Kitle Hareketi Ve Mücadele Biçimleri

Son yıllarda, geçici düşüşler yaşasa da, genel bir yükseliş çizgisi izleyen işçi hareketi, gençlik ve memur hareketi ile birlikte, kendi gelişim seyri içinde bir dizi mücadele ve örgüt biçimini gündeme soktu. Bu süreçte, aynı zamanda harekete birçok mücadele biçimi “önerildi”. Ortaya konulan ve önerilen bu mücadele biçimlerinin, sınıf hareketinin yükseltilmesine ne tür bir etkide bulundukları üzerine tartışmalar hiç soğumadı. Özellikle son aylarda ortaya konan açlık grevi ve Ankara yürüyüşlerinin onaylanıp onaylanmaması sorunu tartışmayı daha bir aktüelleştirdi. Dergimiz Özgürlük Dünyası, değişik vesilelerle mücadele biçimleri sorununa bazı yönleriyle değindi. Ama son tartışmaların da ışığında, bu sorun üzerinde yeniden durmak bize gerekli göründü.
Bu yazıda, mücadele biçimleri ve kısmen de örgüt biçimleri sorununda Marksizm’in yaklaşım tarzını özetleyerek tarihten ve günümüz Türkiye pratiğinden örnekler üzerinde duracağız.

MÜCADELE BİÇİMLERİ VE MARKSİZM
Marksizm’in büyük öğretmenleri, değişik vesilelerle bu sorunu birçok boyutuyla ele alıp incelemişlerdir.
Özellikle Lenin’in 1906 tarihini taşıyan “Gerilla Savaşı” adlı makalesinde, Marksizm’in mücadele biçimleri sorununa yaklaşımının bütünlüklü bir özeti verilmiştir. 1905 yılında patlayan ve kesintilerle devam ederek ancak 1907 yılında durulan Birinci Rus Devrimi, uzunca bir parlamenter mücadele dönemi yaşayan Avrupa işçi hareketinin ancak anılarında bulunan bir dizi mücadele biçimiyle yaşandı: Bölgesel ve genel siyasi grev, silahlı ayaklanma, Çarlık Ordusu’nda isyan, barikat savaşları, gerilla savaşı… Uluslararası bağlantıları Bernsteincilik olan Rus oportünistleri, liberallerle güç birliği içinde, devrim durumunun, kitle inisiyatif ve coşkunluğunun ürünü olan gerilla savaşı karşısında, bilinen eski şarkıları tekrarladı ve silahlı ayaklanmayla apaçık bir ilişki halindeki ve özellikle Baltık bölgelerinde yoğunlaşan gerilla savaşını “anarşizm”, “Blankizm”le suçladı. Bu mücadele biçiminin doğruluğunu savunmak amacıyla kaleme aldığı makalesinde, Lenin, öncelikle Marksizm’in mücadele biçimleri sorununa hangi kriterlerle yaklaşılması gerektiğinin özetini verdi. Lenin’in andığımız makalesindeki ilgili bölümü aktarmakla başlayalım:
“Her Marksist’in, mücadele biçimleri sorununu araştırırken koymak zorunda olduğu temel talepler nelerdir? Birinci olarak Marksizm, sosyalizmin bütün ilkel biçimlerinden, hareketi herhangi bir belirli mücadele biçimine bağlamamasıyla ayrılır. O, en çeşitli mücadele biçimlerini tanır ve bunları ‘kafadan uydurmaz’, bilakis devrimci sınıfların, hareketin seyri içinde kendiliğinden ortaya çıkan mücadele biçimlerini sadece genelleştirir, örgütler ve onlara bilinç unsurunu taşır. Marksizm her türlü soyut formüle, her türlü dogmatik reçeteye kesinlikle düşmandır ve hareketin gelişmesiyle, kitlelerin bilincinin artmasıyla, iktisadi ve siyasi buhranların keskinleşmesiyle birlikte sürekli olarak yeni ve çeşitli savunma ve saldırı yöntemleri ortaya çıkaran kitle mücadelesinin dikkatle incelenmesini talep eder. Bu yüzden Marksizm hiçbir zaman hiçbir mücadele biçimini reddetmez. Marksizm kendini asla yalnızca verili anda mümkün ve mevcut olan mücadele biçimleriyle sınırlamaz, aksine verili dönemde hiç kimsenin bilmediği yeni mücadele biçimlerinin verili toplumsal konjonktürün değişmesiyle ortaya çıkmasını kaçınılmaz addeder. Marksizm bu açıdan, eğer böyle ifade etmek
gerekirse, kitle pratiğinden öğrenir ve kitlelere, meclis ‘sistemcilerinin’ keşfettiği mücadele biçimlerini öğretme iddiasından uzaktır Örneğin Kautsky sosyal devrimin biçimlerini incelerken, ‘gelecek buhranın bizim şimdiden göremediğimiz yeni mücadele biçimleri getireceğini biliyoruz’ diyordu.
İkinci olarak Marksizm, mücadele biçimleri sorununun mutlaka tarihi olarak araştırılmasını talep eder. Bu sorunu, somut tarihi durumun dışında ele almak, diyalektik materyalizmin alfabesini anlamamak demektir. Ekonomik evrimin çeşitli anlarında, çeşitli siyasi, milli-kültürel, sosyal ve diğer şartlara bağlı olarak çeşitli mücadele biçimleri ön plana çıkar, mücadelenin ana biçimleri haline gelir, ve buna bağlı olarak ikinci dereceden mücadele biçimlerinde, tali mücadele biçimlerinde de öz değişikliklerine uğrar. Belli bir mücadele aracının uygulanmasını, gelişmesinin verili aşamasında verili hareketin somut durumunu iyice incelemeden, onaylamaya veya onaylamamaya çalışmak, Marksizm’in zeminini tamamen terk etmek demektir.” (1)
Diyalektik yöntemin, son derece karmaşık ve hareketli toplumsal hareket alanına dâhice uygulanmasının ifadesi olan bu yaklaşım tarzı, bir Marksist’in mücadele biçimleri sorununa hangi öncüllerin ışığında yaklaşacağının bütün ipuçlarını vermektedir. Burada söylenenler üzerinde durursak:
Teorisini, güzel ama gerçekleşemez ütopik tasarımlara değil, mevcut koşullara bilimsel bir projektör tutmaya ve ortaya koyduğu teorinin şahsında somutlandığı sınıfın yaşam koşulları ve mücadelesini titizce incelemeye dayandırarak oluşturan Marksizm, mücadele biçimleri sorununa da toplumsal hareketi, onu çevreleyen toplam koşulları dikkate alarak yaklaşır.
Marksizm, hareketi herhangi bir mücadele biçimine bağlamaz, tike olarak hiçbir mücadele biçimini reddetmez. Bu, onu sosyalizmin bütün ilkel biçimlerinden ayıran bir özelliktir. O, toplumsal mücadele alanının son derece girift ve zengin bir içeriğe, ciltler dolusu kitaplar yutmuş “teorisyenlerin” çalışma odalarında ürettikleri ve “öğrettikleri” projelerden de zengin bir içeriğe sahip olduğunu bilir. Her türlü mücadele biçimini kabul eder. Ülkemizde de pek çok taklitçisi bulunan Rusya Sosyal-Devrimcileri, hareketi, bir tek biçime, bireysel terör eylemlerine ve suikastlara bağlıyor, bu tutumu “kendi ‘devrimci’ ruhunun özel bir belirtisi” sayarak diğer öteki mücadele biçimlerini es geçiyorlardı. Yine II. Enternasyonal partileri, hareketi parlamenter eylemle sınırlıyor, “verili toplumsal konjonktürün değişmesiyle” ortaya çıkan yeni mücadele biçimlerine sırtlarını dönüyorlardı. Türkiye’de de pek çok küçük-burjuva devrimci örgüt, mücadelenin silahlı biçimlerinin bütün bir devrim süreci boyunca “temel” olduğunu savunuyorlar. Kısaca, hareketi değişen şartlara karşın değişmez bir mücadele biçimine bağlıyorlar. Marksizm ise, ilke olarak bütün mücadele biçimlerini tanırken, bunların her birinin belirli özel tarihsel koşullarda kitle hareketinin seyrine uygun olarak gündeme giren, uygulanabilir mücadele biçimleri olarak görür. Ama hiçbir zaman, son derece karmaşık ve zengin bir içeriğe sahip olan kitle hareketini bir tek mücadele biçimine bağlamaz. O, kitle mücadelesinin, gelişim seyri içinde, kitlelerin bilincindeki sıçramaya, sınıflar çatışmasının niteliğine bağlı olarak, bugünden öngörülemeyecek mücadele biçimlerinin ortaya çıkacağını kabul eder ve bütün dikkatini kitle hareketi üzerinde yoğunlaştırır, “kafadan uydurduğu” mücadele biçimlerini kitlelere öğretmez; kitle hareketinin ortaya çıkardığı biçimlere dikkat çeker. Devrimci sınıfı, kafasındaki projenin gerçekleştirilmesi için kullanılması gereken bir insan kalabalığı olarak gören küçük burjuva aydını, buna uygun bir pratik sergiler. Bütün işin sun onun kafasındadır ve sorun kafadan çıkma bu reçetelerin öğretilmesidir! Ülkemizde bu tarzın tipik temsilcileri olan küçük-burjuva devrimci örgütler, kitle hareketinin iniş-çıkışlarını, kitlelerin ruh halini hesaba katmadan oluşturulmuş “muntazam” bir mücadele biçimleri bütününe, kitlelerin izleyeceğini düşündükleri bir devrim şemasına, bir yığın “soyut reçeteye” sahiptir. “Öncü savaş”, “politikleştirilmiş askeri savaş stratejisi”, “kırdan şehre iktidarın parça parça ele geçirilmesi” gibi soyut reçetelerle dile gelen taş gibi katı, değişmez sübjektif “devrimin yolu” projesi, onlara göre devrimin izleyeceği sapmaz bir rotadır. Onlar, kitle hareketinin durumuna, onun kabarma ve alçalmasına, dışarı vurduğu eğilim ve ortaya çıkardığı eylem biçimlerine göre taktik belirlemek yerine, önceden belirledikleri rotaya kitlelerin uyacağı varsayımı üzerine bir taktik ve stratejik çizgi inşa etmektedirler.
