Proletarya Ve Önderlik Sorunu

Engels’in, “yeni dünya anlayışının dahiyane tohumunun atılmış olduğu ilk belge” olarak nitelendirdiği “Feuerbach Üzerine Tezler”de Marx, Feuerbach ve ondan önceki materyalistleri, “toplumsal ilişkilerinin tümü” olan insanın devrimci, “eleştirel-pratik” eyleminin önemini anlayamamakla eleştirir. Marx’a göre, bu, sezgisel materyalistlerin “temel kusuru”dur. Feuerbach için bir nesne olarak insan vardır, pratik-değiştirici eylemiyle insan yoktur! Pratik eyleme düşman olan Feuerbach bakımından bu anlaşılır bir durumdur. Ama onun gibi pratiğe düşman olmayan ve hatta birçok pratik adım atan ütopik sosyalistlerin de, toplum projelerini aynı felsefi öncüllerin etkisi altında şekillendirdiklerine kuşku yoktur.
Ütopik sosyalistler, içinde yaşadıkları toplumsal koşulları inceliyor ve sistemin kötülüklerini saptıyorlardı. Onlara göre kapitalist sistem içinde, en çok ezilen ve yoksulluk çeken sınıf, proletaryaydı. Bu saptamadan hareketle ütopikler, bütün bu kötülüklerden arınmış bir toplum projesi kurgulayarak proletaryanın açlık ve yoksulluktan kurtulacağı bir sistem için planlar, tasarılar ve örgütlenmeler geliştiriyorlardı. Bu projelerde, proletarya kurtarılması gereken bir sınıftı; ama kendi kendini kurtaracak ve kendi kaderini kendi eline alacak bir güce ve potansiyele sahip değildi. Proletarya, kendisi dışındaki sınıfların temiz kalpli üyeleri ve özellikle aydınların çabaları sonucu kurtulabilirdi. Ve böylelikle onların proletarya karşısındaki duyguları acımakla sınırlı kalıyor, çağrılar bütün topluma ve özellikle mülk sahibi sınıfa yöneltiliyor; açıklama, inandırma ve örnek göstermeyle projelerinin bütün toplumsal sınıflarca benimseneceği iyi niyeti korunuyordu.
Bu, proletarya hareketinin henüz yeterince gelişmediği koşullarda anlaşılır bir durumdu. “Eksik kapitalist üretim koşulları ve eksik sınıf koşulları, eksik teorilerle karşılandı. “(Engels, Ütopik Sosyalizm ve Bilimsel Sosyalizm, sf: 70) Proletarya, sınıflar mücadelesi sahnesinde etkin bir güç olarak görünmüyordu ve proletaryanın kurtuluşunun proletarya dışı sınıflara havale edilmesi doğaldı. Onlar proletaryayı iyi niyetle kurtarmak istemişler, ama onun nasıl kurtulacağını ortaya koyamamışlardı.
Bu sorun, Marx ve Engels tarafından çözümlendi ve o güne kadar gelişip son sınırına dayanmış felsefi ve politik teorilerle köklü bir hesaplaşmanın üzerinde inşa edilen bilimsel sosyalizm, proletaryanın gerçek devrimci rolünü ortaya koydu. Yukarıda andığımız Mart 1845 tarihli “Tezler”inde Marx, değiştirici eylemin büyük önemini vurguluyor, bu değişimin öznesi olarak, büyük kahramanlara ve ideolojilere değil, tarihsel-toplumsal eylem içindeki insana vurgu yapıyordu, işçi sınıfının programı olarak dünyaya ilan edilen “Komünist Manifesto”da, proletaryanın kurtuluşunun ancak kendi kollarının eseri olabileceği ilan edildi ve Marx ve Engels, saflarına katıldıkları proletaryayla birlikte bu kurtuluşun gerçekleştirilmesi için teori, politika, örgütlenme ve eylem alanında yaşamlarının sonuna kadar mücadele ettiler. Kapitalizmin temel çelişkisi olarak ortaya konulan üretimin toplumsallığı ile mülk edinmenin özel niteliği arasındaki çelişkinin proletaryanın devrimci eylemiyle çözülmesiyle, kapitalizmin baskısı altındaki bütün sınıflar da kurtulacaktır ve bu bakımdan proletaryanın kurtuluşu, insanlığın kurtuluşudur. Proletarya, sahip olduğu niteliklerle toplumun öncü sınıfıdır ve başka hiçbir sınıf ve tabaka bu öncülük rolünü üstlenemez.
Marx ve Engels tarafından ortaya konan ve 19. Yüzyılın ikinci yarısında işçi hareketinin seyri içinde somutluk kazanan bu düşünceler, Lenin ve Stalin tarafından geliştirildi, proletaryanın önderliği altındaki devrimle yüzyıllar boyunca kökleşmiş Çarlık rejiminin yıkılışıyla pratik örneğine kavuştu.
Marksizm’in klasikleri tarafından ortaya konan ve her Marksist’in kesinkes kavraması gereken, proletaryanın ancak kendi eylemi, atılganlığı ve inisiyatifiyle kurtulabileceği düşüncesi, Marksizm’e açıktan cephe alan akımlarca dudak bükmeyle karşılanırken; Marksizm’i benimsediği iddiasındaki küçük burjuva akımlarca sürekli bozulmuş, tahrif edilmiş ve sonuçta başka sınıfların proletaryaya önderlik etmesi şeklinde içeriklendirilmiştir. Marksizm’in yüksek prestijinden etkilenen küçük burjuva teorisyenler bu düşünceyi sözde kabul ederken gerçekte proletaryayı, önderlik etmesi gereken bir sınıf olarak değil, kendisine önderlik edilmesi gereken sınıf olarak görmüş ve bu bakış açılarını uygulamaya çalışmışlardır. Hangi gerekçeye dayandırılırsa dayandırılsın, bu tutum ve pratiğin gelip dayanacağı yer ütopik sosyalistlerin proletaryanın kurtuluş mücadelesini başka sınıflara bırakan anlayışı olacaktır.
Türkiye ise, uluslararası planda gelişen burjuva önderlik anlayışının geleneksel bir temel bularak geliştiği bir özellik göstermektedir. Önderlik kavramı, Türkiye sol hareketi tarihinde o kadar yanlış ele alınmış ve çarpıtılmıştır ki, bugün bu kavrayış ve pratik, işçi sınıfı hareketinin gelişimi önündeki önemli engellerden biri olma özelliğini korumaktadır. Bu bakımdan bu yazı kapsamı içinde, proletaryanın önder rolü, bu rolü yerine getirmesinin araçları ve proletarya ile parti arasındaki önderlik ilişkisini ele alacağız.

