Milliyetçilik Ve Tarih

ULUS KAVRAMI VE POLİTİKA
Engels, Doğanın Diyalektiği adı altında toplanan notlarında, tarihin insanla birlikte başladığını söyler. Gerçi, hayvanların da bir tarihi vardır; “ama bu tarihi onlar yapmazlar, ona bilgileri ve iradeleri dışında katılırlar” diye ekler. Buna karşılık insanlar, kendi tarihlerini bizzat ve bilinçle yaparlar. İnsanlar, hayvandan uzaklaştıkları ölçüde kendi tarihlerini yapmaya yaklaşırlar. Umulmayan etkenlerin, denetlenemeyen kuvvetlerin bu tarih üzerindeki etkisi de, insanın hayvandan uzaklaşması ölçüsünde azalır. (Bkz: Engels, “Doğanın Diyalektiği”, Sol yayınları, s.52-53)
Bir başka deyişle, insanın yaşamı, tasarlanmamış etkilerin karşılıklı hareketine bağımlı bulunduğu, önceden düşünülen amaca pek seyrek ulaşıldığı, çoğunlukla bunun tam tersinin gerçekleştiği sürece, kısacası onun faaliyetine kendi iradesi dışındaki doğal etkenler, denetleyemedi-ği koşullar hükmettiği sürece, kendi tarihini yapmaktan uzaktır, yani hayvanlığa yakındır.
Tarihi yazmak da, tarihi yapmak gibi, insan topluluğunun kendi dışındaki koşullara, kendisine yönelmiş etkilere, tasarlanan amaca doğru ilerlenen süreçte karşılaşılan hesap edilmemiş engeller karşısındaki dönüştürme ve kendi lehine kullanma mücadelesine bağlıdır. Tarih yazımı, tarih yapma eyleminin bir parçasıdır ve eylemin tanımlanması ve uzak-yakın geçmişle bağlarının kurulması çabasından başka bir şey değildir.
Bir ulusal kurtuluş mücadelesi sürecinde, herhangi bir insan toplumunun kendi tarihini yapma sürecinin gelişmiş bütün özelliklerini görmek ve bu bakımdan Engels’in, dolayısıyla tarihsel materyalizmin tezlerinin doğrulandığını saptamak mümkündür. Konumuz bakımından sınırlayacak olursak, özellikle tarih yapma eyleminin bir parçası olarak ele alınabilecek olan “tarih yazma” eylemi de, bu süreçte genel ve ayırt edici ulusal karakteristiklerini kazanmaya başlar.
Her ulusal kurtuluş mücadelesi, ulusun kendisini yeniden bulması, bir anlamda uluslaşmasının başlaması anlamına gelir.
Genel olarak bir topluluğun, ulus halinde örgütlenebilmesinin tarihsel koşulu olarak, toplumsal örgütlenme düzeyi bakımından “kapitalizmin şafağında” bulunuyor olması gerektiği, Stalin tarafından belirtilmiştir. Ulus kavramını tanımlayan diğer öğelerle birlikte, bu koşul, ulusun tarihsel bir kategori olduğunu, yani ancak tarihsel gelişmenin belli bir düzeye erişmesiyle ortaya çıkabileceğini ve gene tarihsel gelişmenin belli bir evresinde de yok olacağını belirlemesi bakımından materyalist tarih anlayışına, özetle tarihin “sınıf mücadelelerinin tarihi” olduğu şeklindeki teze uygundur.
Ne var ki, herhangi bir toplumun ulusal bilinç etrafında örgütlenerek ve kendini diğer ulusal topluluklardan ayıran karakteristikleri özel bir tarzda belirleyerek ‘ayırmasının yolu, “doğal” ve kendiliğinden sayılabilecek bu süreçlerin yoğunlaşmış bir ifade biçimi kazanmasından geçmektedir. Bir başka deyişle, uluslaşma sürecinin tamamlanması için bu tarihsel koşullar gerekli ve yeterliyken, bir ulusun, kendi varlığını “kendisi için” kılabilmesinin zorunlu koşulu, ulusal bir kurtuluş ideolojisinin ve politikasının maddi güç haline gelmesidir. Bir ulusun kimliğinden söz edebilmenin olanağı ancak bu tamamlanma süreciyle doğabilmektedir.
Tarihsel tecrübe gösteriyor ki, yalnızca iktisadi ve tarihsel koşullar bakımından “ulus” kategorisinin unsurlarını taşıyor olmak, bir ulusun kendisini tanımlaması ve uluslararası alanda kendi yarlığını “kabul ettirebilmesi için yeterli olamıyor. Hatta bunun çoğu kez tersinin gerçekleştiği görülebilir: Henüz toplumsal gelişme düzeyi bakımından kendi iç olanakları “kapitalizmin şafağını”  yaşamaya elvermeyen bazı toplumlar, örneğin Afrika’nın çok geri kabileleri, genel dünya kapitalist koşullarıyla ilişkileri içinde ve sömürgeciliğe karşı mücadele sürecinde, politik anlamda uluslaşmış, ulusal devletler kurabilmişlerdir.  Kuşkusuz bu ulusal devletlerin, çoğu çok önceleri sömürgeci politikalar tarafından belirlenmiş siyasal sınırları içinde kalan değişik gelenek ve hatta dillere sahip “kabileler arasında gerçek anlamda bir “ulusal birlik” sağlayabilmesi, nesnel tarihsel koşulların gelişmesine bağlıdır. Ancak bu tarihsel-maddi koşullar, özel olarak bu tip ülkelerde, devrimci bir ulusal kurtuluş savaşının politikalarının sonucu olarak ve yeni çatışmaları da içeren bir süreç içinde doğabilecektir. Tıpkı, sosyalizmin kuruluşunun bir sosyalist devrime bağlı olması, devrimin sosyalist toplumsal kuruluşu değil, sosyalizmin devrimi gerektirmesi gibi, emperyalizm koşullarında bir sömürge halkının veya ezilen bir ulusun kendi siyasal varlığını inşa edebilmesi de, devrimci bir mücadelenin ve devrimci bir politikanın sorunu haline gelmiştir.
İsmail Beşikçi, bir ulusal kurtuluş mücadelesinde, sömürülen ulusun, ilk’ kurşunu kendi benliğine sıktığını söyler. Bu güzel özdeyişte geçen, “kendi benliği” sözü, yalnızca bütün geçmiş dönemlerin gerilikleriyle belirlenmiş sömürge psikolojisini değil, kendisini daha yüksek bir toplumsal kategori olarak tanımlamasını engelleyen politik ve ideolojik bütün koşullanmışlıkları da içermektedir.

BİR BİLGİ DALI OLARAK TARİH FELSEFESİ
Tarih felsefesi, tarihin anlamı, tarihin yasaları ve tarih içinde insanın yeri ve geleceği gibi konularda, en genel ve kapsayıcı yargılara ulaşmaya çalışan bir bilgi dalıdır. Özel olarak belli bir ulusun, ya da bir halkın tarihi üzerine değil, genel olarak zaman içinde olup bitenler hakkında konuşur.