Marksizm, onun cisimleşmiş ifadesi Devrimci Komünist Parti, bu türden kafadan çıkma reçetelerin amansız düşmanıdır. Onun, taktiklerini saptarken üzerinde çalıştığı biricik alan kitle hareketi alanıdır. O, kitle hareketinin özelliklerini ciddi bir incelemeye tabi tutarak, kitlelerin ruh halini, eğilimlerini, çarpışan sınıflar arasındaki güç ilişkilerini inceler; hareketin ortaya çıkardığı mücadele biçimlerini geliştirip etkin kılmaya çalışır. Böyle bir incelemeye dayanmadan ortaya atılan, kitlelerin ruh halini yansıtmayan mücadele biçimleri, hayatın ihtiyaçlarına cevap vermediklerinden çoğunlukla ancak çağalarda kalır; mucitler, katlarını heyecanla kağıda dökerken; kitleler atılganlık ve yaratıcılıkla mücadele biçimleri geliştirirler. Komünistlerin, ajitasyonunu yaptıkları belirli bir mücadele biçiminin, diyelim genel grevin, sınıfın geniş kesimlerini kucaklayıp harekete geçirmesi, bu sloganı yaygınlaştırmaya çalışan devrimci güçlerin sınıfın bu geniş kesimler üzerinde etkili olmasının birebir sonucu değil, bu sloganın kitle hareketinin ihtiyaçlarından çıkmış olmasındandır.
İşçi sınıfı hareketi tarihine baktığımızda da, mücadele biçimlerinin kitlelere “öğretilmediğini”, sınıf hareketinin, kendi gelişmesinin doğal seyri içinde onları ortaya çıkardığını görürüz. Bir savaş okulu olarak grevden sokak gösterilerine, silahlı ayaklanmadan barikatlı sokak çatışmalarına kadar işçi hareketinin tarihine yazılı mücadele biçimleri, sistem mucitlerinin icadı değildir. Ayrıca bir takım kişilerin kafalarında bu yönde projelerin var olması, bu mücadele biçimlerinin sınıfın bir mücadele aracı haline gelmesine yol açmaz.
Kitle hareketi, kendi gelişim seyri içinde, “hareketin gelişmesiyle, kitlelerin bilincinin artmasıyla, iktisadi ve siyasi buhranların keskinleşmesiyle” çok çeşitli mücadele biçimleri ortaya çıkarır. Bugünkü koşullarda başvurulan mücadele biçimleri, yarın değişen koşullarla birlikte eskir, yeni ve daha üst mücadele biçimleri ortaya çıkar.
Marksizm’in bütün mücadele biçimlerini tanımasını, O’nun bütün mücadele biçimlerinin bir arada kullanılmasını talep edeceği şeklinde anlamamak gerekir. O, soruna “mutlaka, tarihi olarak” yaklaşır. Hiçbir mücadele biçimini ilke olarak reddetmemek başkadır, belirli bir tarihsel anda belirli mücadele biçimlerini reddetmek başka.
Kitle hareketi, basitten karmaşığa ve genel olarak barışçıl olandan silahlı olana doğru bir seyir izler. Ve mücadele biçimleri “ekonominin, toplumsal durumun, kültürün gelişme düzeyine göre, sınıfların durumuna, mücadele eden güçlerin karşılıklı ilişkisine, devletin niteliğine ve ayrıca uluslararası ilişkilere vb. göre değişirler.” (2) Marksizm, bu bakımdan bütün bu koşulları göz önünde bulundurarak, mücadele biçimlerini verili tarihi-toplumsal koşullar içinde inceler. Bundan şu sonuç çıkar ki; Marksizm, belirli bir mücadele biçimi karşısındaki tutumunu, o anki somut duruma, kitle hareketinin düzeyine ve kitlelerinin ruh haline uygunluğu ve kitlelerin devrimci ruhunu yükseltmesi kriterlerine göre belirler. Belirli koşullarda onaylanan mücadele biçimleri başka belirli koşullarda reddedilebilir ya da tersi olarak o güne kadar onaylanmayan bir mücadele yöntemi, değişen koşullar gözetilerek onaylanabilir. Bu, mücadele biçimleri sorununa “tarihi olarak” yaklaşmanın doğal bir sonucudur.
Lenin, 1905 yılma kadar Narodnizmin ve Sosyal-Devrimciler örgütünün bireysel terör eylemlerini şiddetle eleştirmişti. Çünkü bu eylem biçimleri kitlelerin ruhunu ilerletici bir işleve sahip değildi, kitle hareketi henüz barışçıl bir çizgide ilerliyordu. Fakat devrimci durumun olgunlaştığı, yığınların öfkesinin çarlığa karşı silahlı bir ayaklanma halinde dışarıya vurduğu koşullarda Lenin, devrim düşmanlarının cezalandırılması, düşmandan para müsaderesi gibi eylemleri savunarak şunları söyler:
“(Bu eylemlere-ÖD) anarşizm, Blanguizm ya da terörizm demeye kimsenin dili varmaz. Niçin? Çünkü burada yeni mücadele biçimiyle Aralık’ta patlayan ve yeniden mayalanmakta olan ayaklanma arasında açık bir ilişki bulunur.” (3)
1917 Nisan’ından Ekim’e kadar Bolşevik Parti’nin temel şiarı “Tüm İktidar Sovyetlere!”yi birçok kişi bir eylem sloganı saymış, ayaklanma girişiminde bulunmuştu. Ayaklanma, erken bir slogandı. Çünkü yığınların ruh haline uygun değildi, Sovyetlerde Menşevikler etkindi, hükümetin ikiyüzlü tutumu henüz yığınların öz-deneyimleriyle kavranmamıştı. Lenin ısrarla “henüz erken” diyordu. Eylülde, artık koşullar olgundu, Ekim tam zamanıydı.
Örnekler çoğaltılabilir. Ama bu konuda son derece öğretici olacağını düşündüğümüz bir örneği aktarmak yararlı olacak. Bu, barikat savaşları karşısında Engels’in tutumuna ilişkindir. Avrupa işçi sınıfının kendi talepleri doğrultusunda kitlesel olarak yer aldığı 1848 devrimlerinde, barikat savaşları tayin edici bir öneme sahipti ve Marx ve Engels bu savaş biçimini destekliyorlardı. Ancak 19. yüzyılın son çeyreğinde Engels, bu mücadele biçiminin geçersizliğini ilan etti. Kuşkusuz bu tutum değişikliği, Engels’in salt iradi bir tercihi olmaktan öte işçi sınıfı hareketinin düzeyiyle, geliştirdiği yeni mücadele araçlarıyla ilgiliydi.
“Mücadele koşulları temelden değişmişti. Eski tarz ayaklanma, 1848’e kadar her yerde son sözü söyleyen barikatlı sokak çatışmaları, önemli ölçüde eskimişti.” … “Genel oy hakkının başarıyla kullanılması sonucunda, proleter mücadelesinin yepyeni bir şekli ortaya çıktı ve bu, hızla gelişti. Burjuvazi egemenliğinin örgütlendiği devlet kuruluşlarının işçi sınıfına, aynı kuruluşlarda çarpışmak için daha ileri fırsatlar verdiği görüldü. İşçiler çeşitli Diyet Meclisleri, Belediye Meclisleri, İhtiyar Kurulları seçimlerine katıldılar.” (4)
Görüldüğü gibi, bu değişikliği Engels, mücadele koşullarındaki temelden değişikliğe, yeni mücadele biçiminin proletaryaya sunduğu “daha ileri fırsatlar”a dayandırıyor. Engels, mevcut koşulların sokak savaşları için elverişsizliğini ortaya sererken, bu elverişsizliği telafi edebilecek yeni koşulların doğabileceğine de gözlerini kapamıyor ve hareketin süreç içinde alabileceği yeni biçimleri göz önünde bulundurarak şunları söylüyordu:
“Bütün bunlar gelecekte sokak savaşının artık hiçbir rolü kalmayacağını mı gösterir? Elbette hayır! Bunlar sadece, 1 848’den bu yana koşulların sivil çatışmalar için çok daha elverişsiz ve ordu birlikleri için çok daha elverişli duruma geldiğini gösterir. Şu halde ilerideki bir sokak çatışması, ancak bu elverişsiz durumun başka etmenlerle telafi edilmesi koşullarında zafere ulaşacaktır.” (5)
Parlamenter mücadele, 1905 Rus Devrimi’ne kadar Avrupa işçi hareketinin esas mücadele biçimiydi ve Engels’in çözümlediği koşullar bakımdan bu anlaşılır bir durumdu. Fakat II. Enternasyonal partileri, uzun “barışçıl” bir dönem boyunca Avrupa işçi hareketine damgalarını vuran bu partiler, parlamenter eyleme olması gerektiğinden daha büyük bir rol yüklüyorlardı ve açık mücadele dönemi başladığında parlamentonun saçağı altına sığınarak parlamento koltuğuna sıkı sıkıya yapıştılar; girdikleri uzlaşma tutumunu savaşta ihanetle tamamlayarak kendi burjuvazilerinin yağma savaşı için olumlu oy kullandılar ve yapıştıkları sandalyelerde, soludukları burjuva havayla küflenip çürüdüler.
