Mao Zedung Sorunu Ve Partizan’a Zorunlu Bir Yanıt

Özgürlük Dünyası’nın Eylül 1992 tarihli 47. sayısında “Mao Zedung ve Çin Devrimi Üzerine Bir Özet” başlıklı bir yazı yayınlanmıştı. Adı üzerinde “bir özet”ti. 70’lerin sonlarında çıkan Parti Bayrağı dergisinin çeşitli makalelerinden derlenmişti. Ne Mao Zedung ve düşüncelerini yeniden gündeme getirmek ne de konuyla ilgili yeni düşünceler ileri sürmek iddiasındaydı. Yalnızca, geçmişte enine boyuna ele alınmış bu konuda yürütülen tartışmalara katılmamış olan “genç kuşak”ı Mao Zedung ve Çin Devrimi hakkında kısaca bilgilendirmek amaçlanmıştı.
Ardından Nisan ’93 ile başlayıp Mayıs ve Haziran sayılarında da devam ettirilen Parti-zan’ın “eleştirileri” geldi. Ama ne eleştiri! Göreceğiz ki, köylüce bir dar kafalılık ve üslupla kaleme alınan bu yazılarda koyu bir sağcılık dışında eleştiri adına ancak tepeden bakan, aşağılayıcı bir bilgiçlik, cehaletin verdiği cesaretle yürütülen küfür dolu ukalaca bir ajitasyondan başka bir şey yoktur.
Mao Zedung ve düşünceleri ile Çin devrimci pratiği 70’li yılların sonuyla 80’in başında sonuçlarına ulaşılmak üzere her yönüyle tartışılmış bir konudur. Bugün sorunun yeniden ele alınmasında ve üzerinde “ateşli” tartışmalar yaşanmasında ne teorik ve pratik bir gereklilik ne de sınıf mücadelesi, devrim ve komünizmin ihtiyaçları açısından bir yarar vardır.
Bu, kuşkusuz önüne gelenin yalan-yanlış kara çalmalarla eteğindeki taşlan olur olmaz fırlatarak sorunu ve yaklaşım ve düşüncelerimizi olduğundan farklı göstermelerine ve konuyu saptırmalarına sessiz kalınacağı anlamına gelmiyor. “Yeni fikirler” ileri sürüldükçe ve gerekli hale geldikçe yanıt verilmek zorunlu olabiliyor. Niyetimiz bu konuda bir daha yazmamaktır. Bu yazıda da sorunu yine belli başlı hatlarıyla ele alacağız. Marksist felsefe, kesintisizliği içinde devrim teorisi, proletarya diktatörlüğü, sosyalist inşa ve parti öğretisi, bu yönleriyle burjuvazinin yeri ve ona yaklaşım gibi Marksizm’in temel öğretileri karşısında Mao Zedung’un (ve bu arada kuşkusuz savunmaya çalışıcısı Partizan’ın) konumunu ortaya koymaya çalışmakla yetineceğiz.

***
Konuya girmeden “eleştiri” yazısının bütününe ve yazarına (ya da yazarlarına) ilişkin birkaç söz söylemekte yarar var.
Yazınız,  gerçekten de eleştirilmesi güç bir ceviz!” Öncelikle, yazı başlığına kadar yansıyan (Troçkizmle Harmanlanan Dogmato-Revizyonizm ve Hoca’nın Müritlerinin Havı Dökülmüş İncileri) süslü, sanatsal ve mecazlı anlatımdaki üstün edebi yeteneğinizden, atasözleri ve deyimler konusundaki engin bilginizden oldukça etkilendiğimizi belirtmeliyiz. Keşke bir de ilkokul öğrencilerinin bile yapmayacağı “müttefik ve ittifak gücü”, “olası ve mümkün” gibi anlatım bozukluklarından kaçınabilseydiniz. Keşke Özgürlük Dünyası’nı eleştirmek istediğiniz gibi eleştirmek yerine, eleştirilerini yanıtlamayı seçip, üstelik türlü hatalar işlediğiniz NEP, barışçıl geçiş ihtimali, burjuvaziye imtiyazlar gibi sorunlarda ilişkisiz ve gereksiz söylevler vermekten, hem de bunları bıktırıcı şekilde üç-beş kez tekrarlamaktan kaçınabilseydiniz. Ve biraz daha az cesaret, biraz daha az bilgiçlik ve ukalalık. Kitap karıştırdığınız anlaşılıyor, ancak henüz okuduğunuzu doğru yorumlayacak ve anlayacak kıvama gelmediğiniz de kesin. Dostça uyarıyoruz, bu memlekette biraz bir şeyler okuyan ve belirli deneylere de sahip başkaları olduğunu da düşünün. Böyle davranabilseydiniz eğer, ‘kıtların birliği” yasası uyarınca özel olarak seçmediyseniz, teorinize ya da düşüncelerinize kanıt olarak aktardığınız sayfalar dolusu alıntının kanıtlamak istediklerinizi dolaysızca çürüttüğünü belki fark edebilirdiniz. Öylesine ki, yanıtlarken, sizin aktardıklarınızın dışında pek az alıntı vereceğiz. Hemen her yerde sizin Marksizm’in klasiklerinden yaptığınız alıntılar bize yetecek. Cesaretiniz yalnızca içeriğe ilişkin olarak sezilmiyor. Üslubunuzdan da muazzam bir özgüvene sahip olduğunuz anlaşılıyor. Diliniz ruh halinizi ne de güzel anlatıyor. Bozuk ve karmaşık (tashih hatalarını saymıyoruz); üstelik hemen her sayfada tekrarlanan ve bıktırıcı bir hal alan “bilinir ki”, “bilinmez mi ki”, “açıklık”, “netlik”, “öğrenin”, “öğrenmesini bilin” gibi sözcüklerle okuyucu üzerinde oluşturmak istediğiniz psikolojik baskı, kafa karışıklığınızı örtmenin bir yöntemi gibi anlaşılıyor. Yazının törpülenmemiş ve olgunlaşmamış kişiliği pek sırıtıyor ve kuşkusuz kibirli ajitatif bir dil ve küfür kimseyi haklı kılmıyor, üstelik yetmiyor ve yanlışın üstünü örtmüyor da. Komünistlere tepeden bakıp “cesurca” ahkâm kesmektense dar kafalılık, bilgiçlik ve kibirlilik gibi konularda “zıddınıza dönüşmeye” çalışmakta sonsuz yarar olduğunu düşünüyoruz.
Ve son olarak, lütfen yazdığınız yazıları yayınlatmadan önce bir kez olsun okuyun. Okuyucuya saygı gereği olsun yapın bunu. Biçimi, içeriği, cümle kuruluşları, düzenlenmesi, gereksiz tekrarlar vb. her açıdan. Muhataplarınızı gerçek bir “teorisyen”le tartışma zevkinden mahrum etmeyin!

***
“Eleştiri”nin her yanından köylüce bir dar kafalılığın fışkırdığını söylemeliyiz. Bu, yalnızca bir algılama ve anlama, neyi eleştirdiğinin ayırtında olma ve klasiklere amaca uygun şekilde başvurma ve ileri sürülen düşüncelerde hamlık olarak belirmiyor. Oldukça sık başvurulan örneklerin hemen tümünün aynı dar kafalılık ve gerilikle bugünkü uygar yaşamın dışından, doğadan ya da köy yaşantısından seçildiği görülüyor. Kuşkusuz, işaret ettiği şeyler olsa gerek. Birkaç tane sıralayalım ve okuyucu gerek görürse tür dışı başkalarının kullanılıp kullanılmadığını denetlesin.
– “Özgürlük Dünyası’nın delik bir bisiklet lastiği gibi her adımda hava kaçıran havı dökülmüş incileriyle…”
-Özgürlük Dünyası’nın kuru bozkırında atımızı dörtnala kaldırarak basılmadık alan bırakmayacağız.”
– “Ve işte zurnanın zırt dediği yer.”
– “Troçkizmin eteklerine çulu sermekte tereddüt etmemiştir.”
– “Sorunun abc’si kavranmazsa, araba çamura saplanacağı gibi…”
– “Çin’deki ulusal burjuvazi de üç büyük dağın baskısı altındaydı.”
– “Troçkizmin pınarları kurutulmuştur.”
– “…Marksizm’e karşı kılıcını şakırdatması anlaşılır gibi değil.”
– “…Lenin’in bu alıntısı, duru bir gökte çakan bir şimşek olsa gerek.”
– “Çanın çaldığını duyup sesin nereden geldiğini fark edemeyen Hocacılarımız.”
– “Sağa sola sıçrayışla solucan gibi kıvır kıvır kıvrılmalarıyla şekillenen…”
– “…süte düşmüş sinek gibi derinliklere gömülmekten…”
– “Hocacılık çürük bir kamış misali kırıldığı!”
– ” (Çelişmede) bir yön diğer yönle kendini eyerler.”
– “Karşıtların birbirine dönüşmesine bile fareler kadar ürkek yaklaşan…”
– “Hocacılarımız çelişmeleri yün yumağına çevirmişler.”
Ve birkaç tane de feodal gerilik ve dar kafalılığın dinsellik boyutundan gelme örnek:
– “Cennetin dünyadan farklı olduğu kadar bu tez Leninizm’den farklıdır.”
– “…bu… Eyüp peygamber kadar yoksul bir çözümlemedir.”
– “Ö.D’nin şeytanın okunmuş su kabından kaçtığı gibi sorundan asıl kaçtığı…”
– “Alna yazılanlar yerine gelsin!”
Görüldüğü gibi daha “havı dökülmüş inciler”! ve literatüre yeni bir katkı olan “dogmato revizyonizm”i anmadık. Biri “hiç değiştirmemek” ve “bağnazca savunmak” diğeri ise “değiştirmek”, “düzeltmek” demek olan “dogmatizm” ve “revizyonizm”den böyle ilginç bir bireşim türetilişinin anlamını kavrayan varsa beri gelsin! İkisi birbirini dışlayan bu “suç unsurları”yla hâlâ savunulmaya devam edilen kapitalizmin egemen olmadığı “yarı-feodal yapı” gibi “yarı dogmatizm” ve “yarı revizyonizm” halinde olunduğu mu kastediliyor yoksa? Ne olursa olsun burada pek bilindiğine inanılan bir “diyalektik” harikasıyla karşı karşıya olduğumuz kesin! Sürekli birbiriyle yer değiştiren “zıtlar”ın bir arada bulunuşu- böyle olmalı!

FELSEFE VE MAO’NUN DİYALEKTİĞİ
“Mao, … Marksist felsefi yazını daha kapsamlı geliştirecek berrak çözümlemelere girişmişti.”(Partizan, s.12, sf.59)
Yazarın ve tüm Maocuların en başta gelen iddialarından biri, Mao’nun Marksizm-Leninizm’e temel katkılar yaptığı ve onu zenginleştirdiği şeklindedir ve felsefe, iddialı Mao’nun en iddialı olduğu alandır. Çok fazla detaya girmeden bunun doğru ve haklı olup olmadığını görelim.
Mao, Marksist felsefeye “katkı”nın yanı sıra eksiltmecilik de yapar, iddiayı Partizan yazarının ağzından aktaralım:
“Mao’nun söylediği şudur: Eskiden diyalektiğin üç büyük kanunu olduğu söylenirdi, sonra Stalin dört kanun olduğunu söyledi. Benim görüşüme göre sadece bir temel kanun vardır, o da çelişme kanunudur. Nitelik ve nicelik, olumlu ve olumsuz, dış görünüşle öz, içerik ve biçim, zorunluluk ve özgürlük, olasılık ve gerçek vb. bütün bunlar zıtların birliği durumudur.” (s. 12, sf.65)
Alıntı, May Yayınları’nın çevirisi olan Mao Zedung’un “Yayınlanmamış Yazılar” adlı kitabından. Eskiden bu kitabın Mao’ya ait olup olmadığı tartışmalıydı, Mao burada çok açık verdiği için Maocular onu tamamen sahiplenmezlerdi, şimdi görülüyor ki yazarla böyle bir sorunumuz olmayacak.
Yazar, hemen alıntının peşinden, bu; öteki çelişmeleri göz ardı etmek değildir, burada kastedilen en önde geleni, en başta geleni açıklamaktır gibi bir açıklama yapma gereği duyuyor. Ama buna rağmen, nedense, Mao’nun “yadsımanın yadsıması diye bir şey yoktur” hükmü üzerinde sessiz kalıyor. Engels’in Doğanın Diyalektiği’nde diyalektiğin yasalarının esas olarak üçe indirgenebileceğini belirtip bunları “niceliğin niteliğe ve niteliğin niceliğe dönüşümü yasası; karşıtların içice geçmesi yasası; yadsımanın yadsıması yasası” olarak sıralarken Anti Dühring’de de uzun uzun açıkladığı bu yasayı Mao’nun yapıtlarında bulmak mümkün değildir. Mao, Marksist felsefeyi eksikli kılarken bu “Olmayan yasa”yı da belki diyalektiğin “tek temel yasası” içine sokmuş olmalıdır!
Yanlış anlamaya yol açabilecek iki şey üzerinde durmakta yarar var.
Birincisi, Marksizm’in klasiklerinde “tek temel yasa” olarak değil ama diyalektiğin “kısaca zıtların birliği kanunu”(Lenin) olarak ifadelendirildiği yerler vardır. Ancak Lenin örneğin bunu yeterli bir açıklama olarak görmez; çünkü “Alelade tasarım, farkı ve çelişkiyi kavrar; ama bunların birinden ötekine geçişi kavrayamaz; oysa en önemli olan da budur.” (Lenin, Felsefe Defterleri, sf. 116)
Kısacası sorun, çelişkilerin nasıl çözümlendiği ve yerini hangi çelişkiye bıraktığını “berrak” ve “net” olarak kavrama sorunudur.
İkincisi, tartışma, diyalektiğin üç ya da dört temel yasasının olduğu ya da olmadığı tartışması değildir. Önemli olan, dünyayı ve toplumu, onların gelişmelerini diyalektik olarak yorumlayabilmektir.
Engels’in diyalektiğin üç temel yasası bulunduğunu söylemesine karşılık, Stalin’in bunu dörde çıkardığı iddiası ise tamamen bir yanlış anlamadan, ya da Mao’nun kendi düşüncelerini bir katkı olarak sunabilmek için yaptığı bir çarpıtmadır. Stalin, diyalektiğin yasalarını dörde çıkarmaz. Diyalektik yöntemin uygulanmasını, kolay anlaşılmasını da gözeterek, dört kuralda özetler. Yine örneğin Lenin, Felsefe Defteri’nde, daha iyi anlaşılabilmesi açısından diyalektiğin öğelerini 16 madde halinde sıralar. (Age, sf. 179-80)
Yazarımız Mao ile Marksizm’in klasiklerinin diyalektik anlayışlarının çelişmediğini ileri sürer; ona ve Mao’ya göre, tersine bir zenginleştirme durumu söz konusudur.
Mao’nun, temel yasalar ve özellikle “yadsımanın yadsıması” yasasını tümden inkârı dolayısıyla Engels’le oluşturduğu çelişmeli durum bir yana bırakılırsa, Marx, Engels ve Lenin’e açıktan eleştiri yöneltmediği doğrudur. O, tüm anti-Marksistlerin yaptığı gibi bu alandaki hesaplaşmasını Stalin’le sürdürme yoluna yönelmiştir. Bu alanda klasikleri sahiplenmekten ve özetlemekten başka bir şey yapmamış olan Stalin’le, Kruşçev’in görünüşte Marx, Engels ve Lenin’e sahip çıkarken Stalin’e saldırdığı koşullarda, Marksist felsefeyle hesaplaşmasını Stalin’in şahsında yürütmek Mao’nun da işine ve kolayına gelmiştir.
Mao Zedung’un Stalin’in diyalektik ve tarihsel materyalizmi üzerine yazdıkları şunlardır:
“Stalin’de önemli ölçüde metafizik vardı ve birçok kimseye metafiziği izlemelerini öğretti. Stalin, Sovyetler Birliği Komünist Partisi Kısa Ders’te Marksist diyalektiğin dört ana özelliği olduğunu söylüyor. Stalin, birinci özellik olarak şeylerin birbiriyle olan ilişkilerini ele alırken, bundan, sanki şeyler sebepsiz yere birbiriyle ilişkiliymiş gibi söz ediyor. Peki, o zaman birbiriyle ilişkili olan nedir? Birbiriyle ilişkili olan, bir şeyin birbiriyle çelişen iki yönüdür. Her şeyin birbiriyle çelişen iki yönü vardır. Diyalektiğin dördüncü özelliğiyle ilgili olarak da, bütün şeylerde var olan iç çelişmeden söz ediyor ama sonra da karşıtların birliğinden hiç söz etmeksizin sadece karşıtların mücadelesini ele alıyor. Diyalektiğin temel yasası olan karşıtların birliğine göre, hem birbirini karşılıklı olarak dışarıda bırakan hem de birbirleriyle ilişkili olan ve belli koşullarda birbirlerine dönüşen karşıtlar arasında hem mücadele hem de birlik vardır.”(Mao Zedung. Seçme Eserler, Cilt 5. sf. 421)
Yukarıdaki “eleştiriler”, SBKP(B) Tarihi olarak Türkçeye çevrilmiş ve son olarak Stalin, Eserler 15 adıyla yayınlanmış olan yapıttaki bir bölüme ilişkindir.
“Şeylerin birbirleriyle ilişkili olma” yasası, şeylerdeki karşıt kutuplarla ilgili olmanın ötesindedir.
Örneğin, bir çiçeğin oluşumu; tohum, toprak, su, güneş ışığı, gübre, ısı vb. gibi birçok yönü içerir, koşulu gerektirir. Bunların tümü arasında bir ilişki vardır. Ancak tohum olmadan, tüm diğer koşullar tek tek ya da bir arada çiçeğin oluşumuna yol açamazlar. Tohumsa, kendinde çiçek olmakla çürüyüp yok olma çelişkisini taşır. Bu çelişki, gelişip çoğalma ile yok olma arasındaki çelişki olarak çiçeğe devredilir. Zıtların birliği, sorunun bu boyutuna ilişkindir. Ve burada bir de o reddedilen yadsımanın yadsıması söz konusudur. Tohum çiçek olarak kendini yadsır; çiçek de tohumlar vererek ya da filizler sürerek kendini yeniden yadsır ve daha yüksek bir düzeyde gelişme oluşur. Ama şurası kesin ki, Stalin’in Mao tarafından eleştirilen birinci maddesinde sözünü ettiği şey, ne karşıtların birliği ve ne de yadsımanın yadsımasıdır. Vurguladığı, metafiziğin iddialarının tersine, şeylerin birbirleriyle karşılıklı bağıntısı ve ilişkiler zinciridir. Mao’daysa, sadece şeyler, birbirinden kopuk ve ilişkisiz olarak, yalnızca karşıt kutupları birbirine dönüşüp durarak, sonsuz bir yer değiştirme içinde vardır ve önemlidir. Şeylerin birbirleri ile bağıntısı, yine ancak birbirlerine dönüşme potansiyeli taşıyan zıt kutuplar oluşturduklarında gerekecektir ona. Stalin’in bu bağıntılılık’a ilişkin açıklaması ise şöyle:
“a) Metafiziğin tersine diyalektik, doğayı birbirinden kopuk, birbirinden tecrit edilmiş ve ‘ birbirinden bağımsız şeylerin, görüngülerin tesadüfü bir yığını olarak değil, fakat birbirine organik olarak bağlı, birbirine bağımlı ve birbirini koşullandıran şeylerin, görüngülerin birbirine bağlı yekpare bütünü olarak görür.
“Bundan ötürü diyalektik yöntem, doğada herhangi bir görüngünün tek başına, onu çevreleyen görüngülerin bağıntısı’ dışında alındığı takdirde kavranamayacağından hareket eder, çünkü doğanın herhangi bir alanında herhangi bir görüngü, onu çevreleyen görüngülerle bağıntısı dışında ele alınıp onlardan koparıldığı takdirde, bize anlamsız gelebilir ve tersine, kendini çevreleyen görüngülerle kopmaz bağıntı içinde; kendini çevreleyen görüngüler tarafından koşullandırılmışlığı içinde görüldüğü takdirde, her görüngü anlaşılabilir ve açıklanabilir.”(Stalin, Eserler, Cilt 15, sf. 127)
Stalin’e yönelttiği ikinci “eleştiri” ise, Mao’nun özel iddiaya sahip olduğu ve ama “katkıları’yla Marksist diyalektik ve felsefeden tamamen koptuğu karşıtların birliği ve mücadelesi sorununa ilişkin.
Önce Stalin’in diyalektiğin dördüncü kural olarak yazdıklarını bir okuyalım:
“d) Metafiziğin tersine diyalektik, doğadaki her şeyin ve görüngülerin özündeki iç çelişmelerden yola çıkar, çünkü bütün bunların olumlu ve olumsuz yanları, bir geçmişi ve geleceği, ölüp gitmekte olan ve gelişmekte olan yanları vardır. Diyalektik bu karşıtların mücadelesinin, eski ve yeni arasındaki mücadelenin, sönüp gidenle yeni ortaya çıkan, ölüp gidenle gelişen arasındaki mücadelenin, gelişme sürecinin iç muhtevasını, nicel değişikliklerin nitel değişikliklere dönüşmesinin iç muhtevasını oluşturduğunu ileri sürer.
