Kürt Ulusal Mücadelesinde Yeni Dönem

V. SİNAN

Namık Tarancı’nın sevgili anısına güzel yüzüne, güzel aklına…

Toplumsal süreçler, “yekpare ulusal hareket1 olgusunun, nesnel karşılığının bulunamayacağını, kaba bir tarihsel saptamada bulunacak olursak, burjuvaziyle ve diğer emekçi sınıflarla birlikte, sınıfsal çelişkilerin “süreç boyu” uzlaştığı ulusal hareketlerin, 20. yüzyılın ilk yarısında kaldığını gösteriyor. Ulusal burjuvaziler, “süreç boyu”, ulusal kimlikleriyle yürüyebilecek solukta değiller artık. Uluslararası sermaye sisteminden yalıtılmış bir gelecekleri olmadığından “ulusal pazar” sorunu artık dünya sermaye sisteminin bir eklentisi olmak suretiyle çözülebiliyor ancak.
Çıkarları farklılaşmış sınıflarda, meydana gelen ulusların tüm kesimlerini aynı soruna aynı yanıtları ve çözümleri öngörebilecekleri ve böylece ortak bir “ulusal bakış” oluşturarak ortak politikalar yapabileceği bir yanılsamadır, mümkün değildir. Ayrı uluslara, ayrı “ulusal bakış”, ayrı “ulusal politikalar” demek, aslında aynı burjuva dünyanın düşünce çeperleri içerisinde, aynı burjuva politikalarına denk düşer. Bu anlamda, “ulusal irade”, “ulusların bakış açısı” özünde, ulusun egemen sınıfının, sınıflarının bakış açısı ve ifadesini yansıtır. O halde bir Marksist için önemli olan, proletaryayı ve emekçi sınıfları “egemen sınıf” olarak örgütleyecek toplumsal projelerle politika yapmaktır. Marksist ve devrimci-demokrat olmadan, böyle bir perspektife sahip olmadan, “ulusların bakış açısı” ile hareket edenler gerçekte ulusal burjuvazinin bakış açısının sınırları dışına çıkamazlar. Bu nesnel bir durumdur.
Ulusal burjuvazinin ulusallık talebi, egemen sınıf konumunu güvenceye alma tutumu karşısında ikincil duruma düşer. “Sınıflara ayrılmış bir toplumda milliyet, bir ulusal savaşta bile belirleyici olamamaktadır. Ulusal gericilik, eninde sonunda uluslararası gericilikle birleşmektedir.” Marksistler, ulusal özgürlük talebini, esas olarak, ezilen ulus işçi “Kendisine ‘Kürt’üm’ diyen, sini dayatmasında, çelişkileri ve emekçilerinin sınıfsal çıkarlarına tabi kılınmış bir şekilde işlerler.
Sınıf ilişki ve çelişkilerinin belirleyici olduğu günümüzde, Kürt ulusal hareketinin bu çelişki ve ilişkileri barındırmaması mümkün değildi. Ve yine, bu çelişkilerin dışavurumunun “süreç boyu” mümkün olamayacağını ya da kamufle edilebileceğini zannetmek, nesnel gerçekliğe direnmeye çalışmakla eşanlamlıdır. Sınıf çelişkisi ve sınıfsal talepler, her toplumsal sürecin olduğu gibi, Kürt ulusal hareketinin ve ulusal mücadele sürecinin de içine sinmiştir. Dışa vursun vurmasın!
Kürt toplumu “sınıfsız ve zümresiz bir kitle” değildir. Üretim sürecinde ve üretim araçları karşısındaki konumlarıyla, ayrı sınıf ve katmanlara ayrışmıştır. Sınıflara bölünmüşlük bir toplumsal gerçeklikse, bu gerçekliğe yaklaşım da sınıflara göre farklı anlamlar taşır. Büyük toprak sahibi feodal -burjuva Kürt ile yoksul köylü- proleter kurt aynı çıkarlara sahip değildir. Çıkarlar farklılaşmıştır. Bu, feodal-burjuvaların da ulusal sorun”a ilgisizliği anlamına gelmez. Ama ilgi içeriği ve nedeni, yoksul köylü ve işçi Kürt emekçisininkinden çok ötelerdedir.
Kısa vadede çakışmış ve kaynaşmış görünen karşıt sınıf çıkarları uzun vadede ayrışacak ve uzlaşmaz niteliğe bürünecektir. Kürt toprak ağalarının, aşiret reislerinin, şeyhlerinin, Kürt köylüleriyle ve sanayi sektörlerinde Kürt işçi ve emekçilerini ücret ilişkisi çerçevesinde sömüren Kürt burjuvaların, Kürt işçilerle çelişkisi, “ulusal hareket kabuğu içerisinde -kendi iç süreçlerinin hiçbir zaman etkin olamayacağı ön kabulüyle-daha ne kadar kaynaşabilir?
Kritik konjonktürler, bu uzlaşmazlığın kendisini dayatmasında, çelişkileri barındıran kabuğun çatlamasında, farklılığın dışavurumunda hızlandırıcı faktör oluyorlar. Bu, sürecin gittikçe sınıfsal içerikle karakterize olduğu bir dönemdir aynı zamanda.
Görünen o ki, alçalan ve yükselen ivmelerle yürüyen Kürt ulusal mücadelesi böyle bir kritik konjonktürü içeren yeni bir dönemeç yaşayacak.