PROLETARYA TOPLUMUN ÖNCÜSÜ
Proletaryanın toplumdaki önder rolü, iradi bir tercih değil; kapitalist sistemin tahlilinden çıkan ve sosyal pratik tarafından doğrulanan objektif bir olgudur. “Bütün devrimlerin ve bütün ezilen sınıflar hareketinin deneyimi, dünya sosyalist hareketinin deneyimi, bize, yalnızca proletaryanın emekçi ve sömürülen nüfusun geri ve dağınık katmanlarını bir araya getirecek ve ardından sürükleyecek durumda olduğunu gösterir.” (Lenin)
O, kapitalist toplumda en devrimci sınıftır. Üretim güçlerinin gelişmesi önündeki başlıca engel olan özel mülkiyeti, hiçbir üretim aracına sahip olmayan bir sınıf olarak ancak proletarya ortadan kaldırabilir. O, bir yandan özel mülkiyetten tecrit edilmiştir, bir yandan da burjuvazinin mülkiyeti altındaki bütün üretim aletlerini çalıştırır ve değer üretir. En basit bir grevle bile, kapitalist işleyişe zarar verebilir.
Proletarya fiziksel bakımdan da sürekli büyüyen, güçlenen bir sınıftır. Kapitalist gelişme, diğer bütün emekçi sınıfları dağıtır ve parçalarken, proletaryayı binler ve on binler halinde birleştirir. Proletarya, birbirinden yalıtık insanların toplamı değildir, bölükler halinde ve kapitalizmin en kritik yerinde örgütlüdür. Çalışma koşulları, proletaryada kolektif davranışı, örgütlenmeyi ve disiplini koşullandırır, yüksek bir sınıf ruhunun temeli olur. Bu koşullar ona bir grevi, büyük bir gösteriyi örgütleme yeteneği kazandırır.
Kapitalizmle çelişkisi olan, parçalanmış, birlikte davranma ve örgütlenme olanak ve alışkanlığı zayıf sınıfların hiçbiri bu özelliklere sahip değildir. Onlar, kapitalizmle çelişseler de, düşünceleri onun etkisi altında şekillenir. Buna karşılık proletarya, bağımsız bir ideolojiye ve onun mücadelesinin her adımında kendisine yol gösteren sınıf partisine sahiptir.
Bütün bu özellikler, proletaryayı emekçi sınıfların önderi durumuna getirmiştir. O, en alttaki sınıf olarak başkalarını sömürme ihtiyacı ve olanağından yoksundur. Kendi kurtuluşunu, ancak bütün sınıfların kurtuluşunun ardından gerçekleştirebilecek yegâne sınıftır.
Nüfus içinde azınlığı oluşturduğu durumlarda bile, emekçi sınıfların çoğunluğunu harekete geçirebilir. Sadece özel mülkiyetin tasfiyesi mücadelesinde değil, demokrasi mücadelesinde, ulusal özgürlük mücadelesinde de önderlik bayrağını taşıyabilecek güç ve potansiyele sahiptir.

PROLETARYA ÖNDERLİĞİ VE PARTİ
Bilimsel sosyalizm bu sonuçlara, bütün tarihe ve modern kapitalist topluma diyalektik yöntemin ışığında projeksiyon tutarak; kapitalist üretimi, onun bağrında gelişen üretim güçlerini ve sınıf ilişkilerini inceleyerek varmıştır. Bilimsel sosyalizm, verili koşullan inceleyerek, maddi öncüllerden hareket ederek proletaryanın büyük tarihsel misyonunu saptamıştır. Tek bilimsel dünya görüşü olan Marksizm, proletaryayı kendi hayallerini gerçekleştirmek için kullanılması gereken bir güç olarak görmemiş, tersine proletaryanın gerçek durumu üzerinden teorisini inşa etmiştir.
Fakat Marksizm’in bu öngörüsünün bir doğal olay zorunluluğuyla kendi kendine gerçekleşebileceğini, işçi sınıfının bu bilince doğal olarak sahip olup hareket ettiğini düşünmek saçma olur. Proletaryanın tarihsel devrimci rolünü yerine getirebilmesi, kendinde varolan bu potansiyel özellikleri dışarıya vurması, kendi eylemi içinde kendi rolünü anlaması ve buna uygun hareket etmesiyle mümkün olabilir.
Ama işçiler bu bilince kendiliklerinden varamazlar. Kuşkusuz onlar, çektikleri acı ve yoksulluğu kendi kendilerine sorgulayabilir, yaşamlarını iyileştirmek için yüksek ücret, daha kısa çalışma saatleri, uygun çalışma ve sağlık koşulları talep edebilir, patronlara karşı harekete geçebilir ve hatta ayaklanabilirler. Bu mücadelede yardımlaşma sandıkları, sendikalar vb. örgütler kurabilirler ve elbette ki bu da bir bilinçlenmeye karşılık gelir. Fakat bu bilinç ancak sendikal bilinçtir. Onlar kendi çabalarıyla, kapitalizmi ortadan kaldırma güç ve yeteneğine sahip özel bir sınıfın mensupları olduklarını, bütün sınıfların kaderlerinin kendilerine bağlandığını, kendilerini ve bütün insanlığı kurtarmak için burjuva egemenlik sistemini yıkarak egemen sınıf olarak örgütlenmeleri gerektiğini kavrayamazlar. Çünkü bu sonuçlar, gündelik hayattan çıplak gözle çıkarılabilecek sonuçlar değildir; ancak bütün toplumsal verilerin bilimsel olarak incelenmesinden çıkarılabilir. Ancak bilimsel teorinin varabileceği sonuçlara, günde 10-15 saatlik ağır ve yorucu bir çalışma içindeki ve çoğunlukla eğitim görme olanağına sahip olmamış işçiler kendi hayatlarından yaramazlar. Elbette teoriye işçilerin de katkısı olmuştur ama bu ender işçi teorisyenler işçi oldukları için değil, teoriyle uğraştıkları için, teorisyen olarak bilimsel sonuçlara varmışlardır.