“Bu nedenle diyalektik yöntem, alçaktan yükseğe doğru gelişme sürecinin, görüngülerin ahenkli olarak birbirini izlemesi biçiminde değil, şeylerin ve görüngülerin iç çelişmelerinin açığa çıkması, bu çelişmelere dayanan karşıt eğilimlerin ‘mücadelesi’ biçiminde olduğunu kabul eder.
” ‘Asıl anlamıyla diyalektik’ diyor Lenin, ‘bizzat şeylerin özündeki çelişmelerin incelenmesidir.’
“Ve daha sonra: ‘Gelişme, zıtların mücadelesidir.’ ” (Stalin, Age, sf. 130)
(Geçmeden, yukarıda, diyalektiği “kısaca zıtların birliği kanunu” olarak tanımlayan Lenin’in, burada da, aynı anlama gelmek üzere, “Gelişme, zıtların mücadelesidir” şeklinde bir tanım yaptığını ve bu “ayrı” tanımların yalnızca ve yalnızca diyalektiğin farklı yönlerine yapılan vurgulardan ibaret olduğunu; çelişmenin ise, yine yalnızca zıtların mücadelesi ve birliğini karşı karşıya koyup birbirinden koparmakla kalmayan ve ama “mücadele”yi zıt kutupların yer değiştirme yoluyla birbirine dönüşmesi olarak anlayarak bu kutupların birbirinden kopmazlığına ve birbirinin yok oluşuna yol açmayacak sonsuzca bir arada bulunuşuna, “birliği”ne vurgu yapan Maocu diyalektikte bulunabileceğini ve bulunduğunu belirtelim.)
Ve bu bölümle ilgili olarak Mao Stalin’i “zıtların mücadelesini görüp birliğini görmemekle” suçluyor. “Diyalektiğin temel yasası olan zıtların birliğine göre, hem birbirini karşılıklı olarak dışarıda bırakan, hem de birbiriyle ilişkili olan ve belli koşullarda birbirine dönüşen karşıtlar arasında hem mücadele hem de birlik vardır” diyor. Zaten yok olacak, ölüp gidecek, değişecek, başka bir şey ortaya çıkarmak üzere dönüşecek bir zıtların birliğini ön-varsayan mücadeleden, zıtların mücadelesinden bahsetmek, Mao’ya “yeterince” “zıtların bir arada kalmaya” devam edişini, ancak birbirinin “egemenlik konumlarını alarak”, “yer değiştirerek” “birlik”lerini, statükoyu, ancak göreli, nitel değişimsiz, derece derece devinimi vurgulayıcı gelmiyor. “Bilindiği gibi”, niceliğin niteliğe dönüşümü yasası da gerekli değildir. Mao’ya ve kendince yorumladığı “zıtların birliği”, “nitel değişimlere” kendi kavlince, ancak derece derece “nitel değişimlere” olanak tanımak üzere bu yasayı da kucaklamaktadır!
Birinci olarak, Stalin, “Doğadaki her şeyin… olumlu ve olumsuz yanlan, bir geçmişi ve bir geleceği, ölüp gitmekte olan ve gelişmekte olan yanlan vardır” derken sözünü ettiği şeyin, karşıtların birliği olduğu çok açık. Burada anlatılan gelişme ve değişim halindeki bir arada bulunuş durumudur, zıtların birliğidir. Mao’nun eleştirisinin yerine oturmadığı kesin. Ama onun asıl derdi şu ikisi: Stalin’de “birlik”, canlılık taşımaktadır ve değişim halindedir; sözünü ettiği birlik, zıtların yer değiştirmesine olanak tanıyacak gibi değildir, çünkü “gelişmekte olan”ın karşıtı olarak “ölüp gitmekte olan”ı göstermektedir. Mao burada “birbirine dönüşecek karşıtlar” bulamamakta ve “belli koşullar altında karşıtların birbirine dönüşmesi” sözünü etmeyen Stalin’e kızmaktadır. Evet, “hem mücadele hem birlik”, ya da karşıtların birliği ve mücadelesi; ama birliğin, karşıtların birliğinin mutlaklaştırıldığı ve ancak verili “birlik” durumlarını “bir kutbun yerine diğerinin egemen olması”, yanı yer değiştirmesi ve bu “birlik” durumunun ilelebet sürmesi sonucunu doğurabilecek, nicel ya da derece derece değişiklik etkeni bir mücadele, mücadele olmayan bir “mücadele” değil. Stalin mutlak mücadele ve değişim ve göreli birlik taraftarı iken, Mao, zaman zaman böyle formülasyonlar da kullanmasına rağmen tersinin taraftarıdır; göreli mücadele mutlak birlik! Mao, kendisini, metafiziğini, “karşıtların birbirine dönüşmesinde ele vermektedir.
Yazar burada hemen ayağa kalkmasın. Kuşkusuz Mao’nun çok yerde “karşıtların birliğinin koşullara bağlı, geçici ve bağıntılı olduğunu, buna karşılık, karşıtlar arasındaki mücadelenin mutlak olduğunu söylüyoruz” türünden yazdığını biliyoruz. Ama bir şeyi daha hepimiz biliyoruz ve siz de yazdınız, “karşıtların birbirine dönüşümü”, bu “mutlak” olduğu söylenen “mücadele”nin belli başlı işlevi ve sonucudur Mao’ya göre ya da başka bir ifade ile “mücadele”, “karşıtların birbirine dönüşümü”nün aracıdır. Bu kimi şey ya da görüngüler söz konusu olduğunda tutar. Çünkü her türlü dönüşüm mümkündür ve birbirleriyle çelişme halindeki şeyler, kendilerini hareket ettiren iç çelişmeleri dolayısıyla birbirine dönüşebilirler. Barışın savaşa, Mao’nun pek sevdiği örnekler olarak iyinin kötüye, olumlunun olumsuza dönüşmesi gibi. Ama Mao ve “diyalektik”i ondan öğrenen yazar, sorun derinleşince çıkmaza girerler. Sorunu, şeylerin iç çelişmelerinin karşıtlarının ya da zıt kutuplarının birbirine dönüşmesine kadar geliştirdiklerinde terslik baş gösterir. Stalin’in üzerinde durduğu şeylerin iç çelişkisini ele aldığında diyalektiği paralar Mao:
“… İki çelişik yönden birisi ana, öteki ikincildir. Çelişkide başrolü oynayan ana yöndür. Bir şeyin niteliğini, çelişkinin egemen duruma geçen ana yönü belirler… Ama bu durum da durağan değildir. Bir çelişkinin ana ve ikincil yönleri, birbirine dönüşür ve o sevin niteliği de buna bağlı olarak değişir.” (Teori Pratik, sf. 57)
Yazar da, Özgürlük Dünyası’nın Mao’ya yöneltmiş olduğu karşıtların mücadelesi ve nitel dönüşümleri küçümseme ve çelişmenin çözümünü onun zıt kutuplarının yer değiştirmesi ya da bu anlama gelmek üzere birbirine dönüşmesi olarak anlama eleştirisinden muzdarip bilgiççe feryat eder:
“Bir niteliğin yerini bir başkasının alması nedir ki? Çelişmenin kutuplarının birbirine dönüşmesidir bu. Başka türlü olabilir mi ki?” (s. 12, sf.62)
Ve yazar, daha bir çıkmaza girdiğinin farkında olmayarak kapitalist toplumun, onun sosyalist topluma dönüşümünü örnek vererek şunları söylüyor:
“Kapitalist toplumu ele alın. Bu toplumdaki baş çelişme burjuvazi proletarya çelişmesidir. Kapitalist toplum sürecinde burjuvazi ana yön, proletarya ikincil yöndür. Bu topluma kapitalist niteliğini veren burjuvazi-proletarya çelişmesinin egemen durumundaki ana yönüdür. Peki, bu hep ana yön olarak kalabilir mi? …ana ve tali yönler, bu karşıtlar birbirine dönüşürse roller de değişir. Eskiden ana yön olan burjuvazi tali; tali yön olan proletarya egemen duruma gelerek ana yön halini alır. Eskiden ikincil durumdaki yön zamanla başarılı bir devrimle gelişerek egemen duruma gelince ‘eski şeyin niteliği yerine yeni şeyin niteliği geçer.’ Böylece eski kapitalist toplum, çelişmedeki bu gelişimin dolaysız sonucu zıddına dönüşerek yeni sosyalist toplum varlaşır.” (s. 12, sf.67)
Karşıtlar birbirine dönüşüyor, nitelik değişiyor. Karşıtlar nasıl dönüşüyor ya da “karşıtların birbirine dönüşümü” ne demek oluyor? Şeyin iç çelişmesinin, burada kapitalizmin üzerine kurulu olduğu burjuvazi proletarya çelişmesinin ana yönü tali yön, tali yönü de ana yön oluyor, yani örneğe göre, kapitalizmde ana ve egemen yön olan burjuvazi, sosyalizmde ikincil ve egemenlik altındaki yön oluyor, proletarya ise ana ve egemen yön. Ve rivayete göre, burada nitelik değişikliği oluyor, şeyin yerini yeni ve nitel olarak farklı bir başka şey alıyor; kapitalizmin yerini sosyalizm alıyor! Kapitalizmle sosyalizmin tek bir farkı var: Birinde yönetilen durumda olan proletaryanın diğerinde yönetici haline gelmesi ve burjuvazi içinde tersinin gerçekleşmesi! Ve ama iki toplumsal yapı da aynı güçler üzerine kurulu olmaya devam ediyor! Sonra, Mao’ya yöneltilmiş çelişmenin kutupları arasına basit yer değiştirme olarak nitel değişiklik kavrayışı eleştirisine kızılıyor! Mao’nun hiçbir zaman burjuvazisiz olmayı düşünmediği söylendiğinde ateş püskürülüyor. Ama yazar, hem siz ve hem de Mao böyle yazıyorsunuz. Biz söyleyince mi kötü oluyor?
Evet, Mao, “karşıtların birliği koşullara bağlı ve mücadelesi mutlak” diyor demesine; diyor ama, bu “birlik”in bağlı olduğu “koşullar”, mücadeleden çok daha mutlak. Birliği oluşturan zıt kutuplar mücadele etmesine ediyor, ama bu “mücadele” hiçbir zaman sonucuna ulaşmıyor, kısır döngü içinde dönüp duruluyor; kutuplar, söylendiğine göre, “nitelik değişikliği” olduğunda da bir arada kalmaya ve “birlik” oluşturmaya devam ediyorlar, yalnızca konumlan değiştiği iddia ediliyor, ana yön olan tali, tali yön olan ana yön durumuna geliyor. Yani basitçe yer değiştiriyorlar; yeni çelişen yönleriyle yeni bir nitelik oluşmuyor, “mücadele” böyle bir sona götürmüyor, “birlik” durumu zedelenmiyor. İddia ediliyor ki, yeni bir “birlik” durumu ve yeni bir nitelik doğuyor. Ama “kapitalist toplumun sosyalist topluma dönüşmesi” örneğinde, her ne kadar yönler değişse de, burjuvazi ile proletarya var olmaya devam ettikleri durumda, o toplum biraz zor sosyalist toplum olarak tanımlanabilir ve öyle bir “nitel değişiklik”e biraz zor nitelik değişikliği denebilir.
Burjuvazi varlığını sürdürdüğü müddetçe proletaryayı sömürmeye devam eder ve buradan egemenlik fışkırır; zorla bu durum ancak sınırlandırılabilir; ancak bu da son derece geçici bir sürece tekabül edebilir. Ya proletarya burjuvaziyle birlikte, karşıtıyla birlikte kendisini de yok etmeye yönelecektir ya da burjuvazi görece zedelenmiş olabilecek egemenliği kısa sürede yeniden düzenleyecektir.
Bu, çelişmenin zıt kutuplarının ya da ana ve tali yönlerinin, ana ve tali ya da egemen ve egemen olmayan yönlerini ya da kutupların birbiriyle yer değiştirmesi olarak birbirine “dönüşerek” varlıklarını korumaya devam etmeleri aracılığıyla “karşıtların birliği”nin mutlaklaştırılmasıdır. Hiç “nerede ve ne zaman ve neyle bağlantılı olarak Mao, karşıtların birliğini mutlak görüyor” (s. 12. sf.64) diye hayıflanmaya gerek yok. Burada söylüyor, üstelik siz de söylüyorsunuz. Ve ne söylediğinizi bilmiyorsunuz. Sanıyorsunuz ki, kapitalist toplumun o “dönüşüm” örneğini verdikten sonra, “besbelli ki, bu nitelik değişikliği, basit bir yer değiştirme asla olamaz; uzun, zorlu, karmaşık bir mücadele sonucu yaşamın canlı gerçeği halini alabilir” diye yazınca, anlattığınız ana ve tali yönler arası “yer değiştirme” yer değiştirme olmaktan çıkacak! Zaten öyle anlaşılıyor ki, “yer değiştirme” oluşuna ses çıkarmıyor, yalnızca “basitliğinin doğru olmadığını düşünüyor ve “karmaşık” bir mücadeleye bağlıyorsunuz “yer değiştirme”ye. Eh! Buna bir şey demiyoruz, “mücadele” karmaşık olabilir. Ama ne olursa olsun yer değiştirme basit!
Lenin’den “Karşıtların birliği… koşula bağlıdır, geçicidir, süreksizdir, görecelidir. Gelişim ve hareket nasıl mutlak iseler, birbirini karşılıklı dışlayan karşıtlar arasındaki mücadele de mutlaktır” aktarmasını yapıyorsunuz, güzel, ama ne yazık ki, sizin ve Mao’nun “karşıtları” hiç birbirlerini “karşılıklı dışlamıyor!” Birbirine kopmazca bağlı duruyor. Örneğin ne proletarya burjuvaziden kopabiliyor ne de burjuvazi proletaryadan. Sizin burjuvazi ve proletaryanızın sadece geçmişleri ve bugünü değil, gelecekleri de; “kaderleri” birbirine bağlanmış!
Uzun uzun “karşıtların birliği yasası” üzerine yalan-yanlış ve gereksiz söylevlerle sayfalar doldurmanın hiçbir anlamı yok. Ana ve tali yön olarak karşıtların yer değiştirmesini “karşıtların birbirine dönüşümü” ve nitelik değişikliği olarak öne sürdükten sonra, kırk kez “karşıtların birliği göreli ve şarta bağlı, mücadelesi mutlak” diye yazsanız da bir işe yaramaz. Söylemek yetmez, “mücadele mutlak” demek yeterli değildir. Sözü edilen mücadele, Lenin’in sözünü ettiği mücadele, yönleri yok edici, şeyi gerçekten dönüştürücü, yeni yönleriyle yeni şeyler ortaya çıkarıcı eylemdir. Marx ve Lenin’den ne güzel aktarıyorsunuz. Ve sanki kendi söylediklerinizi çürütmek üzere özel olarak seçiyorsunuz. (Aktarmada bir tek yanlış yapmışsınız, Felsefe Defterleri’nde dikkatsizce okuduğunuz için, dipnotunuzda Lenin’e mal etmişsiniz onun Marx’ın Kutsal Aile’sinden alıntıladığı pasajı.)
Şöyle diyor Kutsal Aile’de Marx:
“Eğer proletarya zaferi kazanırsa, bu hiç de toplumun mutlak yanı durumuna geldiği anlamını taşımaz, çünkü o bu zaferi ancak hem kendi kendini hem de kendi karşıtını kaldırarak kazanabilir. Öyleyse onu içeren karşıtı kadar, özel mülkiyet kadar, proletarya da ortadan kalkmıştır.”(Kutsal Aile, sf. 62)
Bu alıntıyı tam da proletaryanın “sosyalist dönüşümde” egemen yön burjuvazinin ise yönetilen ve tali yön durumuna geleceğini anlattığınız paragrafınızın hemen ardından yapıyorsunuz. Sonra, ardından, ustadan bir alıntı daha yapıyorsunuz aynı içerikte ve devam ediyorsunuz:
“Kapitalist toplumdaki burjuvazi-proletarya çelişmesinde egemen yan burjuvazidir, yöneten burjuvazidir. Sosyalist toplumdaki proletarya-burjuvazi çelişmesinde egemen yan proletaryadır, yönetilen burjuvazidir; egemenlik altındaki burjuvazidir. Çelişmenin durumundaki bu değişiklikle birlikte yeni bir süreç, yeni bir nitelik ortaya çıkmıştır.”(s. 12, sf.69)
Olmadı! Çelişmeyi, başa burjuvaziyi ya da proletaryayı koyarak “burjuvazi-proletarya” ya da “proletarya-burjuvazi” şeklinde yazdığınızda toplumun nitelik değiştirmiş sayılacağını sanıyorsunuz. Hem de bizi çürütmek üzere klasiklerden aktarmalar yapıp kendinizi sağlama almaya çalışmışken! Okuduğunu anlamayacak dar kafalılıkla komünizmi eleştirmeye girişme cesaretiniz gerçekten heyecan verici! Marx, zafer kazandığında proletarya, toplumun bir yanı olmaktan çıkar diyor, proletarya, kendisini içeren karşıtı kadar, burjuvazi ve özel mülkiyet kadar kendisini de ortadan kaldırmıyorsa zafer kazanmamıştır, yeni nitelik oluşmamıştır, toplumsal dönüşüm gerçekleşmemiştir diyor ve siz yeni toplumu tanımlıyorsunuz: Proletarya da olacak burjuvazi de; ama diyorsunuz, proletarya egemen, burjuvazi egemenlik altında olacak! Ve yazınızda en az elli kez “öğrenin” türevli sözcük ve onların içinde yer aldığı cümleler kullanıyorsunuz! Söylenecek laf bırakmıyorsunuz! Marx’tan aktardığınız pasajdan çıkardığınız sonuç, yalnızca karşıtların varlığı ve birliği! Marx, proletarya zaferden sonra da toplumun mutlak yanı haline gelmez diyor ya! Öyleyse diyorsunuz proletaryanın yanına bir de burjuvaziyi eklemek gerek!
Bu dar kafalılığı bir kez de yapmıyorsunuz. Başka bir yerde yine Marx’tan yaptığınız başka bir alıntıyla “karşıt kutupların birbirine dönüşümü”nü, ama kuşkusuz üzerinde durduğumuz kutupların egemen-egemen olmayan şeklindeki yer değişikliğini doğrulamaya çalışıyorsunuz; oysa Marx orada da bizi değil sizi eleştiriyor:
“…diyalektik hareketi oluşturan şey, iki çelişik yanın bir arada var olması, bunların çatışmaları ve yeni bir kategori içinde eriyip kaynaşmalarıdır.”
Evet, Marx, burada zıtların bir arada bulunuşundan söz ediyor; ama “birbirine dönüşmeden hiç de anladığınızı anlamıyor: “Yeni bir kategori içinde eriyip kaynaşmalarımdan söz açıyor. Nerede “egemen-egemen olmayan” değişikliği, nerede yer değiştirme ve nerede yeni bir kategori içinde eriyip kaynaşma Mao’da ve sizde alt-üst olmalı değiş-tokuşlu bir tekrar, bir yerinde sayma var, Marx’taysa başkalaşma, yeniyi oluşturmak üzere eriyip kaynaşma, gerçek değişiklik. Okuyup öğrenme önerilerini bir yana bırakıp okuduğunuzu anlamaya çalışsanız iyi olacak. Doğal ki, bunun için sübjektivizminizden vazgeçmeniz gerekecek.
Şurası anlaşılmış olmalı; karşıtların birliği ve birbirine dönüşümünden Mao başka şey anlamaktadır, Marksizm’in klasikleri başka. Mao’nun klasiklerle hemfikir göründüğü “karşıtların birliğinin değil, mücadelesinin mutlak” olduğu anlayışı, cilası kazındığında karşıtına dönüşmektedir! Onun “mücadelesi”, Marx’ın söylediği gibi “yeni bir kategoride eriyip kaynaşma”ya, ya da örneğin, proletaryanın “karşıtıyla birlikte kendisini yok etme”ye götürmeyen, hiçbir zaman götürmeyecek olan, şöyle ya da böyle birliği sağlayıcı, siyasal olarak uzlaşıcılığa yol açan, burjuvazi ve kapitalizm karşısında tasfiyecilikten kaçınan sağcı oportünizme felsefi temel sağlayan, yapıştırıp birleştirici tutkal türü bir şeydir.
