Temizleyin bu pisliği!

Pisliği temizleyecek tek güç, bu kan ve irin yığınından hiç bir çıkarı olmayan, Ergun Göknel’den de, bir başka hırsız burjuvadan da tek kuruş sus payı almamış ve alamayacak olan işçiler ve emekçilerdir. Pisliği temizlemenin yolu ise, düzenin şurasını burasını onarmak değil, onu coşkun bir devrim tufanının dalgaları içinde boğup yok etmektir. Böyle bir çağrı, böyle bir devrimi başaracak olan güçlere, işçi sınıfımıza ve yoksul emekçi yığınlarına yapılabilir: Temizleyin bu pisliği!

Ergun Göknel’in kimliğinde ortaya dökülen ve günlerdir burjuva basın ve yayın organlarında en şiddetli aşağılamaların, hakaretlerin ve felaket çığlıklarının konusu yapılan yolsuzluk, Türkiye’nin ekonomi-politiğinde olduğu kadar burjuvazinin siyaset ve ideolojisi hakkında da, görmek isteyen herkesin önüne gerçeği en çıplak haliyle koydu..
Göknel, aslında sistemin ve devlet içi ilişkilerin hiç de yabancısı olmadığı bir yöntemle, “para biriktiriyordu”! Bu yolu kullananların ilki değildi, o tutuklanınca kendisi gibi “çalışanların” sonu da gelmedi. Söz konusu yöntem, Türkiye’de özellikle 12 Eylül’den sonra azami ölçekte kullanılan bir “sermaye birikimi” tarzıdır. Spekülasyon, rüşvet, kaçakçılık, kambiyo işlemlerindeki kural dışı yollar, borsa oyunları, vs. sermayenin devrini hızlandıran, devir yolunu kısaltan, olağan kapitalist sermaye birikim ve merkezileşme yollarının dışında da olsa, eninde sonunda emek sömürüsünü katlayan yollar olarak itibar kazandı. Ekonomi, bir “kara para ekonomisi” olarak tescil edildi ve bu özelliğiyle genelleştirildi.
Ergun Göknel, olayların gelişmesinin gösterdiği gibi, karmaşık kara-para ilişkilerinin zinciri içindeki sayısız paylaşma alanlarından biri üzerinde, burjuvazinin içindeki siyasi ve sektörel çelişmelerin bir parçası olarak yer tutuyordu.
Basın, kara-para tekellerinin çıkar çelişmelerine göre parsellenmişti ve her tekel bir diğerinin kirli çamaşırlarını basına sızdırmayı rekabetin bir unsuru olarak kullanıyordu. Tabii, bu sızdırma, daima sistemin kendisini yaralamayacak sınırlar içinde tutuluyordu. Milliyet gazetesinin, aylardır sürdürdüğü “Temiz Toplum” kampanyası, bu yumuşak dokundurmaların bir koleksiyonunu veriyor, bir yandan tekeller-arası savaşta saf tutarken, diğer yandan da, halkta büyük bir nefret ve öfke doğuran pisliklerin, sistem içinde temizlenebilir olduğu mesajını yaygınlaştırmaya çalışıyordu. Ergun Göknel olayı, basının tümünün aynı ölçüde ve aynı saldırganlıkla ele aldığı bir olay olarak dikkat çekti. Burjuvazinin hiç bir fraksiyonu, Göknel’i görmezlikten gelmedi. Aksine, hepsi, alışılmamış bir biçimde gözünü dört açarak “olayın üstüne gitti”.
Bu “titizlik” ve “temizlik” çığırtkanlığı, Göknel’in üzerinden geçip, belli başlı tekellere uzanmaya başladığında ise, basın bunların kimini görüp kimini görmeyerek, bütünlüğünü kaybediyor. Bu noktada, hangi gazetenin hangi tekeli, Göknel’in harcanma sınırlarının dışında tutacağı, ilgiyle izleniyor. Göknel, tek başına ele alındığında, Gerçek dergisinin 28 Ağustos tarihli yayınının sloganlaştırdığı gibi, “hamamın namusunu temizlemenin” aracı olarak kullanılacak. Ama onun ilişkilerinin, aslında burjuvazinin sistematik hale gelmiş ilişkileri olduğunun açığa çıkabileceği her nokta, ustaca örtülecek. Böylece Göknel, “milli birlik ve beraberlik ruhu içinde” harcanırken, bu birlik ve beraberliğin sarsılabileceği ilişkilere, burjuvazinin temel ilişkilerine, dokunulmayacak. Fakat eğer bazı ipuçlarının açıkça gösterdiği gibi, Göknel olayı, “SHP’yi hükümet içinde etkisizleştirmek ve onun özelleştirme programına yönelttiği çok cılız ve ikiyüzlü itirazı da gidererek teslim almak için kotarılmışsa, belli noktalarda genişletilecektir. Göknel olayı, söylendiği gibi, MİT’in de devreye girdiği bir planla açığa çıkarılmışsa, bu apaçık, bütün burjuva fraksiyonların onayladığı bir devlet harekâtıdır ve özelleştirme, bu planın başlıca maddesidir. Şimdi kamuoyu, Göknel olayı kullanılarak, bütün pisliklerin temizlenmesi için başlıca aracın özelleştirme olduğuna inandırılmak isteniyor. Eğer her üç işçiden birinin işten atılması anlamına gelecek olan bu operasyon tamamlanırsa, ihaleler, devletin karışmadığı bir “serbest rekabet ortamında” gerçekleşirse, köylüler devlet destekli ürün alımlarından mahrum bırakılırsa, sağlık ve eğitim tamamen paralı hale getirilirse, bir daha böyle rüşvet, hırsızlık vs. olmayacakmış! Trilyonları çalıp çırpan Göknel, bunca yıldan sonra devletin aklına işte bu propagandaya temel malzeme yapılmak üzere seçilmiş bulunuyor.
Göknel olayı, burjuva basın tarafından özel bir amaçla daha, sürekli gündemde tutuluyor: Kapitalist sistem, irinli bir çıbanını patlattı, böylece bir ağrısını hafifletti. Ama daha önemlisi, yaradan fışkırtılan iltihapla, Kürt ulusal mücadelesinin etkilerinin, kirli savaş pisliklerinin, Azerbaycan, Bosna-Hersek, Somali, Orta Doğu olaylarındaki ilişkileri bakımından tam bir çıkmaza giren dış politikanın çırpınışlarının üstünü örttü. Bütün gazetelerin manşetleri, günlerdir Türkiye’nin tek sorunun Ergun Göknel olduğu imajını yaratacak şekilde düzenleniyor. Halk, bu pislik temizlenirse, Türkiye ak-pak olacak sansın diye, elden gelen her hokkabazlık yapılıyor.
Burjuva basın, öfkeyle haykırıyor: “Temizleyin bu pisliği!” Bu çağrı, savcılara, polise, istihbarat teşkilatına, hükümete vs. yapılıyor. Pisliğin yarattığı ve beslediği bütün kurumlar, kendilerinin de sonu olacak böyle bir eyleme girişebilir mi? Bütünüyle, pisliği çoğaltarak ve yaygınlaştırarak ayakta kalma süresini uzatmaya çalışan sistem, bir-iki kurbanın dışında, kendi çocukları olan burjuvaziyi ve onun ilişkilerini ortadan kaldırabilir mi?
Pisliği temizleyecek tek güç, bu kan ve irin yığınından hiç bir çıkarı olmayan, Ergun Göknel’den de, bir başka hırsız burjuvadan da tek kuruş sus payı almamış ve alamayacak olan işçiler ve emekçilerdir. Pisliği temizlemenin yolu ise, düzenin şurasını burasını onarmak değil, onu coşkun bir devrim tufanının dalgaları içinde boğup yok etmektir. Böyle bir çağrı, böyle bir devrimi başaracak olan güçlere, işçi sınıfımıza ve yoksul emekçi yığınlarına yapılabilir: Temizleyin bu pisliği!

Eylül 1993

Malum Olan İlan Edildi: İşçi sınıfı değil, sendika ağaları boyun eğdi!

Bu yazı, Türkiye Devrimci Komünist Partisi Merkez Yayın Organı DEVRİMİN SESİ’nin 16-31 Ağustos 1993 tarihini taşıyan 165. sayısından alınmıştır.

Her şey, herkesin gözleri önünde cereyan etti. Emperyalizmin, İMF ve Dünya Bankası’nın, tekelci burjuvazinin çıkar ve dayatmalarını, “kırıtmalar” eşliğinde, “ülke ekonomisinin çıkarları” olarak yutturmaya çalışan hükümet sözcüleri karşısında, “biz özelleştirmeye ve işten atılmalara tümüyle karşı değiliz” ama “bu iş adabınca ve usulünce yapılsın ve biz de zevahiri kurtaralım” mantığıyla sürüngenler gibi yerlere kapanan sendika ağaları “işi tatlıya(!) bağladılar” Egemen sınıflar ve her türden yardakçıları, şimdilik “derin bir nefes” aldılar. (…)
Oyuncular rollerini kabaca ve bütün sahtekarlığıyla oynadılar ama henüz oyunun gerçek sahipleri tam anlamıyla sahayı dolduramadılar. Belki birçok işçi gene “sahipsiz” olduğuna derin bir acıyla hayıflandı.
Oysa boyun eğen işçi sınıfı değil; vicdanları ve cüzdanlarıyla, koltukları ve dostluklarıyla varlığını ve geleceğini egemen sınıflara bağlayarak onurunu, ihanetin kapkara utancıyla ayaklar altına seren sendika ağalarıdır, utancın lanetli halkası onların boynundadır.
Biz kez daha kanıtlanmış olan, işçi sınıfının önündeki tek seçeneğin kendi sınıf çıkarlarına, kendi geleceğine bizzat kendisinin sahiplenmek zorunda olduğu gerçeğidir. Geleceğini “kendi nasırlı ellerine” almak zorunda olduğu gerçeğidir.

O HALDE NE YAPILMALIDIR?
Bugün bir kez daha her işçi bilmelidir ki, sadece egemen sınıflar ve onların partilerinden değil; onların sınıf içindeki ajanı ve uşağı olduklarını bir kez daha kanıtlayan sendika ağalarından da bir “umut” olamaz. “İş başa düşmüştür”, “Umudumuz kendi ellerimizdedir.” Dünyanın her yerinde işçi sınıfı mücadelelerinin her gün yeniden kanıtladığı bu şiarın gereğini yerine getirmekten başka bir seçenek yoktur.
Son yılların mücadeleleri zaten işçi sınıfının ileri kesimlerini ve önemli bir bölümünü, başlıca işçi merkezlerinde “kendi geleceğini eline alma”ya yöneltmiş bulunuyor. “Yerel sendika platformları” bu gerçeğin açık ve somut bir ifadesi olarak, bir kez daha sınıf hareketinin sorumluluklarını doğrudan üstlenme göreviyle karşı karşıya gelmiş bulunmaktadır. Her zaman esas gücünü fabrika ve işletmelerdeki sınıfın gerçek temsilcilerine dayandırmak zorunda olan “sendika platformları” bugün sadece kararlarıyla değil, somut ve fiili eylemiyle sınıfın pratik eyleminin birliğini temsil etmek zorundadır, işçi hareketinin umut bağlayabileceği başkaca bir sendikal mihrak da yoktur. Somut durum ve yaşanan gerçek; bugün işçi sınıfını yeni bir hamle yapabileceği noktaya doğru zorlamaktadır. Sendikal platformların sınıfın pratik eyleminin birleştirilmesi temelinde tam bir sorumluluk ve inisiyatifle ortaya çıkması sadece olanaklı değil, aynı zamanda zorunluluktur da. Bugünkü durumdan yeniden ve bir kez daha çıkarılması gereken sonuç budur.

YEREL SENDİKAL PLATFORMLAR, ORTAK SINIFSAL ÇIKARLAR ETRAFINDA GENEL GREV VE DİRENİŞİ ÖRGÜTLEMENİN BÜTÜN SORUMLULUĞUNU SAHİPLENMEK ZORUNDADIR
Yerel sendikal platformlar, gerek ortaya çıkışları itibariyle, gerekse gelişme ve yaygınlaşma sürecinde, burjuva sendikacılığının dayandığı temelleri sarsan özellikleri geliştirme eğilimine sahip oldular. Bugün bunlar açık bilinç ve sorumlulukla belirginleştirilmelidir.
Birincisi; yerel sendikal platformlar, mevcut sendika merkezlerinin tümüne rağmen bir mücadele ve birlik alternatifi olarak ortaya çıktılar. Ortaya çıkışlarından itibaren, bağlı oldukları konfederasyondan ve işkolundan bağımsız olarak, ortak sınıf çıkarlarının dayattığı bir sorumluluğu temsil ettiler ve giderek belirgin bir şekilde, temsilcilere, fabrika ve işletmelerdeki ileri işçilere dayanma eğilimi içinde oldular. Bugün sınıfın birliğini pekiştirip mücadeleye seferber edebilmelerinin en önemli koşullarından biri, bu özelliğin bilinçle geliştirilmesidir.
İkincisi; başlangıçta 1 Mayıslarda, bugün ise giderek sınıfın ortak çıkarlarının gündeme geldiği her durumda, düzen sınırlarına mahkûm olmayan, diktatörlüğün saldırılarını püskürtebilecek taleplere sahiplenme, bunları mücadelenin hedefi haline getirme eğilimini temsil ettiler. Bugün geliştirilmesi gereken en önemli özelliklerden biri de budur.
Bugün burjuvaziye karşı sadece ücret vb. talepler değil, doğrudan siyasal talepler, özgürlük ve demokrasi talepleri öne sürülmelidir. Zaten yaşanan olaylar bunu zorunluluk haline getirmektedir. Özelleştirme, işten atma vb. saldırılar, bütün bir burjuva egemen sınıflar cephesi tarafından, bütün araçlarla dayatılmış bulunuyor. Bu durumda karşı çıkışın kendisi zorunlu olarak politik bir karakter kazanmak, yani egemen sınıfların iktidarına ve onun tüm kurumlarına karşı işçi sınıfının talepleri olarak ortaya çıkmak, sadece bununla da kalmayarak, bütün emekçi sınıfların özgürlük ve demokrasi talepleri olarak ortaya çıkmak zorundadır. Burjuva sözcülerin “kahpece” bir pişkinlikle sürdürdükleri ve diğer emekçi sınıflan işçi sınıfına karşı kışkırtmayı hedefleyen alçakça demagojileri boşa çıkarmanın başkaca bir yolu yoktur. Yani bugün işçi sınıfı açıkça ve doğrudan öncü sınıf bilinç ve sorumluluğuyla hareket etmek zorundadır. Bu demektir ki, işçi sınıfı, “sömürü ve zulmün her belirtisine karşı”, “sosyalist sınıf bilinciyle”, siyasal iktidar için mücadele bilinciyle karşı çıkmak zorundadır. Talepler ve mücadelenin burayı doğru ilerletilmesi gerekmektedir. İşçi sınıfı, tüm ezilenlerin, özel olarak Kürt ulusal hareketinin özgürlük ve demokrasi taleplerini savunduğu ölçüde, bütün emekçi sınıfları kendi sınıfsal ekseni etrafında birleştirebilir. Bugün bu gerçek en geri kesimlerin bile anlayabileceği bir açıklık kazanmaktadır.      j
İşte, “sendikal platformlar”, sınıf bilinçli işçiler, işçi sınıfının bütün namuslu ve dürüst temsilcileri bu gerçeğin bilinciyle hareket etmek, özgürlük ve demokrasi taleplerini bütün sınıfa mal etmek göreviyle karşı karşıyadır. “Yerel sendika platformları” bu yönüyle de, her türden uzlaşmacı-işbirlikçi akımdan açıkça ayrı temeller üzerinde yükselmek zorundadır.
Üçüncü olarak; işçi sınıfının bugüne kadarki mücadelelerinin tecrübelerinin yanı sıra, özel olarak da bugün içinden geçilen koşullar ve karşı karşıya olunan sorunlar, şu iki şeyin; işbirlikçi egemen sınıfların saldırılarının püskürtülmesi hedefiyle; işbirlikçi sendika üst yönetimlerinin sendikal hareket üzerindeki sultasına son verilmesi zorunluluğunun, sınıfın birleşik eyleminin, genel grev ve genel direnişin örgütlenmesi görevine bağlanmış olduğunu göstermektedir. Bir başka deyişle, bugün işçi sınıfının birleşik mücadele ve direnişinin örgütlenmesi, saldırıların püskürtülmesinin yanı sıra ve aynı zamanda, meşruiyetini ve otoritesini fiilen yitirmiş olan işbirlikçi sendika ağalarının sendikal hareket üzerindeki egemenliğine son vermenin de yolunu açacaktır. Yerel sendikal platformlar, pratikte sınıfın birleşik eylemini örgütlemeye yöneldiklerinde, mücadele ve direnişi örgütlemenin organları olarak hareket ettiklerinde, bunun aynı zamanda işbirlikçi sendika ağalarının sendikal hareket üzerindeki egemenliğini parçalamak, sendikaların işçi sınıfının gerçek örgütlenme, mücadele ve direniş merkezleri olarak yeniden örgütlenmesinin önündeki gerici barikatların da parçalanması anlamını taşıyacağı açıktır. Bu ise, işçi sınıfının yenilenmiş ve daha ileri bir birliği, güçlerini tahkim edip mevzilerini sağlamlaştırarak daha ileri hedeflere ilerlemesi demektir.
Bugün, işbirlikçi sendika ağalarının ihanetine karşı olmak, sınıfın birleşik eyleminden yana olmak, bunun örgütlenmesinin sorumluluk ve inisiyatifini omuzlama, pratikte bunun gereklerini yerine getirme tutumu ile birleşmediğinde, kendi başına fazlaca bir şey ifade etmiyor. Sermaye ve diktatörlüğün saldırılarına açıktan onay veren Türk-İş ve işbirlikçi üst sendika yönetimlerinden, saldırıların önünü alacak bir genel grev ve genel direnişi örgütlemeyi beklemenin ya da tabandan baskıyla bunun gerçekleşebileceğini düşünmenin, yerel sendikal platformlara da daha çok bu anlamda bir rol yüklemenin nasıl bir açmaz olduğunun, bugün, her sınıf bilinçli, ileri işçi, temsilci, her mücadeleci, dürüst sendikacı açısından çok daha anlaşılır olması gerekiyor. İşbirlikçi sendika üst yönetimleri karar almadan sınıfın birleşik eyleminin gerçekleşemeyeceğini düşünmek, savunmak ya da pratikte bu düşüncenin verdiği bir tutum içerisinde olmak, mücadeleyi örgütlemenin sorumluluğundan geri durmanın yanı sıra, pratik sonuçlan açısından bakıldığında, böylesi bir tutumla işçilere saldırılara boyun eğilmesini öğütleme arasında fazlaca bir fark bulunmamaktadır. Sadece son yaşananlar bile, işbirlikçi sendika ağlarının kararlarına değil, işçi sınıfı saflarındaki derin hoşnutsuzluk ve öfkeye, güçlü mücadele potansiyeline dayanıldığı, bunu harekete geçirecek bir faaliyet içerisinde olunduğu ölçüde, işçi sınıfının güçlü birleşik eylemlerinin örgütlenebilmesinin mümkün olabileceğini öğretmektedir.
Partimizin, bütün parti organları ve devrimci komünist militanlara gündemi-görevi, sınıf hareketinin karşı karşıya olduğu sorunları aşmada, ileri işçilerin gönüllü birliğini sağlamada, bütün güç ve enerjisiyle sınıfa destek ve yardımcı olmak, cephede mücadelenin önünü açmaktır. Mücadelenin “kalbi”, sendika genel merkezlerinin ihanet kokan salonlarında değil, fabrika ve işletmelerde, işçi ve emekçi semtlerinde atmaktadır.
Görünüm ne olursa olsun, işçi hareketinin gelişim seyri, her türden ayak bağından kurtulmaya, zincirlerinden boşanmaya doğru yol almaktır.

Eylül 1993

Mao Zedung Sorunu Ve Partizan’a Zorunlu Bir Yanıt

Özgürlük Dünyası’nın Eylül 1992 tarihli 47. sayısında “Mao Zedung ve Çin Devrimi Üzerine Bir Özet” başlıklı bir yazı yayınlanmıştı. Adı üzerinde “bir özet”ti. 70’lerin sonlarında çıkan Parti Bayrağı dergisinin çeşitli makalelerinden derlenmişti. Ne Mao Zedung ve düşüncelerini yeniden gündeme getirmek ne de konuyla ilgili yeni düşünceler ileri sürmek iddiasındaydı. Yalnızca, geçmişte enine boyuna ele alınmış bu konuda yürütülen tartışmalara katılmamış olan “genç kuşak”ı Mao Zedung ve Çin Devrimi hakkında kısaca bilgilendirmek amaçlanmıştı.
Ardından Nisan ’93 ile başlayıp Mayıs ve Haziran sayılarında da devam ettirilen Parti-zan’ın “eleştirileri” geldi. Ama ne eleştiri! Göreceğiz ki, köylüce bir dar kafalılık ve üslupla kaleme alınan bu yazılarda koyu bir sağcılık dışında eleştiri adına ancak tepeden bakan, aşağılayıcı bir bilgiçlik, cehaletin verdiği cesaretle yürütülen küfür dolu ukalaca bir ajitasyondan başka bir şey yoktur.
Mao Zedung ve düşünceleri ile Çin devrimci pratiği 70’li yılların sonuyla 80’in başında sonuçlarına ulaşılmak üzere her yönüyle tartışılmış bir konudur. Bugün sorunun yeniden ele alınmasında ve üzerinde “ateşli” tartışmalar yaşanmasında ne teorik ve pratik bir gereklilik ne de sınıf mücadelesi, devrim ve komünizmin ihtiyaçları açısından bir yarar vardır.
Bu, kuşkusuz önüne gelenin yalan-yanlış kara çalmalarla eteğindeki taşlan olur olmaz fırlatarak sorunu ve yaklaşım ve düşüncelerimizi olduğundan farklı göstermelerine ve konuyu saptırmalarına sessiz kalınacağı anlamına gelmiyor. “Yeni fikirler” ileri sürüldükçe ve gerekli hale geldikçe yanıt verilmek zorunlu olabiliyor. Niyetimiz bu konuda bir daha yazmamaktır. Bu yazıda da sorunu yine belli başlı hatlarıyla ele alacağız. Marksist felsefe, kesintisizliği içinde devrim teorisi, proletarya diktatörlüğü, sosyalist inşa ve parti öğretisi, bu yönleriyle burjuvazinin yeri ve ona yaklaşım gibi Marksizm’in temel öğretileri karşısında Mao Zedung’un (ve bu arada kuşkusuz savunmaya çalışıcısı Partizan’ın) konumunu ortaya koymaya çalışmakla yetineceğiz.

***
Konuya girmeden “eleştiri” yazısının bütününe ve yazarına (ya da yazarlarına) ilişkin birkaç söz söylemekte yarar var.
Yazınız,  gerçekten de eleştirilmesi güç bir ceviz!” Öncelikle, yazı başlığına kadar yansıyan (Troçkizmle Harmanlanan Dogmato-Revizyonizm ve Hoca’nın Müritlerinin Havı Dökülmüş İncileri) süslü, sanatsal ve mecazlı anlatımdaki üstün edebi yeteneğinizden, atasözleri ve deyimler konusundaki engin bilginizden oldukça etkilendiğimizi belirtmeliyiz. Keşke bir de ilkokul öğrencilerinin bile yapmayacağı “müttefik ve ittifak gücü”, “olası ve mümkün” gibi anlatım bozukluklarından kaçınabilseydiniz. Keşke Özgürlük Dünyası’nı eleştirmek istediğiniz gibi eleştirmek yerine, eleştirilerini yanıtlamayı seçip, üstelik türlü hatalar işlediğiniz NEP, barışçıl geçiş ihtimali, burjuvaziye imtiyazlar gibi sorunlarda ilişkisiz ve gereksiz söylevler vermekten, hem de bunları bıktırıcı şekilde üç-beş kez tekrarlamaktan kaçınabilseydiniz. Ve biraz daha az cesaret, biraz daha az bilgiçlik ve ukalalık. Kitap karıştırdığınız anlaşılıyor, ancak henüz okuduğunuzu doğru yorumlayacak ve anlayacak kıvama gelmediğiniz de kesin. Dostça uyarıyoruz, bu memlekette biraz bir şeyler okuyan ve belirli deneylere de sahip başkaları olduğunu da düşünün. Böyle davranabilseydiniz eğer, ‘kıtların birliği” yasası uyarınca özel olarak seçmediyseniz, teorinize ya da düşüncelerinize kanıt olarak aktardığınız sayfalar dolusu alıntının kanıtlamak istediklerinizi dolaysızca çürüttüğünü belki fark edebilirdiniz. Öylesine ki, yanıtlarken, sizin aktardıklarınızın dışında pek az alıntı vereceğiz. Hemen her yerde sizin Marksizm’in klasiklerinden yaptığınız alıntılar bize yetecek. Cesaretiniz yalnızca içeriğe ilişkin olarak sezilmiyor. Üslubunuzdan da muazzam bir özgüvene sahip olduğunuz anlaşılıyor. Diliniz ruh halinizi ne de güzel anlatıyor. Bozuk ve karmaşık (tashih hatalarını saymıyoruz); üstelik hemen her sayfada tekrarlanan ve bıktırıcı bir hal alan “bilinir ki”, “bilinmez mi ki”, “açıklık”, “netlik”, “öğrenin”, “öğrenmesini bilin” gibi sözcüklerle okuyucu üzerinde oluşturmak istediğiniz psikolojik baskı, kafa karışıklığınızı örtmenin bir yöntemi gibi anlaşılıyor. Yazının törpülenmemiş ve olgunlaşmamış kişiliği pek sırıtıyor ve kuşkusuz kibirli ajitatif bir dil ve küfür kimseyi haklı kılmıyor, üstelik yetmiyor ve yanlışın üstünü örtmüyor da. Komünistlere tepeden bakıp “cesurca” ahkâm kesmektense dar kafalılık, bilgiçlik ve kibirlilik gibi konularda “zıddınıza dönüşmeye” çalışmakta sonsuz yarar olduğunu düşünüyoruz.
Ve son olarak, lütfen yazdığınız yazıları yayınlatmadan önce bir kez olsun okuyun. Okuyucuya saygı gereği olsun yapın bunu. Biçimi, içeriği, cümle kuruluşları, düzenlenmesi, gereksiz tekrarlar vb. her açıdan. Muhataplarınızı gerçek bir “teorisyen”le tartışma zevkinden mahrum etmeyin!

***
“Eleştiri”nin her yanından köylüce bir dar kafalılığın fışkırdığını söylemeliyiz. Bu, yalnızca bir algılama ve anlama, neyi eleştirdiğinin ayırtında olma ve klasiklere amaca uygun şekilde başvurma ve ileri sürülen düşüncelerde hamlık olarak belirmiyor. Oldukça sık başvurulan örneklerin hemen tümünün aynı dar kafalılık ve gerilikle bugünkü uygar yaşamın dışından, doğadan ya da köy yaşantısından seçildiği görülüyor. Kuşkusuz, işaret ettiği şeyler olsa gerek. Birkaç tane sıralayalım ve okuyucu gerek görürse tür dışı başkalarının kullanılıp kullanılmadığını denetlesin.
– “Özgürlük Dünyası’nın delik bir bisiklet lastiği gibi her adımda hava kaçıran havı dökülmüş incileriyle…”
-Özgürlük Dünyası’nın kuru bozkırında atımızı dörtnala kaldırarak basılmadık alan bırakmayacağız.”
– “Ve işte zurnanın zırt dediği yer.”
– “Troçkizmin eteklerine çulu sermekte tereddüt etmemiştir.”
– “Sorunun abc’si kavranmazsa, araba çamura saplanacağı gibi…”
– “Çin’deki ulusal burjuvazi de üç büyük dağın baskısı altındaydı.”
– “Troçkizmin pınarları kurutulmuştur.”
– “…Marksizm’e karşı kılıcını şakırdatması anlaşılır gibi değil.”
– “…Lenin’in bu alıntısı, duru bir gökte çakan bir şimşek olsa gerek.”
– “Çanın çaldığını duyup sesin nereden geldiğini fark edemeyen Hocacılarımız.”
– “Sağa sola sıçrayışla solucan gibi kıvır kıvır kıvrılmalarıyla şekillenen…”
– “…süte düşmüş sinek gibi derinliklere gömülmekten…”
– “Hocacılık çürük bir kamış misali kırıldığı!”
– ” (Çelişmede) bir yön diğer yönle kendini eyerler.”
– “Karşıtların birbirine dönüşmesine bile fareler kadar ürkek yaklaşan…”
– “Hocacılarımız çelişmeleri yün yumağına çevirmişler.”
Ve birkaç tane de feodal gerilik ve dar kafalılığın dinsellik boyutundan gelme örnek:
– “Cennetin dünyadan farklı olduğu kadar bu tez Leninizm’den farklıdır.”
– “…bu… Eyüp peygamber kadar yoksul bir çözümlemedir.”
– “Ö.D’nin şeytanın okunmuş su kabından kaçtığı gibi sorundan asıl kaçtığı…”
– “Alna yazılanlar yerine gelsin!”
Görüldüğü gibi daha “havı dökülmüş inciler”! ve literatüre yeni bir katkı olan “dogmato revizyonizm”i anmadık. Biri “hiç değiştirmemek” ve “bağnazca savunmak” diğeri ise “değiştirmek”, “düzeltmek” demek olan “dogmatizm” ve “revizyonizm”den böyle ilginç bir bireşim türetilişinin anlamını kavrayan varsa beri gelsin! İkisi birbirini dışlayan bu “suç unsurları”yla hâlâ savunulmaya devam edilen kapitalizmin egemen olmadığı “yarı-feodal yapı” gibi “yarı dogmatizm” ve “yarı revizyonizm” halinde olunduğu mu kastediliyor yoksa? Ne olursa olsun burada pek bilindiğine inanılan bir “diyalektik” harikasıyla karşı karşıya olduğumuz kesin! Sürekli birbiriyle yer değiştiren “zıtlar”ın bir arada bulunuşu- böyle olmalı!