Teori, işçi hareketinin dışında inşa edilmiştir ve işçiler ekonomik bilinç kazandıkları gibi siyasal bilinç sahibi olamazlar. İşçi sınıfının kendi gerçek rolünü kavrayabilmesi için, proletaryanın saflarına katılmazdan önce kendileri de birer burjuva ‘aydını olan Marx ve Engels’in inşa ettiği bilimsel sosyalist teorinin sınıfa mal edilmesi ve böylelikle onun gerçek rolünün bilincinde “kendisi için” bir sınıf olarak mücadele etmesinin sağlanması gerekir.
Bu nasıl gerçekleştirilecektir? Bunu kim gerçekleştirecektir?
Bu soruyu, konumuzla ilgili olduğu kadarıyla yanıtlamaya çalışırsak:
Bilimsel sosyalist teori, işçi hareketinin dışında inşa edilmiştir. İlk adım, teorinin işçi sınıfına taşınması olacaktır. Bu, aydınların bu teoriyi basitçe işçilere iletmesi olarak anlaşılmamalıdır. Zaten burjuva dünyaya hapsedilmiş ve bu bakımdan burjuva bir tarzda “eğitilmiş” işçiler, birkaç aydının çabasıyla bu teoriyi kavrayamaz. Asıl önemli olan, işçi sınıfının ufkunun, dar, gündelik ekonomik çıkarlardan devlet ile bütün sınıflar alanına genişletilmesi, onun politika alanına çekilmesi ve böylelikle kendisinin kapitalizmi yıkma gücüne sahip yegâne sınıf olduğunu politik mücadele alanında bilince çıkarmasının sağlanmasıdır. Sınıflar arasındaki mücadelenin en kristalize alanı, politik mücadele alanıdır. Bu alan, “bütün sınıf ve tabakaların devletle ve hükümetle ilişkisi alanı, bütün sınıflar arasındaki karşılıklı ilişkiler alanıdır.”(Lenin, Ne Yapmalı? sf:100) Ve sınıf mücadelesinin kaderini politik mücadele tayin eder. Politik mücadele, iktidar mücadelesidir.
Demek ki, işçi sınıfının kendi gerçek devrimci rolünün bilincine varması, sosyalist teorinin proletarya saflarında maddi bir güç olması ve proletaryanın başka bir sınıfın (burjuvazinin) karşısına kendi sınıf egemenliği talebiyle çıkmasıyla mümkündür. Bu ise, sosyalist teori ile işçi hareketinin birliğinin ifadesinden başka bir şey olmayan işçi sınıfının partisi tarafından mümkün kılınabilir.
İşçi sınıfı, politik mücadeleyi ancak kendi örgüt biçimlerinin en yükseğini temsil eden, burjuvaziye karşı savaşında kendisine yol gösteren öncü örgütü yardımıyla verebilir. Bu, işçi sınıfının örgütlü öncü müfrezesi, devrimci komünist partisidir. Parti, “yalnızca belirli bir işverenler grubuyla değil, modern toplumun bütün sınıflarıyla ve örgütlenmiş bir siyasal güç olarak devletle de ilişkide işçi sınıfını temsil eder.” (age, sf: 74)
İşçi sınıfının en ileri unsurlarını saflarında toplayan parti, proletaryanın programı ve stratejik hedeflerine uygun olarak, proletaryanın güçlerini mevzilendirir, sınıfı kitle örgütlerinin yardımıyla birleştirir, sınıfın değişik mücadelelerini politik mücadeleye bağlar. Böyle bir parti olmaksızın, proletarya hareketi gerçek politik bir hareket olamaz. “… mücadele, güçlü bir devrimciler örgütü tarafından yönetilmediği sürece proletaryanın kendiliğinden mücadelesi hiçbir zaman onun gerçek ‘sınıf mücadelesi’ haline gelmeyecektir. “(Ne Yapmalı? sf. 16)
Partinin faaliyetinin özü, işçi sınıfı hareketinin gerçek sosyalist siyasal hareket düzeyine yükseltilmesi, “kendiliğinden” bir seyir içindeki sınıf hareketinin “kendisi için” harekete dönüştürülmesi için mücadele olarak özetlenebilir.
Proletaryanın, toplumun diğer ezilen sınıflarına önderliğini, ancak parti aracılığıyla, onun yardım ve yönlendirmesi yoluyla gerçekleştirebileceği gerçeği, önderlik kavramının bozulmasının da çıkış noktası olmuştur. Partinin, proletaryayı temsili, burjuva önderlik anlayışı çerçevesinde yorumlanmış ve gerçekte işçi sınıfının bilinçli bir parçası olan parti, sınıfın dışında bir yere yerleştirmiş, burjuva partilerle yığınlar arasındaki ilişki biçimi, “sınıf partisi” olarak payelendirilen aydın, küçük burjuva örgütlerle sınıf arasındaki ilişkiye taşınmak istenmiştir. Sonuçta Leninizm’le hiçbir ilişkisi bulunmayan bir “önderlik” anlayışı türemiştir. Ülkemizde ise, bu daha bir bulandırılmış, açıkça küçük burjuva sınıfların önderliği teorileştirilmiş, parti, sınıfın dışında bürokratik bir kast olarak görülmüş ve “önderlik” kavramı tamamen burjuva bir içeriğe kavuşturulmuştur.

ÜST TABAKA “DEVRİMCİLİĞİ”
Türkiye’de önderlik kavramının, üzerinde konuşulan konu proletarya önderliği de olsa, burjuva önderlik kavramı çerçevesinde kalarak pratikte sınıfın iradesi yerine sınıf dışı “seçkin” tabakaların iradesinin ve sınıf üzerindeki bürokratik egemenliğinin geçirilmesinin iki dayanağından söz etmeliyiz. Bunlardan biri, halkı harekete geçirme iddiasındaki politik grup ve aydın çevrelerinin içine nüfuz etmiş ve kökleri Osmanlı dönemine kadar uzanan üst tabaka “devrimciliği” anlayışı, diğeri, 50’li yılların ikinci yarısından itibaren dünya işçi hareketine hakim olan revizyonist önderlik anlayışıdır.