Partizan yazarının uzun ve gereksiz bir söylevle ne denli karşıtlık halinde olduğumuzu açıklamaya çalıştığı “karşıtların birliği” ve “birbirine dönüşümü” hiç de savunmaktan kaçınmadığımız, tersine, savunduğumuz, ama kuşkusuz ele alışımızın, Mao ve Partizan yazarının çelişmenin kutuplan ya da karşıt yönlerinin yer değiştirmesine indirgenmiş “dönüşüm” ve buna araçlık eden sözde “mutlak” “mücadele”nin koşullandırdığı derecesel değişiklikli “bir arada bulunuş”u ifade eden “karşıtların birliği” ele alışından nitel olarak farklı olduğu anlaşılmış olmalıdır. Bu farklılık, başka şeylerin yanında, niceliğin niteliğe (ve niteliğin niceliğe) dönüşümünün diyalektiğin temel bir yönü, çizgisi ya da yasası olarak kavranmayarak küçümsenişiyle bağlantı içindedir, Nicelik-nitelik ilişkisini “bir zıtların birliği durumu” (Yayınlanmamış Yazılar, sf.191) sayan Mao ve “nicelik-nitelik” vb. de bu şemsiye altında varlık bulur. Bu yasanın (zıtların birliği yasasının, Ö.D.) özel görüngüleri olarak şekillenir” (s. 12, sf.66) diyen Partizan yazan, diyalektiğin bu olmazsa olmaz ilişkisini, karşıtların birliği yasası ile ilişki halinde, onun üzerinde etkide bulunan ve başkalarının yanı sıra onunla da birlikte ve kendisi olarak şeyler ve görüngülerin hareketini düzenleyen işlevselliğinin dışında, karşıtların bir arada bulunuşunun düzenleyicisi bir etken olarak kavrıyorlar. “Karşıtların birliğinin bir tamamlayıcı etkeni, eklentisi! Ve Mao Zedung “yadsımanın yadsıması diye bir şey yoktur” şeklindeki düşüncenin de sahibi olduğundan, karşıtların, aşağıdan yukarı, sarmal, yeni bir kategori içinde eriyip kaynaşmaya ve yeni ve üst düzeyde yeni bir “birlik” oluşturmaya yönelik hareketi olarak diyalektik hareketten geriye yalnızca basit “dönüşüm” kalıyor. “Yadsımanın yadsımasının” hiç olmadığı, nicel-nitelik ilişkisinin de “karşıtların birliği” içinde eridiği, onun ancak bir görünümünü (Maocu görünümüdür, bu) oluşturduğu hareketin, şeylerin deviniminin, şeylerin iç çelişkilerinin yanlış ele alınışı üzerine kurgulanan eyleminin onların gelişmesini açıklamakta basit ve yetersiz kalacağı anlaşılır bir şeydir.
Yine de basit hareket, sonsuz yinelenmenin ve salt dairesel gelişmenin ötesinde olanaksız mıdır? Kuşkusuz, bu da olanaklıdır; olanaksız olan, doğa ve özellikle de toplumsal gelişmelerin bu basit hareket kategorisi içinde Maocu açıklanışının gerçek gelişmeyi yansıtmak üzere doğru sonuçlar vermesidir. Yoksa kuşkusuz, iyinin kötüye, güzelin çirkine, canlının cansıza vb. dönüşümü gibi dönüşümler göreli basitlikleri içinde ortaya da çıkarlar. Diyalektik, her tür dönüşümü olanaklı görür.
Evet, belirli koşullar içinde karşıtların bu tür “birbirine dönüşümü” de olanaklıdır. Partizan yazarının kendisine dayanak göstermek üzere yaptığı alıntıda Lenin de bu duruma işaret etmektedir:
“Ben bir sosyal demokratın bir burjuvaya dönüşebileceği imkânını kabul ederim, tersini de… Her çeşit dönüşüm mümkündür; bir budala akıllı bir adam bile olabilir ama bu dönüşümler nadiren olabilir.”
Akıllı adam bu alıntıdan hangi sonucu çıkarır? Karşıtların bu tür “birbirine dönüşümü”nün mutlak bir şey olmadığını, ne zorunlu ne de kaçınılmaz olduğunu; bu mutlak olmayış ya da nedaret (nadirlik), nitelik değişikliğinin tek zorunlu yolu olarak mutlaklaştırıldığında, bunun tek anlamının, bazı nadir durumlar dışında birbirine dönüşmeyecek karşıtların eski “karşıtların birliği” durumunu korumak üzere bir arada bulunmaya devam etmelerinin kaçınılmazlığının kabulü olacağını; bu tür “dönüşüm”ün diyalektiğin kapsamı içinde olmakla birlikte ona temel yasallığını sağlayamayacağını; bu nedenle Mao’nun Stalin’in şemasındaki dördüncü madde dolayısıyla ona yönelttiği suçlamanın haksız ve Stalin’in de bunu diyalektiğin temel yasaları içinde anmamış olmasının son derece doğal olduğunu…
Okuduğunu nedense hep yanlış yorumlayan ve yaptığı hemen her alıntı sanki özel olarak seçilmişçesine neredeyse her seferinde kendi tezini çürütüp yalanlayan Partizan yazan ise, Özgürlük Dünyası’na bir düstur çektikten sonra ısrar ediyor, Lenin’i aktarmasının ardından:
“Bir çelişkinin çözümü, bir şeydeki çelişik yönlerin belli koşullar altında birbirine dönüşerek yeni bir nitelikte varlaşmasından başka *bir anlama gelmez.
“Nedir ki çelişkinin çözümü?
“Karşıt uçların birbirine dönüşmesidir, şeyin zıddına dönüşmesidir…
“Dahası: Bir niteliğin yerini bir başkasının alması ancak ve ancak ve mutlak olarak eski nitelikteki karşıt yönlerin birbirine dönüşmesi yoluyla mümkün hale gelebilir. Başka yol yoktur ve olamaz.” (s. 12, sf.63-64) diyor.
Burada diyalektiğin önce aşıldığı (niyet olarak), sonra eksiltildiği ve çarpıtılıp sonunda da metafiziğe dönüştürülüp yok edildiği (nesnel olarak) iyice belirgin değil mi? Her şey bir yana, hareketin kendisinden başka, çeşitli biçimler altında akıp giden hareketten başka mutlaklık tanımayan diyalektiğe yazarın sözlerinde ne kadarlık yer bulunabilir? Bu denli kesinlemelerle ne denli diyalektikçi olunabilir?
Bunlar bir yana, şurası “Net” ve “berrak”: Lenin’in, üstelik açık bir ironi tonuyla, “nadiren olabilir” dediği, yani bir kural olabilmek için yeterli genelliği taşımadığını belirttiği türden “dönüşüm”, yazara ve savunmaya çalıştığı, “bir çelişkinin ana ve ikincil yönleri birbirine dönüşür ve o şeyin niteliği de buna bağlı olarak değişir” (Teori Pratik, sf.57) diyen Mao Zedung’a göre, hareketin ve diyalektiğin tek ve mutlak yasasıdır! Diyalektiğin iki farklı yorumuyla karşı karşıyayız: Lenin’inki, Marksist diyalektik ya da kelimenin gerçek anlamıyla diyalektik ve Mao’nun metafiziğe iyice bulaşmış haldeki Konfüçyus diyalektiği. Bu, diyalektiğin aşılması ya da zenginleştirilmesi değil, eksiltilmesi, basite indirgenmesi ve dünyanın eski Çin diyalektiğinden devralınan yöntemle açıklanmaya çalışılmasıdır.
Lenin alıntısı nasıl anlaşılmalı ve örneklendiği üzere şeylerin birbirine dönüşümüne nasıl yaklaşılmalı?
Bir komünist, düzenin kendisine sağladığı olanaklarla, kapitalizme teslim olup bir reformiste, revizyoniste ve hatta bir kapitaliste dönüşebilir. Bu mümkündür. Tek bir piyango bileti, bir loto ya da toto kuponunun bile bir emekçiye burjuvalaşma yolunu açma ihtimali vardır. Kaldı ki, tekil zenginleşme olanakları da reddedilebilir değildir. Ve tersine aydın bir burjuva, sınıfını yadsıyarak proletarya ve onun partisinin saflarına katılabilir. Bu da mümkündür. Ama bu olanak ve olasılıklar kapitalist toplumun bütününe uyarlanabilir mi? Alıntıda üzerinde durulan türden dönüşümü, yazarın mantığı gereği, sorunu hiç de karikatürize etmeden kapitalist topluma uyarlamaya çalışırsak ne olur? Kapitalist toplumun dönüştürülmesi gereği yerine, onun üzerine kurulu olduğu karşıtlardan burjuvazinin proletaryaya proletaryanın da burjuvaziye dönüşmesi / dönüştürülmesi gibi absürt bir “zorunluluk”la karşı karşıya kalırız! Lenin’in örneğinde, bir sosyal demokrat, burjuvalaşarak burjuvazi ile bir burjuva da proleterleşerek proletarya ile çelişmesini gerçekten de çözmüş, her ikisi de yeni sürecin yeni insanları olmuşlardır. Çelişkinin çözümünün “başka yolu olmadığına”, “ancak ve ancak ve mutlak olarak karşıt yönlerin birbirlerine dönüşmesi” “çözümün tek yolu” olduğuna göre, burjuvaların proleterlere, proleterlerin de burjuvalara dönüşmesi ya da dönüştürülmesi zorunluluğu doğar. Böyle saçmalık olmaz ve doğal ki siz de hiddetlenerek aynı şeyi söyleyeceksiniz! Ve soracaksınız “Mao’nun söyledikleri böyle mi yorumlanır?”
Mao’nun önceden üzerinde durduğumuz kendini ortaya koyuş tarzının da ileri-tutar yanı yoktur. Stalin’i metafizik düşünmekle suçladıktan sonra, “belli koşullarda şeylerin zıddına dönüşmesi”ne onun verdiği örnek şudur:
“Eğer burjuvazi ile proletarya birbirine dönüşmezlerse, nasıl oluyor da devrim yoluyla proletarya yöneten, burjuvazi ise yönetilen durumuna gelebiliyor?” (Seçme Eserler, cilt 5, sf.422)
Peki, bu örneğin üzerinde durulan tarzda zıtların birbirine dönüşmesi ile ilgisi var mı? Üstelik Mao’nun bu açıklaması, Stalin’in “Kısa Felsefe Sözlüğü”nde ortaya koyduğu görüşleri çürütmek için yazdığı yazının içindedir. Mao, bu yazıda, Stalin’in “savaş ile barış, hayat ile ölüm, burjuvazi ile proletarya arasındaki özdeşlik ve karşılıklı birbirine dönüşmelerini anlamadığı” suçlamasını yapmaktadır. Ama savaşla barış, hayatla ölüm ve burjuvaziyle proletarya kategorik olarak aynı türden zıtlar mı oluştururlar? Her biri kendi özgün iç çelişmesine (ve bu çelişme de kendi özel karşıt yönlerine) sahip her somut barış kendi iç bağlantılı karşıtı somut bir savaşa, kuşkusuz belirli koşullar altında dönüşebilir ve tersi, aynı şekilde aynı çerçevede her somut savaş somut bir barışa da dönüşebilir; biri diğerinin bağrında gelişir zıtlar oluştururlar çünkü. Benzer şeyler hayat ile ölüm arasındaki ilişki açısından da söylenebilir. Bu iki kategorik ilişki, birbirlerini üreten birlikler oluşturmakla kalmazlar, belirli koşullarda dönüşürler. Savaşın genel koşullan var oldukça, bu ilişki, savaş ve barış durumlarının birbirine dönüşmesiyle sürebilir de.
Peki, burjuvazi ile proletarya ilişkisi benzer türden midir? Burjuvazinin proletaryayı, proletaryanın da burjuvaziyi ürettiği, bu ikisinin, biri olmadan diğerinin olamayacağı kesindir. Ama tekil durumlar dışında burjuvazinin proletaryaya -ya da tersi- dönüşmesi düşünülebilir mi? Bu ikisi sınıf olarak birbirlerine dönüşebilir şeyler midir? Değillerdir, kuşkusuz. Bunun iddia edilmesi, diyalektiği bir deli saçması ya da saçmalama özgürlüğü derekesinde yozlaştırmak olur.
Bu sorunun içinden Mao’nun yaptığı gibi ilişki ya da çelişkinin yönlerinin konumlarının değişmesi ana yönün tali, tali yönün ana ya da egemen olanın egemen olmayan ve egemen olmayanın egemen yön haline dönüşmesi önermesiyle de çıkılamaz. Burada, önceden üzerinde durulan koşullu, geçici ve göreli değişiklik, ama mutlak değişmezlik ve sürekli bir arada bulunuş, aynı anlama gelmek üzere karşıtların birliğinin mutlaklaştırılması ile karşılaşırız. Mao’nun dediğinin başka anlamı yoktur. Devrimle burjuvazi ye proletarya yalnızca egemenlik değiş tokuşu yapıyor ve yöneten-yönetilen şeklinde yer değiştiriyorsa burada sömüren-sömürülen ilişkisi içindeki burjuvazi ile proletarya arasındaki çelişmeli durum ve onun üzerine kurulu toplum yapısı varlığını koruyor demektir; bir nitelik değişikliği oluşturmak üzere toplumsal bir devrim yapılmamıştır ve en fazla sınıfların siyasal konumlarında bir değişim anlamına gelmek üzere yönetsel değişiklikle temel toplumsal ilişkiler, sömürüye dayalı toplumsal yapı değişmeden kalmıştır. Proletarya proletarya olarak, burjuvazi de burjuvazi olarak kalarak kuşkusuz birbirlerine dönüşmemişlerdir. En çok, yönetimi ele alan proletaryanın, henüz daha hiç başlamamış olan burjuvazi-proletarya çelişmesinin gereğince, çözümünde olanak sahibi haline geldiğinden söz edilebilir. Ama burada temel bir yanlış iddiada bulunulmuş demektir; çözülen burjuvazi-proletarya çelişmesi değildir. Üstelik sömürü ilişkilerinden üreyen ve bu ilişkileri üreten, bu ilişkilerin sınıfsal ifadesi ve göstergesi olan burjuvazi-proletarya çelişmesi, diğer bir deyişle mülk edinmenin özel kapitalist biçimiyle üretimin toplumsal karakteri arasındaki çelişme, çözümünün ön koşulunu sağlamak dışında, bu tür yönetsel değişikliklerle çözümlenemez. Değişiklik adına ileri sürülen Mao’nunki gibi yönetim değişikliklerinden ibaret sayılacaksa ve bu “karşıtların birbirine dönüşümü” olarak “tek ve mutlak yolu” olduğu iddia edilen çelişmenin “çözümü” anlamına gelecekse, burjuva egemenliği, kısa sürede tamir edilebilecek şekilde yalnızca zedelenmiş demektir ve bu durumda da burjuvazi aslında hâlâ egemenliğini sürdürmektedir. Burjuva egemenliğinin, asıl kaynağı siyasette, yönetsel gücünde değildir; siyaset, ekonominin, burjuvazinin yönetsel gücü de sömürü ilişkilerinin, üretim araçları sahipliğinin ürünü ve türevidir. (Burada ekonomi ile siyaset arasındaki ilişkinin özgünlüğünü ve örneğin siyasetin görece özerkliğini ele almıyoruz.)
Kısacası, burjuvazi-proletarya çelişmesinin gerçek çözümü, yönetsel bir değişikliğe, egemenlik altına almaya indirgenemez; çünkü burjuvazinin egemenliği salt yönetsel değişikliklerle ancak sınırlandırılabilir, ama ortadan kaldırılamaz. Bunu ortadan kaldırmak, sömürü ilişkilerini, mülk edinmenin özel kapitalist biçimini, burjuva egemenliğini üreten kapitalist üretim biçimini ya da sınıfsal ifadesiyle, sınıf olarak burjuvaziyi ortadan kaldırmaya bağlıdır. Ve proletarya bunu başarırken kendisini de ortadan kaldırmış olacaktır. Bunu da yapabilecek olan, siyasal değil toplumsal devrimdir. Mao’ysa, siyasal devrimle, burjuva devrimleriyle sınırlı perspektifine felsefi temel oluşturmuştur, diyalektiği buna uygun olarak basit, eski Çin usulü yeniden düzenlemiştir. Marksist, felsefenin katkıcısı değil yozlaştırmışıdır. .
Partizan yazarı, bir de sözü edilen çelişmenin çözümünün burjuvazinin “yönetilen” durumuna dönüşeceği anlamına geldiğini kanıtlamak üzere Marksizm’in klasiklerinden görüşlerimizi özetleyip doğrulayan alıntılar yapıyor. İşte biri:
“…proletarya, proletarya, olarak kendi kendini yıkıp yok etmek ve dolayısıyla, yani bu kendi kendini yok edişle, bağlı bulunduğu ve onu proletarya yapan karşıtını da, yani özel mülkiyeti de yıkıp yok etmek zorundadır; çelişkinin olumsuz yanıdır proletarya…”
Marx ne söylüyor, Mao ve savunucusu Partizan yazan neler! Bırakalım burjuvazi-proletarya çözümünün burjuvazinin yönetilen durumuna dönüşmesiyle çözülmüş olacağını; bu çelişme, burjuvazi proletaryayı özel mülkiyet zinciriyle kendisine zincirlediği ve proletaryayı proletarya yapan olduğundan, yalnızca burjuvazi de değil, kendi varlık koşulu ve yapıcısı, üreticisi burjuvazi (ya da kapitalizm, özel mülkiyet koşullan) olduğundan onunla birlikte, kendisini de yok etmeden çözülemez. Çelişme çözüldüğünde, kuşkusuz burjuvazi, proletarya ile yönetim mevkiini değişmekle kalmayacaktır, bunun için ne burjuvazi ne de proletaryadan söz edilebilecek koşulların proletarya tarafından sağlanmış olması gereklidir.
Burjuva ile proletarya ilişkisi üzerine, onların çelişmenin yönlerinin değişmesiyle yaşamlarını sürdürmelerine ilişkin olarak yapılan onca laf ebeliğinin ötesinde, şunları söylemek gerekir:
Kapitalist toplumun iki uzlaşmaz karşıtı, burjuvazi ile proletarya arasındaki çelişme, iki çelişik yanın çatışmalarının yeni bir kategori içinde eriyip kaynaşmalarıyla ve ama kapitalizm ve özel mülkiyet ilişkileriyle birlikte bu ikisinin de yok olmasıyla çözülecektir. Bunun anlamı, sınıflı toplumun sınıfsız topluma, kapitalist toplumun komünist topluma dönüşmesidir. Evet, dönüşmesi. Üretim araçları mülkiyetinin az sayıda sömürücünün, özel mülk sahibi kapitalistin elinde toplanmasıyla karakterize olan, kapitalist üretim ilişkileriyle kapitalizm ve sömürü ilişkilerinin varlığı koşullarında proletarya tarafından temsil edilen, en başta üretimin toplumsal karakteriyle belirlenen komünizmin üretici güçleri arasındaki çelişme, kapitalist toplumu yok oluşa götüren ve komünizmi üreten çelişmedir. Tarihsel ve nesnel olarak bu çelişmeyi çözme göreviyle yükümlendirilmiş proletarya, ancak karşıtıyla birlikte kendisini de ortadan kaldırarak, insanı kendisinin efendisi kılacaktır.
Kapitalizmden komünizme geçiş dönemi olarak proletarya diktatörlüğü, komünizmin ilk evresi ya da sosyalizm dönemi ve onun ihtiyaç ve sorunları, çözümü gerekli çelişmenin bu ele alınışını geçersizleştirmez, tersine, gerekli ve zorunlu kılar ve proletarya diktatörlüğü bu çelişmenin hareketini yönetip yönlendirir, burjuvazinin sınıf olarak tasfiyesini gerçekleştirdiği gibi, onun çeşidi alanlardaki kalıntılarını da yok ettikçe sonunda kendisi de sönmeye doğru gelişir.
Ancak, proletarya diktatörlüğü her şeyden daha çok, Engels’in “ilk ve son görevi” olarak tanımladığı görev için var edilir: Mülksüzleştirenlerin mülksüzleştirilmesi. Marx, Mao’nun gereksiz bulduğu bir tür diyalektikle burjuvazi ile proletarya arasındaki çelişmenin çözümünü ya da kapitalizmden komünizme zorunlu hareketi, şu hayranlık verici yalınlıkla açıklar:
“Kapitalist üretim biçiminin ürünü olan kapitalist mülk edinme biçimi, kapitalist özel mülkiyeti yaratır. Bu, mülk sahibinin emeğine dayanan kişisel özel mülkiyetin ilk yadsınmasıdır. Ama kapitalist üretim, bir doğa yasasının kaçınılmaz zorunluluğuyla, kendi yadsınmasını doğurur. YADSIMANIN YADSINMASIDIR BU. ” (Kapital, cilt 1. s. 226)
Mao’ya göre, yadsımanın yadsıması yoktur; niceliğin niteliğe (ve niteliğin niceliğe) dönüşmesinin önemi yoktur, laf olarak tersini söylemesine rağmen karşıtların mücadelesini değil, birliğini önemli görüp mutlaklaştı-nr ve üstelik “dönüşüm”le açıkladığı çelişmenin çözümü ve şeylerin nitelik değiştirmesini çelişen iki yönün yer ve konum değiştirmesi olarak anlar. Bu ele alış, burjuvazi ve onunla ilişkilere felsefi temel sağlamak üzere yansır ve siyasal tutumlarını oportünizm ve uzlaşmacılığa doğru dolaysızca güdüler.