FELSEFE VE MAO’NUN DİYALEKTİĞİ
“Mao, … Marksist felsefi yazını daha kapsamlı geliştirecek berrak çözümlemelere girişmişti.”(Partizan, s.12, sf.59)
Yazarın ve tüm Maocuların en başta gelen iddialarından biri, Mao’nun Marksizm-Leninizm’e temel katkılar yaptığı ve onu zenginleştirdiği şeklindedir ve felsefe, iddialı Mao’nun en iddialı olduğu alandır. Çok fazla detaya girmeden bunun doğru ve haklı olup olmadığını görelim.
Mao, Marksist felsefeye “katkı”nın yanı sıra eksiltmecilik de yapar, iddiayı Partizan yazarının ağzından aktaralım:
“Mao’nun söylediği şudur: Eskiden diyalektiğin üç büyük kanunu olduğu söylenirdi, sonra Stalin dört kanun olduğunu söyledi. Benim görüşüme göre sadece bir temel kanun vardır, o da çelişme kanunudur. Nitelik ve nicelik, olumlu ve olumsuz, dış görünüşle öz, içerik ve biçim, zorunluluk ve özgürlük, olasılık ve gerçek vb. bütün bunlar zıtların birliği durumudur.” (s. 12, sf.65)
Alıntı, May Yayınları’nın çevirisi olan Mao Zedung’un “Yayınlanmamış Yazılar” adlı kitabından. Eskiden bu kitabın Mao’ya ait olup olmadığı tartışmalıydı, Mao burada çok açık verdiği için Maocular onu tamamen sahiplenmezlerdi, şimdi görülüyor ki yazarla böyle bir sorunumuz olmayacak.
Yazar, hemen alıntının peşinden, bu; öteki çelişmeleri göz ardı etmek değildir, burada kastedilen en önde geleni, en başta geleni açıklamaktır gibi bir açıklama yapma gereği duyuyor. Ama buna rağmen, nedense, Mao’nun “yadsımanın yadsıması diye bir şey yoktur” hükmü üzerinde sessiz kalıyor. Engels’in Doğanın Diyalektiği’nde diyalektiğin yasalarının esas olarak üçe indirgenebileceğini belirtip bunları “niceliğin niteliğe ve niteliğin niceliğe dönüşümü yasası; karşıtların içice geçmesi yasası; yadsımanın yadsıması yasası” olarak sıralarken Anti Dühring’de de uzun uzun açıkladığı bu yasayı Mao’nun yapıtlarında bulmak mümkün değildir. Mao, Marksist felsefeyi eksikli kılarken bu “Olmayan yasa”yı da belki diyalektiğin “tek temel yasası” içine sokmuş olmalıdır!
Yanlış anlamaya yol açabilecek iki şey üzerinde durmakta yarar var.
Birincisi, Marksizm’in klasiklerinde “tek temel yasa” olarak değil ama diyalektiğin “kısaca zıtların birliği kanunu”(Lenin) olarak ifadelendirildiği yerler vardır. Ancak Lenin örneğin bunu yeterli bir açıklama olarak görmez; çünkü “Alelade tasarım, farkı ve çelişkiyi kavrar; ama bunların birinden ötekine geçişi kavrayamaz; oysa en önemli olan da budur.” (Lenin, Felsefe Defterleri, sf. 116)
Kısacası sorun, çelişkilerin nasıl çözümlendiği ve yerini hangi çelişkiye bıraktığını “berrak” ve “net” olarak kavrama sorunudur.
İkincisi, tartışma, diyalektiğin üç ya da dört temel yasasının olduğu ya da olmadığı tartışması değildir. Önemli olan, dünyayı ve toplumu, onların gelişmelerini diyalektik olarak yorumlayabilmektir.
Engels’in diyalektiğin üç temel yasası bulunduğunu söylemesine karşılık, Stalin’in bunu dörde çıkardığı iddiası ise tamamen bir yanlış anlamadan, ya da Mao’nun kendi düşüncelerini bir katkı olarak sunabilmek için yaptığı bir çarpıtmadır. Stalin, diyalektiğin yasalarını dörde çıkarmaz. Diyalektik yöntemin uygulanmasını, kolay anlaşılmasını da gözeterek, dört kuralda özetler. Yine örneğin Lenin, Felsefe Defteri’nde, daha iyi anlaşılabilmesi açısından diyalektiğin öğelerini 16 madde halinde sıralar. (Age, sf. 179-80)
Yazarımız Mao ile Marksizm’in klasiklerinin diyalektik anlayışlarının çelişmediğini ileri sürer; ona ve Mao’ya göre, tersine bir zenginleştirme durumu söz konusudur.
Mao’nun, temel yasalar ve özellikle “yadsımanın yadsıması” yasasını tümden inkârı dolayısıyla Engels’le oluşturduğu çelişmeli durum bir yana bırakılırsa, Marx, Engels ve Lenin’e açıktan eleştiri yöneltmediği doğrudur. O, tüm anti-Marksistlerin yaptığı gibi bu alandaki hesaplaşmasını Stalin’le sürdürme yoluna yönelmiştir. Bu alanda klasikleri sahiplenmekten ve özetlemekten başka bir şey yapmamış olan Stalin’le, Kruşçev’in görünüşte Marx, Engels ve Lenin’e sahip çıkarken Stalin’e saldırdığı koşullarda, Marksist felsefeyle hesaplaşmasını Stalin’in şahsında yürütmek Mao’nun da işine ve kolayına gelmiştir.
Mao Zedung’un Stalin’in diyalektik ve tarihsel materyalizmi üzerine yazdıkları şunlardır:
“Stalin’de önemli ölçüde metafizik vardı ve birçok kimseye metafiziği izlemelerini öğretti. Stalin, Sovyetler Birliği Komünist Partisi Kısa Ders’te Marksist diyalektiğin dört ana özelliği olduğunu söylüyor. Stalin, birinci özellik olarak şeylerin birbiriyle olan ilişkilerini ele alırken, bundan, sanki şeyler sebepsiz yere birbiriyle ilişkiliymiş gibi söz ediyor. Peki, o zaman birbiriyle ilişkili olan nedir? Birbiriyle ilişkili olan, bir şeyin birbiriyle çelişen iki yönüdür. Her şeyin birbiriyle çelişen iki yönü vardır. Diyalektiğin dördüncü özelliğiyle ilgili olarak da, bütün şeylerde var olan iç çelişmeden söz ediyor ama sonra da karşıtların birliğinden hiç söz etmeksizin sadece karşıtların mücadelesini ele alıyor. Diyalektiğin temel yasası olan karşıtların birliğine göre, hem birbirini karşılıklı olarak dışarıda bırakan hem de birbirleriyle ilişkili olan ve belli koşullarda birbirlerine dönüşen karşıtlar arasında hem mücadele hem de birlik vardır.”(Mao Zedung. Seçme Eserler, Cilt 5. sf. 421)
Yukarıdaki “eleştiriler”, SBKP(B) Tarihi olarak Türkçeye çevrilmiş ve son olarak Stalin, Eserler 15 adıyla yayınlanmış olan yapıttaki bir bölüme ilişkindir.
“Şeylerin birbirleriyle ilişkili olma” yasası, şeylerdeki karşıt kutuplarla ilgili olmanın ötesindedir.
Örneğin, bir çiçeğin oluşumu; tohum, toprak, su, güneş ışığı, gübre, ısı vb. gibi birçok yönü içerir, koşulu gerektirir. Bunların tümü arasında bir ilişki vardır. Ancak tohum olmadan, tüm diğer koşullar tek tek ya da bir arada çiçeğin oluşumuna yol açamazlar. Tohumsa, kendinde çiçek olmakla çürüyüp yok olma çelişkisini taşır. Bu çelişki, gelişip çoğalma ile yok olma arasındaki çelişki olarak çiçeğe devredilir. Zıtların birliği, sorunun bu boyutuna ilişkindir. Ve burada bir de o reddedilen yadsımanın yadsıması söz konusudur. Tohum çiçek olarak kendini yadsır; çiçek de tohumlar vererek ya da filizler sürerek kendini yeniden yadsır ve daha yüksek bir düzeyde gelişme oluşur. Ama şurası kesin ki, Stalin’in Mao tarafından eleştirilen birinci maddesinde sözünü ettiği şey, ne karşıtların birliği ve ne de yadsımanın yadsımasıdır. Vurguladığı, metafiziğin iddialarının tersine, şeylerin birbirleriyle karşılıklı bağıntısı ve ilişkiler zinciridir. Mao’daysa, sadece şeyler, birbirinden kopuk ve ilişkisiz olarak, yalnızca karşıt kutupları birbirine dönüşüp durarak, sonsuz bir yer değiştirme içinde vardır ve önemlidir. Şeylerin birbirleri ile bağıntısı, yine ancak birbirlerine dönüşme potansiyeli taşıyan zıt kutuplar oluşturduklarında gerekecektir ona. Stalin’in bu bağıntılılık’a ilişkin açıklaması ise şöyle:
“a) Metafiziğin tersine diyalektik, doğayı birbirinden kopuk, birbirinden tecrit edilmiş ve ‘ birbirinden bağımsız şeylerin, görüngülerin tesadüfü bir yığını olarak değil, fakat birbirine organik olarak bağlı, birbirine bağımlı ve birbirini koşullandıran şeylerin, görüngülerin birbirine bağlı yekpare bütünü olarak görür.
“Bundan ötürü diyalektik yöntem, doğada herhangi bir görüngünün tek başına, onu çevreleyen görüngülerin bağıntısı’ dışında alındığı takdirde kavranamayacağından hareket eder, çünkü doğanın herhangi bir alanında herhangi bir görüngü, onu çevreleyen görüngülerle bağıntısı dışında ele alınıp onlardan koparıldığı takdirde, bize anlamsız gelebilir ve tersine, kendini çevreleyen görüngülerle kopmaz bağıntı içinde; kendini çevreleyen görüngüler tarafından koşullandırılmışlığı içinde görüldüğü takdirde, her görüngü anlaşılabilir ve açıklanabilir.”(Stalin, Eserler, Cilt 15, sf. 127)
Stalin’e yönelttiği ikinci “eleştiri” ise, Mao’nun özel iddiaya sahip olduğu ve ama “katkıları’yla Marksist diyalektik ve felsefeden tamamen koptuğu karşıtların birliği ve mücadelesi sorununa ilişkin.
Önce Stalin’in diyalektiğin dördüncü kural olarak yazdıklarını bir okuyalım:
“d) Metafiziğin tersine diyalektik, doğadaki her şeyin ve görüngülerin özündeki iç çelişmelerden yola çıkar, çünkü bütün bunların olumlu ve olumsuz yanları, bir geçmişi ve geleceği, ölüp gitmekte olan ve gelişmekte olan yanları vardır. Diyalektik bu karşıtların mücadelesinin, eski ve yeni arasındaki mücadelenin, sönüp gidenle yeni ortaya çıkan, ölüp gidenle gelişen arasındaki mücadelenin, gelişme sürecinin iç muhtevasını, nicel değişikliklerin nitel değişikliklere dönüşmesinin iç muhtevasını oluşturduğunu ileri sürer.
“Bu nedenle diyalektik yöntem, alçaktan yükseğe doğru gelişme sürecinin, görüngülerin ahenkli olarak birbirini izlemesi biçiminde değil, şeylerin ve görüngülerin iç çelişmelerinin açığa çıkması, bu çelişmelere dayanan karşıt eğilimlerin ‘mücadelesi’ biçiminde olduğunu kabul eder.
” ‘Asıl anlamıyla diyalektik’ diyor Lenin, ‘bizzat şeylerin özündeki çelişmelerin incelenmesidir.’
“Ve daha sonra: ‘Gelişme, zıtların mücadelesidir.’ ” (Stalin, Age, sf. 130)
(Geçmeden, yukarıda, diyalektiği “kısaca zıtların birliği kanunu” olarak tanımlayan Lenin’in, burada da, aynı anlama gelmek üzere, “Gelişme, zıtların mücadelesidir” şeklinde bir tanım yaptığını ve bu “ayrı” tanımların yalnızca ve yalnızca diyalektiğin farklı yönlerine yapılan vurgulardan ibaret olduğunu; çelişmenin ise, yine yalnızca zıtların mücadelesi ve birliğini karşı karşıya koyup birbirinden koparmakla kalmayan ve ama “mücadele”yi zıt kutupların yer değiştirme yoluyla birbirine dönüşmesi olarak anlayarak bu kutupların birbirinden kopmazlığına ve birbirinin yok oluşuna yol açmayacak sonsuzca bir arada bulunuşuna, “birliği”ne vurgu yapan Maocu diyalektikte bulunabileceğini ve bulunduğunu belirtelim.)
Ve bu bölümle ilgili olarak Mao Stalin’i “zıtların mücadelesini görüp birliğini görmemekle” suçluyor. “Diyalektiğin temel yasası olan zıtların birliğine göre, hem birbirini karşılıklı olarak dışarıda bırakan, hem de birbiriyle ilişkili olan ve belli koşullarda birbirine dönüşen karşıtlar arasında hem mücadele hem de birlik vardır” diyor. Zaten yok olacak, ölüp gidecek, değişecek, başka bir şey ortaya çıkarmak üzere dönüşecek bir zıtların birliğini ön-varsayan mücadeleden, zıtların mücadelesinden bahsetmek, Mao’ya “yeterince” “zıtların bir arada kalmaya” devam edişini, ancak birbirinin “egemenlik konumlarını alarak”, “yer değiştirerek” “birlik”lerini, statükoyu, ancak göreli, nitel değişimsiz, derece derece devinimi vurgulayıcı gelmiyor. “Bilindiği gibi”, niceliğin niteliğe dönüşümü yasası da gerekli değildir. Mao’ya ve kendince yorumladığı “zıtların birliği”, “nitel değişimlere” kendi kavlince, ancak derece derece “nitel değişimlere” olanak tanımak üzere bu yasayı da kucaklamaktadır!
Birinci olarak, Stalin, “Doğadaki her şeyin… olumlu ve olumsuz yanlan, bir geçmişi ve bir geleceği, ölüp gitmekte olan ve gelişmekte olan yanlan vardır” derken sözünü ettiği şeyin, karşıtların birliği olduğu çok açık. Burada anlatılan gelişme ve değişim halindeki bir arada bulunuş durumudur, zıtların birliğidir. Mao’nun eleştirisinin yerine oturmadığı kesin. Ama onun asıl derdi şu ikisi: Stalin’de “birlik”, canlılık taşımaktadır ve değişim halindedir; sözünü ettiği birlik, zıtların yer değiştirmesine olanak tanıyacak gibi değildir, çünkü “gelişmekte olan”ın karşıtı olarak “ölüp gitmekte olan”ı göstermektedir. Mao burada “birbirine dönüşecek karşıtlar” bulamamakta ve “belli koşullar altında karşıtların birbirine dönüşmesi” sözünü etmeyen Stalin’e kızmaktadır. Evet, “hem mücadele hem birlik”, ya da karşıtların birliği ve mücadelesi; ama birliğin, karşıtların birliğinin mutlaklaştırıldığı ve ancak verili “birlik” durumlarını “bir kutbun yerine diğerinin egemen olması”, yanı yer değiştirmesi ve bu “birlik” durumunun ilelebet sürmesi sonucunu doğurabilecek, nicel ya da derece derece değişiklik etkeni bir mücadele, mücadele olmayan bir “mücadele” değil. Stalin mutlak mücadele ve değişim ve göreli birlik taraftarı iken, Mao, zaman zaman böyle formülasyonlar da kullanmasına rağmen tersinin taraftarıdır; göreli mücadele mutlak birlik! Mao, kendisini, metafiziğini, “karşıtların birbirine dönüşmesinde ele vermektedir.
Yazar burada hemen ayağa kalkmasın. Kuşkusuz Mao’nun çok yerde “karşıtların birliğinin koşullara bağlı, geçici ve bağıntılı olduğunu, buna karşılık, karşıtlar arasındaki mücadelenin mutlak olduğunu söylüyoruz” türünden yazdığını biliyoruz. Ama bir şeyi daha hepimiz biliyoruz ve siz de yazdınız, “karşıtların birbirine dönüşümü”, bu “mutlak” olduğu söylenen “mücadele”nin belli başlı işlevi ve sonucudur Mao’ya göre ya da başka bir ifade ile “mücadele”, “karşıtların birbirine dönüşümü”nün aracıdır. Bu kimi şey ya da görüngüler söz konusu olduğunda tutar. Çünkü her türlü dönüşüm mümkündür ve birbirleriyle çelişme halindeki şeyler, kendilerini hareket ettiren iç çelişmeleri dolayısıyla birbirine dönüşebilirler. Barışın savaşa, Mao’nun pek sevdiği örnekler olarak iyinin kötüye, olumlunun olumsuza dönüşmesi gibi. Ama Mao ve “diyalektik”i ondan öğrenen yazar, sorun derinleşince çıkmaza girerler. Sorunu, şeylerin iç çelişmelerinin karşıtlarının ya da zıt kutuplarının birbirine dönüşmesine kadar geliştirdiklerinde terslik baş gösterir. Stalin’in üzerinde durduğu şeylerin iç çelişkisini ele aldığında diyalektiği paralar Mao:
“… İki çelişik yönden birisi ana, öteki ikincildir. Çelişkide başrolü oynayan ana yöndür. Bir şeyin niteliğini, çelişkinin egemen duruma geçen ana yönü belirler… Ama bu durum da durağan değildir. Bir çelişkinin ana ve ikincil yönleri, birbirine dönüşür ve o sevin niteliği de buna bağlı olarak değişir.” (Teori Pratik, sf. 57)
Yazar da, Özgürlük Dünyası’nın Mao’ya yöneltmiş olduğu karşıtların mücadelesi ve nitel dönüşümleri küçümseme ve çelişmenin çözümünü onun zıt kutuplarının yer değiştirmesi ya da bu anlama gelmek üzere birbirine dönüşmesi olarak anlama eleştirisinden muzdarip bilgiççe feryat eder:
“Bir niteliğin yerini bir başkasının alması nedir ki? Çelişmenin kutuplarının birbirine dönüşmesidir bu. Başka türlü olabilir mi ki?” (s. 12, sf.62)
Ve yazar, daha bir çıkmaza girdiğinin farkında olmayarak kapitalist toplumun, onun sosyalist topluma dönüşümünü örnek vererek şunları söylüyor:
“Kapitalist toplumu ele alın. Bu toplumdaki baş çelişme burjuvazi proletarya çelişmesidir. Kapitalist toplum sürecinde burjuvazi ana yön, proletarya ikincil yöndür. Bu topluma kapitalist niteliğini veren burjuvazi-proletarya çelişmesinin egemen durumundaki ana yönüdür. Peki, bu hep ana yön olarak kalabilir mi? …ana ve tali yönler, bu karşıtlar birbirine dönüşürse roller de değişir. Eskiden ana yön olan burjuvazi tali; tali yön olan proletarya egemen duruma gelerek ana yön halini alır. Eskiden ikincil durumdaki yön zamanla başarılı bir devrimle gelişerek egemen duruma gelince ‘eski şeyin niteliği yerine yeni şeyin niteliği geçer.’ Böylece eski kapitalist toplum, çelişmedeki bu gelişimin dolaysız sonucu zıddına dönüşerek yeni sosyalist toplum varlaşır.” (s. 12, sf.67)
Karşıtlar birbirine dönüşüyor, nitelik değişiyor. Karşıtlar nasıl dönüşüyor ya da “karşıtların birbirine dönüşümü” ne demek oluyor? Şeyin iç çelişmesinin, burada kapitalizmin üzerine kurulu olduğu burjuvazi proletarya çelişmesinin ana yönü tali yön, tali yönü de ana yön oluyor, yani örneğe göre, kapitalizmde ana ve egemen yön olan burjuvazi, sosyalizmde ikincil ve egemenlik altındaki yön oluyor, proletarya ise ana ve egemen yön. Ve rivayete göre, burada nitelik değişikliği oluyor, şeyin yerini yeni ve nitel olarak farklı bir başka şey alıyor; kapitalizmin yerini sosyalizm alıyor! Kapitalizmle sosyalizmin tek bir farkı var: Birinde yönetilen durumda olan proletaryanın diğerinde yönetici haline gelmesi ve burjuvazi içinde tersinin gerçekleşmesi! Ve ama iki toplumsal yapı da aynı güçler üzerine kurulu olmaya devam ediyor! Sonra, Mao’ya yöneltilmiş çelişmenin kutupları arasına basit yer değiştirme olarak nitel değişiklik kavrayışı eleştirisine kızılıyor! Mao’nun hiçbir zaman burjuvazisiz olmayı düşünmediği söylendiğinde ateş püskürülüyor. Ama yazar, hem siz ve hem de Mao böyle yazıyorsunuz. Biz söyleyince mi kötü oluyor?
Evet, Mao, “karşıtların birliği koşullara bağlı ve mücadelesi mutlak” diyor demesine; diyor ama, bu “birlik”in bağlı olduğu “koşullar”, mücadeleden çok daha mutlak. Birliği oluşturan zıt kutuplar mücadele etmesine ediyor, ama bu “mücadele” hiçbir zaman sonucuna ulaşmıyor, kısır döngü içinde dönüp duruluyor; kutuplar, söylendiğine göre, “nitelik değişikliği” olduğunda da bir arada kalmaya ve “birlik” oluşturmaya devam ediyorlar, yalnızca konumlan değiştiği iddia ediliyor, ana yön olan tali, tali yön olan ana yön durumuna geliyor. Yani basitçe yer değiştiriyorlar; yeni çelişen yönleriyle yeni bir nitelik oluşmuyor, “mücadele” böyle bir sona götürmüyor, “birlik” durumu zedelenmiyor. İddia ediliyor ki, yeni bir “birlik” durumu ve yeni bir nitelik doğuyor. Ama “kapitalist toplumun sosyalist topluma dönüşmesi” örneğinde, her ne kadar yönler değişse de, burjuvazi ile proletarya var olmaya devam ettikleri durumda, o toplum biraz zor sosyalist toplum olarak tanımlanabilir ve öyle bir “nitel değişiklik”e biraz zor nitelik değişikliği denebilir.
Burjuvazi varlığını sürdürdüğü müddetçe proletaryayı sömürmeye devam eder ve buradan egemenlik fışkırır; zorla bu durum ancak sınırlandırılabilir; ancak bu da son derece geçici bir sürece tekabül edebilir. Ya proletarya burjuvaziyle birlikte, karşıtıyla birlikte kendisini de yok etmeye yönelecektir ya da burjuvazi görece zedelenmiş olabilecek egemenliği kısa sürede yeniden düzenleyecektir.
Bu, çelişmenin zıt kutuplarının ya da ana ve tali yönlerinin, ana ve tali ya da egemen ve egemen olmayan yönlerini ya da kutupların birbiriyle yer değiştirmesi olarak birbirine “dönüşerek” varlıklarını korumaya devam etmeleri aracılığıyla “karşıtların birliği”nin mutlaklaştırılmasıdır. Hiç “nerede ve ne zaman ve neyle bağlantılı olarak Mao, karşıtların birliğini mutlak görüyor” (s. 12. sf.64) diye hayıflanmaya gerek yok. Burada söylüyor, üstelik siz de söylüyorsunuz. Ve ne söylediğinizi bilmiyorsunuz. Sanıyorsunuz ki, kapitalist toplumun o “dönüşüm” örneğini verdikten sonra, “besbelli ki, bu nitelik değişikliği, basit bir yer değiştirme asla olamaz; uzun, zorlu, karmaşık bir mücadele sonucu yaşamın canlı gerçeği halini alabilir” diye yazınca, anlattığınız ana ve tali yönler arası “yer değiştirme” yer değiştirme olmaktan çıkacak! Zaten öyle anlaşılıyor ki, “yer değiştirme” oluşuna ses çıkarmıyor, yalnızca “basitliğinin doğru olmadığını düşünüyor ve “karmaşık” bir mücadeleye bağlıyorsunuz “yer değiştirme”ye. Eh! Buna bir şey demiyoruz, “mücadele” karmaşık olabilir. Ama ne olursa olsun yer değiştirme basit!
Lenin’den “Karşıtların birliği… koşula bağlıdır, geçicidir, süreksizdir, görecelidir. Gelişim ve hareket nasıl mutlak iseler, birbirini karşılıklı dışlayan karşıtlar arasındaki mücadele de mutlaktır” aktarmasını yapıyorsunuz, güzel, ama ne yazık ki, sizin ve Mao’nun “karşıtları” hiç birbirlerini “karşılıklı dışlamıyor!” Birbirine kopmazca bağlı duruyor. Örneğin ne proletarya burjuvaziden kopabiliyor ne de burjuvazi proletaryadan. Sizin burjuvazi ve proletaryanızın sadece geçmişleri ve bugünü değil, gelecekleri de; “kaderleri” birbirine bağlanmış!
Uzun uzun “karşıtların birliği yasası” üzerine yalan-yanlış ve gereksiz söylevlerle sayfalar doldurmanın hiçbir anlamı yok. Ana ve tali yön olarak karşıtların yer değiştirmesini “karşıtların birbirine dönüşümü” ve nitelik değişikliği olarak öne sürdükten sonra, kırk kez “karşıtların birliği göreli ve şarta bağlı, mücadelesi mutlak” diye yazsanız da bir işe yaramaz. Söylemek yetmez, “mücadele mutlak” demek yeterli değildir. Sözü edilen mücadele, Lenin’in sözünü ettiği mücadele, yönleri yok edici, şeyi gerçekten dönüştürücü, yeni yönleriyle yeni şeyler ortaya çıkarıcı eylemdir. Marx ve Lenin’den ne güzel aktarıyorsunuz. Ve sanki kendi söylediklerinizi çürütmek üzere özel olarak seçiyorsunuz. (Aktarmada bir tek yanlış yapmışsınız, Felsefe Defterleri’nde dikkatsizce okuduğunuz için, dipnotunuzda Lenin’e mal etmişsiniz onun Marx’ın Kutsal Aile’sinden alıntıladığı pasajı.)
Şöyle diyor Kutsal Aile’de Marx:
“Eğer proletarya zaferi kazanırsa, bu hiç de toplumun mutlak yanı durumuna geldiği anlamını taşımaz, çünkü o bu zaferi ancak hem kendi kendini hem de kendi karşıtını kaldırarak kazanabilir. Öyleyse onu içeren karşıtı kadar, özel mülkiyet kadar, proletarya da ortadan kalkmıştır.”(Kutsal Aile, sf. 62)
Bu alıntıyı tam da proletaryanın “sosyalist dönüşümde” egemen yön burjuvazinin ise yönetilen ve tali yön durumuna geleceğini anlattığınız paragrafınızın hemen ardından yapıyorsunuz. Sonra, ardından, ustadan bir alıntı daha yapıyorsunuz aynı içerikte ve devam ediyorsunuz:
“Kapitalist toplumdaki burjuvazi-proletarya çelişmesinde egemen yan burjuvazidir, yöneten burjuvazidir. Sosyalist toplumdaki proletarya-burjuvazi çelişmesinde egemen yan proletaryadır, yönetilen burjuvazidir; egemenlik altındaki burjuvazidir. Çelişmenin durumundaki bu değişiklikle birlikte yeni bir süreç, yeni bir nitelik ortaya çıkmıştır.”(s. 12, sf.69)
Olmadı! Çelişmeyi, başa burjuvaziyi ya da proletaryayı koyarak “burjuvazi-proletarya” ya da “proletarya-burjuvazi” şeklinde yazdığınızda toplumun nitelik değiştirmiş sayılacağını sanıyorsunuz. Hem de bizi çürütmek üzere klasiklerden aktarmalar yapıp kendinizi sağlama almaya çalışmışken! Okuduğunu anlamayacak dar kafalılıkla komünizmi eleştirmeye girişme cesaretiniz gerçekten heyecan verici! Marx, zafer kazandığında proletarya, toplumun bir yanı olmaktan çıkar diyor, proletarya, kendisini içeren karşıtı kadar, burjuvazi ve özel mülkiyet kadar kendisini de ortadan kaldırmıyorsa zafer kazanmamıştır, yeni nitelik oluşmamıştır, toplumsal dönüşüm gerçekleşmemiştir diyor ve siz yeni toplumu tanımlıyorsunuz: Proletarya da olacak burjuvazi de; ama diyorsunuz, proletarya egemen, burjuvazi egemenlik altında olacak! Ve yazınızda en az elli kez “öğrenin” türevli sözcük ve onların içinde yer aldığı cümleler kullanıyorsunuz! Söylenecek laf bırakmıyorsunuz! Marx’tan aktardığınız pasajdan çıkardığınız sonuç, yalnızca karşıtların varlığı ve birliği! Marx, proletarya zaferden sonra da toplumun mutlak yanı haline gelmez diyor ya! Öyleyse diyorsunuz proletaryanın yanına bir de burjuvaziyi eklemek gerek!
Bu dar kafalılığı bir kez de yapmıyorsunuz. Başka bir yerde yine Marx’tan yaptığınız başka bir alıntıyla “karşıt kutupların birbirine dönüşümü”nü, ama kuşkusuz üzerinde durduğumuz kutupların egemen-egemen olmayan şeklindeki yer değişikliğini doğrulamaya çalışıyorsunuz; oysa Marx orada da bizi değil sizi eleştiriyor:
“…diyalektik hareketi oluşturan şey, iki çelişik yanın bir arada var olması, bunların çatışmaları ve yeni bir kategori içinde eriyip kaynaşmalarıdır.”
Evet, Marx, burada zıtların bir arada bulunuşundan söz ediyor; ama “birbirine dönüşmeden hiç de anladığınızı anlamıyor: “Yeni bir kategori içinde eriyip kaynaşmalarımdan söz açıyor. Nerede “egemen-egemen olmayan” değişikliği, nerede yer değiştirme ve nerede yeni bir kategori içinde eriyip kaynaşma Mao’da ve sizde alt-üst olmalı değiş-tokuşlu bir tekrar, bir yerinde sayma var, Marx’taysa başkalaşma, yeniyi oluşturmak üzere eriyip kaynaşma, gerçek değişiklik. Okuyup öğrenme önerilerini bir yana bırakıp okuduğunuzu anlamaya çalışsanız iyi olacak. Doğal ki, bunun için sübjektivizminizden vazgeçmeniz gerekecek.
Şurası anlaşılmış olmalı; karşıtların birliği ve birbirine dönüşümünden Mao başka şey anlamaktadır, Marksizm’in klasikleri başka. Mao’nun klasiklerle hemfikir göründüğü “karşıtların birliğinin değil, mücadelesinin mutlak” olduğu anlayışı, cilası kazındığında karşıtına dönüşmektedir! Onun “mücadelesi”, Marx’ın söylediği gibi “yeni bir kategoride eriyip kaynaşma”ya, ya da örneğin, proletaryanın “karşıtıyla birlikte kendisini yok etme”ye götürmeyen, hiçbir zaman götürmeyecek olan, şöyle ya da böyle birliği sağlayıcı, siyasal olarak uzlaşıcılığa yol açan, burjuvazi ve kapitalizm karşısında tasfiyecilikten kaçınan sağcı oportünizme felsefi temel sağlayan, yapıştırıp birleştirici tutkal türü bir şeydir.
Partizan yazarının uzun ve gereksiz bir söylevle ne denli karşıtlık halinde olduğumuzu açıklamaya çalıştığı “karşıtların birliği” ve “birbirine dönüşümü” hiç de savunmaktan kaçınmadığımız, tersine, savunduğumuz, ama kuşkusuz ele alışımızın, Mao ve Partizan yazarının çelişmenin kutuplan ya da karşıt yönlerinin yer değiştirmesine indirgenmiş “dönüşüm” ve buna araçlık eden sözde “mutlak” “mücadele”nin koşullandırdığı derecesel değişiklikli “bir arada bulunuş”u ifade eden “karşıtların birliği” ele alışından nitel olarak farklı olduğu anlaşılmış olmalıdır. Bu farklılık, başka şeylerin yanında, niceliğin niteliğe (ve niteliğin niceliğe) dönüşümünün diyalektiğin temel bir yönü, çizgisi ya da yasası olarak kavranmayarak küçümsenişiyle bağlantı içindedir, Nicelik-nitelik ilişkisini “bir zıtların birliği durumu” (Yayınlanmamış Yazılar, sf.191) sayan Mao ve “nicelik-nitelik” vb. de bu şemsiye altında varlık bulur. Bu yasanın (zıtların birliği yasasının, Ö.D.) özel görüngüleri olarak şekillenir” (s. 12, sf.66) diyen Partizan yazan, diyalektiğin bu olmazsa olmaz ilişkisini, karşıtların birliği yasası ile ilişki halinde, onun üzerinde etkide bulunan ve başkalarının yanı sıra onunla da birlikte ve kendisi olarak şeyler ve görüngülerin hareketini düzenleyen işlevselliğinin dışında, karşıtların bir arada bulunuşunun düzenleyicisi bir etken olarak kavrıyorlar. “Karşıtların birliğinin bir tamamlayıcı etkeni, eklentisi! Ve Mao Zedung “yadsımanın yadsıması diye bir şey yoktur” şeklindeki düşüncenin de sahibi olduğundan, karşıtların, aşağıdan yukarı, sarmal, yeni bir kategori içinde eriyip kaynaşmaya ve yeni ve üst düzeyde yeni bir “birlik” oluşturmaya yönelik hareketi olarak diyalektik hareketten geriye yalnızca basit “dönüşüm” kalıyor. “Yadsımanın yadsımasının” hiç olmadığı, nicel-nitelik ilişkisinin de “karşıtların birliği” içinde eridiği, onun ancak bir görünümünü (Maocu görünümüdür, bu) oluşturduğu hareketin, şeylerin deviniminin, şeylerin iç çelişkilerinin yanlış ele alınışı üzerine kurgulanan eyleminin onların gelişmesini açıklamakta basit ve yetersiz kalacağı anlaşılır bir şeydir.
Yine de basit hareket, sonsuz yinelenmenin ve salt dairesel gelişmenin ötesinde olanaksız mıdır? Kuşkusuz, bu da olanaklıdır; olanaksız olan, doğa ve özellikle de toplumsal gelişmelerin bu basit hareket kategorisi içinde Maocu açıklanışının gerçek gelişmeyi yansıtmak üzere doğru sonuçlar vermesidir. Yoksa kuşkusuz, iyinin kötüye, güzelin çirkine, canlının cansıza vb. dönüşümü gibi dönüşümler göreli basitlikleri içinde ortaya da çıkarlar. Diyalektik, her tür dönüşümü olanaklı görür.
Evet, belirli koşullar içinde karşıtların bu tür “birbirine dönüşümü” de olanaklıdır. Partizan yazarının kendisine dayanak göstermek üzere yaptığı alıntıda Lenin de bu duruma işaret etmektedir:
“Ben bir sosyal demokratın bir burjuvaya dönüşebileceği imkânını kabul ederim, tersini de… Her çeşit dönüşüm mümkündür; bir budala akıllı bir adam bile olabilir ama bu dönüşümler nadiren olabilir.”
Akıllı adam bu alıntıdan hangi sonucu çıkarır? Karşıtların bu tür “birbirine dönüşümü”nün mutlak bir şey olmadığını, ne zorunlu ne de kaçınılmaz olduğunu; bu mutlak olmayış ya da nedaret (nadirlik), nitelik değişikliğinin tek zorunlu yolu olarak mutlaklaştırıldığında, bunun tek anlamının, bazı nadir durumlar dışında birbirine dönüşmeyecek karşıtların eski “karşıtların birliği” durumunu korumak üzere bir arada bulunmaya devam etmelerinin kaçınılmazlığının kabulü olacağını; bu tür “dönüşüm”ün diyalektiğin kapsamı içinde olmakla birlikte ona temel yasallığını sağlayamayacağını; bu nedenle Mao’nun Stalin’in şemasındaki dördüncü madde dolayısıyla ona yönelttiği suçlamanın haksız ve Stalin’in de bunu diyalektiğin temel yasaları içinde anmamış olmasının son derece doğal olduğunu…
Okuduğunu nedense hep yanlış yorumlayan ve yaptığı hemen her alıntı sanki özel olarak seçilmişçesine neredeyse her seferinde kendi tezini çürütüp yalanlayan Partizan yazan ise, Özgürlük Dünyası’na bir düstur çektikten sonra ısrar ediyor, Lenin’i aktarmasının ardından:
“Bir çelişkinin çözümü, bir şeydeki çelişik yönlerin belli koşullar altında birbirine dönüşerek yeni bir nitelikte varlaşmasından başka *bir anlama gelmez.
“Nedir ki çelişkinin çözümü?
“Karşıt uçların birbirine dönüşmesidir, şeyin zıddına dönüşmesidir…
“Dahası: Bir niteliğin yerini bir başkasının alması ancak ve ancak ve mutlak olarak eski nitelikteki karşıt yönlerin birbirine dönüşmesi yoluyla mümkün hale gelebilir. Başka yol yoktur ve olamaz.” (s. 12, sf.63-64) diyor.
Burada diyalektiğin önce aşıldığı (niyet olarak), sonra eksiltildiği ve çarpıtılıp sonunda da metafiziğe dönüştürülüp yok edildiği (nesnel olarak) iyice belirgin değil mi? Her şey bir yana, hareketin kendisinden başka, çeşitli biçimler altında akıp giden hareketten başka mutlaklık tanımayan diyalektiğe yazarın sözlerinde ne kadarlık yer bulunabilir? Bu denli kesinlemelerle ne denli diyalektikçi olunabilir?
Bunlar bir yana, şurası “Net” ve “berrak”: Lenin’in, üstelik açık bir ironi tonuyla, “nadiren olabilir” dediği, yani bir kural olabilmek için yeterli genelliği taşımadığını belirttiği türden “dönüşüm”, yazara ve savunmaya çalıştığı, “bir çelişkinin ana ve ikincil yönleri birbirine dönüşür ve o şeyin niteliği de buna bağlı olarak değişir” (Teori Pratik, sf.57) diyen Mao Zedung’a göre, hareketin ve diyalektiğin tek ve mutlak yasasıdır! Diyalektiğin iki farklı yorumuyla karşı karşıyayız: Lenin’inki, Marksist diyalektik ya da kelimenin gerçek anlamıyla diyalektik ve Mao’nun metafiziğe iyice bulaşmış haldeki Konfüçyus diyalektiği. Bu, diyalektiğin aşılması ya da zenginleştirilmesi değil, eksiltilmesi, basite indirgenmesi ve dünyanın eski Çin diyalektiğinden devralınan yöntemle açıklanmaya çalışılmasıdır.
Lenin alıntısı nasıl anlaşılmalı ve örneklendiği üzere şeylerin birbirine dönüşümüne nasıl yaklaşılmalı?
Bir komünist, düzenin kendisine sağladığı olanaklarla, kapitalizme teslim olup bir reformiste, revizyoniste ve hatta bir kapitaliste dönüşebilir. Bu mümkündür. Tek bir piyango bileti, bir loto ya da toto kuponunun bile bir emekçiye burjuvalaşma yolunu açma ihtimali vardır. Kaldı ki, tekil zenginleşme olanakları da reddedilebilir değildir. Ve tersine aydın bir burjuva, sınıfını yadsıyarak proletarya ve onun partisinin saflarına katılabilir. Bu da mümkündür. Ama bu olanak ve olasılıklar kapitalist toplumun bütününe uyarlanabilir mi? Alıntıda üzerinde durulan türden dönüşümü, yazarın mantığı gereği, sorunu hiç de karikatürize etmeden kapitalist topluma uyarlamaya çalışırsak ne olur? Kapitalist toplumun dönüştürülmesi gereği yerine, onun üzerine kurulu olduğu karşıtlardan burjuvazinin proletaryaya proletaryanın da burjuvaziye dönüşmesi / dönüştürülmesi gibi absürt bir “zorunluluk”la karşı karşıya kalırız! Lenin’in örneğinde, bir sosyal demokrat, burjuvalaşarak burjuvazi ile bir burjuva da proleterleşerek proletarya ile çelişmesini gerçekten de çözmüş, her ikisi de yeni sürecin yeni insanları olmuşlardır. Çelişkinin çözümünün “başka yolu olmadığına”, “ancak ve ancak ve mutlak olarak karşıt yönlerin birbirlerine dönüşmesi” “çözümün tek yolu” olduğuna göre, burjuvaların proleterlere, proleterlerin de burjuvalara dönüşmesi ya da dönüştürülmesi zorunluluğu doğar. Böyle saçmalık olmaz ve doğal ki siz de hiddetlenerek aynı şeyi söyleyeceksiniz! Ve soracaksınız “Mao’nun söyledikleri böyle mi yorumlanır?”
Mao’nun önceden üzerinde durduğumuz kendini ortaya koyuş tarzının da ileri-tutar yanı yoktur. Stalin’i metafizik düşünmekle suçladıktan sonra, “belli koşullarda şeylerin zıddına dönüşmesi”ne onun verdiği örnek şudur:
“Eğer burjuvazi ile proletarya birbirine dönüşmezlerse, nasıl oluyor da devrim yoluyla proletarya yöneten, burjuvazi ise yönetilen durumuna gelebiliyor?” (Seçme Eserler, cilt 5, sf.422)
Peki, bu örneğin üzerinde durulan tarzda zıtların birbirine dönüşmesi ile ilgisi var mı? Üstelik Mao’nun bu açıklaması, Stalin’in “Kısa Felsefe Sözlüğü”nde ortaya koyduğu görüşleri çürütmek için yazdığı yazının içindedir. Mao, bu yazıda, Stalin’in “savaş ile barış, hayat ile ölüm, burjuvazi ile proletarya arasındaki özdeşlik ve karşılıklı birbirine dönüşmelerini anlamadığı” suçlamasını yapmaktadır. Ama savaşla barış, hayatla ölüm ve burjuvaziyle proletarya kategorik olarak aynı türden zıtlar mı oluştururlar? Her biri kendi özgün iç çelişmesine (ve bu çelişme de kendi özel karşıt yönlerine) sahip her somut barış kendi iç bağlantılı karşıtı somut bir savaşa, kuşkusuz belirli koşullar altında dönüşebilir ve tersi, aynı şekilde aynı çerçevede her somut savaş somut bir barışa da dönüşebilir; biri diğerinin bağrında gelişir zıtlar oluştururlar çünkü. Benzer şeyler hayat ile ölüm arasındaki ilişki açısından da söylenebilir. Bu iki kategorik ilişki, birbirlerini üreten birlikler oluşturmakla kalmazlar, belirli koşullarda dönüşürler. Savaşın genel koşullan var oldukça, bu ilişki, savaş ve barış durumlarının birbirine dönüşmesiyle sürebilir de.
Peki, burjuvazi ile proletarya ilişkisi benzer türden midir? Burjuvazinin proletaryayı, proletaryanın da burjuvaziyi ürettiği, bu ikisinin, biri olmadan diğerinin olamayacağı kesindir. Ama tekil durumlar dışında burjuvazinin proletaryaya -ya da tersi- dönüşmesi düşünülebilir mi? Bu ikisi sınıf olarak birbirlerine dönüşebilir şeyler midir? Değillerdir, kuşkusuz. Bunun iddia edilmesi, diyalektiği bir deli saçması ya da saçmalama özgürlüğü derekesinde yozlaştırmak olur.
Bu sorunun içinden Mao’nun yaptığı gibi ilişki ya da çelişkinin yönlerinin konumlarının değişmesi ana yönün tali, tali yönün ana ya da egemen olanın egemen olmayan ve egemen olmayanın egemen yön haline dönüşmesi önermesiyle de çıkılamaz. Burada, önceden üzerinde durulan koşullu, geçici ve göreli değişiklik, ama mutlak değişmezlik ve sürekli bir arada bulunuş, aynı anlama gelmek üzere karşıtların birliğinin mutlaklaştırılması ile karşılaşırız. Mao’nun dediğinin başka anlamı yoktur. Devrimle burjuvazi ye proletarya yalnızca egemenlik değiş tokuşu yapıyor ve yöneten-yönetilen şeklinde yer değiştiriyorsa burada sömüren-sömürülen ilişkisi içindeki burjuvazi ile proletarya arasındaki çelişmeli durum ve onun üzerine kurulu toplum yapısı varlığını koruyor demektir; bir nitelik değişikliği oluşturmak üzere toplumsal bir devrim yapılmamıştır ve en fazla sınıfların siyasal konumlarında bir değişim anlamına gelmek üzere yönetsel değişiklikle temel toplumsal ilişkiler, sömürüye dayalı toplumsal yapı değişmeden kalmıştır. Proletarya proletarya olarak, burjuvazi de burjuvazi olarak kalarak kuşkusuz birbirlerine dönüşmemişlerdir. En çok, yönetimi ele alan proletaryanın, henüz daha hiç başlamamış olan burjuvazi-proletarya çelişmesinin gereğince, çözümünde olanak sahibi haline geldiğinden söz edilebilir. Ama burada temel bir yanlış iddiada bulunulmuş demektir; çözülen burjuvazi-proletarya çelişmesi değildir. Üstelik sömürü ilişkilerinden üreyen ve bu ilişkileri üreten, bu ilişkilerin sınıfsal ifadesi ve göstergesi olan burjuvazi-proletarya çelişmesi, diğer bir deyişle mülk edinmenin özel kapitalist biçimiyle üretimin toplumsal karakteri arasındaki çelişme, çözümünün ön koşulunu sağlamak dışında, bu tür yönetsel değişikliklerle çözümlenemez. Değişiklik adına ileri sürülen Mao’nunki gibi yönetim değişikliklerinden ibaret sayılacaksa ve bu “karşıtların birbirine dönüşümü” olarak “tek ve mutlak yolu” olduğu iddia edilen çelişmenin “çözümü” anlamına gelecekse, burjuva egemenliği, kısa sürede tamir edilebilecek şekilde yalnızca zedelenmiş demektir ve bu durumda da burjuvazi aslında hâlâ egemenliğini sürdürmektedir. Burjuva egemenliğinin, asıl kaynağı siyasette, yönetsel gücünde değildir; siyaset, ekonominin, burjuvazinin yönetsel gücü de sömürü ilişkilerinin, üretim araçları sahipliğinin ürünü ve türevidir. (Burada ekonomi ile siyaset arasındaki ilişkinin özgünlüğünü ve örneğin siyasetin görece özerkliğini ele almıyoruz.)
Kısacası, burjuvazi-proletarya çelişmesinin gerçek çözümü, yönetsel bir değişikliğe, egemenlik altına almaya indirgenemez; çünkü burjuvazinin egemenliği salt yönetsel değişikliklerle ancak sınırlandırılabilir, ama ortadan kaldırılamaz. Bunu ortadan kaldırmak, sömürü ilişkilerini, mülk edinmenin özel kapitalist biçimini, burjuva egemenliğini üreten kapitalist üretim biçimini ya da sınıfsal ifadesiyle, sınıf olarak burjuvaziyi ortadan kaldırmaya bağlıdır. Ve proletarya bunu başarırken kendisini de ortadan kaldırmış olacaktır. Bunu da yapabilecek olan, siyasal değil toplumsal devrimdir. Mao’ysa, siyasal devrimle, burjuva devrimleriyle sınırlı perspektifine felsefi temel oluşturmuştur, diyalektiği buna uygun olarak basit, eski Çin usulü yeniden düzenlemiştir. Marksist, felsefenin katkıcısı değil yozlaştırmışıdır. .
Partizan yazarı, bir de sözü edilen çelişmenin çözümünün burjuvazinin “yönetilen” durumuna dönüşeceği anlamına geldiğini kanıtlamak üzere Marksizm’in klasiklerinden görüşlerimizi özetleyip doğrulayan alıntılar yapıyor. İşte biri:
“…proletarya, proletarya, olarak kendi kendini yıkıp yok etmek ve dolayısıyla, yani bu kendi kendini yok edişle, bağlı bulunduğu ve onu proletarya yapan karşıtını da, yani özel mülkiyeti de yıkıp yok etmek zorundadır; çelişkinin olumsuz yanıdır proletarya…”
Marx ne söylüyor, Mao ve savunucusu Partizan yazan neler! Bırakalım burjuvazi-proletarya çözümünün burjuvazinin yönetilen durumuna dönüşmesiyle çözülmüş olacağını; bu çelişme, burjuvazi proletaryayı özel mülkiyet zinciriyle kendisine zincirlediği ve proletaryayı proletarya yapan olduğundan, yalnızca burjuvazi de değil, kendi varlık koşulu ve yapıcısı, üreticisi burjuvazi (ya da kapitalizm, özel mülkiyet koşullan) olduğundan onunla birlikte, kendisini de yok etmeden çözülemez. Çelişme çözüldüğünde, kuşkusuz burjuvazi, proletarya ile yönetim mevkiini değişmekle kalmayacaktır, bunun için ne burjuvazi ne de proletaryadan söz edilebilecek koşulların proletarya tarafından sağlanmış olması gereklidir.
Burjuva ile proletarya ilişkisi üzerine, onların çelişmenin yönlerinin değişmesiyle yaşamlarını sürdürmelerine ilişkin olarak yapılan onca laf ebeliğinin ötesinde, şunları söylemek gerekir:
Kapitalist toplumun iki uzlaşmaz karşıtı, burjuvazi ile proletarya arasındaki çelişme, iki çelişik yanın çatışmalarının yeni bir kategori içinde eriyip kaynaşmalarıyla ve ama kapitalizm ve özel mülkiyet ilişkileriyle birlikte bu ikisinin de yok olmasıyla çözülecektir. Bunun anlamı, sınıflı toplumun sınıfsız topluma, kapitalist toplumun komünist topluma dönüşmesidir. Evet, dönüşmesi. Üretim araçları mülkiyetinin az sayıda sömürücünün, özel mülk sahibi kapitalistin elinde toplanmasıyla karakterize olan, kapitalist üretim ilişkileriyle kapitalizm ve sömürü ilişkilerinin varlığı koşullarında proletarya tarafından temsil edilen, en başta üretimin toplumsal karakteriyle belirlenen komünizmin üretici güçleri arasındaki çelişme, kapitalist toplumu yok oluşa götüren ve komünizmi üreten çelişmedir. Tarihsel ve nesnel olarak bu çelişmeyi çözme göreviyle yükümlendirilmiş proletarya, ancak karşıtıyla birlikte kendisini de ortadan kaldırarak, insanı kendisinin efendisi kılacaktır.
Kapitalizmden komünizme geçiş dönemi olarak proletarya diktatörlüğü, komünizmin ilk evresi ya da sosyalizm dönemi ve onun ihtiyaç ve sorunları, çözümü gerekli çelişmenin bu ele alınışını geçersizleştirmez, tersine, gerekli ve zorunlu kılar ve proletarya diktatörlüğü bu çelişmenin hareketini yönetip yönlendirir, burjuvazinin sınıf olarak tasfiyesini gerçekleştirdiği gibi, onun çeşidi alanlardaki kalıntılarını da yok ettikçe sonunda kendisi de sönmeye doğru gelişir.
Ancak, proletarya diktatörlüğü her şeyden daha çok, Engels’in “ilk ve son görevi” olarak tanımladığı görev için var edilir: Mülksüzleştirenlerin mülksüzleştirilmesi. Marx, Mao’nun gereksiz bulduğu bir tür diyalektikle burjuvazi ile proletarya arasındaki çelişmenin çözümünü ya da kapitalizmden komünizme zorunlu hareketi, şu hayranlık verici yalınlıkla açıklar:
“Kapitalist üretim biçiminin ürünü olan kapitalist mülk edinme biçimi, kapitalist özel mülkiyeti yaratır. Bu, mülk sahibinin emeğine dayanan kişisel özel mülkiyetin ilk yadsınmasıdır. Ama kapitalist üretim, bir doğa yasasının kaçınılmaz zorunluluğuyla, kendi yadsınmasını doğurur. YADSIMANIN YADSINMASIDIR BU. ” (Kapital, cilt 1. s. 226)
Mao’ya göre, yadsımanın yadsıması yoktur; niceliğin niteliğe (ve niteliğin niceliğe) dönüşmesinin önemi yoktur, laf olarak tersini söylemesine rağmen karşıtların mücadelesini değil, birliğini önemli görüp mutlaklaştı-nr ve üstelik “dönüşüm”le açıkladığı çelişmenin çözümü ve şeylerin nitelik değiştirmesini çelişen iki yönün yer ve konum değiştirmesi olarak anlar. Bu ele alış, burjuvazi ve onunla ilişkilere felsefi temel sağlamak üzere yansır ve siyasal tutumlarını oportünizm ve uzlaşmacılığa doğru dolaysızca güdüler.
Mao’da mülksüzleştirenlerin mülksüzleştirilmesi de yoktur. Burjuvazi mülksüzleştirilecek, yok edilecek bir sınıf değildir, ona göre; burjuvaziyi devirip tasfiyeye yönelecek bir toplumsal devrim peşinde hiç olmamış, kapitalist niteliğin değiştirilmesini ancak yönetsel değişikliğe, yani siyasal devrime (burjuva devrimi) bağlamıştır; proletarya ile burjuvazinin oluşturduğu karşıtların birliği durumunun yeni bir karşıtlar birliği oluşturmak üzere gözden çıkarılmasına yanaşmaz, yanaşmamıştır, burjuvazisiz bir toplumsal yaşamı hiç tasarlamamıştır. Burjuvazi, her zaman “hem mücadele hem birlik” tartışması içinde olunması gereken bir kategori olarak kalmıştır!
Mao’da, eski Çin felsefesinden kalma diyalektiğe ilişkin çok şey vardır, konuya dair çok şey de yazmıştır ve iddialıdır, ama nedense felsefe onda, dönüp dolaşıp kapitalizmi zorunlu kılan ve kaderleştiren sonuçlar üretir, işte burası, idealizminin başladığı noktadır.
Onun “çelişmesi”nin karşıt kutuplarından birinde burjuvazi birindeyse proletarya hep var olmaya devam eder. Birisi ya da diğeri anadır ya da yönetendir, ama daima var olurlar. Buna rağmen (ana yön olmaktan çıktığında), çelişki çözülmüştür! Öyle bir kısır döngü ki, burjuvazisiz proletarya ve proletaryasız burjuvazi olmayacağı ve Mao ve yazara göre çelişki de kutupların konum ve yer değişikliği demek olan “dönüşüm”Ie çözüleceğinden, dolap beygiri gibi dönüp dolaşıp aynı yere varılıyor: Burjuvazi ve1 proletaryan bir sosyalizm!
Bu mantık çarpıklığının sosyalist inşa ve siyasal alana ilişkin boyutu proletarya diktatörlüğü koşullarının kavranışına dair yönü, bu, komünizmin ilk evresi ya da sosyalizm döneminde, burjuvazinin baştan sona ve zorunlu olarak varolacağı kavrayışını içerir. Aynı kavrayış Partizan yazarınca da savunulmaktadır:
“Sosyalist toplumdaki proletarya-burjuvazi çelişmesinde egemen yan proletaryadır; yönetilen burjuvazidir; egemenlik altındaki, burjuvazidir. Çelişmenin durumundaki bu değişiklikle birlikte yeni bir süreç, yeni bir nitelik ortaya çıkmıştır. Burjuvazi, bu yeni süreç, bu yeni nitelikte, yeni sosyalizmde de var oluşunu korur ama yeni biçimiyle, …” (s. 12, sf.69)
Bu sözlerin anlamı nedir? Sosyalizmde burjuvazi olacaktır!
Öyleyse Partizan yazarı, bizim Özgürlük Dünyası’nın 47. sayısında “Mao burjuvazinin tasfiyesini hiçbir zaman düşünmedi, bütün bir sosyalizm dönemi boyunca onunla zorunlu olarak bir arada var olmayı düşündü” diye yazmamız karşısında ateş püsküreceğine, ya kendisinin ve Mao’nun yazdıklarını bir kez daha okuyup iyice anlamalı ya da haklı olmak istiyorsa bu görüşleri değiştirmelidir.
Mao Zedung ve Partizan yazarının kafa karışıklıklarının, konuya proletarya açısından bakmanın yanı sıra, iki temel nedeni vardır. Birincisi, çok iddialı olmalarına rağmen felsefeden anlamamaları ve özellikle diyalektiği ve onun yasalarından olan karşıtların birliği ve mücadelesi yasasını yanlış kavramalarıdır. İkincisiyse, bununla bağlantı içinde, -bu, doğrudan bir bağlantıdır, çünkü Mao (ve yazar) dünyayı ve özellikle kapitalist toplumu, Mao’nun kendisinin de “ekonomi okumadım” diyerek bilmediğini belirttiği gibi politik ekonomiyi hemen hiç incelemeden ve ona hiç dayanmadan tamamen felsefe çıkışlı olarak açıklamaya girişiyorlar- kapitalizm ile komünizm ve bu ikisinin iç bağlantısını hatalı kavramaları, doğrusu bu konuda bir fikir sahibi olmamalarıdır.
Mao Zedung, komünizmi kapitalizmin inkarı olarak anlama yerine, onu sosyalizmin inkarı olarak ele almakta; böylelikle sosyalizmi ya da proletarya diktatörlüğü dönemini, kapitalizmden komünizme bir geçiş dönemi olmak yerine, ve doğallığıyla sosyalizmle komünizmi, herhangi bir nitel değişikliğe ihtiyaç göstermeden derece derece ilerlemeyle birinden diğerine geçilebilecek bir ve aynı sürecin zincirleme iki aşaması olarak kavramak yerine, birbirinin zıddı ve birbirini inkar eden, dışlayan süreçler olarak algılamaktadır. “Duvar” kapitalizmle komünizm ya da onun ilk aşaması olarak sosyalizm arasına değil, sosyalizmle komünizm arasına örülmekte; sosyalizme geçişte ve sosyalizm döneminde burjuvazinin (ve kapitalizmin) hiç de ölmesi gerekmediği ve tersine varlığı zorunlu olduğu sanılırken, sosyalizmden komünizme geçişin, hiç de hak etmediği şekilde daha tam bir nitel değişiklik olarak sosyalizmin “ölmesi” ve “sona ermesi”ni varsaydığı ileri sürülmektedir:
“Diyalektiğe göre, insanların bir gün ölmesi nasıl kaçınılmaz bir şeyse, sosyalist sistem de tarihi bir olgu olarak bir gün sona erecek, komünist sistem tarafından inkâr edilecektir.” (Mao Zedung, Seçme Eserler, Cilt 5, sf. 432)
İnsanların bir gün ölecek oluşu ile sosyalizmin bir tarihsel olgu olarak bir gün sona erecek oluşu -aralarında benzerlik kurulan iki şey bunlardır. Canlının cansıza dönüşmesi, diyalektik açıdan bir “sıçrama”dır, nicel birikimlerin belirli bir anda nitel değişikliğe yol açması, niceliğin niteliğe dönüşmesidir. Sosyalizmin komünizme dönüşmesinde ise nitel bir değişiklik yoktur, bir diyalektik “sıçrama” yaşanmaz, iç evrim sonucu derece derece bir değişiklikle sağlanacaktır dönüşüm. Burada dönüşüm iki zıt şey arasında değil, aynı sürecin iki aşaması arasındadır. Sosyalizmde burjuvazinin ve kapitalist sömürü ilişkilerinin tasfiyesiyle -nitel değişiklik bu ortadan kaldırılış çerçevesinde kapitalizmin ölüşü ve onun inkârı olarak komünizmin gelişmesi temeliyle yaşanacaktır- o, Mao’nun önemini hiç anlamadığı nitelik niceliğe dönüşerek komünizme varmak için derecesel gelişmeye, bir evrime ihtiyaç kalacaktır. Bir çırpıda kaldırılamayan değer yasasının etkilerinin, emeğe göre bölüşümün burjuva hakkının, burjuva alışkanlıkların, fikir ve değer yargıları kalıntılarının vb. kol ile kafa emeği, şehir ile kır vb. arasındaki farklılıkların giderileceği ve ama burjuvazinin sınıf olarak değil, ancak kalıntılar ve unsurlar olarak varlığının hissedilebileceği komünizmin ilk evresinden ikincisine evrimsel bir geçiş.
Kapitalizm karşısında sosyalizmi niteliksel bir dönüşüm olarak tasarlamayan (ve uygulamayan), sosyalizmde burjuvazinin var oluşunun felsefi ve teorik temellerini üretmeye çalışan burjuvalı sosyalizm (!) anlayışının savunucusu Mao ise, laf ola, komünizme varmak için sosyalizmi öldürmek, yani nitel olarak dönüştürmek niyetindedir. Doğal ki onda sorun çözülmemiş olarak kalmaktadır. Sosyalizmde burjuvazinin var olacağını söyleyip ardından komünizm sınıfsız toplum olacaktır demek, olanaksıza bir mümin softalığıyla inanmak demektir. Sosyalizm burjuvalı olarak zorunluysa ve proletarya sürekli olarak -dönüşerek ya da yer değiştirerek- zıddıyla birlikte yaşamak zorundaysa, bu komünizmi kimin ve nasıl kuracağı sorusu açıkta kalmaktadır.
Burjuvaziyle uzlaşma ve onunla -mücadeleden de söz ederken- birliği mutlaklaştırırken kapitalizmin ebediliğine inanç ve bunu burjuvazili sosyalizm ve burjuvazinin sosyalizmle bütünleşmesi gibi fikirlerle ortaya koyuş Mao’nun önemli ve temel bir yaklaşımıdır.
Mao Zedung bu yaklaşımını, felsefi olarak, karşıtların birliği ve karşıtların birliği yasasını mutlaklaştırma ve niceliğin niteliğe dönüşümünü önemsizleştirme gibi diyalektik yozlaştırıcılığının yanında, uzlaşmaz karşıtlığın uzlaşabilir çelişmeye dönüşebilmesi teziyle de temellendirmeye çalışmaktadır.
Partizan yazarı şunları söylüyor:
“Mao, devrim süreci içinde ortaya çıkan durum eşliğinde Marksist felsefi yazını daha kapsamlı geliştirecek berrak çözümlemelere girişmişti. Bunlardan biri de, belli koşullar altında uzlaşmaz karakterli bir çelişmenin (Çin’de ulusal burjuvazi bazında) uzlaşabilir hale dönüştürülebileceğiydi. Bu felsefe cephesinde bir adım daha ileri gitmekti.” (s. 12, sf. 59-60)
Burada “bir adım” değil, çok adım ileri gidilmiş ve çizme aşılmıştır! Bir şeyi belirtmekte yarar var; yazar her şeye rağmen ve nasıl olduysa burada ihtiyatlı davranmayı seçiyor ve genel bir alanda tartışmaktan kaçınmak için olsa gerek, iddiasının alanını imalı bir şekilde daraltarak “Çin’de ulusal burjuvazi bazında” diye bir not düşüyor. Bunu olumlu karşılıyoruz ve tartışmayı biz de bu alanda yürüteceğiz.
Uzlaşmaz karşıtlık ya da çelişme ne demek, uzlaşabilir çelişme ne demek, birincisi ikincisine dönüşür mü? Mao’nun diyalektik ve özellikle çelişme sorununda tahrif ettiği bir alan oluşturan uzlaşmazlık konusu, çelişmenin karakteri ile ilgilidir. Fakat Mao Zedung, Çin’deki siyasi pratiğin, doğrudan doğruya anti-kapitalist bir devrim halini almadığı durumu sürdürmek için, felsefeyi bu pratiğe uydurmaya çalışıyor. Çelişmelerin, uzlaşır ve uzlaşmaz çelişmeler olarak ikiye ayrılmasını, genel bir kural olarak koyuyor ve bundan yola çıkarak da, çelişen yanların birbirini yok etmesi anlamında çelişkinin çözüme ulaşmasının olanaksızlığını kanıtlamaya girişiyor. Bunu yaparken de, antagonist ve antagonist olmayan çelişmeleri birbirine karıştırıyor: daha doğrusu, ikisini birbirine özdeşleştiriyor. Gerçekte ise, her çelişme, hareketinin belli evrelerinde, bu özellikleri ayrı ayrı taşıyabilir. Bununla birlikte, çelişme, önünde sonunda bir yok oluşu ön-varsayar, bir arada bulunma durumunun sonsuzca devam ettiği ve sözde bir çözümü elde edilen türden bir çelişme yoktur ve olamaz. Uzlaşmaz karşıtlık, kavramı, geri kalan çelişme türlerinin sonsuzca uzlaşabilirliği ve örneğin çelişen yönlerinin bir yok oluşa götürmeden durabileceği ya da yine örneğin bu yönlerin yer değiştirmeleri aracılığıyla çözüm olmayan bir çözüme yol açabilecekleri anlamına gelmez. Toplumsal çelişmeler alanından örnek verilecek olursa, kapitalist toplum burjuvazi ile proletarya arasındaki uzlaşmaz karşıtlık üzerine kuruludur. Burjuvazi ve kapitalizm, artı emeğine karşılıksız olarak el konulan baskı ve zor altında tutulduğu gibi ancak sömürü ilişkileri çerçevesinde yeniden üretilen bir proletarya yaratmıştır ve yaratmaktadır. Bu ilişkiler ve burjuvazi ile proletarya arasındaki çelişme çerçevesinde çelişmenin iki yönü arasında herhangi bir uyum ve uyumlu gelişme söz konusu değildir. Örneğin sosyalist toplumda işçilerle köylüler arasındaki çelişme ise, sömürü ilişkilerinden kaynaklanmadığından, çelişme yine ikisinin de, yani köylü üretimiyle tüm kapitalizm kalıntılarının yok oluşunu gerektirip böyle çözülecek olmasına rağmen bu yok oluşa tedricen gidilebilecek oluşuyla uzlaşmaz karşıtlıklardan farklılaşır.
Mao’nun bu alanda neden olduğu çarpıtmanın bir ifadesi de yalnızca karşıtlıkların birbirine dönüştüğünü/dönüşebildiğini ileri sürmekle kalmamak, ama aralarındaki farkı, çözüm yöntemlerinin farklıhğıyla -zora dayalı çözüm ve barışçıl çözüm- açıklamaktır. Ma-ocu iki çelişme türü arasındaki farklılık, bu politik çözüm yöntemleri farklılığıyla izah edildiğine göre, buradan doğada bu tür çelişme farklılığı oluşmadığı anlaşılıyor. Bu da bir şeydir ve hiç olmazsa doğayı Mao’nun elinden kurtardığımızı gösterir.
Partizan yazarı:
“Genel ilkelerin sunuluşu açısından uzlaşmaz karşıtlık doğasındaki çelişme, belli koşullar altında uzlaşabilir çelişmeye dönüştürülebilir. Zıtların birliğinin ikiliğidir bu. Şeylerin ikili tabiatı, genel olmayan, yaygın olmayan, esas olmayan, tipik olmayan bu durumları varlaştırabiIir…”(s.l2, sf.59)
Mao:
“Bizimle düşman arasındaki çelişmeler uzlaşmaz çelişmelerdir. Halkın saflarında, emekçi halkın içindeki çelişmeler, uzlaşabilir çelişmelerdir; öte yandan sömürülen sınıflarla sömüren sınıflar arasındaki çelişmelerin ise hem uzlaşmaz hem de uzlaşabilir bir yönü vardır.
“Milli burjuvaziyle işçi sınıfı arasındaki çelişme sömürenle sömürülen arasındaki bir çelişmedir ve niteliği gereği uzlaşmaz bir çelişmedir. Ama Çin’in somut koşullarında, iki sınıf arasındaki bu uzlaşmaz çelişme, doğru bir biçimde ele alınırsa, uzlaşmaz olmayan bir çelişmeye dönüştürülebilir.” (Seçme Eserler, cilt 5, sf.537)
“Şeylerin ikili tabiatı.” Evet, kuşkusuz, şeyler, çelişik bir bütün oluştururlar; ancak bu ikililik, saçmalamaya dönüştürülemez, şeyler olur olmaz şeylere “bölünmezler” ve “dönüşmezler!” “Bir, ikiye bölünür”; tamam, ancak, bundan da, olabilir bölünmeler anlaşılabilir; katır örneğin, atla eşeğe ikiye bölünmez, doğurgan değildir çünkü.
Uzlaşmaz çelişme ve “uzlaşabilir” “çelişme”, katır oluşturmak üzere bir araya gelen atla eşek de değildir. Mao’nun “uzlaşabilir çelişmesi”, simurg (Zümrüdüanka) gibi bir şeydir. (Anlaşılır olsun diye köy dünyasına daldık, affola!)
Mao’nun çelişmelerinin tümü zaten “uzlaşabilir”dir; o, tüm çelişmeleri, karşıt yönleri birbirine dönüşmek ve ana-tali yön değişikliğiyle çözülür çelişmeler olarak kavramaktadır; burada çözüm olmadığı gibi, nitelik değişikliği de yoktur, derecesel gelişim vardır ve aslında karşıt kutuplar belirli bir uzlaşırlık durumunda bir arada bulunmalarını sürdürmektedir.
Ve Özgürlük Dünyası’nın 47. sayısında bu uzlaşmazlığın uzlaşabilirliğe dönüşümü nedeniyle Mao’nun iradecilikle eleştirilmiş olması Partizan yazarını kızdırmış. Diyor ki, “uzlaşmaz nitelikli çelişmeyi iradeyle uzlaşabilir hale getirmeyi düşünmüyordu” Mao. Ve ekliyor: “Mao, dönüşür, dönüştürülür demiyor… dönüştürülebilir diyor.”
“Dönüşmek” edilgen fiildir, kendiliğinden oluşu ifade eder, “dönüştürmek” aktif ya da ettirgendir, yaptırıcılığı, iradi katkıyı içerir; “bilir” takısı ise olasılığa işaret eder. Bunun ötesinde, Mao’dan yukarıda aktarılan pasajı okuyan her algılaması normal insan, bir insan ele alışının ve “dönüştürebilmek” için bir iradi müdahalenin ve istenilen amaca ulaşıldığında, barışçıl yöntemler kullanmanın olanaklı hale gelecek oluşunun konu edildiğini anlayacaktır. Burada apaçık bir politik taktik uygulamanın sözü edilmektedir. Politika iradesiz yapılıyorsa, o başka!
Mao’nun yukarıdaki pasajında dikkati çeken temel bir noktaysa, doğru ele alındığında uzlaşmayı olanaklı kılan burjuvazinin dostane konumudur. Mao, burjuvaziyi kesinlikle düşman görmemektedir; burjuvaziyle proletarya arasındaki çelişme “bizimle düşman arasındaki” çelişmelerden değildir; düşman yalnızca “dağlardır” (üç dağ), burjuvazi halk içindedir, en olumsuz durumda “ikili tabiata sahiptir!”
Bu uzlaşmaz karşıtlığın “uzlaşabilir çelişmeye dönüştürülebilmesi” anlayışı, aslında, felsefenin burjuvazinin hizmetine verilmesidir ve onunla birlik ve onun “sosyalizmle bütünleşmesi” uğruna felsefi temel yaratılmasına katkı olarak ortaya atılmıştır; bu anlayış, Mao’nun burjuvaziye karşı tutumu ve “sosyalist inşaya” yaklaşımıyla doğrudan bir uyum ve bağlantı içindedir.
Mao sürekli kılınmış bir NEP savunucusudur, bu yolla burjuvazinin sözde sosyalist düzene bağlanması (bunun için onlara imtiyazlar tanınması) yanlısıdır, ama göreceğiz, aslında düzen burjuvaziye bağlanmakta ve Mao bunun savunuculuğunu yapmaktadır.
Uzlaşmaz çelişmenin bu nedenle “uzlaşabilir çelişmeye dönüşmesi”ne ihtiyaç vardır; burjuvazi proletarya çelişmesi “barışçıl yöntemlerle” çözülebilir olacaktır bu durumda.
Ve Partizan yazarı sorar:
“İngiltere’nin özgün koşulları dolayısıyla Marx işçilerin burjuvaziyi ‘satın almaları’ anlamında, sosyalizmi ‘barışçı’ bir zaferle kazanmaları olasılığından söz ederken idealizme mi düzüyordu? ,
“Aynı Şekilde Lenin, Şubat sonrası üç aylık bir dönem için devrimin barışçıl yolla elde edilebileceğini söylerken hata mı ediyordu?” (s. 12, sf.59)
Mao çelişmenin uzlaşmazlıktan uzlaşabilirliğe dönüştürülmesi dolayısıyla idealizmle eleştirilmişti ya, yanıt veriyor yazar! Ne Marx, burjuvazinin satın alınması ihtimalinden söz ederken, ne de Lenin Nisan’da, barışçıl geçiş ihtimaline dikkat çekerken ve NEP döneminde de burjuvaziyi çeşitli imtiyazlar tanırken akıllarından Partizan yazarı tarafından böyle sahiplenecekleri geçmiştir. Onlar bu ihtimalleri söz konusu ettiklerinde burjuvaziyi kesinlikle proletaryanın uzlaşmaz karşıtı olmaktan çıkarmadılar, çelişmenin uzlaşabilir bir hal aldığını söylemediler, proletarya yine kendisiyle birlikte burjuvaziyi ortadan kaldıracaktı. O “barışçıl” ihtimallerden söz edildiğinde, bu ortadan kaldırışın yalnızca barışçıl gerçekleşmesi ihtimaline dikkat çekilmişti, yoksa proletarya ile burjuvazi arasında bir yok etmeden vazgeçiş durumu doğmamış, çelişmenin de uzlaşır hale geldiği söylenmemişti. Yalnızca, oluşan elverişli koşullar dolayısıyla, burjuvazinin proletaryaya karşı çıkmaya güç yetiremeyecek oluşu nedeniyle geçici boyun eğmesine bağlı olarak geçici bir uzlaşma olanağı doğmuş ve bu belirtilmişti. Ama iki sınıf arasındaki geçici uzlaşmaları kalınlaştırma ve barışçıl yöntemlerin kullanılabilir oluşunu teoriye bağlayarak bunun, uzlaşmaz çelişmenin uzlaşabilir çelişmeye dönüşmesi gibi köklerini yaratmaya yönelmiş olan Mao klasiklerden farklı bir noktaydı. Marx ve Lenin’in sorunu uzlaşmaz karşıtlığın çözümünde barışçıl yöntemler kullanabilme ihtimalinin ortaya çıkmasıyken; Mao’nun sorunu, tasfiyesine yönelmediği burjuvazinin sosyalizmde de varlığını korumaya devam etmesini burjuvazi-proletarya çelişmesinin yer değiştirmeli çözümü, bu çözümün aracı olarak barışçıl yöntemlerin vurgulanması ihtiyacı ve diyalektiğe aykırılığı gidermek üzere de ona katkı olarak uzlaşmazlığın uzlaşabilirliğe dönüşmesi eklemesinin yapılması oldu.
Partizan yazarına soruyoruz. Ama bu Çin Devrimi’nin genel yoludur. Burjuvaziyle ilişki, onun dönüştürülmesi, sosyalist inşaya katılması vb. açısından. Ve siz, bu yolu ölesiye savunuyor ve Türkiye için de öngörüyorsunuz. Peki, Çin Devrimi’nin (kurtuluştan sonrası için konuşuyoruz) “barışçıl geçiş ihtimali” ile bunca özdeşleştirilmesi ve bu ihtimale bunca övgü ne anlama geliyor? Bu biraz sağa kayma ifadesi olmuyor mu?