Tarih felsefesinin de bir tarihi vardır ve bu tarih, doğrudan doğruya, insan topluluklarının bir geçmişleri olduğunu bilmek, bugünlerini geçmişle doğrulamak ve kendilerini sürdürmek gibi en genel politik amaçlarla bağlı olarak oluşmuştur ve özellikle de tarih yazımı, bu çerçeveye bütünüyle bağımlı kalmıştır.
Bugünü dünle doğrulamak, yalnızca egemen yönetici sınıfların, ya da doğrudan doğruya bu egemenliğin en somut ifadesi olan devletin değil, yönetilen ve egemenlik altında tutulan toplumsal sınıfların ve ulusların da tarih yazımı söz konusu olduğunda genel eğilimi olarak belirir. Ancak ikincisinde bugün, haklı çıkarılacak tarzda değil, ortadan kaldırılması gereken gerçek durumun köklerini ve yıkılışının gerekçelerini açıklamak için dünle ilişkilendirilir. Tarih yazımcılığı, yaşanan ve yaşanması istenen süreçlerin, geçmişteki köklerinin geleceğe yönelik erekler bakımından açığa çıkarılmasının ve toplumsal bir amacın haklı gösterilmesinin aracı olarak işlev kazanır. Böylece tarih, bir sosyal bilim olmaktan çıkmaz, ama sınıflar mücadelesinin politik bir aracı olma niteliğini de kazanır. Bu bakımdan tarihte, “doğru” ve “yanlış”, “objektif” ya da “sübjektif gibi ölçülerin karşılığını bulduğu tek alan, sosyal sınıf mücadelesi alanıdır.
İlk yazılı tarih belgelerinin temel özelliği, yönetici sınıfları, kralları, dinsel hiyerarşinin tepesinde yer alanları her durumda haklı gösteren, egemenlerin güçlerinin kaynağının dünya ötesinde bulunduğunu ve değiştirilemez olduğunu anlatmaya çalışan olayların anlatımından ibaret olmalarıdır. İnsanların kökeni ve tanrılarla ilişkilerini anlatan mitolojiye, göklerin ve yeryüzünün oluşumuna dair kozmogonik tasarımlara bağlanan bu içerik, yöneticilere adanmış şiirsel kronikler biçiminde yazılmışlardır. Bu tür tarihçiliğin klasiği olarak kabul edilen Heredot Tarihi’nde, mitolojiyle gerçek, şiirle kronik içice geçmiştir.
Ortaçağ saray tarihçiliği de, büyük ölçüde bu geleneksel içeriğe bağlı kalmıştır. Azizlerin hayatı ve soyluların kahramanlıklarını konu edinen bu tarih yazımcılığında, mitolojinin değil, “destan”ın öne çıktığı ve sözlü geleneğe bağlı kalan anlatım tarzı hâkimdir. Rönesans’la birlikte, tarih yazımında da, ilk devrimci adımlar atılmaya başlar. Machiavelli, Bosseut, Vico, Montesquieu, ve daha sonra onları takip eden Voltaire, ayrı olaylar arasında nedensel ilişkiler kurmaya, genel yasalara bağlı bir tarihsel gelişme çizgisi aramaya ve geleneksel kronikçiliği aşmaya yöneldiler.
18. yüzyıl sonları ile 19. yüzyıl başlarında doğan romantik tarihçiliğin başlıca özelliği, tarihin, uluslara özgü bir geçmiş araştırması olarak ele alınması ve bu anlamda da geçmişin yeniden kurulmasına yönelik bir çaba olarak yeniden geleneklere ve ulusal özelliklere dönülmesidir.
Fransız Devrimi, tarihçinin önüne, sosyal değişim, devrim ve ilerleme problemlerini koydu. Tarihçinin geçmişten çok gelecekle ilgilendiği, geçmişin yalnızca bugünü ve geleceği aydınlatmak için araştırılabileceği düşüncesinin ve nedensellik ilişkileriyle açıklanabilir, genel yasalara bağımlı bir evrim fikrinin canlanıp egemenlik kazanması, bu dönemin başlıca özelliğidir. Tarihin mitolojiyle ve dinle değil, ‘”tarihte nedensellik ilişkileri” ile açıklanması çabası, Aydınlanmacı filozoflarla başladı. Aydınlanmacılar, devrimler çağı Avrupa’sında, tarihin maddi nedenlere bağlı olduğu düşüncesini ileri sürebilme fırsatını buldular. Coğrafi etkenlerin, toplumsal ilişkilerin tarihin oluşumu üzerindeki etkisini tartıştılar. Tarihte “ilerleme” kavramının önemini ilk kez onlar vurguladılar. Auguste Comte’un, sosyal olayların nedensellik ilkesi ekseninde yorumlanmasının, tıpkı fiziğin doğal olaylara uygulanmasında elde edilen sonuçlara benzer sonuçlar kadar kesin bilgi verebileceği düşüncesinden hareket ederek “Sosyolojiyi” kurmasında, çağın bu genel eğilimi kadar, devrimleri önceden görme ve önleme isteği de rol oynar. Tarihin, genel politik amaçlarla bağlı olarak ele alınmasının burjuvazi açısından ilk tipik örneği, Comte’dur.
Aynı dönemde, Karl Marx, tarihsel materyalizmi geliştirdi ve tarih bilimini, devrim kavramı ekseninde yeniden kurdu. Böylece Auguste Comte’un aksine, O, devrimi önlemenin değil, onu geliştirmenin ve zorunluluğunu göstermenin aracını yarattı. Aynı dönemde, bir başka koldan, sömürgeciliğin gelişmesinin tarihi araştırma üzerindeki etkileri görülür. Avrupa sermayesinin kıta dışında yeni ülkelere yayılması, hammadde kaynakları üzerinde egemenlik kurma savaşı, tarihin özel alanlarda yeni bilimlerle desteklenmesi zorunluluğunu doğurdu. Antropoloji, etnografya, linguistik, sanat tarihi, dinler tarihi, arkeoloji, tarihin yardımcı disiplinleri olarak ve ayrı ayrı bilim dalları halinde, sömürgeciliğin gelişme sürecinde doğdu ve ilerlediler.
Marx ve Engels tarafından inşa edilen tarihsel materyalizm, spekülatif, a priori ve idealist tarih anlayışlarına son verdi. Tarihin maddi bir temelinin bulunduğunu, insan topluluklarının evrim ve devrim süreçlerinin ardında sosyo-ekonomik ilişkilerin yattığını ve bunun belirleyici önemini Marx ve Engels ortaya çıkardılar. Tarih felsefesi, ilk kez onların elinde, gerçek bir bilim halini aldı. Bunun ötesinde, tarihi materyalizm, bizzat tarihçiliği sınıf mücadelesinin bir alanı haline getirdi. Tarihin emek ekseninde yorumlanmasını ve emekçi sınıfların çıkarları doğrultusunda yeniden yapılmasının öncüllerini de bu bilim ortaya koydu. Bu çıkış, burjuvazinin de tarihi ve toplumsal hareketi kendi çıkarları doğrultusunda yorumlama çabalarına hız verdi ve emekçi sınıflar ve işçi sınıfının tarihsel rolünü inkâr eden, tarihin devrimlerle sıçrayarak ilerlediği görüşünü çürütmek isteyen yeni tarih tezlerinin geliştirilmesini kışkırttı. Ne var ki, burjuva tarihçilik, Marx ve Engels’ten sonra, ya, esas olarak tarihin nesnel yasalarının bulunmadığı ya da bunların ilerleme ve devrim kavramlarıyla ilgisinin kurulamayacak “tekrar” yasaları düzeyinde bulunduğu görüşünü geliştirmeye çalışmaktan ötesine geçemedi.
