İnsanların, tarihin bir ilerleme olduğunu fark ettiklerinden bu yana her egemen sınıf kendi toplumsal düzeninin ebedi olduğuna yığınları inandırmak istemiş, böylece düzene karşı başkaldırıların boş bir çabadan ibaret olduğu düşüncesini yaygınlaştırmaya çalışmıştır.
Ancak, hiç bir toplum, salt ekonomik ve toplumsal alandaki gelişmelerdeki başarılarıyla kendi ebediliğini kanıtlayamamıştır. Tersine, egemen sınıf, kendi düzeninin bütün gelmiş geçmiş düzenlerin en iyisi olduğunu kanıtlayan bir düşünceyi bütün topluma egemen kılmak için özel bir çaba harcamış, başka bir söyleyişle egemen sınıfın ideolojisini tüm toplumun ideolojisi yapacak bir yol izlemiştir. Toplumun eğitim ve öğretimi bu egemen ideolojinin evrendeki tek doğru olduğunu kendisine merkez edinen bir amaca yönelmiştir. Mitoloji, dinler, felsefe, bilim hep aynı amaca yönelik, egemen ideolojiyi desteklemek için kullanılmıştır. Ve bütün sınıflı toplumlar tarih boyunca, eski ve yeni toplumun yandaşları sadece ekonomik ve siyasi alanda değil, es ki toplumun ebedi mi, geçici mi olduğu tartışmasında da karşıt saflarda yer tutmuşlardır.
Ne var ki; kapitalist topluma kadar ege men ve ezilen sınıfların ideolojileri saf biçimiyle kendisini ortaya koymak yerine kendilerini mitoloji, din, gelenek ve görenek motiflerine bulanmış olarak göstermişlerdir. Ancak kapitalist toplumla birlikte sınıf ideolojisi, din vb. unsurlardan arınarak kendisini saf biçimiyle ortaya koymuştur. Özellikle diyalektik ve tarihsel materyalizmin işçi sınıfının dünya görüşü olarak ortaya çıkması burjuva ideolojisinin de tanımlanıp saf biçimiyle anlaşılmasının yolunu açmıştır.
Burjuva ideolojisinin ekseni, kapitalizmin olabilecek düzenlerin en iyisi, aynı zamanda insanlığın ulaşabileceği son ve ebedi toplum biçimi olduğudur. Ekonomi, toplumbilim, doğa-bilim ve felsefedeki her yeni bulgu ve olgu bu temel varsayımı güçlendirecek biçimde yorumlanmaya çalışılmış, bu varsayımla uyuşmayan olgu ve buluşlar bilimsellikten yoksun ilan edilmiştir. Örneğin Darwin kuramı burjuva bilim çevreleri tarafından tepkiyle karşılanmış bugün bile pek çok ABD eyaletinde bu kuramın okullarda okutulması yasaktır. Fotonun bir ışık huzmesine dönüşerek yok olmasının keşfi maddenin yok olması olarak ilan edilip düğün bayram yapılmış, ama ışığın fotona dönüşebildiği kanıtlandığında bu sessizlikle karşılanmıştır. Bugün kuantum kuramının en çürük yönü olan atom altı parçacıkların bir tür iradesi olabileceği varsayımı kanıtlanmış bir bilimsel gerçek gibi propaganda edilirken evrenin sonsuzluğu ve ezelden beri var ve her şeyin sonsuz bir hareket içinde olduğunu öne süren izafiyet kuramı sadece bilim ve teknikte itibar edilen bir kuram olarak adeta gizlenmek istenmiştir.
Bilimdeki yeni gelişmelerin ve toplumsal olguların Marksizm’i doğrulama yoğunluğu arttıkça burjuvazi de kendi dünya görüşünü inceltmiş, kaba, açıkça bilim dışı olan yönlerini törpüleyerek kabul edilir bir biçime getirmeye çalışmış, Marksizm karşısında uğradığı yenilgiyi bilinemezciliğe ve olguculuğa, Marksizm’in burjuva yorumu olan görüşlere sarılarak kapatmaya çalışmıştır. Örneğin, kapitalizmin ebediliği görüşü yerine kapitalizmin çelişkilerinin zamanla yumuşayarak yavaş bir evrimle ilerleyeceği ya da kapitalizmin çelişmelerinin üstesinden gelecek dinamiklere sahip olduğu gösterilmeye çalışılmıştır. Bernstein ve Kautskiciler ise kapitalizmin yavaş yavaş evrimleşerek sosyalizme dönüşeceğini iddia ederek, Marksizm’le burjuva ideolojisi arasında köprü kurmuşlardır. Tekelci kapitalizm’in serbest rekabete son verdiği gerçeğinden kalkan Kautskiciler, ultra emperyalizm tezini geliştirerek kendiliğinden sosyalizme varılacağını öne sürmüşlerdir. Ve Kautskicilerden itibaren bu tez, Marksizm-den sapmaların dönüp dolaşıp vardıkları bir kürkçü dükkânı olmuştur.