1905 Devrimi, parlamento-dışı açık siyasi mücadeleyi, bölgesel ve genel siyasi grevi, silahlı ayaklanmayı ve barikat savaşlarını işçi sınıfının gündemine tekrardan soktu. O zamanlar, henüz Marksizm’i terk etmemiş olan Kautsky, Rus Devrimi’nin ortaya çıkardığı bu olgu karşısında, doğru olarak, görüşlerini değiştirmeye ve bu mücadele biçimlerini onaylamaya hazır olduğunu ilan etmişti.
Türkiye’den örneklersek; 12 Eylül’ün karanlık yıllarında, yaprağın kımıldamasının bile eylem sayıldığı bir zamanda, bir grup aydının bir araya gelerek dilekçe vermesi, toplumdaki suskunluğu dağıtmaya yardımcı olan bir eylemdi ve bu eylem, yankı yarattı, daha yüksek sesle konuşulmasının zemini oldu. Ama yığın hareketinin grev, gösteri ve çatışmalar biçimini aldığı 1993 Türkiye’sinde dilekçe vermenin ilerletici bir işlev yüklenmesi şöyle dursun, eylem olup olmadığı bile tartışmalıdır.
Yine işçi hareketinin 12 Eylül’den sonra yeni yeni filizlendiği koşullarda işçilerin protesto amacıyla saç-sakal uzatmaları, çıplak ayakla yürümeleri gibi eylemler, o zamanki koşullar içinde bir anlama sahipti ve anlaşılır bir durumdu. Ama bugün bu tür “eylemler”, işçi hareketini geriye çekmenin ve etkisiz kılmanın biçimi olabilir ancak.
Tutum, belirli bir mücadele biçimini sübjektif niyetlere göre onaylayıp onaylamamak değildir ve olmamalıdır. Elbette verili somut koşullarda bir takım mücadele biçimleri kabul edilebilir, diğer bazıları reddedilebilir. Ama bu kabul ya da ret, mutlaka verili koşulların somut bir incelemesine dayanmak zorundadır.

ÖRGÜT BİÇİMLERİ
Bir mücadele, eğer örgütlü değilse peşinen yenilgiye mahkûmdur. Her mücadele ancak örgütle var olur; şu var ki sorun, örgütün niteliğinin mücadelenin niteliği ve ihtiyaçlarına cevap verir nitelikte olmasıdır.
Örgüt biçimleri, mücadele biçimleri tarafından belirlenir. Doğrudan, kurulu siyasal iktidara yönelik genel siyasal mücadele, bir sendika örgütü tarafından yönetilemez. Siyasal mücadele, bütün mücadeleleri genel siyasal bir plana ustaca bağlayan, işçi sınıfının en ileri ve en bilinçli unsurlarının çelikten bir disiplinle içinde kaynaştığı Devrimci Komünist Partisi tarafından yönetilebilir.
Her örgüt bir ihtiyacın ürünüdür. Her mücadele biçimi, kendisine uygun bir örgüt biçimiyle etkili sonuçlar verebilir. Örgütün niteliği mücadele biçimince belirlenir. Yığınsal mücadele söz konusu olduğunda, mücadele biçimleri için söylenenlerin sınıfın yığınsal olarak içinde yer aldığı örgütler için de geçerlidir. Eylem halindeki işçi sınıfı, girdiği mücadelelerde o güne kadar gündemde olmayan yeni örgüt biçimleri de yaratır. En ilkel biçimiyle de olsa her grev, grevi yürütmekle görevli bir örgüt yaratmıştır. Kuşkusuz daha üst mücadelelerde daha karmaşık örgütler ortaya çıkar.
Marksizm’in işçi sınıfına yüklediği misyon ve onda var olduğunu saptadığı nitelikler, ancak eylem durumunda ortaya çıkar. İşçi sınıfı, giriştiği kahramanca mücadelede, kendi yaratıcılığıyla sayısız örgüt yaratır. Bu örgütler, bir yandan sınıfın eylem halinde kazandığı coşku ve yaratıcılığın işaretiyken; diğer yandan onun kendisini ve tüm toplumu yönetmesinin de okulu olur.
İşçi sınıfı, egemen sınıf olarak örgütlenme kudretine sahip bir sınıftır. Bu kudret, onun iktidarı fethetmesinin arkasından kazanılan bir yetenek değildir. O, yönetme yeteneğini kapitalizme karşı mücadelesi içinde kazanır. Kendi demokrasisini, iktidar organlarını önce sokakta oluşturur. O, örgüt biçimlerini de mücadelesi içinde ve mücadelesinin seyrine uygun olarak yaratır.
Bunu bir örnek üzerinden açıklamaya çalışalım:
1905 Devrimi, “Sovyet” adı verilen yeni bir örgüt biçimini dünya proletaryasına tanıttı. O güne kadar Bolşeviklerin akıllarından geçirmedikleri ayaklanma ve iktidar organları olarak Sovyetler, 1905 Ekimi’ndeki genel, siyasal grev içinde, bütün fabrika ve işletmelerin temsilcilerinin bir araya gelmesinden oluşuyordu. Sovyet adıyla kurulan ilk örgüt, daha 1905 yılı başında grevci Petersburg işçilerine yardım sağlamak amacıyla seçilen delegelerin oluşturduğu bir birlikti. Ekim ayaklanmasında ise sınıfın bütün kesimlerini temsil eden yığınsal bir ayaklanma organıydı. Sovyetler, ilk başta Petersburg ve Moskova’da kuruldu ve ardından kısa sürede diğer önemli sanayi merkezlerine yayıldı. Partili ya da partisiz her işçi Sovyet’in doğal üyesiydi. Her 500 ya da 400 kişiyi temsilen bir delege Sovyet toplantılarına katılıyordu. Bütün kararlar tartışılarak alınıyordu ve Sovyetler ayaklanma organları işlevi görüyordu. Bolşevik Partisi Tarihi Sovyetleri şöyle anlatıyor:
“Bütün işletme ve fabrikaların delegelerinin bir toplantısı olan İşçi Temsilcileri Sovyetleri, işçi sınıfının, dünyada o güne kadar görülmemiş bir siyasi kitle örgütü idi. İlk olarak 1905’te ortaya çıkan Sovyetler, proletarya tarafından 1917’de kurulan Sovyet İktidarı’nın kendine aldığı örnektir. Sovyetler, halkın yaratıcı gücünün yeni devrimci bir biçimiydi. Bunlar, yalnızca halkın devrimci kesimleri tarafından kuruldular ve çarlığın bütün yasa ve kurallarını yıktılar. Çarlığa karşı mücadele etmek üzere ayaklanan halkın bağımsız eyleminin bir ifadesiydiler.” (Eserler  15 sf.97]
Lenin Sovyetler için, gelecekteki proletarya iktidarının çekirdeği diyordu.
Devrimin yenilgisi, devrim durumunun bir ürünü olan Sovyetlerin de ortadan kalkmasına yol açtı. Bu örnekten çıkan bazı önemli sonuçların altını çizersek:
Birincisi, Lenin de dâhil Bolşevikler, böylesi bir örgütü öngörmemişlerdi. Ama bu Lenin’in yığın hareketinin yaratacağı yeni biçimlere açık oldukları saptamasına uygundu. Bu bakımdan Bolşevikler, Sovyetleri benimsediler ve onların gerçek iktidar organı olarak işlevlerini tam olarak yerine getirebilmeleri için bütün güçleriyle çalıştılar. Sovyetlerin şahsında ortaya çıkan bu muazzam kitle yaratıcılığına, bilinçli bir yönelim vermeye çalıştılar; Menşeviklerin bu örgütleri yozlaştırma çabalarına karşı durdular. Bu mücadelenin tecrübesini genelleştirdiler ve Leninist devrim teorisinin bir parçası kıldılar; gelecekteki proleter iktidarın özelliklerini Sovyetlerden yola çıkarak teorileştirdiler. Ekim Devrimi bu tecrübelerin üzerinde yükseldi.