Mao’da mülksüzleştirenlerin mülksüzleştirilmesi de yoktur. Burjuvazi mülksüzleştirilecek, yok edilecek bir sınıf değildir, ona göre; burjuvaziyi devirip tasfiyeye yönelecek bir toplumsal devrim peşinde hiç olmamış, kapitalist niteliğin değiştirilmesini ancak yönetsel değişikliğe, yani siyasal devrime (burjuva devrimi) bağlamıştır; proletarya ile burjuvazinin oluşturduğu karşıtların birliği durumunun yeni bir karşıtlar birliği oluşturmak üzere gözden çıkarılmasına yanaşmaz, yanaşmamıştır, burjuvazisiz bir toplumsal yaşamı hiç tasarlamamıştır. Burjuvazi, her zaman “hem mücadele hem birlik” tartışması içinde olunması gereken bir kategori olarak kalmıştır!
Mao’da, eski Çin felsefesinden kalma diyalektiğe ilişkin çok şey vardır, konuya dair çok şey de yazmıştır ve iddialıdır, ama nedense felsefe onda, dönüp dolaşıp kapitalizmi zorunlu kılan ve kaderleştiren sonuçlar üretir, işte burası, idealizminin başladığı noktadır.
Onun “çelişmesi”nin karşıt kutuplarından birinde burjuvazi birindeyse proletarya hep var olmaya devam eder. Birisi ya da diğeri anadır ya da yönetendir, ama daima var olurlar. Buna rağmen (ana yön olmaktan çıktığında), çelişki çözülmüştür! Öyle bir kısır döngü ki, burjuvazisiz proletarya ve proletaryasız burjuvazi olmayacağı ve Mao ve yazara göre çelişki de kutupların konum ve yer değişikliği demek olan “dönüşüm”Ie çözüleceğinden, dolap beygiri gibi dönüp dolaşıp aynı yere varılıyor: Burjuvazi ve1 proletaryan bir sosyalizm!
Bu mantık çarpıklığının sosyalist inşa ve siyasal alana ilişkin boyutu proletarya diktatörlüğü koşullarının kavranışına dair yönü, bu, komünizmin ilk evresi ya da sosyalizm döneminde, burjuvazinin baştan sona ve zorunlu olarak varolacağı kavrayışını içerir. Aynı kavrayış Partizan yazarınca da savunulmaktadır:
“Sosyalist toplumdaki proletarya-burjuvazi çelişmesinde egemen yan proletaryadır; yönetilen burjuvazidir; egemenlik altındaki, burjuvazidir. Çelişmenin durumundaki bu değişiklikle birlikte yeni bir süreç, yeni bir nitelik ortaya çıkmıştır. Burjuvazi, bu yeni süreç, bu yeni nitelikte, yeni sosyalizmde de var oluşunu korur ama yeni biçimiyle, …” (s. 12, sf.69)
Bu sözlerin anlamı nedir? Sosyalizmde burjuvazi olacaktır!
Öyleyse Partizan yazarı, bizim Özgürlük Dünyası’nın 47. sayısında “Mao burjuvazinin tasfiyesini hiçbir zaman düşünmedi, bütün bir sosyalizm dönemi boyunca onunla zorunlu olarak bir arada var olmayı düşündü” diye yazmamız karşısında ateş püsküreceğine, ya kendisinin ve Mao’nun yazdıklarını bir kez daha okuyup iyice anlamalı ya da haklı olmak istiyorsa bu görüşleri değiştirmelidir.
Mao Zedung ve Partizan yazarının kafa karışıklıklarının, konuya proletarya açısından bakmanın yanı sıra, iki temel nedeni vardır. Birincisi, çok iddialı olmalarına rağmen felsefeden anlamamaları ve özellikle diyalektiği ve onun yasalarından olan karşıtların birliği ve mücadelesi yasasını yanlış kavramalarıdır. İkincisiyse, bununla bağlantı içinde, -bu, doğrudan bir bağlantıdır, çünkü Mao (ve yazar) dünyayı ve özellikle kapitalist toplumu, Mao’nun kendisinin de “ekonomi okumadım” diyerek bilmediğini belirttiği gibi politik ekonomiyi hemen hiç incelemeden ve ona hiç dayanmadan tamamen felsefe çıkışlı olarak açıklamaya girişiyorlar- kapitalizm ile komünizm ve bu ikisinin iç bağlantısını hatalı kavramaları, doğrusu bu konuda bir fikir sahibi olmamalarıdır.
Mao Zedung, komünizmi kapitalizmin inkarı olarak anlama yerine, onu sosyalizmin inkarı olarak ele almakta; böylelikle sosyalizmi ya da proletarya diktatörlüğü dönemini, kapitalizmden komünizme bir geçiş dönemi olmak yerine, ve doğallığıyla sosyalizmle komünizmi, herhangi bir nitel değişikliğe ihtiyaç göstermeden derece derece ilerlemeyle birinden diğerine geçilebilecek bir ve aynı sürecin zincirleme iki aşaması olarak kavramak yerine, birbirinin zıddı ve birbirini inkar eden, dışlayan süreçler olarak algılamaktadır. “Duvar” kapitalizmle komünizm ya da onun ilk aşaması olarak sosyalizm arasına değil, sosyalizmle komünizm arasına örülmekte; sosyalizme geçişte ve sosyalizm döneminde burjuvazinin (ve kapitalizmin) hiç de ölmesi gerekmediği ve tersine varlığı zorunlu olduğu sanılırken, sosyalizmden komünizme geçişin, hiç de hak etmediği şekilde daha tam bir nitel değişiklik olarak sosyalizmin “ölmesi” ve “sona ermesi”ni varsaydığı ileri sürülmektedir:
“Diyalektiğe göre, insanların bir gün ölmesi nasıl kaçınılmaz bir şeyse, sosyalist sistem de tarihi bir olgu olarak bir gün sona erecek, komünist sistem tarafından inkâr edilecektir.” (Mao Zedung, Seçme Eserler, Cilt 5, sf. 432)
İnsanların bir gün ölecek oluşu ile sosyalizmin bir tarihsel olgu olarak bir gün sona erecek oluşu -aralarında benzerlik kurulan iki şey bunlardır. Canlının cansıza dönüşmesi, diyalektik açıdan bir “sıçrama”dır, nicel birikimlerin belirli bir anda nitel değişikliğe yol açması, niceliğin niteliğe dönüşmesidir. Sosyalizmin komünizme dönüşmesinde ise nitel bir değişiklik yoktur, bir diyalektik “sıçrama” yaşanmaz, iç evrim sonucu derece derece bir değişiklikle sağlanacaktır dönüşüm. Burada dönüşüm iki zıt şey arasında değil, aynı sürecin iki aşaması arasındadır. Sosyalizmde burjuvazinin ve kapitalist sömürü ilişkilerinin tasfiyesiyle -nitel değişiklik bu ortadan kaldırılış çerçevesinde kapitalizmin ölüşü ve onun inkârı olarak komünizmin gelişmesi temeliyle yaşanacaktır- o, Mao’nun önemini hiç anlamadığı nitelik niceliğe dönüşerek komünizme varmak için derecesel gelişmeye, bir evrime ihtiyaç kalacaktır. Bir çırpıda kaldırılamayan değer yasasının etkilerinin, emeğe göre bölüşümün burjuva hakkının, burjuva alışkanlıkların, fikir ve değer yargıları kalıntılarının vb. kol ile kafa emeği, şehir ile kır vb. arasındaki farklılıkların giderileceği ve ama burjuvazinin sınıf olarak değil, ancak kalıntılar ve unsurlar olarak varlığının hissedilebileceği komünizmin ilk evresinden ikincisine evrimsel bir geçiş.
Kapitalizm karşısında sosyalizmi niteliksel bir dönüşüm olarak tasarlamayan (ve uygulamayan), sosyalizmde burjuvazinin var oluşunun felsefi ve teorik temellerini üretmeye çalışan burjuvalı sosyalizm (!) anlayışının savunucusu Mao ise, laf ola, komünizme varmak için sosyalizmi öldürmek, yani nitel olarak dönüştürmek niyetindedir. Doğal ki onda sorun çözülmemiş olarak kalmaktadır. Sosyalizmde burjuvazinin var olacağını söyleyip ardından komünizm sınıfsız toplum olacaktır demek, olanaksıza bir mümin softalığıyla inanmak demektir. Sosyalizm burjuvalı olarak zorunluysa ve proletarya sürekli olarak -dönüşerek ya da yer değiştirerek- zıddıyla birlikte yaşamak zorundaysa, bu komünizmi kimin ve nasıl kuracağı sorusu açıkta kalmaktadır.
Burjuvaziyle uzlaşma ve onunla -mücadeleden de söz ederken- birliği mutlaklaştırırken kapitalizmin ebediliğine inanç ve bunu burjuvazili sosyalizm ve burjuvazinin sosyalizmle bütünleşmesi gibi fikirlerle ortaya koyuş Mao’nun önemli ve temel bir yaklaşımıdır.
Mao Zedung bu yaklaşımını, felsefi olarak, karşıtların birliği ve karşıtların birliği yasasını mutlaklaştırma ve niceliğin niteliğe dönüşümünü önemsizleştirme gibi diyalektik yozlaştırıcılığının yanında, uzlaşmaz karşıtlığın uzlaşabilir çelişmeye dönüşebilmesi teziyle de temellendirmeye çalışmaktadır.
Partizan yazarı şunları söylüyor:
“Mao, devrim süreci içinde ortaya çıkan durum eşliğinde Marksist felsefi yazını daha kapsamlı geliştirecek berrak çözümlemelere girişmişti. Bunlardan biri de, belli koşullar altında uzlaşmaz karakterli bir çelişmenin (Çin’de ulusal burjuvazi bazında) uzlaşabilir hale dönüştürülebileceğiydi. Bu felsefe cephesinde bir adım daha ileri gitmekti.” (s. 12, sf. 59-60)
Burada “bir adım” değil, çok adım ileri gidilmiş ve çizme aşılmıştır! Bir şeyi belirtmekte yarar var; yazar her şeye rağmen ve nasıl olduysa burada ihtiyatlı davranmayı seçiyor ve genel bir alanda tartışmaktan kaçınmak için olsa gerek, iddiasının alanını imalı bir şekilde daraltarak “Çin’de ulusal burjuvazi bazında” diye bir not düşüyor. Bunu olumlu karşılıyoruz ve tartışmayı biz de bu alanda yürüteceğiz.
Uzlaşmaz karşıtlık ya da çelişme ne demek, uzlaşabilir çelişme ne demek, birincisi ikincisine dönüşür mü? Mao’nun diyalektik ve özellikle çelişme sorununda tahrif ettiği bir alan oluşturan uzlaşmazlık konusu, çelişmenin karakteri ile ilgilidir. Fakat Mao Zedung, Çin’deki siyasi pratiğin, doğrudan doğruya anti-kapitalist bir devrim halini almadığı durumu sürdürmek için, felsefeyi bu pratiğe uydurmaya çalışıyor. Çelişmelerin, uzlaşır ve uzlaşmaz çelişmeler olarak ikiye ayrılmasını, genel bir kural olarak koyuyor ve bundan yola çıkarak da, çelişen yanların birbirini yok etmesi anlamında çelişkinin çözüme ulaşmasının olanaksızlığını kanıtlamaya girişiyor. Bunu yaparken de, antagonist ve antagonist olmayan çelişmeleri birbirine karıştırıyor: daha doğrusu, ikisini birbirine özdeşleştiriyor. Gerçekte ise, her çelişme, hareketinin belli evrelerinde, bu özellikleri ayrı ayrı taşıyabilir. Bununla birlikte, çelişme, önünde sonunda bir yok oluşu ön-varsayar, bir arada bulunma durumunun sonsuzca devam ettiği ve sözde bir çözümü elde edilen türden bir çelişme yoktur ve olamaz. Uzlaşmaz karşıtlık, kavramı, geri kalan çelişme türlerinin sonsuzca uzlaşabilirliği ve örneğin çelişen yönlerinin bir yok oluşa götürmeden durabileceği ya da yine örneğin bu yönlerin yer değiştirmeleri aracılığıyla çözüm olmayan bir çözüme yol açabilecekleri anlamına gelmez. Toplumsal çelişmeler alanından örnek verilecek olursa, kapitalist toplum burjuvazi ile proletarya arasındaki uzlaşmaz karşıtlık üzerine kuruludur. Burjuvazi ve kapitalizm, artı emeğine karşılıksız olarak el konulan baskı ve zor altında tutulduğu gibi ancak sömürü ilişkileri çerçevesinde yeniden üretilen bir proletarya yaratmıştır ve yaratmaktadır. Bu ilişkiler ve burjuvazi ile proletarya arasındaki çelişme çerçevesinde çelişmenin iki yönü arasında herhangi bir uyum ve uyumlu gelişme söz konusu değildir. Örneğin sosyalist toplumda işçilerle köylüler arasındaki çelişme ise, sömürü ilişkilerinden kaynaklanmadığından, çelişme yine ikisinin de, yani köylü üretimiyle tüm kapitalizm kalıntılarının yok oluşunu gerektirip böyle çözülecek olmasına rağmen bu yok oluşa tedricen gidilebilecek oluşuyla uzlaşmaz karşıtlıklardan farklılaşır.
Mao’nun bu alanda neden olduğu çarpıtmanın bir ifadesi de yalnızca karşıtlıkların birbirine dönüştüğünü/dönüşebildiğini ileri sürmekle kalmamak, ama aralarındaki farkı, çözüm yöntemlerinin farklıhğıyla -zora dayalı çözüm ve barışçıl çözüm- açıklamaktır. Ma-ocu iki çelişme türü arasındaki farklılık, bu politik çözüm yöntemleri farklılığıyla izah edildiğine göre, buradan doğada bu tür çelişme farklılığı oluşmadığı anlaşılıyor. Bu da bir şeydir ve hiç olmazsa doğayı Mao’nun elinden kurtardığımızı gösterir.
Partizan yazarı:
“Genel ilkelerin sunuluşu açısından uzlaşmaz karşıtlık doğasındaki çelişme, belli koşullar altında uzlaşabilir çelişmeye dönüştürülebilir. Zıtların birliğinin ikiliğidir bu. Şeylerin ikili tabiatı, genel olmayan, yaygın olmayan, esas olmayan, tipik olmayan bu durumları varlaştırabiIir…”(s.l2, sf.59)
Mao:
“Bizimle düşman arasındaki çelişmeler uzlaşmaz çelişmelerdir. Halkın saflarında, emekçi halkın içindeki çelişmeler, uzlaşabilir çelişmelerdir; öte yandan sömürülen sınıflarla sömüren sınıflar arasındaki çelişmelerin ise hem uzlaşmaz hem de uzlaşabilir bir yönü vardır.
“Milli burjuvaziyle işçi sınıfı arasındaki çelişme sömürenle sömürülen arasındaki bir çelişmedir ve niteliği gereği uzlaşmaz bir çelişmedir. Ama Çin’in somut koşullarında, iki sınıf arasındaki bu uzlaşmaz çelişme, doğru bir biçimde ele alınırsa, uzlaşmaz olmayan bir çelişmeye dönüştürülebilir.” (Seçme Eserler, cilt 5, sf.537)
“Şeylerin ikili tabiatı.” Evet, kuşkusuz, şeyler, çelişik bir bütün oluştururlar; ancak bu ikililik, saçmalamaya dönüştürülemez, şeyler olur olmaz şeylere “bölünmezler” ve “dönüşmezler!” “Bir, ikiye bölünür”; tamam, ancak, bundan da, olabilir bölünmeler anlaşılabilir; katır örneğin, atla eşeğe ikiye bölünmez, doğurgan değildir çünkü.
Uzlaşmaz çelişme ve “uzlaşabilir” “çelişme”, katır oluşturmak üzere bir araya gelen atla eşek de değildir. Mao’nun “uzlaşabilir çelişmesi”, simurg (Zümrüdüanka) gibi bir şeydir. (Anlaşılır olsun diye köy dünyasına daldık, affola!)
Mao’nun çelişmelerinin tümü zaten “uzlaşabilir”dir; o, tüm çelişmeleri, karşıt yönleri birbirine dönüşmek ve ana-tali yön değişikliğiyle çözülür çelişmeler olarak kavramaktadır; burada çözüm olmadığı gibi, nitelik değişikliği de yoktur, derecesel gelişim vardır ve aslında karşıt kutuplar belirli bir uzlaşırlık durumunda bir arada bulunmalarını sürdürmektedir.
Ve Özgürlük Dünyası’nın 47. sayısında bu uzlaşmazlığın uzlaşabilirliğe dönüşümü nedeniyle Mao’nun iradecilikle eleştirilmiş olması Partizan yazarını kızdırmış. Diyor ki, “uzlaşmaz nitelikli çelişmeyi iradeyle uzlaşabilir hale getirmeyi düşünmüyordu” Mao. Ve ekliyor: “Mao, dönüşür, dönüştürülür demiyor… dönüştürülebilir diyor.”
“Dönüşmek” edilgen fiildir, kendiliğinden oluşu ifade eder, “dönüştürmek” aktif ya da ettirgendir, yaptırıcılığı, iradi katkıyı içerir; “bilir” takısı ise olasılığa işaret eder. Bunun ötesinde, Mao’dan yukarıda aktarılan pasajı okuyan her algılaması normal insan, bir insan ele alışının ve “dönüştürebilmek” için bir iradi müdahalenin ve istenilen amaca ulaşıldığında, barışçıl yöntemler kullanmanın olanaklı hale gelecek oluşunun konu edildiğini anlayacaktır. Burada apaçık bir politik taktik uygulamanın sözü edilmektedir. Politika iradesiz yapılıyorsa, o başka!
Mao’nun yukarıdaki pasajında dikkati çeken temel bir noktaysa, doğru ele alındığında uzlaşmayı olanaklı kılan burjuvazinin dostane konumudur. Mao, burjuvaziyi kesinlikle düşman görmemektedir; burjuvaziyle proletarya arasındaki çelişme “bizimle düşman arasındaki” çelişmelerden değildir; düşman yalnızca “dağlardır” (üç dağ), burjuvazi halk içindedir, en olumsuz durumda “ikili tabiata sahiptir!”
Bu uzlaşmaz karşıtlığın “uzlaşabilir çelişmeye dönüştürülebilmesi” anlayışı, aslında, felsefenin burjuvazinin hizmetine verilmesidir ve onunla birlik ve onun “sosyalizmle bütünleşmesi” uğruna felsefi temel yaratılmasına katkı olarak ortaya atılmıştır; bu anlayış, Mao’nun burjuvaziye karşı tutumu ve “sosyalist inşaya” yaklaşımıyla doğrudan bir uyum ve bağlantı içindedir.
Mao sürekli kılınmış bir NEP savunucusudur, bu yolla burjuvazinin sözde sosyalist düzene bağlanması (bunun için onlara imtiyazlar tanınması) yanlısıdır, ama göreceğiz, aslında düzen burjuvaziye bağlanmakta ve Mao bunun savunuculuğunu yapmaktadır.
Uzlaşmaz çelişmenin bu nedenle “uzlaşabilir çelişmeye dönüşmesi”ne ihtiyaç vardır; burjuvazi proletarya çelişmesi “barışçıl yöntemlerle” çözülebilir olacaktır bu durumda.
Ve Partizan yazarı sorar:
“İngiltere’nin özgün koşulları dolayısıyla Marx işçilerin burjuvaziyi ‘satın almaları’ anlamında, sosyalizmi ‘barışçı’ bir zaferle kazanmaları olasılığından söz ederken idealizme mi düzüyordu? ,
“Aynı Şekilde Lenin, Şubat sonrası üç aylık bir dönem için devrimin barışçıl yolla elde edilebileceğini söylerken hata mı ediyordu?” (s. 12, sf.59)
Mao çelişmenin uzlaşmazlıktan uzlaşabilirliğe dönüştürülmesi dolayısıyla idealizmle eleştirilmişti ya, yanıt veriyor yazar! Ne Marx, burjuvazinin satın alınması ihtimalinden söz ederken, ne de Lenin Nisan’da, barışçıl geçiş ihtimaline dikkat çekerken ve NEP döneminde de burjuvaziyi çeşitli imtiyazlar tanırken akıllarından Partizan yazarı tarafından böyle sahiplenecekleri geçmiştir. Onlar bu ihtimalleri söz konusu ettiklerinde burjuvaziyi kesinlikle proletaryanın uzlaşmaz karşıtı olmaktan çıkarmadılar, çelişmenin uzlaşabilir bir hal aldığını söylemediler, proletarya yine kendisiyle birlikte burjuvaziyi ortadan kaldıracaktı. O “barışçıl” ihtimallerden söz edildiğinde, bu ortadan kaldırışın yalnızca barışçıl gerçekleşmesi ihtimaline dikkat çekilmişti, yoksa proletarya ile burjuvazi arasında bir yok etmeden vazgeçiş durumu doğmamış, çelişmenin de uzlaşır hale geldiği söylenmemişti. Yalnızca, oluşan elverişli koşullar dolayısıyla, burjuvazinin proletaryaya karşı çıkmaya güç yetiremeyecek oluşu nedeniyle geçici boyun eğmesine bağlı olarak geçici bir uzlaşma olanağı doğmuş ve bu belirtilmişti. Ama iki sınıf arasındaki geçici uzlaşmaları kalınlaştırma ve barışçıl yöntemlerin kullanılabilir oluşunu teoriye bağlayarak bunun, uzlaşmaz çelişmenin uzlaşabilir çelişmeye dönüşmesi gibi köklerini yaratmaya yönelmiş olan Mao klasiklerden farklı bir noktaydı. Marx ve Lenin’in sorunu uzlaşmaz karşıtlığın çözümünde barışçıl yöntemler kullanabilme ihtimalinin ortaya çıkmasıyken; Mao’nun sorunu, tasfiyesine yönelmediği burjuvazinin sosyalizmde de varlığını korumaya devam etmesini burjuvazi-proletarya çelişmesinin yer değiştirmeli çözümü, bu çözümün aracı olarak barışçıl yöntemlerin vurgulanması ihtiyacı ve diyalektiğe aykırılığı gidermek üzere de ona katkı olarak uzlaşmazlığın uzlaşabilirliğe dönüşmesi eklemesinin yapılması oldu.