İkinci Dünya Savaşı sonrası bilim ve teknolojideki gelişmeler, başka bir söyleyişle ikinci “bilimsel ve teknik devrim” bir çarpıtma yapılarak bir sosyal devrim, kendiliğinden bir toplumsal devrime yol açacak bir gelişme gibi propaganda edilmiştir. Yeni makinelerin üretime sokulmaları, sadece toplumsal bir devrimin olanaklarını genişleten bir gelişmeden öte sosyal devrimin kendisi olarak lanse edilmiştir. Bu görüş ’60’larda Euro-komünistler tarafından teori düzeyine yükseltilerek “üretici güçleri geliştirme yeteneğini kaybetmemiş kapitalizm” karşısında devrimin olanaksızlığı sonucuna varılmıştır. Ve nihayet robotun sahneye çıkmasıyla, burjuva ideologlar ve Marksizm’den rücu etmiş dönekler için sosyalizmi kuracak bir “insanımsı” keşfedilmiştir. Artık yeni dönemin burjuva kahramanı robottur. Robot işçinin yerini alacak, işçi sınıfı yok olacak ve burjuvazi sömürecek canlı emek bulamayacağı için kendiliğinden ekonomik ve siyasal egemenliğinden vazgeçecektir. Teknolojistler, fantezi meraklısı aydınlar ve devrim kaçkınları için bulunmaz bir dayanak!
Robotun ekonomik ve ideolojik bir mitos kahramanı olarak sahneye çıktığı ‘70’li yıllarda Türkiye’de yüksek bir düzeyde seyreden anti-emperyalist ve anti-faşist mücadelenin ateşi, dünyadaki bu gelişmeleri Türkiyeli Marksist görünümlü küçük burjuva sosyalist politik odakların dikkatinden kaçırmasına yol açmıştı. Ama 12 Eylül darbesi karşısında uğranılan yenilginin psikozu altında bu çevrelerin önemli bir kesimi “arayışa” yönelince daha ilk bir kaç adımda burjuvazinin bu yeni kahramanına rastlayıp ona hayran oldular. Önce burjuva aydın çevrelerde başlayan robot aşkı kısa bir süre sonra düzene uyumlu bir sosyalizm teorisi arayan DY çevresinde de kendini gösterdi. Üstelik, son on yılın en pespaye görüşlerini sosyalizme katkı olarak toparlayıp piyasaya sürdüler. Ama üstüne geri kalmış ülke aydınının aşağılık kompleksi sosunu dökerek, “Zenginler, Yoksullar ve Robotlar” adında iddialı bir kitap yayınlayarak, neyin doğru olduğunu araştıran DY çevresi ve her çevreden devrim kaçkınının önüne koydular.
“ZENGİNLER, YOKSULLAR VE ROBOTLAR”
Son 30 yıl içinde bilim ve teknolojideki gelişmelerin, burjuva propaganda merkezleri tarafından kapitalizmin ebediliğinin kanıtlanmaya gerek olmayan bir olgu olarak nasıl kullanılmaya çalışıldığını, en azından bu gelişmelerin sınıf mücadelesinin koşullarını ortadan kaldırdığının gösterilmeye çalışıldığını ve bu temelsiz sava en önemli desteğin de eski Marksistlerden, bir zamanlar Marksist olduklarını ilan etmiş olan çevrelerden gelmiş olduğuna Özgürlük Dünyası’nın çeşitli sayılarında değinilmişti. Ama bu yazılarda daha çok Avrupa ve Amerikan menşeli görüşler ele almıyordu. Oysa Türkiye’de, 70’li yıllarda kendisini keskin Marksist-Leninist olarak ilan etmiş DY çevresi, teknoloji hayranlığı temelinde gelişen bu türden bir eğilime hem sınıf temeli olarak, hem de 12 Eylül ve sosyalizmin aldığı ağır darbeden etkileniş biçimi olarak son derece uygundu.
Bu hareketin geçmişteki önderlerinin Marksizm’e yaklaşımı, beslendikleri kaynaklar, en önemlisi de kendi yenilmişliklerini Marksist teorinin yetersizliği ya da eskimişliğine bağlayan tutumları göz önüne alındığında, Marksizm’i yenilemek için “teknolojinin imkânlarına” sarılacakları besbelliydi. Nitekim Özgürlük Dünyası’nda bu siyasi çevreye bu türden eleştiriler de yöneltilmişti.