Beşikçi’nin deyimiyle “kendisine ‘Kürt’üm’ diyen, Kürtlerin ulusal ve demokratik haklarını savunan, bu sürece destek veren işadamlarının ticaret ve sanayi ile uğraşan insanların”, ulusal sorun üzerine “çözüm önerileri” ve “mücadele” yöntemleri” ile ulusal harekete destek kabiliyetlerinin büyük oranda değişebileceği bir sürecin öngünündeyiz artık. Görünen bu!

YOL AYRIMI
Uzun zamandır, kitlesel gösterilerin eski sıklıkta görülmediği, nihayet Güney Kürdistan cephesinde, işbirlikçi feodal-burjuvalarında önemli rol oynadığı geriye atılmış askeri bir adım; tüm bunlarla birlikte psikolojik üstünlüğün görece zayıfladığı bir ulusal mücadele süreci içindeyiz. Ve şimdi, “topyekûn mücadelenin” daha da yoğunlaştırılacak içerdeki ayağı. Şırnak’la prova edilen, Kulp, Cizre vb. yerlerde tekrarlanan ve giderek kanıksanır bir duruma getirilmeye çalışılan kitlesel kırımlar yoğunlaştırılacak.
Kürt ulusal mücadelesinin sert ve çetin bir dönemden geçeceği anlaşılıyor. Bu sürecin niteliği, ulusal hareketin bileşenleri üzerinde etkilerde bulunacak kuşkusuz.
Diktatörlüğün tüm bir emperyalist sistemin tanımış olduğu “konjonktürel kredi”nin de avantajıyla tüm olanaklarını zorlayarak sürdüreceği yeni savaş şiddeti ulusal hareket içinde şu ya da bu ölçüde yer almış, Kürt burjuva ve mülk sahibi sınıf ve katmanların kendi konumlarını yeniden gözden geçirmelerini gerektiriyor. HEP’in parlamento grubunun “devletin ve PKK’nın karşılıklı olarak tırmandırdığı bu savaş ortamı”, “çözüm yeri olduğuna inandığımız parlamento” vb. yollu değerlendirmelerle içeriklendirdikleri bildiri ve yaptıkları sembolik açlık grevi bir yol ayrımına ilk yönelim sayılmalıdır.
Uzlaşma ve devrimci eğilimler, gittikçe netleşip ayrışarak, ulusal hareketin bileşenlerinin oturdukları sınıf tavırları olacak. Devrimci eğilimin güçlenmesi, varolan devrimci birikim ve geleneğin korunup, ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı sorununu, Kürt emekçi sınıflarının kurtuluşu sorunu olarak ele alan bir perspektifle, emperyalizme, diktatörlüğe ve Kürt gericiliğine karşı mücadeleye seferber edilmesine bağlı olacaktır. Sorun, Kürt yoksul köylü proleterlerinin çıkarlarının net olarak tarif edilmesi ve savunulmasıdır. Başkaları bir yana, ulusal hareketin başlıca ana yoğunluğu PKK’nın muğlâk davrandığı önemli konu budur.
Bu bağlamda, Kürt işçi sınıfının, ulusal özgürlük mücadelesinde yeterince yer almamasının nedenleri bir soru olarak, devrimci yurtseverlerin gündemine girmelidir artık. Kürt işçisine, kendi sınıf çıkar ve taleplerinden arındırılmış bir yaklaşım sergilenirse, ya da hatta böyle bir yönelim kaygısı bile duyulmazsa, mülksüzlerin sesinin mülk sahiplerinin sesi içinde erimesi doğaldır.
Kürt işçi sınıfı, Kürt coğrafyasının politik sıcaklığında, sınıf bilinciyle donanımlı olarak ulusal hareket için de öncü yerini alırsa, bu, Türkiye işçi sınıfı içinde önemli bir itilim nedeni olur. Vurguladığımız politik sıcaklık, Kürt işçi sınıfının duyarlılığının sınıf eylemine dönüşmesine elverişli bir zemin oluşturuyor. Sınıf bilinciyle donatılmış bir işçi kıvılcımının, bütün Kürt işçisine yayılıp yangına dönüşmesi için koşullar, Türk işçisine oranla daha uygundur. Bu önemli bir olanaktır. Kürt Marksistleri ve devrimci yurtseverlerin önümüzde böylesine önemli bir olanağı değerlendirme görevleri olmalıdır.

REFOMCULUKTA DİBEVURUM
Kürt mülk sahiplerinin olası tutumu ne olacak sorusu, yukarda belirttiğimiz HEP bildirisiyle cevap bulmaya başlıyor.
Marksistlerin, kurulduğu andan itibaren “terör hükümeti” diye tanımladıkları koalisyon hükümetinin “toplumsal mutabakat” taktik çağrılarına, büyük bir heyecanla sarılan Kürt reformist ve revizyonistleri ve Kürt burjuva aydınları, bugün “topyekûn savaş” karşısında çok geri zeminlere savrulmuşlardır. Zaman zaman savunulan “federasyon” “referandum” vb. gibi sistem içi “çözümlerden (ki bu öneriler PKK tarafından da sık sık işleniyordu) “kirli savaşa son”, “barış”, “şiddet çözüm değildir”, “hem PKK hem devlet terörüne karşıyız”, “şirket yıkmak değil, ortağı olmak istiyoruz” vb. argümanlarla ifadelendirilecek politikalara sarılınacak. Her ne kadar birilerince, “Ahmet Türk feodaldir ancak insanlığın bugün yeniden yükseldiği Bölge’nin ve bunun mücadelesinin onurlu öncülüğünü yapan Kürt halkının evladıdır” (Toplumsal Kurtuluş s. 58) denilse de bunlar yaşanacak diyoruz, şaşırtıcı olmamalıdır.