Partizan yazarına soruyoruz. Ama bu Çin Devrimi’nin genel yoludur. Burjuvaziyle ilişki, onun dönüştürülmesi, sosyalist inşaya katılması vb. açısından. Ve siz, bu yolu ölesiye savunuyor ve Türkiye için de öngörüyorsunuz. Peki, Çin Devrimi’nin (kurtuluştan sonrası için konuşuyoruz) “barışçıl geçiş ihtimali” ile bunca özdeşleştirilmesi ve bu ihtimale bunca övgü ne anlama geliyor? Bu biraz sağa kayma ifadesi olmuyor mu?

***
Çelişmedeki bu dönüşümün burjuvaziye yaklaşım ve ondan beklentilerle doğrudan bağlantısı vardır demiştik. Zaten açıklama da öyle yapılıyor: Çin burjuvazisi, (sonradan Mao tarafından tüm yarı-sömürge ülkeler için genelleştirilmek ve Partizan yazan tarafından da bu durumuyla savunulmak üzere) farklıydı, ikili tabiata sahipti, onunla aynı yatağa girilebilirdi! Yeterince sevimliydi!
“Düşman”dan söz ederken burjuvaziyi kesinlikle dışta tutan Mao’nun, burjuvaziyi sınıf düşmanı olarak gören komünistlerden farklı ve demokratik bir yaklaşıma sahip olduğu bellidir. Ne demokratik devrim ne de sosyalist devrim açısından burjuvaziye doğru yaklaşmış, bir komünist olarak burjuvaziyi proletaryanın asıl rakibi olarak görmemiş, demokratik devrime de komünistçe, burjuvaziyle hesaplaşma ve komünizme yürümenin zorunlu bir adımı olarak bakmamıştır; perspektifi daima demokratizmle sınırlı ve burjuvaziyle birlik halinde olmuştur. Bunu Partizan yazarı da Mao’dan aktarmalarla belirtmektedir:
” ‘…ne yapıp yapıp milli burjuvaziyi emperyalizme karşı mücadelenin saflarına kazanmalıyız… Emperyalizmle feodalizme karşı mücadele tarihi döneminin tümünde, emperyalizme karşı halkın safını tutmasını sağlamak için milli burjuvaziyi kazanmalı ve onunla birleşmeliyiz.’
Ve sürdürelim:
“Emperyalizm ve feodalizme karşı koyma görevi esas olarak tamamlandıktan sonra da, belli bir süre için (karşıtların birliği üzerine söylenenlerden bu sürenin sonu olmadığı biliniyor -Ö.D.) milli burjuvazi ile ittifakımızı sürdürmeliyiz.’ ” (Partizan, s. 10, sf.54)
“Ne yapıp yapıp kazanma” ve bunu demokratik devrimin zaferinden sonra da sürdürme! Bunun burjuva bir yaklaşım olduğu kesin, ama nasıl bir teorik temelle ortaya konuyor, onu görelim.
Partizan yazan Özgürlük Dünyası’nın Mao’ya yöneltilmiş sosyalizm karşısında burjuvazinin konumunu yanlış ele alma, onunla birleşme ve tasfiyeye yönelmeme gibi eleştirileri karşılarken demokratik devrim-burjuvazi-proletarya ilişkisine kadar uzanıp “komprador burjuvazi ile milli burjuvazi arasındaki farklar”dan başlayarak yine uzun gereksiz söylevlere başvuruyor, üstelik eleştirileri demokratizmle ve yanlışlarla yanıtlıyor.
“Burjuvazi vardır, burjuvazi vardır” diye işe girişiyor ve emperyalist ülkeler burjuvazisiyle yarı-sömürgeler burjuvazisi arasındaki farkları anlatıyor. Emperyalist ülkelerde diyor,
“Burjuvazi devrimin tüm aşamalarında karşı devrimci olmaktan geri kalmaz” ama yarı-sömürgelerde “komprador nitelikli burjuvazinin devrimin düşmanı, ulusal nitelikli burjuvazinin devrimin dostu olduğu Leninist öğretisi, hesaba katılması gereken vazgeçilmez bir olgudur.” (s.10, sf. 51)
Bu arada askeri feodal emperyalist olan ama burjuvazinin (ve kapitalizmin) devrimin hedefleri arasında yer almadığı Rusya’yı da genel emperyalist ülkeler kategorisine dâhil ediyor, yoksa işin içinden çıkamayacak. (Gerçi, Partizan yazarı bilgiçlikle, “böylesi bir ülkede devrim demokratik değil, sosyalist bir niteliktedir.” (s. 10, sf. 52) diyor ama, “dizgi hatası”na verip üzerinde durmuyoruz.) Çünkü burada burjuvazi feodalizmin ve otokrasinin baskısı altında ve dönem demokratik devrim dönemi: Aslında Maocuya göre bu burjuvazinin halk içinde olması gerek. Ama Lenin karşı devrimci dediği ve tecrit siyaseti uyguladığı için, buna cesaret edemiyor, teorisi bozulacak, Rusya’yı arada geçiştiriyor. Bu arada örneğin o günkü Rusya ile görece askeri güç büyüklüğünün ötesinde kapitalizmin -kendisi lehine- daha çok gelişmiş olması dışında bir farklılığı olmayan yarı sömürge Türkiye açışından bir çarpıklık oluşuyor; bizde burjuvazi halk içinde oluyor ve onunla ne yapıp yapıp birleşmek gerekiyor!
Yarı-sömürgelerde komprador nitelikli burjuvazinin, tekelci burjuvazinin devrimin düşmanı olduğu kesin, ama milli burjuvazinin devrimin dostu olduğu “Leninist öğretisi” nereden çıkmış? Yazar bunu kanıtlamak için Lenin’den, Stalin’den, Komünist Enternasyonal Programı’ndan olur olmaz aktarmalar yapıyor. Bunlardan milli burjuvazi ile “geçici uzlaşmaların olabilirliği belirtiliyor. Kim itiraz edebilir? Elbette mümkündür. Ama Mao’nun ve sizin derdiniz “geçici uzlaşmalar” değil ki, “ne yapıp yapıp milli burjuvaziyi kazanma.”
Hem yarı-sömürgelerin topyekûn tek bir kategori oluşturmadığı gerçeğini, özellikle Stalin’in ve Komünist Enternasyonal’in bu ülkeler arasında en az üç bölümleme yaptığını ve bu kategorik ayrıştırmanın da kapitalizm ve proletaryanın gelişme düzeyindeki farklılıklara, buradan kaynaklanmak üzere burjuvazinin konumundaki değişimlere göre yapıldığını atlıyor ya da bilmiyorsunuz. Oysa Stalin ve Komünist Enternasyonalin, bu farklılaşmaya göre çeşitli yarı sömürge ve bağımlı ülkelerde burjuvaziye karşı somut tutuma ilişkin önerileri değişiyor.
Tüm bunlar bir yana, pek bildiğiniz Çin örneğinden konuşalım. 1927 darbesiyle milli burjuvazi Çan Kay Şek’in peşinden karşı devrime yöneldi. Bunu Mao da belirtti ve onlarla ittifak yapamaz hale geldi. Nasıl halk içinde oluş bu ve nasıl devrim saflarında bulunuş? Doğrusu şudur: Kapitalizmi ve proletaryası belli bir gelişme düzeyine ulaşmış yan sömürgelerde demokratik devrimde stratejik yönelim milli burjuvazinin tecridi üzerine kurulur. Kuşkusuz yabancı işgali gibi çeşitli nedenlerle bu burjuvazi devrim saflarına eğilim gösterirse, onunla yine geçici uzlaşma ve ittifaklardan kaçınılacak değildir; ama tecridin anlamı odur ki, burjuvazi ile proletarya arasında, başta köylülük olmak üzere küçük burjuva katmanları kazanmak ve kendi önderliğini gerçekleştirmek üzere bir hegemonya çekişmesi olacak ve hem proletarya burjuvaziyi hem de burjuvazi proletaryayı etkisizleştirip dışlamaya uğraşacaktır. Geçici uzlaşma ve ittifak durumlarında ise, bunun geçici olduğu bilinecek ve burjuvazinin devrim dostluğu üzerine türküler söylenmeyecek, karşı devrim saflarına yöneldiğinde ise ağıtlar yakılmayacaktır. Kısacası, “ne yapıp yapıp kazanma” tutumu Marksist değildir.
Bu tutum, ne Partizan yazarının yaftasını asmayı pek sevdiği Troçkist bir tutumdur ne de demokratik devrim ile “genel olarak kapitalizmin ortadan kaldırılmasının hedeflenmesi” anlamına gelir. Yalnızca bir burjuva diktatörlüğü ve kapitalizmin sınırsızca gelişmesi tehlikesinin önünün kesilmesi içindir; sosyalizme kesintisiz geçişi garanti altına almak içindir.
Ama ne Mao, ne de Partizan yazan bununla yetiniyorlar; burjuvaziyi, Çin’in “somut koşullarında” (ve aslında bütün yan sömürgelerde) demokratik devrimin zaferi sonrasında, sosyalizm döneminde de “halk içinde” ve müttefik olarak tanımlıyorlar. Demokratik devrime ilişkin yanlış ele alış görece doğallıkla uzantısını böyle oluşturuyor: “Sevgili burjuvazi!”, “Bizim burjuvazimiz!” Her zaman ve her yerde “ne yapıp yapıp kazanma!” Tutum bu. Ve Partizan yazan buna itiraz etmeyi Troçkizm olarak damgalıyor.
Sonra da Özgürlük Dünyası “çarpıtıyor”muş! Oysa yazar kendisi de alıntılıyor aynı pasajı Mao’dan; ’49 tarihli devrim sonrası bir makalesinden:
“…milli burjuvaziyle birleşmemiz gerekmektedir. Bugünkü siyasetimiz kapitalizmi yıkmak değil, düzene sokmaktır.” (Seçme Eserler, cilt 4, sf.455)
Burjuvaziyle birlik, kapitalizmin düzenlenmesi. Ne sosyalizm!
Bu pasaj 4. ciltten. Çarpıtmışız! Ardından 2. ciltten başka bir pasaj aktarıyor ve diyor ki:
“Demek ki pasaj tümüyle aktarıldığında cümlelerin bozulan anlamı… Marksizm’i gözler önüne seriliyor.” (s. 10, sf.53)
Pes! Eh, bizden, anlam “bozulmasın” diye, 4. ciltten yaptığımız bir alıntının ardından ona 2. ciltten de birkaç cümle ekleyerek Mao’yu yeniden kurgulamamız beklenmemelidir!
Şimdi tam da cahilce cesaretin iflah olmaz bir örneğine geliyoruz:
“Demokratik devrim süreci sona erip sonra sosyalist inşa sürecine gelince, sosyalist inşadan yana olan, bu inşayı destekleyen, sosyalizme omuz veren tüm sınıf, grup ve katmanlar halk ordusunu oluşturuyordu, sosyalizm ve sosyalist inşaya karşı direnenler, karşı çıkanlar ise halk düşmanıydı…
“Ve belirtelim ki, ulusal burjuvazi sosyalizmin inşasından yana olduğu ve devrimin bu evresinde devrimden yana tavır takındığı için halk kapsamındaydı.
“İşçi sınıfı ile ulusal burjuvazi arasındaki çelişme Çin özgülünde halk, halk içindeki çelişmeler kapsamındaydı.” (Partizan, s. 10, sf.60)
Ne cesarettir! Hayranlık verici! Bir de söylenenlerin bir tek kelimesi doğru olsaydı!
Bu, nasıl burjuvazi? Bu, nasıl sosyalizm? Sosyalist inşadan yana, onu destekleyen, sosyalist devrimden yana tavır takman burjuvazi! Halk içinde olmuş olmamış, artık o kadar önem taşımıyor! Ve söylenebilecek hiçbir şey yok! Ne denebilir!? Çarpık-çurpuk da olsa çelişme lafları da ediliyordu! Peki, şimdi kim kime karşı, hangi çelişme, neyin niteliği değişecek, kim değiştirecek, kim kendisiyle birlikte kimi değiştirecek, yok edecek? Bu “sosyalist devrim” kime karşı yapılıyor? Kime karşı yapılır sosyalist devrim? Burjuvazi ile birlikte sosyalizm ve sosyalizmi destekleyen, sosyalizmden yana bir burjuvazi. Evlere şenlik bir durum!
Yazar, iyi ki, Mao’dan özetlemeye başlıyor da, o, “toparlıyor”;
“Çin ulusal burjuvazisi bir yandan sosyalist inşayı desteklemekte ve böylece halk saflarında yer almaktadır. Dolayısıyla bu durum, onunla işçi sınıfı arasındaki çelişmeyi nesnel olarak halk kapsamına sokar. Ama öte yandan komprador burjuvazi ve toprak ağaları gibi olmasa da, işçi sınıfını kâr uğruna sömürmektedir. Dolayısıyla ulusal burjuvazi-işçi sınıfı çelişmesi bu yanıyla da sömürülenle sömürgen arasındaki çelişme, kapsamına girmektedir.
“Bu durum Çin ulusal burjuvazisinin ikili niteliğinden kaynaklanır. Bir yandan sosyalist dönüşümü destekleme, öte yandan sömürme gibi ikili nitelik…
“Sömürülme vardır; sömürülme vardır. Emperyalistler, bürokrat kapitalistler ve toprak ağaları tarafından yapılan sömürülme ile ulusal burjuvazi tarafından yapılan sömürülme bir ve aynı olamaz.” (Partizan, s. 10, sf.61)
Pek toparlanmış olmadı, ama yine de en azından ulusal burjuvazinin bir yanıyla halk içinde oluşu tartışmalı hale geldi!
Şu her halükarda kesin: Ulusal burjuvazi sömürücü bir sınıf ama sosyalizmi destekliyor, sosyalist dönüşüme katılıyor! Eh! Sosyalizmi destekleyip sosyalist, inşadan yana olduktan sonra, sömürücü olmak gibi bir kusur “kadı kızında da olur!” Hem onun sömürmesi, emperyalistler ve kompradorlar gibi de değil. O güzel güzel, yumuşakça sömürüyor. “İyi sömürücü” o! Pek hafiften de olmayarak sömürücülüğü bile ulusallık adına bu sahipleniş ve üstelik sömürücü olmasına rağmen bir sınıfı tam da sömürünün ortadan kaldırılmasını amaçlayan bir devrimin destekçisi yapmak ve buradan giderek onunla birleşmeyi teorileştirmek, buna karşı çıkışı ise Troçkizm olarak nitelemek, tam da köylü dar kafalılığı ile girişilen bir “teorik” çabadır. Ancak işin hüzünlendirici yanı, bu teorinin milyonlarca insanın yaşadığı koca Çin topraklarında pratiğe uygulanması, kurtuluş şansını yakalamış sömürülen yoksul yığınların biraz kaldırıyormuş gibi oldukları kafalarının yine önlerine düşmesi ve devrimci demokrat Mao’nun bugünün gerici kapitalist Çin’inin mimarı olmasıdır.
Partizan yazarı bu “burjuvazinin sosyalizmle bütünleşmesi” ve burjuvaziyle birlikte sosyalizmin kurulması teorisinin reddedilmesini NEP’in reddedilmesi gibi anlıyor ya da öyle göstermek işine geliyor. Uzun ve bıktırıcı -konu ve yöneltilmiş eleştirilerle hiç ilgisi olmadığı için daha bir bıktırıcı- NEP’e, Lenin’in NEP’i ele alışına ilişkin söylevlerle sayfalar dolduruyor. Özellikle Stalin’den aktarmalarla göreceğiz ki NEP’in, Maocu, burjuvazinin sosyalizmden yana olması teorisiyle hiçbir ilişkisi yoktur. Mao’nunki tam da Buharinciliktir. İlk sosyalist kuruluş yıllarında içeride ve dışarıda burjuvaziye imtiyazlar tanınıp “haraçlar” verilmesiyle, devrimin geçici olarak burjuvazi ile uzlaşma içinde ilerleyişi ve hatta Nepmanların bu geçici dönemde proletarya diktatörlüğünün dayanaklarını oluşturan ittifakların yanında geçici bir işbirliğinin nesnesi olmasıyla; uzaktan yakından ilgisi yoktur Mao ve Maocuların savunup uyguladıklarının. Kapitalizmin sınırlandırılmasına rağmen belirli bir gelişme göstermesine izin verilmesi, bu kapitalizmden üretici güçlerin belirli bir gelişmesi ve toparlanması için yararlanma başka şeydir. Burjuvazi ve kapitalizmin sosyalizmden yana olması ve geçiciliğin ötesinde onlara tahammül göstermenin öngörülmesi ve sosyalizmin burjuvaziyi ortadan kaldırma amacından soyundurulması başka. Troçkizm NEP karşıtıydı, doğru; ama Buharin de onun, Mao’nun önceli olarak, “burjuvazinin sosyalizmle bütünleşmesi” teorisinin savunucusu olarak mutlaklaştırıcısı. İkisinin durumuna düşmek de aynı ölçüde üzüntü vericidir!
Partizan yazan bu mutlaklaştırılmış NEP -çiliğe,- sosyalizmin bu burjuva yandaşlığıyla (burjuvazinin sosyalizmden yana olduğu “tedrici ilerleme”, burjuvazi ile proletarya arasındaki çelişmenin “barışçıl yöntemlerle çözülmesi” (çünkü çelişmenin uzlaşabilir çelişmeye dönüştürülmüş olması) ve sosyalizme barışçıl geçiş diyor! Bu barışçıl geçiş teorisi de, hem ileri sürülen görüşlerin sosyalizmle ilgisi olmaması ve hem de bu tür bir geçişin de önünde sonunda proletarya diktatörlüğünü gereksinmesi ve ama Mao’da buna da yer olmaması açısından savunulabilir değildir, burjuvaziyle iyi niyetli beraberliğin teorileştirilme çabasından öteye gitmemektedir.

MAO VE SOSYALİZMİN SORUNLARINA İLİŞKİN ÖZET
Mao ve Maoculara göre, proletaryanın iktidarda olduğu üç tür devlet biçimi vardır.
Birincisi, doğrudan proletaryanın iktidarda olduğu türdür, proletarya diktatörlüğüdür.
İkincisi, proletarya diktatörlüğüne bir işçi-köylü diktatörlüğünden geçiş biçimidir.
Üçüncüsü ise, birçok devrimci sınıfın ortak iktidarı, örneğin içinde burjuvazinin de bulunduğu dört sınıfın “diktatörlüğu”dür.
“Yeni demokrasi” devleti ya da demokratik halk diktatörlüğü adım verdiği bu üçüncü biçimi, Mao, Çin gibi sömürge, yan sömürge ülkelerin tümü için genelleştirir. Bu üçüncü tür devlet biçiminin esprisi, ilk iki türde proletarya devlet iktidarını burjuvaziyle paylaşmazken, onda paylaşmasındandır.
Mao’nun yeni demokratik devlet teorisi, sömürge ve yan sömürgelerin burjuvazisinin emperyalist burjuvazilerden farklı olduğu ve geçici de olsa (o, bu ihtimali mutlaklaştırıyor) devrim safında yer alabileceği gerçeklerinden hareket eden, ama bu gerçekleri saptırarak milli burjuvaziyi kurulacak devrimci iktidarda söz sahibi yapmanın teorisidir. Çin devriminin pratiği içinde şekillenmiş ve sonradan tüm benzer ülkeler açısından genelleştirilmiştir.