Nihayet beklenen gerçekleşmiş bulunuyor; DY çevresinin “tartışma süreci”ne katkı mahiyetinde, Deniz Can Saner tarafından yazılan ve Oğuzhan Müftüoğlu’nun “Sunuş”uyla yayımlanan kitap, DY çevresinin bundan böyle hangi temelde biçimleneceğini de ortaya koyuyor. Kitabın adı: Zenginler, Yoksullar ve Robotlar. Kitabın alt başlığı ise; Dünya Sistemi, Bağımlılık ve Türkiye.
Oğuzhan Müftüoğlu, “sunuş”unun son paragrafında kitabı şöyle niteliyor:
“Yayına hazırladığımız bu çalışma da tartışmalarımıza bilimsel bir katkı olarak görülmelidir. Kuşkusuz sosyalizmin günümüzde ortaya çıkan kuramsal sorunlarının kısa bir zaman dilimi içinde çözümlenmesi beklenmemelidir. Buna rağmen, ancak bu tür çalışmalarla sosyalizmin yeniden yükselecek dalgasını yakalayabileceğiz.” .
Müftüoğlu’nun “sosyalizmin yeniden yükselecek dalgasını” yakalaması kitaba yakıştırdığı bilimsel katkı kadar tartışmalıdır; ama yazarın vargılarını bütün “tartışmaya muhtaç”, “derinleştirilmesi gerekir” gibi açıklamalarına karşın, DY çevresinin bundan sonraki gelişim çizgisini belirleyici olacağı tartışmasızdır. Kitabı asıl önemli yapan da gördüğü ve göreceği bu işlev olsa gerek.
Kitap beş bölüm olarak yazılmış, ama aslında, iki bölümden oluşuyor: birinci bölüm (kitapta bu bölüm üçüncü bölüm olarak sıralanmış), robotun bir makine değil, bir devrim kahramanı olduğunu kanıtlamaya ayrılmış. İkinci bölüm ise; Türkiye örneği üstünde geri ülkelerdeki bağımlılık ilişkilerini ele almış. Biz bu yazımızda konumuz gereği kitabın “birinci bölümü” üstünde durup, “bağımlılık” incelemesine de temel olan yaklaşımı ele alacağız.
Kitabın birinci bölümünün hemen bütünü, robotun bir makine olmadığını kanıtlamaya ayrılmış. Çünkü robot bir makine ise, yazarın bütün kendine özgü savı yıkılıp gitmiş olurdu. Ne var ki; nihayet kimi elektronik devreler ve mekanik organizasyonlardan ibaret bir “şey” olan robotun makine olmadığını ispatlamak çok zordu. Bu yüzden de yazar, tartışması çoktan bitmiş olan, bitmiş olması gereken “insan nedir?” sorusunu sorarak işe başlamak zorunda kalıyor. Ve varmak istediği sonucu baştan garantilemek için de, daha” 19. yüzyılda, Marx, Engels ve Darwin tarafından çürütülen tezleri yeniden, üstelik de Marksizm ve bilim adına savunmak zorunda kalıyor.
“İNSAN NEDİR?” YA DA DARVİN’DEN LAMARCK’A DÖNÜŞ
“Evrim ve doğal seçim sürecinde, değişen doga koşullarına göre kendi biyolojisini değiştiremeyen yaşayamaz. Canimin değişen doğa koşullarına verdiği en yaygın yaşam tepkisi budur. (Kendi biyolojisini değiştirme).
İnsan ise doğanın en zayıf canlılarındandır ve korumasızdır. Doğanın insana sunduğu seçenekler kısıtlıdır ve bedeni ile doğa arasındaki uyumsuzluğu, kendisini biyolojik dönüşüme uğratarak giderememiştir. İnsanı düşünmeye iten şey bu olmuştur.” (Deniz Can Saner, Zenginler, Yoksullar ve Robot, s.30)
Yazarın yaklaşımına göre; insan yeryüzüne atılmış, onca vahşi hayvan ve zor doğa koşullan karşısında yaşayabilmek için oturup düşünmeyi icat etmiş, aksi halde yaşaması imkânsız bir doğa yaratığıdır.
Aynı açıklama tıpkı din kitaplarında olduğu gibi şöyle de yapılabilir. Tanrı insanı yarattı ve cennete koydu. Ne var ki; o tanrı buyruğuna uymadı ve dünyaya sürgün edildi. Ama tanrı, kendi yarattığı insana acıdı ve ona güç doğa koşullarıyla başa çıkabilmesi için akıl verdi, düşünme gücü verdi!
Ama yazar kendi yaklaşımına tam uygun olan anlatım biçimini abartılı bulabilir. Ancak, yazarın insanin insan olması sürecine ilişkin söyledikleri tam da bu yaratılışçı kuramlara özdeş düşmektedir.