Bu kesimlerin bütün politikaları, sistemin kendi içinden de gündemleştirilebileceği ve hatta zaman zaman, belli ağızlarda dile getirebildiği “çözümler çerçevesini aşamıyordu, aşamazdı da. Demirel’in “Kürt realitesi”, Özal’ın “federasyon” söylemleri ekseninde, aynı öneriler sahiplenilebiliniyordu. Ama artık, “topyekûn mücadele”nin, tüm birimleriyle devletin tek politik üslubu olduğu günümüzde, örneğin “federasyon” söyleminin telaffuz edilemeyeceği, olsa olsa yukarıda belirttiğimiz zemine kayabilecekleri açıktır. (Mücadele sertleştikçe, Kürt reformistleri daha geri zeminlerde, daha “cesur” politikalar izleyeceklerdir.)
Evet, diktatörlük “topyekun savaş” askeri-politik konsepti ile, reformcu-revizyonist ulusal hareket bileşenlerini “kirli savaşın son bulması” eksenli politik çalışmaya geriletmiştir. Bu gelişme, diktatörlük açısından “reform” kanallarını en geriden açmak, bir başka deyişle, düşünülebilecek “reform” rezervlerine “en asgari” ile içeriklendirip, çoğaltabilmek fırsatları da yaratıyor. “Kültürel özerklik”, ya da “federasyon” gibi tartışmalarla sahnelenen reformculuk, “akan kanın durması” gibi, özgürlük mücadelesinin tasfiyesi anlamına da gelebilecek önerilerle içeriklendirilebiliniyor. “Savaşın durması” bir reform sayılabiliyor. Reformculuktaki bu dibe vurma, burjuvazinin ve diktatörlüğün manevra alanını genişletici bir işlev de taşıyor.
Burjuva cephesinde, “zafer” kazanılmış havasıyla oluşturulan ortamın reformlarla çeşnilendirilmesi gerektiğini ve böylece “radikalizmin” temellerinin yok edileceğini işleyen çevreler oldu. Özellikle Sabah gazetesindeki belli kalemlerce dile getirilen bu düşüncelere rağmen, diktatörlüğün asıl eğilimi “şiddet ve asker” yoluyla, daha dibe vurmuş bir Kürt reformcu burjuva muhalefeti oluşturmak şeklinde kendisini gösteriyor. “Kürt reformcuları, PKK’nın durumunda bir sarsılma olabileceğini hesap etmekte, bu ‘boşluğa’ atak yapmaktadırlar.”
Bu noktada bir parantez açmak gerekiyor. Belirtmeye çalıştığımız durum, ulusal hareketin dostu izlenimini yaratmaya çalışmış ve devrimci yurtseverlerin enternasyonalist duyarsızlığının da katkısıyla zaman zaman bunu becerebilmiş D.Perinçek ve çevreci için de geçerlidir.
Gizlenmeye çalışılmış burjuva milliyetçi çizgi, artık şu sözlerle ifade edilen bir noktaya dayanmıştır:
“(Türkiye’nin) komşularıyla vazgeçemeyeceği ortak çıkarları vardır. Yeter ki Türkiye, Güney’li bilincini dış politikasının temeline oturtsun ve kendi Kürt sorununu özgürlük temelinde çözebilecek bir demokrasi atağı başlatabilsin. Türkiye, Irak, İran, Suriye ve Kürt örgütleri arasındaki sorunları., barışçı yoldan anlaşma sürecini başlatmak.” (Milliyet, 24 Ekim)
Bölge gericiliklerinden bağımsız, soyut bir anti-emperyalizm örtüsü altında egemen sınıfın açık savunuculuğu yapılıyor. Ama politik telkinlerde(!) bulunularak. Nedir ortak çıkarlar? Bölge gericilikleriyle paylaşılmış Kürt coğrafyası da bölge gericiliklerinin “ortak çıkar”ı değil midir? Ayrıca, demokrasi atağıyla çözülebilecek Kürt sorunu Hem de özgürlük temelinde! Yine Ferit İlsever: “Bugün ayrı devlet kurma talebi, emperyalizme bağımlılığı güçlendiren bir içerik kazanmıştır.” (2000’e Doğru 18 Ekim 1992)
Söylenenlerin, Aydınlıkçı çizginin temelinde yatan üç dünya teorisi ve onun egemen sınıf çıkarlarını içeren “milli bağımsızlık” siyasetenin doğal sonucu olduğunu söylemek gereksiz. Bu politikaların eleştirisi de konumuz dışında. İşaret etmek istediğimiz, ulusal mücadeleye destek verir görünen Perinçek gibi burjuva milliyetçilerinin de, Kürt burjuva reformistlerinin de, egemen burjuva sistemin çeperlerine dokunmayan, onu veri kabul eden bir politik zeminde buluştuklarıdır. Bu anlamda, A.Türk ve D.Perinçek atışmalarının, sınıf perspektifiyle ulusal soruna yaklaşanlar açısından pek bir anlamı yoktur.
Burkay çevresi ise, çoktan beri bu yörüngeye girmişlerdi. Örneğin, koalisyon hükümetinden beklentilerini ifade ederken: “…bugünkü terör ortamının son bulmasını…” isteyerek “Partimiz Kürt sorununun terörize edilmesine her zaman karşı oldu” (Deng, Ocak 1992) diyordu.
