalarken, proletaryayı binler ve on binler halinde birleştirir. Proletarya, birbirinden yalıtık insanların toplamı değildir, bölükler halinde ve kapitalizmin en kritik yerinde örgütlüdür. Çalışma koşulları, proletaryada kolektif davranışı, örgütlenmeyi ve disiplini koşullandırır, yüksek bir sınıf ruhunun temeli olur. Bu koşullar ona bir grevi, büyük bir gösteriyi örgütleme yeteneği kazandırır.
Kapitalizmle çelişkisi olan, parçalanmış, birlikte davranma ve örgütlenme olanak ve alışkanlığı zayıf sınıfların hiçbiri bu özelliklere sahip değildir. Onlar, kapitalizmle çelişseler de, düşünceleri onun etkisi altında şekillenir. Buna karşılık proletarya, bağımsız bir ideolojiye ve onun mücadelesinin her adımında kendisine yol gösteren sınıf partisine sahiptir.
Bütün bu özellikler, proletaryayı emekçi sınıfların önderi durumuna getirmiştir. O, en alttaki sınıf olarak başkalarını sömürme ihtiyacı ve olanağından yoksundur. Kendi kurtuluşunu, ancak bütün sınıfların kurtuluşunun ardından gerçekleştirebilecek yegâne sınıftır.
Nüfus içinde azınlığı oluşturduğu durumlarda bile, emekçi sınıfların çoğunluğunu harekete geçirebilir. Sadece özel mülkiyetin tasfiyesi mücadelesinde değil, demokrasi mücadelesinde, ulusal özgürlük mücadelesinde de önderlik bayrağını taşıyabilecek güç ve potansiyele sahiptir.

PROLETARYA ÖNDERLİĞİ VE PARTİ
Bilimsel sosyalizm bu sonuçlara, bütün tarihe ve modern kapitalist topluma diyalektik yöntemin ışığında projeksiyon tutarak; kapitalist üretimi, onun bağrında gelişen üretim güçlerini ve sınıf ilişkilerini inceleyerek varmıştır. Bilimsel sosyalizm, verili koşullan inceleyerek, maddi öncüllerden hareket ederek proletaryanın büyük tarihsel misyonunu saptamıştır. Tek bilimsel dünya görüşü olan Marksizm, proletaryayı kendi hayallerini gerçekleştirmek için kullanılması gereken bir güç olarak görmemiş, tersine proletaryanın gerçek durumu üzerinden teorisini inşa etmiştir.
Fakat Marksizm’in bu öngörüsünün bir doğal olay zorunluluğuyla kendi kendine gerçekleşebileceğini, işçi sınıfının bu bilince doğal olarak sahip olup hareket ettiğini düşünmek saçma olur. Proletaryanın tarihsel devrimci rolünü yerine getirebilmesi, kendinde varolan bu potansiyel özellikleri dışarıya vurması, kendi eylemi içinde kendi rolünü anlaması ve buna uygun hareket etmesiyle mümkün olabilir.
Ama işçiler bu bilince kendiliklerinden varamazlar. Kuşkusuz onlar, çektikleri acı ve yoksulluğu kendi kendilerine sorgulayabilir, yaşamlarını iyileştirmek için yüksek ücret, daha kısa çalışma saatleri, uygun çalışma ve sağlık koşulları talep edebilir, patronlara karşı harekete geçebilir ve hatta ayaklanabilirler. Bu mücadelede yardımlaşma sandıkları, sendikalar vb. örgütler kurabilirler ve elbette ki bu da bir bilinçlenmeye karşılık gelir. Fakat bu bilinç ancak sendikal bilinçtir. Onlar kendi çabalarıyla, kapitalizmi ortadan kaldırma güç ve yeteneğine sahip özel bir sınıfın mensupları olduklarını, bütün sınıfların kaderlerinin kendilerine bağlandığını, kendilerini ve bütün insanlığı kurtarmak için burjuva egemenlik sistemini yıkarak egemen sınıf olarak örgütlenmeleri gerektiğini kavrayamazlar. Çünkü bu sonuçlar, gündelik hayattan çıplak gözle çıkarılabilecek sonuçlar değildir; ancak bütün toplumsal verilerin bilimsel olarak incelenmesinden çıkarılabilir. Ancak bilimsel teorinin varabileceği sonuçlara, günde 10-15 saatlik ağır ve yorucu bir çalışma içindeki ve çoğunlukla eğitim görme olanağına sahip olmamış işçiler kendi hayatlarından yaramazlar. Elbette teoriye işçilerin de katkısı olmuştur ama bu ender işçi teorisyenler işçi oldukları için değil, teoriyle uğraştıkları için, teorisyen olarak bilimsel sonuçlara varmışlardır.
Teori, işçi hareketinin dışında inşa edilmiştir ve işçiler ekonomik bilinç kazandıkları gibi siyasal bilinç sahibi olamazlar. İşçi sınıfının kendi gerçek rolünü kavrayabilmesi için, proletaryanın saflarına katılmazdan önce kendileri de birer burjuva ‘aydını olan Marx ve Engels’in inşa ettiği bilimsel sosyalist teorinin sınıfa mal edilmesi ve böylelikle onun gerçek rolünün bilincinde “kendisi için” bir sınıf olarak mücadele etmesinin sağlanması gerekir.
Bu nasıl gerçekleştirilecektir? Bunu kim gerçekleştirecektir?
Bu soruyu, konumuzla ilgili olduğu kadarıyla yanıtlamaya çalışırsak:
Bilimsel sosyalist teori, işçi hareketinin dışında inşa edilmiştir. İlk adım, teorinin işçi sınıfına taşınması olacaktır. Bu, aydınların bu teoriyi basitçe işçilere iletmesi olarak anlaşılmamalıdır. Zaten burjuva dünyaya hapsedilmiş ve bu bakımdan burjuva bir tarzda “eğitilmiş” işçiler, birkaç aydının çabasıyla bu teoriyi kavrayamaz. Asıl önemli olan, işçi sınıfının ufkunun, dar, gündelik ekonomik çıkarlardan devlet ile bütün sınıflar alanına genişletilmesi, onun politika alanına çekilmesi ve böylelikle kendisinin kapitalizmi yıkma gücüne sahip yegâne sınıf olduğunu politik mücadele alanında bilince çıkarmasının sağlanmasıdır. Sınıflar arasındaki mücadelenin en kristalize alanı, politik mücadele alanıdır. Bu alan, “bütün sınıf ve tabakaların devletle ve hükümetle ilişkisi alanı, bütün sınıflar arasındaki karşılıklı ilişkiler alanıdır.”(Lenin, Ne Yapmalı? sf:100) Ve sınıf mücadelesinin kaderini politik mücadele tayin eder. Politik mücadele, iktidar mücadelesidir.
Demek ki, işçi sınıfının kendi gerçek devrimci rolünün bilincine varması, sosyalist teorinin proletarya saflarında maddi bir güç olması ve proletaryanın başka bir sınıfın (burjuvazinin) karşısına kendi sınıf egemenliği talebiyle çıkmasıyla mümkündür. Bu ise, sosyalist teori ile işçi hareketinin birliğinin ifadesinden başka bir şey olmayan işçi sınıfının partisi tarafından mümkün kılınabilir.
İşçi sınıfı, politik mücadeleyi ancak kendi örgüt biçimlerinin en yükseğini temsil eden, burjuvaziye karşı savaşında kendisine yol gösteren öncü örgütü yardımıyla verebilir. Bu, işçi sınıfının örgütlü öncü müfrezesi, devrimci komünist partisidir. Parti, “yalnızca belirli bir işverenler grubuyla değil, modern toplumun bütün sınıflarıyla ve örgütlenmiş bir siyasal güç olarak devletle de ilişkide işçi sınıfını temsil eder.” (age, sf: 74)
İşçi sınıfının en ileri unsurlarını saflarında toplayan parti, proletaryanın programı ve stratejik hedeflerine uygun olarak, proletaryanın güçlerini mevzilendirir, sınıfı kitle örgütlerinin yardımıyla birleştirir, sınıfın değişik mücadelelerini politik mücadeleye bağlar. Böyle bir parti olmaksızın, proletarya hareketi gerçek politik bir hareket olamaz. “… mücadele, güçlü bir devrimciler örgütü tarafından yönetilmediği sürece proletaryanın kendiliğinden mücadelesi hiçbir zaman onun gerçek ‘sınıf mücadelesi’ haline gelmeyecektir. “(Ne Yapmalı? sf. 16)
Partinin faaliyetinin özü, işçi sınıfı hareketinin gerçek sosyalist siyasal hareket düzeyine yükseltilmesi, “kendiliğinden” bir seyir içindeki sınıf hareketinin “kendisi için” harekete dönüştürülmesi için mücadele olarak özetlenebilir.
Proletaryanın, toplumun diğer ezilen sınıflarına önderliğini, ancak parti aracılığıyla, onun yardım ve yönlendirmesi yoluyla gerçekleştirebileceği gerçeği, önderlik kavramının bozulmasının da çıkış noktası olmuştur. Partinin, proletaryayı temsili, burjuva önderlik anlayışı çerçevesinde yorumlanmış ve gerçekte işçi sınıfının bilinçli bir parçası olan parti, sınıfın dışında bir yere yerleştirmiş, burjuva partilerle yığınlar arasındaki ilişki biçimi, “sınıf partisi” olarak payelendirilen aydın, küçük burjuva örgütlerle sınıf arasındaki ilişkiye taşınmak istenmiştir. Sonuçta Leninizm’le hiçbir ilişkisi bulunmayan bir “önderlik” anlayışı türemiştir. Ülkemizde ise, bu daha bir bulandırılmış, açıkça küçük burjuva sınıfların önderliği teorileştirilmiş, parti, sınıfın dışında bürokratik bir kast olarak görülmüş ve “önderlik” kavramı tamamen burjuva bir içeriğe kavuşturulmuştur.