Toynbee’nin pesimist (kötümser) çevrim teorisi, Spengler’in, ilerlemeye inanmayan, yalnızca çöküşü ve yok oluşu gören karamsar tarih felsefesi, burjuva tarihçiliğin emperyalist döneminin karakteristiklerini gösterir.

SINIF MÜCADELESİNİN BİR ALANI OLARAK TARİH YAZIMI
En bilinen haliyle, iki karşıt tarih anlayışını örnek olarak alalım. Faşist ideoloji, tarihin ulusların savaşından ibaret olduğunu ileri sürer. Bu tez, doğrudan doğruya, belli bir ulusun çıkarlarının, diğer bütün ulusların çıkarlarıyla çeliştiği anlayışına dayanır ve ayrı ayrı uluslar var oldukça (ki faşizm bakımından ulusların ortadan kalkması asla söz konusu olamaz) belli bir ulusun (üstün olan ulusun, üstün olan ırkın), diğerlerini egemenliği altına alıncaya kadar savaşmasını haklı göstermek amacını güder. Bu aynı zamanda, işgalcilik, sömürgecilik, emperyalist saldırı ve savaş politikalarının ulus açısından haklı, diğer ulusların tümünün bu saldırılar karşısındaki konumunun haksız gösterilmesi için bir çıkış noktasıdır. Marksizm’in, tarihin “sınıflar savaşının tarihi” olduğunu bildiren temel önermesi karşısında, faşizm, ulusun bir bütün olduğu, sınıf ayrılıklarının ve sınıflar savaşının bir uydurmadan ibaret bulunduğunu kendi önermesiyle ortaya koymaya çalışmıştır. Ulusu, bir bütün olarak diğer uluslarla kavga içinde göstermenin temel amacı, sınıflar arasındaki temel çelişmeyi gizlemeye çalışmaktan ibarettir.
Günümüzde, “sosyalizmin yenilgiye uğramasıyla birlikte, materyalist tarih görüşünün de değerini kaybettiği” görüşü ileri sürülebiliyor. Oysa materyalist tarih görüşünün temel önermeleri, burjuva tarihçiler elinde bile, bir yöntem hazinesi olarak değerini koruyor. Örneğin, son zamanlarda hayli moda olan emperyalist ideolog ve tarihçi Francis Fukuyama, “Tarihin Sonu” adlı kitabında, ‘Tarihin sona erdiği” tezini ileri sürerken, düşmanı olduğu bu kaynağın temel tezlerine dayanmaktadır. “Soğuk savaşın som ve komünist sistemin çöküşü, sadece tarihsel bir dönemin sonunu değil, fakat piyasa ekonomisine dayanan Batılı liberal-demokratik sistemin toplum yönetiminin erişebileceği nihai form olarak evrenselleşmesinin tescili ve insanlığın ideolojik evriminin varabileceği son noktadır. Tarih bitmiştir”. Bu görüş, aslında tarihin (bitmiş olduğu iddia edilse de) sınıf mücadeleleri tarihi olduğunu kabul etmektedir. Sınıf mücadelesinin sona erdiği görüşünün tarihin bitmesinin gerekçesi sayılması, bunun örneğidir. Diğer yandan Fukuyama’nın bir prototipini verdiği günümüz emperyalist tarihçiliğinin katı sınıf karakterini ve tarihte nesnellik denilen şeyin, eninde sonunda bir sınıfın kendine özgü tarihsel eyleminin hedef aldığı nesnelerle olan ilişkisi tarafından belirlendiğini göstermesi bakımından öğreticidir. Diğer yandan dünya tarihine, emekçi ve işçi sınıflarının gözüyle, dünyanın sürekli değiştiği ve değiştirilebilirliği açısından bakan bir tarihçi için aynı olgular (sosyalist sistemin çöküşü, soğuk savaşın sona ermesi), başka anlamlar içerecektir. Böyle bir tarihçi, sosyalist sistemin yıkılışının, sınıf mücadelesinin sona ermesi anlamına gelmediğini gösteren diğer olguları bulacak, bu mücadelenin gelişme eğilimlerini, bir devrim için taşıdığı olanakları ve bu olanakların birer gerçekliğe dönüşmesi için gerekli koşulların tarihsel bakımdan ne anlama geldiğini araştırıp gösterecek ve sonunda, sosyalizm ve devrimin zorunluluğu fikrinin yeni bir temelde kanıtını sağlayabilecektir. Olgular, Fukuyama’nın bulunduğu yerden bakılınca tarihin bittiği sonucunu veriyorsa, işçi sınıfı tarihçisinin baktığı yerden, mücadelenin dolayısıyla da tarihin sürekliliğini gösterebilecektir.
Sosyal olguların kendi başlarına, politikadan ve sınıfların karşılıklı eylemlerinden bağımsız bir “nesnelliği” ve sınıflardan bağımsız bir doğasının bulunabileceğini düşünen bir tür tarihçilik ise, “nesnellik ve tarafsızlık” adına, yalnızca sınıflandırmacı ve yorumlayıcı bir anlayışı benimsemiştir. Bu “salt bilimci” tarihçilik tarafından, pozitivist bilim anlayışının bir yansıması olarak, biyoloji, fizik, kimya gibi, tarihin de, tarafsız ve tümüyle “objektif” olarak yazılabileceği, özellikle de “ideolojilerden” arınmış bir tarih yazımının başarılabileceği ileri sürülür. Tarih yazımının, sınıf mücadelesinden ayrı, onun amaçlarından ve ihtiyaçlarından bağımsız olarak yazılabileceğini söylemek, onun bir sosyal bilim olduğunu göz ardı etmek demektir.
Tarih, ancak ve yalnızca çok geniş bir malzeme yığını içinden ancak belirli karakteristikleri verebilen unsurların seçilerek değerlendirilmesi ile yazılabilir. E. H. Carr’ın dediği gibi, aksi takdirde, tarihçinin incelediği toplumun tek bir gününü bile yazması mümkün olamazdı. Ne var ki, tarihçi, bu karakteristikleri seçerken, önce bağlı olduğu tarih anlayışına, sonra ilgilendiği probleme, siyasal ve ideolojik tavrına göre davranmaktan da geri duramaz. Özellikle bir ulusun tarihi gibi kesinlikle siyasal bir tez içermek zorunda kalacak olan bir alanda yazan bir tarihçinin, toplam sosyal, siyasal ve ideolojik etkiler karmaşasından sıyrılması düşünülemez. Bu tavır, bir nesnellik taşımadığı için değil, bu nesnelliğin hangi sınıflar açısından anlamlı olduğu bakımından eleştirilebilir. Tarihçi, hangi siyasal, hangi ideolojik ve hangi sosyal tavırdan yanadır? Cevabı araştırılacak temel soru budur.