Ne var ki; yazar Marksizm bilgisine sahiptir ve görüşlerini kimi Marksist kavramlarla örtmeye çalışmakta, materyalist, bir yaklaşım içinde olduğuna göstermeye özen göstermektedir. Bu yüzden de yazarın “insan nedir?” sorusuna verdiği yanıtın yanlışlığı üstünde biraz daha durmak gerekiyor.
Her şeyden önce insan denilen yaratık doğanın bir ürünüdür ve daha düşünmeye başlamadan önce de, doğa üstünde yüz binlerce yıl, bütün vahşi hayvanlarla ve vahşi doğa koşullarıyla savaşarak yaşamayı başarmıştır. Ancak, doğal evrimin ileri bir aşamasında kendisini öteki hayvanlar âleminden ayıran alet yapma, konuşma, düşünme gibi özellikleri kazanmıştır.
Nitekim “insan, düşünen hayvandır” tanımlamasıyla “insan alet yapan hayvandır” tanımlaması arasındaki çatışma idealizmin her türü ile diyalektik materyalizm arasındaki yaklaşım farklılıklarının başlıcasıdır.
Sadece felsefe değil bilimsel bulgular da bunun böyle olduğunu göstermektedir.
Bugüne kadar ortaya çıkan bütün bulgular, bazı küçük düzeltmelerle Danwin’in evrim kuramını doğrular mahiyettedir. Yani insan, maymun ve insana evrimleşen ve “insanımsı” denen bir türden evrimleşmiştir. Dolayısıyla canlılar dünyasının en zayıf, düşünmeseydi yok olacak bir türü değildi. Nitekim bugün biyolojik yapısıyla insana yakın, hatta ondan daha zayıf hayvanlar da yaşamaktadır ve eğer insan onların doğasını tahrip etmiş olmasaydı bunların çok daha geniş popülasyonlar halinde varlıklarını sürdürmemeleri için hiç bir neden yoktu.
Yazarın görünüşte, evrim kuramını kabul ettiğini yukarıda belirttik ama hangi evrim kuramına bağlı olduğunu söylemedik. Burada kısaca ona da değinmek gerekiyor. Çünkü yazar asıl olarak “zorunluluktan uyum” görüşüne dayanarak robot fetişizmini haklı göstermeye çalışıyor.
Yazara göre insan; kendi biyolojisini değiştiremediği için (biyolojik zayıflığını kapatmak için) düşünmek zorunda kalmış, bu yüzden doğada varlığını sürdürebilmiştir. Elbette bu görüş de biyolojide evrim kuramı diye sayılan görüşlerdendir. Ama 19. yüzyılın ilk çeyreğinde, Fransız doğa bilimcisi Lamarck’ın evrim görüşüdür.
Örneğin Lamarck, zürafaların boyunun uzun olmasını, yüksek ağaçlardan beslenmelerine yorar. Lamarck’a göre, başlangıçta zürafalar kısa boyunludur; doğa koşullan değişir ve yerde otlar azalır ve beslenme güçlükleri ortaya çıkar. Ve bu süreçte, boyunlarını uzatıp yüksek ağaçların yapraklarından beslenmeyi başaran zürafalar hayatta kalır ve bu uzama genler aracılığı ile sonraki kuşaklara aktarılır. Böylece önceden kısa boyunlu olan zürafalar uzun boyunlu hale gelirler!
Darwin’in evrim kuramı ise tamamen farklıdır.
Darwin’e göre, yerde çok bol ve yüksek otların bulunduğu doğa koşullarında kısa boyunlu ve uzun boyunlu zürafalar vardı. Zamanla doğa koşulları değişip yüksek otlar yok olunca; yeni koşullarda beslenemeyen zürafalar yok oldu. Ancak ağaçların tepesindeki yapraklardan beslenmeyi sürdürebilen uzun boyunlu zürafalar yaşadı. Uzun boyunlu ana ve babalardan daha çok uzun boyunlu, az sayıda kısa boyunlu zürafa kuşakları doğdu, kısa boyunlular yok oldu üzün boyunlular yaşadı, böylece giderek bütün zürafalar uzun boyunlu oldular…
Biyoloji, hem Lamarck’ı hem de Darwin’i evrim kuramcısı sayar. Ama iki görüş arasında, yukarıdaki örnekte de görüldüğü gibi temelli bir fark vardır.