ÜST TABAKA “DEVRİMCİLİĞİ”
Türkiye’de önderlik kavramının, üzerinde konuşulan konu proletarya önderliği de olsa, burjuva önderlik kavramı çerçevesinde kalarak pratikte sınıfın iradesi yerine sınıf dışı “seçkin” tabakaların iradesinin ve sınıf üzerindeki bürokratik egemenliğinin geçirilmesinin iki dayanağından söz etmeliyiz. Bunlardan biri, halkı harekete geçirme iddiasındaki politik grup ve aydın çevrelerinin içine nüfuz etmiş ve kökleri Osmanlı dönemine kadar uzanan üst tabaka “devrimciliği” anlayışı, diğeri, 50’li yılların ikinci yarısından itibaren dünya işçi hareketine hakim olan revizyonist önderlik anlayışıdır.
19. yüzyıldan başlayarak Osmanlı yönetimine muhalefet eden aydınlar, bu muhalefetin hedefini “batılılaşmak” olarak belirlerken, istibdadın zulmü altında yoksulluktan kıvranan emekçilere muhalefet unsuru olma değeri biçmemişlerdir. Tarihte önemli başkaldırılarla kendilerini ortaya koymuş köylü ve esnaf hareketi, Osmanlı-Türk aydını için önemsenecek bir muhalefet odağı olarak görülmezken, “demokrasi yanlısı” batı devletlerinin elçilikleri bu muhalefet hareketinin doğal müttefiki sayılmıştır. Öte yandan saray içindeki çelişkiler, “ilerici” sadrazamlar ve paşalar muhalefet hareketinin potansiyel unsurları sayılmış, sultanın reformlara ikna edilmesi ya da etkili paşaların muhalefet hareketine kazanılmasını çok önemsemişlerdir. “Halk” ise, sebep olduğu karışıklıkla, üst tabaka aydın muhalefetinin ve onların darbeci girişimlerinin haklılığını gözler önüne seren meşruiyet vesilesi sayılmıştır.
Gerek 1908’de, gerekse 1918-23’te işçi sınıfı cılız varlığına rağmen ciddi bir kaynaşma içindeyken, muhalefet örgütleri gözlerini yukarı sınıfın muhalif kesimlerine çevirmişlerdir. Jön Türk Devrimi, bir halk devrimi olma özelliği kazanamamış, Anadolu’da kendiliğinden mayalanan anti-emperyalist direnişin üzerine oturan Kurtuluş Savaşı, emekçi sınıfların inisiyatiflerinin baskılandığı, savaşın esas insan gücünü oluşturan emekçilerin kendi taleplerini etkin olarak dile getiremedikleri bir “üst tabaka” devrimi olarak sonuçlanmıştır. Kemalizm’in ideolojisi, halka bakışı ve tutumu, “komünist” ya da “sosyalist” adıyla ortaya çıkan muhalefetin şekillenişi üzerinde çok etkili olmuştur. Kemalizm’in “devrim” adını verdiği biçimsel burjuva önlemlerden, tepeden ve halka zorla kabul ettirilerek gerçekleştirilen reformlardan kendilerince bir ders çıkaran sol aydınlar; cahil halkın, onun katılımı olmadan da kurtarılabileceği düşüncesine pratik bir dayanaktı. “Halka rağmen, halk için” anlayışı “sol” adına yola çıkan grupların da temel düsturu haline gelmiştir.
Şefik Hüsnü döneminden başlayarak TKP, hiçbir zaman emekçi sınıflardaki devrimci potansiyelin gerçek önemini görememiş; bir yandan Kemalist rejim karşısında boş beklentilerle oyalanırken öte yandan burjuvazinin farklı kliklerinin şahsında “ilericilik” keşfetmeye, onlara dayanmaya çalışmıştır.
“Geçmişten Bugüne Türkiye Sol Hareketi” üst başlığıyla dergimizde yayınlanan yazılarımız, bu muhalefet anlayışının özellikleri hakkında yeterince veri sunmaktadır. Bu yazılardan, “sol”u oluşturan bütün kanatların 1960 27 Mayıs Darbesi’ni nasıl hararetle desteklediklerini, ama “yarım kalan” ya da “sonradan amacından saptırılan” devrimi tamamlamak için “asker-sivil aydın zümre” kavramı etrafında “halkı kurtaracak bir ordu darbesi” için nasıl çırpındıkları hatırlanacaktır. 12 Mart Darbesi’ne kadar, gerek YÖN-MDD hareketi olsun, gerek Kıvılcımlı ve bir ölçüye kadar THKP-C, ordu kademelerinde gerçekleştirilecek bir darbeye umut bağlamış, “ordunun devrimci geleneği” türünden teoriler icat edilmiştir. Marksist olduklarını sürekli yineleyen bu çevreler, Marksizm’in devrim-devlet teorisini inceleyip kendi pratiklerini gözden geçirmek yerine, teoriyi darbeci pratiklerine uydurmuşlar ve “Türkiye’nin orijinalitesi” çekincesiyle Marksizm’in ilkelerini açıkça çiğnemişlerdir.
Eklemek gerekir ki, Kemalist gelenekten süzülüp gelen bu üst tabaka “devrimciliği” anlayışı, 1960’Iı yıllarda dünya işçi hareketi üzerinde tekel kurmuş olan modern revizyonizmin şahsında güçlü bir dayanak bulmuştur. SSCB’de devlete ve partiye egemen hale geldikten sonra bu kurumları dev bir bürokratik aygıta dönüştüren modern revizyonizm; dünyanın diğer ülkelerindeki ulusal ve sosyal kurtuluş hareketlerini, nüfuz alanlarını genişletmenin aracı işlevi gördükleri ölçüde desteklemiş, Asya ve Afrika’da burjuva-feodal egemenlik koşulları aynı kalmak üzere gerçekleştirilen askeri darbelere sıcak bakmış, açıkça darbe örgütlemiş ve “ilerici askeri darbeler” kavramıyla teorize etmiştir. Bir “sosyalist” ülke, açıkça darbe örgütlüyorsa, mazlum ülkelerin devrimcileri neden bu türden teşebbüslerin içinde olmasın!
Şimdi, yazımızın başında sözünü ettiğimiz ütopik sosyalistleri yeniden anmamız gerekiyor: Proletarya, yoksul ve acı çeken bir sınıftır ve kendi kendisini kurtaracak bir hareket geliştiremez; kurtarılmalıdır. Türkiye “sol” hareketi de, emekçi yığınlarda bir devrim potansiyeli göremiyor. “Halk” kurtarılması ve “milletin efendisi” haline getirilmesi gereken bilinçsiz bir kalabalık olarak görülmüş, halkın kendisini kurtarması için onun bilinçli ve örgütlü kılınması yerine, halkı kurtarmak için burjuva egemenlik sisteminin silahlı tahkimi rolünü üstlenmiş ordudan medet umulmuştur. Ütopik sosyalistler, “eksik gelişmiş” koşullarda, bütün iyi niyetleriyle proletaryayı acılarından, sıkıntılarından kurtarmayı düşleyerek, bilimsel sosyalizmin önceli oldukları için ilerici bir konumdaydılar. Kendi gerici pratiklerini “önderlik” olarak teorize eden gruplar ise Marksizm’in en temel tezlerini tahrifata uğratarak, küçük burjuva düşünce ve pratikleriyle sınıf hareketinin gelişmesinin bağı işlevi gördükleri için, apaçık gericidirler. Anlayışlarının temelinde, proletaryaya ve halka inançsızlık vardır.
Bu üst tabaka “devrimciliği” anlayışı, bugünkü Türkiye pratiği bakımından da hâlâ üstesinden gelinmesi kesinkes gereken bir anlayıştır. Bu geleneğe yaslanan küçük burjuva “önderlik” anlayışı, belki biraz daha inceltilmiş olarak, ama sınıf hareketini geriletici, inisiyatifsizleştirici bir engel olarak değişik biçimlerde teoride, çalışma tarzında ve örgütlenmede tezahür etmektedir. Marksizm’in proletarya hareketine yaklaşım tarzı iğdiş edilmekte, Leninist ilkeler kabalaştırılıp çarpıtılmakta ve sonuçta karşımıza “küçük burjuvaca soysuzlaştırılmış” bir önderlik kavramı ve önderlik anlayışı çıkarılmaktadır.

KÜÇÜK BURJUVA ÖNDERLİĞİNİN TEORİK GEREKÇELENDİRİLMESİ:
“İDEOLOJİK ÖNDERLİK” VE “ÖNCÜ SAVAŞI” TEORİSİ

Türkiye’de bugün de birçok grup tarafından proletaryanın önder rolünün teorik düzeyde inkâr edildiği, proletaryanın önderlik rolünün bir aydın grubuna devredildiği bir gerçektir. 60’ların sonları ile 70’li yılların ilk yarısında devrimci gençlik hareketini derinden etkileyen Latin Amerika’nın küçük burjuva devrimlerinin, yanı sıra Çin’in devrimci pratiğinin etkisi altında, bu devrimlerin deneylerinin teorileştirilmesi yoluyla, proletarya önderliği farklı gerekçelerle reddedildi. Burjuvazi tarafından uyuşturulmuş kitlelerin proletarya adına davranan bir grup seçkin devrimci tarafından başlatılacak silahlı eylemlerle harekete geçirilebileceği, küçük bir motorun büyük bir motoru çalıştırması gibi, öncü savaşçıların silahla giriştikleri propaganda yoluyla, burjuva düzenin yıkılmazlığı fikrinin iflas edeceği düşüncesiyle bir avuç aydının iradesi, proletaryanın iradesinin yerine ikame ediliyor ve böylelikle kaba bir volontarizmle, proletaryanın önderliği, silahlı bir grubun önderliğine indirgeniyordu.
Diğer bir kaynak ise Mao Zedung düşüncesinde somutlanmaktadır. Mao tarafından formülleştirilen ve Türkiye’de esas olarak İbrahim Kaypakkaya ve TKP/ML tarafından daha da kabalaştırılan görüşe göre demokratik devrim aşamasındaki yarı-sömürge, yarı-feodal ülkelerde devrim, esas olarak bir köylü devrimidir. Proletarya, gelişmemiştir. Bir yandan devrimin bir köylü devrimi olması, diğer yandan proletaryanın azgelişmişliği nedeniyle devrimin esas alanı kırlardır, temel güç köylülüktür. Böyle bir köylü devrimine proletarya “ideolojik önderlik” yoluyla damgasını vurabilecektir.
Bu her iki anlayışın da köklü bir eleştirisi, devrimci komünist yayınlar tarafından daha önce gerçekleştirilmiştir. Şu kadarla yetinelim ki; önderlik ideolojik değil, sınıfsal bir olgudur. Proletaryanın kitle olarak içinde yer almadığı, eylemiyle ileri sürüklemediği hiçbir hareket onun damgasını taşıyamaz.
Eklemek gerekir ki, lafızda ne kadar işçi hareketinden söz ederse etsin, kendiliğinden işçi hareketinin tek yanlı teorileştirilmesine dayanan, hareketin kuyruğuna takılan kendiliğindenci akımlar da, sosyalist politikayı kendiliğindenliğe daraltmak yoluyla, politik alanı burjuvazinin tekelinde görmektedirler. Bayraktarlığını Perinçek ve partisinin yaptığı bu anlayış politik mücadele kavramının içeriğini boşaltmakta, sendikal-parlamentarist (burjuva) politikayı gerçek sınıf politikası olarak göstermeye çalışmaktadır. Bu da başka bir noktadan yola çıkarak önderliğin burjuvaziye bırakılması sonucuna varmaktadır.
Kendiliğinden hareketin yüceltilmesi ve dalkavukça bir yaltaklanma tutumu, sınıfın burjuva dünya görüşüne mahkûm edilmesidir. Çünkü işçi sınıfı, kendi sınıf sezgileriyle içinde yaşadığı toplumun kötülüklerini görebilir, bunun sonuçlarına karşı ayaklanmaya varan eylemlere girişebilir ama sadece kendi tecrübesiyle, kendisinin modern kapitalist toplumdaki gerçek yerini ve egemen sınıf olarak örgütlenme bilincini edinemez. Sosyalist bilinç, işçi hareketi içinde kendiliğinden fışkırmaz. Onun bu bilinci edineceği ve devrimci ideolojiyle tanışacağı biricik alan politika alanıdır. Bu bakımdan, kendiliğinden hareketi, ekonomik ya da ekonomik talepleri çıkış noktası haline getiren kısmi politik talepleri öne süren hareketi kendi kendine yeter kabul etmek, işçi sınıfı üzerindeki burjuva etkiyi kabullenmek anlamı taşır.
Uluslararası planda kısa sayılmayacak bir geçmişi bulunan, Türkiye’de ise, ancak 12 Eylül yenilgisinin moral bozucu koşullarında gündeme giren ve kısaca bilimsel-teknolojik devrimin, proletarya ile diğer emekçi sınıflar arasındaki ayrımı sildiği, “çalışanlar” kavramıyla bütün emekçilerin eşitlendiklerini ileri süren görüşe göre, “proletarya” diyebileceğimiz özel bir sınıf yoktur. Ama bu görüş sahipleri, proletarya şahsında kaybettikleri bu devrimci sınıfı küçük burjuvazide, memurlarda keşfetmektedirler. Sonuçta da, küçük burjuvazinin şahsında “genç ve dinamik” bir sınıfın önderliği teorileştirilmektedir.
İster “ideolojik önderlik” adına proletaryanın önderlik rolü ve iradesi bir aydın grubunun eline verilsin, ister işçi hareketinin kendiliğinden hareketinin düzeni yıkacak bilince varacağı söylensin, varılan yer, işçi sınıfının devrimci rolünü inkâr ve bu rolün proletarya dışındaki tabakalara verilmesidir.