İkincisi, Sovyetlerin devrim dalgasının geri çekilmesiyle birlikte ortadan kalkması, yığınsal bir örgüt biçimine iradi müdahalenin sınırlarını belirlemesi bakımından da anlamlıdır. İrade ve istek, ancak uygun nesnel koşullar zemininde bir etki kazanabilir. Salt başına istekler yığınsal bir örgüt biçimini ortaya çıkaramaz ve onu ortadan kaldıramaz. Sovyetler, doğrudan ayaklanma koşullarının ürünüydü ve kitle mücadelesi tavsayıp devrimci durum ortadan kalktığında, Sovyetler de işlevini yitirdi. Devrimin yenilgisinden sonra, kitle hareketindeki alçalışa uygun olarak yeni mücadele ve örgüt biçimleri ortaya koymak yerine Sovyetlerin yaşatılmasında ayak direnseydi; bu umutsuz bir çaba olmaktan öteye geçemezdi. Bolşevikler, 1917 Şubat Devrimi’nde Sovyetler yeniden ortaya çıkana kadar, yığın hareketinin ihtiyaçlarına uygun; ama daha geri bir dizi mücadele ve örgüt biçimine başvurdular.
Türkiye pratiği bakımından dersler çıkarılabilecek iki noktaya daha değinmek yerinde olur. İlki, 1917’de Sovyetlerde çoğunluk, Menşevik ve Sosyal-Devrimcilerde olmasına karşın Bolşevikler, “Bütün iktidar Sovyetlere” dediler. Çünkü yönetim Menşeviklerde olsa da, bu örgütler demokratik bir iç işleyişe sahip doğrudan emekçi örgütleriydi. Söz konusu olan, iktidarın demokratik işlerliğe sahip işçi organlarının devriydi. Bu işleyiş, bu örgütte yer alan milyonların kazanılmasının da teminatıydı. Ve gerçekten de Bolşeviklerin sabırlı çalışması sonuç verdi; Eylül’de Bolşevikler artık çoğunluktaydı. Şimdi, “İşçiler Sendika Yönetimine” sloganını eksik bulup “Devrimci İşçiler Sendika Yönetimine” diye bağıran “sosyalistleri” hatırlatmanın zamanıdır. İşçilerin yönetime gelmesi, üç ağanın aşağıya inip yerine üç sıradan işçinin gelmesi değildir. Sorun bürokratik tekelin kırılması, demokratik bir işleyiş kazanan sendikada devrimci komünist bir politikanın yerleşmesinin zemininin yaratılmasıdır. Bunun küçük burjuva devrimcileri tarafından anlaşılmaması doğaldır. Çünkü onlar, sendikaların dönüşümünü, kötü yöneticilerin iyi yöneticilerle değiştirilmesiyle sınırlı bir değişim olarak görüyorlar. Oysa Bolşevikler, iktidarın sınıfı temsil eden ve elbette ki Bolşevik yönetim altında gerçek iktidar organı işlevi yüklenebilecek Sovyetlere devredilmesini gündemlerine sokarken, sınıfın bağımsız iradesinin ifadesi olan bir örgütlenmede, yığınların doğrulara kapalı olmayacağını çok iyi biliyorlardı.
İkincisi ve konumuz açısından daha da önemlisi şudur: Bir örgüt biçimi, somut bir ihtiyaçtan doğar. Bir mücadelenin ihtiyaçlarınca belirlenir. Bu bakımdan örgüt biçimleri, mücadele biçimlerindeki değişikliklerle, kabarış ve alçalışlarla değişir, yerlerini başka yeni örgüt biçimlerine terk ederler ya da yepyeni işlevlerle yüklenirler. Burjuva yönetime sahip sendika örgütünün işlevsiz kaldığı, mücadelenin ihtiyaçlarına cevap veremediği koşullarda bir grevin ortaya çıkardığı işçi komitelerinin grevin son bulmasıyla sönmesine akıl sır erdirmeyen ve en “sosyalist” birkaç ileri işçiden müteşekkil dar örgütleri “işçi komiteleri” olarak payelendirme tutumuna giren akımlar, başarısızlığa uğradıklarında kabahati kendi taktiklerinde aramak yerine yığınların bilincindeki geriliğe veryansın ediyorlar. Çünkü onlar, mücadelenin ihtiyaçlarını ve yığınların yönelimini gözlüyorlar, pratiğin kendilerini izleyeceği hayaline kapılıyorlar.

MÜCADELE BİÇİMLERİ VE PROLETARYA PARTİSİNİN ROLÜ

Şimdiye kadar, mücadele biçimlerinin soyut reçetelere göre yaratılamayacağı, kitle hareketinin, kendi gelişim seyri içinde çok çeşitli mücadele biçimleri yaratacağı üzerinde durduk. Peki, bu durumda, proletarya partisinin rolü ne olacaktır? Parti, kitle hareketinin yarattığı mücadele biçimlerini izlemekle mi yetinecektir? Mücadele biçimlerinin hareketin seyri içinde kendiliğinden ortaya çıkışı, proletarya partisinin iradesinden bağımsız objektif bir olgudur. Proletarya partisi, taktiklerini saptarken bu objektif durumu göz önüne almak zorundadır ama buna karşılık onun rolü izlemecilik değil, bilinçli bir yönetimdir. Kitle hareketini ciddiyetle izlemek, ona en etkin yardımın engeli değil, tersine önkoşuludur.
Parti, proletaryanın en bilinçli temsilcilerini bağrında ‘toplayan savaş kurmayıdır. Onun faaliyeti, hiç bir şekilde olayların peşinden sürüklenmek, kendiliğinden hareketin kuyruğunda yürümek olamaz. O, Marksizm-Leninizm’in bilimsel teorisi ışığında bütün nesnel süreçleri inceleyerek proletarya hareketinin hedeflerini belirler. Ama bu hedeflere varılması sadece objektif süreçlerin iyi bir şekilde incelenmesiyle, varılacak hedefin belirlenmesiyle mümkün olmaz. Bunun için, bu hedefin gerçekleştirilebilmesi için, proletaryanın ittifak güçlerinin saptanması, hedefe en etkili vuruşun nasıl ve hangi noktada yapılması gibi bir dizi planlar bütününe sahip olmak gerekir. Bir devrim süreci boyunca değişmeden kalan bu plan bütününe strateji denir. Ama bir toplumsal devrim süreci, son derece karmaşık ve değişken birçok ara süreçten geçer.
“Genel olarak tarih, özel olarak da, devrimlerin tarihi en iyi partilerin, en ileri sınıfların en sınıf bilinçli öncü birliklerinin tahmin ettiklerinden daima içerik olarak çok daha zengin, daha renkli, daha çok yönlü, daha canlı ve daha ‘kurnaz’dır. Bu anlaşılırdır da, çünkü en iyi öncü birlikler, on binlerin bilincini, arzusunu, tutkusunu, hayal gücünü dile getirir. Devrim ise bütün insan yeteneklerinin özel bir atılım ve özel bir gerilim anında, en keskin sınıf mücadelesi tarafından harekete itilmiş onlarca milyonun bilinci, iradesi, tutkusu ve hayal gücüyle gerçekleşir.” (6)
Parti, toplumsal hareketteki bütün bu değişme ve hareketliliği hesaba katan, esnek ve değişebilen bir dizi ara plana da sahip olmak zorundadır; bu da taktiktir. Taktik, stratejinin hizmetindedir, stratejinin gerçekleşmesi için o anın koşullarına en uygun mücadele biçimlerinde karar kılmak, bu mücadele biçimlerine uygun örgüt biçimlerini ustaca kullanmakla yükümlüdür. Hareketin kabarması ve alçalmasına göre kendisini yenilemek zorundadır.
Strateji ve taktik proletarya partisinin planlı faaliyetinin iki yönünü oluşturur.
Proletarya partisi, toplumsal hareket üzerinde olabilecek azami etkide bulunabilmek için, bütün devrimci sınıfların güçlerini ortak bir planın parçası haline getirmeye, ortaya çıkan bütün mücadeleleri genel siyasi mücadeleye bağlamaya çalışır. Ama O, bu faaliyeti yürütürken, objektif duruma gözlerini kapamaz, kendi isteklerini objektif durumun yerine geçirmez, tersine taktiklerini objektif durumun tahliline dayandırır.
Bu bakımdan devrimci taktik, yığın hareketinin irademizden bağımsız olarak ortaya çıkardığı eylem biçimlerini tanır, onların sınıfın içinde bulunduğu durumun ifadesi olduğunu bilir ve bu hareket üzerinde etkili olabilmek ve onu genel siyasal mücadeleye bağlamak için yığın hareketini şekillendirmeye çalışır. Lenin, partinin mücadele biçimlerine müdahalesini, daha önce de aktardığımız gibi, şu noktalarda ele alır: Genelleştirmek, örgütlemek ve bilinç unsuru katmak..
