Türkiye Cumhuriyeti’nin, “Adriyatik’ten Çin Denizine” sloganıyla kamuoyuna kabul ettirmeye çalıştığı politikanın aslında bir “kontrgerilla diplomasisi”nin ürünü ve gerçekleşme aracı olduğuna, Özgürlük Dünyası’nın Şubat 1993 tarihli 52. sayısında değinmiştik.
Kontrgerilla Diplomasisinin başlıca özelliği, etnik bakımdan Türk kökenli ya da, Müslüman olan halklar arasında ajan yöntemleriyle faaliyet göstermek ve başlıca amacı da, bu halkların yaşadıkları ülkelerde yönetimi etkileyecek faaliyetlerde bulunarak, söz konusu halkları bir şantaj ve pazarlık aracı olarak kullanıp başlıca emperyalistlerin planlarının yürütülmesinde “güçlü” pozisyonda görünmektir.
Türkiye burjuvazisi, kapitalizmin dünya çapında yaşadığı çıkmazlardan, özellikle de sistem olarak kendisini yeniden üretme olanaklarının giderek daha tıkanmasından en fazla etkilenen ülkeler arasında bulunuyor. Bu yüzden, sermayenin dolaşımı ve merkezileşmesini, olağan yolların dışından gerçekleştirmeye, böylece kısa zamanda büyük birikimler sağlayarak üretimdeki tıkanıklığı ve sermayenin kendine özgü yollardan akamayışının doğurduğu sıkıntıları aşmaya çalışıyor. Böylece, Türkiye’de sermayenin üretilmesi ve yeniden üretilmesi, toplumsal üretimden çok, rant, spekülasyon, “kara para dolaşımı” gibi ekonomi dışı yollardan gerçekleşiyor. Büyük yolsuzluklarda dönen paraların, bankaların açtığı karşılıksız kredi miktarlarının devlet bütçesine yaklaşması ve bunların büyük miktarına “batık para” gözüyle bakmaktan rahatsızlık duyulmaması, burjuvazinin “kirli bir toplum” yaratmış olmasından çok, açıkça tercih ettiği ekonomi politikalarının sonucudur.
Bu yolun iki açık sonucu olmuştur: Birincisi, Türkiye’de üretim ve imalat büyük ölçüde yerinde sayarken, borsa spekülasyonu, kent arazilerinden ve inşaatlardan yaratılan aşırı rant, ekonomik ve özellikle de siyasi hayatın ekseni durumuna geçmiştir. Siyasi partilerin, siyasi alanda işlevsizleşmesine paralel olarak, bu örgütler, kent rantlarının, arazi spekülasyonlarının ve “kara para” operasyonlarının örgütü haline gelmiştir. Politika, tamamen devletin yüksek kademelerinin profesyonel işi durumuna geldiği için, siyasi partilerin ve parlamentonun, devlet kaynaklarını burjuvaziye dağıtma aracı olmaktan öte bir işlevi kalmamıştır. Ekonomi ve siyaset, hemen hemen tümüyle şiddetin hâkim olduğu bir kapışma alanına dönüşmüştür.
Diğer yandan, sermayenin acil ihtiyaçları, uzun vadeli planlar, büyük projeler gibi reklâm edilen uluslararası girişimlerin ardına gizlenerek giderilmeye çalışılmaktadır. Kısa zamanda büyük para getirecek, zahmetsiz ve yatırımsız kaynaklar peşinde koşmanın nedeni de budur.
Bugün, içte ve dışta izlenen politikaların temelinde, bu “çabuk, çok, karşılıksız” kaynak bulma telaşı yatmaktadır. Ekonomi için tam bir cehennem kuyusu haline gelen Kürdistan’daki kirli savaşın finanse edilmesi de dâhil olmak üzere, Türkiye burjuvazisinin sıkıntılarına cevap verecek olağan kapitalist yöntemler, zaten Türkiye kapitalizminin tarihinde gerçek anlamda burjuvazinin kendi yöntemleri olarak oluşturulmamışken, şimdi tümüyle tükenmiş görünmektedir.