Bu koşullarda özellikle PKK’nin tutumu önemli olacaktır. Platformunu ve hedeflerini net olarak ortaya koymadıkça, Kürt ulusal mücadelesinde devrimci ve reformcu eğilimlerin ayrışmasında muğlâklıklar yaşanması kaçınılmaz olacaktır.
Ulusal sorun, siyasal, sosyal-sınıfsal bir anlama sahiptir. Kürt ulusal sorunu, bir burjuva sorunu olmaktan çok, işçi ve köylülerin sorunudur. Genelde ulusal kurtuluş, özelde Kürt ulusal kurtuluşu artık işçi ve köylülerin ulusal zulümden kurtuluşudur. Ve bunun için, Kürt işçi ve köylülerinin, “yurtsever Kürt işadamlarına”, “Yurtsever toprak ağalarına”, “Yurtsever aşiret reislerine” tabi olmaları, onların çıkarlarına dokunmamaları gerekmiyor. Ulusal baskının, sınıf farklılığını ortadan kaldırıp kaldırmadığını çok daha belirgin olarak izleyebileceğimiz bir döneme giriyoruz. Devrimci çizgide ısrar etmek isteyen Kürt hareketleri, politik literatürlerinde, -eskiden olduğu gibi- “Kürt işçisi”, “Kürt köylüsü” sözcüklerini daha çok kullanmak zorunda kalacaklardır.
“Karşılıklı şiddetin çözümsüzlüğü”, “barışçıl siyasi çözüm”, Ortadoğu’daki Kürt sorununun çözümü olarak sunulan kukla “federe devlet” modelli emperyalist politik eksenin Türkiye Kürdistanı’na yansımış bir gölgesi de oluyor bir anlamda.

KÜRT HAREKETİNE EMPERYALİST MODEL
Körfez savaşından bu yana, kukla “federe devletle daha da geliştirilen süreç, artık çözülmeden Ortadoğu’da istikrarın mümkün olamayacağı görülen Kürt sorununun emperyalist kontrollü bir model eksenine bağlanabilmesini amaçlıyor.
Önce, feodal-burjuvaların geleneksel uzlaşmacılık tutumundan yola çıkılıyordu. Gelişmeler, feodal-burjuva sınıfsal temel itibariyle, uzlaşmacılığın kolayca işbirlikçiliğine evrildiğini gösterdi. Körfez savaşı ve sonrası, başta ABD olmak üzere tüm bir emperyalist dünyayla işbirlikçilik, Türk egemenleriyle de geliştirilemezlik edilemezdi. İşte Çekiç Güç’ün, bölgeye TC aracılığıyla yerleştirilmesi ve Saddam saldırılarının “sigortası” işleviyle donatılması, feodal-burjuvaların, TC ile işbirliği sürecini hızlandırıcı ve pekiştiriri bir etken oldu. Yaratılan durum, aynı zamanda, emperyalizmin Ortadoğu planının Kürt ayağına ilişkin bir parçasıydı. Feodal burjuva önderlikler artık, emperyalistlerin ve Türk egemenlerinin emir komuta zincirinin bir halkasıydı. Kürt hareketine çatı, bu temel üzerinden kuruluyordu. Emperyalizm “çözersek biz çözeriz” diyerek, çözüm yolunu, hem kukla devletin kendisi, hem de, onun temelindeki işbirlikçilik anlayışı olarak göstermeye çalışıyor.
Bunda başarılı olunabiliyor mu?
Bölgede, irili-ufaklı, etkinliklerinden çok, bir politik tutum olarak göz önünde bulundurulabilecek diğer Kürt hareketlerinin -PKK dışında- tanımladığımız Talabani-Barzani eksenli modele büyük bir iştahla sarıldıklarını görmek, bu konuda bir hayli mesafe kat edildiğini gösteriyor. Özellikle Talabani, diğer Kürt gruplarına kucak açıyor, onlardan ilgisini esirgemiyor.
“Federe Devlet” esasında, özellikle ABD emperyalizminin, Ortadoğu politik dengeler yumağını daha yakından izlemek, denetlemek, özellikle de Kürt hareketini kendi kontrolünde tutmada, orta vadede kullanabileceği bir kart oluyor. Bu anlamda, federe devleti kurdurtmakla emperyalizm, daha da bölünmüş ve bağımlılığı derinleşmiş Ortadoğu statükosunda petrol ve diğer hammadde zenginliğini daha da kolay denetlemek, Kürt ulusal sorununa çözüm merkezi olarak kendini lanse etmek ve gittikçe Türkiye dışındaki parçalara da yayılma eğilimi gösteren devrimci Kürt hareketini, önce frenleyip sonra tasfiye edici veya yumuşatıp evcilleştirici bir kanal açmak fırsatları yaratmıştır.
Emperyalist şemsiye altında bir Kürt hareketi, bölge gericiliklerinin de kolay kolay engelleyemeyecekleri, dahası, duruma göre destekleyebilecekleri bir gelişme olacaktır. Buna bile karşı çıkabilecek gericiliklerin ise, sadece süreci yavaşlatabilmeye çalışabilecekleri, etki ve yetkilerinin ancak bu kadarla sınırlı olacağı açıktır.