Burada önemli olan, örneğin İstanbul’un 1453’te fethedilip edilmediğini tartışan bir nesnellik değildir. Bu kadar açık bir zaman bilgisinin kendisi, tarih yazımında sınıf tavrının belirlenmesinde elbette rol oynamaz. Ama Osmanlıları İstanbul’a yönelten nedenler, dönemin sosyo-ekonomik ilişkileri ile bu fetih eylemi arasındaki ilişkiler, yani kısaca olayın nedenleri ve sonuçları gibi dolaysızca açıklanamayacak unsurları söz konusu olduğunda, her tarihçi kendi seçimini yapacaktır. Tarihsel yorumun göreliliğinin kaynağı, dolaysız olarak tarihçinin sınıfsal kimliğiyle ve bu kimliğin temsil ettiği sınıfın ihtiyaçlarıyla ilgilidir.

MİLLİYETÇİ TARİH YORUMUNUN KARAKTERİSTİKLERİ
Tarih süreçlerinde, insan topluluğunun hangi etkenlerle hareket ettiği sorunu karşısındaki tutum, yukarıda özetlediğimiz gibi, doğrudan doğruya, toplumsal hareketin temel karakteristiklerine bağımlı kalmıştır. Bilimsel gelişmeler, toplumsal ilişkiler içindeki ilerlemeler ve değişimler, tarihin oluşumunu açıklayan etkenler konusundaki insan düşüncesinin gelişimini de etkilemiştir. Ancak, bunlar kadar, sosyal ve politik değişimler de, tarihin yorumunda önemli rol oynamışlar, özelikle tarih yazımı ile politik mücadelenin kesiştiği anlarda, bu etkileşme, tarih yazımının içeriğini ve biçimini belirleyen bir rol oynamıştır. Tarih, sınıflar mücadelesinin tarihi olduğu gibi, tarih yazımı da sınıflar mücadelesinin bir alanı olmuştur.
Bu bakımdan, milliyetçilik ve tarih yazımı arasındaki ilişkiyi incelerken, özellikle, ulusal kurtuluş mücadelesinin içindeki sınıf çatışmalarının durumunu göz önünde tutmak, ulusal kurtuluş mücadelesine katılan sınıfların bu alanda etkilerini dikkate almak gerekecektir.
Ulusal kurtuluş savaşı içinde, proletarya hareketinin görece zayıf olduğu, ideolojik ve politik ağırlığını hissettiremediği durumlarda, ulusal kurtuluş harekelinin aydın tabakası da burjuvazinin milliyetçi ideolojisine daha açık hale gelecektir. Bu yüzden, tarih araştırmaları ve elde edilen bulguların yorumlanması, tümüyle ulusal burjuvazinin çıkarlarını ifade eden dünya görüşüne göre olacaktır.
Burjuvazinin sınıfsal çıkarları, tarihin, burjuva dünya görüşü açısından yorumlanmasını gerektirir. Söz konusu çıkarlar, yalnızca kısa vadede sömürgeci burjuvazinin ya da egemen ulus burjuvazisinin çıkarlarına karşı ulusal çıkarları temsil etmekle kalmaz, uzun vadede, burjuvazinin proletaryaya karşı çıkarlarını da temsil ederler. Kısaca söylemek gerekirse, milliyetçi burjuvazi, tarih görüşünü ortaya koyarken, yalnızca sömürgeci, emperyalist burjuvaziye karşı değil, bizzat kendi emekçi halkına ve özellikle proletaryasına karşı da savaşır.
Ulusal kurtuluş mücadelesinin değişik aşamalarında, savaşın sınıfsal-politik içeriği, mücadelenin çok yönlülüğü içinde, tarihçinin sınıfsal yapısına bağlı olarak tarih yazımına yansır. Milliyetçi burjuva tarihçinin, egemen burjuvaziye karşı her saldırısında, savaşın ikili karakteri kendisini gösterir. O bir yandan ulusal mücadelede, bir yandan da kendi ulusunun iç sınıf mücadelesinde saf tutar. Aynı durum, kuşkusuz, ezilen ulusun proletaryası için de geçerlidir. Ezilen ulus proletaryası da, hem ezen ulus burjuvazisine, hem kendi burjuvazisine karşı savaşacaktır. Ve bu kesin sınıf karakterli savaş, mücadelenin her biçimine ve her alanına yansıyacaktır. Tarih yazımı da bu alanlardan birisidir.
Milliyetçi tarih anlayışının belli başlı karakteristikleri, ulusal mücadelenin genel seyriyle bağımlı olarak değişebilecek bazı özelliklerinin dışında şu genel başlıklar altında toplanabilir:
– İnsanlık tarihinde ortaya çıkan genel insani özelliklerin, ulusa özgü özellikler olarak tanıtılması ve abartılması ve bunların diğer ulusların özelliklerinden üstün olduğunun iddia edilmesi:
Türk milliyetçi tarih tezi, büyük ölçüde, kendisine “muasır milletler arasında” bir yer açmak isteyen ve ulusal kurtuluş savaşından yeni çıkmış bir ulusun psikolojisinden çok, egemen sınıfların mevcut siyasal sınırlar içinde yürütmeye kararlı olduğu ırkçı politikanın ihtiyaçlarını yansıtır. Kuşkusuz, bu tarih görüşünün bir ayağı, “Batılılaşmak, muasırlaşmak” diye formüle edilen ve büyük ölçüde emperyalist sermaye ile bütünleşme yönelimlerinden beslenen genel burjuva tercihse, diğer ayağı da, bu ideolojiyi kitlesel olarak içselleştirmesi istenen halkta, ulusal kurtuluş savaşının yarattığı “yedi düveli yenmiş” olmanın gururlu ruh halidir. Eğer bir ideoloji, ya da herhangi bir teori, kendisine toplumsal bir karşılık bulamazsa, yaşama şansı da bulamaz. Türk milliyetçiliğinin toplumsal çapta hayat bulabilmesinin temeli de, ulusal kurtuluş savaşında aranmalıdır. Türk milliyetçiliği, yalnızca bir burjuva yanıltması, burjuva ideolojinin halk kitlelerine enjekte edilmesi gibi basit bir olay değildir. Her ulusal mücadele, kendine özgü özellikler taşıyan bir burjuva ideolojiyle birlikte yürür ve bu ideoloji, genellikle mücadelenin sonrasında, başlangıçtaki niteliklerini tümüyle kaybederek bir başka politikanın ihtiyaçlarına göre yeniden şekillenir. 1930’lu yıllarda, Türk milliyetçiliğinin aldığı yeni biçim kesinleşmiş, sınıf mücadelesinin ihtiyaçlarının öne çıktığı bir dönemin özelliklerine bağlı olarak işçi sınıfına ve Kürt ulusuna karşı politikaların gerektirdiği biçimde ve Avrupa’daki faşist akımlara paralel olarak ve onların temel motiflerini ithal ederek kesin bir ırkçı, faşist karakter kazanmıştır. Bu haliyle, Türk milliyetçiliğini karakterize eden başlıca unsurlardan biri, Türk milletinin diğer bütün milletlerden daha üstün olduğu tezidir. Her halkta, gelenekler, folklorik öğeler, dinsel inançlar halinde bulunan kimi genel özelliklerin, yalnızca Türklere özgü olduğunun ileri sürülerek abartılması, bu ideolojinin propagandasında sıkça başvurulan yollardan birisidir. Misafirperverlik, kahramanlık, dürüstlük, çalışkanlık, iyilikseverlik, özgürlük ve bağımsızlık düşkünlüğü gibi, her halkın belli başlı değerler olarak benimsediği ve kendince bir içerik verdiği genel kavramlar, yalnızca ve en üstün haliyle Türklere özgü değerler olarak yeniden tanımlanmıştır. Bu çabayla, devletin halka kendisinin zorunlu ve gerekli bir kurum olduğunu kabul ettirme yolu açılmaktadır. Aynı zamanda devlet, milletin tek ve değişmez temsilcisi olarak kendisini bu yolla onaylatmaktadır. Millet, kendi özelliklerinin neler olduğunu öğreten devletin, bu özelliklerinin en cisimlenmiş halini de devlette görecek ve kendisini bu kurumun ayrılmaz parçası sayacaktır. Devleti, egemen sınıfların en üst organizasyonu olarak düşünürsek, bu politika, burjuvazinin ulusun tümünü temsil etmek ve bu temsilciliği, kendisini ulus yerine koyarak yapma geleneğinin bir ifadesidir. Burjuvazinin, ulusu sınıflara bölünmüş olarak tanımlamaktan kaçınmasının nedeni, bütün ulusu burjuva dünyasının eklentisi ve destekçisi kılmaya çalışmasıdır.