KÜÇÜK BURJUVA ÖNDERLİK ANLAYIŞININ PRATİK GÖRÜNÜMLERİ
Proletarya önderliği adına proletarya dışındaki tabakaların proleter kitlelere sosyalizm adına dayatılmasının teorileştirilmesine kadar varan bu yozlaşmış anlayış, pratiğe çok çarpıcı biçimde yansıyor. Teoride, ideolojik önderlik anlayışını reddettiğini, proletaryanın önder sınıf olduğunu iddia eden birçok grubun pratiğinde Leninizm dışı önderlik anlayışının bütün belirtilerini görmek olası.
Birçok küçük burjuva grup, önderliği; sınıfın üzerinde yer alan özel bir “devrimci” tabakanın, sınıf adına kararlar alması ve bunları, sınıf üzerinde etkisi olduğu düşünülen kişiler eliyle sınıfa kabul ettirmesi olarak görüyor ve uyguluyor. Sınıfa önderlik etmeyi, çeşitli sınıf örgütlerindeki bürokratların “karalanması” yoluyla gerçekleştirmeye çalışıyorlar. Önderlik çalışması, bürokrasinin örgütlenmesi ve bu yolla harekete hâkim olmak anlamına geliyor.
Bu “önderlik” anlayışının en kristalize örneği, Dev-Yol’un pratiğinde rahatça görülebilir. Dev-Yol, bugün işçi sınıfı ve kamu çalışanları üzerinde etki kurmanın başlıca yolu olarak bu alanlarda örgütlenmiş sendikaların yönetimindeki insanları etkilemeyi görüyor. En az Türk-İş kadar kökleşmiş bir bürokrasi geleneğine sahip olan DİSK’in yönetiminde söz sahibi olmak, kazanılmış bürokratlar eliyle sınıf hareketine “önderlik” etmek, Dev-Yol’un emekçi sınıflar içindeki çalışmasının esasını oluşturuyor. Doğaldır ki, bu durumda her fabrika değil, ama her sendika bürosu Dev-Yol’un kalesi olacaktır, tabii olabilirse. Dev-Yol’un ve diğer birçok “sosyalist” grubun, DİSK’in yeniden açılışı karşısında kapıldıkları heyecanın bir nedeni de, DİSK bürokrasisine yaslanarak sınıf içinde varolma, bürokrasi eliyle sınıf üzerinde etki yaratma hesabıdır.
İşçi sınıfı dışındaki aydın ve yarı aydın tabakanın “sosyalist” parti adıyla örgütlenmesi ve bunların sınıfa “önderlik” olarak, sınıfı “temsil” işleviyle payelendirilmesi de aynı tarzda bir önderliktir. Gerçekte bu, işçi aristokrasisi, sendika bürokrasisi, aydın tabakadan oluşan küçük burjuvazinin önderliğinin proletaryaya dayatılmasıdır. Fiziki varlıkları son bulmakla birlikte TKP ve TİP’in oluşturduğu ve günümüz küçük burjuva akımlarınca yaşatılan bu anlayış, parlamenter sendikalist bir çalışmayı temel alırken işçilerin bu bürokratik aygıtı izlemesini öngörür. İşçi sınıfı, politik mücadele alanına çekilmez; işçi sınıfının alanı, gündelik sendikal mücadele alanıdır. Politika alanı, teorik mücadele alanı özel bir bileşime sahip “seçkin” bir tabakanın işidir!
Bugün sendikal hareket üzerinde bürokratik bir tekele sahip Türk-İş, DİSK ve Hak-İş gibi sendika konfederasyonları, işçinin eğilimini, onun taleplerini hiçe sayan bürokratik bir yönetim aygıtına sahiptir. Gerçekte sayısı 2 milyonu geçen sendikalı işçi, bizzat bu dev bürokratik aygıtlar tarafından inisiyatifsizleştirilip örgütsüzleştirilmektedir. Sınıf içinde burjuva partinin fraksiyonu olma rolü oynayan, işçileri kendi öz örgütlerine yabancılaştıran bu yapılar, işçileri burjuva tarzda alıklaştırarak, inisiyatifsizleştirerek, yönetimi sadece yüksek sendika bürokrasisinin özel işi olarak ele alarak “önderlik” görevini yerine getirmektedirler. Kararlar hep işçilerin dışında alınır, sözleşme görüşmeleri, gizli bir diplomasinin konusu haline getirilir. Türkiye’de son yıllarda gelişen başlıca büyük işçi eylemleri, inisiyatifin sendika ağalarına terk edilmesi, işçilerin içinde yer aldıkları eylemin gidişatı hakkında karar verememesi ve abartılmış bir güvenle davranması sonucunda, bütün görkemine rağmen sendika ağalarıyla hükümet yetkilileri arasındaki pazarlıkla bitirilebilmiştir. Zonguldak direnişi, bunun çarpıcı örneği olarak bugün de bütün sıcaklığıyla anılardadır. Onlarca yıl boyunca “devrimci” adını taşıyan bir sendikanın da yardımıyla sınıf içinde kökleştirilen, yönetimi yüksek sendika yöneticilerine bırakan bu anlayışın yıkılması, işçi hareketinin kendisini prangalayan bu engellerden kurtularak kendi dinamizmi, yaratıcılığı ve girişkenliğiyle davranabilmesi için olmazsa olmaz bir yakıcılığa sahiptir.
Fakat bunun kadar, Türk-İş’in ve diğer sendika bürokrasisinin işlevini sosyalistçe üstlenmeye aday ve işçilerin kendi kendilerini yönetmesinin önüne “sosyalist” tarzda barikat kuran burjuva sosyalizminin önderlik anlayışının etkilerinin ortadan kaldırılması da vazgeçilmezdir. Çünkü bu akımlar, Türk-İş bürokrasisine karşı mücadeleyi kötü yöneticilerin yerlerini iyilerine bırakması, denebilir ki kötü bürokrasinin yerine iyi bürokrasinin ikame edilmesiyle sınırlamaktadırlar. Yöneticiler değişecek, bürokratik aygıt el değiştirerek varlığını koruyacaktır.
Bunun Leninist önderlik anlayışıyla uzaktan yakından bir ilgisi yoktur.