KAPKAÇ EKONOMİSİNİN ÇERÇEVESİNDE AZERBAYCAN
Türkiye, yalnızca günlük bunalımını kolayca aşabilmek ve kıt kaynaklarını telafi etmek için değil, sürekli bir ucuz kaynak bulabilmek için, uluslararası olanaklara her zamankinden daha büyük bir iştahla yönelmiş bulunmaktadır. Türkiye burjuvazisi, bu yolda, her türlü macerayı göze alacak kadar kontrolsüz bir eğilime girmiştir. Azerbaycan, Türkiye burjuvazisi için, bu bakımdan, son derece elverişli bir “lokma” olarak görünüyordu.
Her şeyden önce, coğrafi konum bakımından, Azerbaycan, diğer “Türkî Cumhuriyetler”e göre çok daha kolay bir yerde bulunuyordu. Türkiye, Azerbaycan’dan, arada yalnızca Ermenistan’ın engel yaratabileceği bir toprak parçasıyla ayrılmıştı. Ermenistan’la ilişkilerin normalleştirilmesi bu bakımdan önem taşıyordu.
Diğer yandan Azerbaycan, önemli petrol kaynaklarına ve petrol işleme tesislerine sahip bir ülkedir.
Azerbaycan, ayrıca, Türkiye’nin diğer “Türkî Cumhuriyetler”e uzanabilmesi ve bu ülkelerle Avrupa’nın bağlantısını kurabilmesi için bir ara halka pozisyonunda bulunmaktadır.
Bunlar içinde, Azerbaycan’ın bir petrol boru hattı transiti için Türkiye’ye sağlayacağı imkânlarla, doğrudan doğruya Azerbaycan petrolünün Türkiye tarafından işletilmesi projesi, acil ve belirleyici önemdedir.
Ne var ki, Türkiye, işte tam da bu noktada, bir yandan komşu İran’la, Rusya’yla ve diğer yandan da Avrupa ve Asya’nın diğer emperyalist devleriyle karşı karşıya gelmektedir. Tek başına, ne petrol boru hatlarının kendi istediği yolları izlemesini sağlayabilecek gücü vardır, ne de Azerbaycan petrolünü işletmeyi başarabilecektir. Bunu sağlamaya kalkıştığı an, hem çok yönlü uzlaşmalar için ekonomik bakımdan elinde olanlardan vermek zorunda kalacaktır, hem de siyasi bakımdan yeni taahhütlerin ve anlaşmaların içine girmek zorunda kalacaktı. Bir bakıma, olağan uluslararası ilişkiler yoluyla ilerlemeye çalıştığı sürece, Türkiye’nin bu operasyonlara girişmesi, astarı yüzünden pahalı bir iş haline gelecekti. Ama Türkiye, bu noktada, son avantajını kullanabileceğini umuyordu. Son avantajın iki öğesi vardı: birincisi, kendisine bağlı yönetici kadrolar (ajan yöneticiler) yetiştirmiş bulunması; ikincisi de, Azerbaycan halkını, kendi propaganda mekanizmalarıyla bağladığına inanması. Bu iki unsurun tamamlandığı yolundaki propaganda, Elçibey’in cumhurbaşkanı seçilmesi başarısıyla da birleşince, Türk burjuvazisinin, Azerbaycan’a adeta ikinci bir Kıbrıs gözüyle bakmasına yol açtı. Elçibey’in kişiliğinde de ikinci bir Rauf Denktaş bulmuş gibiydi. Üstelik Azerbaycan, askeri bir harekât olmadan, doğrudan doğruya içeriden zapt edilmiş gibi görünüyordu.
Elçibey, daha Sovyetler Birliği parçalanmadan önce, Azerbaycan henüz kendisini “sosyalist” olarak tanımlarken, sahte “Halk Cephesi”nin başkanıydı. Türkiye gizli servisinin direktifleriyle hareket ediyor ve açıkça “Türkeşçi” bir ideoloji ve politika izleyerek Azerbaycan’ın Türkiye’ye bağlanması için faaliyet gösteriyordu. Elçibey, Türkiye’nin olağanüstü yardımlarıyla ve Ermenistan’ın tehdidi altında bir yardım uman halkın zayıflığından da yararlanarak seçimleri kazandı. Elçibey, Azerbaycan’ın bağımsızlığını ilan etti, İran’daki Azerilerle birleşme politikası izleyeceğini açıkladı; bu iki eyleme bağlı olarak da İran ve Rusya’ya karşı sert bir çizgi tutturdu. Ancak, çok daha karmaşık ilişkilerin bir uzantısı olan Ermenistan’la çatışmalar durulmayınca, aksine artan saldırılar üstelik Azeri kamuoyunda ciddi bir ulusal onur sorunu haline gelen Karabağ’ın düşmesi noktasına kadar geldiğinde, Elçibey’in arkasında durmaya söz veren Türkiye ortalıkta görünmeyince, ilerleyen Ermeni kuvvetlerine paralel olarak, Elçibey’in iktidar dayanaklarının tümü geriledi.