Günümüzde bu eğilimin, önemli bir ağırlıkla Kürt milliyetçi tarihçilerinde de kendisini gösterdiğine tanık oluyoruz. Kürt milliyetçi tarihçiliği, Kürt ulusunun sınıflara bölünmüşlüğünün üstünü örterek, genel ve soyut bir ulusal karakter tablosu çizmeye çalışmaktadır. Kürtler misafirperverdir, kahramandır, dürüsttür, çalışkandır, iyilikseverdir, özgürlük ve bağımsızlığına düşkündür! Hiç kimse, özellikle ulusal kurtuluş savaşı için sayısız fedakârlık ve kahramanlığı göze alan bir halkın bu erdemlerden yoksun olduğunu düşünemez. Ama bu özelliklerin, “Kürt olmanın gereği”, “Kürtlerin doğal özelliği” olarak tanımlanması, şovenizme düşmeden ileri sürülemez. Materyalist tarih anlayışı açısından, her şeyden önce, soyut bir “Kürt” yoktur. Tarihten ve üretim ilişkileri sisteminden koparılmış bir toplumsal kategori tanımının, bilimsel bakımdan olduğu kadar, devrimci politika bakımından da değeri olamaz. Her ulus gibi, Kürtler de, sınıflara bölünmüşlerdir ve açık olarak, bir Kürt işçisi ile bir Kürt toprak ağasının ortak çıkarı, ortak hedefi, ortak politikası ve ortak karakteri bulunamaz. Karşıt sınıfları, ulus kavramı ekseninde eşitlemek ve birbiriyle ulus adı altında özdeşleştirmek, katı bir milliyetçiliğe, burjuva çıkarların dile getirilmiş olmasına işaret eder. Çünkü burjuva milliyetçi tarihçilik eliyle yapılan bu eşitlemede kullanılan kıstaslar, temel alınan karakteristikler, daima burjuvazinin ve genel olarak egemen sınıfın kıstasları ve karakteristikleri olacaktır.
– Ulusun tarihinin gene ulusla açıklanması:
Milliyetçi tarihçiliğin başlıca özelliklerinden bir diğeri, ulusun tarihinin yalnızca ulusun özellikleriyle açıklanmasıdır. Bu yöntem, ulusun varoluş süreçlerinde rol oynayan toplam toplumsal ve tarihsel koşullar yerine, ulusun ancak ideolojik bir soyutlamayla elde edilebilecek genel özellikleri temel alır. Örneğin, Türkler neden ata düşkündür? Önce, Türklerin ata düşkün olduğu gibi bir önyargı, temel bir veri gibi ele alınır ve sonra bunun açıklaması gene Türklerin doğasından kaynaklandığı söylenen başka özelliklerle, savaşçılık, kahramanlık gibi erdemlerle açıklanmaya girişilir. Ya da, başka kavimlerle olan ilişkilerde, karşı tarafın rolü hiç bir zaman söz konusu edilmeyerek, bütün ilişki, çatışma ya da etkilenme süreçlerinde, ulusun kökü olduğu ileri sürülen kavim belirleyici rol üstlenmiş olarak gösterilir. Ulusun bütün tarihi, her türlü dış etkilenmeden, her türden zorunlu doğal ve tarihsel koşuldan ayrı olarak belirlenen bir “ulusal özellikler”  toplamı tarafından açıklanır.
Bu açıklama tarzı, son dönem milliyetçi Kürt tarihçiliğinde de önemli bir yer tutmaktadır. Bu yöntem, aynı zamanda, temel alınan ulus dışındaki diğer ulusların geri, barbar uluslar olarak gösterilmesine de zemin hazırlamaktadır. Örneğin, A. Öcalan, kendisiyle yapılan bir söyleşide, Kürt ulusunu değil ama Türk ulusunu bu yöntemle ele almakta ve yargılamaktadır:
“Türklük, egemen sınıf tam ve dehşetiyle ve daha çok da amansız bir savaşım yürüterek, halkların ülke kavramlarını yıkmada, toplumsal varlıklarını söndürmede ve kültürel kimliklerini silmede maharet sahibidir.”
Bu değerlendirmede, genel bir “Türklük” kavramı kullanılmakta ve savaşçılık, halkların ülke kavramları üzerinde yıkıcılık, kültürel kimlik silicilik gibi özellikler, Türklükle açıklanmaktadır. Türklerin, tarihte gerçekleştirdikleri yıkıcılığın, ilhakçılığın ve savaşçılığın temel nedeni olarak ortaya konulan şey soyut Türklükten başka bir şey değildir. Türk milliyetçisine birer erdem olarak görünen ve kaynağı yalnızca Türk olmak olarak gösterilen olgu, Abdullah Öcalan tarafından da aynı şekilde ele alınmakta, bu kez tersine çevrilmiş haliyle değerlendirilmektedir. Özünde, iki yaklaşım arasında hiçbir farklılık yoktur. Bir Marksist olduğunu iddia eden Öcalan, Türkler de dâhil olmak üzere, bütün göçebe kavimlerin barbarlığın çeşitli evrelerinden geçtiğini, savaşı bir üretim biçimi olarak benimsedikleri bir toplumsal kuruluş aşamasında yaşamış olduklarını ve birer ahlak kategorisi olarak kullandığı “yıkıcılık, savaşçılık, barbarlık” gibi kavramların her birinin aslında bu tarihsel evrenin özelliklerinden kaynaklandığını bilmez gibi davranıyor.