Kitle hareketi, mücadele biçimlerini kendi doğal seyri içinde ortaya çıkarmasına rağmen, bunu gelişmiş ve son şeklini almış haliyle değil, çoğu zaman ilkel haliyle, rüşeym halinde ortaya çıkarır. Ve ortaya çıkan bu mücadele biçimine, öncelikle sınıfın belirli bir bölüğü başvurur. Bu durumda parti, sınıf hareketinin ihtiyaçlarına uygun düşen bu mücadele biçimini, sınıfın bütününe mal etmeye çalışır. En etkin uygulanması için çaba gösterir ve bu mücadelenin işçi sınıfının egemen sınıf olarak örgütlenmesine hedefine bağlar.
Anlaşılacağı gibi, onun faaliyeti iki yönlüdür. Bir yandan, somut durumu iyi gözlemek, hareketin ortaya çıkardığı ve hareketi ilerletici role sahip eylem biçimlerini kabul etmek; ama öte yandan bu hareketin proletaryanın genel çıkarlarına bağlanmasına çalışmak.

MÜCADELE BİÇİMLERİNİ ÖRGÜTLEMEK, GENELEŞTİRMEK VE BİLİNÇLE DONATMAK
İşçi sınıfı hareketinin “kendi seyri içinde ortaya çıkan” eylem biçimlerinden söz edildiği her durumda, sınıf hareketine dışarıdan ve ona ancak kendi düşüncelerindeki kalıplanmış ölçüler içinde bakan anlayış, “kendiliğindencilik ve ekonomizm” suçlamasını yapıştırır. Leninist tarzda anlaşıldığında, bu kavram, işçilerin eğilimleriyle siyasal önderliğin planları ve yönelimleri arasında kurulacak ilişkinin yöntemini ifade eder. Yazımızın önceki bölümlerinde, bu ilişkinin başlıca üç öğesinin bulunduğunu görmüştük. Özetle bunlar, “genelleştirme, örgütleme ve bilinç unsuru katma”dır.
A. Genelleştirme
Genelleştirme, işçi sınıfının eyleminin kendi seyri içinde ortaya çıkardığı yeni ve etkili eylem biçimlerinin başlıca iki yönde geliştirilmesini ifade eder. Genelleştirme kavramının ifade ettiği birinci anlam, bu eylem biçiminin sınıfın diğer kesimleri tarafından kullanılabilecek tarzda ele alınmasıdır. Bu, basit olarak, eylemin sınıfın diğer kesimleri tarafından taklit edilmesi olarak anlaşılmamalıdır. Türkiye işçi sınıfının tarihinde, bu hataya sık sık düşülmüş ve ortaya çıkarılan yeni eylem biçimlerinin harcanıp etkisizleşmesi sonucunu doğurmuştur. Yazımızın ilerici bölümlerinde değineceğimiz “Ankara’ya yürümek”, bu türden taklitçi eylemlere bir örnektir. Taklit etmeden farklı olarak, genelleştirme, bir eylem biçiminin en karakteristik ve genel olarak geçerli olacak olan özelliklerini bularak, değişik koşullarda da uygulanabilecek temellerini ortaya çıkarmak demektir. Bir eylem biçimi, ancak en temel özellikleriyle anlaşılabildiği takdirde, işçi sınıfının diğer kesimleri tarafından bir sınıf eylemi olarak kavranıp benimsenebilir. Örneğin, Zonguldak madencilerinin Ankara yürüyüşü, birçok özelliği içinde başlıca, kitleselliği ve uzun soluklu oluşuyla öne çıkıyordu. Bu onun temel ve genelleştirilmesi söz konusu olduğunda göz önünde tutulacak başlıca özelliğiydi. İşçi sınıfının bu eyleme hazırlanma süreci ve eylemin ortaya çıkış koşullan gözetilmeden, uzun soluklu ve kitlesellik özellikleri kolayca anlaşılamaz. Bu açıdan bakılınca, diğer Ankara yürüyüşlerinin, en azından kitlesellik bakımından, bu eylemin genelleştirilmiş bir biçimi olma özelliğini taşımadığını, sadece taklitleri olduğu görülebilecektir.
60’lı yıllarda, fabrika işgalleri, işçi sınıfının başlıca eylem biçimlerinden biri halindeydi. Grevlerin bir aşaması ve grevin tıkanma noktasında ortaya çıkan işgaller, işçi sınıfının büyük kitlesi içinde, mücadelenin ileri bir aşaması olarak benimsenmiş ve genel bir hal almıştı. Ancak işçi sınıfı, henüz siyasal örgütünün olmadığı o koşullarda, kendiliğinden bir tarzda, bu eylem biçiminin genelleştirilmesini başarmıştı. İşyerinin değişen özelliklerine paralel olarak, işgalin biçimi, kullanılan araçların niteliği, işgalin örgütlenmesi değişebiliyordu; fakat değişmeden kalan temel özellik, işgalin, patronla girişilen mücadelenin yüksek bir aşamasını temsil etmesi ve diğer daha aşağı mücadele biçimlerinin tıkanmasının sonunda ortaya çıkmasıydı. Bu açıdan, hiç bir işgal, diğerinin taklidi sayılamazdı. Bu örnekte, öğretici olan bir diğer yan, işçi sınıfının eyleminin kendi seyri içinde gelişen bir biçimin, sınıfın kendiliğinden hareketi içinde bir genellik kazanmasının, kalın ve gerçek anlamda genel bir özellik taşıyamayacağını göstermesidir.
Genelleştirme kavramının ikinci anlamı, doğrudan doğruya bu örnekte ortaya çıkan bir bütünleştirme etkisiyle ilgilidir. Genelleştirmenin ikinci anlamı, yeni eylem biçiminin, işçi sınıfının diğer eylem biçimleri içinde, onlarla bağıntılı ve dönüşümlü olarak kullanılabilecek tarzda, işçi sınıfı literatürüne dâhil edilmesidir. Hemen görülebileceği gibi, bu etkinlik, ancak ve yalnızca parti örgütünün sorunu ele almasıyla gerçekleştirilebilir. Gene işgal örneği üzerinde duralım: Böyle bir eylem biçiminin, grev, toplu gösteriler, boykotlar gibi değişik eylem biçimlerinin içinde nereye konacağı, hangi aşamada kullanılabileceği, başka hangi eylemlerle desteklenebileceği, işçi sınıfının ekonomik örgütleri tarafından yeterli netlikle görülüp saptanamaz. İşçi sınıfının, bir eylem biçimini, diğer eylemlere bağıntılı bir bütün oluşturacak tarzda ele alıp uygulayabilmesi için, yalnızca bir işyerindeki mücadeleyi görüp bilmesi yetmez. Aynı anda veya bir belli dönem içinde, sınıfın diğer kesimlerinin, değişik sektörlerdeki işçi kitlelerinin hangi eylem düzeyinde bulunduğu, ülkenin genel koşullarının hangi eylem biçimini gündeme getirdiğini, bütün bu koşullar altında bir işletmedeki eylemin etkisinin ve sonucunun ne olabileceğini, ancak işçi sınıfının genelkurmayı hesap edebilir.
Bu iki özelliği bir arada düşündüğümüzde, genelleştirme kavramının, aynı zamanda “teorize etme” anlamına geldiğini görürüz.
B. Örgütleme
İşçi sınıfının örgütlenmesinin değişik biçimleri ve dereceleri vardır. Sendikalar, işyeri komiteleri, yardımlaşma sandıklan, siyasi parti, vs. değişik tür ve düzeyde işçi örgütleridir. Bunların her birinin, sınıfın mücadelesinde yeri vardır ve hiçbiri, diğerinin yerini tutamaz, işçiler, bunlar ve diğer sınıf örgütleri aracılığıyla, kendilerini bir sınıf olarak ortaya koyarlar.
Örgütlenme kavramı, ilk başta, bütün bu farklı tür ve düzeydeki örgütlerin kurulup çalıştırılması anlamına gelir. Fakat bir eylemin örgütlenmesi, bundan daha farklı, özel bir iştir.
Bir grev, yürüyüş, işgal ya da boykot, değişik türden işbölümlerini ve değişik ilişkileri gerektirir. Her birinde, işçilerin mücadele boyunca karşılaşacakları sorunları çözmeye, eylemin sağlıklı yürümesi için planlar yapmaya ve bunları yürütecek organları kurmaya elverişli bir örgütlenmeye ihtiyaçları vardır. İşçiler, çoğu zaman bu türden örgütleri büyük bir başarıyla ve beceriyle yaratırlar. Ancak bu türden örgütlerin ömrü, daima eylemin süresiyle sınırlıdır. Eylem bittiği anda, eylem içinde kurulmuş örgütler de söner. Bir işyerindeki örgüt biçiminden diğer işyerlerindeki işçilerin çoğunlukla haberi olmaz. Eylem boyunca, her defasında aynı örgüt biçimleri yeniden ve yeniden keşfedilir.
Devrimci faaliyetin bu anda ortaya çıkan görevleri de, bu eksiklikleri ve zaafları gidermeye yönelik olacaktır. İşçi sınıfının bulduğu yeni eylem biçimlerinin örgütlenmesinde eski ve uluslararası deneyin birikimine ve bilgisine, yalnızca komünist işçi önderleri sahip olabilir. Eylem biçiminin ihtiyaç duyduğu değişik ve yeni örgüt biçimlerini önermek ve inşa edilmeleri için çaba göstermek, eylemin kendi içinde örgütlenmesine ilişkin görevlerin bir bölümüdür.