Esasen Ermeni saldırısını, bu durumu kolaylaştırmak için kışkırtan ve destekleyen İran ve Rusya, Azerbaycan’da iktidarı ele geçiren darbeci güçleri de, ilk elde desteklediler. Ancak, Ermenistan’ın daha karmaşık bağıntılar içinde ilerleyen saldırısı, Rusya ve İran’ın hedeflerinden bağımsız olarak sürdü ve Karabağ’ın tümüyle Ermenistan topraklarına katılmasına kadar süreceği görüldü. (Darbeden sonra İran, artan Ermeni saldırılarını kınadı ve hatta Elçibey’in siyasi durumunu desteklediğini bildiren bir açıklama dahi yaptı.)
Elçibey’in, bir piyon olarak oynadığı rol sona erdiği anda, Türkiye onu kaderiyle baş başa bırakarak yeni bir “at” aramaya başladı. Çünkü Azerbaycan, Türkiye açısından, Elçibey’in kişiliğinden daha önemli bir yer tutuyor. Elçibey, rahatlıkla harcanabilir ve onun yerini tutacak bir başkası aranır. Bununla birlikte, Türkiye, Elçibey’in yeniden yönetimin başına dönebilmesini sağlamak için, diplomatik girişimlerde bulunmaktan geri durmadı. Ancak, halk tarafından tepkisiz karşılanan, İran ve Rusya tarafından açıkça desteklenen ve Batılı ülkelerin de, -Elçibey, Türkiye’nin doğrudan adamı olarak görüldüğü için- umursamadığı darbe, oturmaya başlayınca, Türkiye, başka işbirlikçiler aramaya koyuldu. Şu anda darbecilerle birlikte hareket etmekte olan Aliyev, Türkiye’nin İran ve Rus manevrasına karşı oynayabileceği en kuvvetli koz olmasına karşın, Türkiye’nin doğrudan adamı olmak bakımından fazla umut veren bir kişi değildir. Bu çerçevede Elçibey, gerçekte Azerbaycan’ın iç ilişkilerindeki bir çatışmadan çok, bölgede hegemonya peşinde koşan ve çeşitli emperyalistlerin aracıları vasıtasıyla karıştığı üstü örtülü bir savaşın kurbanı olmuştur. Bakû’den ayrılışı, hiç bir uluslararası tepki yaratmamış, sıradan bir olay kadar üzerinde durulmamıştır. Bu, bütün dünyanın, Azerbaycan Cumhurbaşkanını, asla ciddiye almadığını, onun Türkiye’nin siyasi bakımdan etkisiz bir kuklası olarak görmesinin sonucudur. Gene de, Elçibey, darbecilerle uzlaşmanın sağlanabileceği bir aşamada kullanılmak üzere, yedekte tutulmaya devam ediliyor. Fakat işin ilginç yanı, Azerbaycan halkı da, Elçibey’i “Halk Cephesi” döneminin kahramanı olarak değil, Ermeniler karşısında başarısız, Türkiye’ye bağımlı bir yeteneksiz olarak hatırlamaktadır. Elçibey, kendi lehine gösteriler düzenlemeye kalkıştığında, buna hiç bir Azerinin itibar etmemesi bunun göstergesi olmuştur. Elçibey’in başlıca güç kaynağı durumunda olan Halk Cephesi, darbe karşısında hiç bir varlık gösterememiş. Halk Cephesi binalarına gelen taraftarlar, buralarda Halk Cephesi önderlerinden kimseyi bulamamış ve dağılmıştır. Böylece, Halk Cephesi’nin geçmişteki gücünü, Elçibey’in en azından pazarlık yapabilmesi için hesapta tutan devletler, başta Türkiye olmak üzere, artık, yeni yönetimin içinde hareket etmenin olanaklarını araştırmaya, Elçibey’i bu kombinezon içine sokmaya yönelmişlerdir.