“… Anadolu ki, insanlık tarihinin en eski uygarlıklarının beşiği olmuştur; sayısız kavimlerin yoğunlaştığı, kültürel gelişme sağladığı ve katbekat kültür zenginliklerinin yaşandığı bir ülkedir… Ama Türkler öyle bir girdiler ve vurdular ki, akıllara durgunluk verir. En eski halkların son artıklarını göz önüne getirdiğimizde, bu uygulamalar daha iyi anlaşılacaktır… Atilla geleneği, Oğuz ve Osmanlı geleneği… Bu gelenek yüzyıllardır sürüp gelmektedir ve son olarak Kıbrıs olayı bunun bir devamıdır… Arap uygarlığından kalma görkemli eserler de vardı. Ama Türk egemenleri onları da tanınmaz hale getirmişlerdir. Ulamın bazı yüceltici yanları vardır, onları da tanınmaz hale sokmuşlardır… Fars uygarlığı da görkemli bir uygarlıktı. Türk egemenleri onu da işlemez hale getirmişlerdir. Onu harabeye çevirmişler ve dumura uğratmışlardır. %K. Öcalan, Özgür Halk, 15 Mayıs 1991, 7. sayı)
Bu sözlerde, genel olarak bir “Türk egemenleri” kavramı, diğer bütün tarihsel ve sınıfsal özelliklerin önüne geçirilerek kullanılmaktadır. Selçuklu, Osmanlı feodalleri midir söz konusu olan, Türk ulusal kurtuluş savaşını yürüten ticaret burjuvazisi mi, cumhuriyet döneminin tekelci burjuvazisi mi? Kimdir “Türk egemeni”? Öcalan’ın düşüncesinde bu bakımdan gerçekleştirilmiş bir sınıf kıstası, sınıf analizi yoktur: Onun için önemli olan, egemenin sınıf niteliği değil, Türk olmasıdır. Tarihsel içeriği bakımından da birçok açıdan tartışılabilecek bu sözlerde A. Öcalan’ı ilgilendiren tek bir sorun vardır: Türklerin tarihini (o bunu Türk egemenleri olarak söylüyor), gene Türklerin değişmez özelliği saydığı barbarlıkla açıklamak. O, bunu, temsil etmek iddiasında olduğu ulusun konumunu kendi politikası bakımından pekiştirmek için yapıyor. Ancak, Türkleri tek bir karakter etrafında tanımlarken, aynı kıstası kendi ulusuna da uygulamaktan kaçınamayacak ve neticede bu tarih yorumu, Kürtlerin “imtiyazsız, sınıfsız kaynaşmış bir kütle” olduğu iddiasına kadar gelip dayanacaktır.
– Ulusun uzak köklerini doğrudan insanlığın kökleri saymak, insanlık tarihinin belli başlı ilerleme ve basanlarım, ulusun geçmişine yazmak:
Milliyetçi tarihçiliğin bir başka karakteristiği, ulusun tarihini insanlığın tarihine özdeşlemektir. Böylece, hem ulusun “tarihin başlangıcından beri bulunduğu” ideolojisine, hem de şoven propagandaya malzeme sağlanır. Türk milliyetçi tarihçiliği, “tarihten önce vardık, tarihten sonra olacağız” şeklinde ifade edilen sloganı “kanıtlanmış bilimsel bir gerçek” halinde sunmak için, uzun zaman çaba göstermiştir. “Tarihten önce var olmak”, insandan da önce olmak anlamına gelir. Yüzeysel bir bakışla bile saçma görünecek bu iddia, milliyetçi bakış açısından tartışılmaz bir hakikat değeri kazanmıştır. Böylece tarihsel materyalizmin “tarih insanla başlamıştır” şeklindeki tezi, milliyetçi tarihçinin elinde, önce “tarih bizim ulusumuzla başlamıştır” biçimini alır, sonra buradan hareketle, bu çarpık mantığın sonucuna ulaşılır: “ilk insan bizim ulusumuzdandır.”
Bu saçma akıl yürütmenin ve bilim dışı iddianın, Türk milliyetçi tarihçiliğinde pek çok örneği vardır. Bu iddia, diğer yandan, insanlık tarihinin bütün birikiminin ve başarılarının tek bir ulusun eliyle yaratıldığı, bütün uygarlıkların kaynağında ve başlangıcında aynı ulusun öncülüğünün bulunduğu iddiasıyla tamamlanır:
“Türk ırkı anayurtlarında, yüksek kültür mertebesine varırken, Avrupa, tamamen vahşi ve tamamen cahil bir hayat yaşıyordu.” (Türk Tarihinin Ana Hatları, aktaran İ. Beşikçi: “Türk Tarih Tezi, Güneş Dil Teorisi ve Kürt Sorunu, Yurt kitap Yayın, s.89)
Aynı iddia, tersine çevrilmiş haliyle, Kürt milliyetçi tarihçileri tarafından da ileri sürülmektedir:
“Batının sahip olduğu bugünkü bilim ve teknolojisi, ‘ilkel, geri, barbar1 diye iddia edilen Doğu’da, beş bin yıl öncesinden fışkıran ve uygarlık tarihine ilk temel teşkil eden bilimin tohumları üzerinde yükseldi, gelişti ve bugüne ulaştı… Batı, bugün Doğu’dan 50, bilemedin 100 yıl ileridedir. Ama dün, (bir kaç bin yıl önce), Doğu, Batı’dan bin yıl ilerideydi.” (H. Murat, “Kültürler ve Uygarlıklar, Newroz -Aylık, Siyasal, Kültürel Dergi, Mayıs 1992.)
“İnsanlığı ilk kez mağara hayatından kurtaran, emekleyen çocuğu ellerinden tutup yürüten, uygarca bir yaşamın koşullarını tarihte ilk kez oluşturan, Sümerler ve Kürt halkı olmuştur.” (“Tarihte Kürt Halkının Yeri”, Cemşid Bender, Teori, Nisan 1990)
Bu, Türk milliyetçi tarihçilerine özgü kof böbürlenmenin tersine çevrilmiş halidir.