***
Çelişmedeki bu dönüşümün burjuvaziye yaklaşım ve ondan beklentilerle doğrudan bağlantısı vardır demiştik. Zaten açıklama da öyle yapılıyor: Çin burjuvazisi, (sonradan Mao tarafından tüm yarı-sömürge ülkeler için genelleştirilmek ve Partizan yazan tarafından da bu durumuyla savunulmak üzere) farklıydı, ikili tabiata sahipti, onunla aynı yatağa girilebilirdi! Yeterince sevimliydi!
“Düşman”dan söz ederken burjuvaziyi kesinlikle dışta tutan Mao’nun, burjuvaziyi sınıf düşmanı olarak gören komünistlerden farklı ve demokratik bir yaklaşıma sahip olduğu bellidir. Ne demokratik devrim ne de sosyalist devrim açısından burjuvaziye doğru yaklaşmış, bir komünist olarak burjuvaziyi proletaryanın asıl rakibi olarak görmemiş, demokratik devrime de komünistçe, burjuvaziyle hesaplaşma ve komünizme yürümenin zorunlu bir adımı olarak bakmamıştır; perspektifi daima demokratizmle sınırlı ve burjuvaziyle birlik halinde olmuştur. Bunu Partizan yazarı da Mao’dan aktarmalarla belirtmektedir:
” ‘…ne yapıp yapıp milli burjuvaziyi emperyalizme karşı mücadelenin saflarına kazanmalıyız… Emperyalizmle feodalizme karşı mücadele tarihi döneminin tümünde, emperyalizme karşı halkın safını tutmasını sağlamak için milli burjuvaziyi kazanmalı ve onunla birleşmeliyiz.’
Ve sürdürelim:
“Emperyalizm ve feodalizme karşı koyma görevi esas olarak tamamlandıktan sonra da, belli bir süre için (karşıtların birliği üzerine söylenenlerden bu sürenin sonu olmadığı biliniyor -Ö.D.) milli burjuvazi ile ittifakımızı sürdürmeliyiz.’ ” (Partizan, s. 10, sf.54)
“Ne yapıp yapıp kazanma” ve bunu demokratik devrimin zaferinden sonra da sürdürme! Bunun burjuva bir yaklaşım olduğu kesin, ama nasıl bir teorik temelle ortaya konuyor, onu görelim.
Partizan yazan Özgürlük Dünyası’nın Mao’ya yöneltilmiş sosyalizm karşısında burjuvazinin konumunu yanlış ele alma, onunla birleşme ve tasfiyeye yönelmeme gibi eleştirileri karşılarken demokratik devrim-burjuvazi-proletarya ilişkisine kadar uzanıp “komprador burjuvazi ile milli burjuvazi arasındaki farklar”dan başlayarak yine uzun gereksiz söylevlere başvuruyor, üstelik eleştirileri demokratizmle ve yanlışlarla yanıtlıyor.
“Burjuvazi vardır, burjuvazi vardır” diye işe girişiyor ve emperyalist ülkeler burjuvazisiyle yarı-sömürgeler burjuvazisi arasındaki farkları anlatıyor. Emperyalist ülkelerde diyor,
“Burjuvazi devrimin tüm aşamalarında karşı devrimci olmaktan geri kalmaz” ama yarı-sömürgelerde “komprador nitelikli burjuvazinin devrimin düşmanı, ulusal nitelikli burjuvazinin devrimin dostu olduğu Leninist öğretisi, hesaba katılması gereken vazgeçilmez bir olgudur.” (s.10, sf. 51)
Bu arada askeri feodal emperyalist olan ama burjuvazinin (ve kapitalizmin) devrimin hedefleri arasında yer almadığı Rusya’yı da genel emperyalist ülkeler kategorisine dâhil ediyor, yoksa işin içinden çıkamayacak. (Gerçi, Partizan yazarı bilgiçlikle, “böylesi bir ülkede devrim demokratik değil, sosyalist bir niteliktedir.” (s. 10, sf. 52) diyor ama, “dizgi hatası”na verip üzerinde durmuyoruz.) Çünkü burada burjuvazi feodalizmin ve otokrasinin baskısı altında ve dönem demokratik devrim dönemi: Aslında Maocuya göre bu burjuvazinin halk içinde olması gerek. Ama Lenin karşı devrimci dediği ve tecrit siyaseti uyguladığı için, buna cesaret edemiyor, teorisi bozulacak, Rusya’yı arada geçiştiriyor. Bu arada örneğin o günkü Rusya ile görece askeri güç büyüklüğünün ötesinde kapitalizmin -kendisi lehine- daha çok gelişmiş olması dışında bir farklılığı olmayan yarı sömürge Türkiye açışından bir çarpıklık oluşuyor; bizde burjuvazi halk içinde oluyor ve onunla ne yapıp yapıp birleşmek gerekiyor!
Yarı-sömürgelerde komprador nitelikli burjuvazinin, tekelci burjuvazinin devrimin düşmanı olduğu kesin, ama milli burjuvazinin devrimin dostu olduğu “Leninist öğretisi” nereden çıkmış? Yazar bunu kanıtlamak için Lenin’den, Stalin’den, Komünist Enternasyonal Programı’ndan olur olmaz aktarmalar yapıyor. Bunlardan milli burjuvazi ile “geçici uzlaşmaların olabilirliği belirtiliyor. Kim itiraz edebilir? Elbette mümkündür. Ama Mao’nun ve sizin derdiniz “geçici uzlaşmalar” değil ki, “ne yapıp yapıp milli burjuvaziyi kazanma.”
Hem yarı-sömürgelerin topyekûn tek bir kategori oluşturmadığı gerçeğini, özellikle Stalin’in ve Komünist Enternasyonal’in bu ülkeler arasında en az üç bölümleme yaptığını ve bu kategorik ayrıştırmanın da kapitalizm ve proletaryanın gelişme düzeyindeki farklılıklara, buradan kaynaklanmak üzere burjuvazinin konumundaki değişimlere göre yapıldığını atlıyor ya da bilmiyorsunuz. Oysa Stalin ve Komünist Enternasyonalin, bu farklılaşmaya göre çeşitli yarı sömürge ve bağımlı ülkelerde burjuvaziye karşı somut tutuma ilişkin önerileri değişiyor.
Tüm bunlar bir yana, pek bildiğiniz Çin örneğinden konuşalım. 1927 darbesiyle milli burjuvazi Çan Kay Şek’in peşinden karşı devrime yöneldi. Bunu Mao da belirtti ve onlarla ittifak yapamaz hale geldi. Nasıl halk içinde oluş bu ve nasıl devrim saflarında bulunuş? Doğrusu şudur: Kapitalizmi ve proletaryası belli bir gelişme düzeyine ulaşmış yan sömürgelerde demokratik devrimde stratejik yönelim milli burjuvazinin tecridi üzerine kurulur. Kuşkusuz yabancı işgali gibi çeşitli nedenlerle bu burjuvazi devrim saflarına eğilim gösterirse, onunla yine geçici uzlaşma ve ittifaklardan kaçınılacak değildir; ama tecridin anlamı odur ki, burjuvazi ile proletarya arasında, başta köylülük olmak üzere küçük burjuva katmanları kazanmak ve kendi önderliğini gerçekleştirmek üzere bir hegemonya çekişmesi olacak ve hem proletarya burjuvaziyi hem de burjuvazi proletaryayı etkisizleştirip dışlamaya uğraşacaktır. Geçici uzlaşma ve ittifak durumlarında ise, bunun geçici olduğu bilinecek ve burjuvazinin devrim dostluğu üzerine türküler söylenmeyecek, karşı devrim saflarına yöneldiğinde ise ağıtlar yakılmayacaktır. Kısacası, “ne yapıp yapıp kazanma” tutumu Marksist değildir.
Bu tutum, ne Partizan yazarının yaftasını asmayı pek sevdiği Troçkist bir tutumdur ne de demokratik devrim ile “genel olarak kapitalizmin ortadan kaldırılmasının hedeflenmesi” anlamına gelir. Yalnızca bir burjuva diktatörlüğü ve kapitalizmin sınırsızca gelişmesi tehlikesinin önünün kesilmesi içindir; sosyalizme kesintisiz geçişi garanti altına almak içindir.
Ama ne Mao, ne de Partizan yazan bununla yetiniyorlar; burjuvaziyi, Çin’in “somut koşullarında” (ve aslında bütün yan sömürgelerde) demokratik devrimin zaferi sonrasında, sosyalizm döneminde de “halk içinde” ve müttefik olarak tanımlıyorlar. Demokratik devrime ilişkin yanlış ele alış görece doğallıkla uzantısını böyle oluşturuyor: “Sevgili burjuvazi!”, “Bizim burjuvazimiz!” Her zaman ve her yerde “ne yapıp yapıp kazanma!” Tutum bu. Ve Partizan yazan buna itiraz etmeyi Troçkizm olarak damgalıyor.
Sonra da Özgürlük Dünyası “çarpıtıyor”muş! Oysa yazar kendisi de alıntılıyor aynı pasajı Mao’dan; ’49 tarihli devrim sonrası bir makalesinden:
“…milli burjuvaziyle birleşmemiz gerekmektedir. Bugünkü siyasetimiz kapitalizmi yıkmak değil, düzene sokmaktır.” (Seçme Eserler, cilt 4, sf.455)
Burjuvaziyle birlik, kapitalizmin düzenlenmesi. Ne sosyalizm!
Bu pasaj 4. ciltten. Çarpıtmışız! Ardından 2. ciltten başka bir pasaj aktarıyor ve diyor ki:
“Demek ki pasaj tümüyle aktarıldığında cümlelerin bozulan anlamı… Marksizm’i gözler önüne seriliyor.” (s. 10, sf.53)
Pes! Eh, bizden, anlam “bozulmasın” diye, 4. ciltten yaptığımız bir alıntının ardından ona 2. ciltten de birkaç cümle ekleyerek Mao’yu yeniden kurgulamamız beklenmemelidir!
Şimdi tam da cahilce cesaretin iflah olmaz bir örneğine geliyoruz:
“Demokratik devrim süreci sona erip sonra sosyalist inşa sürecine gelince, sosyalist inşadan yana olan, bu inşayı destekleyen, sosyalizme omuz veren tüm sınıf, grup ve katmanlar halk ordusunu oluşturuyordu, sosyalizm ve sosyalist inşaya karşı direnenler, karşı çıkanlar ise halk düşmanıydı…
“Ve belirtelim ki, ulusal burjuvazi sosyalizmin inşasından yana olduğu ve devrimin bu evresinde devrimden yana tavır takındığı için halk kapsamındaydı.
“İşçi sınıfı ile ulusal burjuvazi arasındaki çelişme Çin özgülünde halk, halk içindeki çelişmeler kapsamındaydı.” (Partizan, s. 10, sf.60)
Ne cesarettir! Hayranlık verici! Bir de söylenenlerin bir tek kelimesi doğru olsaydı!
Bu, nasıl burjuvazi? Bu, nasıl sosyalizm? Sosyalist inşadan yana, onu destekleyen, sosyalist devrimden yana tavır takman burjuvazi! Halk içinde olmuş olmamış, artık o kadar önem taşımıyor! Ve söylenebilecek hiçbir şey yok! Ne denebilir!? Çarpık-çurpuk da olsa çelişme lafları da ediliyordu! Peki, şimdi kim kime karşı, hangi çelişme, neyin niteliği değişecek, kim değiştirecek, kim kendisiyle birlikte kimi değiştirecek, yok edecek? Bu “sosyalist devrim” kime karşı yapılıyor? Kime karşı yapılır sosyalist devrim? Burjuvazi ile birlikte sosyalizm ve sosyalizmi destekleyen, sosyalizmden yana bir burjuvazi. Evlere şenlik bir durum!
Yazar, iyi ki, Mao’dan özetlemeye başlıyor da, o, “toparlıyor”;
“Çin ulusal burjuvazisi bir yandan sosyalist inşayı desteklemekte ve böylece halk saflarında yer almaktadır. Dolayısıyla bu durum, onunla işçi sınıfı arasındaki çelişmeyi nesnel olarak halk kapsamına sokar. Ama öte yandan komprador burjuvazi ve toprak ağaları gibi olmasa da, işçi sınıfını kâr uğruna sömürmektedir. Dolayısıyla ulusal burjuvazi-işçi sınıfı çelişmesi bu yanıyla da sömürülenle sömürgen arasındaki çelişme, kapsamına girmektedir.
“Bu durum Çin ulusal burjuvazisinin ikili niteliğinden kaynaklanır. Bir yandan sosyalist dönüşümü destekleme, öte yandan sömürme gibi ikili nitelik…
“Sömürülme vardır; sömürülme vardır. Emperyalistler, bürokrat kapitalistler ve toprak ağaları tarafından yapılan sömürülme ile ulusal burjuvazi tarafından yapılan sömürülme bir ve aynı olamaz.” (Partizan, s. 10, sf.61)
Pek toparlanmış olmadı, ama yine de en azından ulusal burjuvazinin bir yanıyla halk içinde oluşu tartışmalı hale geldi!
Şu her halükarda kesin: Ulusal burjuvazi sömürücü bir sınıf ama sosyalizmi destekliyor, sosyalist dönüşüme katılıyor! Eh! Sosyalizmi destekleyip sosyalist, inşadan yana olduktan sonra, sömürücü olmak gibi bir kusur “kadı kızında da olur!” Hem onun sömürmesi, emperyalistler ve kompradorlar gibi de değil. O güzel güzel, yumuşakça sömürüyor. “İyi sömürücü” o! Pek hafiften de olmayarak sömürücülüğü bile ulusallık adına bu sahipleniş ve üstelik sömürücü olmasına rağmen bir sınıfı tam da sömürünün ortadan kaldırılmasını amaçlayan bir devrimin destekçisi yapmak ve buradan giderek onunla birleşmeyi teorileştirmek, buna karşı çıkışı ise Troçkizm olarak nitelemek, tam da köylü dar kafalılığı ile girişilen bir “teorik” çabadır. Ancak işin hüzünlendirici yanı, bu teorinin milyonlarca insanın yaşadığı koca Çin topraklarında pratiğe uygulanması, kurtuluş şansını yakalamış sömürülen yoksul yığınların biraz kaldırıyormuş gibi oldukları kafalarının yine önlerine düşmesi ve devrimci demokrat Mao’nun bugünün gerici kapitalist Çin’inin mimarı olmasıdır.
Partizan yazarı bu “burjuvazinin sosyalizmle bütünleşmesi” ve burjuvaziyle birlikte sosyalizmin kurulması teorisinin reddedilmesini NEP’in reddedilmesi gibi anlıyor ya da öyle göstermek işine geliyor. Uzun ve bıktırıcı -konu ve yöneltilmiş eleştirilerle hiç ilgisi olmadığı için daha bir bıktırıcı- NEP’e, Lenin’in NEP’i ele alışına ilişkin söylevlerle sayfalar dolduruyor. Özellikle Stalin’den aktarmalarla göreceğiz ki NEP’in, Maocu, burjuvazinin sosyalizmden yana olması teorisiyle hiçbir ilişkisi yoktur. Mao’nunki tam da Buharinciliktir. İlk sosyalist kuruluş yıllarında içeride ve dışarıda burjuvaziye imtiyazlar tanınıp “haraçlar” verilmesiyle, devrimin geçici olarak burjuvazi ile uzlaşma içinde ilerleyişi ve hatta Nepmanların bu geçici dönemde proletarya diktatörlüğünün dayanaklarını oluşturan ittifakların yanında geçici bir işbirliğinin nesnesi olmasıyla; uzaktan yakından ilgisi yoktur Mao ve Maocuların savunup uyguladıklarının. Kapitalizmin sınırlandırılmasına rağmen belirli bir gelişme göstermesine izin verilmesi, bu kapitalizmden üretici güçlerin belirli bir gelişmesi ve toparlanması için yararlanma başka şeydir. Burjuvazi ve kapitalizmin sosyalizmden yana olması ve geçiciliğin ötesinde onlara tahammül göstermenin öngörülmesi ve sosyalizmin burjuvaziyi ortadan kaldırma amacından soyundurulması başka. Troçkizm NEP karşıtıydı, doğru; ama Buharin de onun, Mao’nun önceli olarak, “burjuvazinin sosyalizmle bütünleşmesi” teorisinin savunucusu olarak mutlaklaştırıcısı. İkisinin durumuna düşmek de aynı ölçüde üzüntü vericidir!
Partizan yazan bu mutlaklaştırılmış NEP -çiliğe,- sosyalizmin bu burjuva yandaşlığıyla (burjuvazinin sosyalizmden yana olduğu “tedrici ilerleme”, burjuvazi ile proletarya arasındaki çelişmenin “barışçıl yöntemlerle çözülmesi” (çünkü çelişmenin uzlaşabilir çelişmeye dönüştürülmüş olması) ve sosyalizme barışçıl geçiş diyor! Bu barışçıl geçiş teorisi de, hem ileri sürülen görüşlerin sosyalizmle ilgisi olmaması ve hem de bu tür bir geçişin de önünde sonunda proletarya diktatörlüğünü gereksinmesi ve ama Mao’da buna da yer olmaması açısından savunulabilir değildir, burjuvaziyle iyi niyetli beraberliğin teorileştirilme çabasından öteye gitmemektedir.