19. yüzyıldan başlayarak Osmanlı yönetimine muhalefet eden aydınlar, bu muhalefetin hedefini “batılılaşmak” olarak belirlerken, istibdadın zulmü altında yoksulluktan kıvranan emekçilere muhalefet unsuru olma değeri biçmemişlerdir. Tarihte önemli başkaldırılarla kendilerini ortaya koymuş köylü ve esnaf hareketi, Osmanlı-Türk aydını için önemsenecek bir muhalefet odağı olarak görülmezken, “demokrasi yanlısı” batı devletlerinin elçilikleri bu muhalefet hareketinin doğal müttefiki sayılmıştır. Öte yandan saray içindeki çelişkiler, “ilerici” sadrazamlar ve paşalar muhalefet hareketinin potansiyel unsurları sayılmış, sultanın reformlara ikna edilmesi ya da etkili paşaların muhalefet hareketine kazanılmasını çok önemsemişlerdir. “Halk” ise, sebep olduğu karışıklıkla, üst tabaka aydın muhalefetinin ve onların darbeci girişimlerinin haklılığını gözler önüne seren meşruiyet vesilesi sayılmıştır.
Gerek 1908’de, gerekse 1918-23’te işçi sınıfı cılız varlığına rağmen ciddi bir kaynaşma içindeyken, muhalefet örgütleri gözlerini yukarı sınıfın muhalif kesimlerine çevirmişlerdir. Jön Türk Devrimi, bir halk devrimi olma özelliği kazanamamış, Anadolu’da kendiliğinden mayalanan anti-emperyalist direnişin üzerine oturan Kurtuluş Savaşı, emekçi sınıfların inisiyatiflerinin baskılandığı, savaşın esas insan gücünü oluşturan emekçilerin kendi taleplerini etkin olarak dile getiremedikleri bir “üst tabaka” devrimi olarak sonuçlanmıştır. Kemalizm’in ideolojisi, halka bakışı ve tutumu, “komünist” ya da “sosyalist” adıyla ortaya çıkan muhalefetin şekillenişi üzerinde çok etkili olmuştur. Kemalizm’in “devrim” adını verdiği biçimsel burjuva önlemlerden, tepeden ve halka zorla kabul ettirilerek gerçekleştirilen reformlardan kendilerince bir ders çıkaran sol aydınlar; cahil halkın, onun katılımı olmadan da kurtarılabileceği düşüncesine pratik bir dayanaktı. “Halka rağmen, halk için” anlayışı “sol” adına yola çıkan grupların da temel düsturu haline gelmiştir.
Şefik Hüsnü döneminden başlayarak TKP, hiçbir zaman emekçi sınıflardaki devrimci potansiyelin gerçek önemini görememiş; bir yandan Kemalist rejim karşısında boş beklentilerle oyalanırken öte yandan burjuvazinin farklı kliklerinin şahsında “ilericilik” keşfetmeye, onlara dayanmaya çalışmıştır.
“Geçmişten Bugüne Türkiye Sol Hareketi” üst başlığıyla dergimizde yayınlanan yazılarımız, bu muhalefet anlayışının özellikleri hakkında yeterince veri sunmaktadır. Bu yazılardan, “sol”u oluşturan bütün kanatların 1960 27 Mayıs Darbesi’ni nasıl hararetle desteklediklerini, ama “yarım kalan” ya da “sonradan amacından saptırılan” devrimi tamamlamak için “asker-sivil aydın zümre” kavramı etrafında “halkı kurtaracak bir ordu darbesi” için nasıl çırpındıkları hatırlanacaktır. 12 Mart Darbesi’ne kadar, gerek YÖN-MDD hareketi olsun, gerek Kıvılcımlı ve bir ölçüye kadar THKP-C, ordu kademelerinde gerçekleştirilecek bir darbeye umut bağlamış, “ordunun devrimci geleneği” türünden teoriler icat edilmiştir. Marksist olduklarını sürekli yineleyen bu çevreler, Marksizm’in devrim-devlet teorisini inceleyip kendi pratiklerini gözden geçirmek yerine, teoriyi darbeci pratiklerine uydurmuşlar ve “Türkiye’nin orijinalitesi” çekincesiyle Marksizm’in ilkelerini açıkça çiğnemişlerdir.
Eklemek gerekir ki, Kemalist gelenekten süzülüp gelen bu üst tabaka “devrimciliği” anlayışı, 1960’Iı yıllarda dünya işçi hareketi üzerinde tekel kurmuş olan modern revizyonizmin şahsında güçlü bir dayanak bulmuştur. SSCB’de devlete ve partiye egemen hale geldikten sonra bu kurumları dev bir bürokratik aygıta dönüştüren modern revizyonizm; dünyanın diğer ülkelerindeki ulusal ve sosyal kurtuluş hareketlerini, nüfuz alanlarını genişletmenin aracı işlevi gördükleri ölçüde desteklemiş, Asya ve Afrika’da burjuva-feodal egemenlik koşulları aynı kalmak üzere gerçekleştirilen askeri darbelere sıcak bakmış, açıkça darbe örgütlemiş ve “ilerici askeri darbeler” kavramıyla teorize etmiştir. Bir “sosyalist” ülke, açıkça darbe örgütlüyorsa, mazlum ülkelerin devrimcileri neden bu türden teşebbüslerin içinde olmasın!
Şimdi, yazımızın başında sözünü ettiğimiz ütopik sosyalistleri yeniden anmamız gerekiyor: Proletarya, yoksul ve acı çeken bir sınıftır ve kendi kendisini kurtaracak bir hareket geliştiremez; kurtarılmalıdır. Türkiye “sol” hareketi de, emekçi yığınlarda bir devrim potansiyeli göremiyor. “Halk” kurtarılması ve “milletin efendisi” haline getirilmesi gereken bilinçsiz bir kalabalık olarak görülmüş, halkın kendisini kurtarması için onun bilinçli ve örgütlü kılınması yerine, halkı kurtarmak için burjuva egemenlik sisteminin silahlı tahkimi rolünü üstlenmiş ordudan medet umulmuştur. Ütopik sosyalistler, “eksik gelişmiş” koşullarda, bütün iyi niyetleriyle proletaryayı acılarından, sıkıntılarından kurtarmayı düşleyerek, bilimsel sosyalizmin önceli oldukları için ilerici bir konumdaydılar. Kendi gerici pratiklerini “önderlik” olarak teorize eden gruplar ise Marksizm’in en temel tezlerini tahrifata uğratarak, küçük burjuva düşünce ve pratikleriyle sınıf hareketinin gelişmesinin bağı işlevi gördükleri için, apaçık gericidirler. Anlayışlarının temelinde, proletaryaya ve halka inançsızlık vardır.