Lamarck’ın evrim kuramında bir iç irade vardır. Zorda kalan hayvan, zoru aşmak için organlarını değiştirip yeni doğa koşullarına kendisini uydurur. Darwin’de ise; ancak varolan özellikleri yeni doğa koşullarıyla uyuşabilen canlılar yaşamaya devam edebilir; geri kalanlar yok olurlar. Yani değişen doğa koşulları yaşayacak ve yok olacak canlı türlerini seçer. Canlının “kendi iradesi”nin, başka bir söyleyişle kendisini “yeni koşullara uydurma çabası”nın türlerin devamında hiçbir rolü yoktur.
Bu yüzden de, Lamarck’ın evrim kuramı, yaratılış kuramlarına ilk karşı çıkış olmasının ötesinde bilimsel bir değeri olmayan, dahası canlıya bir “iç irade” yükleyerek yaratılış kuramlarından tam kopuşu sağlayamamış bir kuramdır.
En iyimser yaklaşımla Deniz Can Saner, insanın evrimine Lamarckçı bir iç irade yüklemekte, insan zayıf olduğu için düşünme eylemine geçti demektedir.
Oysa doğa-biliminin bugünkü imkanlarıyla, insanın biyolojik gelişimi hangi evredeyken düşünmeye başladığının kesin bir çözümünü vermek olanaklı değilse de; toplumbilim kanıtlarıyla desteklenen diyalektik materyalist dünya görüşü sorunu çözümlemiş, alet yapmanın insanı hayvanlar âleminden ayıran ilk eylem olduğu sonucuna varmıştır. “El-emek-dil diyalektiği” (Engels) düşünmenin gelişmesinin başlıca itici gücü olmuş, beynin düşünme yetisi bu diyalektik sürecin eseri olarak ortaya çıkmıştır.
Eğer soruna, “insan nedir?” sorusuna yanıt vermekle sınırlı bir yaklaşım getirseydi, konu toplum bilimcileri ya da doğa bilimcileri ilgilendirir der geçerdik. Ama Saner’in yaptığı bir evrim kuramı yanılgısı değildir. Yazar doğa yoluyla insana ve diğer canlılara yüklediği iradeyi topluma da taşımakta, toplumların gelişme doğrultularını ve aşamalarını nesnel yasalar ötesinde egemen sınıfın iradesiyle açıklamaktadır.
Örneğin, demir-çelik ve petro-kimya endüstrisinin geri kalmış ülkelere aktarılması “azalan ortalama kar oranlan” nedeniyle “uluslar-üstü” şirketlerin bir tercihi olarak değerlendirilirken, ithal ikameci sistemden serbest pazar ekonomisine geçiş de yine bir tercih sorunu olarak ele alınmaktadır.
Demir-çelik, petro-kimya endüstrisi gibi sanayilerin geri ülkelere bırakıldığı tezinin eski bir Troçkist tez olduğu ve gerçeği yansıtmadığı bir tarafa bırakılsa bile, yazarın yaklaşımı aşırı ekonomizm ile aşın iradeci, idealist bir yaklaşım arasında salınmaktadır.
İradecilik ve determinizmin bir arada kullanılması bütün eklektiklerin ortak özelliğidir. Özellikle son 20 yıl içinde Marksizm!den liberalizme iltica eden çevreler ve aydınlarda bu tutum daha açık görülmektedir. İşlerine geldiğinde iradeci, işlerine geldiğinde tam bir ekonomist olmak adeta bir “özgürlük”, bir ideolojiye bağlı olmama gösterisine dönüşmüştür. Bu genel tutum eski DY çevresinin geleneksel eklektik tutumu ve bugünkü Marksist görünerek Marksizm dışında bir arayışa girme isteği ile birleşince daha da göze batar bir duruma gelmektedir.
Eklektizmin diğer ucunu oluşturan ekonomizm demir-çelik, çimento ve petro-kimya sanayilerinin geri ülkelere terk edildiği tezinde daha açık görülmektedir.
Yazara haksızlık etmemek için uzunca bir aktarma yapmak gerekiyor.
“Petro-kimya ve demir-çelik gibi daha önce gelişmiş ülkelere özgü sayılan sektörlerin, giderek bağımlı ülkelere doğru kaymasının ana nedeninin ne olduğu kritik bir önem taşıyor…
Bazı sektörlerin bağımlı ülkelere taşınmasının altında, söz konusu ülkelerin gelişme göstermesinin yatmadığı, gelişmiş ülkelerin kendi evrimlerinden kaynaklandığı savı geçerlilik kazanıyor. O zaman bakışlarımızı bu evrime yöneltmeliyiz. ABD ve Türkiye’den verdiğimiz kârlılık örnekleri (ABD’de altı büyük demir-çelik firması zarardayken Erdemir % 22-41 oranında kâr ediyor. Ö.D), sorunun altında ortalama kâr oranlarının düşmesi olgusunun yattığını açıkça beliriyor…
Söz konusu sektörlerde, ortalama kâr oranlarını yükseltmenin geriye kalan tek yolu ucuz emek aramak oluyor.