MAO VE SOSYALİZMİN SORUNLARINA İLİŞKİN ÖZET
Mao ve Maoculara göre, proletaryanın iktidarda olduğu üç tür devlet biçimi vardır.
Birincisi, doğrudan proletaryanın iktidarda olduğu türdür, proletarya diktatörlüğüdür.
İkincisi, proletarya diktatörlüğüne bir işçi-köylü diktatörlüğünden geçiş biçimidir.
Üçüncüsü ise, birçok devrimci sınıfın ortak iktidarı, örneğin içinde burjuvazinin de bulunduğu dört sınıfın “diktatörlüğu”dür.
“Yeni demokrasi” devleti ya da demokratik halk diktatörlüğü adım verdiği bu üçüncü biçimi, Mao, Çin gibi sömürge, yan sömürge ülkelerin tümü için genelleştirir. Bu üçüncü tür devlet biçiminin esprisi, ilk iki türde proletarya devlet iktidarını burjuvaziyle paylaşmazken, onda paylaşmasındandır.
Mao’nun yeni demokratik devlet teorisi, sömürge ve yan sömürgelerin burjuvazisinin emperyalist burjuvazilerden farklı olduğu ve geçici de olsa (o, bu ihtimali mutlaklaştırıyor) devrim safında yer alabileceği gerçeklerinden hareket eden, ama bu gerçekleri saptırarak milli burjuvaziyi kurulacak devrimci iktidarda söz sahibi yapmanın teorisidir. Çin devriminin pratiği içinde şekillenmiş ve sonradan tüm benzer ülkeler açısından genelleştirilmiştir.
“Bu iktidar” diye yazar Mao Zedung, “toprak ağası sınıfın ve burjuvazinin iktidarından farklı olduğu gibi, tam anlamıyla bir demokratik işçi-köylü diktatörlüğünden de farklıdır. Siyasal iktidar organlarında sandalye dağılımı şöyle olmalıdır: Proletaryayı ve yoksul köylülüğü temsil eden komünistlere üçte bir; küçük burjuvaziyi temsil eden sol ilericilere üçte bir; orta burjuvaziyi ve aydınlanmış eşrafı temsil eden ara ve diğer unsurlara da üçte bir.” (Seçme Eserler, cilt 2, sf.433)
1949 yılında şehirlerin kurtarılması ve merkezi iktidarın ele geçirilmesinin ardından hazırlanan Çin Anayasası’nda sosyalizme ilişkin tek bir söz yoktur. Çünkü iktidar alınsa da Çin hâlâ demokratik devrim aşamasında kalmaktadır ve koşulları oluşmadan uluorta söz açmanın anlamı yoktur Mao’ya göre. Anayasa, halkçı bir temelde ve kurtuluş mücadelesine şöyle ya da böyle katılan tüm sınıfların çıkarları gözetilerek hazırlanır. O yıllarda (ve sonra da) Mao, tam da 2. Enternasyonal oportünistleri gibi, demokratik ve sosyalist devrimler arasına Çin şeddi çekmekte ve demokratik devrimi, uzunca bir süre kapitalizmin serpilip gelişmesine yol açacak ve böylelikle sosyalizmin önkoşullarını sağlayacak bir devrim olarak değerlendirmektedir. Bunu Partizan yazarı şöyle doğruluyor:
“… Sosyalizme geçiş sürecinde de sosyalizm davasını destekleyen ulusal burjuvazi ile siyasi, iktisadi, örgütsel zeminde bir birleşik cephe kurulmuştu. (Ayraç içinde belirtelim ki, Çin ulusal burjuvazisiyle bir ittifak geleneği, kurtuluştan önceki (1949 öncesi) devrim sürecinde yaşanan bir olguydu.)” (s. 11, sf.60)
Kurtuluştan sonra yaşanan “sosyalizme geçiş süreci”, ve buna uygun düşen burjuvazinin de içinde yer aldığı bir devlet! Bunun, ünlü ama oportünist “üretici güçler teorisinden alınma olduğu bir gerçektir. Mao ve Maocular, bu alanda 2. Enternasyonal oportünistlerine bağlanmaktadırlar. Sosyalist devrimin demokratik devrimden, proletaryanın bilinç, örgütlülük ve başta köylülük olmak üzere emekçi kitleler üzerindeki hegemonyasının gerçekleşme düzeyi ile ayırt edilebileceği, bunun ötesinde, bu iki devrimin bir devrimin iki halkası gibi içice geçtiği Leninist teorisi Mao ve Maoculara göre değildir. Mao tam tersine şunları söyler:
“Yeni demokrasi genel programımız, bütün burjuva demokratik devrim aşaması boyunca, yani birkaç on yıl derişmeden kalacaktır.” (Cilt 2,-sf.257)
Kastedilen, iktidarın alınması sonrasıdır. Yani birkaç on yıl boyunca hem hâlâ demokratik devrimin ve demokratik taleplerin ötesine geçilmeyecektir ve hem de devlet, dört sınıfın, güya işçilerin ve köylülerin, küçük burjuvazi ve milli burjuvazinin devleti olarak kalacaktır.
Bu arada Mao, Yeni Demokrasi devletinin elindeki, tekellerden el konulmuş ağır sanayi mülkiyetinin “sosyalist nitelikte” olduğunu söyler, ancak devletin, sandalye dağılımına göre, neredeyse % 70’inin proleter olmayan sınıfların elinde olduğu koşullarda, bu sektör açısından, olsa olsa, “ileride” sosyalizme geçişi kolaylaştırabilecek bir devlet kapitalizminin geçerli olduğu ileri sürülebilir. Proletaryanın hem iktidarı burjuvazi ile paylaşması ve hem de bu iktidar eliyle sosyalizmi inşa etmesi, teorik ve pratik olarak bir saçmalık olmaktan başka bir şey olamaz çünkü. Proletarya diktatörlüğü olmaksızın sosyalizmin inşa edilebilmesi, Marksizm’in klasiklerinde hiç akıllara gelmemiş bir “orijinallik” olmanın yanında kuşkusuz bir imkânsızlıktır da.
Mao, 1940’da kaleme aldığı “Yeni Demokrasi Üzerine” adlı makalesinden sonra yazdığı tüm yazılarda, 1956’ya kadar “demokratik halk diktatörlüğünden daima “proletarya önderliğinde dört sınıfın iktidarı” olarak söz eder. İlk kez 1956’daki 8. Parti Kongresi’nde “halkın demokratik diktatörlüğünün özünde proletarya diktatörlüğü olduğu” saptaması yapılır. SBKP’nin, yolun kapitalizme doğrultulmasını onaylayan ünlü 20. Kongresi’nin ardından yapılan 8. ÇKP Kongresi’nde, Kruşçev revizyonizminin proletarya diktatörlüğünü “bütün halkın devleti” ile özdeşleştiren teorisinin ÇKP ve Mao’yu etkilediği çok açıktır. 8. Kongre kararlarında birden bire Çin’in sosyalist devrim sürecini tamamlamak üzere olduğu açıklanır, kısa süreli “büyük atılım” onaylanır. 1954 Anayasası’nda çarpıtılmış biçimiyle bile proletarya diktatörlüğünden hiç söz edilmediği halde, bu Kongre’de Çin’in sosyalist devrim sürecinde olduğu kabul edilmiş, “birkaç on yıllık demokratik devrim süreci” tezi herhangi bir açıklama olmaksızın rafa kaldırılmıştır. Söylentiye göre Çin sosyalizm dönüşümleri “esas olarak tamamlamıştır”(!) ama her nasılsa devlet hâlâ dört sınıfın devleti olarak kalmaya devam etmektedir. Toplumsal ilişkilerde burjuvazi hâlâ sınıf olarak vardır, siyasal yapılanmada burjuva partileri vardır ve burjuvazi yine hâlâ “halk safları içindedir”, bu nedenle üzerinde “diktatörlük uygulanmaz!” Bir bölümünü aktardığımız pasajlar var, ancak bütünlük açısından biraz uzun oluşuna da katlanarak Mao’ya şöyle bir bakalım:
“Hangisi daha iyidir, bir tek parti mi, yoksa birçok parti mi? Şu anda gördüğümüz gibi belki de birçok partinin olması daha iyidir. Bu, geçmiş için olduğu kadar, gelecek için de doğru olabilir; uzun vadeli bir arada yaşama ve karşılıklı denetim anlamına gelir.”(Cilt 5, sf.337)
“Ülkemizde işçi sınıfı ile milli burjuvazi arasındaki çelişme, halk içindeki çelişmeler sınıflamasına girer. Genel olarak ikisi arasındaki sınıf mücadelesi, halkın saflarındaki bir sınıf mücadelesidir, çünkü Çin milli burjuvazisinin ikili bir niteliği vardır. Burjuva demokratik devrim döneminde, milli burjuvazi hem devrimci hem de uzlaşmacı bir niteliğe sahipti. Sosyalist devrim döneminde, milli burjuvazinin kâr amacıyla işçi sınıfını sömürmesi onun niteliğinin bir yanını, buna karşılık Anayasayı desteklemesi ve sosyalist dönüşümü kabul etmesi de diğer yanını oluşturur. Milli burjuvazi, emperyalistlerden, toprak ağalarından ve bürokrat kapitalistlerden farklıdır. Milli burjuvaziyle işçi sınıfı arasındaki çelişme sömürenle sömürülen arasındaki bir çelişmedir ve niteliği gereği uzlaşmaz bir çelişmedir. Ama Çin’in somut koşullarında, iki sınıf arasındaki bu uzlaşmaz çelişme, doğru bir biçimde ele alınırsa, uzlaşmaz olmayan bir çelişmeye dönüştürülebilir ve barışçı yöntemlerle çözülebilir. Ama milli burjuvaziyle işçi sınıfı arasındaki çelişmeyi doğru bir biçimde ele almaz ve milli burjuvaziyle birleşme, onu eleştirme ve eğitme siyasetini izlemezsek ya da milli burjuvazi bizim bu siyasetimizi kabul etmezse, bu çelişme bizimle düşman arasındaki bir çelişme haline gelecektir.”(Age, sf.443)
“Bizim devletimiz, işçi sınıfı önderliğinde, işçi-köylü ittifakına dayanan bir demokratik halk diktatörlüğüdür…
“…Bu diktatörlüğü kim uygulayacaktır? Elbette işçi sınıfı ve onun önderliğindeki bütün halk. Halkın saflarında diktatörlük uygulanmaz, halkın bir kesimi de başka bir kesimini ezmemelidir.”(Age, sf.444)
Alıntılar, “sosyalist dönüşümlerin esas olarak tamamlandığı” kararının alınmasından sonraki tarihlere aittir. Ama burjuvazi hâlâ halk içindedir, hâlâ diktatörlüğü uygulayacaklar arasındadır ve ona karşı kazanma ya da “birleşme, eleştirme ve eğitme siyaseti” izlenmektedir! Çin burjuvazisi “farklıdır”, “Çin’in somut koşulları” çok “farklıdır”, orada burjuva olmayan bir burjuvazi, üstelik sosyalist bir burjuvazi olanaklıdır ve vardır. Emin olunsun, bu ilginçliklerle Mao, tüm iyi-niyetiyle kendisini tanımlamaktadır.
Mao’nun eklektizminde, arandığında, “proletarya diktatörlüğü”, “burjuvazi üzerinde diktatörlük”, “burjuvaziyi ezme siyaseti” vb. gibi “tahliller”de bulunabilir. Maocular da bunları Mao’nun “Marksistliği”ne dair kanıtlar olarak kullanmaya meraklıdırlar. Oysa ortaya konulmuş genel yaklaşım ve tutumlarla içi boşaltıldıktan sonra, bu tür sözcük ve “tahliller”in kimseyi Marksist yapmaya yetmeyeceği açıktır.
Maocuların 1966 sonrasında Kültür Devrimi ile burjuvazinin tasfiye edildiği türünden savunmalarının da gerçekle bir ilgisi yoktur. Burjuvazi ile birlikte sosyalizmin inşası ve onunla uzun süreli bir arada yaşama ve karşılıklı denetim çizgisinin terk edildiğine ilişkin bir açıklama hiçbir zaman yapılmamıştır. Tersine, Kültür Devrimi boyunca aynı Maocu çizginin propagandası sürdürülmüş. Mao’nun bilinen görüşleri Marksizm-Leninizm’e katkı ve Kültür Devrimi’nin temeli olarak savunulmuştur. Kültür Devrimi ve sonrasında 1954 Anayasası’nı değiştiren, yeni düzenlemeler getiren ya da onu askıya alan herhangi bir açıklama da yapılmış değildir. Bu Anayasa ise, “devlet ve özel sektörün ortak yatırımlarım” ve devlet kapitalizmini yasallaştıran bir belgedir. Mao’nun Çin burjuvazisinin yandaşı olduğunu ve desteklediğini belirttiği de yine, aynı Anayasa’dır. Üstelik Kültür Devrimiyle burjuvazinin sınıf olarak ortadan kaldırıldığı iddiası, Mao’nun felsefesine, Marksizm’e, büyük bir katkı olduğu iddia edilen bütün bir sosyalizm dönemi boyunca burjuvazinin varolacağı ya da “geri dönüş ve proletarya diktatörlüğü altında sınıf mücadelesinin sürdürülmesi” teorisine de aykırıdır.
Çin Devrimi’nin sosyalizme doğru ilerleyememesinin ardında felsefi kökleriyle Mao’nun burjuvaziyi koruyup kollama ve sosyalizmi onunla dayanışma ve karşılıklı birbirini denetleme halinde inşa teorileri yatmaktadır. Mutlakçı karşıtların birliği ve niceliğin niteliğe dönüşümünün önemsiz görülmesi, uzlaşmaz karşıtlığın, çelişme kavramının kendisiyle çelişme halinde olan “uzlaşabilir çelişme”ye dönüşmesi; tümü burjuvaziyle dayanışma adına geliştirilen felsefi yakıştırmalardır. Mao ve Partizan yazan gibi Maocular, burjuvazinin bir tür sosyalistleşmesi(!) teorilerini, tasfiyesine yönelmeyen ve tersine sosyalizme, sosyalist inşaya destek veren, “sosyalizmle bütünleşen burjuvazi” tezlerini, Sovyetler Birliği’nde burjuvaziyle zorunlu ama geçici bir uzlaşma dönemini ifade eden NEP ardına gizlemeye çalışmışlardır.
Bu konuda en önemli tartışma Kulakların (zengin köylüler, köy burjuvazisi) tasfiyesi döneminde Stalin’le Buharin arasında geçmiştir. Buharin de, tıpkı Mao Zedung gibi, burjuvazinin sosyalizme meyledebileceğini, “sosyalizmle bütünleşebileceği”ni (bu, yapacağımız alıntılarda farklı çeviri nedeniyle “burjuvazinin sosyalizme intibakı” olarak geçmektedir), böylelikle sınıf mücadelesinin uzlaşma ve sönmeye doğru gelişeceğim, çelişmelerin “uzlaşabileceği”ni savunmuştur. Buharin karşısında Stalin’in tavrı ve görüşleri öğreticidir:
“Kapitalistlerin sosyalizme intibakı teori ve pratiğiyle sınıfları ortadan kaldırmak mümkün müdür? Hayır, mümkün değildir. Böyle bir teori ve pratikle sınıflar sadece korunur ve ebedileştirilir, çünkü bu teori Marksist sınıf mücadelesi teorisine aykırıdır.”(Stalin’den aktaran: Leninizm Dizisi, 4. Defter, Inter Yay. sf.76)
Mao’ya göre de sınıflar, halk içinde yer alan burjuvaziyle birlikte kaldırılmayacak mı? Ve burjuvazi hem halk içinde sayılırken ve hem de halk üzerinde diktatörlük uygulanmayacağı altı çizilerek açıklanırken, bu sınıf mücadelesinin yalnızca yatışması değil, hatta aynı zamanda gereksizleşmesi ve sönmenin bir başka tarzda söylenmesi anlamına gelmiyor mu? Burjuvazi üzerinde zor yok, baskı yok, yalnızca “barışçı terbiye ve eğitim” ve “burjuvazi ile birleşme;” böylelikle burjuvazinin “yeniden kalıba dökülmesi.” Burada sınıf mücadelesinden eser var mıdır? Uzlaşma ve anlaşmanın genelleşmesi ve ikna vb. ile “eğitim” dışında? Ortadan kaldırmak var mıdır? Ve ama öte yandan, bu yoldan genel olarak hedef varsayılan “sınıfsız toplum”a gidileceği de öngörülmektedir. Sönmüş sınıf mücadelesi, salt anlaşma ve uzlaşmaya dayanan ve zaten kendisine hareket veren çelişmesi de “uzlaşabilir” olan bir tür “mücadele” ile sınıfsızlığa varma! Burjuvazi ile birlikte!
Stalin’den devam edelim:
“Sınıfların, proletaryanın acımasız sınıf mücadelesiyle ortadan kaldırılması- Lenin’in formülü budur.
“Sınıfların, sınıf mücadelesinin sönmesi ve kapitalistlerin sosyalizme intibak etmesiyle ortadan kaldırılması- bu da Buharin’in formülüdür.
“Bu iki formül arasında ortak ne olabilir?
“Buharin’in kulakların sosyalizme intibak etmesi teorisi, böylece Marksist-Leninist sınıf mücadelesi teorisine sırt çevirmeyi temsil etmektedir. Bu, kürsü sosyalizmi teorisine yakınlaşmadır.”(Age, sf.77)
Hem devlet burjuvazi ile paylaşılacak ve hem de dört sınıflı devlet, sınıf mücadelesinin temel aracı proletarya diktatörlüğünü gerçekleştirecek! Bu, sosyalizmi burjuvazi ile birlikte kuracağız demekten başka ne anlama gelebilir ki? Bu, ekonomide olduğu gibi, siyasette de burjuvazinin “sosyalizmle bütünleşeceği” teorisidir. Mao, Buharin’e göre bir adım daha ileri gitmiştir.
Partizan yazarı, Rusya’daki NEP uygulamasıyla Çin’de NEP’e benzettiği şey arasında kıyaslama yaparak şu farklılığı bulur:
“Lenin’in Rusya’da öne sürdüğü, ama gelişme olanağı bulamadığı (çünkü burjuvazi proletaryanın gücünü küçümsemiş ve Lenin’in öne sürdüğü koşulları reddetmişti) ama Çin’de gelişme olanağı bulan (çünkü burjuvazinin başka çaresi kalmamıştı) devlet kapitalizmi…”(Partizan, s. 10, sf.40)
Yazarın kafasında olan, sonuna kadar gelişecek bir devlet kapitalizmidir; bu satırlarda kendini ele veriyor. “Sınırlandırma”, “kısıtlama”, aslında sonu olmayan ve kapitalizmle sosyalizmin uyumunu sağlamaya yönelik tedbirler olarak anlaşılmakta ya da gereksiz yere (göz boyamak için) sözü edilmektedir. Başka türlü olabilir mi? Lenin Rusya’da devlet kapitalizmini sonsuza kadar uygulanmak üzere öne sürmedi ki. Bu tür “uyum” yaratmak için, “kulakları sosyalizme intibak ettirmek” için hiç ortaya atmadı. Doğal ki, devlet kapitalizmi ancak o kadar gelişme olanağı bulacak ve sonunda tasfiyeye kurban gidecekti. Gelişecek olanak bulamamasından daha doğalı yoktu. Çin’de ise gelişme olanağı bulduğu kesindir; ama zaten amaçlanan, Sovyetler Birliği’nden farklı olarak oydu! Bu, Lenin ile Mao ve Sovyetler Birliği’nde sosyalizmle Çin’de kapitalizm arasındaki farka işaret ediyor. Ve yazarın olanca uzunluğuyla NEP üzerine söylevlerinin tümünü geçersizleştiriyor.
Çin’de milli burjuvazi ile hem de sosyalizm döneminde birleşilmişti. Yazar, gelebilecek böyle bir eleştiriyi önceden karşılamak için kendisine soru sorulmuş gibi yapıyor ve devam ediyor:
“Denebilir ki, Çin’de ulusal burjuvaziyle siyasal, iktisadi ve örgütsel bakımdan bir birleşik cephe kurulmuştu, buna ne denir?
“Unutulmasın ki, Rus ve Çin devrimi farklı koşul ve ayrı çerçevede gelişen iki farklı devrimdir. Biri yarı sömürge yarı feodal bir ülkede gelişen demokratik bir devrim, öteki emperyalist bir ülkede gelişen proleter-sosyalist bir devrimdir. Önce bu farkı görmek gerekir…”(s. 10, sf.58)
Burjuvaziyle siyasal, iktisadi, örgütsel ittifakın şu gerekçesine bakılsın. Bir kez, üzerinde konuşulan sosyalizm dönemidir, iktidarın alınmasından sonrasıdır. Yazar sonra hâlâ yarı sömürge yan feodal bir ülkede yaşandığını ve demokratik devrim yapıldığını düşünmektedir! Aslında, doğrudur, tökezlemeler ortaya çıkmasına ve gerileme sürecine girilmesine karşın Çin’in iktidar sonrasında da demokratik süreçte kaldığı düşüncesine biz de katılıyoruz. Buna yazar karşı çıkıyor ve Çin’in sosyalist bir ülke haline geldiğini söylüyordu. Demokratik devrim yaparak mı Ve burjuvaziyle birlikte bulunarak mı sosyalist ülkenin ortaya çıktığı sorunu tartışmalı kalsa da, biz yazardan aktarmayı yaptığımız uzun sayfalar boyunca sosyalist inşa sırasında uygulanan NEP üzerinde tartışıldığını sanıyorduk, nitekim öyle de. Yazar uzun uzun bu konudan söz ediyor, klasiklerden bol aktarmayla NEP’i anlatıyor. Ama NEP önce proletarya diktatörlüğünü gereksiniyor, sonra sosyalist inşaya girişilmiş oluşunu; kısaca sosyalist devrim döneminde bulunuluşunu. Ama yazar, kalkıp Çin’in demokratik devriminden bahsediyor, onu, sosyalist devrim yapan Sovyetler Birliği ile kıyaslarken. Çok farklı dünyalarda yaşadığımız ve çok farklı pencerelerden çok farklı dünyalara baktığımız kesin! Ama ne desin, yazara hak vermiyor değiliz: İktidarda burjuvazi (de) olacak ve sosyalist devrim yapıldığı iddia edilecek! Bu çelişmeyi “çözmek” için bir aykırılık yapmak kaçınılmazdır.
Şu kesinlikle ortaya çıkmış oluyor yalnız: NEP ile Sovyetler Birliği’nde uygulanan NEP gerçekliğiyle Çin’de uygulanan şeye NEP adı takılması birbiriyle ilişkisiz iki farklı nitelikte şeydir.
Çin’de “farklı” olan, gerçeğiyle ilişkisiz olan sadece NEP de değildir. Çin’in burjuvazisi de “farklı”dır. Yazarımız bu “farklılık”ı açıklıyor:
“Unutulmasın ki, ne İngiliz burjuvazisi ve ne de Rus burjuvazisi halkla aynı barikatları paylaşmıyordu, karşı devrimciydi. Oysa Çin ulusal burjuvazisi geleneksel ittifak çizgisi eşliğinde, özgün koşullardan dolayı sosyalizmi kabullenmek durumunda kalmış farklı bir burjuvaziydi.” (s.TO. sf.62)
Önceden üzerinde durmuştuk, “farklılık”a ilişkin “netlik”i aktarmakla yetiniyoruz. Burjuvazi, nerede olursa olsun burjuvazidir; sömürücü, sınıf düşmanı. Onunla ittifak yapılıp yapılmaması, ne onun burjuva niteliğindeki farklılıktan kaynaklanır ne de farklı olduğu için ittifak yapılır. İttifak yapılacaksa, burjuvazi farklı olduğundan değil, koşullar farklı olduğu ve gerektirdiği için yapılır. En çok burjuvazinin konumunun farklı olduğu söylenebilir. Ne yapalım ki, yazarın burjuvazisi farklı! “Sosyalizmi kabullenen” türden, nevi şahsına münhasır bir burjuvazi!
Ve Mao gibi yazar da, sözde Çin NEP’inin gerekçesi olarak, burjuvazinin bu “farklılık”ını gösterirler.
NEP ve sosyalizmin inşasında burjuvazi ile yapılan işbirliği, Çin ulusal burjuvazisinin “ikili tabiatı”ndan, yurtseverliğinden, uzun yıllar boyunca oluşmuş uzlaşma geleneğinden, sonuçta sosyalizmi ve komünist partinin önderliğini kabule yanaşmasından kaynaklanmaktadır diye iddia eder yazar. Özgürlük Dünyası’nın Mao’ya yönelttiği “burjuvazinin sosyalizmi kabule yanaşması” değerlendirmesinin yanlışlığına ilişkin eleştiriye kızan yazar, bunu şöyle dile getirir:
“Burjuvaziyle yapılan işbirliği de koşulludur. Bu koşullar; onların, a) Sosyalizmi kabul etmeleri, b) Komünist Partisinin önderliğini benimsemeleridir. Ve Çin’de ulusal burjuvazi bu koşulları ta başından beri benimsemişti.” (s. 10, sf.59)
Ve Mao gibi; yazar da bu karakterli burjuvaziye Çin “sosyalizminin inşasında görev verdikleri gibi, bu inşayı yönetip gerçekleştirecek diktatörlük içinde de yer verirler. NEP’i vb. uygulamaya yetenekli tek diktatörlük ancak ve ancak proletarya diktatörlüğüyken, onlar, burjuvazinin de iktidar doruklarında olduğu dört sınıflı bir burjuva diktatörlüğüne (buna birleşik cephenin diktatörlüğü diyorlar) sosyalizmi inşa ettirir ve NEP’i uygulatırlar. Sosyalizm için, koşullar gereği geçici bir işbirliği zorunluluğu doğsa da (NEP Rusyası’nda olduğu gibi), tek başına proletaryanın hiçbir sınıfla paylaşmadığı kendi diktatörlüğü ve onun en temel örgütsel araç olacağı burjuvaziye karşı onu ortadan kaldırmayı amaçlayan bir tutum ve mücadele gerekliyken Mao ve yazar, burjuvaziyi iktidarla taçlandırırlar. Gerekçe aynıdır: “Burjuvazi sosyalizmi kabul edip desteklemektedir!”
“Çin koşullarında ulusal burjuvazi sosyalist inşayı desteklediği, gelişen tarihsel sürecin özgün aşamasının devrimine omuz verdiği için halk kortejindedir. Dolayısıyla, diktatörlüğün bir unsuru, bir müttefiki ve bir ittifak gücüdür.” (Partizan, s. 11, sf.60)
Proletarya diktatörlüğünden iktidarın proletaryaca başkalarıyla paylaşılmazlığı ile bu diktatörlüğün temel olarak işçi-köylü ittifakına dayanıyor oluşunun aynı sorunun iki ayrı yönünü oluşturduğu gerçeğini anlayamayan ve ittifak yapılıyorsa ve gerekliyse, ittifak yapılan gücün mutlaka iktidarda da yer alması gerektiği düşüncesiyle dar kafalılıktan kurtulamayan yazar, bu konudaki kafa karışıklığını Mao’dan devralarak yine sayfalar dolusu söyleve girişiyor.
Bizim, doğrudan Lenin’den devralarak savunduğumuz, proletarya diktatörlüğü sisteminde, proletaryanın iktidarı hiçbir sınıfla paylaşmayacağı, paylaşamayacağı yönünde söylediklerimizi, bunun proletaryanın ittifaklarını reddetmekle özdeş olduğunu sanarak, Troçkizmle suçlayan yazar, okuduğunu anla-yamayarak ve ne yaptığını bilmeden Stalin’den, bizi doğrulayan bir alıntı yaparak işe girişiyor. Aynen aktarıyoruz:
“Bilinmelidir ki, siyasal egemenliğini eline almış olan proletarya, egemenliği, ‘ona tek başına sahip olacağı bilinciyle almıştır.’ Ancak, ‘bununla birlikte bu bir tek sınıfın, iktidarı öbür sınıflarla paylaşmayan ve paylaşamayan proletarya sınıfının, amaçlarını gerçekleştirmek için öbür sınıfların emekçi ve sömürülen kitlelerin yardımına ve onların ittifakına gereksinme duymadığı anlamına gelmez. Tersine, bu iktidar, bu bir tek sınıfın iktidarı, ancak proletarya sınıfı ile küçük’ burjuva sınıfların emekçi kitleleri, her şeyden önce köylülüğün emekçi kitleleri arasında özel bir ittifak biçimi altında güçlenebilir ve sonuna kadar gerçekleştirilebilir.” (Stalin’den aktaran Partizan, s. 11, sf.58)
Bu Stalin alıntısından ne sonuç çıkar, ne anlaşılabilir?
1) Burada, üzerine basa basa proletaryanın iktidarını başka hiçbir sınıfla paylaşmadığı ve paylaşılamayacağı, iktidarın tek başına proletaryaya ait olması gerektiği gerçeği vurgulanmaktadır.
2) Bu, “tek başına iktidar”, proletaryanın diğer emekçi sınıflarla ittifakını engellemez, gereğini ortadan kaldırmaz, hatta tersine, zorunlu kılar, ikinci olarak üzerinde durulan budur. Pasaj, dolaysızca, bu iki yönün bir arada gerekliliğine ilişkindir.
Partizan yazan ise, her zamanki bıktırıcılığıyla bir dizi daha alıntı ve mantık yürütmeden sonra, proletaryanın hiçbir sınıfla paylaşamayacağı “tek başına iktidarı”nın, onun başka sınıflarla birlikte iktidarında yönetici gücü elinde tutması ya da proletaryanın önderliği anlamına geldiğini iddia eder.
İttifakta yönetici gücün tek bir sınıfın, yani proletaryanın elinde olması.
“Evet, aslolan budur; başta gelen budur.” (s. 11, sf. 59)
Bu, ne anlayışsızlıktır! Bir türlü karşı çıkılmak istenmeyen burjuvaziye mutlaka iktidarda pay verilmek istenmekte, bu nedenle göz göre göre, tahrifatçılık da demek mümkün değil, okunan farklı algılanmaktadır. İhtiyaçların gözleri kör etmesi, düşünceleri karartması bu olsa gerek!
İktidar herkesle paylaşılabilir! Burjuvaziyle bile! Çin’de böyle oluyor. Yeter ki, ittifakta yöneticilik elden bırakılmasın! Yazar, proletarya diktatörlüğünü, en fazla hisse senedine sahip olanın borusunun öttüğü holdinglerle karıştırıyor.
Yazar, bu kuyuya düşünce, artık bir daha da çıkamıyor, boğuşup duruyor kuyunun dibinde. Kamanev’le Stalin arasındaki tartışmaya getiriyor konuyu. Kuşkusuz, Stalin’i ve onun tartışmasını da anlayamıyor. Bir kez kuyudan yukarı doğru bakmaya başlıyor çünkü her şey tersine görünüyor artık. Şöyle sesleniyor Özgürlük Dünyası’na:
“Buna karşın hâlâ Kamanev gibi soruna yaklaşmak ve dolayısıyla, hâlâ, proletarya tek başına iktidar sahibidir, iktidarını hiçbir sınıfla paylaşmaz demek, Troçki’nin ‘saf proleter devrim’ teorisinden yana tavır koymak ve onun tutsağı olmak demektir.”(s. 11, sf. 60)
Yazar Troçkist olduğumuza iyice inandırmış kendisini, olur olmaz yerde Troçkizmi söz konusu ediyor. Bir uyan: Kanıtladığın şeye işim takmalısın sayın yazar. Ama kanıtlamak bir yana, henüz okuduğunu bile anlayamıyor ve kendini çürütecek alıntılar yapıyorsun! Özgürlük Dünyası hakkında yargılama yapabilecek ve onu tanımlayabilecek yeterlilikte değilsin! Kusura bakma, ama bu böyle.
Öncelikle, Stalin’le Kamanev arasındaki tartışma, “tek bir sınıfın iktidarı” gerekli mi, gereksiz mi tartışması değildir. Ama Kamanev’in kafası da Partizan yazarı’nınki gibi çalıştığından, o da, o tek sınıfın iktidarının proletaryanın diğer emekçi sınıflarla ittifakının ve bu ittifakın proletarya diktatörlüğünün temelini oluşturmasının önünde engel olduğunu sanmaktadır. Stalin’le Kamanev arasındaki tartışma, tam da bizimle Partizan yazan (ve Mao Zedung) arasındaki tartışmadır. Tartışmanın içeriği, tarafları ve tarafların söyledikleri açısından tıkışıdır.
Proletarya, diğer emekçi sınıflarla ittifakını (ve kuşkusuz NEP gibi dönemlerde burjuvazi ile -ona belirli ayrıcalıklar tanınmasını da içeren- geçici işbirliğini) gerçekleştirmek üzere, bunun için, ille de iktidarını başka sınıflarla paylaşmak zorunda değildir. Partizan yazarı da, Kamanev de, bunu anlamamaktadırlar. Yazarın yaptığı bütün alıntılar, bunu ortaya koyan belgelerdir.
Lenin ve Stalin, bazen, devletin ve hükümetin bir işçi-köylü devleti ve hükümeti olduğunu söylerler. Bu nedenle, Partizan yazarı gibi düşünenlerin kafaları karışmıştır. Aynı nedenle Stalin soruna açıklık getirmiş, bunun iktidarı paylaşmak anlamına gelmediğini, ama işçiler ve köylülerin çıkarlarına uygun bir devlet ve hükümete işaret ettiğini belirtmiştir. NEP sorununa dek uzanan şu tartışmaya bakalım:
“Sınıf niteliği itibarıyla proleter bir hükümet, nasıl olur da işçi-köylü hükümeti olarak adlandırılabilir? Ama bu, sadece görünürde bir çelişkidir. Aslında buradaki ‘çelişki’, bizim bazı sivri zekâlılarımızın, Lenin’in proletarya diktatörlüğüne ilişkin şu iki formülü arasında görmeye çalıştıkları çelişki ile aynı türdendir; Bu formüllerden birincisi: ‘Proletarya diktatörlüğü, bir sınıfın iktidarıdır’ derken, diğer formül şöyle demektedir: ‘proletarya diktatörlüğü, emekçilerin öncüsü proletarya ile emekçilerin çok sayıdaki proleter olmayan tabakaları (küçük burjuvazi, küçük mülk sahipleri, köylülük, aydınlar vb.) arasındaki sınıf ittifakının özel bir biçimidir.” (Stalin’den aktaran, Leninizm 3. Defter, sf.85)
Proletaryanın iktidarını mutlaka paylaşması ve proletarya diktatörlüğünün mutlaka ‘bir kaç sınıfın ortak diktatörlüğü ‘olması gerektiğine iman etmiş Partizan yazarının kolay tatmin olacağını sanmadığımızdan, bir sayfa sonra, yazının devamında Stalin’in, madde madde “proletaryanın devletsel önderliği”nin ne anlama geldiğini anlattığı bölümü de aktaracağız.
“a) burjuvazinin artık devrilmiş olması;
b) proletaryanın iktidarı başka sınıflarla paylaşmaması;
c) proletaryanın, geniş köylü kitlelerini beraberinde götürerek, sosyalizmi inşa etmesi demektir.” (Age, sf.86)
Partizan yazan ne diyor?
“Proletarya, diktatörlüğünü değil, bu diktatörlükte önderliğini kimseyle paylaşmaz. Bunlar farklı şeylerdir. Ve Stalin-Kamanev polemiğinin özü de bu noktaya dayanır.” (s. 11, sf. 61)
Merak ediyoruz, yazar bu işi nasıl toparlayacak!
Proletaryanın “diktatörlüğünü” başka sınıflarla paylaştığı, Sovyetler Birliği’nde köylülerle paylaştığı, NEP döneminde buna burjuvazinin (Nepmanların) de katıldığı, paylaşılmayanın, yalnızca “diktatörlükte önderlik” olduğu, ittifak ve geçici işbirlikleri içinde olunanların mutlaka diktatörlük yönetiminde de yer aldığı düşüncesinin doğruluğuna softaca inanan Partizan yazan; bu konuda, Lenin’den de bir alıntı “bularak” “kalbimize bıçak gibi saplıyor”! Teorimizi “tuz-buz eden” alıntı şu:
“Kuşkusuz, bizim Sovyetler Cumhuriyetimizde toplumsal rejim iki sınıfın, işçiler ile köylülerin işbirliği üzerine kurulmuştur -bu işbirliğine, bugün bazı koşullarda ‘nepman’lar, yani burjuvazi de kabul edilmiştir.” (Lenin’den aktaran Partizan, s. 11, sf.61)
Lenin’in de burjuvaziyi, Mao Zedung gibi, halk saflarında gördüğü, sosyalizmi onunla birlik ve beraberlik içinde inşayı önerdiği, burjuvaziyi sosyalist sistemin bir bileşeni olarak değerlendirdiği üzerine ciddi bir kanıt bulduğunu sanıyor yazar, iddialı.
Önce, Lenin’in bu sözlerinden yıllar sonra, konuya ilişkin olarak Stalin’le Buharin arasında yürütülen tartışmaya bakalım:
“Buharin konuşmasında, kulakların sosyalizme intibakı teorisini, ünlü bir Lenin alıntısına işaret ederek güçlendirmeye çalıştı. Lenin’in Buhrin’le aynı şeyleri söylediğini iddia etti.
“Bu doğru değildir yoldaşlar. Bu, Lenin’i kaba, kabul edilmez biçimde karalamak anlamına gelir.
“İşte bu Lenin alıntısının metni:
” ‘Sovyet Cumhuriyetimizde sosyal düzen, iki sınıfın, işçilerle köylülerin işbirliğine dayanır ki buna şimdi belirli koşullar altında NEP’çilerin, yani burjuvazinin de katılmasına izin verilmiştir.’
“Görüyorsunuz, burada, kapitalist sınıfın sosyalizme intibak etmesinden tek söz bile edilmemiştir. Burada söz konusu edilen, işçilerle köylülerin birliğine, ‘bazı koşullar altında’ NEP’çilerin de, yani burjuvazinin de katılmasına ‘izin verdiği’mizdir.
“Bu ne anlama gelir? Böylece NEP’çilerin sosyalizme intibak etme imkânını kabul etmiş mi oluyoruz? Elbette, hayır. Ancak utanma duygusunu yitirmiş olanlar, Lenin’in söylediklerini böyle yorumlayabilirler. Bunun anlamı, burjuvaziyi şu anda yok etmediğimiz, mülkiyetine el koymadığımız, bilakis, belli koşullar altında, yani kapitalistlerin sürekli kısıtlanması ve giderek ekonomik yaşamdan atılmasına yol açan proletarya diktatörlüğü yasalarına mutlak tabi olma koşulları altında, varlığını sürdürmesine izin verdiği’mizdir.
“Amansız bir sınıf savaşı olmaksızın kapitalistleri defetmek ve kapitalizmin köklerini yok etmek mümkün müdür? Hayır değildir.
“Kapitalistlerin sosyalizme intibakı teori ve pratiğiyle sınıfları ortadan kaldırmak mümkün müdür? Hayır, mümkün değildir. Böyle bir teori ve pratikle sınıflar sadece korunur ve ebedileştirilir, çünkü bu teori Marksist sınıf mücadelesine aykırıdır.” (Stalin’den aktaran 4. Defter, sf. 75-76)
Sovyetler Birliği’nde, yazanınızın dediği gibi, ne burjuvazi ile birlikte sosyalizm inşa edildi ve burjuvazi “sosyalizmi kabule yanaşıyordu”, ne burjuvazi “diktatörlüğün bir unsuru”ydu ne de onunla, proletarya diktatörlüğü yasaları uyarınca sürekli sınırlandırma ve ekonomik yaşamdan tümden atılmasını kapsamayan, buna yönelik olmayan bir işbirliği ya da daha ötesinde bir ittifak ve oluşturulmuş bir birleşik cephe kurulmuştu. Söz konusu olan, yalnızca, burjuvazinin “farklı bir burjuvazi” olmadığı bilinerek bir dönem burjuvazi ile geçici bir işbirliğiydi. Anlamı, yalnızca belirli bir dönem onun mülkiyetine el konulmasının ertelenmesi olan bir işbirliği.
Lenin de Stalin de karşıtın karşıt olduğunu biliyor ve buna uygun davranıyorlardı. Uzlaşmaz karşıt. Sınıf düşmanı. Bu, “açık” ve “net”ti! Lenin ve Stalin, Mao değillerdi, onun sosyalist inşaya ilişkin tek bir fikir ve uygulamasını doğrulayan hiçbir şey söyleyip yapmadılar.