Bu üst tabaka “devrimciliği” anlayışı, bugünkü Türkiye pratiği bakımından da hâlâ üstesinden gelinmesi kesinkes gereken bir anlayıştır. Bu geleneğe yaslanan küçük burjuva “önderlik” anlayışı, belki biraz daha inceltilmiş olarak, ama sınıf hareketini geriletici, inisiyatifsizleştirici bir engel olarak değişik biçimlerde teoride, çalışma tarzında ve örgütlenmede tezahür etmektedir. Marksizm’in proletarya hareketine yaklaşım tarzı iğdiş edilmekte, Leninist ilkeler kabalaştırılıp çarpıtılmakta ve sonuçta karşımıza “küçük burjuvaca soysuzlaştırılmış” bir önderlik kavramı ve önderlik anlayışı çıkarılmaktadır.

KÜÇÜK BURJUVA ÖNDERLİĞİNİN TEORİK GEREKÇELENDİRİLMESİ:
“İDEOLOJİK ÖNDERLİK” VE “ÖNCÜ SAVAŞI” TEORİSİ

Türkiye’de bugün de birçok grup tarafından proletaryanın önder rolünün teorik düzeyde inkâr edildiği, proletaryanın önderlik rolünün bir aydın grubuna devredildiği bir gerçektir. 60’ların sonları ile 70’li yılların ilk yarısında devrimci gençlik hareketini derinden etkileyen Latin Amerika’nın küçük burjuva devrimlerinin, yanı sıra Çin’in devrimci pratiğinin etkisi altında, bu devrimlerin deneylerinin teorileştirilmesi yoluyla, proletarya önderliği farklı gerekçelerle reddedildi. Burjuvazi tarafından uyuşturulmuş kitlelerin proletarya adına davranan bir grup seçkin devrimci tarafından başlatılacak silahlı eylemlerle harekete geçirilebileceği, küçük bir motorun büyük bir motoru çalıştırması gibi, öncü savaşçıların silahla giriştikleri propaganda yoluyla, burjuva düzenin yıkılmazlığı fikrinin iflas edeceği düşüncesiyle bir avuç aydının iradesi, proletaryanın iradesinin yerine ikame ediliyor ve böylelikle kaba bir volontarizmle, proletaryanın önderliği, silahlı bir grubun önderliğine indirgeniyordu.
Diğer bir kaynak ise Mao Zedung düşüncesinde somutlanmaktadır. Mao tarafından formülleştirilen ve Türkiye’de esas olarak İbrahim Kaypakkaya ve TKP/ML tarafından daha da kabalaştırılan görüşe göre demokratik devrim aşamasındaki yarı-sömürge, yarı-feodal ülkelerde devrim, esas olarak bir köylü devrimidir. Proletarya, gelişmemiştir. Bir yandan devrimin bir köylü devrimi olması, diğer yandan proletaryanın azgelişmişliği nedeniyle devrimin esas alanı kırlardır, temel güç köylülüktür. Böyle bir köylü devrimine proletarya “ideolojik önderlik” yoluyla damgasını vurabilecektir.
Bu her iki anlayışın da köklü bir eleştirisi, devrimci komünist yayınlar tarafından daha önce gerçekleştirilmiştir. Şu kadarla yetinelim ki; önderlik ideolojik değil, sınıfsal bir olgudur. Proletaryanın kitle olarak içinde yer almadığı, eylemiyle ileri sürüklemediği hiçbir hareket onun damgasını taşıyamaz.
Eklemek gerekir ki, lafızda ne kadar işçi hareketinden söz ederse etsin, kendiliğinden işçi hareketinin tek yanlı teorileştirilmesine dayanan, hareketin kuyruğuna takılan kendiliğindenci akımlar da, sosyalist politikayı kendiliğindenliğe daraltmak yoluyla, politik alanı burjuvazinin tekelinde görmektedirler. Bayraktarlığını Perinçek ve partisinin yaptığı bu anlayış politik mücadele kavramının içeriğini boşaltmakta, sendikal-parlamentarist (burjuva) politikayı gerçek sınıf politikası olarak göstermeye çalışmaktadır. Bu da başka bir noktadan yola çıkarak önderliğin burjuvaziye bırakılması sonucuna varmaktadır.
Kendiliğinden hareketin yüceltilmesi ve dalkavukça bir yaltaklanma tutumu, sınıfın burjuva dünya görüşüne mahkûm edilmesidir. Çünkü işçi sınıfı, kendi sınıf sezgileriyle içinde yaşadığı toplumun kötülüklerini görebilir, bunun sonuçlarına karşı ayaklanmaya varan eylemlere girişebilir ama sadece kendi tecrübesiyle, kendisinin modern kapitalist toplumdaki gerçek yerini ve egemen sınıf olarak örgütlenme bilincini edinemez. Sosyalist bilinç, işçi hareketi içinde kendiliğinden fışkırmaz. Onun bu bilinci edineceği ve devrimci ideolojiyle tanışacağı biricik alan politika alanıdır. Bu bakımdan, kendiliğinden hareketi, ekonomik ya da ekonomik talepleri çıkış noktası haline getiren kısmi politik talepleri öne süren hareketi kendi kendine yeter kabul etmek, işçi sınıfı üzerindeki burjuva etkiyi kabullenmek anlamı taşır.
Uluslararası planda kısa sayılmayacak bir geçmişi bulunan, Türkiye’de ise, ancak 12 Eylül yenilgisinin moral bozucu koşullarında gündeme giren ve kısaca bilimsel-teknolojik devrimin, proletarya ile diğer emekçi sınıflar arasındaki ayrımı sildiği, “çalışanlar” kavramıyla bütün emekçilerin eşitlendiklerini ileri süren görüşe göre, “proletarya” diyebileceğimiz özel bir sınıf yoktur. Ama bu görüş sahipleri, proletarya şahsında kaybettikleri bu devrimci sınıfı küçük burjuvazide, memurlarda keşfetmektedirler. Sonuçta da, küçük burjuvazinin şahsında “genç ve dinamik” bir sınıfın önderliği teorileştirilmektedir.
İster “ideolojik önderlik” adına proletaryanın önderlik rolü ve iradesi bir aydın grubunun eline verilsin, ister işçi hareketinin kendiliğinden hareketinin düzeni yıkacak bilince varacağı söylensin, varılan yer, işçi sınıfının devrimci rolünü inkâr ve bu rolün proletarya dışındaki tabakalara verilmesidir.