“Bu iktidar” diye yazar Mao Zedung, “toprak ağası sınıfın ve burjuvazinin iktidarından farklı olduğu gibi, tam anlamıyla bir demokratik işçi-köylü diktatörlüğünden de farklıdır. Siyasal iktidar organlarında sandalye dağılımı şöyle olmalıdır: Proletaryayı ve yoksul köylülüğü temsil eden komünistlere üçte bir; küçük burjuvaziyi temsil eden sol ilericilere üçte bir; orta burjuvaziyi ve aydınlanmış eşrafı temsil eden ara ve diğer unsurlara da üçte bir.” (Seçme Eserler, cilt 2, sf.433)
1949 yılında şehirlerin kurtarılması ve merkezi iktidarın ele geçirilmesinin ardından hazırlanan Çin Anayasası’nda sosyalizme ilişkin tek bir söz yoktur. Çünkü iktidar alınsa da Çin hâlâ demokratik devrim aşamasında kalmaktadır ve koşulları oluşmadan uluorta söz açmanın anlamı yoktur Mao’ya göre. Anayasa, halkçı bir temelde ve kurtuluş mücadelesine şöyle ya da böyle katılan tüm sınıfların çıkarları gözetilerek hazırlanır. O yıllarda (ve sonra da) Mao, tam da 2. Enternasyonal oportünistleri gibi, demokratik ve sosyalist devrimler arasına Çin şeddi çekmekte ve demokratik devrimi, uzunca bir süre kapitalizmin serpilip gelişmesine yol açacak ve böylelikle sosyalizmin önkoşullarını sağlayacak bir devrim olarak değerlendirmektedir. Bunu Partizan yazarı şöyle doğruluyor:
“… Sosyalizme geçiş sürecinde de sosyalizm davasını destekleyen ulusal burjuvazi ile siyasi, iktisadi, örgütsel zeminde bir birleşik cephe kurulmuştu. (Ayraç içinde belirtelim ki, Çin ulusal burjuvazisiyle bir ittifak geleneği, kurtuluştan önceki (1949 öncesi) devrim sürecinde yaşanan bir olguydu.)” (s. 11, sf.60)
Kurtuluştan sonra yaşanan “sosyalizme geçiş süreci”, ve buna uygun düşen burjuvazinin de içinde yer aldığı bir devlet! Bunun, ünlü ama oportünist “üretici güçler teorisinden alınma olduğu bir gerçektir. Mao ve Maocular, bu alanda 2. Enternasyonal oportünistlerine bağlanmaktadırlar. Sosyalist devrimin demokratik devrimden, proletaryanın bilinç, örgütlülük ve başta köylülük olmak üzere emekçi kitleler üzerindeki hegemonyasının gerçekleşme düzeyi ile ayırt edilebileceği, bunun ötesinde, bu iki devrimin bir devrimin iki halkası gibi içice geçtiği Leninist teorisi Mao ve Maoculara göre değildir. Mao tam tersine şunları söyler:
“Yeni demokrasi genel programımız, bütün burjuva demokratik devrim aşaması boyunca, yani birkaç on yıl derişmeden kalacaktır.” (Cilt 2,-sf.257)
Kastedilen, iktidarın alınması sonrasıdır. Yani birkaç on yıl boyunca hem hâlâ demokratik devrimin ve demokratik taleplerin ötesine geçilmeyecektir ve hem de devlet, dört sınıfın, güya işçilerin ve köylülerin, küçük burjuvazi ve milli burjuvazinin devleti olarak kalacaktır.
Bu arada Mao, Yeni Demokrasi devletinin elindeki, tekellerden el konulmuş ağır sanayi mülkiyetinin “sosyalist nitelikte” olduğunu söyler, ancak devletin, sandalye dağılımına göre, neredeyse % 70’inin proleter olmayan sınıfların elinde olduğu koşullarda, bu sektör açısından, olsa olsa, “ileride” sosyalizme geçişi kolaylaştırabilecek bir devlet kapitalizminin geçerli olduğu ileri sürülebilir. Proletaryanın hem iktidarı burjuvazi ile paylaşması ve hem de bu iktidar eliyle sosyalizmi inşa etmesi, teorik ve pratik olarak bir saçmalık olmaktan başka bir şey olamaz çünkü. Proletarya diktatörlüğü olmaksızın sosyalizmin inşa edilebilmesi, Marksizm’in klasiklerinde hiç akıllara gelmemiş bir “orijinallik” olmanın yanında kuşkusuz bir imkânsızlıktır da.
Mao, 1940’da kaleme aldığı “Yeni Demokrasi Üzerine” adlı makalesinden sonra yazdığı tüm yazılarda, 1956’ya kadar “demokratik halk diktatörlüğünden daima “proletarya önderliğinde dört sınıfın iktidarı” olarak söz eder. İlk kez 1956’daki 8. Parti Kongresi’nde “halkın demokratik diktatörlüğünün özünde proletarya diktatörlüğü olduğu” saptaması yapılır. SBKP’nin, yolun kapitalizme doğrultulmasını onaylayan ünlü 20. Kongresi’nin ardından yapılan 8. ÇKP Kongresi’nde, Kruşçev revizyonizminin proletarya diktatörlüğünü “bütün halkın devleti” ile özdeşleştiren teorisinin ÇKP ve Mao’yu etkilediği çok açıktır. 8. Kongre kararlarında birden bire Çin’in sosyalist devrim sürecini tamamlamak üzere olduğu açıklanır, kısa süreli “büyük atılım” onaylanır. 1954 Anayasası’nda çarpıtılmış biçimiyle bile proletarya diktatörlüğünden hiç söz edilmediği halde, bu Kongre’de Çin’in sosyalist devrim sürecinde olduğu kabul edilmiş, “birkaç on yıllık demokratik devrim süreci” tezi herhangi bir açıklama olmaksızın rafa kaldırılmıştır. Söylentiye göre Çin sosyalizm dönüşümleri “esas olarak tamamlamıştır”(!) ama her nasılsa devlet hâlâ dört sınıfın devleti olarak kalmaya devam etmektedir. Toplumsal ilişkilerde burjuvazi hâlâ sınıf olarak vardır, siyasal yapılanmada burjuva partileri vardır ve burjuvazi yine hâlâ “halk safları içindedir”, bu nedenle üzerinde “diktatörlük uygulanmaz!” Bir bölümünü aktardığımız pasajlar var, ancak bütünlük açısından biraz uzun oluşuna da katlanarak Mao’ya şöyle bir bakalım:
“Hangisi daha iyidir, bir tek parti mi, yoksa birçok parti mi? Şu anda gördüğümüz gibi belki de birçok partinin olması daha iyidir. Bu, geçmiş için olduğu kadar, gelecek için de doğru olabilir; uzun vadeli bir arada yaşama ve karşılıklı denetim anlamına gelir.”(Cilt 5, sf.337)
“Ülkemizde işçi sınıfı ile milli burjuvazi arasındaki çelişme, halk içindeki çelişmeler sınıflamasına girer. Genel olarak ikisi arasındaki sınıf mücadelesi, halkın saflarındaki bir sınıf mücadelesidir, çünkü Çin milli burjuvazisinin ikili bir niteliği vardır. Burjuva demokratik devrim döneminde, milli burjuvazi hem devrimci hem de uzlaşmacı bir niteliğe sahipti. Sosyalist devrim döneminde, milli burjuvazinin kâr amacıyla işçi sınıfını sömürmesi onun niteliğinin bir yanını, buna karşılık Anayasayı desteklemesi ve sosyalist dönüşümü kabul etmesi de diğer yanını oluşturur. Milli burjuvazi, emperyalistlerden, toprak ağalarından ve bürokrat kapitalistlerden farklıdır. Milli burjuvaziyle işçi sınıfı arasındaki çelişme sömürenle sömürülen arasındaki bir çelişmedir ve niteliği gereği uzlaşmaz bir çelişmedir. Ama Çin’in somut koşullarında, iki sınıf arasındaki bu uzlaşmaz çelişme, doğru bir biçimde ele alınırsa, uzlaşmaz olmayan bir çelişmeye dönüştürülebilir ve barışçı yöntemlerle çözülebilir. Ama milli burjuvaziyle işçi sınıfı arasındaki çelişmeyi doğru bir biçimde ele almaz ve milli burjuvaziyle birleşme, onu eleştirme ve eğitme siyasetini izlemezsek ya da milli burjuvazi bizim bu siyasetimizi kabul etmezse, bu çelişme bizimle düşman arasındaki bir çelişme haline gelecektir.”(Age, sf.443)
“Bizim devletimiz, işçi sınıfı önderliğinde, işçi-köylü ittifakına dayanan bir demokratik halk diktatörlüğüdür…
“…Bu diktatörlüğü kim uygulayacaktır? Elbette işçi sınıfı ve onun önderliğindeki bütün halk. Halkın saflarında diktatörlük uygulanmaz, halkın bir kesimi de başka bir kesimini ezmemelidir.”(Age, sf.444)
Alıntılar, “sosyalist dönüşümlerin esas olarak tamamlandığı” kararının alınmasından sonraki tarihlere aittir. Ama burjuvazi hâlâ halk içindedir, hâlâ diktatörlüğü uygulayacaklar arasındadır ve ona karşı kazanma ya da “birleşme, eleştirme ve eğitme siyaseti” izlenmektedir! Çin burjuvazisi “farklıdır”, “Çin’in somut koşulları” çok “farklıdır”, orada burjuva olmayan bir burjuvazi, üstelik sosyalist bir burjuvazi olanaklıdır ve vardır. Emin olunsun, bu ilginçliklerle Mao, tüm iyi-niyetiyle kendisini tanımlamaktadır.
Mao’nun eklektizminde, arandığında, “proletarya diktatörlüğü”, “burjuvazi üzerinde diktatörlük”, “burjuvaziyi ezme siyaseti” vb. gibi “tahliller”de bulunabilir. Maocular da bunları Mao’nun “Marksistliği”ne dair kanıtlar olarak kullanmaya meraklıdırlar. Oysa ortaya konulmuş genel yaklaşım ve tutumlarla içi boşaltıldıktan sonra, bu tür sözcük ve “tahliller”in kimseyi Marksist yapmaya yetmeyeceği açıktır.
Maocuların 1966 sonrasında Kültür Devrimi ile burjuvazinin tasfiye edildiği türünden savunmalarının da gerçekle bir ilgisi yoktur. Burjuvazi ile birlikte sosyalizmin inşası ve onunla uzun süreli bir arada yaşama ve karşılıklı denetim çizgisinin terk edildiğine ilişkin bir açıklama hiçbir zaman yapılmamıştır. Tersine, Kültür Devrimi boyunca aynı Maocu çizginin propagandası sürdürülmüş. Mao’nun bilinen görüşleri Marksizm-Leninizm’e katkı ve Kültür Devrimi’nin temeli olarak savunulmuştur. Kültür Devrimi ve sonrasında 1954 Anayasası’nı değiştiren, yeni düzenlemeler getiren ya da onu askıya alan herhangi bir açıklama da yapılmış değildir. Bu Anayasa ise, “devlet ve özel sektörün ortak yatırımlarım” ve devlet kapitalizmini yasallaştıran bir belgedir. Mao’nun Çin burjuvazisinin yandaşı olduğunu ve desteklediğini belirttiği de yine, aynı Anayasa’dır. Üstelik Kültür Devrimiyle burjuvazinin sınıf olarak ortadan kaldırıldığı iddiası, Mao’nun felsefesine, Marksizm’e, büyük bir katkı olduğu iddia edilen bütün bir sosyalizm dönemi boyunca burjuvazinin varolacağı ya da “geri dönüş ve proletarya diktatörlüğü altında sınıf mücadelesinin sürdürülmesi” teorisine de aykırıdır.
Çin Devrimi’nin sosyalizme doğru ilerleyememesinin ardında felsefi kökleriyle Mao’nun burjuvaziyi koruyup kollama ve sosyalizmi onunla dayanışma ve karşılıklı birbirini denetleme halinde inşa teorileri yatmaktadır. Mutlakçı karşıtların birliği ve niceliğin niteliğe dönüşümünün önemsiz görülmesi, uzlaşmaz karşıtlığın, çelişme kavramının kendisiyle çelişme halinde olan “uzlaşabilir çelişme”ye dönüşmesi; tümü burjuvaziyle dayanışma adına geliştirilen felsefi yakıştırmalardır. Mao ve Partizan yazan gibi Maocular, burjuvazinin bir tür sosyalistleşmesi(!) teorilerini, tasfiyesine yönelmeyen ve tersine sosyalizme, sosyalist inşaya destek veren, “sosyalizmle bütünleşen burjuvazi” tezlerini, Sovyetler Birliği’nde burjuvaziyle zorunlu ama geçici bir uzlaşma dönemini ifade eden NEP ardına gizlemeye çalışmışlardır.
Bu konuda en önemli tartışma Kulakların (zengin köylüler, köy burjuvazisi) tasfiyesi döneminde Stalin’le Buharin arasında geçmiştir. Buharin de, tıpkı Mao Zedung gibi, burjuvazinin sosyalizme meyledebileceğini, “sosyalizmle bütünleşebileceği”ni (bu, yapacağımız alıntılarda farklı çeviri nedeniyle “burjuvazinin sosyalizme intibakı” olarak geçmektedir), böylelikle sınıf mücadelesinin uzlaşma ve sönmeye doğru gelişeceğim, çelişmelerin “uzlaşabileceği”ni savunmuştur. Buharin karşısında Stalin’in tavrı ve görüşleri öğreticidir:
“Kapitalistlerin sosyalizme intibakı teori ve pratiğiyle sınıfları ortadan kaldırmak mümkün müdür? Hayır, mümkün değildir. Böyle bir teori ve pratikle sınıflar sadece korunur ve ebedileştirilir, çünkü bu teori Marksist sınıf mücadelesi teorisine aykırıdır.”(Stalin’den aktaran: Leninizm Dizisi, 4. Defter, Inter Yay. sf.76)
Mao’ya göre de sınıflar, halk içinde yer alan burjuvaziyle birlikte kaldırılmayacak mı? Ve burjuvazi hem halk içinde sayılırken ve hem de halk üzerinde diktatörlük uygulanmayacağı altı çizilerek açıklanırken, bu sınıf mücadelesinin yalnızca yatışması değil, hatta aynı zamanda gereksizleşmesi ve sönmenin bir başka tarzda söylenmesi anlamına gelmiyor mu? Burjuvazi üzerinde zor yok, baskı yok, yalnızca “barışçı terbiye ve eğitim” ve “burjuvazi ile birleşme;” böylelikle burjuvazinin “yeniden kalıba dökülmesi.” Burada sınıf mücadelesinden eser var mıdır? Uzlaşma ve anlaşmanın genelleşmesi ve ikna vb. ile “eğitim” dışında? Ortadan kaldırmak var mıdır? Ve ama öte yandan, bu yoldan genel olarak hedef varsayılan “sınıfsız toplum”a gidileceği de öngörülmektedir. Sönmüş sınıf mücadelesi, salt anlaşma ve uzlaşmaya dayanan ve zaten kendisine hareket veren çelişmesi de “uzlaşabilir” olan bir tür “mücadele” ile sınıfsızlığa varma! Burjuvazi ile birlikte!
Stalin’den devam edelim:
“Sınıfların, proletaryanın acımasız sınıf mücadelesiyle ortadan kaldırılması- Lenin’in formülü budur.
“Sınıfların, sınıf mücadelesinin sönmesi ve kapitalistlerin sosyalizme intibak etmesiyle ortadan kaldırılması- bu da Buharin’in formülüdür.
“Bu iki formül arasında ortak ne olabilir?
“Buharin’in kulakların sosyalizme intibak etmesi teorisi, böylece Marksist-Leninist sınıf mücadelesi teorisine sırt çevirmeyi temsil etmektedir. Bu, kürsü sosyalizmi teorisine yakınlaşmadır.”(Age, sf.77)
Hem devlet burjuvazi ile paylaşılacak ve hem de dört sınıflı devlet, sınıf mücadelesinin temel aracı proletarya diktatörlüğünü gerçekleştirecek! Bu, sosyalizmi burjuvazi ile birlikte kuracağız demekten başka ne anlama gelebilir ki? Bu, ekonomide olduğu gibi, siyasette de burjuvazinin “sosyalizmle bütünleşeceği” teorisidir. Mao, Buharin’e göre bir adım daha ileri gitmiştir.
Partizan yazarı, Rusya’daki NEP uygulamasıyla Çin’de NEP’e benzettiği şey arasında kıyaslama yaparak şu farklılığı bulur:
“Lenin’in Rusya’da öne sürdüğü, ama gelişme olanağı bulamadığı (çünkü burjuvazi proletaryanın gücünü küçümsemiş ve Lenin’in öne sürdüğü koşulları reddetmişti) ama Çin’de gelişme olanağı bulan (çünkü burjuvazinin başka çaresi kalmamıştı) devlet kapitalizmi…”(Partizan, s. 10, sf.40)
Yazarın kafasında olan, sonuna kadar gelişecek bir devlet kapitalizmidir; bu satırlarda kendini ele veriyor. “Sınırlandırma”, “kısıtlama”, aslında sonu olmayan ve kapitalizmle sosyalizmin uyumunu sağlamaya yönelik tedbirler olarak anlaşılmakta ya da gereksiz yere (göz boyamak için) sözü edilmektedir. Başka türlü olabilir mi? Lenin Rusya’da devlet kapitalizmini sonsuza kadar uygulanmak üzere öne sürmedi ki. Bu tür “uyum” yaratmak için, “kulakları sosyalizme intibak ettirmek” için hiç ortaya atmadı. Doğal ki, devlet kapitalizmi ancak o kadar gelişme olanağı bulacak ve sonunda tasfiyeye kurban gidecekti. Gelişecek olanak bulamamasından daha doğalı yoktu. Çin’de ise gelişme olanağı bulduğu kesindir; ama zaten amaçlanan, Sovyetler Birliği’nden farklı olarak oydu! Bu, Lenin ile Mao ve Sovyetler Birliği’nde sosyalizmle Çin’de kapitalizm arasındaki farka işaret ediyor. Ve yazarın olanca uzunluğuyla NEP üzerine söylevlerinin tümünü geçersizleştiriyor.
Çin’de milli burjuvazi ile hem de sosyalizm döneminde birleşilmişti. Yazar, gelebilecek böyle bir eleştiriyi önceden karşılamak için kendisine soru sorulmuş gibi yapıyor ve devam ediyor:
“Denebilir ki, Çin’de ulusal burjuvaziyle siyasal, iktisadi ve örgütsel bakımdan bir birleşik cephe kurulmuştu, buna ne denir?
“Unutulmasın ki, Rus ve Çin devrimi farklı koşul ve ayrı çerçevede gelişen iki farklı devrimdir. Biri yarı sömürge yarı feodal bir ülkede gelişen demokratik bir devrim, öteki emperyalist bir ülkede gelişen proleter-sosyalist bir devrimdir. Önce bu farkı görmek gerekir…”(s. 10, sf.58)
Burjuvaziyle siyasal, iktisadi, örgütsel ittifakın şu gerekçesine bakılsın. Bir kez, üzerinde konuşulan sosyalizm dönemidir, iktidarın alınmasından sonrasıdır. Yazar sonra hâlâ yarı sömürge yan feodal bir ülkede yaşandığını ve demokratik devrim yapıldığını düşünmektedir! Aslında, doğrudur, tökezlemeler ortaya çıkmasına ve gerileme sürecine girilmesine karşın Çin’in iktidar sonrasında da demokratik süreçte kaldığı düşüncesine biz de katılıyoruz. Buna yazar karşı çıkıyor ve Çin’in sosyalist bir ülke haline geldiğini söylüyordu. Demokratik devrim yaparak mı Ve burjuvaziyle birlikte bulunarak mı sosyalist ülkenin ortaya çıktığı sorunu tartışmalı kalsa da, biz yazardan aktarmayı yaptığımız uzun sayfalar boyunca sosyalist inşa sırasında uygulanan NEP üzerinde tartışıldığını sanıyorduk, nitekim öyle de. Yazar uzun uzun bu konudan söz ediyor, klasiklerden bol aktarmayla NEP’i anlatıyor. Ama NEP önce proletarya diktatörlüğünü gereksiniyor, sonra sosyalist inşaya girişilmiş oluşunu; kısaca sosyalist devrim döneminde bulunuluşunu. Ama yazar, kalkıp Çin’in demokratik devriminden bahsediyor, onu, sosyalist devrim yapan Sovyetler Birliği ile kıyaslarken. Çok farklı dünyalarda yaşadığımız ve çok farklı pencerelerden çok farklı dünyalara baktığımız kesin! Ama ne desin, yazara hak vermiyor değiliz: İktidarda burjuvazi (de) olacak ve sosyalist devrim yapıldığı iddia edilecek! Bu çelişmeyi “çözmek” için bir aykırılık yapmak kaçınılmazdır.
Şu kesinlikle ortaya çıkmış oluyor yalnız: NEP ile Sovyetler Birliği’nde uygulanan NEP gerçekliğiyle Çin’de uygulanan şeye NEP adı takılması birbiriyle ilişkisiz iki farklı nitelikte şeydir.