MAO VE PARTİ ÖĞRETİSİ
Karşıtların birliğinin Maocu diyalektiği, Leninist parti öğretisini kendine uyarlamamazlık edemezdi. Maocular, “birin ikiye bölünmesi” tezinden kalkarak proletaryanın partisini de proletarya-burjuvazi bölümlemesine uğrattılar ve partiyi bu iki karşıtın -birinin dışardan etkisi dolayısıyla değil- doğrudan, sınıf ve çizgi olarak çatışmasının alanı olarak kavrayıp ilan ettiler.
Maoculara göreyse, Mao, Leninist parti öğretisini de “parlak bir şekilde geliştirmiş” ve “iki çizgi mücadelesi” teziyle Leninizm’e katkıda bulunmuştur.
Mao’ya göre, parti, toplumdan ve sınıf mücadelesinden soyutlanamayacağına göre, içinde, iki yön, iki çizgi arasında, proleter ve burjuva dünya görüşleri ve bunlar arasında mücadele kaçınılmazdır. Kendinden önce gelen Marksizm’in klasikleri bu zorunluluğu açık olarak ortaya koyamadıkları için, bu teori, Mao’nun Leninizm hazinesine katkısıdır!
Böylelikle, bir komünist partisi için büyük bir tehlike ve temizlenmesi gereken bir olumsuzluk olan parti içinde ortaya çıkabilecek (ya da partiye sızabilecek) burjuva çizgiler, kaçınılmaz varlığı öngörülen ve istenen, partinin diyalektiğinin bir unsuruna dönüştürülmektedir.
Mao ve Maocular doğrudan hareketle yanlışa varıyorlar: “Her şey karşıtıyla varlaşır” doğrusundan hareket ediyor, komünist partide burjuvazi ve burjuva çizgisinin varlığını meşrulaştırıyorlar.
Elbette komünist partisine burjuva sızmalar olabilir ve içinde burjuva çizgiler ortaya çıkabilir. Ancak komünist partinin asıl zıtlığı, kendi içinde değil dışındadır, burjuva kapitalist düzen ve onun partileridir, içerdeki zıt unsurlar buradan yansırlar. Karşıtların birliği ve mücadelesinin, komünist parti açısından, asıl anlam ve alanı budur.
Proletarya partisinde burjuva unsur ve çizgiler, bu alandan, yani partinin dışından, burjuva düzenden, partinin, kendisini yıkmak üzere kurulmuş olduğu kapitalizmden kaynaklanan sızma, etkileme, satın alma vb. faaliyetleri sonucu ortaya çıkmaktadır. “Oportünistler, burjuvazinin işçi hareketi içindeki ajanlarıdır” derken Lenin’in kastettiği de budur.
Lenin ve Stalin, proleter parti anlayışını hiçbir oportünist çarpıtmayla lekelenmeyecek açıklıkta ortaya koymuşlardır. Buna göre, parti, sınıfın öncü örgütüdür, devrim ve komünizm mücadelesine önderlik edebilecek kararlılık ve bilinç düzeyindeki işçileri kucaklayan ve ama sınıfın bütün kesimleriyle yakından bağlı öncü müfrezedir. Program ve taktiklerinin hayata geçirilebilmesi için, gönüllülük temelinde ama en sert disiplin içinde örgütlenip çalışan komünistlerin, işçilerin organik bileşimidir parti.
Bu durum, kuşkusuz, parti içi tartışmaları ortadan kaldırmaz, tersine gereksinir. Ancak, partinin bir tartışma kulübüne dönüştürülmesine malzeme de edilemez. Parti mücadele içinde omuz omuza olanların özgürce tartışabildikleri bir örgüttür. Ancak böyle bir örgütte, çelişkiler, tartışmalar, eleştiri ve özeleştiriler, partinin daha sağlam ve sağlıklı bir çizgide mücadele edebilmesinin koşullarını yaratır. Devrim ve komünizmin zaferi için, böyle bir örgütte, tartışılamayacak şey, eleştirilemeyecek kişi, organ ve görüş yoktur, olamaz. Tek koşulla: Herkes üzerine düşen örgütsel görevleri canla başla yerine getirecek ve mevcut parti çizgisini hayata geçirecektir. Ve parti, ancak saflarını oportünist öğelere kapalı tutabildiği, içine sızmış bu tür unsurları ayıklayıp onlardan arınabildiği ölçüde devrimci görevlerini yerine getirebilir.
Bundan, partideki her farklı düşüncenin burjuva çizgiye karşılık düştüğü ya da her sapmanın derhal idari tedbirlerle parti dışına atılması gerektiği sonucu çıkmaz. Sınıfa ve partiye karşı görevlerini yerine getiren her parti üyesinin, doğru ya da yanlış, görüşlerini, parti merkezi ve organlarına ileterek parti gündemine getirme hakkı vardır. Parti içinde çelişmeler, demokratik merkeziyetçilik temelinde ve eleştiri-özeleştiri yöntemiyle çözülür.
Parti içinde oportünizmin sistemleşmiş hali ise hizipçilik ve hizip faaliyetleridir. Hizipçilik partiyi iki başlılığa ve yıkıma götüren yoldur ve proletarya partisinde bu kabullenilemeyecek olan şeydir. Tek tek yanlış fikir ve sapmalarla oportünist faaliyet arasındaki fark burada ortaya çıkar. Bu nedenle Leninist parti, “hiziplerin varlığıyla bağdaşmayan” ve “saflarından oportünist öğeleri atarak güçlenecek” bir örgüttür (Stalin).
“Saflarında reformistler, Menşevikler bulundukça, der Lenin, proletarya devrimini muzaffer kılmak, bu devrimi korumak imkânsızdır.” Stalin, Leninist partiyi işlediği ünlü konuşmasında şunları da söyler:
“Partideki oportünist unsurlar, hizipçiliğin kaynağıdır. Proletarya dışa kapalı bir sınıf değildir. Köylü, küçük burjuva kökenli unsurların, kapitalizmin gelişmesi sonucunda proleterleşmiş aydınların durmadan bu sınıfa aktıkları görülür. Aynı zamanda, burjuvazinin sömürgelerden elde ettiği ekstra kârlarla beslediği proletaryanın üst tabakaları, özellikle sendika yöneticileri ve parlamenterler, bir yozlaşma süreci geçirir. ‘Yaşam tarzlarıyla’ der Lenin, ‘kazançlarıyla, dünya görüşleriyle tam küçük-burjuva niteliği taşıyan bu burjuvalaşmış işçi tabakası ya da ‘işçi aristokrasisi’, II. Enternasyonal’in esas desteğidir (askeri değil). Çünkü bunlar, işçi hareketi içinde burjuvazinin gerçek ajanları, kapitalist sınıfın işçi uşakları, … reformizmin ve şovenizmin gerçek yaylalarıdır. ‘
“Bütün bu küçük-burjuva gruplar şu ya da bu şekilde partiye sızarlar; partiye kararsızlık ve güvensizlik ruhunu getirirler. Hizipçiliğin ve çözülmenin kaynağını, örgüt dağıtıcılığının ve partinin içten parçalanmasının kaynağını esas olarak onlar oluşturur. Ardında böyle ‘müttefikler’ varken emperyalizme karşı savaşmak, kendini hem cepheden hem de cephe gerisinden iki ateş arasında bırakmak demektir. Bu yüzden, böyle unsurlara karşı amansız mücadele ve bunların partiden kovulması, emperyalizme karşı mücadelenin başarısı için ön şarttır.
Parti içinde ideolojik mücadele ile oportünist unsurların ‘aşılabileceği’ teorisi, bir ve aynı parti çerçevesi içinde bu unsurların ‘üstesinden gelinebileceği’ teorisi, partiyi felce ve kronik hastalığa mahkum etmenin belirtisi olan çürük ve tehlikeli bir teoridir; bu teori, partinin oportünizme peşkeş çekilmesi tehlikesini doğurur; proletaryayı devrimci partisinden, emperyalizme karşı mücadelesinde en önemli silahından yoksun bırakmakla tehdit eder. Eğer saflarında Martov ve Dan’lar, Potresov ve Akselrod’lar bulunsaydı, partimiz doğru yolu tutamaz, iktidarı ele geçirip proletarya diktatörlüğünü örgütleyemez, iç savaştan zaferle çıkamazdı. Eğer partimiz iç birliğini ve saflarının eşsiz birliğini sağlayabildiyse, bu her şeyden önce oportünizm pisliğinden kendini zamanında arındırması, saflarından tasfiyecileri ve Menşevikleri kovmasını bilmesinden ötürüdür. ” (Stalin, Eserler, Cilt 6, sf. 173-174)
Peki, bu, partinin yanılmazlığı, üyelerinin ve önderliğinin hata yapmazlığı anlamına mı gelir? Kuşkusuz hayır.
“ ‘Siyasi bir partinin kendi hatalarına karşı tavrı’, diyor Lenin, ‘bu partinin ciddiyetinin, sınıfına ve emekçi kitlelere karşı yükümlülüklerini gerçekten yerine getirmesinin en önemli ve en emin kıstaslarından biridir. Hatayı açıkça kabullenmek, nedenlerini ortaya çıkarmak, hataya yol açan koşulları tahlil etmek, hatayı ortadan kaldırmanın yollarını özenle araştırmak -işte ciddi bir partinin belirtileri bunlardır.’ ” (Leninizm Nedir? Inter Yay. sf. 104)
Partizan yazarının “Özgürlük Dünyası’nın incileri” olarak nitelediği şu cümlemize bakalım:
“… Üstelik içinde bir burjuva çizgisinin oluşması, partinin canlılığının değil, çürümesinin, yozlaşmasının bir göstergesi olabilir.”
Başka ne olabilir ki? Maocu diyalektik öyle gereksiniyor diye, burjuvazi çürüme unsuru olmaktan çıkmaz ki. Parti içinde burjuvazi ve burjuva bir çizgi, canlılığın, gelişmenin, partinin yükselmesi ve birlik ve bütünlüğünün kuşkusuz işareti olamaz. Ama burjuvazi ile sosyalizmi de kuran Partizan yazan, partiyi çürüme yoluna sokanın burjuva eğilimler ve çizgi olduğu şeklindeki düşüncemizi tersyüz edip ardından kendi kafasında belirlediği “düşünceler”e saldırarak yorum yapıyor:
“Eğer farklı eğilim ve fikirlerin partiye sızması kaçınılmazsa, bu neden partinin çürümesi ve yozlaşması demek olsun ki? Bu daha işin başından partiyi çürümenin ve yozlaşmanın partisi olarak damgalamak olur. Dahası, eğer farklı görüşlerin partiye sızması kaçınılmazsa, partinin çürümesi de kaçınılmazdır. Biri diğerinin varlık koşulu olarak görülüyor Hocacılarımız da. Dolayısıyla kaçınılmazlık, yozlaşmanın ve çürümenin nedeni olarak işlev görüyor.
“Hocacılarımızın bu formel mantık silsilesi bakın onları nerelere kadar götürüyor. Diyorlar ki, proletaryanın partisi ‘kendi içinde baş gösterecek eğilimlere karşı uyanık ve tasfiyeci olmak zorundadır.'” (Partizan, s. 11, sf. 66)
Demagoji yapabilmek de yetenek işidir. Parti içinde, karşısında uyanık ve tasfiye olunacak eğilimler, sıradan, herhangi eğilimler değil, burjuva eğilimler, onların bir çizgi oluşturmak üzere gelişmesi ve hayat bulmasıdır. “Burjuva eğilimler” yerine “eğilimler” denince, Özgürlük Dünyası’nın içinde “çıt çıkmayan” bir parti öngördüğü ispatlanmış oluyor! Ve ardından, yine Lenin’den bir “hançer” daha:
“Parti içinde düşünce özgürlüğünü kabul ederiz…”
Ve yazarımız sürdürüyor:
“Oysa Hocacılarımız Leninizm adına parti içinde her türlü farklı eğilim ve fikirlere karşı tam bir tasfiye uyguluyorlar. Herkes aynı şeyi düşünecek, aynı şeyleri konuşacak, aynı sesi çıkaracak ve buna da Leninizm denecek! ” (s. 11, sf. 67 abç.)
Savunduğumuz düşünceleri, sokuldukları yeni durumda, biz de tanıyamadık.
Ve yazar söz konusu teşhisi yalnızca bize koymamış:
“Eğer gerçek durum böyle olmasaydı anlı-şanlı KP’lerin kendilerini iki çizgi mücadelesine kapalı tutan tekdüze KP’lerin zıddına dönüşmesi ve burjuvalaşması açıklanamazdı. Nedir ki, makasçılığı meslek edinmiş Hocacılarımız yaşanan onlarca pratikten hala öğrenmesini becerememişlerdir.” (s. 11, sf. 72)
İş, ne bizimle ne de “Hocacılar”la sınırlı kalıyor, tüm eski Bolşevik komünist partilere eleştiriye dönüşüyor. Bu bir Dimitrov eleştirisi mi, Stalin ya da Lenin eleştirisi mi? Kökeni nerelere kadar gidiyor? Aksini iddia etmeyecekseniz(!), Marksist önderlerin tümü oportünist unsurların partiden kovulması ve burjuva çizgilere yaşam hakkı tanımama konusunda hemfikirdiler. Ne Lenin Menşeviklerle ne de Stalin Buharin, Troçki, Kamenev’lerle birlikte yaşadı. Birlikte yaşamayı seçseler parti daha mı güçlü ya da Mao’nun deyişiyle “aşılanmış” olacaktı? Sovyetler Bir-liği’nde geri dönüşü, partinin Kruşçev’i iktidara getirecek oportünist öğelerin vaktinde ortaya çıkarılıp saf dışı edilememesinde değil de, onlara özgürlük verilmemiş olmasında arayan liberal, oportünist düşüncelerle nereye varılabilir?
“Tam da iki çizgi mücadelesini içine sindiremeyenler zapturaptla işe soyunanlar çelikten irade birliğini sağlayamazlar. Görünürde her şey zapturaptla yolunda gözükür, ama nedir ki çelişkiler, farklı görüşler kuluçkaya yatırılmıştır ve uygun ortam kollanmaktadır.”
Herhalde doğru olan, kuluçkaya yatırılmış çelişkilerin üzerine anaç tavukça oturup civcivin sağ salim doğumunu sağlamak olmasa gerek. Yumurtanın içinde bir canavar (burjuva dünya görüşü) olduğunu biliyorsanız, daha kuluçka döneminde bunu ortaya çıkarıp saf dışı etmek, geçmişten ders almak tam da bu konuda, daha uyanık, daha tetikte bir parti istemek gerekmez mi?
Görünüşte Partizan yazarı da “son çare” olarak tasfiyeyi reddetmiyor. “Tasfiye, ancak, ideolojik mücadele belli bir noktaya ulaştıktan sonra partinin siyasal taktiğinin bir aracı olarak devreye girer” sözlerinden bu anlaşıyor. Bu kuşkusuz doğrudur, kimse hiç bir ideolojik, siyasal mücadele olmaksızın, en başında tasfiye önermiyor. Ancak, Maocu parti modeli karşısında bu son çare olarak “tasfiye” de hiç bir devrimci anlam ifade etmiyor. Kapısı daima bir ikinci çizgiye ve burjuvaziye açık bir parti, birkaç iflah olmazı kapı dışarı etse ríe olur, etmese ne?
Geçmişte komünist partilere tekdüze, teksesli, despotik vb. suçlamaları, iktidara gelen Kruşçev revizyonistleri tarafından gündeme getirilen revizyonist suçlamalardır. Bu dönemde revizyonizmin oldukça yoğun etkisinde kalan ÇKP ve Mao Zedung, “kişiye tapmaya karşı açılan kampanya” sırasında olsun, Yugoslavya ve Tito’ya itibar iade edilmesi sırasında olsun revizyonizmin yanında yer alır. Stalin’in sağlığında söylenmeyen bir dizi iftira ve oportünist tez ve teori, O’nun ölümünden sonra komünist hareketin uluslararası platformlarında piyasaya sürülür. Mao Zedung ve ÇKP heyetleri de bu platformlarda üzerlerine düşen payı ortaya koyarlar. (1956’daki SBKP 20. Kongre’sinden sonra Mao Zedung; daha önce sözünü etmediği bir dizi karalamayı Stalin’e yöneltmeye başlar. Çin Devrimi’nin tarihindeki sağ ve sol hataların sorumluluğunu Stalin’e yükler. Stalin’in Sovyet ekonomisini inşada yanlışlıklar yaptığını, köylüleri ezdiğini, karşı-devrimcileri bastırmada ileri gittiğini, sadece komünist partiye izin vermekle yanlışlık yaptığını, Yugoslavya ve Tito konusunda haksız davrandığını ve son yıllarında Çin’e de büyük baskılar yönelttiğini öne sürer. Kruşçev’e yönelik eleştirisi ise, Stalin’i yargılama konusunda aşırı gitmek şeklindedir.)
Sovyetler Birliği’nde partiden atılan revizyonist ve bürokratların Kruşçev tarafından itibarlarının iade edildiği ve tekrar partiye kabul edildikleri dönemde, ÇKP adına, komünist ve işçi partileri temsilcilerinin Moskova toplantısında (18 Kasım 1957) Mao’nun şu görüşleri ortaya konur:
“Şimdi, yoldaşlar arasındaki ilişkilere geri dönelim. Ben, herhangi bir yanlış anlama olduğu zaman yoldaşların birbirleriyle görüşmelerini öneriyorum. Kanımca bazıları, insanların bir kere komünist partisine girdiler mi, hiç ayrılıkları ya da yanlış anlamaları olmayan evliyalar haline geldiğini, partinin tahlil edilemeyeceğini, yani partinin yekpare, tekdüze bir şey olduğunu ve dolayısıyla görüşme yapmaya gerek olmadığını düşünüyorlar. Sanki partiye giren herkesin yüzde yüz Marksist olması gerekirmiş gibi. Aslında Marksistler de derece derecedir; yüzde 100, 90, 80, 70, 60, 50 Marksist olduğu gibi, sadece yüzde 10 ya da 20 Marksist olanlar da vardır. ” (Mao Zedung, Seçme Eserler 5, sf. 595)
Stalin’e biçtiği Marksistlik payı ise yüzde 70’tir.
Her yüzdeden “Marksist”in yani sayısız oportünistin cirit attığı bir parti için Mao’nun önerisi ise, uzlaşma, karşılıklı görüş alışverişi ile “Marksist bir temelde birleşme”dir.
1957 ve sonrası yazılarında Mao’nun parti ile ilgili yazılan çoğu kez parti içindeki sağcılar, orta-yolcular ve solcularla ilgilidir. Kendi iktidarını da, bazen birine bazen diğerine, onların oluşturduğu gruplara dayanarak diğerine karşı mücadele etme temelinde yürütür. Yine Mao Zedung, parti içindeki küçük burjuva kadroların varlığından Söz ederken, bunu toplumdaki sınıfsal çeşitliliğe bağlar ve meşru görür. Bu konuda Ağustos 1956 tarihli ÇKP 8. Kongresi hazırlık toplantısında Mao’nun yaptığı konuşma ilginç bir belge oluşturur. Mao burada, 7. Kongrede kendi özel çabasıyla partide kalabilmiş iki “su katılmamış oportünistin, Vang ming, Li Li-San’ın parti merkez komitesine seçilmesi için propaganda yapar. Açıklamaları önemlidir. Her şeyden önce:
“Van Ming ve Li Li-San meselesi sadece iki bireyle bir mesele değildir; burada, önemli olan, temelde yatan toplumsal nedenlerin bulunmasıdır. Çok sayıda üyenin can alıcı anlarda yalpalaması, bu toplumsal nedenlerin partimiz içindeki yansımalarından biridir. Bu yalpalayan unsurlar oportünist niteliktedir. Yani bu gibi insanlar, bir çıkar umdukları zaman bir şey, başka yerden bir çıkar umdukları zaman ise dönüp başka bir şey yaparlar. Belli ilkelerden, belli kurallardan ve belli yönelimden yoksundurlar, bugün bu tarafa, yarın o tarafa giderler. Örneğin Vang Ming tıpkı böyledir. Önceleri aşırı ‘solcuydu, daha sonra ise aşırı sağcı oldu.” (Mao, Seçme Eserler 5, sf. 366)
Ama bunlar yalnızca partide kalmamalı, merkez komitesine de seçilmelidirler! Bu, “aşırı devrimci” (!) parti anlayışı savunucusu Mao devam eder:’
“Parti çizgisine ilişkin hatalar yapan Vang Ming ve Li Li-San şimdi merkez komitesine seçilecek olurlarsa, hata yapmamış olan ya da sadece küçük hatalar yapmış olan yoldaşlar iki üyeliği onlara bırakmak zorunda kalacaklardır. Bu, dünyanın en haksız şeyi değil midir? Bu açıdan bakıldığında, gerçekten de haksız bir şeydir. Çünkü doğru bir biçimde davranmış olan ya da sadece küçük hatalar yapmış olanlar, yerlerini büyük hatalar yapmış olanlara bırakmak zorunda kalmaktadırlar. Bunun haklılıkla bir ilgisinin olmadığı, tamamen haksız bir şey olduğu apaçık ortadır. Eğer bu açıdan bir karşılaştırma yapılacak olursa, doğru olmaktansa hatalı olmanın, küçük hatalar yapmaktansa büyük hatalar yapmanın daha iyi olduğunu kabul etmek gerekir. Fakat başka bir açıdan bakıldığında mesele tamamen farklıdır. Onların parti çizgisi konusundaki hataları bütün ülkede ve bütün dünyada bilinmektedir ve işte onları seçmemizin nedeni de bu kadar ünlü olmalarıdır. Elden ne gelir? Onlar böyle isim yapmış olduğu halde, hata yapmamış ya da sadece küçük hatalar yapmış olan sizler onlar kadar ünlü değilsiniz. Bizimki gibi küçük-burjuvazinin sayıca çok kalabalık olduğu bir ülkede, onlar birer örnek oluşturmaktadır. Eğer onları seçersek, çok kişi, ‘komünist partisi ‘onlara karşı sabırlı davranmaya devam ediyor ve düzelecekleri umuduyla onlara iki üyelik vermeye hazır’ diyecektir. Düzelip düzelmeyecekleri ayrı bir meseledir ve sadece kendilerini ilgilendirdiği için de önemli değildir. Burada önemli olan, bizim toplumumuzda küçük burjuvazinin sayıca çok kalabalık olması, partimiz içinde çok sayıda küçük burjuva kökenli yalpalayan unsurun bulunması ve aydınlar arasında da böyle yalpalayan unsurların çok sayıda var olmasıdır; bunların hepsi de bu iki olayın nasıl gelişeceğini merak etmektedir. Bu iki örneğin hala orada durduğunu görünce rahat edecekler, iyi uyuyacaklar ve memnun kalacaklardır. Eğer bu iki örneği alaşağı ederseniz, paniğe kapılabilirler. Dolayısıyla mesele, Vang Ming ile Li Li-San’ın doğru yola gelip gelmeyecekleri meselesi değildir; bu, o kadar önemli de değildir. Önemli olan, yalpalamaya açık küçük burjuva kökenli milyonlarca parti üyesinin, özellikle de aydınların Vang Ming ve Li Li-San’a karşı nasıl bir tutum takındığımızı izlemekte olmalarıdır.” (Mao, Age. sf. 367)
Mao’nun kaleminden ÇKP gerçeği! Sosyalizmin, sosyalizmi kabul eden burjuvaziyle birlikte inşa anlayışı, oportünist öğelerin cirit attığı, “milyonlarca küçük burjuva”nın üyesi olduğu bir parti merkez komitesine onların önderlerinin önerildiği, burjuvaziyi ürkütmemek üzere bu önderlere karşı uzlaşma ve geri çekilme çizgisi izlenen “iki çizgili” bir parti anlayışını ortaya çıkartmamazlık edemezdi.
Söze gerek yok! Lenin ve Stalin’in parti anlayışıyla Mao’nun aşırı sağcı anlayışı arasındaki fark, kendisini daha ilk adımda belli ediyor. İncelemek isteyen en dar kafalı bile farkı kolaylıkla görebilir. Fark, Leninizm’le Maoizm arasındadır.

Eylül 1993

Din Sorunu Ve Marksizm

Okuyucumuz Aydın Şimşek, güncel bir soruna, din sorununa eğiliyor. Önemli saptamalar ve tartışılmasında yarar bulunan noktaları içeren yazıyı ayrıca okuyucu katkısının bir örneği olması bakımından da olduğu gibi yayınlıyoruz.
GİRİŞ
İnsanların kişisel ve toplumsal davranışları hakkında besledikleri hayalleri bir yana itmezsek, eylemlerimizi yöneltebilecek bilimsel bir yöntem bulamayız. Bu yöntem, tarihi gerçeklik içinde yer alan töreleri ve ahlak öğelerini bilimsel bir eleştiriden geçirmemiz gerekir.
İnsanların davranışlarını ve bu davranışlarım nasıl haklı çıkardıklarını inceleyecek olursak iki temel akımla karşılaşırız. Bu akımlardan bir tanesi ve en eskisi dinden doğmuştur. Bu akıma göre bütün ahlak kurallarının kaynağı ve temeli, insanın iradesi dışında bulunan, insandan daha önce var olagelmiş ve insandan üstün bir iradedir. Yani, tanrının iradesidir.
Bu akımın ahlak anlayışına göre, pratik bakımdan en önemli kural tanrının buyruklarına boyun eğmektir. İkinci akım, yani maddeci anlayış ise, ahlak kurallarının kaynağının ve temelinin, insanın kendisinde bulunduğunu ve ahlakın gökyüzünden inmeyip, yeryüzünde filizlendiğini ileri sürer.
Şimdi, sırasıyla bu iki akım arasındaki farklılıkları ve uzlaşmazlıkları koymaya çalışalım. Öncelikle basit anlamıyla, din’in kelime anlamıyla ilk oluşumu hakkındaki bilgilerimizi kısaca açalım.

DİN NEDİR?
Din, günlük hayatta insanlara egemen olan güçlerin, insanların zihnindeki fantastik yansısıdır. Yani, dünyasal güçlerin dünyasal olmayan formlara büründüğü bir yansıdır.
Temel karakterlerini, dünya görüşü, duygular ve kült’ün (büyü törenleri) birliğinden alan din, sosyal bilincin spesifik bir biçimidir. Dinin belirleyici temel karakteristiği, tabiatüstü inançtır. (Metafizik)
Marksizm, dini, sosyal bakımdan, dolayısıyla tarih bakımından şartlandırılmış geçici bir fenomen olarak görür. Uzun bir tarihsel dönem boyunca insanlar, din nedir bilmiyorlardı. Din, ilkel komün sistemin gelişmesinin belirli bir evresinde, kavranılmayan bazı tabiat güçleri önünde insanın güçsüzlüğünün bir yansısı olarak vücut bulmuştur. Arkeolojik araştırmalar, dinsel tasarımların ancak 50 bin yıldan beri var olduklarını tanıtlamışlardır. Demek ki insan, yaklaşık, 20 milyon yıl boyunca din düşüncesinden uzak yaşamıştır.
Dinin ilk tasarımları, insanın doğa karşısında duyduğu güçsüzlük duygusundan doğmuştur. Dinler, bu temel nedeni her zaman taşımışlardır ve zamanla daha da derinleşmesini gerçekleştirmişlerdir. İnsanla doğaüstü güç arasındaki ilişki daima bir efendi-köle ilişkisi olarak kalmıştır. Pek korkulan ölüm olayını anlayıp açıklayamamak da bu ilişkinin efendi yararına kökleşmesini sağlamıştır. Efendi öylesine güçlüdür ki, ölümden sonra da yardımını ve koruyuculuğunu sürdürecektir. Önce, TOTEM’cilik adı verilen hayvanlarda ve bitkilerde koruyucu güçler görme olayı ÇOK TANRI’cılığa evrilmiş, zamanla gök saltanatında da, yer saltanatında olduğu gibi bir efendilerin efendisini arama eğilimi, çok tanrıcılığı TEK TANRI’cılığa dönüştürmüştür.
Antik toplumdan toprak köleliğine dayanan feodal topluma geçilince de, dinler, devlet dini olmuşlardır. Tıpkı, topluma rağmen toplumların içinden çıkan devletin, toplumların üstünde yer alması gibi, egemen güçlerin baskı aracı olduğu biçimiyle din de yığınların (TOPLUMLAR) arasından çıkmış ve baskı araçlarından biri durumuna getirilmiştir.
Alman idealisti Hegel, din felsefesi derslerinde, özetle şöyle der:
“Hintli için doğaüstü güç her şeydir, insan hiçtir. Yunanlı için insan her şeydir, doğaüstü güç pek az şeydir. Hıristiyanlıksa, insanda gerçekleşen tanrı düşüncesiyle insan-tanrı bileşimine girmiştir. Buna ussal bir biçim verilmesini de felsefe gerçekleştirmektedir;”
Bilgiyi aramaktan ve sevmekten doğan felsefe, batıda ve doğuda yüzyıllar boyunca, tanrı bilgisini aramak ve sevmek niteliğine bürünmüştür. İlkin, insanların ölüm ve yok olma korkularının avuntusu olan din, giderek yoksulluklarının avuntusu olmuştur.
Sınıflı toplumlarda dinin kökleri, sosyal gelişme unsurları, sömürme ve yoksulluk ile karşı karşıya kalan insanın çaresizliğinde ve kitlelerin özleminde yatar. Din, burada “devamlı olarak başkaları hesabına çalışmaktan bunalmış halk kitlelerinin yalnız başlarına kalışlarından ve sefaletlerinden doğan ve onlar üzerinde her an ağırlığını hissettiren manevi baskı biçimlerinden biridir.” Gerçek odur ki, din sadece inceden inceye tezgâhlanmış bir doktrinler sistemi değildir ve toplum içinde tek başına ne iyinin ne de kötünün hizmetinde temel bir itici güçtür. Ancak din, bütün insanların toplumsal faaliyetlerinin içinde cereyan ettiği yabancılaşmış insan ilişkilerinin fikirlere yansımasıdır.
İnsanların hayatı, niyetlerinin gerçekleşmesi ve birbirleriyle olan ilişkileri doğal bir kaynağı ve açıklaması bulunmayan gayri şahsi bir gücün etkisi altındadır. İnsan toplumunda insan insana karşıdır, özünde varolan fakat kendisine yabancı bir şeyin emrindedir. Din de, insanın düşmüş ve günahkâr durumuna ve bundan ancak öbür dünyada bir kurtuluş aranılarak kurtulabilineceğine ilişkin dini fikirlerde yansıyan nesnel koşullar işte bunlardır. Özetle, temel ve evrensel dini fikirler, yabancılaşmış insan ilişkilerinin insan bilincindeki yansımasıdır.
Dinin dili, kendine özgü ve evrensel bir dildir: İnsanlar, durumlarını doğa ile ve birbirleriyle ilişkilerini ifade ederken bu dili kullanırlar, çünkü henüz bu duruma nasıl düştüklerini anlamaktan ya da yabancılaştıkları şeyleri bilerek ve isteyerek kendi denetimleri altına almanın çaresini bulmaktan acizdirler.
Dinin evrensel yaygınlığı, evrensel bir olgudan, insanların kendi geçim araçlarını toplumsal biçimde kullanma yeteneğinden yoksun olmalarından ileri gelir. Yani, dine göre; insanlar ihtiyaçlarını hiçbir zaman dışardan yardım almadan gideremezler, bu yardım ise, başka insanların dünyevi yardımı ya da bilgi ve bilimin sağladığı yardım değil, insanların dışından gelecek doğaüstü bir yardımdır. İnsana ve ihtiyaçlarına ilişkin idealist anlayışta, insanın doğası maddi ve manevi ya da cismani ve ruhani olmak üzere ikiye ayrılmıştır. Manevi ihtiyaçlarıyla, maddi ihtiyaçları karşı karşıya getirilmiştir. Yığınların maddi yoksunluklarının acılan ve insanlığın bölünmüş durumu, dinin manevi tesellileriyle giderilir.
Bu bakımdan, Marx’ın Hegel’in, Hukuk Felsefesinin Eleştirisine Katkı (1843) adlı eserinde vurguladığı gibi, “dinin eleştirisi dini yaratan insanlık durumunun eleştirisidir ve insanlığın durumu ile insanların ihtiyaçlarına ilişkin din anlayışının eleştirisi insanların gerçek durum ve ihtiyaçlarının eleştirisine ve insanların asıl kendi çabalan sayesinde ihtiyaçlarını karşılayabilecekleri gerçeğinin vurgulanmasına dayanmalıdır. İnsanlar, dinin sağladığı ‘aldatıcı mutluluğu’ aradıkları sürece ‘gerçek mutluluğu’ bulamazlar. Durumlarına ilişkin aldatmacalardan kurtulmalarını istemek, aldatmacaları gerektiren bir durumdan kurtulmalarını istemek demektir… Tarihin hizmetinde olan felsefenin acil görevi, insanların kendi kendilerine yabancılaşmalarının öbür dünya ya da ahiretle ilgili biçiminin maskesini düşürdükten sonra, kendi kendine yabancılaşmanın bu dünyaya ilişkin biçiminin maskesini düşürmektir. Böylece öbür dünyanın eleştirisi bu dünyanın eleştirisine, dinin eleştirisi
Hakların eleştirisine ve teolojinin eleştirisi politikanın eleştirisine dönüşür.
Demek ki, insanların geçim araçlarını sağlamak için birbirleriyle girdikleri ilişkiler genel olarak insan hayatı, insan ihtiyaçları üzerinde ne ve nasıl düşündüklerine de yansımaktadır. İlkel tekniklerin üzerine çıkılmış olan toplumlarda insan ilişkilerinin evrensel yabancılaşması ve gayri şahsileşmesi dinin, bu gibi toplumlarda insanların bilinçli hayatının yaygın bir özelliğini oluşturur, işte din, tam da bu noktada, insan ilişkilerinin bu verili durumunun bir ürünüdür.
Tarihsel olarak çeşitli halkların, çeşitli koşullarda uygulamış oldukları çeşitli dinler oluşmuştur. Üstelik uygar toplumlarda din, daima iki yönlü bir karakter çizmiştir. Bir yanda, eğitilmemiş yığınların anladıkları, emirlerine uydukları ve uyguladıkları kaba şekliyle bir din karakteri, öte yandan onu yukarıdan yöneten yetkililer tarafından pek öyle herkesçe anlaşılmayacak biçimde saptanan doktrin ve teorik karakterdedir. Bu ikisi arasında, büyük farklar meydana gelebilir ve yığın halinde kopmalara yol açabilir. Fakat bütün bunları bir yana bırakıp bütün dinlerin ortak özelliklerini belirtelim.
Bütün dinler, özü itibarıyla bir doğaüstü doktrini öğretirler; buna göre doğal evren, doğaüstü evrenin hükmü altındadır ve insan doğal bir varlıktan ibaret olmayıp doğaüstü evren ile de bir ilişkisi vardır. Bütün dinler, bu öğretilere ek olarak insanın doğal varlığının düşkün, iflah olmaz ya da günahkâr durumu ve kurtuluş kavramlarının birleşmesi bütün dinlerin damgası ve ayırıcı özelliğidir. Ayrıca din, insanların kendi durumlarıyla ilgili fikirlerine temelli bir düalizm getirir -insan ile doğa, doğaüstü ile doğal, ruh ile madde, sonsuz ve değişmez olan ile zaman içinde sınırlı ve mekân içinde değişken olan arasındaki karşıtlık kavramını- bu düalizm dinin ideolojik özünü oluşturur. Bununla birlikte günah kavramı, doğaüstü kavramıyla birlikte her dinin temel fikridir. Ne günah ne de doğaüstü görgü deneylere dayanılarak anlatılabilinir. Bu bakımdan insanların günahkâr olduğunu söylemek, tipik davranış biçimlerini anlatmak ve bunların benimsendiğini söylemek aynı şey değildir.

MARKSİZM VE DİN

Dinin, dünyayı açıklamak için, yaratıcı bir tanrının, sonsuz ve tükenmez bir ruhun müdahalesine gereklilik getirdiği bilinir. Şimdi bu gerekliliğin neye dayandığına bakalım.
A) İdealizme göre, madde edilgen ve durağandır: O halde hareketini ruhtan alması gerekir.
B) İdealizme göre, madde, kendinde hiçbir doğal zorunluluk taşımaz, hiçbir birliğe sahip değildir: Şu halde bir ruhun, maddenin yasalarına sürekli ve değişmez bir şekilde karşı koyması gerekir.
C) İdealizme göre, madde tarihsel bir gelişme sürecine hiç de bağlanmış değildir, öyleyse, dünyanın bir başlangıcı vardır, bir de sonu olacaktır, o halde sonsuz bir varlık tarafından yaratılmış olması gerekir.
Materyalizme (maddeci) göre, tersine, maddenin, iç ve zorunlu gelişme halinde kavranışı doğal olarak kesintisiz dönüşen evrenin sonsuzluğu ve tükenmezliği tezine, maddenin yok edilmez ve yaratılmamış olduğu olumlaması sonucuna götürür.
Diyalektik materyalizmin ortaya çıkışı dinin ve tanrı biliminin eleştirisini kökten değiştirdi.
Bir saf ruh, nasıl olur da maddeyi meydana getirebilir? Zamandan, oluştan, değişiklikten bağımsız, hareketsiz bir sonsuzluğun dibinde, değişmez bir varlık nasıl belli bir zamanında dünyayı yaratabilir? “İyi”liği sınırsız olan bir varlık, nasıl ucubeleri, canavarları, zararlı hayvanları, yer sarsıntılarını, savaş, kıtlık ve salgınları yaratabilir? Tanrı ki her şeye kadirdir, güçlüdür, iki kere ikiyi beş ettirmeli ve doğruyu yanlış yapabilmeli değil miydi? Eğer bunu yapamıyorsa, o zaman her-şeye muktedir midir? Ve eğer tanrı, en üstün derecede eksiksiz ve yetkinse, adaletsizliği cezalandırmaz mı? Ama eğer en üstün derecede iyi ise şefaatçi olmayabilir mi? Ve adaletsiz olmayabilir mi? … vb.
Kısaca, akılcı eleştiri, haklı olarak, tanrı kavramının taşıdığı bütün olanaksızlıkları, tanrı kavramının içinde sakladığı, bununla birlikte tanrıbiliminin kabul ettiği ve açıklamak için de, yaratık bakımından nüfuz edilemez olan tanrısal “gize” başvurduğu bütün “çelişkiler”i ve sözde ilk günah fikrine şekil vermek için gerekli bütün şeytanlıkları ortaya çıkarttı. Diyalektik-materyalizmle birlikte, tanrı kavramı bu kez bütün içeriğini yitirdi. Tanrının varoluşu ya da var olmayışı tartışması, Laplace’ın dediği gibi, “tanrı yararsız bir varsayım haline geldi” sözleriyle son buldu. Tanrı fikrinin, dinsel duyguların ve dinin varlığı bir olgudur ve bu olgu bir açıklama gerektirir.
İnsanın aynı zamanda hem doğal hem doğaüstü, hem ölümlü hem ölümsüz, hem bu dünyada hem de ötekinde yaşayan bir “tanrısal varlık” olması şöyle dursun, “tanrı”da dinde, insanlara değin olaydır demek gerekir. Tanrısal olan, insanın yarattığı bir şeydir ve insan tanrısal olanın yarattığı bir şey değildir. Şunu belirtmeliyiz ki, dine, kesin açıklama unsurlarını getiren tamamen Marksizm ve Marksist yöntemdir.
İşte Marksizm’in ilkeleri:
1) Dinin alt biçimleri, büyüye dayanan uygulamalar, doğal ve toplumsal olayların ilkel bir şekilde idealistçe açıklanması, keza aynı şekilde felsefi ve ahlaki görüşler, sofuca yakarışlar ve kurban verme gibi. “Ruhanileştirilmiş” büyüye dayanan ibadet biçimleri taşıyan, daha gelişmiş biçimlerde, duygular planında ve düşünceler planında, insan pratiğinin gerçek olan bir verisini, yani onun, insanlığın başlangıcında çok güçsüz olan (göreceli güçsüzlüğü) üretimin zayıf gelişmesine bağlı olan güçsüzlüğünü sınıf baskısına, perspektiflerden yoksun oluşuna, toplumsal bilincin zayıf oluşuna bağlı olan, ne anlayabildiği, ne de hükmedebildiği toplumsal olaylar karşısındaki güçsüzlüğünü ifade eder, anlatır ve yansıtırlar.
Din, insanlar için amaçlarına varmanın bir aracı olarak, mutsuzluğunun nedenlerini bilmesine bağlı, aynı zamanda mutluluğa karşı duyulan belirsiz, bulanık özleme bağlı bir uygulama gibi ortaya çıkıyor. Ama din böylece, pratiğin verilerini yansıtıyorsa da onları tersine olarak, nesnel verilere göre değil de öznel verilere göre, düşlerin görüntülerine, bilgisizliğin kurbanı olan insanın düşüncesinin arzularına göre yansıtır.
Din, gerçek dünyanın çelişkilerini ve bilgisizliği içinde tasarladığı gerçeği, olmayan (fantezi) istekleri tersyüz ederek içine yerleştirdiği, gerçeksiz ve metafizik fikirlerin iç çelişkilerini ifade etmekten başka bir şey yapmaz.
Tanrı fikri aynı zamanda metafizik, salt, çözümlenemez çelişkiler haline gelen bütün bu çelişkileri, bir tek demet halinde özetlemek, bir araya yığmak ve yoğunlaştırmaktan başka bir şey değildir.
Diyalektik materyalist bilim, gerçeğin çelişkilerini, tersyüz etmeden, doğru olarak, aslına sadık kalarak, yabancı, hayali herhangi bir şey katmadan yansıtır. Dinin kökleri “yabanıllık (vahşet) çağının kısıtlı ve bilinçsiz kavrayışlarındadır.”
2) Bununla birlikte dini incelemek için ikinci bir olguyu da hesaba katmak gerekir, çünkü din bilgisizlikten doğduğundan, bilimsel açıklamaların yerine hayali açıklamaları koyduğu ölçüde, büyük bir bölümüyle, gerçeği maskelemeye, olayların nesnel açıklamasını gizlemeye yardım eder ve kendi kuruntularına bağlı dindar adam, şu ya da bu biçimde, ilke olarak, şeytan işi saydığı bilime düşmanlık duyar.
Kendi sınıf baskılarını sonsuzlaştırmak için yığınların edilgenliğine, eylemsizliğine, onların tevekkülüne, yumuşak başlılığına, mutsuzluğun kader yazılı inanç olduğu inancına muhtaçtırlar, ama aynı zamanda yığınların mutluluk umutlarının öteki dünyaya doğru çevrilmesi gerekir. Geleceğe ait avutucu cennet umudu, sömürülen yığınlara yeryüzündeki “fedakârlıklarının” ödülü olarak sunulmuştur. Böylece, ilkin, antik çağda aman vermez bir alın yazısı olarak tasarlanan ruhun ölümsüzlüğü, öteki dünyada kurtuluş umuduna dönüşmüştür.
Çok eski tarihsel dönemlerde de bugün olduğu gibi yönetici sınıflar, yığınların üzerindeki etkisini sürdürdükleri aldatmacaların bir sözcüğüne bile inanmazlarken, dinden “düzenin korunmasının” ideolojik kuvveti olarak, Marx’ın formüle ettiği gibi “halkın afyonu” olarak yararlanmışlardır.
Tanrının varlığı kanıtlanamaz. Bununla birlikte onu “kabul etmek” gerekir, çünkü bu fikir olmasa, her şey mubah olurdu, artık, büyük adalet koruyucusu olmazdı, artık, gökyüzünün jandarması, bir ödül ve ceza güvencesi kalmazdı. Doğru olan cesaretini yitirir, “kötü” olan cesaret bulurdu, kısaca burjuva düzen tehlikeye düşerdi. Şu halde “tanrı” doğrudan doğruya karşı-devrimci bir silahtır. Hatta onun varlığından teorik olarak emin olmak bile gerekli değildir, onu pratik olarak ve yaran bakımından kabul etmek yeterlidir. Burjuvazinin din konusunda değişmez uygulaması bu değil midir ve bu dinsel idealizmin teorik bakımdan tam başarısızlıklarının en güzel bir kanıtı değil midir?