BURJUVA ÖNDERLİK PROLETER ÖNDERLİK

Burjuva önderlik ile proleter önderlik arasındaki fark, yalnızca önderlerin nitelikleriyle sınırlı bir fark değildir. Bu fark, farktan da çok öte bir anlama sahip karşıtlık, önderlerin niteliklerini aşan özellikler taşır ve önderlerin niteliklerinden bağımsız olarak önderlik anlayışında somutlanır. Yani bu fark, Marx’ın demokratik yapıda sosyalist bir şahsiyet olması ile Bismark’ın antidemokratik bir burjuva olması arasındaki farklılığa indirgenemez. Kuşku yok ki, iki düşman sınıfın bu iki önderi, isimleri yan yana anılamayacak kadar birbirinden farklıdır. Ama esas farklılık, bunların şahsında cisimlenmiş gözüken iki farklı dünyanın önderlik anlayışıdır.
Burjuvazinin dünyası, yöneten ile yönetilen arasındaki farkın kesin çizgilerle belirlendiği, yönetim aygıtının profesyonel bir azınlığın tekelinde bulunduğu ve yönetmenin özel ve ayrıcalıklı bir iş olduğu bir dünyadır. Halkın yönetime katılması, sahte ve ikiyüzlü bir propagandadan başka bir anlam taşımaz. Bu dünyada emekçiler, seçimden seçime önlerine konan sandığa oy pusulası atarak “yönetime katılmış” olurlar.
Proletarya ise, bütün sınıf farklılıklarını olduğu gibi, yöneten-yönetilen bölünmesini ortadan kaldırmayı kendine nihai amaç edinmiş bir sınıftır. Yönetilen-yöneten ilişkisinin yok edilmesi, burjuva yönetim aygıtının yerini bir kaos ortamına terk etmesi değildir. Proletaryanın bir sınıf olarak yönetime katılması, Lenin’in deyimiyle basit bir temizlikçi kadının devlet yönetimine katılmasıyla başlayan sürecin, yönetenlerin, aynı zamanda yönetildiği ve yönetilenlerin yönetebilir seviyeye geldiği ve böylece yönetmenin bir iş olmaktan çıktığı yerde noktalanacak, yönetmek ve önderlik gibi kavramlar da gereksizleşerek ortadan kalkacaktır. Proletarya bu özelliklerini bir çırpıda kazanamaz. Kapitalizme karşı verdiği savaş içerisinde, basit ekonomik grevlerden uzun süreli direnişlere, genel greve ve ayaklanmaya kadar bir dizi mücadelede kendi kendini ve bütün bir toplumu yönetme yeteneğini geliştirir. Mücadelesiyle toplumun bütün sınıflarına önderlik eder.
Fakat proletaryanın burjuvaziye karşı savaşı, devletlerarası savaşlarla kıyaslanmayacak ölçüde karmaşık, inişli çıkışlı bir savaştır ve bu savaş, ancak savaşın bütün bilgisine sahip, bütün karmaşık durumlarda tereddütsüz karar verebilen, uygun anda saldırmayı, şartlar dayattığında geri çekilmeyi bilen profesyonel bir savaş örgütünü, örgütlü bir öncü müfrezeyi gerektirir. Böyle bir örgütü zorunlu kılan şey, proletaryanın öncü kesimi ile geniş yığınları arasındaki bilinç farklılığıdır. Proletaryanın ana kitlesi öncünün seviyesine gelinceye dek öncüye ihtiyaç olacaktır. Önderlik, ancak “özel liderlerin çıkmasını gereksiz kılmak”la (Lenin, “Halkın Dostları” Kimlerdir, sf:195), herkesin kendi kendisine önderlik edebileceği koşulların yaratılmasıyla ortadan kaldırılabilir.
Bu bakımdan, işçi sınıfının örgütlü ve öncü nitelikli bir parçası olan devrimci komünist partinin sınıfın geniş yığınlarıyla ilişkisini önderlik kavramıyla ifade edebiliriz. Fakat bu kavramın, partinin, kendisini sınıfın yerine koyması, sınıfın eyleminin yerine öncünün eylemi ve iradesinin geçirilmesi gibi bir içeriği yoktur. Bu kavram ancak, sınıfın bütün bir toplumu ve kendisini yönetebilir hale gelmesine yardım etmek anlamında kullanılabilir. Unutulmamalıdır ki, devrimin önderi proletaryadır ve ona önderlik edecek özel bir tabaka yoktur, olamaz. Sınıfın partisinin (azınlık olduğu unutulmamalıdır) sınıf adına; onun eylemi ve inisiyatifi dışında davranmak gibi bir tutumu olamaz. Onun rolü, önderlik işlevi, sınıfın kendi kaderini kendi eline almasına yardım etmektir. Lenin, halkın iradesinin yerine bir avuç eylemcinin silahlı eylemini ve iradesini geçiren Narodnikler’le polemik amacıyla kaleme aldığı “Halkın Dostları” Kimlerdir? adlı eserinde Narodnikler’in yığınların iradesinin yerine bir aydın grubunun iradesini geçirmelerine karşı, parti ile sınıf arasındaki ilişkiyi ifade etmek için ısrarla “yardım” kavramını kullanır. Lenin, “devrimci sınıfa, bütün emekçi insanlığı sömürücülerden kurtarmak için verdiği savaşta yardımcı olmak” ifadesiyle bu durumu açıklar.
Şu halde işçi sınıfı partisinin görevi, sınıfın kendi kendisini ve bütün toplumu yönetebilir kılınmasına yardım etmektir. Parti, sınıfa ideolojik, politik ve örgütsel yardım yoluyla sınıfın “kendisi için” bir bilinç evresine ulaşmasını ve bilinçle davranmasını sağlamayı hedefler. Bu ilişki, sınıfın artık yardıma ihtiyaç duymadığı, partinin de gereksizleştiği sınıfsız topluma kadar evrimleşerek devam eder. Onun, sınıfa önderliği, kısaca “yardım” kavramıyla ifade edilebilir. Türkiye Devrimci Komünist Partisi, sınıf hareketinin “kendiliğinden” bir hareket olmaktan “kendisi için” bir hareket düzeyine yükseltmek için yürüttüğü ve “TDKP Röportajında aktüel-pratik yönleriyle de ayrıntılandırdığı çalışmasını “yardım” kavramıyla ifade ediyor. Bu kavram, kimilerine, partinin, sınıf hareketinin dışında durarak onunla birlikte mücadele etmeyi değil, ona dışardan yardım etmeyi tercih ettiği gibi görünebilir. Gerçekten de sınıf hareketine dışardan bakan (ama tepeden) ve sınırlı yardımlarını “esirgemeyen” (şöyle olmalı, şu yapılmalı…) böyleleri vardır. Ama burada kullanılan kavramın böyle bir içeriği yoktur.
Bu kavrama özellikle vurgu yapılmasının nedeni, partinin proletaryaya önderliğinin içeriğine dikkat çekmek, önderlik kavramının sınıftan kopuk özel bir tabakanın sınıf adına davranma hakkı olmadığına işaret etmektir. Bu kavramın hiç bir şekilde, proletaryanın öndersiz de savaşabileceği gibi bir içeriği yoktur.
Önderlik gibi bir kurumun “gereksizleştiği bütün sınıfın öncü seviyesine vardığı döneme kadar sınıfın en ileri kesimlerinin içinde örgütlendikleri parti, öncülük görevini sürdürecektir. Çünkü “… Profesyonel olarak eğitilmiş, uzun deneylerden geçmiş ve tam bir uyum içinde çalışan ‘bir düzine’ denenmiş ve yetenekli liderler olmadan (ve yetenekli kişiler yüzlerle doğmaz) modern toplumda hiçbir sınıfın kararlı bir mücadeleye girişemeyeceği” anlaşılır bir durumdur. (Lenin, Ne Yapmalı? sf:150)
Ama burada tartışılan konu, işçi sınıfının özel bir profesyonel önderler örgütüne ihtiyacı olup olmadığı değil, bu örgütün önderlik görevini nasıl yerine getireceğidir. Parti, yönetici rolünü bütün bir sınıfın eyleminin, yaratıcılığının ve inisiyatifinin bastırılması yoluyla değil, aksine sınıfın bütün bu potansiyel özelliklerinin hayat bulmasına imkân verecek tarzda yapmalıdır. Daha önce de ifade edildiği gibi, parti işçi sınıfının bir parçasıdır. Sınıfla canlı bağlara sahiptir, temel örgütleri doğrudan sınıfın içindedir ve kendisi de esas olarak işçi sınıfı içinde mevzilenmiş örgütlerin toplamından ibarettir. Bu bakımdan partinin sınıfa önderliği sınıf dışındaki bir grubun önderliği değil, sınıfın uyanık öncü kesiminin sınıfa, verdiği mücadelenin her adımında yardım etmesidir. Yine de parti, kendini sınıfın yerine koyamaz. Sınıf mücadelesi, burjuva devlet ile parti arasındaki bir mücadele değil, burjuvazi ile proletarya arasındaki bir mücadeledir. Çok kullanılan bir ifadeyle, devrim, bir grubun, bir öncünün değil, doğrudan kitlelerin eseridir.
Parti ile sınıf arasındaki ilişki, partinin aldığı kararların ve yönergelerin sınıfa aktarılmasından ibaret tek yanlı bir ilişki değil, partinin teorinin sonuçlarını bütün sınıfa aktardığı ama sınıfın eyleminden, yaratıcılığından öğrendiği karşılıklı diyalektik bir ilişkidir. 60. sayımızda yayınlanan “Kitle Hareketi ve Mücadele Biçimleri” yazısı, partinin sınıfın yarattığı eylem ve örgüt biçimlerinin deneylerini nasıl genelleştirerek teorileştirdiği açıklanmaya çalışılmıştı. Söylenmek istenen şudur ki, parti sadece teorinin sonuçlarını sınıfa iletmekle yetinmez, sınıftan öğrenir de.
Proletaryanın iktidarı alarak egemen sınıf olarak örgütlenmesi, o güne kadar burjuvazinin hâkim olduğu devlet makinesinin proletaryanın eline geçmesi değildir. Basitçe devlet aygıtı, birçok bakımdan korunsa bile, diktatörlük, Sovyetler halinde örgütlenmiş milyonlarca ve milyonlarca proleter tarafından uygulanır ve proletarya diktatörlüğü de özüne Sovyet örgütlenmesiyle kavuşur. Bu burjuvazinin özel bir bürokrasiye dayanarak gerçekleştirdiği yönetim anlayışının dipten doruğa yıkılması tamamen farklı bir yönetim anlayışıyla içeriklendirilmesidir. İktidar savaşı veren burjuvazi, iktidarı aldığı günün sabahı kendisiyle birlikte bu mücadeleye katılmış sınıfları, geniş halk yığınlarını silahsızlandırırken, proletarya, ayaklanma organlarını kendi sınıf egemenliğinin temeli halinde yeniden örgütler.
Sınıfın çok çeşitli ve değişik düzeyde örgütü ve sınıf olarak girdiği mücadelelerde ortaya koyduğu sınıf tavrıyla davranabildiği ölçüde kendisini ve bütün toplumu yönetmeyi başaracaktır. Sınıfın bağımsız iradesi ve eyleminin karşısına çıkarılan küçük burjuva, bürokratik “önderlikler” burjuvazinin yönetim ve önderlik anlayışını devralmakta, onları sosyalist argümanları kullanarak, “sosyalist tarzda” uyuşturmaya, inisiyatifini kırmaya, yeteneklerinin gelişmesini engellemeye çalışmakta, böylelikle burjuva önderlik anlayışını proletarya saflarına taşımaktadırlar.
Devrimci komünist hareketin belgelere de yansıyan tecrübesi göstermiştir ki; kökleşmiş bürokrasiye, gelenekselleşmiş küçük burjuva önderlik anlayışının sınıf hareketindeki güçlü etkilerine karşın, sınıfın mücadele eden, uyanan kesimleri bağımsız tavır geliştirebilmekte, sadece aydınların anlayabileceği sanılan teorik mücadelenin içeriğini ve anlamını kavramakta, siyasal ajitasyona açık olduklarını göstermektedirler. Sorun, önderliğin sınıf üzerinde bir aydın kastı olduğu anlayışının pratik olarak da kırılması, teorinin ve politikanın entelektüel bir gevezelik olmaktan çıkarılarak sınıfın gündelik sorunlarıyla içice canlı ve sürekli bir faaliyet olarak ele alına-bilmesindedir. Devrimci komünizmin, sınıf içinde yürütülen devrimci çalışmanın deneyleri üzerinde ortaya koyduğu ve yaşama geçirmekte ısrarlı olduğu bu anlayışın yaşam bulması ve sınıf içinde bir gelenek olarak pekişmesinin bütün koşulları vardır.

Aralık 1993

Komünist Gelişmenin Sürekli Ve Etkin Bir Silahı: Özeleştiri

Bir parti militanının gerçek niteliği, devrimin ve devrimci siyasal eylemin en zor ve en önemli koşullarında ortaya çıkar. Komünist çalışmanın en zor ve en önemli anlarında parti militanının tutumu ne olacaktır? Yığın eylemleri patladığında, durgun dönemlerdekinden onlarca kat daha fazla bir çalışma temposuyla, komünist bir yaratıcılık ve devrimci sınıf ruhuyla ileri mi atılacaktır; yoksa gelişen sınıf hareketinin dışına düşecek ölçüde yeteneksizlik mi gösterecektir? Ülkenin her yanında yığınların eylemi; grevler, sokak direnişleri, barikat savaşları biçiminde gelişirken kabaran dalgaya kapılıp ileri fırlayacak; ama burjuvazinin, hareketi ezmek için, ilk güçlü vuruşlarını yapmaya, dizginlerinden boşanmışçasına saldırmaya başladığında paniğe kapılarak beklenti ve umutsuzluk içine mi düşecektir? İşçi ve halk hareketinin aldığı ağır bir yenilginin ardından önce şaşkınlığa kapılacak, sonra kapitalizmin ebediliğine yeniden ve “bilinçli” bir inancın eşliğinde, olabildiğince geriye çekilecek ve giderek bir “düzen adamı” mı olacak; yoksa örgütünden, yoldaşlarından ayrı düştüğünde bile, komünist kişiliğini koruyup her koşulda sebat ve komünist bir inançla mücadeleye devam edecek bir “dava adamı” mı olacaktır?
Dünya proletaryasının büyük öğretmeni Josef Stalin, proletarya hareketiyle bağlantılı olarak gerçek devrimci militanı tarif ederken şunları söylüyordu:
“Proletaryanın mücadelesi baştan sona bir saldırı, kesintisiz bir başarılar zinciri değildir. Proletaryanın mücadelesinde zaferler de vardır, yenilgiler de vardır. Gerçek devrimci; muzaffer ayaklanma döneminde yiğitçe savaşan kişi değil, tersine, devrimin muzaffer saldırısı sırasında iyi savaşmasını bilen, ama aynı zamanda devrimin geri çekilme döneminde, proletaryanın yenilgisi döneminde de yiğit olan, şaşkına dönmeyen ve devrim, darbeler aldığında, düşman başarı kazandığında da işi yarı yolda bırakmayan, devrimin geri çekilme döneminde paniğe kapılmayan ve umutsuzluğa düşmeyen kişidir.”
Stalin, bu sözleriyle, bütün devrimlerin ve devrimci mücadelelerin tanık olduğu gibi, kimi devrimcilerin, en zor koşullarda bile paniğe kapılmadan, umutsuzluğa düşmeden, umutla, inançla ve bilinçle mücadeleyi sürdüreceğini; kimilerinin ise tam tersine, muzaffer ayaklanma dönemlerinde yiğitçe savaşırken; devrim, darbeler aldığında, paniğe kapılarak, umutsuzluğa düşerek işi yarı yolda bırakabileceğini anlatır bize.
Burada ister istemez şöyle bir soru gelecektir aklımıza; neden aynı toplumsal ve tarihsel koşullarda, aynı devrimci örgüt ya da parti içinde omuz omuza dövüşen militanlardan kimisini, bu koşullar, ileriye doğru götürür ve neden kimilerini geriye doğru savurur?
Böyle bir soru üzerinde düşünmeye başladığımızda, devrimci militanın kendisini değiştirmesinin ve ilerletmesinin güçlü bir aracı olan kendi kendisini sürekli olarak eleştirme ya da aynı anlama gelmek üzere özeleştiri; mutlaka üzerinde durmamız gereken bir şey olarak karşımıza çıkar.
Kapitalizme karşı mücadelede, proletaryanın öncü örgütlü müfrezesi olan devrimci komünist partisi, yürüttüğü komünist çalışma içerisinde ayrı bir hayat, ayrı bir duyuş, düşünüş ve davranış tarzı olduğu gibi ayrı bir ilişki biçimini de yaratır. Bir yandan, kendisini, burjuva kapitalist hayat tarzı ve ilişki biçimlerinin karşısına diker, öte yandan da kendine özgü bir sistem yaratır. Bu yönüyle devrimci komünist parti; parti yaşantısı ve kolektif komünist mücadele, komünist kişilik özelliklerinin, komünist ahlakın ve erdemlerin ortaya çıkmasının ve bunların militanın yaşantısında, eyleminde ve bilincinde cisimleşmesinin olanaklarını yaratan devrimci bir ortamdır. Enver Hoca’nın şu sözleri bu bakımdan dikkat çekicidir:
Bir işçi, komünist olduğu zaman, o; kendisinde gelişmemiş olan bir şeyin açılıp serpilmekte olduğunu hisseder; bulanık biçimde bilgi sahibi olduğu bir kültürün onu aydınlattığını keşfeder, Marksizm’de kendisini açıkça ileri sürme olanağını bulur: bilinçaltında var olan bir şey hakkında bilgi sahibi olur. Böylece bir işçi, komünist olduğu zaman kendisini inşa eder ve pekiştirir.
Bir entelektüel, komünist olduğu zaman ise, olaylar önceki durumda olduğu gibi gelişmez. Sosyalist bilincin zaferinin her adımında entelektüel, geçmişinde bazı şeyleri yok etmek zorunda kalır. Bu yüzden o, tahrip eder ve inşa eder. Attığı her adımda kendini yaratma değil de, kendine karşı mücadele izlenimini edinir.
İşçi, komünist olduğu zaman, o; savaşacağını, greve gideceğini, kapitalizmle çatışmaya gireceğini ve hatta öldürülebileceğini bilir; ancak onun yalnızca tek düşmanı vardır ve bu düşman onun dışındadır, kapitalizmdir. Entelektüel, iki cephede birden savaşmak zorundadır: “kendine ve kapitalizme karşı.”
Bu bakımdan, söz konusu olan ister bir işçi olsun, ister ihtilalci bir aydın; partili mücadele insanı dönüştürür, bilincini ilerletir, bunun olanaklarını yaratır. İşte yukarıdaki sorunun cevabını aramamız gereken noktalardan birisi burada yatmaktadır. Bir parti militanı bilinç, yaşantı tarzı ve kişilik özellikleri bakımından, böylesi bir devrimci ortamda kendisini sürekli “yeniden inşa edebildiği”, “yıkıp inşa edebildiği” ve böylece komünist mücadeleyle, komünist ideoloji ve partiyle sürekli olarak birleşebildiği oranda, kendisini ilerletebilecektir. İşte bu açıdan bakıldığında, komünist bir militan açısından özeleştiri, ilerlemenin ve devrimci gelişimin vazgeçilmez koşullarından birisi olduğu gibi, aynı zamanda onun en önemli silahlarından da birisidir. Bu, militanın kendisine, kendi içindeki burjuva etkiye karşı yönelttiği özel türde bir silahtır.