“Federe devlet”in kaderi, emperyalizmin yüklediği işlevleri ne ölçüde yerine getirilebileceğine, yani bir tür emperyalist bilânçoya bağlıdır. Ne tür gelişmelere sahne olacağı bire bir bilinemez ama kesin olan bir şey var: “Federe Devlet”in kendini idame ettirebilmesi ile devrimci yurtsever Kürt hareketinin gelişimi ters zeminlere oturuyor. Bu terslik daha devlet ilanına eşlik eden “PKK’ya saldırı” ile kendisini gösteriyordu. Devrimci Kürt hareketine yapılan fiili saldırı, Kürt hareketinde devrimciliği bir bütün olarak tasfiye etmek isteyen tutumlarla devam ettirilecek. Barzani-Talabani çizgisiyle sadece Irak Kürt halkına değil, aynı zamanda Türkiye Kürdistan’ı halkına da işbirlikçi-uzlaşmacı bir muhalefet tarzı ve pratiği dayatılmaktadır.
İlginçtir; bu emperyalist “çözüm”e akış, daha Körfez Savaşı dönemi yaşanan saflaşmalarda da kendini gösteriyordu. Saddam zulmüne karşı, aralarında Türkiye’nin ve diğer bölge gericiliklerinin de bulunduğu emperyalist cephenin içinde yer almasını Kürtlere salık veren Kürt akımları ve Kürt aydınları, Barzani ve Talabanilerle birlikte ilk yolculardı. Ne diyordu Okçuoğlu: “Bunun dışındaki tutumların Kürt politikası olarak değerlendirilmesi mümkün değil.” O dönemde de bu cephe içinde yer almayan tek Kürt örgütü PKK idi.
Emperyalist cephede tanımlanan o günkü “Kürt politikası” bugün de yeniden üretiliyor. O dönem “Kürt Politikası” sayılmayan, emperyalizmle uzlaşmayan devrimci tutum, örnek olarak PKK, bugün de aynı anlayışla “Kürt politikası” sayılmayarak Barzani ve Talabanilerce tasfiye edilmeye çalışılıyor.
Devrimcilik iddiaları olan Kürt hareketleri, gruplar, bu modele angaje olduklarında, -ki Burkaycılardan, Kawa’ya kadar bir çok örnek bu eğilimdedir- Barzani-Talabani işbirlikçilerinin “federe devlet” zemininde, devrimciliklerini bırakmak zorunda kalacaklar veya emperyalizmin açmış olduğu bu yapay alan, kapsayabildiği güçlerin devrimciliklerini (ne varsa) emecektir. Yeni dünya düzeni, Kürt coğrafyasında kendini böyle inşa etmeye çalışacaktır.

EMPERYALİST “MODEU’E SAVRULAN GÖRÜNTÜLER
Sergilemeye çalıştığımız modelin, olası bileşen adayları arasında “Türkiye Kürdistan’ı solu” da önemli bir yer tutuyor. Öyle bir akış, ortak karakteristiklerle yansıyor. Ve bu ortaklıklar, özellikle Körfez savaşından bu yana reel politik olgu ve olaylara tutumlarla şekilleniyor.
“Aynı örgütlenmedi Kürt gruplar arasındaki ayrım noktaları hızla siliniyor. “PKK hariç; bu parçadaki büyüklü-küçüklü politik parti ve gruplar, prensip olarak birlikten yana olduklarını açıkça ortaya koymuş bulunuyorlar” (Azadi, s.26) Doğrudur; Birliğin hangi zeminde sağlandığı ve kukla “federe devlet”in bu birliğin sağlanmasında nasıl hızlandırıcı rol oynadığı da önemlidir.
Mücadele platformunun tüm muğlâklığına karşın bugün ulusal hareketin devrimci eğilimini temsil eden PKK dışta tutulursa, temel, sınıfsallıktan arındırılmış, salt burjuva milliyetçiliği olunca, Barzani-Talabani gibi işbirlikçiler ile de aynı kavşakta karşılaşmamak mümkün olamıyor ne yazık ki! Reel politika katalizör oluyor. “Marksistlik”, “devrimcilik” iddiaları Ortadoğu’nun çeşitli dengelerinin kesişip yumaklaştığı Kürdistan politik arenasında, sınanıyor, asıl kimliklerine akıyor. Sorun, artık bazıları için Marksist-Leninist olmaktan öte devrimciliklerini koruyup koruyamamak sorunudur ne yazık ki! Zaten göze çarpan bir nokta, son dönem, Kürt çevrelerinde, sağlandığı vurgulanan “birlik” (bu anlayış birliğidir tabii ki) ile (PKK dışında) birlikte eskiden “Marksist’tik iddialarıyla yapılan tartışmaları göremiyoruz artık. Doğaldır; buluşulan kavşakta, ortak politik tercihlerin, farklı ideolojik polemiklere konu olması zaten düşünülemezdi. Örneğin, Newroz Ateşi s. 7’de “Reformculuk-devrimcilik” tartışması yapılıyor. Ama kiminle tartışıldığı, Kürdistan özgülünde böyle bir tartışmanın gerekçesi sergilenmiyor. Yel değirmenleriyle tartışılıyor.
Şimdi, yukarda belirttiğimiz olgu ve olaylara ilişkin tutumlarla “oluşan karakteristikleri” ve de konu olan olguları kısaca gözden geçirelim.
* Daha önce de bahsedildi; Körfez Savaşı sırasında emperyalist cephe dışında yer almayı, “Kürt politikası” olarak görmeyen anlayış, PKK dışındaki hemen bütün Kürt çevrelerinin ortak tutumuydu.