SOSYALİZM VE DİN
İşçileri ezen ekonomik baskı, kaçınılmaz olarak, çeşitli biçimlerde politik baskıyı, toplum içinde aşağılanmayı, kitlelerin entelektüel ve manevi hayatında aptallaşma ve çürümeyi doğurur. İşçiler ekonomik haklarını elde etmek uğruna mücadele etmek için az çok bir politik özgürlük kazanabilir, ama sermayenin iktidarı ortadan kaldırılmadıkça, hiçbir özgürlük onları yoksulluktan işsizlikten ve baskıdan kurtaramayacaktır. Başkasının çıkarına durmadan çalışmak, yoksulluk ve kaderine terk edilmişlik yüzünden ezilen halk kitlelerini her zaman ve her yerde bunaltan ruhsal baskı yöntemlerinden biri de dindir. Tanrılara, şeytanlara, mucizelere inanç, nasıl vahşi insanın doğa ile savaşındaki güçsüzlüğünden doğuyorsa, ahirette daha iyi bir hayat inancı da aynı kaçınılmazlıkla sömürülen sınıfların, sömürücülere karşı mücadelesindeki güçsüzlüklerinden doğar. Din, bütün hayatları boyunca yoksulluk içinde acı çekenlere sabırlı olmayı, boyun eğmeyi öğütler, onları öbür dünyada kavuşacakları ödüllerin umuduyla avutur. Başkalarının emeği ile yaşayanlara gelince, din bunlara, yeryüzündeki hayatlarında yardımsever olmalarını salık verir, böylelikle sömürücü olarak var oluşlarını sürdürmelerini kolaylıkla haklı çıkarmalarını sağlar, bu gibilere mutlu bir hayatın kapılarını açacak anahtarı ucuz ucuz satar. Din bu anlamıyla halkı uyutan bir afyondur. Din, sermaye kölelerinin insan olarak besledikleri umutlan, biraz olsun insanca yaşama isteklerini içinde boğdukları bir çeşit manevi içkidir.
Fakat durumun bilincine varan, kendisini kurtaracak mücadeleye atılmak için ayağa kalkan köle, yarı yarıya köle olmaktan çıkmıştır.

DİN SORUNUNA DEVRİMCİ BAKIŞ
“Din”, kişisel bir sorun olarak kabul edilmelidir: Sosyalistlerin dine karşı tutumları genellikle bu şekilde belirlenir. Fakat herhangi bir yanlış anlamaya meydan vermemek için, bu kelimelerin anlamını kesinlikle belirtmeliyiz. Sosyalistler, devlet karşısında dinin kişisel bir sorun olmasını şart koşar. Devleti din adamlarının yönetmesine (klerikalizm) ve dine devletin desteğine karşıdırlar. Devlet dine karışmamalı, dini kuruluşlar devlet iktidarına bağlı olmamalıdır. Herkes herhangi bir dine inanmakta, ya da hiçbirine inanmamakta serbest olmalıdırlar. Medeni haklarda, dini inançlardan dolayı hiçbir ayrıma göz yumulmamalıdır. Resmi belgelerde, yurttaşların din ve mezhepleriyle ilgili her türlü kayıt mutlak biçimde ortadan kaldırılmalıdır.
Devlet, din ya da mezheplerle ilgili kurumlara hiçbir şekilde ekonomik destek vermemeli, bunlar, iktidar karşısında tamamıyla özgür ve bağımsız dindaş yurttaşların oluşturduğu kurumlar şekline dönüştürülmelidir. Savunulması gereken modern devlet ve kilise-cami-mezhep kuruluşlarının vb. inanç kurum ve kuruluşlarının devletle tam olarak birbirinden ayrılmasıdır.
Proletarya partisine göre din kişisel bir sorun değildir. Parti, işçi sınıfının kurtuluşu için mücadele eden, bilinçli öncü militanlar birliğidir. Bu birlik, bilinçsizliğe ya da dini inançlar biçimi altında balkın cahil bıraktırılmasına karşı kayıtsız kalamaz ve kalmamalıdır.
Basını, programı gibi salt ve baştan aşağı ideolojik silahlarıyla, dinin zihin bulandırıcı etkisini alt etmek için din ve devletin tamamen ayrılmasını istemek durumundadır. İdeolojik mücadele, kişisel bir sorun değildir, bütün partiyi, bütün proletaryayı ilgilendirir. Hiçbir şekilde, burjuva radikal demokratların sık sık yaptığı gibi, din sorununu sınıf mücadelesinin dışında, “saf mantık” açısından alanların idealist soyutlamalarına dalmamalıdır. Sınırsız bir baskı ve işçi kitlelerinin aptallaştırılması temeli üzerine kurulu bir toplumda, dini önyargıların yalnızca propaganda ile ortadan kaldırılabileceğine inanmak saçmalıktır. İnsanlığın üzerindeki din baskısının, toplum içindeki ekonomik baskının ürünü olduğunu unutmak, burjuva dar görüşlülüğüne işarettir. Partinin baş sorunu din değildir. Önemi üçüncü dereceden kalan sorunlar (görüşler) bir takım hayaller adına gerçek devrimci mücadeleye atılan güçlerin bölünmesine izin vermez. Bu dini görüşler, bütün politik değerlerini pek çabuk yitirir ve ekonomik evrimin akışıyla sürüklenip hurdalığa atılır.
Gerici burjuvazi, her yerde ve her zaman, din düşmanlıklarını körüklemeye büyük özen göstermiştir. Bundaki amacı, kitlelerin dikkatini din düşmanlıklarına çekmek pratikte devrimci mücadele için birleşen proletaryanın çözmeye çalıştığı, gerçek temel politik ve ekonomik sorunları bir yana bırakmalarını sağlamaktır. Durum ne olursa olsun, bu oyunların karşısında soğukkanlı, kesin ve kararlı, sabırlı propaganda yürütülmelidir. Propaganda ikinci dereceden uyuşmazlıktan kışkırtmayı reddeden, proletarya dayanışmasının ve bilimsel dünya görüşünün propagandasıdır.
Devrimci proletarya sonunda, dinin devlet karşısında kişisel bir sorun sayılmasını kabul ettirecektir. Ortaçağın küfünden arınan siyasi düzen içinde proletarya, insanlığın dini inançlarla aptallaştırmasının gerçek nedeni olan ekonomik köleliği ortadan kaldırmak için açıktan açığa, büyük bir mücadeleye girişecektir.

ÜLKEMİZDE DİN SORUNU VE TAVRIMIZ ÜZERİNE
Din sorunu, Türkiye’de hemen her zaman önemini korumuştur. Özellikle son 12-13 yıldır dini gericilik (İslam şeriatçılığı) toplum içinde çok ciddi bir etkinlik kurmaya başlamıştır. En önemlisi de şeriatçılık Türkiye’de feodalist gerici güçlerin saf dinsel ideolojisi olmaktan çıkmış, Türk ırkçılığıyla harmanlanmak suretiyle faşist diktatörlüğün ve onun uzantısı sivil faşist güçlerin ideolojisi haline gelmiştir. Bu ideolojinin benimsenmesindeki ağırlık odağını öncelikle bürokrasi, MİT, polis teşkilatı, kontrgerilla vb. alanlar Türk İslam sentezinin ırkçı savunundan oluşturmuştur.
Devletin her hücresinde, onun ayrılmaz bir yanı olarak örgütlenen kontrgerilla özellikle Kürt Ulusal Kurtuluş mücadelesine karşı dini kullanmaktadır.
İslamiyet, doğmaları ye uygulamaları bakımından faşizmin ihtiyaçlarına çok iyi biçimde cevap vermektedir. Faşist diktatörlük İslamiyet’i kullanarak kendisine çok sayıda kadro bulabilmekte ve yine bu kadroları çok iyi bir biçimde eğitebilmektedir. Faşizmin en insanlık dışı, en iğrenç uygulamalarını meşru gösteren ayetlerin veya hadislerin İslam dininde bulunması zor değildir, İslam dinine göre, kâfirleri din düşmanlarını işkence ile öldürmek, hayvanlarını, ekinlerini ve ormanlarını yakmak, kadınlarının ırzına geçmek veya köle edinmek meşrudur.
Kuran’ın Maide suresinin 33. ayetinde söylenenler şunlardır:
“Allah ve resulüyle savaşanların ve yeryüzünde bozgunculuk yapmaya çalışanların cezası, ya boyunları vurdurularak öldürülmeleri, ya asılmaları, ya ellerinin ayaklarının çapraz kesilmeleri, ya da bulundukları yerden sürülmeleridir. Bu onların dünyada çekecekleri rezilliktir. Ahirette ise onlara daha büyük azaplar hazırlanmaktadır.” (Turan Dursun, Din Bu, cilt 1, s. 50) .
Arkadaşları Muhammed’e soruyor:
– “Ey tanrı elçisi! Evlere yapılan gece baskınlarında puta tapanların kadınları, çocukları da öldürülüyor, ne dersin?
– “Onlar da öbürlerinden”dir. (Kadın ve çocukların öbürlerinden farkı yok, öldürülebilir)” (T. Dursun, cilt 3, s. 68) Geçmiş ve bugünkü tarihimize baktığımızda faşist ideolojinin uygulamaları adeta bu ayetlerin doğrultusunda ve onları doğrular niteliktedir. Geçmişte (Kürtlere, Alevilere ve sol kesime yapılanların gerekçesi devamlı dine dayandırılmıştır) ve bugün de aynı senaryo yine aynı üslupla karşımızdadır.
Ülkemizde MHP ve ÜO (ülkü ocakları)’nın çizgisinde ırkçı-Turancı öğelerle birlikte İslami öğelerde önemli bir yer tutuyor.
Örneğin, MHP’nin komando kamplarındaki İslami eğitimi ve sonuçlarını övünerek anlatan bir faşist şunları yazıyor: “Kırıkkale’deki bozkurt obasında din düşmanlarının beyni çıkarılır, katiller telef edilir, itler boğazlanır.” (T. Dursun, cilt 1, s. 50)
Geçmişte (1978) faşistlerin ülkenin birçok bölgesinde yaptıkları katliamlarla Alevi toplumuna nasıl baktıklarını göstermişler, bununla birlikte Alevilerle-solcular arasında bir paralellik kurmuşlar ve potansiyel suçlu ilan edip Kur-an’daki ayetleri doğrular ve uygular nitelikte katliamlar yapmışlardır. Bugün aynı oyunu, farklı biçimde farklı bir tarihsel dönemde gündeme getirmeye çalışıyorlar.
Örneğin, bugün dikkatleri tamamen Alevi kesimin üzerine yoğunlaştırarak’ mezhep çelişkilerini ön plana çıkartmak istiyorlar. Burjuvazi bunu elbette ki insanların dini önyargılarını destekleyerek yapıyor. Bu burjuvazinin ve faşist ideolojinin pratik sorunları açısından tercih edilmiştir.
Bugün Alevi kesim egemen ideoloji tarafından “iç tehdit” olarak görülmektedir. “İç tehdit dokümanında” Aleviler “Türkiye’nin Milli Güvenlik politikasını belirlemede temel doküman olarak ele alınmaktadır.” Dokümanın hazırlanış tarihi faşist 12 Eylül rejiminin halka dayatıldığı 1980 olarak belirtilmiş, Dokümanda Aleviler “Türkiye’nin ulusal bağımsızlığına ve anayasal düzeni yıkmaya yönelik yıkıcı bölücü faaliyetleri destekleyen ideolojiler” başlığı altında ifade ediliyor. Tabii doküman Alevilerin siyasi tercihleri konusunda da bir belirleme yapmıştır, o da şudur: “Bugünkü görünümüyle mezhep ayrımcılığı Aleviler ile Sünniler arasındaki çatışmadan ziyade, solun Aleviler içinde sağın Sünniler arasında güçlü olmasından ileri geliyor. (Gelmektedir). Ayrıca şu zehirli düşüncelerle yaratılmak istenen bugünkü kaosun zeminleri hazırlanmak isteniyor. Bu şimdilik bir prova niteliğinde. Bakalım dokümana: “Aleviler toplu bulundukları yerde (bölgelerde) “dış” güçlerin de kışkırtmasıyla siyasal etkinlik sağlamak üzere devlet organına sızma veya bu mümkün olmadığı takdirde mahalli resmi organları çıkarları doğrultusunda kullanmak üzere faaliyette bulunmakta kendilerinden olmayan memur, görevli ve vatandaşları bölge dışına itmeye gayret göstermekte, “Kürtçülük” faaliyeti ile uğraşanlarla işbirliği yapmaktadır” deniliyor. Evet, burada göze çarpan ve önemi tahmin edemeyeceğimiz tehlikelere götürecek olan şey: Aleviler Kürtlerin sanki doğal müttefiki biçiminde bir ifadeyle yine Alevi sorununun kaynağının “dış” destekli görülmesidir. Kürt sorunun dış destekli düşüncesinde ifade edilen de aynı düşüncenin ürünüdür.
Bugün kelimenin tam anlamıyla egemen faşist ideolojinin ve tayfalarının yapmak istedikleri şudur: Dini temeldeki çelişkilere farklı bir boyut kazandırılarak dış destekli iç tehdit unsuru – sola yakınlık- Kürtçülük faaliyetine destek -bölücü potansiyel tehlike- siyasi gündemimize dayatmak. Sorunun arkasında yatan karanlık güçleri… bilmek durumundayız. MİT, Kontrgerilla, Özel Savaş Dairesi katliamlara hem sivil bir destek sağlamak -insanların dini duygularını kullanma temelinde- hem de katliamlarını meşrulaştırabilmenin provası içindedirler.
Devlet bugün tüm yönleri ile -siyasi, idari, ideolojik- tıkanmış durumdadır. Kürt ulusal kurtuluş mücadelesi bu tıkanıklığı daha da derinleştirmiştir. Tüm yönleriyle tam bir krizi yaşamaktadır devlet.
Devlet tam da bu noktada sorunun çözümünü farklı entrikalarda arama çabası içine girmiştir. Dini temeldeki bir çelişkiyi gündeme getirip mevcut temel sorunları geri plana itme ve kitlelerin bilincine ancak ikinci veya üçüncü dereceden çelişkileri empoze etmeye çalışarak, bugün varolan mevcut temel sorunlara pratik çözümler üretme çabası içindedir. Bugün Kürt ulusal kurtuluş mücadelesi ile (Kürt önderliği) dini temeldeki bir çelişkiden hareketle ikisi arasında benzerlikler kurmaya ve bunu kitlelerin bilincine özellikle dini duyguları kullanarak çarptırmaya çalışıyor. Bu, elbette faturasını sadece Kürt hareketi açısından çıkartmayacaktır. Bu, genel anlamıyla da mevcut sol açısından olumsuzluklar doğuracaktır. İslam dini ile bir tür hesaplaşmayı yaşayan, bir tür muhalefetliği temsil eden, İslam dinine rağmen onun içinden onu farklı yoruma tabi tutan Alevilikle bir halkın özgürlük talebini kendi mücadelesiyle gündemin can alıcı sorunu haline getiren Kürt önderliği arasında ilginç benzerlikler kurulmuştur.
Peki, nedir egemen ideoloji tarafından kurulan benzerlikler?
– “Kürt sorunu dış kaynaklı olup, ülkemizin varlığını ve bütünlüğünü tehdit eden bir sorundur. Önderliği ise Kürt dahi olmayan sünnetsiz bir Ermeni’dir. Bu Türkiye’yi çekemeyenlerin bir oyunudur.” Bu belirlemenin karşısında, buna paralel benzetmeyi egemen ideoloji Alevi sorununda aynı dili kullanmaktadır. Hatta dini temeldeki bir çelişkiyi bugün varolan koşullarda adeta ikinci bir ulusal sorun boyutunda -Alevileri ayrı bir ulus düzeyinde görmektedirler. Resmi ağızların ifadesine göre: “Alevi sorunu da aslında dış kaynaklıdır, İslam’ın gelişip, yayılmasını önlemek için Yahudi asıllı bir zatın kışkırtması sonucu ortaya çıkmıştır.” Bu iki yaklaşımda da gözden kaçırılan nokta şudur: Sorunun kaynağının kendi gerçekliğimizin dışında başka yerde aramakta oluşumuzdur. İşte egemen olan anlayış kendi gerçekliğinin dışında sorunlara çözüm aradığı için gerçek çözümlerini üretememektedir. Kürt sorunu Ermeni destekli ve Ermenilerin kışkırtmasıyla oluşmuş, Alevi sorunu Yahudi kışkırtması sonucu oluşmuştur, diyen bir anlayışın kendi gerçekliğini görmesi ise zaten olanaksızdır.
– “Kürt hareketi üzerine ve önderliğine yönelik bölücü ve Ortadoğu’nun en tehlikeli örgütü olarak tanımlanırken, Aleviler aynı şekilde iç tehdit unsuru olarak görülüp” Türkiye’nin ulusal bağımsızlığına, bütünlüğüne ve anayasal düzenini yıkmaya yönelik yıkıcı bölücü faaliyetleri destekleyen tehlike olarak yer almakta ve Kenan Evren’in imzasıyla Genel Kurmay arşivlerinde bulunmaktadır. Özellikle dini temeldeki bir çelişkiyi iç dökümasyonda adeta Kürt ulusal kurtuluş mücadelesinin doğal müttefiki olarak görebiliriz. Bu da tehlikenin boyutları bakımından bir ipucu olarak değerlendirilmelidir. Faşist ideoloji sorunlarına pratik açıdan çözüm bulmak için, solun Aleviler içinde güçlü olduğunu ve sağınsa Sünniler içinde güçlü olduğunu söyleyerek ülkeyi bir kaosa sürüklemenin çabası içindedirler. Tabii ki bu kaosun ideolojisini din temelinde -Türk-İslam sentezinin ırkçı ifadesi- oluşturmak istiyorlar.
Burada iki yönlü bir eleştiriye de yer vermekte fayda var. 0 da şudur: Alevileri “sol” ilan etme anlayışıdır. Alevileri sol gören sol anlayışlarla yine Alevileri sol ilan etmeye çalışan egemen ideolojiye söyleyecek sözümüz olmalı.
Sol, kendi terminolojisi ile daha toplumlar tarihinde kendini açık seçik ifade etmeden önce 1400 yıllık tarihiyle Alevilik tarihte yerini almıştır. 1789’da tam anlamıyla sol kavramlarla tanışmaya başladığımızda Alevilik neredeyse bin yaşını çoktan doldurmuştu. Tabiî ki sol kavramların 1789’da ortaya çıkmasıyla da bu iki kavram birbirinden kopuk ve tanışmamışlardı. Türkiye’de bulunan Alevi kitleleri sol kavramı ve solla 1960’ta tanışmıştır. Ülkemizde Alevilerin sola kendilerini yakın görmelerinin somut tarihi gerçekliği söz konusudur. O da şudur: Alevi kesimi İslamı yorumlarken özgürce davranamamış, hareket edememiştir. Bu anlamıyla da olsa ülkemizde solun genel özgürlük ve demokrasi mücadelesine kendisini yakın hissetmiştir. Alevilere baskı genel anlamıyla sağdan geldiği için Aleviler sola yakın olmuşlardır. Yoksa Türkiye genel anlamıyla özgür bir ülke olsa ve insanlar kendilerini, inançlarını, fikirlerini açıkça ifade edebilse idiler, Aleviler ne solu kendilerine yakın bulurlar ne de sağı. Onlar açıkçası özgürlüklerin yanında yer alırlardı.
Aleviliği siyasi bir doktrin etrafında örgütlü olarak görmemek gerekir. Siyasi bir düşünce olmaktan ziyade dinsel bir inancın ve kültürün adıdır.
Ateistlikse Alevilik için geçerli değildir. Tanrının kavramsal içeriğini vahdeti vücut ve vahdet-i mevcut kavramları oluşturmaktadır. Uzatmayalım, kısaca ifade edersek Alevilik İslam dini içinde özgürlük arayışından doğmuş ve bir tasavvuf felsefesi olarak gelişmiştir.
Alevilik soldur düşüncesine karşı sormak lazım Şiilik ve Sünnilik sağ mıdır?
Doğaldır ki, aynı şekilde oyunu sağ bir partiye vermiş biri, Alevi olmaktan çıkmaz. Alevilerin bir bütün olarak demokrasiden yana olduklarını düşünebiliriz. Fakat Alevilik aynı şekilde demokrasi mücadelesi değildir. Yoksa demokratik hakların elde edildiği bir dönemde, demokrasi mücadelesine gerek duymadığımız bir dönemde Alevilik de ortadan kalkacak mı? Tabii ki bu doğru olmaz.
Alevilik soldur diyen anlayış, hangi cepheden olursa olsun Aleviliğin hangi solu temsil ettiğini de açmak durumundadır. Alevilik sağ da olabilir, sol da, bunların ikisine de ihtiyaç duymayabilir ve bunların dışında bir şey de olabilir. Alevilik sağ ve sol olmadan nasıl bugüne kadar gelmiş ve 1400 yıllık tarihini korumuşsa bugün de kendi kavramlarıyla sağa ve sola ihtiyaç duymadan kendini koruyabilir ve kendi terminolojisini değişen koşullara göre üretip yenileyebilir. Aleviliğin bu anlamda sağına soluna yeni kavramlar eklemenin de bu topluma kazandıracağı yeni şeyler yoktur. Tekrarlayalım Alevilik İslam dininin pratik sorunlarındaki görüş ayrılıklarından doğmuştur. Alevilik dışında kalan mezhepler dinsel geleneklere sıkıca sarılmışlardır. Fakat Alevilik ve onun içinde gelişen Bektaşilik, bu kuralları yumuşatmak istemiştir. Daha doğrusu dini dünyalaştırıp, ona toplumsal bir içerik vermek istemişlerdir. Bu anlamda Alevilik, Aleviliktir. Bundan başkaca bir şey değildir. Bu bahsi kapatalım. Umarız bu anlatım tarzımızla kendilerini Alevi devrimci olarak görenlerin bir soru işareti oluşur kafalarında. (Ne anlama geliyorsa Alevi devrimciliği?).
Tabii ki bu satırları yazmamızın nedeni başta da belirttiğimiz gibi birincisi egemen ideolojinin kendisine ve içimizdeki yanlış anlamalara neden olabilecek sol söylemlere yöneliktir. Yoksa sorunu sadece egemen ideolojinin ortaya koyduğu biçimiyle ele aldığımızda, sorunun kendisi basit bir Alevi-Sünni çelişkisinin ötesindedir, sınıf mücadelesinin ve Kürt halkının genel çıkarları açısından tehlikeli boyutlara taşınmak isteniyor.
Bizlerin, oynanmak istenen bu oyuna karşı somut politikamız ve bu politikayı yaygınlaştıracak araçları yaratmamız gerekmektedir. Sorunun kendisini ve tırmandırılmak istenen boyutunu var olan araç ve ilişkilerimizle (demokratik kitle örgütleri, dernekler, mesleki örgütlenmeler, panellerle, bültenlerle, dergilerle) teşhir edip doğru olanı yerine koyabilmeliyiz.
Sömürücü toplumların egemen sınıfları, dini, sınıfsal çıkarları doğrultusunda hep kullana-gelmişlerdir. Egemen sınıfların ve çıkarların değişmiş olması dinsel yorum ve uygulamaları da değişime uğratmıştır. Dinler pek çok mezhep doğurmuşlardır. Ne var ki, en saf dinsel bölünmelerin altında bile maddi bir çıkar çatışması vardır. Mezhep kurucularını sapkınlıkla suçlamak ise dini otoritenin görevidir. Bilimsel sosyalizm dinleri birbiriyle kıyaslayıp birini (göreceli olsa bile) diğerinden üstün görmez, dinleri bir bütün olarak reddeder.
Dinleri birbiriyle kıyaslayıp birini daha olumlu görmek dinci idealist bir tutumdur. Tam da bu noktada Alevi-Sünni ayrımının tarihsel kökenine kısaca bakmalıyız.

SORUNUN TARİHSEL BOYUTU VE Şİİ-SÜNNİ AYRIMININ DOĞUŞU
Hz. Muhammed’in ölümünden sonra İslam dini içerisinde başlıca iki büyük mezhep ortaya çıkmıştır. Bu ise peygamberin yetkilerinin hangi şekilde ve kimler tarafından üstlenileceği sorununda belirginlik kazanmıştır. Bu yaklaşımdan çıkan tablo, özü itibarıyla, siyasi iktidarın ele geçirilmesi ve kimler tarafından nasıl kullanılacağı sorunudur.
İslam dini “dört halife dönemi” boyunca gerek Muhammed’in yakın arkadaşları, gerekse akraba çevresinin liderlik sorununda izledikleri şiddet yanlısı politikalar sonucu, sorunun kendisi bir tür iç savaş durumuna getirilmiş ve bu atmosfer ortamında Şiî-Sünni ayrışmasının doğal sonucu ortaya çıkmıştır.
“Dört Halife Dönemi”nde İslam toplumuna liderlik edecek kişinin seçilmesinde ve belirlenmesinde izlenen yol ve yöntemler, düşünceler ve önerilerle tutumlar tarihi süreç içerisinde birbirinden farklı siyasal iktidar modellerinin haklılaştırılmasında gerekçeleri teşkil etmiştir.
Şiilik, Arapça yandaş anlamına gelmektedir ve Ali’nin yandaşları anlamında kullanılır. Hepimiz tarihi kaynaklardan öğrendiğimiz biçimiyle biliriz ki, Şiiliğin kurucusu olan Ali, İslam dininin peygamberi olan Muhammed’in akrabası ve damadıdır. Bu yakınlıktan hareketle Ali ve Ali’nin yandaşlarının iddiası Muhammed ölmeden önce yerine geçecek kişiyi Ali olarak belirlediği iddiasıdır. Bu belirlemeninse bir ilahi vasiyet yönünün olduğunu ileri sürmüşlerdir. Ali’nin yandaşlarına göre tartışmasız İslam toplumunun liderliği ve yöneticiliği ancak peygamber soyundan gelenlerin hakkıdır.
Muhammed öldükten sonra yerine Ebu Bekir ilk halifeliğe bir tür seçimle atandı. (632-34) Ali’nin halifelik hakkını dile getirmesine rağmen bu sonuç değişmedi. Tabii ki, Ali, Ebu Bekir’in iktidarı döneminde İslam’ın çıkarları açısından aksi bir yönde tavır belirlemedi. Yönetimi meşru saymamakla birlikte karşı da çıkmadı. Tabii, bu durum benzer bir biçimde yönetimde bulunan Ebu Bekir için de geçerlidir. Ebu Bekir de, İslam’ın bölünmemesi için varolan sorunları ve çelişkileri keskinleştirmedi. Bu tavrı temellendiren kaygılarla Ali ve yandaşlarını karşısına almadı. Ebu Bekir’in halifeliği döneminde atama yoluyla halife seçme şekli gelişmiştir. Zaten Ebu Bekir’in ölmeden önce yerine açık bir şekilde Ömer’i ataması da bu savı doğrulamaktadır. Bu kez de atama yoluyla Ömer halife seçilmişti. İktidar kavgası bu dönemlerde de çeşitli biçimlerde kendini devam ettirmiştir. Ömer, halifeliği döneminde nasıl ve kimler tarafından öldürüldüğü bilinmeden yerini Osman’a bırakmıştır. Fakat Osman’ın seçilmesi Ebu Bekir’in Ömer’i yerine atadığı biçimiyle olmamıştır. Osman’ın halifeliğe seçilmesi bir tür “yaşlılar kurulu” tarafından gerçekleşmiştir. Osman’ın da öldürülmesiyle belirli bir otorite boşluğu oluşmuştur. Zaten boşalan bu makamın meşru sahibi olduğunu iddia eden Ali, Osman’dan sonra halife seçilmiştir. Ali’nin halifelik dönemi (656-61) beş yıllık gibi kısa bir dönemi kapsar. Bu dönem de özü itibarıyla çatışmalarla geçmiştir. Ali de düşüncelerini kurumsallaştıramadan bir tür siyasi cinayete uğramıştır.
“Dört Halife” döneminden sonra İslam tarihine bir bütün olarak baktığımızda İslam devletinin etkinliğini yitirdiğini ve kendisini Halife ilan eden Muaviye ile birlikte Emevi devletinin (hanedanlığının) kurulduğunu görürüz. Artık siyasal iktidar Emevilere geçmiştir. Bu dönemde Şiiler iktidar tarafından dışlanmış ve bir azınlık olarak görülüp iktidar sürecinden tamamen dışlanmışlardır. Bu durum Şiilikte “imamlık” doktrininin gelişmesine neden olmuştur.
Bu dönemin temel çelişkisi yine iktidar sorunu olmuştur. Makamın peygamber soyundan gelen Ali ve onun oğullarına ait olduğunu iddia eden Şiiler bu dönemde kendi liderlerini Ali’nin oğullarından önce Hasan’ı sonra da Hüseyin’i görmüşlerdir. Tek meşru otoritenin temsilcisi olarak ikisini tanımışlardır. Şii-Sünni ayrımı özellikle siyasi iktidarın meşruluğu ve gayrimeşruluğu noktasında odaklandı. Şiiler özellikle son iki halifenin -Ömer ve Osman- bu makamı haksız yere ellerinde tuttuklarını iddia ederek, bugüne kadar varolan siyasi iktidarları 650’lerden sonra gayrimeşru ilan etme tarzında siyasal görüşlerini geliştirdiler.
Sünni siyasal iktidarlara karşı Şiilerin yönelttiği eleştiriler üç noktada toplanmaktadır.
1) Bütün Sünni yönetim ve yöneticiler aslında İslam’ın temel ilkelerine uymamışlardır.
2) Şeriat dışı yasa ve uygulamalara sürekli başvurmuşlardır.
3) İslam dünyasının bölünmesine yol açmışlardır.
Tarihte Şii-Sünni çatışmasının en kanlı boyutu Kerbela’da Ali’nin küçük oğlu Hüseyin’in ailesinin ve yandaşlarının toptan öldürülmesiyle kendini göstermektedir. Emevi halifesi Yezit’e tabi olmaktansa, otoriteyi tanımayıp ölümü seçmiştir Hüseyin. Şiilerin tarihinde bu olay doğruyu göstermesi açısından önemli olaylardandır. Hüseyin’in ölümü Şii ideolojisinde belirli bir dönüşüm rolü oynamıştır. Bu döneme kadar Şii siyasal doktrininde önemli yer tutan iki noktaya değinmek gerekir. Bunlardan birincisi doğru bir anlayışla doğru bir siyasal otoritenin hayata geçirilmesi sorunudur. Bunun çözümünü ise Ali’nin kısa süren halifelik döneminde aramaktadırlar, ikincisi ise meşru bir otoritenin olmaması halinde ne yapılması gerektiğidir. Bu sorun Şii siyasal doktrinin en can alıcı ve en tartışmalı alanıdır. Bu sorunun çözümü bir yandan temel Şii ilkeler korunarak mevcut siyasal iktidara uyumdan diğer yandan açıkça İslami ilkelerin çiğnendiği bir zulüm yönetimine karşı ölümü göze alıp savaşmaya kadar gidebilmekteydi.
Alevilik konusunda da bir bütün olarak egemen ideoloji tüm kurum ve kuruluşlarıyla gerçekliği saptırmak için çaba sarf ediyor. Tekrar anlattıklarımızın devamı niteliğinde ve Alevi sorununu tarihselliği içinde gördüğümüz oranda şunları söylemek fazlalık olmasa gerek:
Alevilik, İslam dininin başlı başına kendisi olmamakla birlikte İslam dininin farklı bir versiyonu ve farklı bir uygulamasıdır. Alevilik bir anlamda muhalefetteki dindir. Aleviliğin ideolojik gıdasını İslam dininin kendisi oluşturur. Aynı ideoloji süreç içerisinde kendi bağrında kendini eleştiren kendisini farklı bir yoruma tabi tutan anlayışı çıkarmıştır.
İslam dininin bir özelliği Ortodoks dinlere dâhil olmasıdır. Bu anlamıyla da Alevilik Heterodoks dinsel inancı temsil etmektedir. Yani evrensel olmaları temel özelliktir. Bir Hıristiyan heterodoks inancı olan Bogomil’liği Alevi-Bektaşilikle yan yana durabilir. Fakat aynı özelliği cami-kilise ilişkisinde göremeyiz.
Kısacası Alevilik, geleneği ve göreneği ile inanış sistemiyle bir kültürdür. Aleviliği bu anlamıyla sağa sola çekiştirmenin anlamı da yoktur.

SON SÖZ YERİNE
Tekrar belirtelim ki, devrimciler, dinin kişilerin sadece kendilerini ilgilendiren bir özel sorun olarak ele alınmasını savunurlar. Herkes, istediği dine ve mezhebe inanmakta tamamen serbest olmalı, devlet kişilere dini inanışları nedeniyle hiçbir baskı ve zorlamada bulunmamalıdır.
Nüfus cüzdanlarında ve her çeşit kayıtlarda kişilerin dinleri ve mezhepleri ile ilgili kayıt bulunmamalıdır.
Biz devrimciler din konusunda kesinlikle özgürlükten yanayız ve halk arasında dini inançları ve mezhep ayrılıkları nedeniyle herhangi bir ayrım yapılmasına karşıyız. Sömürücü sınıflar ise dini halkı uyutma ve istismar etme konusu olarak görürler. Faşistler de bir yandan halktan topladıkları haraçlarla içki-kumar-kadın peşinde her türlü ahlaksızlığı yaparken, diğer yandan da, halkın dini duygularını istismar etmek için her türlü sahtekârlığa başvururlar.
Bugün sömürücü sınıflar halk arasında mezhep ayrılıklarını ve çatışmalarını kışkırtmak istiyorlar. Bu şekilde emekçi halkı bölerek birbirine düşürmek ve Kürt halkının özgürlük mücadelesinin önünde din yollu bir blok oluşturup, sınıfın ve mazlum halkın sömürülmesine, ezilip yok olmasına çaba sarf edilmektedir.
Devrimciler halk içinde kesinlikle ikinci veya üçüncü dereceden çelişkilerin çıkarılmasına karşı olmalıdırlar. Burjuvazi bu çelişkileri bilinçli olarak çıkartmaktadır.
Devrimciler, din temelindeki bir çelişkinin bugün için sınıf mücadelesinin ve Kürt halk muhalefetinin önüne geçirilmesinin handikaplarını bugünden görmek durumundadırlar. Devrimciler dün olduğu gibi bugün de mezhep temelindeki (Alevi-Sünni) çatışmalarının çıkarılmasına kesinlikle karşı çıkmalıdır.
Bu, sınıf bilincinin gereği ile hareket etmenin somut bir ifadesidir.

KAYNAKÇA
Bu çalışma bir derlemenin ürünü olup, yararlanılan kaynaklar aşağıda belirtilmektedir.
1) Server Tanilli, Nasıl Bir Eğitim İstiyoruz
2) Komünizm ve İnsanlık Değerleri, M. Cornforth
3) Din, Siyaset ve Kadın, Serpil Üşür
4) Proletarya Kültürü (Yar Yayınları)
5) Dinin Eleştirisi mi, Kürt İslam sentezi mi? (Yar Yayınları)
6) Materyalist Felsefe Sözlüğü
7) Özel Çalışma Notları

Eylül 1993

“Dev Yol”Un “Arayışı” Ya Da Sınıf Mücadelesiz Tarih Yazımı

İnsanların, tarihin bir ilerleme olduğunu fark ettiklerinden bu yana her egemen sınıf kendi toplumsal düzeninin ebedi olduğuna yığınları inandırmak istemiş, böylece düzene karşı başkaldırıların boş bir çabadan ibaret olduğu düşüncesini yaygınlaştırmaya çalışmıştır.
Ancak, hiç bir toplum, salt ekonomik ve toplumsal alandaki gelişmelerdeki başarılarıyla kendi ebediliğini kanıtlayamamıştır. Tersine, egemen sınıf, kendi düzeninin bütün gelmiş geçmiş düzenlerin en iyisi olduğunu kanıtlayan bir düşünceyi bütün topluma egemen kılmak için özel bir çaba harcamış, başka bir söyleyişle egemen sınıfın ideolojisini tüm toplumun ideolojisi yapacak bir yol izlemiştir. Toplumun eğitim ve öğretimi bu egemen ideolojinin evrendeki tek doğru olduğunu kendisine merkez edinen bir amaca yönelmiştir. Mitoloji, dinler, felsefe, bilim hep aynı amaca yönelik, egemen ideolojiyi desteklemek için kullanılmıştır. Ve bütün sınıflı toplumlar tarih boyunca, eski ve yeni toplumun yandaşları sadece ekonomik ve siyasi alanda değil, es ki toplumun ebedi mi, geçici mi olduğu tartışmasında da karşıt saflarda yer tutmuşlardır.
Ne var ki; kapitalist topluma kadar ege men ve ezilen sınıfların ideolojileri saf biçimiyle kendisini ortaya koymak yerine kendilerini mitoloji, din, gelenek ve görenek motiflerine bulanmış olarak göstermişlerdir. Ancak kapitalist toplumla birlikte sınıf ideolojisi, din vb. unsurlardan arınarak kendisini saf biçimiyle ortaya koymuştur. Özellikle diyalektik ve tarihsel materyalizmin işçi sınıfının dünya görüşü olarak ortaya çıkması burjuva ideolojisinin de tanımlanıp saf biçimiyle anlaşılmasının yolunu açmıştır.
Burjuva ideolojisinin ekseni, kapitalizmin olabilecek düzenlerin en iyisi, aynı zamanda insanlığın ulaşabileceği son ve ebedi toplum biçimi olduğudur. Ekonomi, toplumbilim, doğa-bilim ve felsefedeki her yeni bulgu ve olgu bu temel varsayımı güçlendirecek biçimde yorumlanmaya çalışılmış, bu varsayımla uyuşmayan olgu ve buluşlar bilimsellikten yoksun ilan edilmiştir. Örneğin Darwin kuramı burjuva bilim çevreleri tarafından tepkiyle karşılanmış bugün bile pek çok ABD eyaletinde bu kuramın okullarda okutulması yasaktır. Fotonun bir ışık huzmesine dönüşerek yok olmasının keşfi maddenin yok olması olarak ilan edilip düğün bayram yapılmış, ama ışığın fotona dönüşebildiği kanıtlandığında bu sessizlikle karşılanmıştır. Bugün kuantum kuramının en çürük yönü olan atom altı parçacıkların bir tür iradesi olabileceği varsayımı kanıtlanmış bir bilimsel gerçek gibi propaganda edilirken evrenin sonsuzluğu ve ezelden beri var ve her şeyin sonsuz bir hareket içinde olduğunu öne süren izafiyet kuramı sadece bilim ve teknikte itibar edilen bir kuram olarak adeta gizlenmek istenmiştir.
Bilimdeki yeni gelişmelerin ve toplumsal olguların Marksizm’i doğrulama yoğunluğu arttıkça burjuvazi de kendi dünya görüşünü inceltmiş, kaba, açıkça bilim dışı olan yönlerini törpüleyerek kabul edilir bir biçime getirmeye çalışmış, Marksizm karşısında uğradığı yenilgiyi bilinemezciliğe ve olguculuğa, Marksizm’in burjuva yorumu olan görüşlere sarılarak kapatmaya çalışmıştır. Örneğin, kapitalizmin ebediliği görüşü yerine kapitalizmin çelişkilerinin zamanla yumuşayarak yavaş bir evrimle ilerleyeceği ya da kapitalizmin çelişmelerinin üstesinden gelecek dinamiklere sahip olduğu gösterilmeye çalışılmıştır. Bernstein ve Kautskiciler ise kapitalizmin yavaş yavaş evrimleşerek sosyalizme dönüşeceğini iddia ederek, Marksizm’le burjuva ideolojisi arasında köprü kurmuşlardır. Tekelci kapitalizm’in serbest rekabete son verdiği gerçeğinden kalkan Kautskiciler, ultra emperyalizm tezini geliştirerek kendiliğinden sosyalizme varılacağını öne sürmüşlerdir. Ve Kautskicilerden itibaren bu tez, Marksizm-den sapmaların dönüp dolaşıp vardıkları bir kürkçü dükkânı olmuştur.
İkinci Dünya Savaşı sonrası bilim ve teknolojideki gelişmeler, başka bir söyleyişle ikinci “bilimsel ve teknik devrim” bir çarpıtma yapılarak bir sosyal devrim, kendiliğinden bir toplumsal devrime yol açacak bir gelişme gibi propaganda edilmiştir. Yeni makinelerin üretime sokulmaları, sadece toplumsal bir devrimin olanaklarını genişleten bir gelişmeden öte sosyal devrimin kendisi olarak lanse edilmiştir. Bu görüş ’60’larda Euro-komünistler tarafından teori düzeyine yükseltilerek “üretici güçleri geliştirme yeteneğini kaybetmemiş kapitalizm” karşısında devrimin olanaksızlığı sonucuna varılmıştır. Ve nihayet robotun sahneye çıkmasıyla, burjuva ideologlar ve Marksizm’den rücu etmiş dönekler için sosyalizmi kuracak bir “insanımsı” keşfedilmiştir.     Artık yeni dönemin burjuva kahramanı robottur. Robot işçinin yerini alacak, işçi sınıfı yok olacak ve burjuvazi sömürecek canlı emek bulamayacağı için kendiliğinden ekonomik ve siyasal egemenliğinden vazgeçecektir. Teknolojistler, fantezi meraklısı aydınlar ve devrim kaçkınları için bulunmaz bir dayanak!
Robotun ekonomik ve ideolojik bir mitos kahramanı olarak sahneye çıktığı ‘70’li yıllarda Türkiye’de yüksek bir düzeyde seyreden anti-emperyalist ve anti-faşist mücadelenin ateşi, dünyadaki bu gelişmeleri Türkiyeli Marksist görünümlü küçük burjuva sosyalist politik odakların dikkatinden kaçırmasına yol açmıştı. Ama 12 Eylül darbesi karşısında uğranılan yenilginin psikozu altında bu çevrelerin önemli bir kesimi “arayışa” yönelince daha ilk bir kaç adımda burjuvazinin bu yeni kahramanına rastlayıp ona hayran oldular. Önce burjuva aydın çevrelerde başlayan robot aşkı kısa bir süre sonra düzene uyumlu bir sosyalizm teorisi arayan DY çevresinde de kendini gösterdi. Üstelik, son on yılın en pespaye görüşlerini sosyalizme katkı olarak toparlayıp piyasaya sürdüler. Ama üstüne geri kalmış ülke aydınının aşağılık kompleksi sosunu dökerek, “Zenginler, Yoksullar ve Robotlar” adında iddialı bir kitap yayınlayarak, neyin doğru olduğunu araştıran DY çevresi ve her çevreden devrim kaçkınının önüne koydular.