ÖZELEŞTİRİ KONUSUNDA YANLIŞ ANLAYIŞLAR

Komünistler açısından devrimci değişim ve gelişimin vazgeçilmez koşullarından birisi olan özeleştirinin temel özelliklerine geçmeden önce, onun kimi yanlış ve eksik algılanış biçimleri üzerinde duralım.
Yürütülen kolektif mücadelede, komünistlerin birbirlerini eleştirmeleri ve bu yönüyle gelişimlerinde birbirlerine yardım etmeleri, parti yaşantısının düzenleyici ilkelerinden birisidir. Ama özeleştiri, çoğu kere eleştirinin bir karşılığı olarak algılanır. Kuşkusuz, bir komünist, yoldaşlarının kendisine yönelttiği eleştiriler karşısında kayıtsız kalamaz. Yoldaşları tarafından eleştirilen yanlarını gözden geçirmek, onların işaret ettiği eksikliklerini bulup çıkarmak ve gidermeye çalışmak, kendisine yöneltilen eleştirilerle birlikte kendisini eleştirmeye yönelmek, devrimci bir militan açısından hem bir görev, hem de bir ihtiyaçtır. Bu yönüyle, yoldaşları tarafından kendisine yöneltilen eleştiriler, devrimci militanın kendisini eleştiriye, özeleştiriye yöneltir. Ancak özeleştiriyi sadece bu yönüyle kavramak, yani onu sadece kendisine yöneltilen eleştirinin karşılığı olarak algılamak, özeleştirinin eksik bir kavranış biçimidir. Eğer özeleştiri sadece bu yönüyle kavranıyorsa, o, sadece bir militanla başka bir militan ya da militanla parti arasındaki ilişki olarak görülüyor demektir. Özeleştiri, eğer sadece bu yönüyle kavranırsa, devrimci militan ancak parti ya da yoldaşları kendisini eleştirdiğinde, özeleştiriye yönelebilecektir. Bu durumda, özeleştiri gerçek devrimci içeriğinden ve anlamından büyük oranda kopacaktır. Çünkü parti ya da birlikte mücadele ettiği yoldaşları, her durumda militanın eksikliklerini, yanılgılarını ve zaaflarını göremeyebilir. Ya da militanın bütün yaşantısı partinin gözü önünde cereyan edemeyeceği gibi, onun parti tarafından görülebilecek ve eleştirilebilecek yanlan genel olarak pratik parti çalışmasında ortaya çıkan eksikler, hatalar ya da yanlış düşüncelerdir. Böylesi durumlarda ne olacaktır?
Militanın devrimci değişimi ve gelişimi, sadece başkalarının eleştirisine bağlandığında, eksik ve düzensiz bir değişim ve gelişim olacaktır. Bilinmelidir ki, ancak sürekli olarak kendi yaşantısını ve eylemini eleştirebilen, her an kendi eksiklerini, hatalarını ve yanlış eğilimlerini cesurca ve samimiyetle kendi önüne koyarak yok etmesini bilen ve bu anlamda özeleştiriyi, devrimci kişiliğinin vazgeçilmez bir parçası haline getiren bir kişi, özeleştirinin devrimci anlamını kavrayabilmiş demektir. O halde, özeleştiri; bir komünist militan açısından, partinin ve yoldaşlarının kendisine yönelttiği eleştirilerle, kendi yaşantısını, eylemini, tutumunu sürekli olarak kendisinin eleştirmesiyle birleştirdiğinde doğru ve devrimci bir anlam kazanabilir.
Özeleştirinin bir başka yanlış ve biçimsel kavranışı da, özeleştiriyi eleştirilmemenin ve sözde kendisini eleştiriyor görünerek hata ve eksiklerini gizlemenin bir aracı olarak kullanmaktır. Böyle davranan birisi, özeleştiri karşısındaki bu tutumuyla sözde dürüst olarak görünmeye çalışır. Habire nerede ne hata yaptığını, hangi konularda eksiklikleri olduğunu sürekli olarak başkalarına anlatır. Ama ne o sürekli olarak tekrarlayıp durduğu hata ve eksiklerini gidermeye çalışır, ne de bulunduğu noktadan ileriye doğru bir adım atar. Wilhelm Busch bir şiirinde özeleştiri karşısında böylesine gevezece bir tutum takınanları şöyle anlatıyor:
“Özeleştiride çok şey var
Diyelim ki kendimi eleştiriyorum
Bu sayede, bir defa çok akıllı olduğum
düşüncesini yaratıyorum.
İkincisi, insanlara
Bu adam çok namuslu dedirtiyorum.
Üçüncüsü,
Eleştirmenlerden önce davranıyorum
Ve dördüncü olarak ayrıca
özeleştirime itiraz edilmesini umuyorum
Böylece de sonuçta
çok yaman biri oluyorum.”

Özeleştirinin bu kavranış biçimi, kaynağını burjuva ahlakından alır. Bu anlayış, proletaryaya ve komünizme yabancıdır. Çünkü samimiyetsizliğin bir ifadesidir. Hıristiyanların yüzyıllardır uygulaya-geldikleri günah çıkarmadan hiçbir farkı yoktur ve tam bir ikiyüzlülüğü ifade eder. Sürekli olarak yerinde saymanın, sürekli olarak aynı hataları “bilinçli olarak” yapmanın meşruiyetini sağlama çabasından başka hiçbir şeyi ifade etmez.
Bunun gibi, özeleştiriyi devrimci ve ilerici anlamından kopararak “Hıristiyanlara özgü bir davranış biçimi olduğu için” reddeden ve ona karşı çıkanlar da, bu tutumlarıyla küçük burjuva aydınının kibirli ruh halini ve tutumunu yansıtırlar. Özeleştiriyi böyle gören, Marksizm-adına yola çıkmış küçük burjuva aydını, kendisince, hiçbir zaman hata yapmaz, hiçbir eksik yanı yoktur ve her şeyi her zaman en iyi kendisi bilir. Bu yüzden de özeleştiriye ihtiyaç duymaz. Çünkü ilerleyebileceği kadar ilerlemiş, Marksizm’i de zaten hatmedip yutmuş ve çoktan “aşmış”tır. Bu noktada, özeleştiriyi devrimci ilerleme ve gelişmenin zorunlu bir aracı olarak kavramak istemeyen her iki anlayış tarzı da, devrimci değişim ve dönüşüme kapalılıklarıyla aynı noktada buluşmaktadırlar.
Gerçek komünistler açısından ise “…özeleştiri Bolşevizm’in gerçek özüyle, devrimci ruhuyla kopmaz bir biçimde iç içe geçmiş, Bolşevizm’in cephaneliğinin paha biçilmez ve sürekli etkin bir silahıdır,” (Stalin)
Özeleştirinin kimi yanlış ve eksik algılanış biçimleri üzerinde kısaca durduktan sonra, komünist militanın sürekli olarak gelişmesi ve değişmesinin en etkin silahlarından birisi olarak özeleştirinin bazı temel özelliklerine geçelim:

BÜTÜN BURJUVA İLİŞKİLERDEN TAM BİR KOPUŞU GERÇEKLEŞTİRMENİN ARACI OLARAK ÖZELEŞTİRİ
Kapitalist toplumda insan ilişkilerini belirleyen temel şey, özel mülkiyet ilişkileridir. Daha fazla özel mülkiyet sahibi olma, insana özgürleşebilmenin temel yolu olarak gösterilir. Kimi insan, özel mülkiyet sahibi olduğu için özgürdür. Kimisi ise, özel mülkiyet sahibi olabilmek için çalışma ve her türlü yola başvurma özgürlüğüne sahiptir. Bu koşullarda insan, ya özel mülkiyetini çoğaltarak başkalarından üstün bir konuma geçmek için ötekileriyle didişecektir; ya da bir başkasının yemi olmamak için çabalayacak, başkalarını kendisine yem etmeye çalışacaktır. Egemen sınıf olarak örgütlenmiş burjuvazinin yarattığı burjuva kapitalist yaşam tarzının daha az çalışarak daha iyi yaşayabilmek, zevkli ve renkli bir yaşam sürebilmek için insanlara gösterdiği yegâne yol, böyle bir çatışmanın içerisinde başarılı olabilmek için savaşmaktır. Burjuva kapitalist hayat tarzı; sevgi yerine nefreti, paylaşım yerine bencilliği, erdem yerine ahlaksızlığı (burjuva ahlakını); dürüstlük yerine ikiyüzlülüğü geçirir. Burjuva ahlak açısından, insanın kendisinden başkasını düşünmesi kadar anlamsız bir şey yoktur. Ahlaktan ya da dürüstlükten bahsetmek enayilik ve saflıktır. Namusluca çalışan insanlar olmasa zaten, başkaları için köşe dönmenin imkânı yoktur. Bütün bu burjuva kapitalist hayat tarzı, insan ilişkilerini ikiyüzlülük, tutarsızlık ve bölünmüşlük olarak belirler.
Kimi zaman birlikte mücadele ettiğimiz yoldaşlarımızda çeşitli küçük burjuva eğilimlere rastlarız. Bencillik, kendi kendini övme, hep kendini ön plana çıkarmaya çalışma, sahip olduğu bazı şeyleri yoldaşlarıyla paylaşmama, rahat bir yaşam ve konfor düşkünlüğü vb. Bütün bunlar ve benzeri alışkanlık, eğilim ve tutumlar, içinde yaşadığımız toplumdan edindiğimiz şeylerdir. Bir yönüyle, yeninin kendi içindeki eskinin unsurlarıdır.
Devrimci komünist parti, parti yaşantısı ve devrimci eylem ise, bütün bu burjuva kapitalist hayat tarzından kopuşun ve aynı zamanda komünist insan olabilmenin olanaklarını ortaya çıkarır. Ancak; komünist militan, sürekli olarak gösterdiği değişim ve arınma çabasını bu olanakla birleştirebildiği oranda eski ilişki ve alışkanlık biçimlerinden kurtulabilir.
“Bütün burjuva ilişkilerden kopuş” denilince, yalnızca burjuva ahlak anlayışından ve hayat biçiminden kopmak anlaşılmamalı. Bu kavram, aynı zamanda burjuva toplumsal örgütlenme biçimlerinin tümünden gerçek anlamda bir kopmayı da dile getirir. Özetle; mülkiyetle belirlenmiş bütün kurum ve ilişkilerden kopuş demektir. Burjuva toplumsal sistem, genel olarak, çalışmadan yaşayabilmenin mümkün ve güzel olduğunu, çalışmanın ayıp ve aşağı sınıflara özgü bir yaşama biçimi olduğu anlayışını yayar. Çalışmadan yaşamanın bir üstünlük olduğu inancı, değişik biçimlerde kendini gösterir. Örneğin, yalnızca emek harcamadan, çalışmadan geçinip gitmek biçimindeki bir asalaklık, bunun en görünür biçimidir, ama çalışır göründüğü halde verimsiz olmak da, asalaklığın bir türüdür. Diğer yandan, çalışma sırasında, disiplinsiz olmak da, çalışmayı küçük görmenin, emek harcamayı enayilik saymanın bir biçimidir, İş ve ürün arasındaki bütün süreçlerde, zamanı ve emeği en üretken biçimde kullanarak, kişiliğiyle ürünü bir bütün halinde ortaya koymak, emekçi ahlakının en eski ilkelerinden biridir. Proleter devrimci çalışma tarzı da bu ahlakın cisimlendiği en yoğun alanlardan biri olarak kavranmalıdır. Bir işçi, fabrikada üretilen üründe kendi kişiliğinin cisimlenmesini göremez. Parçalar üzerindeki çalışma, daha sonra bir bütünün içinde erir ve binlerce işçinin ortak emeğinin ürünü olarak ortaya çıkar. İşçiye; yaratıcılık, kişilik özelliklerini ürüne katma yolları, bu tür üretimde kapalıdır. Fakat bir parti işçisi, basit bir meta üreticisi değildir. Bir bildirinin hazırlanmasında, basılmasında, dağıtılmasında, kendisinden katabileceği çok şey vardır; bir grevin örgütlenmesinde, bir ajitasyon çalışmasında, “bu benim kendi ürünüm” diyebileceği ve yaratıcılığının ve çalışkanlığının sonuçlarını tanıyabileceği bir süreç içindedir. Diğer yandan, o; tıpkı bir fabrikada olduğu gibi, ürettiği her parçanın, büyük bir bütünün parçası olduğunu, partinin genel ve büyük üretim faaliyetinin içinde bir tezgâhın başında bulunduğunu da bilir. En küçük bir işin taşıdığı kalitenin, ya da kalitesizliğin, ürünün tümüne yansıyacağını aklından çıkarmaz. Böyle bir çalışma anlayışının, burjuva tipte bireyci ve mülkiyet tutkusuyla belirlenmiş çalışma anlayışından tam bir kopuş anlamına geldiği açıktır.
“Burjuva ilişkilerden tam bir kopuş” denilince, anlaşılması gereken bir diğer özellik daha vardır. Burjuva sistemin, en katı çekirdeği devlet örgütlenmesidir. Devlet; ordu, polis ve bürokrasiden oluşan bir aygıttır ve bütün bu kurumlar, burjuva örgütlenmenin en profesyonel kesimini temsil ederler. Dolayısıyla, burjuvazinin yönetme, yönlendirme ve seferber etme anlayışının en tipik, en katışıksız örneklerini devlet hayatında bulabiliriz. Zora dayanan hiyerarşi, astlarla üstler arasında soğuk emir-komuta ilişkisi dışında hiçbir insani ilişkinin bulunmadığı bir sıralanma, bürokratik bir mekanizma, bu hayatın örgüsünü oluşturur. Bir komünist için bütün bu özelliklerin en küçük bir belirtisi bile, kendi hayat biçiminin düşmanı olarak kabul edilmelidir.
Devlet ve burjuva siyasal kurumlar karşısındaki tutumun bir diğer yönü; bu kurumları toplumsal hayatın vazgeçilmez unsurları olarak kabul eden, dolayısıyla gene mülkiyet sistemiyle ilişkilerin tam olarak koparılmamış olmasına işaret eden uzlaşmacı ve sığınmacı eğilimlerden kurtulmaktır. Bir komünist; işçi sınıfının, genel olarak siyasi mücadelenin bütün alanlarında ustalaşmış bir unsuru olarak tanımlanır. Lenin, bunu daha kesin bir ifadeyle, “siyasi polise karşı mücadelede ustalaşmak” olarak tanımlar. Bir komünist, iyi bir ajitatör, iyi bir örgütçü, iyi bir gerilla olarak, ayrı ayrı alanlarda gelişmiş yeteneklere sahip olabilir ve bu yeteneklerine uygun bir görevi vardır. Fakat hangi alanda çalışıyor olursa olsun, ister bir örgütçü, ister bir ajitatör, ister bir gerilla olsun, “siyasi polise karşı mücadelede ustalık” özelliğini mutlak olarak taşımak zorundadır.
Bu, basitçe takip edilmeye karşı donanmış olmaktan, gizlilik kurallarını iyi bilmekten ibaret bir ustalık değildir. Bunun anlamı, burjuvazinin bu en profesyonel kurumunun karşısına, proletaryanın en profesyonel unsuru olarak karşı koyabilmek demektir. Bu ustalık, her şeyden önce kendi konumunun bilincine ulaşmakla elde edilebilir. Sağlıklı ve sürekli bir kendini gözden geçirme, bir anlamda sürekli özeleştirel bir tutum içinde bulunma, bu konumun ciddiyetini ve geniş kapsamını değerlendiren bir içerikte olmalıdır. Kimim ve ne yapıyorum? Karşılaşacağım güçlükler nelerdir? Düşmanımın donanımına karşı koyabilecek maddi ve manevi güçlere sahip miyim? Onun aldatma, satın alma, İcaba kuvvetle yıldırma ve çökertme yöntemlerine karşı mücadele edebilmek için kendimi daha ne kadar ve nasıl geliştirmeliyim? İşkencede, mahkemede ve cezaevinde, uğruna savaştığım değerleri eksiksiz savunabilmek için yeterli miyim? Bu en temel sorular, ancak kendini açıkça ve dürüstçe eleştirerek cevaplandırılabilir. Bütün bu sorulara, bir başka yoldaşımızın karşısında çok doyurucu cevaplar verebiliriz; yoldaşlarımızı “sağlam komünist” olduğumuza inandırabiliriz. Ama acaba burjuvazinin siyasi örgütünün karşısında, onunla teke tek kaldığımız bir yalnızlık anında da aynı cevapları verebilecek miyiz? Devrimci Komünist Partisi’nin birçok militanı, bu soruları büyük bir dürüstlükle ve açıklıkla cevaplandırdıklarını, dağlarda, işkence tezgâhlarında, mahkeme salonlarında, cezaevlerinde ve darağaçlarında gösterdiler. Önümüzde, devrimci mücadele hayatının her saniyesinde ne yapılması gerektiğini, yaparak göstermiş Erdal Eren gibi bir yıldız var. Erdal Eren’in ve diğer komünistlerin hayatı, bu konuda söylenebilecek her şeyi özetlemektedir.
Yalnızca devrimci pratik süreç içerisinde insan hem kendisini, hem de çevresini değiştirebilir. Komünist mücadeleye katılan kişi, bir yandan dünyayı değiştirme eylemine katılmış demektir; ama öte yandan da yıllarca içinde yaşadığı ve bir parçası olduğu ilişki ve alışkanlıklardan arınma, kopma ve aynı zamanda da kendi içinde yıkarak, yeni olanı inşa etme mücadelesiyle yüz yüzedir.
Bu yönüyle bakıldığında, devrimci militan, yaşantısının bütün alanlarında, eski ilişki, alışkanlık ve yaşam tarzıyla acımasız bir hesaplaşma içerisinde olmak zorundadır. Bir kişinin, komünist çalışmada yoldaşlarıyla bir araya geldiğinde bir komünist, bunun dışında ise bir küçük burjuva gibi olamayacağı son derece açık değil midir? Yaşantısında komünist olamayan, eyleminde de komünist olamaz.
Öyleyse gerçek bir komünist militan açısından özeleştiri, bir yönüyle kendi yaşantısında bütün eski ilişki ve alışkanlıklara ve burjuva etkilere karşı bir eleştiri anlamını taşır. Ona, sürekli temas halinde olduğu burjuva ilişkilere karşı direnebilme gücü verir.

BURJUVA DÜNYA GÖRÜŞÜNÜN ETKİLERİNE KARŞI MÜCADELENİN ARACI OLARAK ÖZELEŞTİRİ
“Davranış ve düşünüş arasında tutarlı, düzenli bir ilişkinin bulunması, ancak bilimsel bir dünya görüşüne sahip olmaya ve bu dünya görüşünü, hayatın her alanında sadakatle uygulamaya bağlıdır.”
Bir komünistin bütün eyleminde ve yaşantısında tutarlı davranabilmesi için, kendisini proletaryanın dünya görüşüyle donatması zorunludur. Çünkü burjuva dünya görüşüyle tam bir kopuşu gerçekleştiren tek dünya görüşü; proletaryanın dünya görüşü, Marksizm-Leninizm’dir.
Devrimci bir militanın, kendisini proletaryanın dünya görüşüyle donatma çabası, bir yandan sürekli olarak Marksizm-Leninizm’i öğrenme çabasıdır; öte yandan da partinin bütün yayınlarını titizlikle takip etme, inceleme ve özümseme faaliyetidir. Böyle bir çaba içerisinde olmayan bir militanın, partinin ortaya koyduğu yeni görevleri ve mücadele hattını anlayabilmesi, bütün yaşantısını ve eylemini buna göre düzenleyebilmesi oldukça güçtür.
Öyle militanlar vardır ki, devrimci eylemi ve çalışmayı, yalnızca yapılan pratik iş ve çalışma olarak görürler. Nasıl olsa Marksizm-Leninizm’e genel bir inanç vardır. Nasıl olsa devrimci mücadelenin içerisindedir. O halde sürekli olarak Marksizm-Leninizm’i öğrenmeye çaba göstermek, parti yayınlarını titizlikle incelemek o kadar da gerekli bir şey değildir. Oysa böylelerinin burjuva dünya görüşünden çeşitli düzeylerde etkilenmeleri ya da komünist mücadeleden kopmaları oldukça kolaydır. Çünkü her an geliştirilip ilerletilmeyen bir komünist bilinç olmadan komünist eylem de olamaz.
Böyle davrananlar, bu konudaki tutumlarından dolayı eleştirildiklerinde “pratik işlerin çokluğunu”, “gizli çalışmanın olanaksızlıklarını” vb. gerekçe gösteriyorlar. Oysa bir komünist militan açısından bunların hiçbirisi gerekçe olamaz. Ve militan, kendisini düşünce tembelliği konusunda acımasızca eleştirebildiği oranda, sürekli olarak Marksizm-Leninizm’i öğrenme, partinin ne dediğini anlayabilme ve yaptığı işi de bilinçli bir iş olarak yapma olanağına kavuşabilir. Yoksa bu konuda, alışılageldiği üzere yapılan sürekli eleştirilere karşı verilen sürekli özeleştirilerin hiçbir ilerletici yanı yoktur.
Gündelik ilişkiler içinde burjuvazinin ideolojik ve kültürel etkisiyle kuşatılmış bulunan militanın, bilincini, devrimci proleter bir içerikte ve zenginlikte tutabilmesi için, dünya proletaryasının deneylerinden, devrimci proletaryanın teorik cephaneliğinden yararlanması şarttır. Komünist militan, bu birikime dayanarak, karşılaştığı her burjuva özellik ve etkiye karşı yalnızca kendini savunmakla kalmaz, onları eleştirmek ve etkilerini en aza indirmek için mücadele gücü bulur.
Oysa eğer deyim yerindeyse, mücadeleyi sadece “iman gücüyle” sürdürmeye çalışan birçok devrimci militanın, çeşitli burjuva, küçük burjuva düşüncelerden etkilenmesi, sosyalizme yönelik saldırıların en çok yoğunlaştığı dönemlerde tökezlemesi ve devrimci mücadeleden kopması sıkça rastlanan bir durumdur.