* Emperyalist Çekiç Güç karşısında olumlu konumlanış, yine PKK dışında diğer Kürt örgütlerinin ortak özelliğidir. (Bkz. 2000’e Doğru s. 46)
“Çekiç Güç, bugün de Güney Kürdistan halkımız için bir güvencedir.” (K. Burkay agd.)
“Çekiç Güç’e karşı çıkmak Saddam’ın kanlı diktatoryasını örtülü savunmadır” (Hevgirtin-PDK agd.)
Örnekler çoğaltılabilir. Kısaca şunları söylemekle yetindim. Çekiç Güç, emperyalist sistemin bir bütün olarak Kürt ulusal sorununa olan “ilgisinin çok somut simgesidir. Hem bileşimiyle ve hem de konuşlandırıldığı coğrafyayla emperyalizmin “gizli” elinin görünen parmağıdır. Güney Kürdistan’daki kukla hükümetin gelecekteki askeri ihtiyaçlarına cevap verebilecek ve bu bölgeye çağrılmasıyla bölgeyi daha rahat ve meşru olarak kontrol edebilecek olanaklar yaratıyor ABD’ye.
Çekiç Güç, federe devlet ve son K.Irak operasyonu ile birlikte, emperyalizmin Ortadoğu politikasının önemli unsurlarını oluşturuyorlar. “Kürtleri koruduğu” iddiasıyla bu emperyalist gücü meşru görenlerin, K.Irak operasyonunu kınamaları, emperyalizmin “yeni dünya hegemonyası” planının, burjuva-milliyetçi saflardaki türevi olan politik avanaklık durumudur. Bu avanaklık burjuva milliyetçi kanala angaje olan devrimci çevreler için özellikle geçerlidir.
Emperyalist Batı’nın son operasyon değerlendirmelerini şöyle özetliyor M.Ali Birand: “Türkiye Çekiç Güç’ü, Kürtleri koruyan bir kalkan gibi topraklarında tutmasaydı, Kuzey Irak harekâtınız büyük gürültü koparırdı. Eğer Türkiye, K.Irak’ta yeni harekâtlar yapmayı, PKK’yı oralarda vurmayı ve bir güvenlik bölgesi oluşturmayı istiyorsa Çekiç Güç’ü kollamak zorundadır.” (Sabah 13 Kasım)
Şu kabul edilmelidir artık: Çekiç Güç, Peşmerge TC işbirliğinin önemli bir koşuludur. TC, PKK ile mücadelede, Barzani-Talabani’nin yardımını sağlamak için Çekiç Güç’ün görev süresini, bunlar ise, Çekiç Güç’ün devamı için PKK ile mücadeleyi pazarlık unsuru yapıyorlar. Hatta kamplara yerleştirilen PKK kuvvetlerinin böyle bir pazarlıkta bir koz olarak kullanılabilecekleri de, KDP-MK üyesi Fadıl Metni’nin şu sözlerinden çıkarılabilinir: “Hangi durum ve koşullarda olursa olsun PKK bu anlaşmayı bozarsa, Kürt hükümeti, topraklarında bulunan PKK’lilere rehin muamelesi yapacaktır, rehin tutulacaklardır.” (Gündem 19 Kasım)
Ayrıca Çekiç Güç, Türk ordusuna, Kuzey Irak operasyonlarında önemli teknik olanaklar yaratmıştır. Ve tüm bunlar, tarif edilen tablonun, emperyalizmin fırçasından şekillendiği gerçeğiyle anlam kazanıyor.
Uzatmadan, Çekiç Güç, Kürt ulusal mücadelesinde, devrimcilik ile emperyalizmin “yeni dünya düzeni”nin Kürt ayağına ilişkin politikalarının yansımasını ifade eden uzlaşmacı eğilim arasındaki yol ayrımının kilometre taşıdır.
* Federe devlet ilanı ve sonrası gelişmeler karşısında, ortak tutum ve değerlendirmeler, bu çevrelerin buluştukları bir diğer nokta oluyor.
Kukla devlet ilanı karşısında duyulan heyecan PKK’ye karşı yapılan işbirlikçi baskın karşısında duyulan şaşkınlıkla ve olup biteni kendince açıklama telaşı ile karışık bir hal aldı.
YNK ve KDP’yi işbirlikçi olarak niteleyen devrimci ve Marksistleri eleştirmek için sarf edilen şu sözler Newroz Ateşi’ne ait: “Kürtler başkalarına dayanak olmak için değil de, bağımsız bir tavır gösterdiler mi hemen işbirlikçi oluyorlar.” ( Sayı 5) Federe devletin, hangi süreçlerden geçip geldiğini ve emperyalizmin Kürt planı çerçevesinde yüklendiği işlevleri yeterince sergilemeye çalıştık.
“Bağımsız bir tavır” yani kukla devlet! PKK dışında diğer Kürt çevrelerince de, bu işbirlikçilere, en çok uzak oldukları nitelik yakıştırılıyor. Hem de işbirlikçilerinin onlarca somut örneğinden sadece biri, devrimci yurtseverlere fiili sardın olarak ortadayken.
Barzani: “ABD ve TC’de, bizi bu konuda uyardı. Kuzey Irak’la bizim yaşamamız için PKK’nin yaşamaması gerekiyor.” (Tercüman 6 Ekim) diyor. Yüzlerce demeçten sadece biri. Peki bu sözler, Newroz yazarının: “Federal devlet ilanına varan toplumsal gelişmenin tümüyle emperyalizme dayandığını iddia edip, gelişmeyi reddetmek, akıllıca bir politika olamaz.” (sayı 11) sözlerini tekzip etmiyor mu? “Tümüyle” sözcüğü, eleştirilere karşı sığınılacak bir muğlâklığı ifade ettiğinden özellikle kullanılmıştır. Bunun dışında, Barzani’nin vurguladığı “ABD ve TC’nin uyarısı” mevcut durumu yaratmada bir etken değil midir? Yine, defalarca vurguladığımız emperyalist Çekiç Güç’ün bu süreçteki hayati rolü inkâr edilebilir mi?