YENİ “ADAMIMIZ” ALİYEV?
Elçibey’in Baku’yü terk etmesinden sonra, Cumhurbaşkanlığı görevlerini üstlendiğini açıklayan Aliyev, gençlik yıllarında KGB’de çalışmış ve Leonid Brejnev döneminde de Sovyetler Birliği Komünist Partisi’nin politbürosunda görev almıştı. 13 yıl süreyle Azerbaycan Komünist Partisi’nin sekreterliğini de yapan Aliyev, 1987 yılında, Gorbaçov’un Brejnevcilere karşı açtığı savaş sırasında, yolsuzluklarının tespit edilmesi sonucu politbürodan atıldı. 1992’den bu yana Nahçıvan Özerk Bölgesi’nin cumhurbaşkanlığını yapıyordu.
Nahçıvan, Türkiye’nin coğrafi olarak Azerbaycan’a geçiş yolu üzerinde bulunuyor ve yolsuzluktan sabıkalı cumhurbaşkanının Türkiye’yle ilişkileri yakın geçmişte daima sıcak ve “kardeşçe” olmuştu. Türkiye, kendi sermaye birikimi yollarının uzantısı olarak, faaliyet gösterdiği her ülkede, bu yolları kullanmayı becerebilen işbirlikçiler bulmakta güçlük çekmiyor.
Şu anda Aliyev, Azerbaycan’da, Türkiye’nin uzlaşma ve yeniden hâkimiyeti elde etme yollarını döşemekte kullanabileceği ikinci sınıf bir işbirlikçi rolüne hazırlanmaktadır. Ancak, Aliyev, İran ve Rusya ile de aynı türden ilişkiler geliştirebilmenin yollarını açık tutarak Elçibey türünden bir piyon olduğu görüntüsü vermekten kaçınmaya çalışıyor.
Gene bir yolsuzluk sabıkalısı olan Suret Hüseyinov, darbenin Aliyev’le birlikte önde gelen adlarından bir diğeri. Suret Hüseyinov, Sovyetler Birliği döneminde bir fabrikanın müdürlüğünü yaparken, pamuk spekülatörlüğünden büyük bir servet yapmış olmakla tanınıyor. Suret Hüseyinov, eski savunma bakanı Rahim Gaziyev ile yakın dostluk ilişkisi içinde bulunuyor. Rahim Gaziyev ise, Elçibey tarafından Ermenilerden rüşvet alarak Kelbecer’i teslim etmekle suçlanmıştı.
Azerbaycan, şu anda Türkiye’nin yönetici sınıflarıyla her bakımdan tam olarak uyuşabilecek kalitede bir yönetime sahip bulunmaktadır. Yolsuzluk sabıkalıları, spekülatörler ve rüşvet yiyiciler (hepsi de anlı şanlı eski “komünist”), Azerbaycan’ın çöküşünün bütün bu sabıkalı sorumluları, şimdi kurtarıcı rolünde tekrar sahneye çıkmış bulunuyorlar.
Hiç kuşkusuz, Aliyev, Türkiye’ye yakın olma umudu uyandırmaktan çok daha fazla, Rusya’ya yakındır ve esas olarak Rusya tarafından kontrol edilen bir operasyonun adamıdır.
Uluslararası aracılık ve emperyalist taşeronluğu, değişik araçlarla ve değişik biçimlerde yapılabilen ve genel olarak en zahmetsiz gibi görünen fakat politik bakımdan da en fazla angajmanı gerektirip ve fazla riski içeren bir yol. Türkiye, Azerbaycan örneğinde, bu yolda kolay kazanç peşinde koşarken, başarısız ve beceriksiz bir yayılmacı özentisi durumuna düşmüştür. Bir Yunan gazetesinin dediği gibi, “Azerbaycan’da, Elçibey’in yenilgisi, Türkiye’nin Orta Asya kapılarını kapatmıştır.”
Fakat Azerbaycan’ın özellikleri, Türkiye’nin bu ülke üzerine oynamaktan vazgeçemeyeceği özelliklerdir. Özellikle kolay sermaye birikimi için “Kontrgerilla diplomasisinin geçerli olduğuna inanan Türkiye açısından, söz konusu özellikler ve koşullar, değerlendirilmesi gereken cazip koşullar olmaya devam edecektir.
Temmuz 93