“ZENGİNLER, YOKSULLAR VE ROBOTLAR”
Son 30 yıl içinde bilim ve teknolojideki gelişmelerin, burjuva propaganda merkezleri tarafından kapitalizmin ebediliğinin kanıtlanmaya gerek olmayan bir olgu olarak nasıl kullanılmaya çalışıldığını, en azından bu gelişmelerin sınıf mücadelesinin koşullarını ortadan kaldırdığının gösterilmeye çalışıldığını ve bu temelsiz sava en önemli desteğin de eski Marksistlerden, bir zamanlar Marksist olduklarını ilan etmiş olan çevrelerden gelmiş olduğuna Özgürlük Dünyası’nın çeşitli sayılarında değinilmişti. Ama bu yazılarda daha çok Avrupa ve Amerikan menşeli görüşler ele almıyordu. Oysa Türkiye’de, 70’li yıllarda kendisini keskin Marksist-Leninist olarak ilan etmiş DY çevresi, teknoloji hayranlığı temelinde gelişen bu türden bir eğilime hem sınıf temeli olarak, hem de 12 Eylül ve sosyalizmin aldığı ağır darbeden etkileniş biçimi olarak son derece uygundu.
Bu hareketin geçmişteki önderlerinin Marksizm’e yaklaşımı, beslendikleri kaynaklar, en önemlisi de kendi yenilmişliklerini Marksist teorinin yetersizliği ya da eskimişliğine bağlayan tutumları göz önüne alındığında, Marksizm’i yenilemek için “teknolojinin imkânlarına” sarılacakları besbelliydi. Nitekim Özgürlük Dünyası’nda bu siyasi çevreye bu türden eleştiriler de yöneltilmişti.
Nihayet beklenen gerçekleşmiş bulunuyor; DY çevresinin “tartışma süreci”ne katkı mahiyetinde, Deniz Can Saner tarafından yazılan ve Oğuzhan Müftüoğlu’nun “Sunuş”uyla yayımlanan kitap, DY çevresinin bundan böyle hangi temelde biçimleneceğini de ortaya koyuyor. Kitabın adı: Zenginler, Yoksullar ve Robotlar. Kitabın alt başlığı ise; Dünya Sistemi, Bağımlılık ve Türkiye.
Oğuzhan Müftüoğlu, “sunuş”unun son paragrafında kitabı şöyle niteliyor:
“Yayına hazırladığımız bu çalışma da tartışmalarımıza bilimsel bir katkı olarak görülmelidir. Kuşkusuz sosyalizmin günümüzde ortaya çıkan kuramsal sorunlarının kısa bir zaman dilimi içinde çözümlenmesi beklenmemelidir. Buna rağmen, ancak bu tür çalışmalarla sosyalizmin yeniden yükselecek dalgasını yakalayabileceğiz.” .
Müftüoğlu’nun “sosyalizmin yeniden yükselecek dalgasını” yakalaması kitaba yakıştırdığı bilimsel katkı kadar tartışmalıdır; ama yazarın vargılarını bütün “tartışmaya muhtaç”, “derinleştirilmesi gerekir” gibi açıklamalarına karşın, DY çevresinin bundan sonraki gelişim çizgisini belirleyici olacağı tartışmasızdır. Kitabı asıl önemli yapan da gördüğü ve göreceği bu işlev olsa gerek.
Kitap beş bölüm olarak yazılmış, ama aslında, iki bölümden oluşuyor: birinci bölüm (kitapta bu bölüm üçüncü bölüm olarak sıralanmış), robotun bir makine değil, bir devrim kahramanı olduğunu kanıtlamaya ayrılmış. İkinci bölüm ise; Türkiye örneği üstünde geri ülkelerdeki bağımlılık ilişkilerini ele almış. Biz bu yazımızda konumuz gereği kitabın “birinci bölümü” üstünde durup, “bağımlılık” incelemesine de temel olan yaklaşımı ele alacağız.
Kitabın birinci bölümünün hemen bütünü, robotun bir makine olmadığını kanıtlamaya ayrılmış. Çünkü robot bir makine ise, yazarın bütün kendine özgü savı yıkılıp gitmiş olurdu. Ne var ki; nihayet kimi elektronik devreler ve mekanik organizasyonlardan ibaret bir “şey” olan robotun makine olmadığını ispatlamak çok zordu. Bu yüzden de yazar, tartışması çoktan bitmiş olan, bitmiş olması gereken “insan nedir?” sorusunu sorarak işe başlamak zorunda kalıyor. Ve varmak istediği sonucu baştan garantilemek için de, daha” 19. yüzyılda, Marx, Engels ve Darwin tarafından çürütülen tezleri yeniden, üstelik de Marksizm ve bilim adına savunmak zorunda kalıyor.

“İNSAN NEDİR?” YA DA DARVİN’DEN LAMARCK’A DÖNÜŞ
“Evrim ve doğal seçim sürecinde, değişen doga koşullarına göre kendi biyolojisini değiştiremeyen yaşayamaz. Canimin değişen doğa koşullarına verdiği en yaygın yaşam tepkisi budur. (Kendi biyolojisini değiştirme).
İnsan ise doğanın en zayıf canlılarındandır ve korumasızdır. Doğanın insana sunduğu seçenekler kısıtlıdır ve bedeni ile doğa arasındaki uyumsuzluğu, kendisini biyolojik dönüşüme uğratarak giderememiştir. İnsanı düşünmeye iten şey bu olmuştur.” (Deniz Can Saner, Zenginler, Yoksullar ve Robot, s.30)
Yazarın yaklaşımına göre; insan yeryüzüne atılmış, onca vahşi hayvan ve zor doğa koşullan karşısında yaşayabilmek için oturup düşünmeyi icat etmiş, aksi halde yaşaması imkânsız bir doğa yaratığıdır.
Aynı açıklama tıpkı din kitaplarında olduğu gibi şöyle de yapılabilir. Tanrı insanı yarattı ve cennete koydu. Ne var ki; o tanrı buyruğuna uymadı ve dünyaya sürgün edildi. Ama tanrı, kendi yarattığı insana acıdı ve ona güç doğa koşullarıyla başa çıkabilmesi için akıl verdi, düşünme gücü verdi!
Ama yazar kendi yaklaşımına tam uygun olan anlatım biçimini abartılı bulabilir. Ancak, yazarın insanin insan olması sürecine ilişkin söyledikleri tam da bu yaratılışçı kuramlara özdeş düşmektedir.
Ne var ki; yazar Marksizm bilgisine sahiptir ve görüşlerini kimi Marksist kavramlarla örtmeye çalışmakta, materyalist, bir yaklaşım içinde olduğuna göstermeye özen göstermektedir. Bu yüzden de yazarın “insan nedir?” sorusuna verdiği yanıtın yanlışlığı üstünde biraz daha durmak gerekiyor.
Her şeyden önce insan denilen yaratık doğanın bir ürünüdür ve daha düşünmeye başlamadan önce de, doğa üstünde yüz binlerce yıl, bütün vahşi hayvanlarla ve vahşi doğa koşullarıyla savaşarak yaşamayı başarmıştır. Ancak, doğal evrimin ileri bir aşamasında kendisini öteki hayvanlar âleminden ayıran alet yapma, konuşma, düşünme gibi özellikleri kazanmıştır.
Nitekim “insan, düşünen hayvandır” tanımlamasıyla “insan alet yapan hayvandır” tanımlaması arasındaki çatışma idealizmin her türü ile diyalektik materyalizm arasındaki yaklaşım farklılıklarının başlıcasıdır.
Sadece felsefe değil bilimsel bulgular da bunun böyle olduğunu göstermektedir.
Bugüne kadar ortaya çıkan bütün bulgular, bazı küçük düzeltmelerle Danwin’in evrim kuramını doğrular mahiyettedir. Yani insan, maymun ve insana evrimleşen ve “insanımsı” denen bir türden evrimleşmiştir. Dolayısıyla canlılar dünyasının en zayıf, düşünmeseydi yok olacak bir türü değildi. Nitekim bugün biyolojik yapısıyla insana yakın, hatta ondan daha zayıf hayvanlar da yaşamaktadır ve eğer insan onların doğasını tahrip etmiş olmasaydı bunların çok daha geniş popülasyonlar halinde varlıklarını sürdürmemeleri için hiç bir neden yoktu.
Yazarın görünüşte, evrim kuramını kabul ettiğini yukarıda belirttik ama hangi evrim kuramına bağlı olduğunu söylemedik. Burada kısaca ona da değinmek gerekiyor. Çünkü yazar asıl olarak “zorunluluktan uyum” görüşüne dayanarak robot fetişizmini haklı göstermeye çalışıyor.
Yazara göre insan; kendi biyolojisini değiştiremediği için (biyolojik zayıflığını kapatmak için) düşünmek zorunda kalmış, bu yüzden doğada varlığını sürdürebilmiştir. Elbette bu görüş de biyolojide evrim kuramı diye sayılan görüşlerdendir. Ama 19. yüzyılın ilk çeyreğinde, Fransız doğa bilimcisi Lamarck’ın evrim görüşüdür.
Örneğin Lamarck, zürafaların boyunun uzun olmasını, yüksek ağaçlardan beslenmelerine yorar. Lamarck’a göre, başlangıçta zürafalar kısa boyunludur; doğa koşullan değişir ve yerde otlar azalır ve beslenme güçlükleri ortaya çıkar. Ve bu süreçte, boyunlarını uzatıp yüksek ağaçların yapraklarından beslenmeyi başaran zürafalar hayatta kalır ve bu uzama genler aracılığı ile sonraki kuşaklara aktarılır. Böylece önceden kısa boyunlu olan zürafalar uzun boyunlu hale gelirler!
Darwin’in evrim kuramı ise tamamen farklıdır.
Darwin’e göre, yerde çok bol ve yüksek otların bulunduğu doğa koşullarında kısa boyunlu ve uzun boyunlu zürafalar vardı. Zamanla doğa koşulları değişip yüksek otlar yok olunca; yeni koşullarda beslenemeyen zürafalar yok oldu. Ancak ağaçların tepesindeki yapraklardan beslenmeyi sürdürebilen uzun boyunlu zürafalar yaşadı. Uzun boyunlu ana ve babalardan daha çok uzun boyunlu, az sayıda kısa boyunlu zürafa kuşakları doğdu, kısa boyunlular yok oldu üzün boyunlular yaşadı, böylece giderek bütün zürafalar uzun boyunlu oldular…
Biyoloji, hem Lamarck’ı hem de Darwin’i evrim kuramcısı sayar. Ama iki görüş arasında, yukarıdaki örnekte de görüldüğü gibi temelli bir fark vardır.
Lamarck’ın evrim kuramında bir iç irade vardır. Zorda kalan hayvan, zoru aşmak için organlarını değiştirip yeni doğa koşullarına kendisini uydurur. Darwin’de ise; ancak varolan özellikleri yeni doğa koşullarıyla uyuşabilen canlılar yaşamaya devam edebilir; geri kalanlar yok olurlar. Yani değişen doğa koşulları yaşayacak ve yok olacak canlı türlerini seçer. Canlının “kendi iradesi”nin, başka bir söyleyişle kendisini “yeni koşullara uydurma çabası”nın türlerin devamında hiçbir rolü yoktur.
Bu yüzden de, Lamarck’ın evrim kuramı, yaratılış kuramlarına ilk karşı çıkış olmasının ötesinde bilimsel bir değeri olmayan, dahası canlıya bir “iç irade” yükleyerek yaratılış kuramlarından tam kopuşu sağlayamamış bir kuramdır.
En iyimser yaklaşımla Deniz Can Saner, insanın evrimine Lamarckçı bir iç irade yüklemekte, insan zayıf olduğu için düşünme eylemine geçti demektedir.
Oysa doğa-biliminin bugünkü imkanlarıyla, insanın biyolojik gelişimi hangi evredeyken düşünmeye başladığının kesin bir çözümünü vermek olanaklı değilse de; toplumbilim kanıtlarıyla desteklenen diyalektik materyalist dünya görüşü sorunu çözümlemiş, alet yapmanın insanı hayvanlar âleminden ayıran ilk eylem olduğu sonucuna varmıştır. “El-emek-dil diyalektiği” (Engels) düşünmenin gelişmesinin başlıca itici gücü olmuş, beynin düşünme yetisi bu diyalektik sürecin eseri olarak ortaya çıkmıştır.
Eğer soruna, “insan nedir?” sorusuna yanıt vermekle sınırlı bir yaklaşım getirseydi, konu toplum bilimcileri ya da doğa bilimcileri ilgilendirir der geçerdik. Ama Saner’in yaptığı bir evrim kuramı yanılgısı değildir. Yazar doğa yoluyla insana ve diğer canlılara yüklediği iradeyi topluma da taşımakta, toplumların gelişme doğrultularını ve aşamalarını nesnel yasalar ötesinde egemen sınıfın iradesiyle açıklamaktadır.
Örneğin, demir-çelik ve petro-kimya endüstrisinin geri kalmış ülkelere aktarılması “azalan ortalama kar oranlan” nedeniyle “uluslar-üstü” şirketlerin bir tercihi olarak değerlendirilirken, ithal ikameci sistemden serbest pazar ekonomisine geçiş de yine bir tercih sorunu olarak ele alınmaktadır.
Demir-çelik, petro-kimya endüstrisi gibi sanayilerin geri ülkelere bırakıldığı tezinin    eski bir Troçkist tez olduğu ve gerçeği yansıtmadığı bir tarafa bırakılsa bile, yazarın yaklaşımı aşırı ekonomizm ile aşın iradeci, idealist bir yaklaşım arasında salınmaktadır.
İradecilik ve determinizmin bir arada kullanılması bütün eklektiklerin ortak özelliğidir. Özellikle son 20 yıl içinde Marksizm!den liberalizme iltica eden çevreler ve aydınlarda bu tutum daha açık görülmektedir. İşlerine geldiğinde iradeci, işlerine geldiğinde tam bir ekonomist olmak adeta bir “özgürlük”, bir ideolojiye bağlı olmama gösterisine dönüşmüştür. Bu genel tutum eski DY çevresinin geleneksel eklektik tutumu ve bugünkü Marksist görünerek Marksizm dışında bir arayışa girme isteği ile birleşince daha da göze batar bir duruma gelmektedir.
Eklektizmin diğer ucunu oluşturan ekonomizm demir-çelik, çimento ve petro-kimya sanayilerinin geri ülkelere terk edildiği tezinde daha açık görülmektedir.
Yazara haksızlık etmemek için uzunca bir aktarma yapmak gerekiyor.
“Petro-kimya ve demir-çelik gibi daha önce gelişmiş ülkelere özgü sayılan sektörlerin, giderek bağımlı ülkelere doğru kaymasının ana nedeninin ne olduğu kritik bir önem taşıyor…
Bazı sektörlerin bağımlı ülkelere taşınmasının altında, söz konusu ülkelerin gelişme göstermesinin yatmadığı, gelişmiş ülkelerin kendi evrimlerinden kaynaklandığı savı geçerlilik kazanıyor. O zaman bakışlarımızı bu evrime yöneltmeliyiz. ABD ve Türkiye’den verdiğimiz kârlılık örnekleri (ABD’de altı büyük demir-çelik firması zarardayken Erdemir % 22-41 oranında kâr ediyor. Ö.D), sorunun altında ortalama kâr oranlarının düşmesi olgusunun yattığını açıkça beliriyor…
Söz konusu sektörlerde, ortalama kâr oranlarını yükseltmenin geriye kalan tek yolu ucuz emek aramak oluyor.
…Aynı şey petro-kimya sanayi için de söylenebilir. Çünkü aynı yıllarda G. Amerika, Kuzey Afrika, G. D. Asya ülkeleri ve Türkiye’de, bu ülkeler için dev sayılabilecek petrol kimya tesisleri kurulmaya başlanmıştır…” (a.g.e, s.23-26)
Görüldüğü gibi yazar, kısaca şunu söylüyor: Demir-çelik ve petro-kimya gibi sanayi dalları, gelişmiş ülkelerde yeterince kârlı olmayınca, bu ülkeler, geri ülkelerdeki gelişmelerden bağımsız ama gelişmişlerin kendi evrimlerinin sonucu olarak, ucuz emeğin bulunduğu geri ülkelere bu sanayileri ihraç ediyorlar!
Ancak bu tez şu sorulara yanıt vermez.
1) Bu sanayilerin gelişmiş ülkelerde daha önceki bunalım yıllarında da zarar ettiği bilindiğine göre; neden daha önceki yıllarda geri ülkelere aktarılmadı da 1960’lı yıllardan itibaren bu yapılmaya başlandı?
2) Bu tesisler neden Brezilya, Arjantin, Türkiye, Cezayir, Tayvan, G. Kore, Singapur, Hongkong, Hindistan gibi ülkelere ihraç edildi de, işgücünün daha ucuz olduğu Kongo, Etiyopya, Afganistan vb. ülkelere ihraç edilmedi?
3) Yazarın kitabında da açıkça vurguladığı gibi, son 30 yılda kârlılık oranı en yüksek sanayilerden birisi de otomotiv sanayidir. Ve yine son 30 yılda yukarda sözü edilen ülkelerde en hızlı gelişen sanayilerden birisi de otomotiv sanayidir. Üstelik yazar bu işkolunu robot kullanan sanayilerin başında sayarak verimliliğini teslim ediyor. Honda, Toyota, Fiat, Renault, Ford, Peugeot, Volkswagen gibi uluslararası tekeller yukarıda adı geçen ülkelerde sayısız tesisler kurmuşlardır. Yine son 30 yılda bu ülkelerde, dünyada cirosu en yüksek tüketim malları sanayi olan dayanıklı ev aletleri imal eden sanayi hızla gelişmiştir. Bu durumda, bu ülkelerde bu sanayilerin gelişmesi “ortalama kâr oranlarının düşmesi” ile nasıl açıklanabilir? Ve nihayet;
4) Güney Kore, Singapur, Tayvan, Hong-Kong gibi ülkelerin en yeni ve yazarın deyimiyle en dinamik sanayi dalı olan bilgisayar üretiminde pazarda giderek artan önemde yer alması yazarın gerekçesiyle nasıl açıklanabilir?
DY çevresinin “bilimsel katkıcısı” D.C. Saner’in bu sorulara tutarlı yanıtlar vermesi olanaksızdır. Çünkü o, doğa ve toplumbilim alanında ne kadar iradeciyse; ekonomi alanında o kadar ekonomisttir.
Ekonomi elbette son tahlilde belirleyicidir. Ama bütün olay ve olguların temel ekonomik yasalara indirgenebileceğini savunanlar sadece ekonomistlerdir. Hele 1960’lar gibi, ülkeler içinde ve dünya ölçüsünde sınıflar mücadelesinin bütün şiddetiyle yaşandığı yıllarda, sınıflar mücadelesiyle sıkı ilişki içinde olmayan ekonomik olaylardan söz etmek anlamsızın ötesinde saçmadır. Ama yazarımız, son 30 yılın ekonomik olaylarını açıklarken ne sınıf mücadelesinden, ne ABD ile SB arasındaki çatışmadan, ne dünyayı kasıp kavuran anti-emperyalist mücadelelerden, ne de 1945 sonrasının ulusal ve sosyal devrimlerinden söz etmeye ihtiyaç duymaktadır. Bu yüzden de yukarıdaki soruları açıklayamaz yazarın öne sürdüğü tez.
Çünkü 1945 sonrası yıllar bir yandan sosyalist sistemle kapitalist sistem arası çatışmanın had safhaya çıktığı, öte yandan eski sömürgecilik siteminin tümüyle çöktüğü yıllardır. Bu durumda emperyalizm, sosyalizm karşısında kalelerini sağlamlaştırmak ve cephe gerisini tahkim etmek için bir takım önlemler almıştır. Güney Kore, Tayvan, Türkiye gibi ülkeler cephenin ön safındaki ülkeler olarak desteklenirken, sosyalizme karşı geliştirilen “sosyal refah devleti” ile işçi sınıfı ve emekçi sınıfların muhalefeti düzen içine çekilmesi amaçlanmıştır.
Emperyalizme karşı yükselen anti-emperyalist mücadele bütün dünyayı sarmış, sadece emperyalizme karşı doğrudan savaşan ülkelerde değil tüm geri ülkelerde anti-emperyalist muhalefet güçlenmiş, bunun kaçınılmaz sonucu olarak en işbirlikçi hükümetlerin bulunduğu ülkelerde bile emperyalistlerin hareket alanı daralmıştır. Sosyalizmin kapitalist pazarı daraltmasıyla birleşen bu unsur, emperyalistleri yükselen gümrük duvarlarını aşmak için bu ülkelere yatırıma zorlamıştır. Yine anti-emperyalist tepkiden dolayı bu yatırımlar, ülke ihtiyacının temeli olan ara mallar üreten demir-çelik, çimento, petro-kimya, ağır ve hafif metaller metalürjisi gibi sanayilere olurken, yatırımlar montaj sanayi denilen otomotiv alanına da yönelmiştir. Emperyalistler-arası pazar çekişmesi ve bloklar içinde istikrarın korunması kaygısı geri ülkelere sanayi, yatırımlarını zorlamıştır. Yüksek gümrük duvarları bu sanayilerin yaşayabilmesinin olanaklarını yaratmıştır. Nitekim SB’de geriye dönüş, anti-emperyalist rüzgarın dinmesi, Avrupa’da işçi hareketinin sendikalar ve sözde komünist ve sosyalist partiler aracılığı ile düzen içine çekilmesi ve nihayet ABD ve SB çatışmasından ABD’nin yengiyle çıkıp kapitalist dünyanın şimdilik de olsa “tek kutuplu” hale gelmesi geri ülkeler için 1945 sonrasının avantajlarını ortadan kaldırmıştır. Ve süreç tersine işlemeye başlamıştır. Ki bu, ulusal sanayilerin özelleştirmeler yoluyla doğrudan emperyalist tekellerin yönetim ve denetimine alınması, gümrük duvarlarının indirilmesi, temel sanayilerin tahrip ve tasfiyesi yoluyla ulusal pazarın emperyalist pazarın dolaysız bir parçası durumuna getirilmesi sürecidir.
“Ortalama kârın” düşmesi ya da yükselmesi ise bu tablo içinde anlamlıdır ve “ortalama kârın” azalış ve artışına göre sermayenin hangi yöne akacağını da kapitalistlerin istek ve niyetleri değil, uluslararası düzeyde kapitalistler ve kapitalist gruplar ile işçi sınıfı ve ezilen halklar arasındaki mücadele olarak biçimlenen sınıflar mücadelesi belirler.
Ne var ki yazarımız; günümüzün modasına uyarak sınıf mücadelesi olmayan bir tarih yazmaya koyulmuştur. Ama o; bunu, “sanayi ötesi ütopyacılar” ve açıkça sermayenin safına geçenler gibi, “sınıf mücadelesi bitmiştir” diyerek değil, “DY usulü” ile, olay ve olguları, sınıf mücadelesini yok sayarak açıklamaktadır.

ROBOT ÜSTÜNE ÇEŞİTLEMELER
“… robot makineden çok işçiye benzemektedir, (age, s.58)
“… Robot gibi bilgisayar kontrollü makineler işçilerden daha düzenli çalışsalar da, henüz çevrelerini hissetme ve yorumlamada ve hareket yeteneği açısından işçilerin çok gerisinde bulunuyorlar.”(s.59)
“… Nümerik kontrollü tezgâhlar, hem üretim teknolojisinde çığır açmış hem de ‘robot’un atası olmuştur. Bilgisayarlı Kontrol Tezgâhlarının gelişimi aynı zamanda akıllı robotların gelişimiyle iç içe yürümüştür. Elektrik, elektronik, bilgisayar, mekanik, hidrolik, pnömatik, manyetik ve otomotiv alanlarındaki teknik birikimin tümü bir tek ürünün robotun gelişmesinde kullanılmıştır.” (s.64)
“… bu otomatik -kendi içinde tek başına çalışabilen- hücrelerin oluşturacağı işbölümüne dayalı yapıların, insansız, tam otomatik fabrikaların temelini atmış olduğu görülebilir. … ortaya çıkan otomatik veya insansız fabrika denemeleri, gelişmenin bu yönde olacağını açıkça göstermektedir.” (s.69)
“… Çünkü bu çalışmada, toplumsal tarihin günümüzdeki evrimini ‘robot’ merkezli olarak inceliyoruz ve bu sektörler dünya çapında yükseliş içinde olan ve aynı zamanda esnek üretim sistemlerine, otomasyona en açık olan dallardır ve robot talebi asıl olarak bu sektörlerden kaynaklanmaktadır… Robot, emek üretkenliğini arttırma ve söz konusu kapitalist için (bir süreliğine de olsa) fazladan artı-değer üretme mekanizmasıdır ve böyle olduğu için de robota içinde bulunduğumuz (henüz başında olduğumuz) koca tarihsel dönemi açıklamada, başrolü verdik…” (s. 69-70)
“Aletten makineye, feodalizmden kapitalizme geçiş bitmiş(tir). … İçinde olduğumuz tarihsel dönem ise, makineden robota geçişin ve bununla bağlantılı diğer geçiş süreçlerinin tam da içindedir.” (s.90)
“… robot, üretime girmiş ve etkili bir artı-değer mekanizması olarak kâr oranlarının sıkışması problemine müdahalede bulunmuştur. Hem işçiyi ikame ettiğini, hem de artı-değer yarattığını söylememiz çelişkili bulunabilir. Burada artı-değerin kaynağı, robotun yanı sıra kullanılan nitelikli emek gücüdür. Sonuç olarak robot gelişmiş bir makine değildir ve ekonomik/toplumsal birçok alanda köklü bir devrim yaratacaktır… robot, uzun bir süre daha yoğun bir işçi kitlesiyle beraber çalışacaktır. Robot kullanımı, işçi sayısında sürekli bir azalışa yol açabilir veya iş zamanını kısaltabilir… (s.91)
“Bütün bu olguları yeni bir (uzun) tarihsel geçiş döneminin bulguları olarak değerlendirdik. Bu olguları yeni bir ekonomik/toplumsal yapının teknik temeli olarak algıladık…” (s.94) “
Her dikkatli ve titiz araştırmacı, bir dönemde ortaya çıkan olguları sıralayıp bunların ortaya koyduğu ipuçları konusunda yorumlamalarda bulunabilir. Ama önemli olan olguların sıralanması değil, olguların belirli bir dünya görüşü açısından yorumlanmasıdır. Daha da önemli olanı ise; sahip olunan dünya görüşünün doğru olmasıdır.
Gerek yukarıda aktardığımız uzunca bölümlerden, gerekse yazarın kitabının bütününde yaptığı değerlendirmeler göz önüne alındığında, yazarın bu dünyadan bir kişi olmadığı kuşkusuna kapılmamak imkânsız. Yazar adeta bir kaç yıl önce, sınıfların olmadığı ve sınıflar mücadelesinin bulunmadığı, bilim ve tekniğin sadece insanlığa yararlı olsun diye geliştirildiği bir gezegenden bu dünyaya gelmiş ve kendi gezegenindeki “gezegen görüşü”yle gördüğü olay ve olguları değerlendirmektedir.
Örneğin, yazarın kitabını okuyan birisi, bu dünyada karşıt sınıfların bulunduğu bir toplumsal yapının egemen olduğunu; bu dünyada, bugün yıkılmış da olsa bir sosyalizm deneyinin yaşandığını, Marx, Engels ve Lenin gibi insanlığın yetiştirdiği büyük dehaların sosyalizmin teknik temeli, bilim ve teknolojinin sınıfsal niteliği üstüne bir şeyler söylediğini (Haksızlık etmemek için belirtelim ki; kitapta gösterilen 102 alıntı ya da kaynak gösterme içinde Marx’a da altı kez atıfta bulunulmuştur. Ama Engels, Lenin, Stalin ve diğer gerçek Marksistlerin görüşlerine asla ihtiyaç duyulmazken, sınıf mücadelesini reddeden eski ve yeni yazarlara atıfta bulunmak için özel bir gayret göstermiş yazar.) öğrenmesi olanaklı değil.
Sosyalizme bilimsel katkı iddiacıyla ortaya çıkan yazarın bütün bu gerçekleri bilmediği elbette düşünülemez; Ama tersine bir tutum açıkça hissediliyor. Yazar, Marx’tan, Marksizm’den özellikle uzak durmaya özen gösteriyor. DY’nin “Tartışma Süreci” taktiğine uygun olarak Marksizm’e cepheden saldırmak yerine, onu yok sayarak altını oymayı tercih ediyor ve böylece Marksizmsiz, sınıf çatışmasını esas almayan bir sosyalizm mücadelesi, barış içinde, hatta kapitalizm yaşarken onun içinde daha bugünden gerçekleşecek bir “post sosyalizm”in tartışma sürecinde çoğunluk görüşü olarak çıkması için kendi üstüne düşeni yapmaya çalışıyor.
Robot, bugün üstü gizemli bir perdeyle örtülmüş olarak, yolunu şaşırmış olanlar için, sınıf mücadelesiz bir Sosyalizm için, doğru değilse bile, “iyi seçilmiş” bir araç gibi görünüyor.
Her şeyden önce emperyalist propaganda merkezleri, robotu ücret mücadelesi vermeyen, işçiden daha yetenekli, kaprissiz sorunsuz bir işçi olarak tanıtmaya çalışıyorlar.
Medya ve kendisine bilim adamı süsü veren sayısız şarlatan, robotun bütün işletmelerde hizmete sokulmasıyla nasıl bir kapitalist cennet yaratılacağı üstüne pembe tablolar çiziyorlar. Başka türden, daha çok eskiden Marksizm!in radikal taraftan gibi görünen ama bugün açıkça “elveda proletarya”, “Marksizm öldü” saflarına katılanlar ise; robotun üretime girmesinin yaygınlaşmasıyla sosyalizmin kendiliğinden gerçekleştiğinin teorisini yapıyorlar. Ama Türkiye gibi, özellikle son yıllarda sınıflar mücadelesinin son derece canlı seyrettiği ve işçi sınıfının her vesile ile varlığını hissettirdiği bir ülkede “Elveda proletarya”nın saflarında açıkça yer almak pek ticari bulunamaz. Bu yüzden de D.C. Saner, Andre Gorz’lara, Alvin Toffer’lere, Rudolf Bahro’lara, Barry Jones’lere katılmak yerine “orijinal bir tez” öne sürmeye yönelmiştir.
Yazarın niyeti robota değin “yeni” saptamalar yaptığı her paragrafta açıkça ortaya çıkıyor. Ama yukarda da aktardığımız gibi, bu tutum özellikle “robotun bir makine olmadığı”, “robotun yeni bir ekonomik/toplumsal devrimin teknolojik temeli olduğu” tezlerinde çok açık bir biçimde ortaya çıkıyor. Ve sosyalizm adını verdikleri kumdan kule, bu çürük temel üstünde inşa ediliyor.
Burada ilk soruyu sormak gerekiyor:, “Robot, bir makine değil”se nedir?
Soruyu tersten soralım: Robot bir işçi midir? Yazar bu soruya açıkça evet demiyor, diyemiyor. Ama “makineden çok işçiye benzer” diyor. Aslında, robota “makine değil” demek, mantıksal bakımdan işçi demek anlamına geliyorsa da yazarımız robotu üçüncü bir kategori olarak tanımlamaya çalışıyor. Yani ne makine ne işçi, makineden çok işçiye benzeyen ama işçi gibi sınıf mücadelesi vermeyen bir kategoriden bir “yaratık”. Üstelik işçinin hem ekonomik hem de toplumsal işlevlerini fazlasıyla yerine getiren bir şey.
Kapitalizm, artı-değer üretme işlevini işçiye, canlı emeğe vermişti. Marx ise; bura dan kalkarak, sömürüşüz yeni toplumu, sosyalizmi kurma misyonunu işçi sınıfına yüklemişti.
D.C. Saner ise; her iki misyonu da robota yüklüyor. Bir farkla ki; Marks, işçi sınıfının sosyalizmi ancak kapitalistlerin siyasal ve ekonomik egemenliğine son vererek kurabileceğini söylüyordu. Saner ise; robotun sosyalizmi kapitalist toplumu yıkmadan, onun içinde kurabileceğini iddia ediyor.
Marx ve Lenin sosyalizmin teknik temelinin makine olduğunu söylemişler ve Ekim Devrimi’yle bu tez kanıtlanmıştı, Saner ise; sanki İnsanlık tarihinin son 150 yılı yaşanmamış ve bu konularda hiç bir şey söylenmemiş gibi, “makineden çok işçiye benzettiği” robotu yeni toplumun teknolojik temeli ilan ediyor. Ve aletin feodal toplumun, makinenin ise kapitalizmin teknik temeli olduğunu söyleyerek, ad vermeden, sosyalizmin teknolojik temelinin makine olduğunu, büyük sanayi olduğunu söyleyen Marksizm’i de bir kalemde siliyor. Bu yüzden de “robotun yeni toplumun teknolojik temeli” olduğunu söylerken “yeni” sözcüğüne özel bir anlam yüklüyor.
Yeni, daha önce olmamış, daha önceden yaşanmamış, daha önce görülmemiş demektir. Demek ki robot, “yeni toplumun teknolojik temeli” ise; sözü edilen toplum biçimi daha önce yaşanmamıştır. Dolayısıyla da yazarın sosyalizm anlayışı bizim anladığımız, burjuvazi ile proletarya arasındaki sınıf savaşı üstünde biçimlenen, Marksizm-Leninizm’in tanımladığı sosyalizmle bir ilgisi yoktur. Bu yüzden de yazar, kitabi boyunca, yeni toplumdan söz ettiği hiç bir yerde, hiç bir biçimde sınıf mücadelesinden söz etmiyor. Tersine robotun giderek işçi sınıfını yok edeceğini, yeni toplumun robot teknolojisi üstünde biçimleneceğini iddia ediyor. Ve robotun daha bugünden sınıfı kaldırmaya başladığını soyuyor.
Yazar, “…robot, uzun bir süre daha yoğun bir işçi kitlesiyle beraber çalışacaktır.” diyerek, sanki bugün ve bir süre daha işçi sınıfının varlığının süreceğini kabul ediyor gibi görünüyorsa da, aynı yerde işçi den söz ederken başka bir şeyden söz ediyor:
“Hem işçiyi ikame ettiğini, hem de artı-değer yarattığını söylememiz çelişkili bulunabilir. Burada artı-değerin kaynağı, robotun yanı sıra kullanılan nitelikli emek gücüdür.”
Demek ki; daha uzun süre robotla çalışacağı söylenenler, sadece teknisyenler, mühendislerdir. Çünkü yazar nitelikli işgücü derken, makine tarafından kalifiyeliğine son verilerek “eşitleştirilmiş”, “sıradan işçi”den değil, özel eğitim görmüş teknisyen ve mühendislerden söz etmektedir. Böylece Marksizm bir kez daha revize edilerek, teknisyen ve mühendisler artı-değer üreticisi durumuna “düşürülmekte”, bu vesileyle de “yeni” bir işçi sınıfı tanımına da geçilmektedir. Böylece, hem proletarya yok oldu diyen günümüzün Marksizm dönekleriyle, hem de “işçi sınıfı beyaz yakalı oldu” diyen ’60’ların revizyonistleriyle birleşilmekte, bu eski ve yeni revizyonist kuşak arasında köprü kurulmaktadır. Ama gerçeği söylemek gerekirse; ne 60’ların revizyonistleri işçileri mühendis ve teknisyenlerden ibaret görecek kadar “ileri görüşlü”ydü, ne de günümüzün Marksizm dönekleri robota artı-değer ürettirecek kadar makine ve robot arasına farklılıklar koymaya cesaret etmişti. Tersine daha çok spekülatif toplum tasarımları yapmakla yetinmişlerdi. Ve insansız fabrikaların, kapitalizmin koşulları içinde yaygınlaşacaklarını söylemeye pek cesaret edememişlerdi. En azından bu kadar açık söylememişlerdi. Ne var ki; yazarımız, cehaletin verdiği cesaretle demeyeceğiz, -o zaman tutum çok kişiselleşir- eski DY anlayışına dönerek, kapitalizm yıkılmadan da sosyalizmin kurulacağını iddia etme cesaretini gösteriyor. Hazır, ortaya robot gibi gizemli bir “işçiye benzer” makine, “insansız fabrika” örnekleri ortaya çıktıktan sonra neden belediye sosyalizmi canlandırılmasın; neden belediye sosyalizminden robot sosyalizmine geçilmesin ki?
Gerçekten de, kapitalizm içinde sosyalist işletmelerin kurulabileceği tezinin, 19. yüzyılın ütopik sosyalistleri bir yana bırakılırsa bir yerden çalındığını söylemek DY’cilere haksızlık etmek olur. Çünkü 1970’lerden beri onlar yerel yönetimleri ele geçirerek burjuvazinin egemen olduğu düzende sosyalist belediyeler kurulabileceğini iddia etmişler, “Fatsa deneyi” ile de bunu kanıtlamaya çalışmışlardır. Son yıllarda, “yeniden toparlanma sürecinde” “Fatsa deneyi” de sık sık gündeme geldiğine göre, DY çevresi “deneyi”nde ısrarlı görünmektedir. D.C. Saner’in “işçisiz fabrikalar” tezi de, “Fatsa deneyi” ile özünde çelişmeyen, tersine ona ekonomik bir temel de kazandıran bir yaklaşımdır. Bu yüzden de Saner’in yeni gibi öne sürdüğü tez aslında DY’nin eski tezinin yeni gerekçelerle süslenmiş bir ifadesidir. Sadece “Fatsa deneyi” anti-faşist mücadele içinde, şiddeti de içeren bir yanıyla ortaya konuyordu. “Yeni” tez, her türlü mücadeleden azade olarak, burjuvazinin kendiliğinden ve kaçınılmaz olarak sosyalizmi kuracağı varsayımına dayanmaktadır.
Eski “yanlışlarından” arınan ve bir daha şiddetin, yasa dışılığın bulunduğu yerde bulunmamaya kararlı görünen eski DY liderlerinin ihtiyaçlarına da çok uygun bir tez olmasıyla “Fatsa deneyi”nden ayrılır ki, bu da yeni DY için bir kusur sayılmaz herhalde!
Bu ara açıklamadan sonra, tekrar yazarın “özgün tezlerine” dönersek; “robotun uzun bir süre daha yoğun bir işçi kitlesiyle beraber çalışacağını” söylemek, süreç içinde robotun işçileri (yazara göre; zaten bugünden eskisi gibi işçi kalmamış bu fabrikalarda) tümüyle fabrika dışına atacağını söylemek anlamına geliyor. Nitekim yazarın verdiği iki örnek bu iddiasını kanıtlamak için verilmiş.
Örneklerden birincisi, 1982’de Japonya, Nagoya’da kurulan Machinery Works Ltd. Bu fabrikada 215 işçi çalışırken, robotların üretime sokulmasıyla işçi sayısı 12’ye düşmüş. İkincisi ise yine Japonya’da; Funic Ltd.
Bu fabrika özel olarak kurulmuş ve 82 işçi 29 üniteyi yönetiyor.
Yazarın mantık silsilesi izlenirse; bugün ortaya çıkmış “insansız fabrikalar” insanla çalışan fabrikalara göre daha çok artı-değer üreteceğinden robot hızlı bir biçimde diğer kapitalistler tarafından benimsenecek ve sosyalizmin teknik temeli yayılacaktır. Ama burjuvaziyi yıkacak bir işçi sınıfı kalmamıştır. Dolayısıyla da, ortada burjuvazi vardır; ama sömüreceği, aynı zamanda kendisini devirecek bir işçi sınıfı yoktur. Ve bir tek, burjuva aydınlarının ve Marksizm döneklerinin uzun zamandan beri savunduğu tez kalmaktadır geriye. O da, burjuvazinin artık kâr getirmeyen fabrikalarım “topluma devrederek” köşesine çekilmesidir.
Burada bir soru açıkta kalıyor. Burjuvazi kendi köşesine çekilene kadarki “uzun” dönemde, işleri robot tarafından ellerinden alınan yüz milyonlarca işçi ne olacaktır? Soru yazarın da aklına gelmiş olmalı ki kitabında bir kalem darbesiyle onu da çözüyor: işlerini kaybeden işçilerin “daha şimdiden hizmet sektörüne kaydığını”, “belki iş saatlerinin kısaltılarak” da bu işin çözüleceğini söylüyor.
Yazar sorunu kitapta çözüyor; ama ger çek yaşam tamamen farklı şeyler gösteriyor. Son 10 yılda en gelişmiş kapitalist ülkelerin bile başlıca sorunu haline gelmiş olan işsizlik, giderek artmakta ve daha da kronik bir durum göstermektedir. Burjuvazi ise; bırakalım yeni iş alanları açmayı, varolan işçilerin önemli bir kısmını bile önümüzdeki yıllarda sokağa atmak zorunda kalacağını söylemektedir. Son yıllarda aşın abartılan “hizmet sektörü” de giderek küçülme eğilimine girmiştir. Hele iş süresini kısaltarak işsizliğin çözümü? “Sosyal devlet” yıllarında bile düşünülmeyen çözümün günümüz koşullarında hepten olanaksız olduğu görünmektedir.
’80’li yıllarda, Alman işçileri 35 saatlik işgünü için aylarca grev yaptığı halde, burjuvazi bir saatlik bir kısaltmaya bile yanaşmadığı herkesin bildiği bir gerçektir. Tersine, bütün dünyada, son yılda bir yandan işsizlik artarken öte yandan iş saatleri uzama eğilimindedir.
Yazarın kitabında her vesile ile örnek gösterdiği Japonya ve ABD gibi robotun en yoğun kullanıldığı ülkelerde bile iş süresinin kısalması bir yana uzadığı aşağıdaki tabloda çarpıcı bir biçimde görülmektedir.