Cemşid Bender, Arapça, Farsça, Türkçe, Ermenice binlerce sözcüğün Kürtçe kökenli olduğunu, Kürt dilinin, Orta Doğu’daki bütün dillerden eski ve zengin olduğunu ileri sürer. (Bkz: C. Bender, “Kürtlerde Suyu Bulma ve Kullanma Sanatı”, Teori, Şubat 1992 ve “Anadolu Kültüründe Kürt İzleri”, Teori, Ekim 1990) Böyle bir iddia, yalnızca, Türkçenin Hint-Avrupa dillerinin “kayıp” kaynağı olduğunu “keşfeden” “Güneş Dil Teorisi”nin özellikle Kürtçe üzerindeki baskıyı güçlendirmek amacıyla pervasızca kullanılması karşısında, anlamlı bir ezilen ulus milliyetçiliğinin ürünü değildir; aynı zamanda, ayağa kalkmakta olan bir ulusun kendi kimliğine duyduğu güvenle mümkün bütün sınırları zorlamasının da işaretidir. Ne var ki, bütün dillerin tek bir ana kaynaktan doğduğu tezi de, İkinci Dünya Savaşı öncesi Avrupa tarihçiliğinin belli başlı ırkçı tezlerinden biridir. Bu tezler, bugüne kadar linguistik araştırmalarında temel kabul edilen sınıflandırma ölçütlerini de önemli ölçüde belirleyerek yaşamaya devam etmektedir. Her milliyetçi tarihçi, bu sınıflandırmaya dayanarak ve karşılaştırmalı linguistikin verilerini özel tarzda kullanarak, kendi ulusal dilini, diğer dillerin anası olarak gösterebilir. Buna ilişkin çok ilginç ve bugün artık herkese gülünç gelen örnekler, İsmail Beşikçi’nin değerli araştırması “Türk Tarih Tezi, Güneş Dil Teorisi ve Kürt Sorunu” adlı eserde bulunmaktadır. Günümüz milliyetçi Kürt tarihçiliği, bu çok denenmiş eski yolu kullanmakta sakınca görmüyor. “Güneş Dil Teorisi”, çoğu kez sanıldığı gibi, yalnızca Türk ırkçılığına özgü bir teori değildir. Bütün milliyetçiler, kendi uluslarının, diğer ulusların atası ve kökü olduğu iddiasını ileri sürerken, diller tarihinin karmaşık ve çapraz ilişkiler içinde oluşmuş birikiminin ortak ürünlerini “kendi öz malları” olarak ileri sürmektedir. Bu açıdan, “Hint- Avrupa dillerinde kullanılan öneklerin çoğu ile bazı soneklerin Türkçede tam kelime halinde varlığını ileri sürerek, ‘CO’ ekinin Türkçe ‘Komak’tan, ‘AD’ ekinin dilimizde isim demek olan ‘AD’ ile ‘ADAMAK’tan, ‘DİS’ ekinin Türkçe ‘DIŞ’tan… geldiğini göstererek…” diyen milliyetçi Türk tarihçilerime, Kürtçenin, Arapçayı, Farsçayı, Ermeniceyi, Süryaniceyi hatta ölmüş Hititçeyi, Sümerceyi kökten etkileyip onlara sözcük aktardığını ileri süren Kürt milliyetçisi tarihçi arasında fark yoktur.
Bir başka örnek, Kürt milliyetçi tarihçiliğinin, Türk milliyetçiliği ile ilk bakışta anlamsız ve gereksiz görülebilecek bir yarışa giriştiğini gösteriyor. Türk milliyetçiliğinin ırkçı, şoven tarih felsefesinin özellikle Kürt halkının varlığını inkâra, onun tarihsel geçmişini yok saymaya yöneldiği bir gerçektir. Kürt milliyetçiliği, buna karşılık, kendi tarihinin savunulmasını, kendisine yöneltilen silahları tersine çevirerek gerçekleştirmeye çalışıyor. Fakat bu tepkici yolda, Kürtler, Türklerle aynı temelde hareket ediyorlar ve özü bakımından kendi tarih felsefelerini de aynı öz üzerinde kuruyorlar.
Şu örneği inceleyelim:
Türk milliyetçiliğinin özellikle Orta Asya kökenli olmakla “AT” arasında kurduğu dolaysız ve zorunlu ilişki, milliyetçi tarih anlayışı içinde, bu hayvanın Türk’ün ayrılmaz parçası olarak “tarihteki şanlı yerini almasını” sağlamıştır. Türk milliyetçi tarihçiliği için at, ulusun tarihinin asli parçası haline getirilmiştir. Tepkici Kürt milliyetçi tarihçiliği, buna atı ilk evcilleştiren ulusun Kürtler olduğunu ileri sürerek cevap vermeye çalışıyor: “İşte atı ilk ehlileştiren bir ulus olan Kürtler, atı ve merkebi, tarihte hem araba için, hem de bulgur yaparken kendi bulup kurduğu…” (Cemşid Bender, “Kürt Uygarlığında Buğdayın Ayak İzleri”, Teori, Mart 1992).
Hayvanların ve bitkilerin evcilleştirilmesi, bir başka deyişle doğal hayatlarından çekilip alınarak insan- topluluklarının denetimi altında ve insanın ihtiyaçları için kullanılmalarının tarihi, birçok bakımdan karanlıktadır. Bu konuda her hangi bir yazılı belge bulma olanağı yoktur. Çünkü at, köpek, koyun ve sığır sürüleri gibi hayvanların, buğdayın, nişastalı kök bitkilerinin, meyvelerin insan denetimine geçmesi, binlerce yıla uzanan bir tarihe sahiptir ve bu etkinlikler, esas olarak insanın da, hayvanlıktan çıkıp insanlığa adım atmasının süreçleriyle iç içedir. Bu bakımdan, atı kim evcilleştirmiş olursa olsun, ona ulus demek, bilimsel bakımdan kabul edilemez. Böyle bir iddia, ulusla insanı eşitlemek, ulusun ataları insanın da atalarının olduğu sonucuna varmak demektir. Tarihin bu kadar eski çağlarında yaşamış herhangi bir insan topluluğunun bugünkü ulus adlarıyla anılması ise, doğrudan doğruya ırkçılığa karşılık düşmektedir.
Irkçı Türk tarihçilerinin Orta Asya’da yaşayan ve yaşamış her kavmi Türk saymaları gibi, Kürt tarihçiler de, Mezopotamya’da yaşamış ve yaşayan her kavmin, belki hiç biri kavim olarak örgütlenme olanağı bile bulamamış insan topluluklarının Kürt olduğunu ileri sürmektedir. Ulus ve Irk kavramlarının bir ve aynı anlama gelmek üzere kullanıldığı bu görüş açısından bakıldığında, Kürt tarihçilerin de büyük ölçüde, “İnsanlığın atası Kurttur” sonucuna varması kaçınılmaz olacaktır. Nitekim bu büyük bir ciddiyetle bugünden ileri sürülebilmektedir.