…Aynı şey petro-kimya sanayi için de söylenebilir. Çünkü aynı yıllarda G. Amerika, Kuzey Afrika, G. D. Asya ülkeleri ve Türkiye’de, bu ülkeler için dev sayılabilecek petrol kimya tesisleri kurulmaya başlanmıştır…” (a.g.e, s.23-26)
Görüldüğü gibi yazar, kısaca şunu söylüyor: Demir-çelik ve petro-kimya gibi sanayi dalları, gelişmiş ülkelerde yeterince kârlı olmayınca, bu ülkeler, geri ülkelerdeki gelişmelerden bağımsız ama gelişmişlerin kendi evrimlerinin sonucu olarak, ucuz emeğin bulunduğu geri ülkelere bu sanayileri ihraç ediyorlar!
Ancak bu tez şu sorulara yanıt vermez.
1) Bu sanayilerin gelişmiş ülkelerde daha önceki bunalım yıllarında da zarar ettiği bilindiğine göre; neden daha önceki yıllarda geri ülkelere aktarılmadı da 1960’lı yıllardan itibaren bu yapılmaya başlandı?
2) Bu tesisler neden Brezilya, Arjantin, Türkiye, Cezayir, Tayvan, G. Kore, Singapur, Hongkong, Hindistan gibi ülkelere ihraç edildi de, işgücünün daha ucuz olduğu Kongo, Etiyopya, Afganistan vb. ülkelere ihraç edilmedi?
3) Yazarın kitabında da açıkça vurguladığı gibi, son 30 yılda kârlılık oranı en yüksek sanayilerden birisi de otomotiv sanayidir. Ve yine son 30 yılda yukarda sözü edilen ülkelerde en hızlı gelişen sanayilerden birisi de otomotiv sanayidir. Üstelik yazar bu işkolunu robot kullanan sanayilerin başında sayarak verimliliğini teslim ediyor. Honda, Toyota, Fiat, Renault, Ford, Peugeot, Volkswagen gibi uluslararası tekeller yukarıda adı geçen ülkelerde sayısız tesisler kurmuşlardır. Yine son 30 yılda bu ülkelerde, dünyada cirosu en yüksek tüketim malları sanayi olan dayanıklı ev aletleri imal eden sanayi hızla gelişmiştir. Bu durumda, bu ülkelerde bu sanayilerin gelişmesi “ortalama kâr oranlarının düşmesi” ile nasıl açıklanabilir? Ve nihayet;
4) Güney Kore, Singapur, Tayvan, Hong-Kong gibi ülkelerin en yeni ve yazarın deyimiyle en dinamik sanayi dalı olan bilgisayar üretiminde pazarda giderek artan önemde yer alması yazarın gerekçesiyle nasıl açıklanabilir?
DY çevresinin “bilimsel katkıcısı” D.C. Saner’in bu sorulara tutarlı yanıtlar vermesi olanaksızdır. Çünkü o, doğa ve toplumbilim alanında ne kadar iradeciyse; ekonomi alanında o kadar ekonomisttir.
Ekonomi elbette son tahlilde belirleyicidir. Ama bütün olay ve olguların temel ekonomik yasalara indirgenebileceğini savunanlar sadece ekonomistlerdir. Hele 1960’lar gibi, ülkeler içinde ve dünya ölçüsünde sınıflar mücadelesinin bütün şiddetiyle yaşandığı yıllarda, sınıflar mücadelesiyle sıkı ilişki içinde olmayan ekonomik olaylardan söz etmek anlamsızın ötesinde saçmadır. Ama yazarımız, son 30 yılın ekonomik olaylarını açıklarken ne sınıf mücadelesinden, ne ABD ile SB arasındaki çatışmadan, ne dünyayı kasıp kavuran anti-emperyalist mücadelelerden, ne de 1945 sonrasının ulusal ve sosyal devrimlerinden söz etmeye ihtiyaç duymaktadır. Bu yüzden de yukarıdaki soruları açıklayamaz yazarın öne sürdüğü tez.
Çünkü 1945 sonrası yıllar bir yandan sosyalist sistemle kapitalist sistem arası çatışmanın had safhaya çıktığı, öte yandan eski sömürgecilik siteminin tümüyle çöktüğü yıllardır. Bu durumda emperyalizm, sosyalizm karşısında kalelerini sağlamlaştırmak ve cephe gerisini tahkim etmek için bir takım önlemler almıştır. Güney Kore, Tayvan, Türkiye gibi ülkeler cephenin ön safındaki ülkeler olarak desteklenirken, sosyalizme karşı geliştirilen “sosyal refah devleti” ile işçi sınıfı ve emekçi sınıfların muhalefeti düzen içine çekilmesi amaçlanmıştır.