KÜÇÜK BURJUVA ÖNDERLİK ANLAYIŞININ PRATİK GÖRÜNÜMLERİ
Proletarya önderliği adına proletarya dışındaki tabakaların proleter kitlelere sosyalizm adına dayatılmasının teorileştirilmesine kadar varan bu yozlaşmış anlayış, pratiğe çok çarpıcı biçimde yansıyor. Teoride, ideolojik önderlik anlayışını reddettiğini, proletaryanın önder sınıf olduğunu iddia eden birçok grubun pratiğinde Leninizm dışı önderlik anlayışının bütün belirtilerini görmek olası.
Birçok küçük burjuva grup, önderliği; sınıfın üzerinde yer alan özel bir “devrimci” tabakanın, sınıf adına kararlar alması ve bunları, sınıf üzerinde etkisi olduğu düşünülen kişiler eliyle sınıfa kabul ettirmesi olarak görüyor ve uyguluyor. Sınıfa önderlik etmeyi, çeşitli sınıf örgütlerindeki bürokratların “karalanması” yoluyla gerçekleştirmeye çalışıyorlar. Önderlik çalışması, bürokrasinin örgütlenmesi ve bu yolla harekete hâkim olmak anlamına geliyor.
Bu “önderlik” anlayışının en kristalize örneği, Dev-Yol’un pratiğinde rahatça görülebilir. Dev-Yol, bugün işçi sınıfı ve kamu çalışanları üzerinde etki kurmanın başlıca yolu olarak bu alanlarda örgütlenmiş sendikaların yönetimindeki insanları etkilemeyi görüyor. En az Türk-İş kadar kökleşmiş bir bürokrasi geleneğine sahip olan DİSK’in yönetiminde söz sahibi olmak, kazanılmış bürokratlar eliyle sınıf hareketine “önderlik” etmek, Dev-Yol’un emekçi sınıflar içindeki çalışmasının esasını oluşturuyor. Doğaldır ki, bu durumda her fabrika değil, ama her sendika bürosu Dev-Yol’un kalesi olacaktır, tabii olabilirse. Dev-Yol’un ve diğer birçok “sosyalist” grubun, DİSK’in yeniden açılışı karşısında kapıldıkları heyecanın bir nedeni de, DİSK bürokrasisine yaslanarak sınıf içinde varolma, bürokrasi eliyle sınıf üzerinde etki yaratma hesabıdır.
İşçi sınıfı dışındaki aydın ve yarı aydın tabakanın “sosyalist” parti adıyla örgütlenmesi ve bunların sınıfa “önderlik” olarak, sınıfı “temsil” işleviyle payelendirilmesi de aynı tarzda bir önderliktir. Gerçekte bu, işçi aristokrasisi, sendika bürokrasisi, aydın tabakadan oluşan küçük burjuvazinin önderliğinin proletaryaya dayatılmasıdır. Fiziki varlıkları son bulmakla birlikte TKP ve TİP’in oluşturduğu ve günümüz küçük burjuva akımlarınca yaşatılan bu anlayış, parlamenter sendikalist bir çalışmayı temel alırken işçilerin bu bürokratik aygıtı izlemesini öngörür. İşçi sınıfı, politik mücadele alanına çekilmez; işçi sınıfının alanı, gündelik sendikal mücadele alanıdır. Politika alanı, teorik mücadele alanı özel bir bileşime sahip “seçkin” bir tabakanın işidir!
Bugün sendikal hareket üzerinde bürokratik bir tekele sahip Türk-İş, DİSK ve Hak-İş gibi sendika konfederasyonları, işçinin eğilimini, onun taleplerini hiçe sayan bürokratik bir yönetim aygıtına sahiptir. Gerçekte sayısı 2 milyonu geçen sendikalı işçi, bizzat bu dev bürokratik aygıtlar tarafından inisiyatifsizleştirilip örgütsüzleştirilmektedir. Sınıf içinde burjuva partinin fraksiyonu olma rolü oynayan, işçileri kendi öz örgütlerine yabancılaştıran bu yapılar, işçileri burjuva tarzda alıklaştırarak, inisiyatifsizleştirerek, yönetimi sadece yüksek sendika bürokrasisinin özel işi olarak ele alarak “önderlik” görevini yerine getirmektedirler. Kararlar hep işçilerin dışında alınır, sözleşme görüşmeleri, gizli bir diplomasinin konusu haline getirilir. Türkiye’de son yıllarda gelişen başlıca büyük işçi eylemleri, inisiyatifin sendika ağalarına terk edilmesi, işçilerin içinde yer aldıkları eylemin gidişatı hakkında karar verememesi ve abartılmış bir güvenle davranması sonucunda, bütün görkemine rağmen sendika ağalarıyla hükümet yetkilileri arasındaki pazarlıkla bitirilebilmiştir. Zonguldak direnişi, bunun çarpıcı örneği olarak bugün de bütün sıcaklığıyla anılardadır. Onlarca yıl boyunca “devrimci” adını taşıyan bir sendikanın da yardımıyla sınıf içinde kökleştirilen, yönetimi yüksek sendika yöneticilerine bırakan bu anlayışın yıkılması, işçi hareketinin kendisini prangalayan bu engellerden kurtularak kendi dinamizmi, yaratıcılığı ve girişkenliğiyle davranabilmesi için olmazsa olmaz bir yakıcılığa sahiptir.
Fakat bunun kadar, Türk-İş’in ve diğer sendika bürokrasisinin işlevini sosyalistçe üstlenmeye aday ve işçilerin kendi kendilerini yönetmesinin önüne “sosyalist” tarzda barikat kuran burjuva sosyalizminin önderlik anlayışının etkilerinin ortadan kaldırılması da vazgeçilmezdir. Çünkü bu akımlar, Türk-İş bürokrasisine karşı mücadeleyi kötü yöneticilerin yerlerini iyilerine bırakması, denebilir ki kötü bürokrasinin yerine iyi bürokrasinin ikame edilmesiyle sınırlamaktadırlar. Yöneticiler değişecek, bürokratik aygıt el değiştirerek varlığını koruyacaktır.
Bunun Leninist önderlik anlayışıyla uzaktan yakından bir ilgisi yoktur.