-Coğrafya ve ulusun özdeşleştirilmesi:
Milliyetçi tarihçiliğin bir başka karakteristiği, ulusun bugün ve yakın tarihte yaşadığı bölgenin “Anavatan” kabul edilmesi ve bunun “değiştirilmez tarihsel gerçek” olarak sunulmasıdır. Bu, tümüyle siyasal sınırlarla ilgili politikanın belirlediği bir yönlendirmedir. İnsan topluluklarının hangi soydan geldiği ve hangi coğrafya üzerinde kendilerine bir hayat kurduğu üzerinde yoğunlaşan tarih araştırmalarının, özellikle Avrupa’da ‘30’lu ve ‘40’lı yıllarda yaygınlaşması anlamlıdır. Bu tarih görüşü, doğrudan doğruya ırkçı, faşist, emperyalist “Hayat Alanları” teorisiyle ilgilidir ve bir ulusun (ya da üstün ırkın), belli bir coğrafya bölümünün ilk ve değişmez sahibi olarak onaylanmasına gerekçe hazırlamaya yöneliktir. Dolayısıyla, emperyalizmin göz diktiği topraklarda yaşayan diğer halkları ve ulusları egemenlik altına almaya, soykırıma uğratmaya temel hazırlar. Bu tez, yayılmacı ve ilhakçı politikaları haklı çıkarmaya yöneliktir. Aynı tezin, ulusal kurtuluş savaşı sürecindeki ezilen uluslar için anlaşılabilir ve hoşgörüyle karşılanması gereken siyasal bir yanı vardır. İşgal edilmiş topraklarını sahiplenmek isteyen ulus, yaşadığı bölgenin kendisinin tarihsel hakkı olduğunu ileri sürmekte mazurdur. Ancak aynı anlayışın, giderek siyasal sınırların ırk ve milliyet esasına göre, en dar burjuva milliyetçilik temelinde, “değişmez ve değiştirilemez” olduğunu ileri süren bir resmi ideoloji içeriği kazanması, aynı bölgede yaşayan diğer ulusal toplulukların “bu toprağa ait olmadıklarının ileri sürülerek baskı altına alınması tehlikesi de kesin olarak vardır. Bu, kardeş halklar ve özellikle de milliyetçilik ve vatan kavramlarında hiçbir çıkarı ifade edilmeyen proletarya bakımından tehlikelidir.
-Ulus içindeki sınıf karşıtlıklarının ve mücadelesinin örtülmesi, ulusun tek bir bütün olarak gösterilmesi:
Türk tarih tezinin önemli bir özelliği, Alman ve İtalyan faşist tarihçiliğinin temelinde yatan sınıf kavramının inkârını, tekrarlamaktan ibarettir: “İmtiyazsız, sınıfsız kaynaşmış bir kitleyiz!” Bu da, günümüz milliyetçi Kürt tarihçileri arasında, Kürtlerin tarih boyunca, kendi haklarını da, başka kavimleri de ezmemiş, her zaman adil ve eşit toplumsal bir yaşamın savunucusu olagelmiş bulunduğunu ileri sürerken tekrarladıkları bir görüştür. Bir yandan Kürtlerin tarihte hiçbir zaman devlet kurmamış olduğunu ileri süren faşist Türk tezine karşı, hemen hemen tarihteki bütün Mezopotamya ve Doğu Anadolu devletlerinin Kürtler tarafından kurulduğu ya da Kürtlerin bu devletlerin esas ahalisini oluşturduğu iddia edilirken, bu devletlerin kime karşı ve hangi sınıflar eliyle kurulmuş olduğu sorusu atlanmaktadır. Bir yerde devlet olacak da, ezilen ya da tahakküm altında tutulan birileri nasıl bulunmayacak? Kuşkusuz, milliyetçi Kürt tarihçiliğinin, Marksist devlet teorisi açısından sorulacak bu soruya verebileceği bir cevap yoktur. Çünkü orada önemli olan, ulusun ezilmişliğe karşı savaşının, tarihsel bir geleneğe dayandırılması ve bugün içinde bulunulan durumun hiç hak edilmemiş olduğunun tarihle kanıtlanması çabasıdır. Bu görüş, sonuçta ulusun kendi içindeki sınıf ayrılıklarının gizlenmesi, sınıf mücadelesi gerçeğinin ulusal kurtuluş mücadelesine kurban edilmesi yolunu açmaktadır. Eğer bir Kürt toprak ağası, hasbelkader ulusal kurtuluş savaşının maddi bir destekçisi ise, Kürt emekçi köylüsünün ona karşı mücadelesinin “ulusal davaya zarar vereceği” yolundaki her gerici görüş, bu tarih anlayışında kendisine bir destek bulacaktır.

SONUÇ
Milliyetçi tarih anlayışının, tarihsel koşullara ve hangi politikanın ürünü olduğuna bağlı olarak kazandığı belli bir içerik vardır. Bu, uluslaşma sürecinin özelliklerine ve koşullara bağlı olarak, ilerici ve demokratik bir içerik kazanabilir. Ancak bu içerik, daima koşullu bir içeriktir ve temel özellikleri değişmediği halde, bir dönem görece ilerici olabilirken, bir başka dönem gerici rol oynayabilir. Şu anda Kürt milliyetçi tarihçiliği, yüzyıllardır ulusun kapatıldığı tarihsizlik ve kültürsüzlük suçlamasının duvarlarını yıkmaya çalışıyor ve bu koşullarda ilerici, demokratik bir rol oynuyor. Türk milliyetçiliğinin yerleştirdiği ideolojik önyargıların yıkılmasında, Kürt ulusal varlığının inkâr edilmesine yol açan gerici koşullanmaların kırılmasına hizmet ediyor. Bununla birlikte, felsefi temelleri bakımından idealizmin ve metafiziğin hâkim olduğu bu tarihçiliğin önemli zararları da görülüyor. Türk milliyetçi tarihçiliğine karşı tepki temelinde geliştirilen araştırma ve yorumlama tarzı, bu tarihçiliğin iddialarını ciddiye alınmaktan uzak kılıyor ve bu her şeyden önce Kürt ulusal mücadelesinin kültür cephesinin zayıflamasına yol açıyor.
Temelleri bakımından, her türden milliyetçiliğin ortak özellikleri olarak saptanabilecek karakteristikleri yukarıda özetledik. Bunlar, azalan ya da artan ölçülerde, ama mutlaka, şu ya da bu milliyetçi yazarda bulunan ideolojik yönelimleri ifade etmektedir. Bu temeller, her şeyden önce burjuvazinin ideolojisini ve politikasını yansıtmaktadır. Böyle bir tarih anlayışının, proletaryanın sosyalist hedefleri bakımından sağlayacağı bir gelişme yoktur. Demokratik devrimci gelişme sürecinde, burjuvazinin devrimci kitle hareketi üzerindeki hegemonyasının bir parçası olarak işlev yüklenen bu tarihçiliğin, kesin olarak eleştirilmesi ve materyalist tarih yorumuna uygun çalışmalarla cevaplandırılması bir zorunluluktur. Bu konuda Kürt ulusal varlığının inkârına karşı çıkmak adına, Kürt milliyetçiliğinin tarih anlayışını onaylamak ya da suskunlukla karşılamak yanlıştır. Türk milliyetçiliğinin gerici ve bilim dışı tezlerini eleştiren herkes, aynı özden kaynaklanan Kürt milliyetçi tarihçiliğinin bilim dışı ve şu anda koşullara bağlı olarak demokratik bir işlev yüklenen, ama bugün ve gelecek için geriletici bir potansiyeli ifade eden tezlerine karşı da tavır takınmalıdır. Bu konuda sağlam ve devrimci bir temel ancak sınıf mücadelesi kavramını temel alan materyalist tarih anlayışında bulunabilir.

Aralık 92

Yorumlar kapatıldı.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