Fakat eylemin örgütlenmesi kavramının daha geniş bir anlamı daha vardır. İşçi sınıfının eyleminin ortaya çıkardığı ve nispeten kalıcılık gösteren bütün örgüt biçimlerini, daha genel bir işçi örgütü halinde genişletmek, işyerleri ve üretim birimleri arasında ilişkileri sağlayan sürekli ve kalıcı örgütler yaratmak, eylemin açtığı olanaklar içinde kolaylaşmaktadır. Bu, aynı zamanda işçi sınıfı ile işçilerin komünist partisi arasındaki ilişkilerin bir örgütlülük ilişkisi haline getirilmesi bakımından da önemlidir.
C. Bilinç unsuru
İşçi sınıfının eyleminin kendi seyri içinde ortaya çıkardığı biçimler üzerinde uygulanması gereken bir diğer siyasal çalışma olarak, “bilinç katma”yı saymıştık. Bilinç katma, eylemin kendiliğinden sınırlar içinde kaldığı sürece, hiç bir zaman ekonomik hedeflerin ötesine geçemeyeceğini bildiren Leninist ilkenin bir gereğidir. Gene Zonguldak madencilerinin Ankara yürüyüşü örneğini ele alalım. Bu eylem, diğer özelliklerinin yanı sıra, devlet örgütlenmesinin en tepesindeki kişiyi hedef alması bakımından karakteristikti. Ne var ki Turgut Özal’ın karşısına kitle halinde ulaşılabilseydi, ne yapılacağına dair bir plan yoktu. Bir dilekçe mi verilecekti, Özal’la konuşulup geri mi dönülecekti, eğer Özal yerinden alaşağı edilecekse onun yerine ne konulacaktı? Bütün bunlar belirsizdi ve işçiler, o anda kendi iktidarlarını kurma bilincine, bunun gerçekleştirilmesi için gerekli araçlara ve örgütlenmelere sahip değillerdi. Bu, onun henüz proleterce ve devrimci olmayan siyasal tavrının bir ifadesiydi ve geliştirilmeden, sınıfın bütün kesimleri içinde eleştirilmesi ve tekrarlanmaması gereken bir yanıydı. Ancak, işçi sınıfının gerek yürüyüşe katılan kesiminin gerekse diğer kitlesinin, bu eylemin bütün içeriğini, hedeflerini ve olanaklarını doğru ve tam olarak değerlendirebilmesi için, olaya “herhangi bir açıdan değil”, sosyalistçe bakması gerekiyordu. Eylemin hedeflerinin netleşmesi, kitlenin olanaklarının ve gücünün yeteceği ve yetmeyeceği noktaların iyice hesap edilerek bunun eylemci kitleye anlatılabilmesi, bu gücü ve olanakları abartan ya da küçümseyen eğilimlere karşı eylem içinde mücadele edilmesi, ilk ve acil işlerin başında geliyordu. Diğer yandan, nispeten uzun vadeli bir çalışmayı gerektiren, diğer bilinç unsurlarının, eylem içinde ve sonrasında, işçi sınıfının tüm kesimlerine ulaştırılması, sosyalist görevlerin bir başka cephesini oluşturuyordu. Buna göre, işçilerin eyleminin hem diğer işçi kesimlerinin eylemiyle, hem de emekçi halk kesimlerinin mücadelesinin diğer biçimleri ve alanlarıyla birleştirilmesi gerekmektedir. İşçi sınıfının sosyalist bilincini oluşturan diğer unsurların uzun ve sürekli bir propagandayla sağlanabileceği açıktır. Fakat işçiler, bir eylem sürecinde, olağan zamanlarda edinebileceklerinin çok daha fazlasını almaya açık ve istekli hale gelirler. Önemli olan, böyle bir anda, eylemin doğasına, hedeflerine ve gerçekleştiği dönemin özgün koşullarına uygun, eylemin sunduğu malzemeyi değerlendiren bir propaganda çalışmasının yapılabilmesidir. Bilinç unsurunun taşınması, eylemin kendi iç hedeflerine ulaşmayı başaramadığı koşullarda, işçilerin moral bozukluğuna uğramalarını, daha geri zeminlere kaymasını önleyecek, yeni ve daha yüksek eylem biçimlerine geçişi kolaylaştıracaktır. Bunun olmadığı yerde ise, her grev, ya da bir başka eylem biçimi, burjuvazinin iktidarına karşı mücadelenin yersiz, anlamsız ve yenilgiye mahkûm olduğu yolundaki karşı devrimci propagandayı güçlendirecektir. Oysa herhangi bir alandaki tekil bir eylemin, daha büyük, genel ve sürekli bir mücadelenin parçası olduğunu, bu mücadeleyi her koşulda sürdürmeye hazır bir komünist işçi partisinin bulunduğunu bilen işçiler, kendi eylemleri yenilgiyle sonuçlansa bile, bundan, burjuvazinin yenilmezliği sonucunu çıkarmazlar. Kendilerini yarı yolda bırakan sendikaların, mümkün tek örgüt olduğuna inandırılmış olan geri işçi kesimleri, onların öncülüğünde kaybettikleri nice kavgayı, kendi güçsüzlüklerinin delili olarak görmeye eğilimlidir. Eylemde bilinç unsuru, işçi sınıfının kendi gücünün ve olanaklarının farkına varmasını kolaylaştıran, mücadelenin tarihselliğini ve sürekliliğini gösteren bir rol oynar. Bu yalnızca, eylem sonrasında da, işçilerin sınıf tavrını sürdürmelerini sağlamak bakımından değil, aynı zamanda, eylemin kısa vadeli hedeflerine ulaşabilmek için de önemlidir.

TÜRKİYE PRATİĞİNDEN İKİ ÖRNEK: ANKARA YÜRÜYÜŞLERİ VE AÇLIK GREVLERİ

Türkiye pratiğinde, mücadele biçimleri sorununa yaklaşımın çokça yanlış örneği vardır. Bütün bir tarih bir yana bırakılsa bile, son bir kaç yılda çeşitli “sol” grupların ortaya koydukları pratik bile yeterince olumsuz örnek sunmaktadır. Bir çok “sol” grup, yığınsal bir eylemin içinde yer alıp onu sosyalist tarzda geliştirmek görevini ihmal etmiş, ama kendi tarzlarında işçilere “yardım” olarak düşündükleri uç eylemler ortaya koymuşlardır. İşyerini işgal eden Maga Deri işçilerinin eylemlerini desteklemek adına işyerinin patronu Ali Şen’in helikopterini yakarak bunu devrimci bir eylem olarak propaganda eden sol davranış, bu tarzın seyrek rastlanmayan tipik bir ifadesidir. Yine yakın bir zamanda, işçilere sahip çıkmayan sendika ağalarını cezalandırmak gerekçesiyle Belediye-İş sendikasının basılması da başka orijinal bir örnek. Bu örnekleri çoğaltmak mümkün. Ama bunun bir anlamı yok. Çünkü bu eylemler olsa olsa sınıf üzerinde olumsuz bir etki yaratabilir. Biz burada kendimizi, son bir kaç yıldır sınıf içinde de tartışılan, sınıfın belirli kesimlerinin başvurduğu iki eylem biçimini değerlendirmekle sınırlayacağız: Ankara yürüyüşleri ve açlık grevleri.
Son yıllarda bazı gruplar, işçilerin ve diğer emekçi tabakaların her direnişinde, güçleri yettiğince, direnişe yol açan uygulamaların ne olduğuna ve eylemin hangi talepler için yürütüldüğüne bakmaksızın, çözümün Ankara’ya yürümekle mümkün olduğunu ileri sürerek, Ankara’ya yürümeyi, militan mücadelenin olmazsa olmaz biçimi olarak göstermeye çalıştılar. Kuşkusuz, Ankara yürüyüşlerini, hiç bir koşulda başvurulmaması gereken bir eylem biçimi olarak değerlendirmiyoruz. Bu biçim, aşağıda anlatacağımız gibi, bütün koşullar ciddi bir analize tabi tutularak başvurulduğunda etkin sonuçlar verebilecek, sınıfın mücadele azmini bileyecek ve sınıfın diğer bölükleri üzerinde olumlu bir etki yaratabilecek bir mücadele, biçimidir ve onu reddetmek kimsenin aklından geçmez. Ama bir mücadele biçimi mutlaklaştırılır, şartlar incelemeden değişmez bir kalıp gibi her direnişe uydurulmaya çalışılırsa, o eylem biçimi, fetiş haline gelir, yozlaşır.
Ankara yürüyüşü, bir mücadele biçimi olarak Zonguldak Direnişi sırasında etkin bir silah olarak kullanılmasıyla sınıfın ve diğer emekçi tabakaların dikkatini çeken bir özellik kazandı. Aslında Türkiye tarihinde Ankara’ya yürüyüşün başka örnekleri de vardır. 60’lı yılların başında İstanbul’dan Ankara’ya çıplak ayaklı işçi yürüyüşü, 60’lı yılların sonlarında Çorum’dan Ankara’ya yürüyüş gibi. Fakat bu mücadele biçiminin işçi sınıfı ve halk üzerindeki derin etkisi, Zonguldak işçilerinin eşleri ve çocuklarıyla oluşturdukları 100 bin kişilik bir kitleyle Ankara’ya yürümesiyle oluştu.