BURJUVA ÖNDERLİK PROLETER ÖNDERLİK

Burjuva önderlik ile proleter önderlik arasındaki fark, yalnızca önderlerin nitelikleriyle sınırlı bir fark değildir. Bu fark, farktan da çok öte bir anlama sahip karşıtlık, önderlerin niteliklerini aşan özellikler taşır ve önderlerin niteliklerinden bağımsız olarak önderlik anlayışında somutlanır. Yani bu fark, Marx’ın demokratik yapıda sosyalist bir şahsiyet olması ile Bismark’ın antidemokratik bir burjuva olması arasındaki farklılığa indirgenemez. Kuşku yok ki, iki düşman sınıfın bu iki önderi, isimleri yan yana anılamayacak kadar birbirinden farklıdır. Ama esas farklılık, bunların şahsında cisimlenmiş gözüken iki farklı dünyanın önderlik anlayışıdır.
Burjuvazinin dünyası, yöneten ile yönetilen arasındaki farkın kesin çizgilerle belirlendiği, yönetim aygıtının profesyonel bir azınlığın tekelinde bulunduğu ve yönetmenin özel ve ayrıcalıklı bir iş olduğu bir dünyadır. Halkın yönetime katılması, sahte ve ikiyüzlü bir propagandadan başka bir anlam taşımaz. Bu dünyada emekçiler, seçimden seçime önlerine konan sandığa oy pusulası atarak “yönetime katılmış” olurlar.
Proletarya ise, bütün sınıf farklılıklarını olduğu gibi, yöneten-yönetilen bölünmesini ortadan kaldırmayı kendine nihai amaç edinmiş bir sınıftır. Yönetilen-yöneten ilişkisinin yok edilmesi, burjuva yönetim aygıtının yerini bir kaos ortamına terk etmesi değildir. Proletaryanın bir sınıf olarak yönetime katılması, Lenin’in deyimiyle basit bir temizlikçi kadının devlet yönetimine katılmasıyla başlayan sürecin, yönetenlerin, aynı zamanda yönetildiği ve yönetilenlerin yönetebilir seviyeye geldiği ve böylece yönetmenin bir iş olmaktan çıktığı yerde noktalanacak, yönetmek ve önderlik gibi kavramlar da gereksizleşerek ortadan kalkacaktır. Proletarya bu özelliklerini bir çırpıda kazanamaz. Kapitalizme karşı verdiği savaş içerisinde, basit ekonomik grevlerden uzun süreli direnişlere, genel greve ve ayaklanmaya kadar bir dizi mücadelede kendi kendini ve bütün bir toplumu yönetme yeteneğini geliştirir. Mücadelesiyle toplumun bütün sınıflarına önderlik eder.
Fakat proletaryanın burjuvaziye karşı savaşı, devletlerarası savaşlarla kıyaslanmayacak ölçüde karmaşık, inişli çıkışlı bir savaştır ve bu savaş, ancak savaşın bütün bilgisine sahip, bütün karmaşık durumlarda tereddütsüz karar verebilen, uygun anda saldırmayı, şartlar dayattığında geri çekilmeyi bilen profesyonel bir savaş örgütünü, örgütlü bir öncü müfrezeyi gerektirir. Böyle bir örgütü zorunlu kılan şey, proletaryanın öncü kesimi ile geniş yığınları arasındaki bilinç farklılığıdır. Proletaryanın ana kitlesi öncünün seviyesine gelinceye dek öncüye ihtiyaç olacaktır. Önderlik, ancak “özel liderlerin çıkmasını gereksiz kılmak”la (Lenin, “Halkın Dostları” Kimlerdir, sf:195), herkesin kendi kendisine önderlik edebileceği koşulların yaratılmasıyla ortadan kaldırılabilir.
Bu bakımdan, işçi sınıfının örgütlü ve öncü nitelikli bir parçası olan devrimci komünist partinin sınıfın geniş yığınlarıyla ilişkisini önderlik kavramıyla ifade edebiliriz. Fakat bu kavramın, partinin, kendisini sınıfın yerine koyması, sınıfın eyleminin yerine öncünün eylemi ve iradesinin geçirilmesi gibi bir içeriği yoktur. Bu kavram ancak, sınıfın bütün bir toplumu ve kendisini yönetebilir hale gelmesine yardım etmek anlamında kullanılabilir. Unutulmamalıdır ki, devrimin önderi proletaryadır ve ona önderlik edecek özel bir tabaka yoktur, olamaz. Sınıfın partisinin (azınlık olduğu unutulmamalıdır) sınıf adına; onun eylemi ve inisiyatifi dışında davranmak gibi bir tutumu olamaz. Onun rolü, önderlik işlevi, sınıfın kendi kaderini kendi eline almasına yardım etmektir. Lenin, halkın iradesinin yerine bir avuç eylemcinin silahlı eylemini ve iradesini geçiren Narodnikler’le polemik amacıyla kaleme aldığı “Halkın Dostları” Kimlerdir? adlı eserinde Narodnikler’in yığınların iradesinin yerine bir aydın grubunun iradesini geçirmelerine karşı, parti ile sınıf arasındaki ilişkiyi ifade etmek için ısrarla “yardım” kavramını kullanır. Lenin, “devrimci sınıfa, bütün emekçi insanlığı sömürücülerden kurtarmak için verdiği savaşta yardımcı olmak” ifadesiyle bu durumu açıklar.
Şu halde işçi sınıfı partisinin görevi, sınıfın kendi kendisini ve bütün toplumu yönetebilir kılınmasına yardım etmektir. Parti, sınıfa ideolojik, politik ve örgütsel yardım yoluyla sınıfın “kendisi için” bir bilinç evresine ulaşmasını ve bilinçle davranmasını sağlamayı hedefler. Bu ilişki, sınıfın artık yardıma ihtiyaç duymadığı, partinin de gereksizleştiği sınıfsız topluma kadar evrimleşerek devam eder. Onun, sınıfa önderliği, kısaca “yardım” kavramıyla ifade edilebilir. Türkiye Devrimci Komünist Partisi, sınıf hareketinin “kendiliğinden” bir hareket olmaktan “kendisi için” bir hareket düzeyine yükseltmek için yürüttüğü ve “TDKP Röportajında aktüel-pratik yönleriyle de ayrıntılandırdığı çalışmasını “yardım” kavramıyla ifade ediyor. Bu kavram, kimilerine, partinin, sınıf hareketinin dışında durarak onunla birlikte mücadele etmeyi değil, ona dışardan yardım etmeyi tercih ettiği gibi görünebilir. Gerçekten de sınıf hareketine dışardan bakan (ama tepeden) ve sınırlı yardımlarını “esirgemeyen” (şöyle olmalı, şu yapılmalı…) böyleleri vardır. Ama burada kullanılan kavramın böyle bir içeriği yoktur.