Bunu görmeden, PKK’ya yapılan gerici baskını “kınamak”, “kardeş kavgasıdır” diye nitelemek, tarafları “sağduyuya” davet etmek ya da KDP ve YNK’ya “teessüflerini” bildirmek hiç bir anlam ifade etmiyor. Kukla devletin olumlanması, aynı politik zincirin bir halkası olan ve devlet girişiminin tamamlayıcı unsuru olan PKK’ya saldırıyı da olumlamayı gerektiriyor. Sergilenen dar milliyetçi anlayış, tam bir politik aymazlıkla “Kürdü Kürt’le barıştırma” söylemini tutturacağına, şapkasını önüne alıp düşünmeli ya da oportünizmini bir yana bırakarak “gereken yapılmıştır” demelidir.
Ne diyordu Hasan Bildirici:”(Kürt halkını)… soyut bir sınıf mücadelesine çekmeye kalkma… Kürt halkına yapılabilecek en büyük kötülük(tür).” Daha önceleri bu söylenenlere genişçe cevap verildi (ÖZGÜRLÜK DÜNYASI Ağustos 92) , Yapmaya çalıştığımız, yaşananlar sonrası alıntıladığımızın nasıl değerlendirilebileceğidir. Barzani-Talabani’lerin TC ile işbirliği içerisinde, emperyalizmin Kürt planı çerçevesinde de anlam bulan, PKK’ye saldırısı, acaba Kürt halkının çıkarına mıydı? “Soyut” olan bu değil midir? Nasıl değerlendireceğiz; bu işbirlikçiliğin, bu gericiliğin, bu yurtsever Kürt devrimciliğine düşmanlığın çok somut, nesnel temeli yok mudur? Ve bu temel, gerici-işbirlikçi önderliklerin burjuva-feodal sınıfsal çıkarları değil midir? Bu sınıf çıkarları “soyut” mudur? Son örnekle de çarpıcı bir şekilde kendisini dışa vuran sınıf farklılıklarını vurgulamak, neden “Kürt halkına yapılabilecek en büyük kötülük” olsun? A. Öcalan, çatışmalar sürerken “kardeş kavgası değildir” diyerek Kürt halkına karşı kötülük mü yapıyordu?
Hayır! İşbirlikçi önderlikleri belirleyen, Kürt halkının bağımsız geleceği değil, kendi sınıf çıkarları olmuştur. Kürt feodal burjuvaları için “ulusal pazar”, kendi pazarları demektir. Federe devlet ile sahip olduklarını sandıkları bu pazar ise, ABD’nin ” Yeni Dünya Düzeni”nin Ortadoğu ayağının bir parçası, yani emperyalist sistemin bir eklentisi ol-malan durumunda “olanaklı” olabilmiştir. Şaşırmamak gerekiyor; ortada ne bir kardeş kavgası vardır, ne de ihanet! Olan, belli sınıfsal kimliklerin politik ifadelenmesidir.
Öğretici olmalıdır. Feodal-burjuvaların, bu sınıfsal çıkarlarına sahip çıkma nesnelliği, Kürt işçi ve emekçilerine, olaylara sınıfsal perspektifle yaklaşma öznelliğini kazandırmada bir itilim olarak değerlendirilmelidir.
İşbirlikçilerin PKK’ye saldırısını utangaçça “kınama”larla, “barış” çağrılarıyla ve hatta “PKK’nin sekterliği”yle geçiştirmeye çalışan Kürt çevreleri, Türk ordusunun G. Kürdistan’a girişini, zevahiri kurtarabilecekleri bir fırsat olarak değerlendirdiler ve seslerini yükseltmeye başladılar. “TC yayılmacı politika güdüyor” manşetleriyle, asıl çelişkinin, TC ile “Federal Kürt Devleti” arasında olduğu yolunda ortak bir eğilim oluşturdular.
Newroz: “Gelişmeler doğruluyor ki, başlatılan savaşın asıl hedefi, Federal Kürt Devletiyle olan sınır boyunca tampon bir bölge oluşturmak ve o bölgede sürekli askeri bir koridor yaratmaktır” Devam ediliyor, “…tampon bölge oluşturma hedefi bir diğer yönüyle de federal Kürt devletini tehdit eden, toprak bütünlüğünü ve hükümranlığını hiçe sayan… işlev görecektir” (sayı 5)
Ayrıca, Azadi: “Bu operasyon, en başta Kürt Federe hükümetinin egemenlik haklarının ihlali (idi)” (sayı 26)
Ve şunlar: “Güney Kürdistan hükümetinin her başarısı, TC’yi çileden çıkarmaktadır” (Newroz Ateşi, sayı 7)
Asıl çelişkiyi, TC ile “federe devlet” arasında göstermeye çalışmak ve. bu anlayışı kabullendirmek için söyleniyor bütün bunlar.