1990 Aralığında greve çıkan Zonguldak kömür madeni işçileri, her geçen gün daha büyük bir kalabalıkla Zonguldak’ın merkezine yürüyor, Zonguldak meydanı her gün dev bir miting alanına dönüşüyordu. Artık Zonguldak madenciye dar geliyordu ve “Çankaya’nın şişmanı, işçilerin düşmanı” Özal ve onun zayıf gölgesi hükümetin açık saldırgan tavrı işçideki öfkeyi daha da körüklüyordu. Tam bu sırada Ankara yürüyüşü gündeme geldi. Bu, önce Genel Maden-İş Sendikası Başkanı Denizer’e “Başkan Ankara’ya ne zaman yürüyoruz?” sorusunun bölük bölük ve giderek hep bir ağızdan sorulmasıyla ve bütün işçilerde oluşan belirgin bir yürüme eğilimine sendikanın onay vermesi ya da onaylamak zorunda kalışıyla başladı. Televizyondan her gün işçilere saldıran ve madenleri kapatmakla tehdit eden Çankaya ve Hükümet Ankara’daydı ve hesaplaşma orada gerçekleşmeliydi.
Böylece sayıları 100 bini aşan bir işçi kalabalığı, kışın soğuğunu öfkelerinin sıcaklığıyla etkisizleştirerek, öfkeli sloganlarla Ankara yoluna döküldüler. İşçi sınıfının gözü onlardaydı, yüreği onlarla çarpıyordu. Yürüyüş gün gün ilerlerken, bütün sınıflar dikkatlerini onlarda yoğunlaştırmışlardı. Türkiye, Zonguldak’ı ve Ankara Yürüyüşü’nü konuşuyordu. Hürriyet gazetesinin umutsuz başlığı “Adım adım geliyorlar!” şeklindeydi ve burjuvazinin korku ve şaşkınlığını ifade ediyordu. Bu yüz binlik kalabalığı Ankara’ya sokmanın büyük tehlikesini hesap eden burjuvazi, sınıflar arasındaki çatışmanın belirgin bir simgesi olarak barikatlar kurdu ve burada anlatmaya gerek olmayan birçok nedenle bu büyük direniş, yenilgiyi kabullenemeyen işçilerin gözyaşları arasında, Mengen’de barikatın kenarında son buldu.
Bu eylem biçimi, tamamen doğru seçilmişti. Eylem halindeki işçi sınıfının yaratıcılığının bir ifadesi olarak ve madencilerin bütününün bir eğilimi olarak doğmuştu ve hiç bir şekilde ona dayatılan bir biçim olmayıp, kendisinin ürünü olduğu için bütün işçileri çeken bir eylem oldu. Eylemin, son bir çarpışma gibi görülse de, Ankara’ya varılması halinde, çok daha değişik ve etkili mücadelelerin yolunu açacağı kesindi. Genel bir yükseliş içinde olmakla birlikte tutukluğunu üstünden atamayan işçi hareketini başka eylemlerle zenginleşmeyen grevlerden etkin, gösterili grevler çizgisine çekiyor, sınıfın ruhunu ilerletiyordu. Gündemi belirliyor ve kısa süreli de olsa bir genel grevin yaşanmasını zorlayan en önemli etken rolü oynuyordu.
Zonguldak meydanlarındaki işçi kitlesi Ankara Yürüyüşü’ne başladığında kitleselliğinden bir şey kaybetmemişti. Kitlesellik, eylemin en belirgin özelliğiydi, işçi sınıfının öncü kolu olma rolünü üstlenen madencilerin 100 bin kişilik kitlesinin Ankara’ya yürüyüşü, sadece madencilerin greve çıkmalarına yol açan talepler bakımından değil, işçi sınıfı hareketinin daha üst eylem biçimlerine çekilmesi bakımından da büyük anlama sahipti.
Zonguldak maden kömürü ocaklarının bağlı bulunduğu TTKİ, doğrudan hükümetin tasarrufundaydı. Ankara’dan her gün yapılan açıklamalar işçileri Ankara’ya yöneltiyordu. Bu, onu diğer birçok Ankara yürüyüşünden ayıran bir özelliktir.
Diğer yandan, yürüyüş öncesinde her gün dev gösteriler yapılıyordu. Onlarca gün aynı eylemlere başvuran işçiler bakımından, Ankara yürüyüşü, eylem biçiminde bir zenginleşme ve üst aşamaya sıçrama olanağı demekti.
Bundan sonra yapılacak Ankara yürüyüşlerinin, Madencilerinin Ankara’ya Yürüyüşü’nün kendine has özelliklerinin iyi kavranması ve tekrarlanabilir ve geliştirilebilir genel özelliklerinin iyi ayırt edilmesi üzerinde yükselmek zorundaydı. Ama bu eylem biçimini genel özellikleriyle teorileştirerek sınıfın hafızasına kaydetmek yerine eylemi taklit etmek sayısızca direnişte tartışma gündemine sokuldu ve birçok Ankara yürüyüşü yaşandı.
Madenci yürüyüşünün oluşturduğu sıcak atmosfer ve büyük etki, Ankara’ya her yürüyüşün de aynı etkilerle sonuçlanacağı sanısı yarattı ve uzayan her grevde, her kitlesel işten atmada başvurulması zorunlu bir eylem biçimi olarak görüldü. Hiç bir koşul göz önüne alınmadan, eylemin sınıfın bütünü üzerindeki etkisi, taleplerin gerçekleşme olanağı ile Ankara’ya yürüyüş arasındaki ilişki göz önüne alınmadan, eyleme katılacak işçilerin moral durumu hesaplanmadan değişmez bir kalıp gibi her duruma uygulanmaya çalışıldı.
Fakat Ankara’ya her yürüyüşün, aynı işlevi göreceğini söylemek mümkün olmuyor. Her mücadele biçimi, sınıf açısından avantajlarla birlikte dezavantajlar da taşır, eğer bu dezavantajlar avantajlara baskın gelemiyorsa, eylem biçimi istenen sonucu vermez. Ankara yürüyüşleri, kabul edilsin-edilmesin içine girilen eylemin son çarpışması işlevi görür ve “Ankara’ya vardık, ya sonra?” sorusunu gündeme getirir. Uzun ve yorucu bir yürüyüşün ardından gelen son çarpışmanın yenilgi alması, işçilerde yeniden toparlanıp başka eylem biçimlerine başvurma takatini tüketir. Eyleme katılan işçi sayısının azlığı, Ankara’da beklenen etkinin yaratılmasına çoğu zaman olanak vermez. Kitlenin ve sınıfın desteğinden yoksun uzun bir yürüyüş, yorgunlukla birlikte moral çöküntünün de tohumlarını içinde taşır. Zonguldak maden işçilerinin Ankara yürüyüşü, bu olumsuzlukları telafi edecek bir etkinlikteydi. Buna rağmen, Ankara Yürüyüşü’nün Mengen’de durdurulmasıyla eylem kısa sürede, taleplerle sınırlı olmak üzere yenilgiyle sonuçlandı.
Burada olumlu bir örnek olarak kamu çalışanlarının, Ankara’daki merkezi gösteriye hazırlık niteliğindeki Ankara yürüyüşlerini anabiliriz. Dikkat edilirse, bu hazırlık niteliğindeki yürüyüş, Zonguldak benzeri bir kitleselliğe sahipti. Türkiye’nin her tarafındaki kamu çalışanlarının bir araya gelmesi için, Ankara uygun bir merkezdi ve grevli sendika talebinin muhatabı doğruca hükümetti. Eylemin belirleyici yönü yürüyüşten çok merkezi bir gösteri olmasıydı.
Ama sadece kamuoyuna haklı olduklarını kabul ettirmek, ses getirmek amacıyla önerilen ve koşulların özellikleri göz önünde bulundurulmadan yapılan bir çok yürüyüş önerisi ve pratiği yaşandı.
Çok çarpıcı bir örnek olarak Yurtiçi Kargo işçilerinin direnişi sırasında yaşanan Ankara yürüyüşü tartışmalarını hatırlamak yerinde olur. Sendikalaşma çalışmaları işverence kitlesel bir işten atmayla cevaplandırılan kargo işçileri, örgütlü bulundukları TÜMTİS sendikasıyla birlikte başta aktarma merkezleri olmak üzere ve belli başlı kentlerde çalışmayı durdurdular, polisin bütün saldırganlığına karşın işverenin korsan çalışmasını önemli ölçüde engellediler ve işyerleri önünde direniş çadırları kurdular. Bu sırada, esas olarak direnişe dışardan destek veren ve sendikanın yardımıyla işçilerle tanışan bazı gruplar, Ankara’ya yürümenin bir zorunluluk olduğunu ileri sürdüler. Bu tavrın işçilerin önemli bir bölümünce ve sendika tarafından onaylanmaması üzerine “İhanet!” diye bağırarak işçileri sendika aleyhine kışkırtmaya çalıştılar ve direnişi bölücü bir tutuma girdiler; sendika hakkında asılsız söylentiler yaydılar ve morali bozulmuş bir kısım işçiyi sendikadan soğutmayı “başardılar”. Sonuçta “kesin çözüm” olarak dayatılan Ankara yürüyüşü gerçekleşmedi ama bu arada direniş de tavsayarak yenildi.