YILLIK ÇALIŞMA SÜRESİ

Yıl     Japonya     ABD
1975    2043        1888
1978    2137        1924
1981    2146        1888
1982    2136        1844
1983    2152        1898
1984    2180        1934

Burjuva aydınlarının ve Marksizm’den savrulan araştırmacıların ortak hastalığı, yaşamı, Aristo mantığının kurallarıyla incelmeye kalkmalarıdır. Bu yüzdendir ki; bunlar, en iyimser yaklaşımla, olguların sadece belirli bir anda dondurulmuş fotoğrafını yansıtan istatistikleri saltık gerçeklermiş gibi alıp bütün ekonomik ve sosyal gerçekliğin anahtarının ellerinde olduğunu sanırlar. Kendi beklentilerine uymayan olguları görmezden gelirler ya da “marangoz hatasından sayarlar. Çünkü insan aklı gerçeğin ölçüsüdür!
Ne var ki; sosyal yaşam düz mantık kuralları çerçevesinde değil, karşıt sınıfların savaşı ve bu savaş tarafından belirlenen ileri ve geri gidişlere ilerlemektedir. Ve bu gidiş, Aristotelesçi-Dekartçı aklın sınırlarını zorlamaktadır. Bu yüzden de onlar, Ekim Devrimi’nde Bolşeviklerin iktidarı almasını mantıksız, El Salvador’da gerillaların iktidarı, “alırsak iktidarda kalamayız” gerekçesiyle almayı reddetmesini mantıklı bulurlar. Çünkü onlara göre, kapitalizm hala yeni teknolojiler geliştirebiliyorsa daha ömrü dolmamıştır. Hele kapitalizm, robot diye sihirli bir araç yaratmışsa sosyalizm ancak “insansız fabrikalar” temelinde kurulabilir. Öyleyse mantık, beklemeyi, burjuvazinin sosyalizmi kurmasını beklemeyi emreder!
Bu bayların mantığına göre; SB ve öteki ülkelerde sosyalizmin yıkılmasının nedeni de henüz onun teknik nedeni olan robotun yeni çıkmış olmasıdır. Çünkü makine sosyalizmin değil kapitalizmin teknik temelidir!
Sınıflı bir toplumda, sınıflar mücadelesinin bir alanı olan bilim ve teknolojinin gelişme seyri de, aslında düz mantık kurallarına uymaz, çelişmelerle ilerler. Dahası bilim ve teknolojinin tarihi de ilericilik gericilik kavgasıyla paralel yürümüştür.
Bilimdeki gelişmeleri burjuvazi kendi işine geldiği ölçüde kullanmış, ama işine gelmeyen bilimsel bulguları görmezden gelmiştir. Teknolojik buluşlar için de durum çok farklı değildir. Buluşların patentini alan şirketler, bu buluşları gerekirse yıllarca kasalarında saklamışlardır. Sadece kâr için üretimi amaçlayan şirketler, teknolojiyi de ancak kendi kârlarını arttırıcı doğrultudaki gelişmeler için desteklemiştir.
Robot için de durum çok farklı değildir. Bugün robot, emeğin verimliliğini arttırdığı için giderek daha çok devreye sokulmakta, ortalama kârın üstünde bir artı kâr sağlayabilmektedir. Robot yaygınlaşıp robot kullanma ortalama kârın üstünde bir kâr getiremez hale gelince, çekiciliğini yitirecektir.
Kaldı ki; kapitalizm koşullarında, tek artı değer yaratan kaynak olan canlı işgücünden vazgeçilemeyeceği için, yazarın düz mantıkla vardığı “insansız fabrika” sadece bir fantezidir ve burjuvazinin, kapitalizmin artık işçiye ihtiyaç duymadığı propagandasının ideolojik motifi olma ötesinde ciddi bir işlev ve anlamı yoktur. .
Elbette ki; insanlığın bilgi birikimi ve teknolojinin ortaya koyduğu olanaklar “insansız fabrikaların” yakın gelecekte olanaklı olduğunu göstermektedir. Ama bu, sömürüyü, kârı esas almayan, sadece insanlığın çıkarlarını gözeten üretimin mümkün olduğu sosyalizmde olanaklıdır. Yoksa bir yandan tek amacı kâr olan kapitalizm varolacak, öte yandan “insansız fabrikalar” yaygınlaşacak; buna ancak sömürüşüz kapitalizmin olabileceğini sanan safdiller inanır.
Kaldı ki; insanlık tarihi boyunca, bilim ve teknoloji alanındaki gelişmeler, hiç bir zaman kendiliğinden toplumsal devrimlere yol açmamıştır. Daha çok da tersi olmuş, toplumsal devrimler bilim ve teknolojik devrimler için ortamı temizlemiş, gelişmenin yolunu açmıştır.
Örneğin, Aristoteles-Pitelomius’un yer merkezli evren kuramından Copernicus’un güneş merkezli evren sistemine geçiş bilimde bir devrime yol açmıştır, feodalizmin yıkılması için ne yer merkezli ne de güneş merkezli evren kuramlarından habersiz köylülerin ayaklanması gerekmiştir.
Ya da tam tersine, İngiliz burjuva devrimi olduğunda ne buhar makinesi vardı ne Ackwrit otomatik iplik eğirme makinesini icat etmişti. Fransız devrimi gerçekleştiğinde henüz kapitalizmin teknolojik temeli makine ve makineye dayalı büyük sanayi Fransa’da yaygınlaşmış değildi.
Rus işçileri, “Bütün iktidar Sovyetlere” şiarı ile burjuvaziyi devirdiğinde, ortada ne Saner’in harika robotları vardı, ne de teknolojide olağanüstü bir keşif yapılmıştı.
Kısacası bilim ve teknolojideki “devrim”lerin toplumsal devrimlerle doğrudan bir ilgisi yoktur. Ama toplumsal devrimler bilim ve teknolojideki ilerlemelerin özgürce gelişmesinin yolunu açmışlardır.
Her ne kadar D.C. Saner robotu günümüzün kahramanı ilan etmişse de; robotun, ekonomide oynadığı rol, ekonomik olarak, henüz hesaba katılacak ölçülerde değildir. Ama robot üstüne yapılan spekülasyonlar ve robotun burjuvazinin bir ideolojik motifi olarak oynadığı rol çok daha önemlidir. Bu yüzden de robot, ekonomik değil ama ideolojik bir “kahraman”dır günümüzde.
Ne var ki; burjuva ideolojisi öylesine tıkanmıştır ki; sosyalizm karşısında elde ettiği başarılar bile bu tıkanıklığın önünü açamamıştır. Bu yüzden de Marksizm karşıtları bütün yaygaralarına, robot gibi yeni motifler bulmuş olmalarına karşın dönüp dolaşıp, çöp sepetine atılmış eski tezlere dönmektedir.
Nitekim D.C. Saner de, Müftüoğlu’nun bütün “katkı” böbürlenmelerine karşın bütün diğer burjuva kuramcılarının sonundan kurtulamıyor. Çünkü yazarın yeni diye öne sürdüğü tezlerin bütünü, Kautskicilerden bu yana çeşitli burjuva ekollerin savunduğu tezlerden farklı değildir.
Örneğin, Kautsky’nin ultra-emperyalizm kuramıyla robot hayranı Saner’in tezi neredeyse sözcüğü sözcüğüne aynıdır.
Kautsky, kuramını, artık serbest rekabetin sona ermiş, tekellerin dünya ölçüsünde egemen olmuş olmasına dayandırıyordu. Kapitalist bunalımlara yol açan şeyin, rekabet sonucu ortaya çıkan anarşik üretim olduğunu söylüyor ve buradan kalkarak tekellerin kontrollü üretimle bir aşın üretim buhranına izin vermeyeceğini ve giderek dünyanın tek bir tekelin egemen olduğu bir dünya haline geleceğini söylüyordu. Bu durumda savaş ve çatışmaların olmadığı bir dünyada üretici güçlerin gelişmesinin kaçınılmaz olarak sosyalizme, üstelik barışçıl yoldan varacağını iddia ediyordu. Kısacası Kautsky, kapitalizmin ulaştığı gelişme seviyesi ile sınıf mücadelesine ihtiyaç duymadan sosyalizme geçileceğini iddia ediyordu.
Euro-komünistler daha ’60’larda Marx’ın dönemindeki işçi sınıfının kalmadığını, artık işçi değil emekçiler bulunduğunu söylüyorlardı. ‘70 sonrasının teknolojistleri ise, insansız fabrikalarla kapitalizmin ebediyen egemen bir düzen olarak süreceğini söylüyorlardı ve bugün pek çok burjuva ekolü de bu tezi savunmaktadır.
Saner ise; robot ve robotun sağladığı olanaklarla ortaya çıkan “insansız fabrikaların toplumu kendiliğinden sosyalizme ulaştıracağını savunmaktadır. Çünkü daha bugünden robot, işçileri fabrikalardan sürmektedir ve giderek, tümüyle insansız çalışılacak fabrikalara gidilmektedir. Bu durumda bir süre sonra mutlak olarak işçi kalmayacaktır. Böylece robot; ortadan kaldırdığı sınıfın ekonomik, tarihsel *ve toplumsal misyonunu da üstlenmiş olarak, her hangi bir devrime gerek kalmaksızın, kapitalizmden sosyalizme geçişi sağlayacaktır.
Görüldüğü gibi, yazarın öne sürdüğü tezde hiç bir orijinallik yoktur. Kautsky’den kapitalizmin kendiliğinden sosyalizme evrileceği, Euro-komünistlerden işçi sınıfının artık mühendisler ve teknisyenlerden ibaret olduğu, modern ütopyacılardan işçi sınıfının! yok olduğu, teknolojistlerden de robotun kerametleri alınıp birleştirilmiş, sınıflar mücadelesi içermeyen bir kapitalist gelecek panoraması çizilmiştir.
Kısacası Saner’in tezi, Kautsky’den günümüz teknolojistlerine evrimleşen burjuva-revizyonist tezlerin eklektik bir ifadesidir. Aşırı bir idealizmle birleştirilen ekonomizmden de başka bir şey çıkamazdı.

DY NEYİ ARIYOR?
D.C. Saner’in kitabında Müftüoğlu’nun “Sunuş”u ve yazarın kendisinin de yer yer ifadelerinden anlaşıldığına göre, bu kitapta öne sürülen görüşler, DY’nin “arayışları”na bir “katkı”dır. Diğer “katkılar” da göz önüne alındığında, ister istemez “DY neyi arıyor?” sorusu akla geliyor. Ve bu soruya yanıt olarak da, felsefe tarihinde çok bilinen bir bilinemezci ile bir dogmatiğin tartışması akla geliyor.
-Ne arıyorsun ?
-Gerçeği.
-Gerçek ne?
-Bilmiyorum, arıyorum.
-Peki, gerçeğin ne olduğunu bilmediğine göre, ararken gerçeğe rastlarsan, onun gerçek olduğunu nereden bileceksin?
Görünüşte, eski DY çevresinin durumu bu diyaloga uygun. DY, arıyor, ama neyi aradığını bilmiyor. Pek çok insan da bu arayıştan bir şey çıkacak diye bekliyor. Ama aslında DY’nin bir şey aradığı yok. O robotla aradığını bulmuştur, burjuvazinin ideolojik kahramanı robot, şimdiden DY’nin politik kahramanı da olmuştun Sınıftan, sınıf mücadelesinden umudu kesenlerin varacağı yer sadece tanrıya sığınmaktır. Bu tanrı uhrevi bir tanrı olabileceği gibi, robot gibi çok maddi bir tanrı da olabilir. Çünkü gizli kuvvetlere sahip olanlar sadece tanrılardır.
Engels boşuna, “Ruhlar âlemine giden en kestirme yol, görgücülükten geçer” dememişti.

Eylül 1993

Gençlik Kampı Ve Enternasyonalizm

Eylül 1992’de Almanya’nın Stuttgart kentinde bir araya gelen 9 komünist partisi bir çok sorunun yanı sıra ele aldıkları ve karara bağladıkları diğer bir sorun ise uluslararası anti-faşist gençlik kampı olmuştu. Alınan bu karardan sonra Avrupa’nın birçok ülkesinde uluslararası dayanışma ve birliğe olan özlem ve coşkuyla, kampın iyi geçmesi, kampta istenen sonucun elde edilebilmesi için çalışmalar başlatılmış ve kamp günü gelip çattığında ise, aynı dili konuşmamış, birbirlerini hiç görmemiş olsa bile aynı duygu, aynı özlemi ve aynı dünyayı yaratmanın coşkusuyla değişik uluslardan yüzlerce genç, uzun yıllar politik gelişmelere sahne olmuş Berlin kentinin yakınındaki kamp yerinde toplanmaya başlamışlardır.
Bilindiği gibi 90’dan bu yana, bu kamp Türkiyeli ve Kürdistanlı komünist, anti-faşist gençliğin katıldığı dördüncü kamptı. Ancak bu kamp gerek bileşimi gerekse hedefleri açısından daha önce gerçekleştirilmiş kamplardan farklıydı. Ve ayrıca farklı da olması gerekiyor. Özellikle bugünkü koşullarda en azından farklı ülke proletaryalarının gençliğiyle, onun sorunlarını ortak mücadele ve enternasyonal dayanışmasının önemi üzerine yoğunlaşmak bu sorunun daha iyi bilince çıkmasını sağlamak, tek tek ülkelerde gençlik hareketi ve sorunları devrim mücadelesinde oynayabileceği rolü bir kez daha ele almak, hele de kapitalizmin krizinin son derece derinleştiği ve kapitalizmi gelişme olanaklarının son sınırına doğru hızla yol aldığı bugünkü koşullarda son derece önemli ve yakıcıydı. Ayrıca enternasyonalist bir sınıf olan işçi sınıfı gençliğinin kapitalist sömürüye, emperyalist vahşete ve hegemonyaya ve faşizmin zulmüne karşı sınır tanımaz öfkesini ulusal çitlerin dar sınırları çerçevesine hapsetmek olanaklı değildir. Hele hele Avrupa’da sermayenin ve gericiliğin tüm güçlerini birleştirerek emekçi halklara ve onların gençliğine koordineli olarak saldırdığı, kazanılan tüm hakların, elde edilmiş tüm mevzilerin yok edilmesi için azgınca saldırıya geçtiği bugünkü koşullarda Avrupa sermayesinin gerici bloğuna karşı işçi sınıfı, halkların ve gençliğin devrimci bloğunu örgütlemek gereklilikten de öte bir zorunluluk haline gelmiştir.
Çünkü proletaryanın mücadelesinin, özünde uluslararası bir mücadele olduğu tezi bu geçen süre içerisinde daha bir kesinlik kazanmış ve bu tezin üzerinde yükseldiği nesnel temel koşullar daha da-ilerlemiştir. Kaldı ki bilim ve teknikteki’ devrimin de etkisiyle iletişim ve ulaşım araçlarının son derece gelişmiş olması sermayenin merkezileşmesi ve uluslararasılaşmasının devasa boyutlara ulaşması, her biri emperyalist zincirin birer halkası olan ülkeler arasındaki ekonomik politik, mali tüm ilişkileri geliştirmiştir ve bunun sonucu olarak yerel, ulusal ve uluslar arasındaki politik ekonomik koşullar ve gelişmeler, sınıf mücadelesi birbirine karşılıklı daha yakından, güçlü ve doğrudan etkiler hale gelir. Bu neden uluslararası dar görüşlülükten kurtulmak, proletaryanın kurtuluşu ve devrim sorununu dünya devrimi platformunda ele almak bugün kavranması ve bilince çıkarılması gereken en önemli halkalardan biri durumundadır.
Yine sorun bu noktada ele alındığında olguların sosyalizm lehine sürekli gelişme gösterdiği bilinen bir şeydir. Çünkü öncesi bir yana yaklaşık son iki- yıldır sosyalizmin ölümü ve iflası, kapitalizmin üstünlüğü ve yıkılmazlığı merkezli anti-komünist kampanya ve propaganda eski hızı ve etkinliğini kaybetmeye başladı. Özellikle Sovyetler Birliği ve Doğu Avrupa ülkelerindeki son gelişmelerden sonra propagandası yapılan refah ve istikrarlı gelişme bir yana kriz daha da derinleşti ve kitlelerin yasal koşullan daha da kötüleşti. Örneğin bugün eski DDR olarak nitelendirilen Doğu Almanya’da işyerleri gerekli verimi sağlamıyor gerekçesiyle peş peşe kapatılıyor ve binlerce işçi sokağa, açlığın ve sefaletin pençesine itiliyor. Yine geri ülkeler bir yana kapitalizmin örnek refah ülkeleri olarak gösterilen, ABD, Japonya, Almanya durgunluk ve krizin girdabına doğru yol alıyor ve burjuvazi krizden kurtulmanın yolu olarak ekonomik ve politik saldırılarını artırıyor. İşte bundan dolayı kitlelerin yaşam koşullarının giderek kötüleşmesi onlarda öfke ve hoşnutsuzluğun giderek yükselmesine yol açıyor. Tüm bunlardan dolayı içinde bulunduğumuz bu dönem proletarya ile burjuvazi, ezilen halklarla emperyalizm ve emperyalistlerin kendi arasındaki çelişkilerin keskinleşerek derinleştiği bir dönemdir ve işte tüm bunlar emperyalist kapitalist sistemin yıkımını, sosyalizmin kuruluşunu kaçınılmaz kılan uzlaşmaz çelişkilerin üstesinden gelinemediğini ve gelinmeyeceğini göstermektedir.
Bu bağlamda kapitalizmin işçileri sömürü ve baskı altına alırken ulusal çit tanımadığı, hatta işçilerin hangi ulustan bile oldukları onlar için fazla bir anlam ifade etmediği ve esas amaçlarının aşın kâr olduğunun bilindiği bugünkü koşullarda bu ülkelerde yaşayan proletaryanın ve onun gençliğinin de kapitalizme karşı mücadelede tek bir sınıf ve tek bir mücadele cephesinde buluşmasının o ölçüde zorunluluk olduğu bilinmek ve proletaryaya kavratılmak zorundadır.
Ancak yine de kapitalizm için ulusal çitin hiçbir anlam ifade etmediği çünkü kendisinin tümüyle uluslararasılaştığı koşullarda aynı ülkelerde yaşayan değişik uluslardan işçiler arasında ayrılık tohumları ekmesinin, onlarının birliğini parçalamasının başka nedeni vardır. Onlar açmazları gizleyebilmek ve krizin faturasını daha rahat sınıfın sırtına, yıkabilmek, hatta kapitalizmin derinleşen krizi ve saldırılarına karşı yükselen mücadelenin önünü kesebilmek için krizin gerçek nedenini gizleyerek krizin yol açtığı işsizlik, enflasyon, konutsuzluk vb. gibi sorunların yabancılara bağlanması ırkçılığın gelişmesinin bilinçli körüklenmesinin esas nedeni, düzenlerini daha rahat sürdürebilme ve kapitalizmin gerçek alternatifi sosyalizmin bilinçlere yerleşmesini engellemek, en azından gecikmesini sağlama hedeftir. İşte bundan dolayı burjuvazinin ırkçı ve faşist hareketleri her açıdan desteklemesi ve güçlendirmesi bunun ürünüdür.
Ancak burjuvazinin tüm çabasına rağmen birkaç yıl Avrupa’da kitle hareketinin hızla geliştiği yıllar oldu. Bazen ırkçılığa bazen işyerlerinin yok edilmesine karşı değişik ülkelerin değişik kentlerinde yüz binlerin katıldığı gösteriler, otoban, köprü ve fabrika işgalleri gerçekleşti ve bu sıcak mücadelenin kızgın ateşi içerisinde değişik uluslara tekabül eden işçi ve gençler birlikte ve omuz omuza mücadele ettiler, birliklerini daha da pekiştirdiler.
İşyerlerinin peş peşe kapatıldığı ve binlerin sokağa atıldığı bugünün koşullarında işyerlerinin korunması sloganı güncel ve yakıcı bir slogana dönüştü. İşte tam bu durumlar pek yakın gelecekte Avrupa ve özellikle de Almanya ve Fransa kitle hareketleriyle sarsıldığı ve devrimci fırtınanın en şiddetli estiği ülkeler durumunda olacaktır.
İşte bu sarsılmalar sadece bu iki ülkeyle sınırlı kalmayacak önce sermaye birikiminin en yoğun, kapitalizmin en gelişkin olduğu Avrupa, ardından tüm dünya sarsılacaktır, işte bundan dolayı komünizm cephesinde (Avrupa’da) önemli bir güç durumunda olan güçlerimizin kapitalizme karşı fabrika ve diğer birimlerde gerçek mücadele örgütleri olarak örgütlenmeleri, Avrupa’da komünizmin ihtiyaçlarına cevap vermek son derece önemlidir.
“Buradaki sorunlar bizi ilgilendirmiyor çünkü biz başka bir ülkenin devrimcileriyiz” gerekçesiyle hareket eden, kapitalizmin yoğun saldırılan ve yükselen kitle hareketleri karşısında duyarsızlığı tercih eden bu tutumlarıyla da koyu milliyetçi olan hareketlerin tutumu bizim tutumumuz değil ve olmayacaktır.      .
Bu anlamda Avrupa’da halen proletarya hareketine önderlik yapabilecek durumdan yoksun olan kardeş partilere yardımcı olmak, onların güçlenmesi ve proletarya hareketine nüfuz etmeleri için olanca çabayı sarf etme enternasyonalizmin temel gereklerinden bir tanesidir. Bundan dolayı da Genç Komünistlere son derece önemli görevler düşmektedir.
İşte bundan dolayı uluslararası gençlik kampları hem gençlik hareketlerini ilerletme, hem birbirimizden her açıdan öğrenebilme ve hem de birliğimizi pekiştirmede önemli bir araç olacaktır.

Eylül 1993

Parti Ruhu Ve Devrimci Fedakârlık

Nazif Göçmen, dergimize yolladığı yazısında devrimci fedakârlığın bir boyutu olarak partiyi maddi yönden destekleme ve güçlendirme sorunu üzerinde duruyor. Komünist parti ruhunun özelliklerine vurgu yapan yazı, devrim gönüllülerine kendilerini yeniden gözden geçirme fırsatı sunuyor.

Devrimci bir savaş örgütü olarak devrimci komünist partisinin, devrimci kitle çalışmasını yürütebilmesi, burjuvazi ve gericiliğe karşı yürütülen savaşta ileri adımlar atabilmesi için ihtiyaç duyduğu şeylerden birisi de kendisine gerekli mali kaynaklardır.
Parti, nasıl ki devrimci görevlerini yerine getirebilmek için ülke ve dünya proletarya hareketinin ihtiyaçlarına uygun strateji ve taktiklere, devrimci proleter bir siyasal çizgiye, en zor koşullarda dahi, yürüttüğü savaşı ilerleterek sürdürebilecek parti örgütlerine ve Bolşevik kadrolara, ajitasyon propaganda faaliyetini kesintisiz şekilde sürdürebilmek için gerekli araçlara ihtiyaç duyuyorsa; bir bütün olarak devrimci çalışmasını sürdürebilmek için bu çalışmanın yarattığı bir ihtiyaç olarak maddi ve mali kaynaklara da gereksinim duyar.
Merkezi ve yerel ajitasyon ve propaganda materyallerinin basımı, dağıtımı ve dağıtılması gizli toplantılar için gerekli olan mekanların düzenlenebilmesi, profesyonel kadroların görevlerini yerine getirebilmesi, gerekli silah vb. ihtiyaçların sağlanabilmesi ve daha pek çok şey için zorunlu ve gereklidir mali kaynaklar.
Peki, gerekli olan bu mali kaynaklar nasıl sağlanacaktır?
Devrimci proletarya ile küçük burjuvazi, devrimci komünist partisi ile küçük burjuva devrimci örgüt arasındaki temel ayrım noktalarından birisine de bu soruya verilen yanıtta rastlarız. Devrimci komünist partisi, nasıl ki siyasal çizgisi, gelişen olaylar karşısındaki tutumu, strateji ve taktikleri, örgüt yaşantısı, eylem çizgisi ve ideolojisiyle küçük burjuva devrimci örgütten ayrılıyorsa, işte bütün bunların bir parçası ve bütünleyicilerinden birisi olarak, bu soruya verdiği yanıtla ve pratik tutumuyla da ondan tam bir kopuş içerisindedir.
Küçük burjuva devrimci örgüt açısından devrimci mücadele denildiğinde, doğrudan doğruya “kendi mücadelesinin” durumu, kendi imkânları ve kendi ihtiyaçları akla gelir. Çünkü o, devrimci mücadele denildiğinde, devrimcilerin ve devrimci örgütün halk adına yürüttüğü mücadeleyi anlar. Bu temel kavrayış tarzı, küçük burjuva devrimci örgütü, düşünce, davranış ve eylemiyle, yürüttüğü mücadelenin ihtiyaçlarını kavrama biçimiyle başta proletarya olmak üzere, emekçi sınıflardan ve onların mücadelesinden koparır ve onlara yabancılaştırır.
Küçük burjuva devrimci örgütün “halk adına”, oligarşiye ve emperyalizme karşı yürüttüğü mücadelenin ihtiyaç duyduğu mali kaynaklar, temel olarak “halk adına” yapılan kamulaştırma eylemleri aracılığıyla sağlanır. Silahlı eylemler (cezalandırma vb.) için gerekli olan silahlar, kadroların konumlanması için gerekli olan maddi şartlar ve yürütülen mücadelenin yarattığı diğer mali ve maddi kaynaklar ihtiyaçlarının temel elde ediliş biçimi böyledir.
Küçük burjuva ideolojisi ve eylem çizgisinin kaynak olduğu bu biçimin örgütsel yaşantıya yansımasından, hatta onu düzenleyen belirleyici etkenlerden birisi olmasından daha doğal ne olabilir? Kadroların kamuflajı ve mevzilenmesi adına mali savurganlığın ve bunun bir sonucu ve uzantısı olarak yaşantıda yozlaşmanın kapısını baştan aralar bu kavrayış tarzı. Gizlilik adına işçi ve halk yaşantısından kopma ve uzaklaşmanın ilk adımı atılmış olur böylece.
Oysa devrimci bir savaşın neferleri olarak kadroların -hangi düzeyde olursa olsun- yürüttüğü gizli ve yasadışı çalışmada barınabileceği ve kamufle olabileceği en iyi yer işçi ve emekçilerin arasıdır. Gizlilik adına, ya da mevzilenme adına işçi ve emekçi kitlelerden uzaklaşma onlara yabancılaşmayı da beraberinde getirir. Bir işçinin ya da emekçinin yaşantısından uzaklaşma, işçi ve halk hareketinden uzaklaşmayı da koşullandıracaktır.
Oysa temel görevi partinin güncel taktik ve tutumlarını, politik çizgisini işçi ve emekçilere taşımak, onları partinin politikalarına kazanmak ve bu doğrultuda harekete geçirmek, işçilerin en ileri kesimlerini partili mücadeleye kazanmak olan komünist militanın, an be an aralarında yer aldığı işçilerden farklı bir yaşantısı olabilir mi? Gerek diğer emekçi sınıf kökenlerinden, gerekse direkt işçilerin arasından partili mücadeleye katılmış olsun, komünist militanın yaşantısı, sınıftan kopma ve uzaklaşma bir yana; bizzat her gün işçiyle iç içe geçen, ona daha fazla yakınlaşan, bu arada ilişki kurduğu her işçiyi kendi şahsında komünist insanın kişilik özellikleriyle buluşturan ve buna yakınlaştıran bir yan taşır, taşımak zorundadır.
Komünist militan, gerek yaşantısı, gerekse davranış ve düşünce özellikleriyle partinin işçi kitleleri içerisindeki temsilcileridir. O, aynı zamanda mücadelenin her anında işçileri kendi devrimci ideolojileriyle ve bu ideolojinin kılavuzluk ettiği devrimci savaşla buluşturma göreviyle karşı karşıyadır. Ve komünist militan, bu görevini yaşantısının bütün yönleriyle, tutumuyla, düşünce tarzıyla ve kişilik özellikleriyle, proletarya davasına en iyi biçimde adapte olabildiğinde en iyi biçimde yerine getirebilir.
Kamuflaj adına sınıftan ayrı bir yaşantısı olan komünist militanın işçi hayatını, sadece onlarla yüz yüze geldiğinde görmesi düşünülebilir mi? Evinde ve faaliyetinin dışında kalan zamanlarında başka, işçiyle buluştuğunda ise başka yaşayan bir parti militanı tasavvur edebilir misiniz?.
Küçük burjuva devrimci örgütten fazla olarak, devrimci komünist partisinin ihtiyaç duyduğu mali kaynaklarda dayandığı ve dayanmak zorunda’ olduğu temel güç, işçi, emekçi ve gençlik kitlelerinin desteğidir. Vahşi bir barbarlıktan başka hiçbir şeyi ifade etmeyen kapitalizmin yerle bir edilmesi ancak ve ancak proletaryanın önderliğinde, emekçi kitlelerin burjuvaziye karşı mücadelelerinin zaferiyle olanaklıdır. Devrim kitlelerin eseri olacaktır. Parti, emekçilerin öncüsü olan devrimci proletaryanın kurmayıdır. Proletaryanın en seçkin önderlerinin bileşiminden, devrimci işçi örgütleri toplamından oluşan devrimci komünist parti, öncü sınıf olarak proletaryanın diğer emekçi sınıfları sürüklemesine ve kendisi için bir hareket olmasına yardım eden
Bütün örgütleriyle, bütün komünist militan kadrolarıyla, kısacası her şeyiyle proleter ve emekçi kitleler içinde hareket eden ve her an yukarıda kısaca özetlediğimiz görevlerini yerine getirmeye çalışan devrimci komünist partisinin ihtiyaç duyduğu mali ve maddi kaynakları temel sağlayış biçimi, işçi ve emekçilerin mali desteğini de kendisine doğru yöneltme tutumudur. Parti, emeğinin ve alın terinin bir kısmını, sofrasındaki ekmeğin yansını partisine verebilmek için proleter bir fedakârlık duygusuyla hareket eden işçinin desteğiyle yaşar. Ve bu yaşam anlamlı bir yaşamdır. Kuşkusuz ki, ihtiyaç duyulduğunda diğer biçimler parti açısından lekeli değildir. Ancak sorun mali kaynakların sağlanışının temel biçimi ne olacaktır sorusuysa eğer, devrimci sınıf partisinin bu soruya yanıtı apaçık işçi kitlelerinin desteği ve fedakârlığı olacaktır. Parti militanlarının büyük bir zevkle ve heyecanla, ilişki kurdukları işçilerden emekçi ve gençlerden parti için yardım (bağış ya da aidat) istemesinin, bunun gerekliliğine onları ikna etmek için emek harcamasının anlamı ve öneminin partiye kazandırdığı değer, işçilerin, emekçi ve gençlerin isteyerek, gerekliliğine inanarak ve zevkle partiye yaptığı katkılarla birleştiği ve bu binlerce ve on binlerce işçi tarafından benimsenen ve yerine getirilmesinin gerekliliğine inanılan bir görev olarak kavranabildiğinde, parti var olduğu sürece, en zor koşullarda bile, ihtiyaç duyduğu mali kaynakları sağlayabilecektir. Kamulaştırma eyleminin henüz komünistlerin gündemine girmediği ve bunun koşullarının da pratik olarak olmadığı dönemlerde Bolşevik partisinin en zor koşullarda bile, sadece ve sadece işçi ve emekçi kitlelerin desteğiyle mali ihtiyaçlarını karşıladığını hangimiz bilmeyiz?
Parti mali ve maddi kaynakları temin etme konusunda, bu ana eksende hareket ettiği sürece, işçilerle, emekçi ve gençlerle kurduğu bağları daha da geliştirebilecektir.
İşte bu yüzdendir ki, Bolşevikler, Pravda’yı günlük bir gazete olarak çıkarmaya karar verdiklerinde, ‘başlattıkları kampanyanın temel şiarını “İŞÇİ GAZETESİ İÇİN BİR KOPEK” olarak belirlemişlerdir 1912 yılında. Proletaryanın büyük öğretmeni Lenin’in bu kampanyanın başlatılması sırasında yaptığı şu çağrının altında yatan derin anlamı bir düşünelim: “İşçi gazetesine her işçinin maaşlarını aldıkları her gün bir kopek vermesi bir gelenek haline gelmelidir.” Lenin’in ve Bolşevik partinin bu çağrı ve kampanyası hangi sonuçları doğurmuştur? Bolşevik militanların her ilişki kurduğu işçiye, bunun gerekliliğini anlatması ve en başta parti militanlarının taşıdıkları bu bilinci kendi pratik tutumlarıyla yerine getirmesi iki yılda 2873 işçi grubunun bu kampanyaya katılımını sağlamıştır. Bu kampanya sadece teknik bir iş olarak sürdürülmemiş, önemli bir politik çalışma, politik çalışmanın bir parçası ve bileşeni haline gelmiştir. Binlerce işçinin maaşlarından verdikleri birer kopeklerle yaratılan, bu yönüyle işçilerin kendi yarattıkları bir eser olan işçi gazetesi adına uygun bir muhtevaya bürünerek gerçek bir işçi gazetesi olmuştur. Lenin’in şu sözlerini dinleyin: “Küçük fabrika işçi grupları tarafından toplanan beş kopekler temelinde kurulan bir gazete (…) (hem mali olarak hem de hepsinden önemlisi, işçilerin demokratik hareketinin gelişmesi açısından) çok güvenilir, sağlam ve ciddi bir girişimdir.” “işçilerin beşte dördü Pravda kararlarını kendi kararları gibi kabul etmişler, Pravdacılığı tasvip etmişler ve fiilen Pravda etrafında birleşmişlerdir.”
Eğer, devrimci sınıf partisi, işçi ve emekçi kitlelerin desteğiyle ve onu sahiplenmesiyle yaşayacaksa ve onun ihtiyaç duyduğu maddi ve mali kaynakları sağlamanın temel biçiminin bu olması bir zorunluluksa, bu sorun anlayış ve kavrayış düzeyi olarak, siyasal çizginin bir parçası olarak ortaya koyduktan sonra geriye ne kalır? Geriye kalan, hiç kuşkusuz bunun yürütülen mücadele pratiğine uygulanmasıdır.
Parti militanı, komünist militan, partinin kitleler içindeki temsilcisidir. Parti işçiyle direkt ilişkisini militanı aracılığıyla kurar. O halde, ilişki kurulan işçiler, emekçiler ve gençler partiyi mali olarak desteklemeye ikna edilecekse herkesten önce komünist militanın kendisi buna pratik olarak ikna olmuş olmalıdır. Yani militanın bunu teorik olarak kavraması yeterli değildir. Kendisi açısından, partiye aidat ödemenin ya da bağış yapmanın devrimci bir görev ve sorumluluk olduğunu bilmesi tek başına fazlaca bir şey ifade etmez. O, ancak ve ancak, bu devrimci görevini her koşulda eksiksiz olarak yerine getirebiliyorsa, işçilerin partiye bu alanda da katılımını sağlama görevini yerine getirebilir. Partiye üye olmanın şartlarından birisinin partiye aidat ödemek olduğu bilinir. Ve parti tüzüğüne böyle bir maddenin konulması kesinlikle biçimsel değildir.
Bolşevikler ve Menşevikler arasındaki ilk ciddi ayrışmanın ve kopuşun parti üyeliği konusunda yaşandığını biliriz. Partiye üye olmanın koşullarını nasıl belirlemişti Bolşevikler: 1) Parti program ve tüzüğünü benimsemek, 2) Bir parti organında fiilen çalışmak, 3) Partiye düzenli aidat ödemek. Bolşevikler ancak bu üç koşulu bir arada ve en iyi biçimde yerine getirebilenlerin partiye üye olacağını savunuyorlardı. Ne sadece parti program ve tüzüğünü iyi bir şekilde bilmek, ne sadece aldığı parti görevini iyi bir şekilde yerine getirmek yeterlidir partili olmak için. Aynı zamanda partiye aidat ödemek ve bu devrimci görevi de en iyi biçimde yerine getirmeye çalışmak gerekir.
Bugün, partiye aidat ödemek sadece partilinin (parti üyesinin) görevi değildir. Örgütlü parti çevrelerinin ve partinin yürüttüğü mücadelenin doğruluğuna ve haklılığına inanan bütün işçi, emekçi ve gençlerin de görevidir bu. Ama partili açısından, partiye ve onun örgütlediği mücadeleye sempati duyan ve şu veya bu düzeyde bu mücadeleye katılan herkesi, aynı zamanda partiyi mali olarak, olabilecek en üst biçimde desteklemeye ikna etmek, bunun için de çalışmak ve emek harcamak yükümlülüğü ve görevi vardır.
Şimdi bir partili ya da örgütlü parti taraftan düşünün. Partinin mali kaynaklar konusundaki tutumunu biliyor. Ama şu veya bu sebeple bu konudaki kendi görevlerini yerine getirmiyor. Parti yayınının parasını vermiyor, aidatlarını düzenli olarak ödemiyor. Böyle bir partilinin ya da örgütlü parti taraftarının çalışması izlendiğinde, üzerine aldığı somut parti görevini iyi bir şekilde yerine getiriyor olsa bile, yürüttüğü çalışmanın eksik bir yanı olduğunu baştan görürüz. Çünkü parti aidatını ödemeyen, parti gazetesinin parasını vermeyen, partinin açtığı bağış kampanyasına tüm olanaklarını en iyi biçimde değerlendirerek olabilecek en iyi düzeyde katılmayan partili ya da örgütlü parti taraftarı, ilişki içinde olduğu işçiyi, emekçiyi ya da genci partiyi desteklemeye çağıramaz. Ya da kendiliğinden partiye mali kaynak sağlayan, bağış yapan, aidat vermek isteyen birisinden daha fazla fedakârlık yapmasını isteyemez. Böylece bu konudaki kendi görevini yerine getirmediği gibi, ilişki içinde olduğu kişilerin de bu görevlerini tam olarak yerine getirememelerine sebep olur. Çünkü o, partiye aidat ödemenin, yayın parası vermenin ya da bağış kampanyalarına katılmanın devrimci bir parti görevi olduğunu biliyor olsa bile, bu devrimci görevi yeterince özümseyememiştir. Ya da ona göre diğer görevler temel ve vazgeçilemez, bu görev ise biçimsel ve “olsa da olur olmasa da olur” bir görevdir. Oysa parti görevinin büyüğü küçüğü olamayacağı gibi temeli ya da talisi de yoktur.
Ne diyor Kalinin: “Kendiliğinden anlamalısınız ki, parti aidatlarınızı iki ay geciktirmeniz, parti için o kadar önemli değildir, partinin kasası bundan fazla zarar görmez. Sorun yani parti aidatlarınızı zamanında ödememeniz, partiyi düşünmemeniz, parti görevlerine karşı titizlik göstermemenizde. Parti görevlerinin karşısında böyle davranan birinin içine partililik ruhu derinlemesine nüfuz etmemiştir. Çünkü partiyi düşünen kimse için parti aidatını zamanında vermek, büyük bir zevktir. Böyle davranan kimse, partiyle maddi bağlar kurar, onunla birlikte yaşar.” (Bolşevik Ajitasyon, sf. 50-51)
O halde, geçimi ve kişisel mali ihtiyaçları, parti tarafından sağlanıyor olsa bile, partiye aidat ödemek, bağış yapmak ve partiyi tanıyan herkesin bu konuda fedakârlık yapabilmesine yardım etmek, partili ve örgütlü parti taraftarı için yerine getirilmesi vazgeçilemez bir görevdir.
Komünist militanın sadece uykusundan ve gerektiğinde hayatından fedakârlık yapması yeterli değildir. Onun yaşayabilmesi için gerekli mali kaynaklar, asgari olarak ona parti tarafından sağlanıyor olsa bile, ekmeğinden, suyundan fedakârlık yapıp, bu görevini her koşulda yerine getirmesi gerekir.
İşte böyle davranan birisi, partiden alırken cimri, verirken fedakârdır. İşte böyle davranabilen birisi, partiye ait tüm maddi varlıklara karşı titizlikle yaklaşabilir. İşte böyle davranabilen bir komünist hiçbir zaman partiyi “geçim kapısı” olarak görmez ve partiye yeni mali olanaklar sağlamayı bir görev olarak bilir. İşte böyle davranabilen birisi, bütün görevlerini en iyi biçimde yerine getirebilmek için çabalıyor ve bunu da görevlerinin bir parçası olarak düşünüyorsa gerçek bir komünist militan, gerçek bir parti savaşçısıdır.
Yıllarca partiyle ilişki kuramayan parti taraftan bir işçinin, ilişkisiz olduğu dönem boyunca çalıştığı fabrikada parti çalışmasına devam etmesi, bu çalışmasıyla örgütlü bir işçi grubu yaratması ve partiyle ilişki kurduğunda ona hem örgütlü bir işçi grubuyla, hem de kendisi başta olmak üzere bu işçilerden topladığı aidatlarla gelmesi, bu konudaki proleter tutumun en güzel örneğini anlatır bize.
Parti taraftan bir işçinin yukarıda anlattığımız bu tutumu, bu konudaki eksikliklerimizi gidermek ve eğer bu görevimizi en iyi tarzda yerine getiremiyorsak, getirmek için anlamlı bir çağrı değil midir sizce?

Eylül 1993

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