Çin’de “farklı” olan, gerçeğiyle ilişkisiz olan sadece NEP de değildir. Çin’in burjuvazisi de “farklı”dır. Yazarımız bu “farklılık”ı açıklıyor:
“Unutulmasın ki, ne İngiliz burjuvazisi ve ne de Rus burjuvazisi halkla aynı barikatları paylaşmıyordu, karşı devrimciydi. Oysa Çin ulusal burjuvazisi geleneksel ittifak çizgisi eşliğinde, özgün koşullardan dolayı sosyalizmi kabullenmek durumunda kalmış farklı bir burjuvaziydi.” (s.TO. sf.62)
Önceden üzerinde durmuştuk, “farklılık”a ilişkin “netlik”i aktarmakla yetiniyoruz. Burjuvazi, nerede olursa olsun burjuvazidir; sömürücü, sınıf düşmanı. Onunla ittifak yapılıp yapılmaması, ne onun burjuva niteliğindeki farklılıktan kaynaklanır ne de farklı olduğu için ittifak yapılır. İttifak yapılacaksa, burjuvazi farklı olduğundan değil, koşullar farklı olduğu ve gerektirdiği için yapılır. En çok burjuvazinin konumunun farklı olduğu söylenebilir. Ne yapalım ki, yazarın burjuvazisi farklı! “Sosyalizmi kabullenen” türden, nevi şahsına münhasır bir burjuvazi!
Ve Mao gibi yazar da, sözde Çin NEP’inin gerekçesi olarak, burjuvazinin bu “farklılık”ını gösterirler.
NEP ve sosyalizmin inşasında burjuvazi ile yapılan işbirliği, Çin ulusal burjuvazisinin “ikili tabiatı”ndan, yurtseverliğinden, uzun yıllar boyunca oluşmuş uzlaşma geleneğinden, sonuçta sosyalizmi ve komünist partinin önderliğini kabule yanaşmasından kaynaklanmaktadır diye iddia eder yazar. Özgürlük Dünyası’nın Mao’ya yönelttiği “burjuvazinin sosyalizmi kabule yanaşması” değerlendirmesinin yanlışlığına ilişkin eleştiriye kızan yazar, bunu şöyle dile getirir:
“Burjuvaziyle yapılan işbirliği de koşulludur. Bu koşullar; onların, a) Sosyalizmi kabul etmeleri, b) Komünist Partisinin önderliğini benimsemeleridir. Ve Çin’de ulusal burjuvazi bu koşulları ta başından beri benimsemişti.” (s. 10, sf.59)
Ve Mao gibi; yazar da bu karakterli burjuvaziye Çin “sosyalizminin inşasında görev verdikleri gibi, bu inşayı yönetip gerçekleştirecek diktatörlük içinde de yer verirler. NEP’i vb. uygulamaya yetenekli tek diktatörlük ancak ve ancak proletarya diktatörlüğüyken, onlar, burjuvazinin de iktidar doruklarında olduğu dört sınıflı bir burjuva diktatörlüğüne (buna birleşik cephenin diktatörlüğü diyorlar) sosyalizmi inşa ettirir ve NEP’i uygulatırlar. Sosyalizm için, koşullar gereği geçici bir işbirliği zorunluluğu doğsa da (NEP Rusyası’nda olduğu gibi), tek başına proletaryanın hiçbir sınıfla paylaşmadığı kendi diktatörlüğü ve onun en temel örgütsel araç olacağı burjuvaziye karşı onu ortadan kaldırmayı amaçlayan bir tutum ve mücadele gerekliyken Mao ve yazar, burjuvaziyi iktidarla taçlandırırlar. Gerekçe aynıdır: “Burjuvazi sosyalizmi kabul edip desteklemektedir!”
“Çin koşullarında ulusal burjuvazi sosyalist inşayı desteklediği, gelişen tarihsel sürecin özgün aşamasının devrimine omuz verdiği için halk kortejindedir. Dolayısıyla, diktatörlüğün bir unsuru, bir müttefiki ve bir ittifak gücüdür.” (Partizan, s. 11, sf.60)
Proletarya diktatörlüğünden iktidarın proletaryaca başkalarıyla paylaşılmazlığı ile bu diktatörlüğün temel olarak işçi-köylü ittifakına dayanıyor oluşunun aynı sorunun iki ayrı yönünü oluşturduğu gerçeğini anlayamayan ve ittifak yapılıyorsa ve gerekliyse, ittifak yapılan gücün mutlaka iktidarda da yer alması gerektiği düşüncesiyle dar kafalılıktan kurtulamayan yazar, bu konudaki kafa karışıklığını Mao’dan devralarak yine sayfalar dolusu söyleve girişiyor.
Bizim, doğrudan Lenin’den devralarak savunduğumuz, proletarya diktatörlüğü sisteminde, proletaryanın iktidarı hiçbir sınıfla paylaşmayacağı, paylaşamayacağı yönünde söylediklerimizi, bunun proletaryanın ittifaklarını reddetmekle özdeş olduğunu sanarak, Troçkizmle suçlayan yazar, okuduğunu anla-yamayarak ve ne yaptığını bilmeden Stalin’den, bizi doğrulayan bir alıntı yaparak işe girişiyor. Aynen aktarıyoruz:
“Bilinmelidir ki, siyasal egemenliğini eline almış olan proletarya, egemenliği, ‘ona tek başına sahip olacağı bilinciyle almıştır.’ Ancak, ‘bununla birlikte bu bir tek sınıfın, iktidarı öbür sınıflarla paylaşmayan ve paylaşamayan proletarya sınıfının, amaçlarını gerçekleştirmek için öbür sınıfların emekçi ve sömürülen kitlelerin yardımına ve onların ittifakına gereksinme duymadığı anlamına gelmez. Tersine, bu iktidar, bu bir tek sınıfın iktidarı, ancak proletarya sınıfı ile küçük’ burjuva sınıfların emekçi kitleleri, her şeyden önce köylülüğün emekçi kitleleri arasında özel bir ittifak biçimi altında güçlenebilir ve sonuna kadar gerçekleştirilebilir.” (Stalin’den aktaran Partizan, s. 11, sf.58)
Bu Stalin alıntısından ne sonuç çıkar, ne anlaşılabilir?
1) Burada, üzerine basa basa proletaryanın iktidarını başka hiçbir sınıfla paylaşmadığı ve paylaşılamayacağı, iktidarın tek başına proletaryaya ait olması gerektiği gerçeği vurgulanmaktadır.
2) Bu, “tek başına iktidar”, proletaryanın diğer emekçi sınıflarla ittifakını engellemez, gereğini ortadan kaldırmaz, hatta tersine, zorunlu kılar, ikinci olarak üzerinde durulan budur. Pasaj, dolaysızca, bu iki yönün bir arada gerekliliğine ilişkindir.
Partizan yazan ise, her zamanki bıktırıcılığıyla bir dizi daha alıntı ve mantık yürütmeden sonra, proletaryanın hiçbir sınıfla paylaşamayacağı “tek başına iktidarı”nın, onun başka sınıflarla birlikte iktidarında yönetici gücü elinde tutması ya da proletaryanın önderliği anlamına geldiğini iddia eder.
İttifakta yönetici gücün tek bir sınıfın, yani proletaryanın elinde olması.
“Evet, aslolan budur; başta gelen budur.” (s. 11, sf. 59)
Bu, ne anlayışsızlıktır! Bir türlü karşı çıkılmak istenmeyen burjuvaziye mutlaka iktidarda pay verilmek istenmekte, bu nedenle göz göre göre, tahrifatçılık da demek mümkün değil, okunan farklı algılanmaktadır. İhtiyaçların gözleri kör etmesi, düşünceleri karartması bu olsa gerek!
İktidar herkesle paylaşılabilir! Burjuvaziyle bile! Çin’de böyle oluyor. Yeter ki, ittifakta yöneticilik elden bırakılmasın! Yazar, proletarya diktatörlüğünü, en fazla hisse senedine sahip olanın borusunun öttüğü holdinglerle karıştırıyor.
Yazar, bu kuyuya düşünce, artık bir daha da çıkamıyor, boğuşup duruyor kuyunun dibinde. Kamanev’le Stalin arasındaki tartışmaya getiriyor konuyu. Kuşkusuz, Stalin’i ve onun tartışmasını da anlayamıyor. Bir kez kuyudan yukarı doğru bakmaya başlıyor çünkü her şey tersine görünüyor artık. Şöyle sesleniyor Özgürlük Dünyası’na:
“Buna karşın hâlâ Kamanev gibi soruna yaklaşmak ve dolayısıyla, hâlâ, proletarya tek başına iktidar sahibidir, iktidarını hiçbir sınıfla paylaşmaz demek, Troçki’nin ‘saf proleter devrim’ teorisinden yana tavır koymak ve onun tutsağı olmak demektir.”(s. 11, sf. 60)
Yazar Troçkist olduğumuza iyice inandırmış kendisini, olur olmaz yerde Troçkizmi söz konusu ediyor. Bir uyan: Kanıtladığın şeye işim takmalısın sayın yazar. Ama kanıtlamak bir yana, henüz okuduğunu bile anlayamıyor ve kendini çürütecek alıntılar yapıyorsun! Özgürlük Dünyası hakkında yargılama yapabilecek ve onu tanımlayabilecek yeterlilikte değilsin! Kusura bakma, ama bu böyle.
Öncelikle, Stalin’le Kamanev arasındaki tartışma, “tek bir sınıfın iktidarı” gerekli mi, gereksiz mi tartışması değildir. Ama Kamanev’in kafası da Partizan yazarı’nınki gibi çalıştığından, o da, o tek sınıfın iktidarının proletaryanın diğer emekçi sınıflarla ittifakının ve bu ittifakın proletarya diktatörlüğünün temelini oluşturmasının önünde engel olduğunu sanmaktadır. Stalin’le Kamanev arasındaki tartışma, tam da bizimle Partizan yazan (ve Mao Zedung) arasındaki tartışmadır. Tartışmanın içeriği, tarafları ve tarafların söyledikleri açısından tıkışıdır.
Proletarya, diğer emekçi sınıflarla ittifakını (ve kuşkusuz NEP gibi dönemlerde burjuvazi ile -ona belirli ayrıcalıklar tanınmasını da içeren- geçici işbirliğini) gerçekleştirmek üzere, bunun için, ille de iktidarını başka sınıflarla paylaşmak zorunda değildir. Partizan yazarı da, Kamanev de, bunu anlamamaktadırlar. Yazarın yaptığı bütün alıntılar, bunu ortaya koyan belgelerdir.
Lenin ve Stalin, bazen, devletin ve hükümetin bir işçi-köylü devleti ve hükümeti olduğunu söylerler. Bu nedenle, Partizan yazarı gibi düşünenlerin kafaları karışmıştır. Aynı nedenle Stalin soruna açıklık getirmiş, bunun iktidarı paylaşmak anlamına gelmediğini, ama işçiler ve köylülerin çıkarlarına uygun bir devlet ve hükümete işaret ettiğini belirtmiştir. NEP sorununa dek uzanan şu tartışmaya bakalım:
“Sınıf niteliği itibarıyla proleter bir hükümet, nasıl olur da işçi-köylü hükümeti olarak adlandırılabilir? Ama bu, sadece görünürde bir çelişkidir. Aslında buradaki ‘çelişki’, bizim bazı sivri zekâlılarımızın, Lenin’in proletarya diktatörlüğüne ilişkin şu iki formülü arasında görmeye çalıştıkları çelişki ile aynı türdendir; Bu formüllerden birincisi: ‘Proletarya diktatörlüğü, bir sınıfın iktidarıdır’ derken, diğer formül şöyle demektedir: ‘proletarya diktatörlüğü, emekçilerin öncüsü proletarya ile emekçilerin çok sayıdaki proleter olmayan tabakaları (küçük burjuvazi, küçük mülk sahipleri, köylülük, aydınlar vb.) arasındaki sınıf ittifakının özel bir biçimidir.” (Stalin’den aktaran, Leninizm 3. Defter, sf.85)
Proletaryanın iktidarını mutlaka paylaşması ve proletarya diktatörlüğünün mutlaka ‘bir kaç sınıfın ortak diktatörlüğü ‘olması gerektiğine iman etmiş Partizan yazarının kolay tatmin olacağını sanmadığımızdan, bir sayfa sonra, yazının devamında Stalin’in, madde madde “proletaryanın devletsel önderliği”nin ne anlama geldiğini anlattığı bölümü de aktaracağız.
“a) burjuvazinin artık devrilmiş olması;
b) proletaryanın iktidarı başka sınıflarla paylaşmaması;
c) proletaryanın, geniş köylü kitlelerini beraberinde götürerek, sosyalizmi inşa etmesi demektir.” (Age, sf.86)
Partizan yazan ne diyor?
“Proletarya, diktatörlüğünü değil, bu diktatörlükte önderliğini kimseyle paylaşmaz. Bunlar farklı şeylerdir. Ve Stalin-Kamanev polemiğinin özü de bu noktaya dayanır.” (s. 11, sf. 61)
Merak ediyoruz, yazar bu işi nasıl toparlayacak!
Proletaryanın “diktatörlüğünü” başka sınıflarla paylaştığı, Sovyetler Birliği’nde köylülerle paylaştığı, NEP döneminde buna burjuvazinin (Nepmanların) de katıldığı, paylaşılmayanın, yalnızca “diktatörlükte önderlik” olduğu, ittifak ve geçici işbirlikleri içinde olunanların mutlaka diktatörlük yönetiminde de yer aldığı düşüncesinin doğruluğuna softaca inanan Partizan yazan; bu konuda, Lenin’den de bir alıntı “bularak” “kalbimize bıçak gibi saplıyor”! Teorimizi “tuz-buz eden” alıntı şu:
“Kuşkusuz, bizim Sovyetler Cumhuriyetimizde toplumsal rejim iki sınıfın, işçiler ile köylülerin işbirliği üzerine kurulmuştur -bu işbirliğine, bugün bazı koşullarda ‘nepman’lar, yani burjuvazi de kabul edilmiştir.” (Lenin’den aktaran Partizan, s. 11, sf.61)
Lenin’in de burjuvaziyi, Mao Zedung gibi, halk saflarında gördüğü, sosyalizmi onunla birlik ve beraberlik içinde inşayı önerdiği, burjuvaziyi sosyalist sistemin bir bileşeni olarak değerlendirdiği üzerine ciddi bir kanıt bulduğunu sanıyor yazar, iddialı.
Önce, Lenin’in bu sözlerinden yıllar sonra, konuya ilişkin olarak Stalin’le Buharin arasında yürütülen tartışmaya bakalım:
“Buharin konuşmasında, kulakların sosyalizme intibakı teorisini, ünlü bir Lenin alıntısına işaret ederek güçlendirmeye çalıştı. Lenin’in Buhrin’le aynı şeyleri söylediğini iddia etti.
“Bu doğru değildir yoldaşlar. Bu, Lenin’i kaba, kabul edilmez biçimde karalamak anlamına gelir.
“İşte bu Lenin alıntısının metni:
” ‘Sovyet Cumhuriyetimizde sosyal düzen, iki sınıfın, işçilerle köylülerin işbirliğine dayanır ki buna şimdi belirli koşullar altında NEP’çilerin, yani burjuvazinin de katılmasına izin verilmiştir.’
“Görüyorsunuz, burada, kapitalist sınıfın sosyalizme intibak etmesinden tek söz bile edilmemiştir. Burada söz konusu edilen, işçilerle köylülerin birliğine, ‘bazı koşullar altında’ NEP’çilerin de, yani burjuvazinin de katılmasına ‘izin verdiği’mizdir.
“Bu ne anlama gelir? Böylece NEP’çilerin sosyalizme intibak etme imkânını kabul etmiş mi oluyoruz? Elbette, hayır. Ancak utanma duygusunu yitirmiş olanlar, Lenin’in söylediklerini böyle yorumlayabilirler. Bunun anlamı, burjuvaziyi şu anda yok etmediğimiz, mülkiyetine el koymadığımız, bilakis, belli koşullar altında, yani kapitalistlerin sürekli kısıtlanması ve giderek ekonomik yaşamdan atılmasına yol açan proletarya diktatörlüğü yasalarına mutlak tabi olma koşulları altında, varlığını sürdürmesine izin verdiği’mizdir.
“Amansız bir sınıf savaşı olmaksızın kapitalistleri defetmek ve kapitalizmin köklerini yok etmek mümkün müdür? Hayır değildir.
“Kapitalistlerin sosyalizme intibakı teori ve pratiğiyle sınıfları ortadan kaldırmak mümkün müdür? Hayır, mümkün değildir. Böyle bir teori ve pratikle sınıflar sadece korunur ve ebedileştirilir, çünkü bu teori Marksist sınıf mücadelesine aykırıdır.” (Stalin’den aktaran 4. Defter, sf. 75-76)
Sovyetler Birliği’nde, yazanınızın dediği gibi, ne burjuvazi ile birlikte sosyalizm inşa edildi ve burjuvazi “sosyalizmi kabule yanaşıyordu”, ne burjuvazi “diktatörlüğün bir unsuru”ydu ne de onunla, proletarya diktatörlüğü yasaları uyarınca sürekli sınırlandırma ve ekonomik yaşamdan tümden atılmasını kapsamayan, buna yönelik olmayan bir işbirliği ya da daha ötesinde bir ittifak ve oluşturulmuş bir birleşik cephe kurulmuştu. Söz konusu olan, yalnızca, burjuvazinin “farklı bir burjuvazi” olmadığı bilinerek bir dönem burjuvazi ile geçici bir işbirliğiydi. Anlamı, yalnızca belirli bir dönem onun mülkiyetine el konulmasının ertelenmesi olan bir işbirliği.
Lenin de Stalin de karşıtın karşıt olduğunu biliyor ve buna uygun davranıyorlardı. Uzlaşmaz karşıt. Sınıf düşmanı. Bu, “açık” ve “net”ti! Lenin ve Stalin, Mao değillerdi, onun sosyalist inşaya ilişkin tek bir fikir ve uygulamasını doğrulayan hiçbir şey söyleyip yapmadılar.

MAO VE PARTİ ÖĞRETİSİ
Karşıtların birliğinin Maocu diyalektiği, Leninist parti öğretisini kendine uyarlamamazlık edemezdi. Maocular, “birin ikiye bölünmesi” tezinden kalkarak proletaryanın partisini de proletarya-burjuvazi bölümlemesine uğrattılar ve partiyi bu iki karşıtın -birinin dışardan etkisi dolayısıyla değil- doğrudan, sınıf ve çizgi olarak çatışmasının alanı olarak kavrayıp ilan ettiler.
Maoculara göreyse, Mao, Leninist parti öğretisini de “parlak bir şekilde geliştirmiş” ve “iki çizgi mücadelesi” teziyle Leninizm’e katkıda bulunmuştur.
Mao’ya göre, parti, toplumdan ve sınıf mücadelesinden soyutlanamayacağına göre, içinde, iki yön, iki çizgi arasında, proleter ve burjuva dünya görüşleri ve bunlar arasında mücadele kaçınılmazdır. Kendinden önce gelen Marksizm’in klasikleri bu zorunluluğu açık olarak ortaya koyamadıkları için, bu teori, Mao’nun Leninizm hazinesine katkısıdır!
Böylelikle, bir komünist partisi için büyük bir tehlike ve temizlenmesi gereken bir olumsuzluk olan parti içinde ortaya çıkabilecek (ya da partiye sızabilecek) burjuva çizgiler, kaçınılmaz varlığı öngörülen ve istenen, partinin diyalektiğinin bir unsuruna dönüştürülmektedir.
Mao ve Maocular doğrudan hareketle yanlışa varıyorlar: “Her şey karşıtıyla varlaşır” doğrusundan hareket ediyor, komünist partide burjuvazi ve burjuva çizgisinin varlığını meşrulaştırıyorlar.
Elbette komünist partisine burjuva sızmalar olabilir ve içinde burjuva çizgiler ortaya çıkabilir. Ancak komünist partinin asıl zıtlığı, kendi içinde değil dışındadır, burjuva kapitalist düzen ve onun partileridir, içerdeki zıt unsurlar buradan yansırlar. Karşıtların birliği ve mücadelesinin, komünist parti açısından, asıl anlam ve alanı budur.
Proletarya partisinde burjuva unsur ve çizgiler, bu alandan, yani partinin dışından, burjuva düzenden, partinin, kendisini yıkmak üzere kurulmuş olduğu kapitalizmden kaynaklanan sızma, etkileme, satın alma vb. faaliyetleri sonucu ortaya çıkmaktadır. “Oportünistler, burjuvazinin işçi hareketi içindeki ajanlarıdır” derken Lenin’in kastettiği de budur.
Lenin ve Stalin, proleter parti anlayışını hiçbir oportünist çarpıtmayla lekelenmeyecek açıklıkta ortaya koymuşlardır. Buna göre, parti, sınıfın öncü örgütüdür, devrim ve komünizm mücadelesine önderlik edebilecek kararlılık ve bilinç düzeyindeki işçileri kucaklayan ve ama sınıfın bütün kesimleriyle yakından bağlı öncü müfrezedir. Program ve taktiklerinin hayata geçirilebilmesi için, gönüllülük temelinde ama en sert disiplin içinde örgütlenip çalışan komünistlerin, işçilerin organik bileşimidir parti.