YAPILAN PRATİK İŞTE DAHA YÜKSEK NİTELİKLERE ULAŞMANIN ARACI OLARAK ÖZELEŞTİRİ
Bir komünistin yaptığı pratik işte daha yüksek niteliklere ulaşabilmesi, kendi yaptığı işe eleştirel bir gözle bakabilmesine bağlıdır. Bu, parti çalışmasının bütün alanları için geçerlidir.
Kitle çalışması yürüten bir militanın yürüttüğü çalışmada daha da derinleşebilmesi, işçilerle ilişkiler kurabilmesi, var olan ilişkilerini geliştirebilmesi, sürekli olarak çalışma alanını genişletebilmesi attığı her adımda eylemine eleştirici bir gözle bakabilmesine bağlıdır, işçilerle kurulan ilişkilerde konuşmanın etkili ve çekici bir hale getirilmesi gibi kişisel yeteneklerin geliştirilmesi, propaganda ve ajitasyonun etkisini artıracak, komünist militanın önderlik özelliklerine katkıda bulunacaktır. Halkın ve işçilerin geleneklerini, dilini, yerel özelliklerini, folklorunu vs. bilmek de aynı nedenle önemlidir. Bütün bu konularda militanın eksiklerini görmesi ve hissetmesi, ancak eleştirel bir gözle kendisine bakabilmesiyle mümkün ve olanaklıdır. Kitle çalışmasında çokça tanık olduğumuz gibi, kendi eylemini, çalışma tarzını sürekli olarak eleştirel bir gözle incelemeyen, ama bunun yerine sürekli koşulların olumsuzluğundan yakınan, durmadan şu yoldaşın hatalarından, bu yoldaşın eksiklerinden bahsedenlerin kendi işlerinde ilerleyemedikleri de bilinen bir gerçektir.
Aynı şey, teknik görevlerde bulunan parti işçileri için daha çok geçerlidir. Örneğin, parti yayınlarını basan parti işçisini ele alalım. O, ancak bastığı gazetenin her sayısını eleştirici bir gözle inceleyebilirse, nerelerde eksik ya da yanlışlar yaptığını titizlikle incelerse ancak o zaman bir sonraki sayıyı daha mükemmel bir şekilde basabilir. Özeleştirinin, ya da yapılan işi eleştirel tarzda tekrar gözden geçirmenin en önemli sonucu, çalışma sürecine yaratıcı tarzda müdahale etme olanağım bulmak olacaktır. İş, nasıl daha kısa zamanda ve daha az enerji harcanarak, daha az imkân tüketilerek yapılacaktır? İş sürecindeki teknik araç ve gerecin kullanılmasında nasıl daha becerikli olunacak, aletler ve araçlar nasıl daha verimli hale getirilecek, daha uzun süre hizmet vermeleri için bakımları nasıl yapılacak, gizlilik koşullarında korunabilmeleri için hangi ek tedbirlerin alınması gerekecek gibi soruların yanıtı, çalışma sürecine eleştirel gözle bakmakla verilebilir.
Bu bakımdan özeleştiri; militanla, yaptığı iş arasında sürekli bir ilişki anlamını da taşır. Yaptığı iş ile kendi eylemi arasında böyle bir ilişkiyi kuramayan kişi, kendisine yoldaşları tarafından yapılan önerileri de samimi olarak dikkate almaz. Hep kendisine yöneltilen eleştirilere ve yapılan önerilere “hak vererek” geçiştirir.

DEVRİMCİ BİR İÇ HESAPLAŞMA ANLAMINI TAŞIYAN ÖZELEŞTİRİ
Sürüp giden, ama mutlaka değiştirilmesi gereken- toplumsal ilişkilerin, toplumsal sistemin eleştirilmesi kolaydır. Ya da yanı başımızdaki yoldaşımızın hatalarını eleştirmemiz, ona doğru olması gerekenin ne olması gerektiğini göstermemiz de kolaydır. Hatta kendi yaptığımız yanlışlarımızı görmemizde kolaydır. Çünkü bunun için sadece doğru olması gerekenin ne olduğunu bilmek yeterlidir. Ama bir kişinin kendi yanlışlarını kendisine itiraf edebilmesi ve onu mutlaka değiştirmek için harekete geçmesi bunun kadar kolay mıdır?
Diğer insanlar gibi devrimci militanlar da, günlük olaylar karşısındaki tutum ve davranışlarında, ilişki ve yaşam tarzlarında tutarsızlıklar gösterebilirler. İçinde yaşadığımız toplumsal ilişkilerden edindiğimiz alışkanlıklar, egemen olan burjuva dünya görüşünün ve ideolojisinin farkına varamadığımız etkileri, buna yol açabilir. Militanı çürüten ve gerileten bu etkilenmeler, bazen karşımıza çıkan bir olay sırasında, bazen yaşantımızın belirli bir döneminde karşımıza çıkabilir. Bu yönden bakıldığında bir komünistin sadece, olaylar karşısında ne yapması gerektiğini, nasıl bir tutum takınması gerektiğini, yaşantısını nasıl düzenlemesi gerektiğini bilmesi yetmez. Sadece bilmek yeterli olsaydı, o zaman devrimci dönüştürücü eyleminin hiçbir anlamı kalmazdı.
Kimi zaman doğru olanın ne olması gerektiğini bile bile yanlışlar yaparız, hatalı tutumlar içerisine gireriz. Yanlışla doğru arasında bir yol ayrımına geldiğimizde, hemencecik ya da belirli bir düşünme döneminin ardından kendimize göre “gerekçeler” üreterek yanlış olanı seçtiğimiz zamanlar olur.
Öyle anlar vardır ki, devrimci bir militan, yerine getirmesi gereken devrimci bir görev karşısında gerekliliğine, doğruluğuna ve hatta kimi zaman zorunluluğuna inandığı böyle bir görevi yerine getirmekte tereddüt gösterir. Eylemin eşiğine gelmiştir. Ya ileriye doğru bir adım atacak ve eylemi gerçekleştirecek, ya da geriye doğru bir adım atarak eşikten geri dönecektir. İleriye doğru atılacak olan adım, militanın devrimci yaşantısında ileriye doğru bir gelişme anlamını taşırken, geriye doğru atılacak adım ise genel ilerleyiş içindeki bir duraksamaya ve gerilemeye yol açacaktır.
İki genç komünist militanın yaşadıkları şu olay ve bunun karşısında takındıkları tutum, bu açıdan öğretici bir örnek teşkil etmektedir: Komünist çalışmanın henüz yeni yeni başlayacağı bir sanayi sitesine parti materyallerini ve çağrılarını ulaştırmakla görevlendirilmiş bir grup militan, gerekli hazırlıklarını yaptıktan sonra yola çıkarlar. Ama her nasılsa yolda aralarından birileri kaybolur. İşçilere ulaştırılacak materyalleri taşıyan iki militan bir süre diğer yoldaşlarını ararlar, ama bulamazlar. Ardından, ellerindeki parti çağrılarıyla birlikte, önceden tespit edilen fabrikaların önüne gelirler.
Her ikisi açısından da böyle bir eylem, ilk olma özelliğini taşımaktadır. İşçilerin dağılma saati yaklaşmakta iken oturup düşünürler. Yoldaşlarını kaybetmelerine rağmen, görevlerini yerine mi getireceklerdir, yoksa bu işi başka bir zamana mı erteleyeceklerdir? Sonunda, yoldaşlarını kaybettikleri ve ellerindeki materyallerin sayıca çokluğu gerekçesiyle, eylemlerini başka bir zamana ertelemeye karar verirler. Gerçekte, önlerine koydukları bu gerekçeler birer bahanedir. Birisinin nişanlısı cezaevindedir ve ertesi gün tahliye olacaktır, diğeri ise o an taşıdığı korku ve çekincelere yenik düşmüştür. Her ikisi de verdikleri kararın devrimci bir karar olmadığını, görevlerini ertelerken ortaya koydukları gerekçenin hiç de engelleyici bir şey olmadığını bilmektedirler. Ve fabrikaların önünden gerisin geri dönerlerken yaptıkları yanlışın farkındadırlar, ama bu yanlışı kendilerine itiraf etme cesaretini gösterememektedirler. Daha fazla dayanamazlar ve cesaretle yaptıkları yanlışı birbirine itiraf ederler.
Kendileriyle girdikleri bu hesaplaşma ve yanlış tutumlarının üzerine yürümede gösterdikleri bu cesaret, iki militanı görevlerini yerine getirmek üzere tekrar fabrikaların önüne ve işçilerin arasına götürür. Bu olay karşısında iki militanın verdikleri ilk yanlış karar, ileride, yeni olaylar karşısında da onları yeni olumsuzluklara ve geriye sürükleyebilecekken; yanlışlarını itiraf edebilmelerinde gösterdikleri cesaret; onlara, devrimci eylemlerinde ve kişiliklerinde ilerlemenin yolunu açmıştır.
Birçoğumuza ilk bakışta sıradan bir olay gibi görünebilecek, yaşanmış olan bu olay; birçok devrimci militanın kendi yaşantı ve eylemlerinde çeşitli biçimlerde karşılaştıkları bir şeydir sanırız.
Örneğin o anda yapılması gereken bir işi “sonra bir şekilde hallederiz” diye geçiştirmek, sabahın erken bir saatindeki randevuyu “zaten çok önemli değildi, yarın tekrar görüşebilirim nasılsa” diyerek uykuya feda etmek vb. durumlar buna örnek olarak gösterilebilir.
Bu tip durumlarda, kendimizce ileri sürdüğümüz bahanelere yoldaşlarımızı da inandırabiliriz. Ama bu tip “bile bile yanlış yapma” durumlarında anında kendimizle hesaplaşmazsak, cesurca, yaptığımız yanlışı kendimize itiraf etmezsek, kendi ellerimizle kendimize, gerilemenin ve giderek yozlaşmanın yollarını açmış oluruz.
O halde sürekli olarak kendimizi denetlememiz ve her an yanlışlarımızı ortaya çıkarıp yok edebilmemizin de acımasız silahlarından birisidir özeleştiri.
Bugün, devrimci komünistlerin Türkiye ve dünya devriminin sorunlarına ilişkin olarak ortaya koyduğu platform üzerinde tökezlemeden ve şaşmaz adımlarla yürünecekse, bu her şeyden önce devrimci komünist militanların tutumuna bağlıdır. Unutulmamalıdır “siyaset belirlendikten sonra her şeyi belirleyecek olan kadrolardır.” Eğer bugün önümüze koyduğumuz zor ama onurlu görevleri başarmak için, pratik adımlar atacak ve ileriye atılacaksak her komünist militanın parti ve parti platformuyla hiç hesapsız, bilinciyle, eylemiyle ve yaşantısıyla birleşmesi zorunludur. Bunun için de her komünistin kendi yaşantısını, kendi eylemini, cesurca, içtenlikle ve acımasızca önüne koyması, bütün eksiklerine ve komünizme yabancı eğilimlerine karşı, devrimci bir savaş açması ve bu savaştan mutlaka devrimci bir tarzda çıkması gerekmektedir. Düşman; her militanın kendi içindeki zaaflarda, burjuva alışkanlık ve eğilimlerdedir. Bu düşmanı vurmanın, yok etmenin en etkili silahlarından birisi özeleştiri silahıdır. Bütün burjuva hastalıklardan arınarak gerçek komünist militanlar olarak ileri atılabilmenin biricik yolu bu silahı kendimize çevirmekten geçmektedir.
Proletaryanın büyük öğretmeni Stalin’in söylediği gibi “…Ama biz ilerlemek istiyoruz. Ve biz tam da ilerlemek istediğimizden dolayı, dürüst ve devrimci özeleştiriyi en önemli görevlerimizden biri haline getirmek zorundayız. Bu olmadan ilerleme olmaz. Bu olmadan gelişme olmaz.”