Emperyalizme karşı yükselen anti-emperyalist mücadele bütün dünyayı sarmış, sadece emperyalizme karşı doğrudan savaşan ülkelerde değil tüm geri ülkelerde anti-emperyalist muhalefet güçlenmiş, bunun kaçınılmaz sonucu olarak en işbirlikçi hükümetlerin bulunduğu ülkelerde bile emperyalistlerin hareket alanı daralmıştır. Sosyalizmin kapitalist pazarı daraltmasıyla birleşen bu unsur, emperyalistleri yükselen gümrük duvarlarını aşmak için bu ülkelere yatırıma zorlamıştır. Yine anti-emperyalist tepkiden dolayı bu yatırımlar, ülke ihtiyacının temeli olan ara mallar üreten demir-çelik, çimento, petro-kimya, ağır ve hafif metaller metalürjisi gibi sanayilere olurken, yatırımlar montaj sanayi denilen otomotiv alanına da yönelmiştir. Emperyalistler-arası pazar çekişmesi ve bloklar içinde istikrarın korunması kaygısı geri ülkelere sanayi, yatırımlarını zorlamıştır. Yüksek gümrük duvarları bu sanayilerin yaşayabilmesinin olanaklarını yaratmıştır. Nitekim SB’de geriye dönüş, anti-emperyalist rüzgarın dinmesi, Avrupa’da işçi hareketinin sendikalar ve sözde komünist ve sosyalist partiler aracılığı ile düzen içine çekilmesi ve nihayet ABD ve SB çatışmasından ABD’nin yengiyle çıkıp kapitalist dünyanın şimdilik de olsa “tek kutuplu” hale gelmesi geri ülkeler için 1945 sonrasının avantajlarını ortadan kaldırmıştır. Ve süreç tersine işlemeye başlamıştır. Ki bu, ulusal sanayilerin özelleştirmeler yoluyla doğrudan emperyalist tekellerin yönetim ve denetimine alınması, gümrük duvarlarının indirilmesi, temel sanayilerin tahrip ve tasfiyesi yoluyla ulusal pazarın emperyalist pazarın dolaysız bir parçası durumuna getirilmesi sürecidir.
“Ortalama kârın” düşmesi ya da yükselmesi ise bu tablo içinde anlamlıdır ve “ortalama kârın” azalış ve artışına göre sermayenin hangi yöne akacağını da kapitalistlerin istek ve niyetleri değil, uluslararası düzeyde kapitalistler ve kapitalist gruplar ile işçi sınıfı ve ezilen halklar arasındaki mücadele olarak biçimlenen sınıflar mücadelesi belirler.
Ne var ki yazarımız; günümüzün modasına uyarak sınıf mücadelesi olmayan bir tarih yazmaya koyulmuştur. Ama o; bunu, “sanayi ötesi ütopyacılar” ve açıkça sermayenin safına geçenler gibi, “sınıf mücadelesi bitmiştir” diyerek değil, “DY usulü” ile, olay ve olguları, sınıf mücadelesini yok sayarak açıklamaktadır.
ROBOT ÜSTÜNE ÇEŞİTLEMELER
“… robot makineden çok işçiye benzemektedir, (age, s.58)
“… Robot gibi bilgisayar kontrollü makineler işçilerden daha düzenli çalışsalar da, henüz çevrelerini hissetme ve yorumlamada ve hareket yeteneği açısından işçilerin çok gerisinde bulunuyorlar.”(s.59)
“… Nümerik kontrollü tezgâhlar, hem üretim teknolojisinde çığır açmış hem de ‘robot’un atası olmuştur. Bilgisayarlı Kontrol Tezgâhlarının gelişimi aynı zamanda akıllı robotların gelişimiyle iç içe yürümüştür. Elektrik, elektronik, bilgisayar, mekanik, hidrolik, pnömatik, manyetik ve otomotiv alanlarındaki teknik birikimin tümü bir tek ürünün robotun gelişmesinde kullanılmıştır.” (s.64)
“… bu otomatik -kendi içinde tek başına çalışabilen- hücrelerin oluşturacağı işbölümüne dayalı yapıların, insansız, tam otomatik fabrikaların temelini atmış olduğu görülebilir. … ortaya çıkan otomatik veya insansız fabrika denemeleri, gelişmenin bu yönde olacağını açıkça göstermektedir.” (s.69)