Sanki bu operasyon, öncelindeki bir dizi politik ilişkiler örgüsünün bir sonucu değilmiş gibi. Yine, sanki CIA-Pentagon-MİT-Genel Kurmay kapılarında kapılanarak yapılan politikanın, kurulan “diplomatik ilişkilerin, ve nihayet yurtsever devrimcilere yapılan saldırının, TC’nin “yayılmacı politika” gütmesinde zemin hazırlama etkisi yokmuş gibi. Belkemiksizlik böyle oluyor! Dahası var, bir de bu operasyon “en başta” kukla hükümetin egemenlik haklarını ihlal ediyormuş! Yani, bütün özlem ve umutlarını, özgürlük mücadelesine bağlamış, PKK gerillalarının dökülen kanı, stratejik alanlardan sökülmeleri önemli değil de, Barzan ağasının egemenlik hakkı ihlal ediliyormuş! Hangi egemenlik hakkı? Defalarca belirttiğimiz emperyalizmin ve Çekiç Güç’ün egemenlik alanı içindeki “egemenlik hakkı” mı?! Bunlar denile dursun, Türk Genel Kurmayı ile işbirlikçi feodal burjuvalar arasında sınırın ortak savunulması projeleri kotarılmaya çalışılıyor. (Eşref Bitlis-Talabani, Barzani görüşmesi)
Newroz Ateşi’nde (S. 7) başyazı, son gelişmeleri ele alıyor. “Newroz devrimi”nin (tabir N. Ateşi’ne ait) başlangıcında, Kawacıların “Yıldırım Hareketi” adlı öncelinin askeri kolu olan “Rebaz”ın belirleyici(!) rol oynadığından, PKK’nin ambargosu ve genelde PKK’nin sorumsuzluğuyla gerekçelendirilmeye çalışılan son çatışmalara kadar, bir sürü “ayrıntı”!
İlginç olan, bu ayrıntılarla değerlendirilen “KUKM” süreci içerisinde, Çekiç Güç, YNK-KDP ile MİT-CIA-Pentagon trafiği değinilecek değerde bulunmuyor.
ABD emperyalizminin Kürt sorununa duyarsızlığı, Kürt planının olmadığı düşünülebilir mi? Ama, ne bahsettiğimiz yazıda, ne de bu eğilimdeki diğer Kürt çevrelerinin yayınlarında böyle şeyler bulmak mümkün olamıyor. “PKK kamyon yakmış da, bu, Güneyli Kürt örgütlerini TC’ye yaklaştırmış!” Bitti mi?! Açıklayabildiniz mi?!
Şimdi soruyoruz: Nerede emperyalizm?! Bir zamanlar vurgularınızda “anti-emperyalizm” eksik olmazdı. Nerede bıraktınız? Başkalarını “hariçten gazel okumak”la suçlayanlar, siz içindesiniz ya her şeyi(!), bilirsiniz; nedir emperyalizmin “Yeni Dünya Düzeni”nde Kürt sorununun yeri? Ve yine, özellikle ABD emperyalizminin Körfez Krizi’nden beri işlediği “çözüm”ün bileşenleri nelerdir? Yoksa emperyalist sistemin Kürdistan sorununa ilgisi kalmadı mı? Oportünizmi bırakın, “uluslararası destek”, “uluslararası yardım” tanımlamalarıyla, üstünü örtemezsiniz emperyalist ilginin.
Bir sübjektivizm yaşanıyor. Olgular çok açık ortadayken, feodal burjuvaların yüzlerce demeci ve son fiili saldırı bu kadar açık ve gerçekken, bu zorlama yorumlar neyi anlatıyor?
Bunlar, “bağımsızlık istemiyoruz”, “ABD ve TC ile hayati çıkarlarımız var”, “Çekiç Güç hayatidir”, “PKK zarar veriyor”, “Sınırda ortak güvenlik” vb. yüzlerce demeçle ortadayken, bizim “Kürt Marksistlerimiz”, bu söylenenleri tersten okumak zorunluluğu duyuyorlar. Bu, zorunlu bir sübjektivizm oluyor, tercih ediliyor; zira kendi varolma koşullarını buralarda aramak ihtiyacını duyuyorlar. Yaslanacak yer arıyorlar; ceset buluyorlar. Emperyalizmin ayakta tuttuğu cesede yaslanmakta bir sakınca görmüyorlar. “Marksistliklerini”, bu dönem, böyle ifade ediyorlar.
Biz, Nisan 1992’de bir kez daha vurgulamış bulunduğumuz bir saptamayı, yaşananların ışığında daha kuvvetlice yineliyoruz:
“Bugün, emperyalist propagandanın aksine dünyanın neresinde olursa olsun, burjuva ve gericiliğin kaynağında durduğu ve sorumlu olduğu eşitsiz ve zulme dayalı ilişkilerin tümü emperyalizme dayalıdır. Kapitalist kölelik sistemi tarafından üretilmekte ve sürdürülmektedir. Emperyalistlere ve ABD’ye dayanmaya ve onunla ilişkiler içinde ‘ulusal kurtuluş mücadelesi’ vermeye çalışan Barzani ve Talabani’nin başında bulunduğu hareketlerin durumu, emperyalistlerle ilişkilerin bedelini ortaya koyuyor. Emperyalistlerle kurulan bu tür ilişkilerin, emperyalizme teslimiyete ve emperyalizm işbirlikçiliğine götürdüğünün çokça örneğini vermek mümkündür.”
Bu, Marksistlerce hep söylenegeldi ve yaşam bu politik öngörüyü sürekli doğrulayan olgulara sahne olmuyor mu?
Aralık 1992

Yorumlar kapatıldı.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