Aralık 1993

Sade ve gerçeğe bağlı bir önder: Stalin

Dünya halklarının büyük öğretmeni, Marx, Engels ve Lenin’in sadık takipçisi J.V. Stalin’i doğumunun 114. yıldönümünde Alman komünisti Frida Rubiner’in anılarından bir bölümünü yayınlayarak anıyoruz. Yazı Almanya Komünist Partisi’nin(KPD) Aralık 1978 tarihli 51. sayısından Türkçeye çevrilmiştir.

3 Mart 1919’da III. (Komünist) Enternasyonalin Kuruluş Konferansı için Moskova’ya gittiğimde, Stalin yoldaş Moskova’da değildi. O, iç savaşın cephelerinde zaferi örgütlüyordu. Bana anlatıldığı gibi, Stalin, öğretmeni ve dostu Lenin tarafından, nerede cephe yalpalamaktaysa, nerede koşullar en güçse, nerede insanları örgütsel ve askeri yetenek sayesinde seferber etmek ve düşman karşısında yönlendirmek gerekiyorsa, oraya gönderildi.
O dönemde, Şubat sonu, Mart başında, bana ilk kez, daha yaşlı Rus yoldaşlar ayrıntılı olarak Stalin’i anlattılar. Bolşevik Partisi’nin, büyük Lenin’in teori ve pratiğine yaklaşan, Lenin dışında bir öndere daha, Stalin’e sahip olduğunu söylediler. Ancak Stalin yoldaşı o dönemde görebilme olanağını bulamadım…
Bu mutluluğa ancak 1922’de Berlin’de yayımlanan “Inprecorr”un (Uluslararası Basın Haberleşmesi -Komünist Enternasyonalin Yayın Organı- ç.n.) muhabiri olarak yeniden Moskova’ya gittiğimde ulaşabildim. Bu sayede, o zaman tek tek Sovyet Cumhuriyetlerinin Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği biçiminde tek bir devlet aygıtı içinde birleştikleri Kongrelere dinleyici olarak katılabilme olanağını buldum. Stalin yoldaş Birliğin kurulmasına ilişkin ön hazırlıkları doğrudan kendisi yönlendiriyordu ve 26 Aralık 1922’deki X. Bütün Rusya Sovyet Kongresi’nde olduğu gibi 30 Aralık 1922’deki Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nin I.Sovyet Kongresi’nde de “Sovyet Cumhuriyetlerinin Birleşmesi” üzerine rapor sundu.
Bununla bağıntılı olarak Partimin beni görevlendirmesi üzerine Stalin yoldaş ile Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nin yaratılması sorunu üzerine bir röportaj yapma isteğinde bulundum. Stalin yoldaş hiç tereddüt etmeksizin bu ricamı kabullendi ve beni ertesi gün için Bolşevik Partisi Merkez Komitesi binasındaki sekreterliğe davet etti. Oldukça heyecanlıydım. Söylenen yere varışımdan az sonra, saptanan saatte, Stalin yoldaşın bir sekreteri tarafından kendisine götürüldüm. Stalin yoldaşın beni kabullenirken gösterdiği olağanüstü sadelik tek başına bir olaydı. Dış görünümü, giysileri, tutumu; olağanüstü ya da dikkat çekici değildi. Ben yanıtlamasını istediğim soruları elbette ki yazılı olarak hazırlamıştım. Ama Stalin yoldaş sorularıma yanıt vermek yerine bir sekreter tarafından bana ulaştırdığı malzemeyi incelememi tavsiye etti. Yanıtları bir makale biçiminde hazırlamamı önerdi ve Berlin’e yollamadan önce makaleyi gözden geçirebileceğini söyledi.
Ama böylece “röportaj” hiç de sona ermiş değildi. En azından bir buçuk saat daha süren tartışma öngörülen konuşmanın çerçevesini büyük çapta aştı. Soru soran kişi olma konumundan sorulara yanıt veren kişi olma konumuna geldim. Stalin yoldaş ayrıntılı bir biçimde Almanya’daki çalışmalarımın durumunu sordu. O, Almanya’daki işçilerin nasıl yaşadığını, toplantıların nasıl örgütlendiğini ve toplantılara katılımı, işçilerin Sovyet Rusya’sına yaklaşımının nasıl olduğunu, Sovyetler Birliği’ne karşı olan sıradan sosyal-demokratların sayılarının çok olup olmadığını vb. bilmek istiyordu.
Bu uzun konuşma sırasında Stalin yoldaşta özellikle dikkatimi çeken şey anlatılanları dinleme biçimi -hatta buna dinleme sanatı bile denilebilir- oldu. O tüm sakinliği ile, büyük bir dikkat göstererek anlattıklarımı dinliyordu. Lenin yoldaşla ilk tanıştığımda, bu özellik onda da dikkatimi çekmişti.
Stalin yoldaş ile konuşurken önceleri kendimi çok küçük hissediyordum. Oysa o; kendi düzeyinde birisiyle konuşurmuş gibi konuşuyordu benimle. Daha sonra söylediğim her şeyin önemli ve sorumluluk gerektiren şeyler olduğu kanısı uyandı bende. Konuşmanın sonunda her türlü çekinme duygusunu yitirmiştim. Onunla, eski bir tanıdıkla konuşuyormuşçasına açık ve çekinmeden konuşuyordum.
1924 ilkbaharında yeniden Moskova’daydım ve büyük bir şans eseri sonucu “Leninizm’in Sorunları” adıyla, dünya çapında ün kazanmış olan, Stalin yoldaşın konferanslarına giriş bileti bulabildim. Sverdlov Üniversitesi’ndeki bu konferanslardan önce o dönemdeki Komünist Akademi Kütüphanesi’nde bir çeşit seminer veriliyordu. Ayrıntıları tek tek anımsayamıyorum, ama bu seminerler bir bütün olarak üzerimde silinmez bir etki yaratmıştır. Birçok “kızıl profesör”, eski parti görevlileri, tecrübeli propagandacılar söz aldılar. Stalin yoldaş tribünde oturuyor, piposunu içiyor ve sessizce dinliyordu. Tartışma konuşmaları sona erdikten sonra Stalin söz aldı ve kavramlara ve ortaya atılan sorunlara ilişkin öylesine derinlemesine, açık ve genel olarak anlaşılır tahliller getirdi ki, dinleyiciler birden sorunu ortaya koyarken nasıl bir yanlışa düştüklerini ve sorunu nasıl ele almaları gerektiğini anladılar.
Daha sonra Sverdlov Üniversitesi’ndeki konferansları dinlediğimde mutlak olarak güven duymanın ve açıklık kazandırmanın getirdiği aynı yoğun duyguları taşıyordum. Bugün artık burada söylenenler milyonlarca insanın ortak mülkiyetidir. Bu insanlar dünyanın çeşitli dillerinde bu konferansların metinlerini okuyor, inceliyor, kendilerini zenginleştiriyor ve sömürülen insanların kurtuluş mücadeleleri için bu kitaplardaki bilgileri özümlüyorlar. Benim kişisel olarak Stalin yoldaşın bu konferanslarını izlerken ve daha sonra onun birçok çalışmasını okurken ve dinlerken edindiğim izlenim, hep aynıydı: Yapıtlarını ne kadar sık okursam, birinci okuyuşum ile daha sonraki okuyuşum arasındaki zaman ne kadar uzun olursa, yapıtları bana o kadar derin ve anlamlı geliyordu ve içeriğinden o kadar çok şey özümlüyordum.
Bu özellik üzerine birçok kez partili yoldaşlara konuştum ve onların da benimle aynı duyguları paylaştıkları ortaya çıktı. Birçok yoldaş bana Stalin yoldaşın yapıtlarını incelerken, birinci okuyuşta “her şeyi anladıkları” halde, ikinci ya da üçüncü okuyuşta, bazen ise yıllar sonra, “doğrudan temeline inebildiklerini” anlattılar.
Kara vebanın hüküm sürdüğü yıllarda Moskova’da iken, Stalin yoldaşın SBKP (B) Parti Kongrelerindeki büyük konuşmalarını ve 25 Kasım 1936’da “Stalinci Anayasa” onaylanırken yaptığı tarihsel konuşmaları dinleyebilme olanağını buldum. Bunun “muazzam bir olay” olduğunu söylemek dahi yetersizdir. Bundan çok öteye bir şeydi. Her bir konuşmasından tüm yaşamım için dersler çıkardım.
Sovyetler Birliği’nin, Büyük Anavatanı Savunma Savaşı sırasında Stalin yoldaşın tüm konuşmalarını, talimatlarını cephe için Almancaya çevirme ya da çevirileri düzeltme görevi verildi bana. Çoğu kez gece çalışıyorduk, çünkü bildiriler sabahın erken saatlerinde cephede olmalıydı. Küçük bir çalışma grubuyduk ve Stalin yoldaşın kullandığı halkçı bir ifadeye karşılık Almanca bir deyim bulmak için ne büyük çaba harcadığımızı anımsıyorum. Onun basit ve anlaşılır dili insanlığın bu dâhiyane önderinin özüne tümüyle uygundur. O, Dev Anteus toprak anaya nasıl bağlıysa, halka öyle bağlıdır. Stalin yoldaşın konuşmasından alınan, Yunan mitolojisine ait bu kıyaslama en çok da kendisine uygun düşmektedir.
Hitler yılları döneminde Stalin yoldaş ile yalnızca çok seyrek görüşebilme olanağını buldum; ama onun, üzerimde bıraktığı etki hep aynıydı: Sadelik, gerçeğe bağlılık, her türlü yapmacıktan yoksunluk. Parti önderi olarak bir konuşmada ya da Kızıl Ordu’da general olarak, doğrudan ya da radyoda yaptığı bir konuşmada, hiç istisnasız, her zaman, Stalin yoldaşın sözleri tarafından zenginleştiğimi, yükseltildiğimi ve bilgilendirildiğimi düşünüyordum. Ve inanıyorum ki, tüm önemli olaylarda Stalin’in bir şey söylemesini bekleyen, onun sözlerine göre hareket eden ve şunu bilen bu dev ülkenin çeşitli milliyetlerinin milyonlarca ve milyonlarca insanı benimle aynı duyguları paylaşıyordur.
Eğer Stalin böyle dediyse, bu iş böyledir.

Aralık 1993

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