O zaman devrimci komünistler Ankara’ya yürüyüş talebini doğru bulmamışlardı. Sendikanın tutumu da benzer doğrultudaydı.
Ankara’ya yürüyüş önerisi, işçilerin aktarma merkezleri önünde kurdukları çadırların kuvvetli bir direnişe rağmen polis zoruyla söküldükten sonra dayatılmıştı. İşveren, korsan yollarla taşıma yapıyordu. Kavranacak halka, taşımanın fiilen durdurulması için bütün yolların denenmesiydi. İşçiler de Ambar işçilerinin deneylerinden öğrenerek taşımayı fiili olarak engelleme yoluna girmeye başlamıştı. Böyle bir zamanda taşımayı engellemeyi bir yana bırakıp Ankara’ya yürümek, bir bakıma zor olandan kaçmak anlamı taşıyordu.
Eylem biçimi hareketin gelişimi içinde işçilerin genel eğilimini yansıtmıyordu ve bütün işçilerin desteğini almaktan uzaktı. Dışarıdan çokbilmişlerce sınıfa dayatılıyordu. Direnişin talebi, işçilerin sendika hakkını kazanmış olarak işbaşı yapmalarıydı. Oysa Ankara’ya yürüyüş ile bu talebin gerçekleşmesi arasında doğrudan bir ilişki yoktu ve yürüyüş işverenle çarpışmak yerine “ses getirme” planları üzerine oturuyordu. Başvurulması o an için zorunlu olan eylem, taşımanın fiilen engellenmesi ve tavize zorlanmasıydı. Ankara yürüyüşü ise işverene o koşullar içinde bir soluk alma fırsatı verecekti. Ankara’ya yürünse ve talep gerçekleşmese, bu kesin olarak eylemin sonu demekti. Bu apaçık görülüyordu. Öneri sahiplerinin kafasında bile, yürüyüşten sonra ne olacağının açık bir cevabı yoktu.
Bu örnek başlıca iki şeyin işaretiydi. Bir eylem biçimi tartışmasıyla bir direnişin nasıl bitirilişinin ve sınıftan uzak, onun eğilimlerini tartmakta, koşulları kavramakta yetersiz ama demokrat sendika yönetimine saldırmada en pervasız, kendilerine ancak öğretme rolü veren “keskin solcuların” soyut reçetelerinin hayata uyumsuzluğunun işareti.
Açlık Grevleri ise, işçi sınıfı hareketinin değil, cezaevlerindeki tutsakların kendi özgün koşullarında geliştirdikleri bir eylem biçimidir. Son direnişlerde görülen örnekler, cezaevi mücadelesinin ürünü bir biçimin kabaca işçi hareketine aktarılmasından ibarettir.
Cezaevlerinin sınırlı koşulları içinde açlık grevi, doğru kullanıldığında etkin sonuç alınabilecek, kısaca aç kalarak düşmanını talepleri kabule zorlamaya dayanan, sabır gerektiren pasif bir eylem biçimidir. Başlıca iki amacı vardır: Talepleri hakkında kamuoyunu bilgilendirmek için dikkat yoğunlaştırmaya çalışmak; baskıları, işkenceyi teşhir ederek etki yaratmak ve böylece oluşan baskı aracılığıyla cezaevi yönetimi şahsında devlete taleplerini kabul ettirmek.
Çeşitli kamuoyu örgütleri ve derneklerde de yine kamuoyu yaratmak amacıyla bu eyleme başvurulmaktadır. Fakat bunlar çoğunlukla protesto amacıyla yapılan kısa süreli açlık grevleridir. Diktatörlüğün herhangi bir saldırısını protesto etmek amacıyla yapılan bu eylemlerin süresi, hiç bir zaman, eylemin çıkış nedeni olan talep ya da taleplerin elde edilmesiyle belirlenmez. Bu bakımdan işten atılan bir grup işçinin belirli koşullarda taleplerini duyurmak için girişecekleri kısa süreli açlık grevleri de, işyerinin işçilerinin Çoğunluğunun harekete geçirilemediği, kitlesel eylemin yaratılamadığı koşullarda anlaşılır bir şeydir. Bu bakımdan açlık grevi, kitle hareketi bakımından hiç bir zaman temel bir eylem biçimi olarak görülmemelidir. Olsa olsa, diğer eylem biçimlerine yardım eden tamamlayıcı ve ikinci dereceden bir eylem biçimi olarak görülebilir.
Bu bakımdan açlık grevinin bir hak alma eylemi olarak gündeme alınması ve kitle hareketinin diğer biçimleriyle tanışmış ve protesto, direniş, iş durdurma gibi eylemlerle tanışmış işçi kitlelerini uzun süreli bir açlık grevine yöneltilmesi yanlıştır.
Açlık grevi, pasif bir mücadele biçimidir. Bu direnişe katılan insanların aynı zamanda başka eylem biçimlerine başvurmaları, fiziksel koşullar bakımdan çok zordur; uzayan bir açlık grevi, kitle eyleminin motive ettiği ruh coşkunluğunun tersine, eylemciyi açlığa karşı direnme iradesiyle baş başa bırakır ve bu bakımdan morali zayıflatabilir. Ayrıca bu eyleme katılan insanların çeşitli şekillerde besin almaları fiili olarak mümkün olduğu için, cezaevi koşullarının tersine, devlet bu eylemin ölümle sonuçlanmayacağı üzerine planlar kurar.
Kısaca açlık grevi, eylemcinin, amaçladığı talepler arasında sağlam bir iradeyle bağ kurduğu, her bir eylemcinin bireysel direnme gücünün belirleyici olduğu, çokça sabır gerektiren sıkıcı ve pasif bir eylem biçimidir. Cezaevi koşulları, başka eylemlere imkân vermediğinden ve onların kendilerini kamuoyuna duyurmalarının başka biçimleri olmadığından tutsaklar bu eyleme sıkça başvurmakta ve eylemler çoğunlukla başarıyla sonuçlanmaktadır.
Ama kitle hareketinin sayısızca biçimi vardır ve bu eylem biçimleri, eyleme katılan insanlarda ortak bir ruh coşkunluğu, birlikte davranma duyguları yaratır ve başka eylem biçimlerine sıçramanın imkânlarını taşır. Bu eylem biçimlerinin yerine, çeşitliliği olmayan, ancak, sayıca az eylemci işçinin iradesini sınayarak onu fiziksel ve moral güçten düşüren açlık grevini geçirmek hareketin ilerlemesine hizmet etmez.
Yaşanan son açlık grevlerinde de görüldüğü gibi, açlık grevi, hareketin kendi seyri içinde ortaya çıkan ve bu bakımdan işçilerin eğilimini ifade eden bir biçim değildir. Eylemi yönlendiren insanlar cezaevi eylemlerinden edindikleri deneyi işçi hareketine aktarma yoluna gitmişler ya da daha doğrusu, Türkiye’de herkesin aşina olduğu ve cezaevlerinde yaygın olan bu biçime işçileri ikna etmişler. İşçiler, kendi eğilimleriyle belki çok daha üst mücadele biçimleri önerirlerdi; ama inanıyoruz ki, açlık grevi önermezlerdi.
Elbette ki sorun işçi sınıfına eylem önerip önermemek, sınıfı belirli mücadelelere çağırıp çağırmamak sorunu değildir. İşçi sınıfının partisi, onları her zaman belirli mücadele biçimlerine başvurmaya, bu mücadele silahlarını etkin bir şekilde kullanmaya çağırabilir ve çağırıyor da. Ama sorun şurada düğümlenmektedir: Kafamızda yarattığımız, sınıf hareketinin ihtiyaçlarının değil, kendi niyetlerimizin yön verdiği mücadele çağrıları mı yapılacak, yoksa sınıf hareketi ciddiyetle gözlenerek, onların ruh halleri, sınıf hareketinin mevcut durumu gözlenerek onları daha üst mücadeleye çekecek çağrılar mı yapılacak; sorun budur.

DİPNOT
(1) Lenin, Gerilla Savaşı, 1906, Proleter Devrimin Strateji ve Taktiği derlemesi içinde, İnter Yay. çev: İsmail Yarkın, Temmuz 1992, sf.28-29
(2) J.V. Stalin, Rus Komünistlerinin Strateji ve Taktik Sorunları Üstüne, Str. ve Taktik içinde, Evr. Basım Yayın, çev. A. Hrd. sf.47
(3) Gerilla Savaşı, tümzamanlar yayıncılık, çev: Kemal Yalım, Eylül 1992, sf.54
(4) F. Engels, Marx’ın “Fransa’da Sınıf Mücadeleleri” eserine Giriş’te, 1895, Gerilla Savaşı içinde, sf.29
(5) aynı yer, sf.33
(6) Lenin, Sol Komünizm, Proleter Devrimin Strateji ve Taktiği içinde, sf.15

Ekim 1993

Yorumlar kapatıldı.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