Bu kavrama özellikle vurgu yapılmasının nedeni, partinin proletaryaya önderliğinin içeriğine dikkat çekmek, önderlik kavramının sınıftan kopuk özel bir tabakanın sınıf adına davranma hakkı olmadığına işaret etmektir. Bu kavramın hiç bir şekilde, proletaryanın öndersiz de savaşabileceği gibi bir içeriği yoktur.
Önderlik gibi bir kurumun “gereksizleştiği bütün sınıfın öncü seviyesine vardığı döneme kadar sınıfın en ileri kesimlerinin içinde örgütlendikleri parti, öncülük görevini sürdürecektir. Çünkü “… Profesyonel olarak eğitilmiş, uzun deneylerden geçmiş ve tam bir uyum içinde çalışan ‘bir düzine’ denenmiş ve yetenekli liderler olmadan (ve yetenekli kişiler yüzlerle doğmaz) modern toplumda hiçbir sınıfın kararlı bir mücadeleye girişemeyeceği” anlaşılır bir durumdur. (Lenin, Ne Yapmalı? sf:150)
Ama burada tartışılan konu, işçi sınıfının özel bir profesyonel önderler örgütüne ihtiyacı olup olmadığı değil, bu örgütün önderlik görevini nasıl yerine getireceğidir. Parti, yönetici rolünü bütün bir sınıfın eyleminin, yaratıcılığının ve inisiyatifinin bastırılması yoluyla değil, aksine sınıfın bütün bu potansiyel özelliklerinin hayat bulmasına imkân verecek tarzda yapmalıdır. Daha önce de ifade edildiği gibi, parti işçi sınıfının bir parçasıdır. Sınıfla canlı bağlara sahiptir, temel örgütleri doğrudan sınıfın içindedir ve kendisi de esas olarak işçi sınıfı içinde mevzilenmiş örgütlerin toplamından ibarettir. Bu bakımdan partinin sınıfa önderliği sınıf dışındaki bir grubun önderliği değil, sınıfın uyanık öncü kesiminin sınıfa, verdiği mücadelenin her adımında yardım etmesidir. Yine de parti, kendini sınıfın yerine koyamaz. Sınıf mücadelesi, burjuva devlet ile parti arasındaki bir mücadele değil, burjuvazi ile proletarya arasındaki bir mücadeledir. Çok kullanılan bir ifadeyle, devrim, bir grubun, bir öncünün değil, doğrudan kitlelerin eseridir.
Parti ile sınıf arasındaki ilişki, partinin aldığı kararların ve yönergelerin sınıfa aktarılmasından ibaret tek yanlı bir ilişki değil, partinin teorinin sonuçlarını bütün sınıfa aktardığı ama sınıfın eyleminden, yaratıcılığından öğrendiği karşılıklı diyalektik bir ilişkidir. 60. sayımızda yayınlanan “Kitle Hareketi ve Mücadele Biçimleri” yazısı, partinin sınıfın yarattığı eylem ve örgüt biçimlerinin deneylerini nasıl genelleştirerek teorileştirdiği açıklanmaya çalışılmıştı. Söylenmek istenen şudur ki, parti sadece teorinin sonuçlarını sınıfa iletmekle yetinmez, sınıftan öğrenir de.
Proletaryanın iktidarı alarak egemen sınıf olarak örgütlenmesi, o güne kadar burjuvazinin hâkim olduğu devlet makinesinin proletaryanın eline geçmesi değildir. Basitçe devlet aygıtı, birçok bakımdan korunsa bile, diktatörlük, Sovyetler halinde örgütlenmiş milyonlarca ve milyonlarca proleter tarafından uygulanır ve proletarya diktatörlüğü de özüne Sovyet örgütlenmesiyle kavuşur. Bu burjuvazinin özel bir bürokrasiye dayanarak gerçekleştirdiği yönetim anlayışının dipten doruğa yıkılması tamamen farklı bir yönetim anlayışıyla içeriklendirilmesidir. İktidar savaşı veren burjuvazi, iktidarı aldığı günün sabahı kendisiyle birlikte bu mücadeleye katılmış sınıfları, geniş halk yığınlarını silahsızlandırırken, proletarya, ayaklanma organlarını kendi sınıf egemenliğinin temeli halinde yeniden örgütler.
Sınıfın çok çeşitli ve değişik düzeyde örgütü ve sınıf olarak girdiği mücadelelerde ortaya koyduğu sınıf tavrıyla davranabildiği ölçüde kendisini ve bütün toplumu yönetmeyi başaracaktır. Sınıfın bağımsız iradesi ve eyleminin karşısına çıkarılan küçük burjuva, bürokratik “önderlikler” burjuvazinin yönetim ve önderlik anlayışını devralmakta, onları sosyalist argümanları kullanarak, “sosyalist tarzda” uyuşturmaya, inisiyatifini kırmaya, yeteneklerinin gelişmesini engellemeye çalışmakta, böylelikle burjuva önderlik anlayışını proletarya saflarına taşımaktadırlar.
Devrimci komünist hareketin belgelere de yansıyan tecrübesi göstermiştir ki; kökleşmiş bürokrasiye, gelenekselleşmiş küçük burjuva önderlik anlayışının sınıf hareketindeki güçlü etkilerine karşın, sınıfın mücadele eden, uyanan kesimleri bağımsız tavır geliştirebilmekte, sadece aydınların anlayabileceği sanılan teorik mücadelenin içeriğini ve anlamını kavramakta, siyasal ajitasyona açık olduklarını göstermektedirler. Sorun, önderliğin sınıf üzerinde bir aydın kastı olduğu anlayışının pratik olarak da kırılması, teorinin ve politikanın entelektüel bir gevezelik olmaktan çıkarılarak sınıfın gündelik sorunlarıyla içice canlı ve sürekli bir faaliyet olarak ele alına-bilmesindedir. Devrimci komünizmin, sınıf içinde yürütülen devrimci çalışmanın deneyleri üzerinde ortaya koyduğu ve yaşama geçirmekte ısrarlı olduğu bu anlayışın yaşam bulması ve sınıf içinde bir gelenek olarak pekişmesinin bütün koşulları vardır.

Aralık 1993

Yorumlar kapatıldı.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