Bu durum, kuşkusuz, parti içi tartışmaları ortadan kaldırmaz, tersine gereksinir. Ancak, partinin bir tartışma kulübüne dönüştürülmesine malzeme de edilemez. Parti mücadele içinde omuz omuza olanların özgürce tartışabildikleri bir örgüttür. Ancak böyle bir örgütte, çelişkiler, tartışmalar, eleştiri ve özeleştiriler, partinin daha sağlam ve sağlıklı bir çizgide mücadele edebilmesinin koşullarını yaratır. Devrim ve komünizmin zaferi için, böyle bir örgütte, tartışılamayacak şey, eleştirilemeyecek kişi, organ ve görüş yoktur, olamaz. Tek koşulla: Herkes üzerine düşen örgütsel görevleri canla başla yerine getirecek ve mevcut parti çizgisini hayata geçirecektir. Ve parti, ancak saflarını oportünist öğelere kapalı tutabildiği, içine sızmış bu tür unsurları ayıklayıp onlardan arınabildiği ölçüde devrimci görevlerini yerine getirebilir.
Bundan, partideki her farklı düşüncenin burjuva çizgiye karşılık düştüğü ya da her sapmanın derhal idari tedbirlerle parti dışına atılması gerektiği sonucu çıkmaz. Sınıfa ve partiye karşı görevlerini yerine getiren her parti üyesinin, doğru ya da yanlış, görüşlerini, parti merkezi ve organlarına ileterek parti gündemine getirme hakkı vardır. Parti içinde çelişmeler, demokratik merkeziyetçilik temelinde ve eleştiri-özeleştiri yöntemiyle çözülür.
Parti içinde oportünizmin sistemleşmiş hali ise hizipçilik ve hizip faaliyetleridir. Hizipçilik partiyi iki başlılığa ve yıkıma götüren yoldur ve proletarya partisinde bu kabullenilemeyecek olan şeydir. Tek tek yanlış fikir ve sapmalarla oportünist faaliyet arasındaki fark burada ortaya çıkar. Bu nedenle Leninist parti, “hiziplerin varlığıyla bağdaşmayan” ve “saflarından oportünist öğeleri atarak güçlenecek” bir örgüttür (Stalin).
“Saflarında reformistler, Menşevikler bulundukça, der Lenin, proletarya devrimini muzaffer kılmak, bu devrimi korumak imkânsızdır.” Stalin, Leninist partiyi işlediği ünlü konuşmasında şunları da söyler:
“Partideki oportünist unsurlar, hizipçiliğin kaynağıdır. Proletarya dışa kapalı bir sınıf değildir. Köylü, küçük burjuva kökenli unsurların, kapitalizmin gelişmesi sonucunda proleterleşmiş aydınların durmadan bu sınıfa aktıkları görülür. Aynı zamanda, burjuvazinin sömürgelerden elde ettiği ekstra kârlarla beslediği proletaryanın üst tabakaları, özellikle sendika yöneticileri ve parlamenterler, bir yozlaşma süreci geçirir. ‘Yaşam tarzlarıyla’ der Lenin, ‘kazançlarıyla, dünya görüşleriyle tam küçük-burjuva niteliği taşıyan bu burjuvalaşmış işçi tabakası ya da ‘işçi aristokrasisi’, II. Enternasyonal’in esas desteğidir (askeri değil). Çünkü bunlar, işçi hareketi içinde burjuvazinin gerçek ajanları, kapitalist sınıfın işçi uşakları, … reformizmin ve şovenizmin gerçek yaylalarıdır. ‘
“Bütün bu küçük-burjuva gruplar şu ya da bu şekilde partiye sızarlar; partiye kararsızlık ve güvensizlik ruhunu getirirler. Hizipçiliğin ve çözülmenin kaynağını, örgüt dağıtıcılığının ve partinin içten parçalanmasının kaynağını esas olarak onlar oluşturur. Ardında böyle ‘müttefikler’ varken emperyalizme karşı savaşmak, kendini hem cepheden hem de cephe gerisinden iki ateş arasında bırakmak demektir. Bu yüzden, böyle unsurlara karşı amansız mücadele ve bunların partiden kovulması, emperyalizme karşı mücadelenin başarısı için ön şarttır.
Parti içinde ideolojik mücadele ile oportünist unsurların ‘aşılabileceği’ teorisi, bir ve aynı parti çerçevesi içinde bu unsurların ‘üstesinden gelinebileceği’ teorisi, partiyi felce ve kronik hastalığa mahkum etmenin belirtisi olan çürük ve tehlikeli bir teoridir; bu teori, partinin oportünizme peşkeş çekilmesi tehlikesini doğurur; proletaryayı devrimci partisinden, emperyalizme karşı mücadelesinde en önemli silahından yoksun bırakmakla tehdit eder. Eğer saflarında Martov ve Dan’lar, Potresov ve Akselrod’lar bulunsaydı, partimiz doğru yolu tutamaz, iktidarı ele geçirip proletarya diktatörlüğünü örgütleyemez, iç savaştan zaferle çıkamazdı. Eğer partimiz iç birliğini ve saflarının eşsiz birliğini sağlayabildiyse, bu her şeyden önce oportünizm pisliğinden kendini zamanında arındırması, saflarından tasfiyecileri ve Menşevikleri kovmasını bilmesinden ötürüdür. ” (Stalin, Eserler, Cilt 6, sf. 173-174)
Peki, bu, partinin yanılmazlığı, üyelerinin ve önderliğinin hata yapmazlığı anlamına mı gelir? Kuşkusuz hayır.
“ ‘Siyasi bir partinin kendi hatalarına karşı tavrı’, diyor Lenin, ‘bu partinin ciddiyetinin, sınıfına ve emekçi kitlelere karşı yükümlülüklerini gerçekten yerine getirmesinin en önemli ve en emin kıstaslarından biridir. Hatayı açıkça kabullenmek, nedenlerini ortaya çıkarmak, hataya yol açan koşulları tahlil etmek, hatayı ortadan kaldırmanın yollarını özenle araştırmak -işte ciddi bir partinin belirtileri bunlardır.’ ” (Leninizm Nedir? Inter Yay. sf. 104)
Partizan yazarının “Özgürlük Dünyası’nın incileri” olarak nitelediği şu cümlemize bakalım:
“… Üstelik içinde bir burjuva çizgisinin oluşması, partinin canlılığının değil, çürümesinin, yozlaşmasının bir göstergesi olabilir.”
Başka ne olabilir ki? Maocu diyalektik öyle gereksiniyor diye, burjuvazi çürüme unsuru olmaktan çıkmaz ki. Parti içinde burjuvazi ve burjuva bir çizgi, canlılığın, gelişmenin, partinin yükselmesi ve birlik ve bütünlüğünün kuşkusuz işareti olamaz. Ama burjuvazi ile sosyalizmi de kuran Partizan yazan, partiyi çürüme yoluna sokanın burjuva eğilimler ve çizgi olduğu şeklindeki düşüncemizi tersyüz edip ardından kendi kafasında belirlediği “düşünceler”e saldırarak yorum yapıyor:
“Eğer farklı eğilim ve fikirlerin partiye sızması kaçınılmazsa, bu neden partinin çürümesi ve yozlaşması demek olsun ki? Bu daha işin başından partiyi çürümenin ve yozlaşmanın partisi olarak damgalamak olur. Dahası, eğer farklı görüşlerin partiye sızması kaçınılmazsa, partinin çürümesi de kaçınılmazdır. Biri diğerinin varlık koşulu olarak görülüyor Hocacılarımız da. Dolayısıyla kaçınılmazlık, yozlaşmanın ve çürümenin nedeni olarak işlev görüyor.
“Hocacılarımızın bu formel mantık silsilesi bakın onları nerelere kadar götürüyor. Diyorlar ki, proletaryanın partisi ‘kendi içinde baş gösterecek eğilimlere karşı uyanık ve tasfiyeci olmak zorundadır.'” (Partizan, s. 11, sf. 66)
Demagoji yapabilmek de yetenek işidir. Parti içinde, karşısında uyanık ve tasfiye olunacak eğilimler, sıradan, herhangi eğilimler değil, burjuva eğilimler, onların bir çizgi oluşturmak üzere gelişmesi ve hayat bulmasıdır. “Burjuva eğilimler” yerine “eğilimler” denince, Özgürlük Dünyası’nın içinde “çıt çıkmayan” bir parti öngördüğü ispatlanmış oluyor! Ve ardından, yine Lenin’den bir “hançer” daha:
“Parti içinde düşünce özgürlüğünü kabul ederiz…”
Ve yazarımız sürdürüyor:
“Oysa Hocacılarımız Leninizm adına parti içinde her türlü farklı eğilim ve fikirlere karşı tam bir tasfiye uyguluyorlar. Herkes aynı şeyi düşünecek, aynı şeyleri konuşacak, aynı sesi çıkaracak ve buna da Leninizm denecek! ” (s. 11, sf. 67 abç.)
Savunduğumuz düşünceleri, sokuldukları yeni durumda, biz de tanıyamadık.
Ve yazar söz konusu teşhisi yalnızca bize koymamış:
“Eğer gerçek durum böyle olmasaydı anlı-şanlı KP’lerin kendilerini iki çizgi mücadelesine kapalı tutan tekdüze KP’lerin zıddına dönüşmesi ve burjuvalaşması açıklanamazdı. Nedir ki, makasçılığı meslek edinmiş Hocacılarımız yaşanan onlarca pratikten hala öğrenmesini becerememişlerdir.” (s. 11, sf. 72)
İş, ne bizimle ne de “Hocacılar”la sınırlı kalıyor, tüm eski Bolşevik komünist partilere eleştiriye dönüşüyor. Bu bir Dimitrov eleştirisi mi, Stalin ya da Lenin eleştirisi mi? Kökeni nerelere kadar gidiyor? Aksini iddia etmeyecekseniz(!), Marksist önderlerin tümü oportünist unsurların partiden kovulması ve burjuva çizgilere yaşam hakkı tanımama konusunda hemfikirdiler. Ne Lenin Menşeviklerle ne de Stalin Buharin, Troçki, Kamenev’lerle birlikte yaşadı. Birlikte yaşamayı seçseler parti daha mı güçlü ya da Mao’nun deyişiyle “aşılanmış” olacaktı? Sovyetler Bir-liği’nde geri dönüşü, partinin Kruşçev’i iktidara getirecek oportünist öğelerin vaktinde ortaya çıkarılıp saf dışı edilememesinde değil de, onlara özgürlük verilmemiş olmasında arayan liberal, oportünist düşüncelerle nereye varılabilir?
“Tam da iki çizgi mücadelesini içine sindiremeyenler zapturaptla işe soyunanlar çelikten irade birliğini sağlayamazlar. Görünürde her şey zapturaptla yolunda gözükür, ama nedir ki çelişkiler, farklı görüşler kuluçkaya yatırılmıştır ve uygun ortam kollanmaktadır.”
Herhalde doğru olan, kuluçkaya yatırılmış çelişkilerin üzerine anaç tavukça oturup civcivin sağ salim doğumunu sağlamak olmasa gerek. Yumurtanın içinde bir canavar (burjuva dünya görüşü) olduğunu biliyorsanız, daha kuluçka döneminde bunu ortaya çıkarıp saf dışı etmek, geçmişten ders almak tam da bu konuda, daha uyanık, daha tetikte bir parti istemek gerekmez mi?
Görünüşte Partizan yazarı da “son çare” olarak tasfiyeyi reddetmiyor. “Tasfiye, ancak, ideolojik mücadele belli bir noktaya ulaştıktan sonra partinin siyasal taktiğinin bir aracı olarak devreye girer” sözlerinden bu anlaşıyor. Bu kuşkusuz doğrudur, kimse hiç bir ideolojik, siyasal mücadele olmaksızın, en başında tasfiye önermiyor. Ancak, Maocu parti modeli karşısında bu son çare olarak “tasfiye” de hiç bir devrimci anlam ifade etmiyor. Kapısı daima bir ikinci çizgiye ve burjuvaziye açık bir parti, birkaç iflah olmazı kapı dışarı etse ríe olur, etmese ne?
Geçmişte komünist partilere tekdüze, teksesli, despotik vb. suçlamaları, iktidara gelen Kruşçev revizyonistleri tarafından gündeme getirilen revizyonist suçlamalardır. Bu dönemde revizyonizmin oldukça yoğun etkisinde kalan ÇKP ve Mao Zedung, “kişiye tapmaya karşı açılan kampanya” sırasında olsun, Yugoslavya ve Tito’ya itibar iade edilmesi sırasında olsun revizyonizmin yanında yer alır. Stalin’in sağlığında söylenmeyen bir dizi iftira ve oportünist tez ve teori, O’nun ölümünden sonra komünist hareketin uluslararası platformlarında piyasaya sürülür. Mao Zedung ve ÇKP heyetleri de bu platformlarda üzerlerine düşen payı ortaya koyarlar. (1956’daki SBKP 20. Kongre’sinden sonra Mao Zedung; daha önce sözünü etmediği bir dizi karalamayı Stalin’e yöneltmeye başlar. Çin Devrimi’nin tarihindeki sağ ve sol hataların sorumluluğunu Stalin’e yükler. Stalin’in Sovyet ekonomisini inşada yanlışlıklar yaptığını, köylüleri ezdiğini, karşı-devrimcileri bastırmada ileri gittiğini, sadece komünist partiye izin vermekle yanlışlık yaptığını, Yugoslavya ve Tito konusunda haksız davrandığını ve son yıllarında Çin’e de büyük baskılar yönelttiğini öne sürer. Kruşçev’e yönelik eleştirisi ise, Stalin’i yargılama konusunda aşırı gitmek şeklindedir.)
Sovyetler Birliği’nde partiden atılan revizyonist ve bürokratların Kruşçev tarafından itibarlarının iade edildiği ve tekrar partiye kabul edildikleri dönemde, ÇKP adına, komünist ve işçi partileri temsilcilerinin Moskova toplantısında (18 Kasım 1957) Mao’nun şu görüşleri ortaya konur:
“Şimdi, yoldaşlar arasındaki ilişkilere geri dönelim. Ben, herhangi bir yanlış anlama olduğu zaman yoldaşların birbirleriyle görüşmelerini öneriyorum. Kanımca bazıları, insanların bir kere komünist partisine girdiler mi, hiç ayrılıkları ya da yanlış anlamaları olmayan evliyalar haline geldiğini, partinin tahlil edilemeyeceğini, yani partinin yekpare, tekdüze bir şey olduğunu ve dolayısıyla görüşme yapmaya gerek olmadığını düşünüyorlar. Sanki partiye giren herkesin yüzde yüz Marksist olması gerekirmiş gibi. Aslında Marksistler de derece derecedir; yüzde 100, 90, 80, 70, 60, 50 Marksist olduğu gibi, sadece yüzde 10 ya da 20 Marksist olanlar da vardır. ” (Mao Zedung, Seçme Eserler 5, sf. 595)
Stalin’e biçtiği Marksistlik payı ise yüzde 70’tir.
Her yüzdeden “Marksist”in yani sayısız oportünistin cirit attığı bir parti için Mao’nun önerisi ise, uzlaşma, karşılıklı görüş alışverişi ile “Marksist bir temelde birleşme”dir.
1957 ve sonrası yazılarında Mao’nun parti ile ilgili yazılan çoğu kez parti içindeki sağcılar, orta-yolcular ve solcularla ilgilidir. Kendi iktidarını da, bazen birine bazen diğerine, onların oluşturduğu gruplara dayanarak diğerine karşı mücadele etme temelinde yürütür. Yine Mao Zedung, parti içindeki küçük burjuva kadroların varlığından Söz ederken, bunu toplumdaki sınıfsal çeşitliliğe bağlar ve meşru görür. Bu konuda Ağustos 1956 tarihli ÇKP 8. Kongresi hazırlık toplantısında Mao’nun yaptığı konuşma ilginç bir belge oluşturur. Mao burada, 7. Kongrede kendi özel çabasıyla partide kalabilmiş iki “su katılmamış oportünistin, Vang ming, Li Li-San’ın parti merkez komitesine seçilmesi için propaganda yapar. Açıklamaları önemlidir. Her şeyden önce:
“Van Ming ve Li Li-San meselesi sadece iki bireyle bir mesele değildir; burada, önemli olan, temelde yatan toplumsal nedenlerin bulunmasıdır. Çok sayıda üyenin can alıcı anlarda yalpalaması, bu toplumsal nedenlerin partimiz içindeki yansımalarından biridir. Bu yalpalayan unsurlar oportünist niteliktedir. Yani bu gibi insanlar, bir çıkar umdukları zaman bir şey, başka yerden bir çıkar umdukları zaman ise dönüp başka bir şey yaparlar. Belli ilkelerden, belli kurallardan ve belli yönelimden yoksundurlar, bugün bu tarafa, yarın o tarafa giderler. Örneğin Vang Ming tıpkı böyledir. Önceleri aşırı ‘solcuydu, daha sonra ise aşırı sağcı oldu.” (Mao, Seçme Eserler 5, sf. 366)
Ama bunlar yalnızca partide kalmamalı, merkez komitesine de seçilmelidirler! Bu, “aşırı devrimci” (!) parti anlayışı savunucusu Mao devam eder:’
“Parti çizgisine ilişkin hatalar yapan Vang Ming ve Li Li-San şimdi merkez komitesine seçilecek olurlarsa, hata yapmamış olan ya da sadece küçük hatalar yapmış olan yoldaşlar iki üyeliği onlara bırakmak zorunda kalacaklardır. Bu, dünyanın en haksız şeyi değil midir? Bu açıdan bakıldığında, gerçekten de haksız bir şeydir. Çünkü doğru bir biçimde davranmış olan ya da sadece küçük hatalar yapmış olanlar, yerlerini büyük hatalar yapmış olanlara bırakmak zorunda kalmaktadırlar. Bunun haklılıkla bir ilgisinin olmadığı, tamamen haksız bir şey olduğu apaçık ortadır. Eğer bu açıdan bir karşılaştırma yapılacak olursa, doğru olmaktansa hatalı olmanın, küçük hatalar yapmaktansa büyük hatalar yapmanın daha iyi olduğunu kabul etmek gerekir. Fakat başka bir açıdan bakıldığında mesele tamamen farklıdır. Onların parti çizgisi konusundaki hataları bütün ülkede ve bütün dünyada bilinmektedir ve işte onları seçmemizin nedeni de bu kadar ünlü olmalarıdır. Elden ne gelir? Onlar böyle isim yapmış olduğu halde, hata yapmamış ya da sadece küçük hatalar yapmış olan sizler onlar kadar ünlü değilsiniz. Bizimki gibi küçük-burjuvazinin sayıca çok kalabalık olduğu bir ülkede, onlar birer örnek oluşturmaktadır. Eğer onları seçersek, çok kişi, ‘komünist partisi ‘onlara karşı sabırlı davranmaya devam ediyor ve düzelecekleri umuduyla onlara iki üyelik vermeye hazır’ diyecektir. Düzelip düzelmeyecekleri ayrı bir meseledir ve sadece kendilerini ilgilendirdiği için de önemli değildir. Burada önemli olan, bizim toplumumuzda küçük burjuvazinin sayıca çok kalabalık olması, partimiz içinde çok sayıda küçük burjuva kökenli yalpalayan unsurun bulunması ve aydınlar arasında da böyle yalpalayan unsurların çok sayıda var olmasıdır; bunların hepsi de bu iki olayın nasıl gelişeceğini merak etmektedir. Bu iki örneğin hala orada durduğunu görünce rahat edecekler, iyi uyuyacaklar ve memnun kalacaklardır. Eğer bu iki örneği alaşağı ederseniz, paniğe kapılabilirler. Dolayısıyla mesele, Vang Ming ile Li Li-San’ın doğru yola gelip gelmeyecekleri meselesi değildir; bu, o kadar önemli de değildir. Önemli olan, yalpalamaya açık küçük burjuva kökenli milyonlarca parti üyesinin, özellikle de aydınların Vang Ming ve Li Li-San’a karşı nasıl bir tutum takındığımızı izlemekte olmalarıdır.” (Mao, Age. sf. 367)
Mao’nun kaleminden ÇKP gerçeği! Sosyalizmin, sosyalizmi kabul eden burjuvaziyle birlikte inşa anlayışı, oportünist öğelerin cirit attığı, “milyonlarca küçük burjuva”nın üyesi olduğu bir parti merkez komitesine onların önderlerinin önerildiği, burjuvaziyi ürkütmemek üzere bu önderlere karşı uzlaşma ve geri çekilme çizgisi izlenen “iki çizgili” bir parti anlayışını ortaya çıkartmamazlık edemezdi.
Söze gerek yok! Lenin ve Stalin’in parti anlayışıyla Mao’nun aşırı sağcı anlayışı arasındaki fark, kendisini daha ilk adımda belli ediyor. İncelemek isteyen en dar kafalı bile farkı kolaylıkla görebilir. Fark, Leninizm’le Maoizm arasındadır.

Eylül 1993

Yorumlar kapatıldı.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