“… Çünkü bu çalışmada, toplumsal tarihin günümüzdeki evrimini ‘robot’ merkezli olarak inceliyoruz ve bu sektörler dünya çapında yükseliş içinde olan ve aynı zamanda esnek üretim sistemlerine, otomasyona en açık olan dallardır ve robot talebi asıl olarak bu sektörlerden kaynaklanmaktadır… Robot, emek üretkenliğini arttırma ve söz konusu kapitalist için (bir süreliğine de olsa) fazladan artı-değer üretme mekanizmasıdır ve böyle olduğu için de robota içinde bulunduğumuz (henüz başında olduğumuz) koca tarihsel dönemi açıklamada, başrolü verdik…” (s. 69-70)
“Aletten makineye, feodalizmden kapitalizme geçiş bitmiş(tir). … İçinde olduğumuz tarihsel dönem ise, makineden robota geçişin ve bununla bağlantılı diğer geçiş süreçlerinin tam da içindedir.” (s.90)
“… robot, üretime girmiş ve etkili bir artı-değer mekanizması olarak kâr oranlarının sıkışması problemine müdahalede bulunmuştur. Hem işçiyi ikame ettiğini, hem de artı-değer yarattığını söylememiz çelişkili bulunabilir. Burada artı-değerin kaynağı, robotun yanı sıra kullanılan nitelikli emek gücüdür. Sonuç olarak robot gelişmiş bir makine değildir ve ekonomik/toplumsal birçok alanda köklü bir devrim yaratacaktır… robot, uzun bir süre daha yoğun bir işçi kitlesiyle beraber çalışacaktır. Robot kullanımı, işçi sayısında sürekli bir azalışa yol açabilir veya iş zamanını kısaltabilir… (s.91)
“Bütün bu olguları yeni bir (uzun) tarihsel geçiş döneminin bulguları olarak değerlendirdik. Bu olguları yeni bir ekonomik/toplumsal yapının teknik temeli olarak algıladık…” (s.94) “
Her dikkatli ve titiz araştırmacı, bir dönemde ortaya çıkan olguları sıralayıp bunların ortaya koyduğu ipuçları konusunda yorumlamalarda bulunabilir. Ama önemli olan olguların sıralanması değil, olguların belirli bir dünya görüşü açısından yorumlanmasıdır. Daha da önemli olanı ise; sahip olunan dünya görüşünün doğru olmasıdır.
Gerek yukarıda aktardığımız uzunca bölümlerden, gerekse yazarın kitabının bütününde yaptığı değerlendirmeler göz önüne alındığında, yazarın bu dünyadan bir kişi olmadığı kuşkusuna kapılmamak imkânsız. Yazar adeta bir kaç yıl önce, sınıfların olmadığı ve sınıflar mücadelesinin bulunmadığı, bilim ve tekniğin sadece insanlığa yararlı olsun diye geliştirildiği bir gezegenden bu dünyaya gelmiş ve kendi gezegenindeki “gezegen görüşü”yle gördüğü olay ve olguları değerlendirmektedir.
Örneğin, yazarın kitabını okuyan birisi, bu dünyada karşıt sınıfların bulunduğu bir toplumsal yapının egemen olduğunu; bu dünyada, bugün yıkılmış da olsa bir sosyalizm deneyinin yaşandığını, Marx, Engels ve Lenin gibi insanlığın yetiştirdiği büyük dehaların sosyalizmin teknik temeli, bilim ve teknolojinin sınıfsal niteliği üstüne bir şeyler söylediğini (Haksızlık etmemek için belirtelim ki; kitapta gösterilen 102 alıntı ya da kaynak gösterme içinde Marx’a da altı kez atıfta bulunulmuştur. Ama Engels, Lenin, Stalin ve diğer gerçek Marksistlerin görüşlerine asla ihtiyaç duyulmazken, sınıf mücadelesini reddeden eski ve yeni yazarlara atıfta bulunmak için özel bir gayret göstermiş yazar.) öğrenmesi olanaklı değil.
Sosyalizme bilimsel katkı iddiacıyla ortaya çıkan yazarın bütün bu gerçekleri bilmediği elbette düşünülemez; Ama tersine bir tutum açıkça hissediliyor. Yazar, Marx’tan, Marksizm’den özellikle uzak durmaya özen gösteriyor. DY’nin “Tartışma Süreci” taktiğine uygun olarak Marksizm’e cepheden saldırmak yerine, onu yok sayarak altını oymayı tercih ediyor ve böylece Marksizmsiz, sınıf çatışmasını esas almayan bir sosyalizm mücadelesi, barış içinde, hatta kapitalizm yaşarken onun içinde daha bugünden gerçekleşecek bir “post sosyalizm”in tartışma sürecinde çoğunluk görüşü olarak çıkması için kendi üstüne düşeni yapmaya çalışıyor.
Robot, bugün üstü gizemli bir perdeyle örtülmüş olarak, yolunu şaşırmış olanlar için, sınıf mücadelesiz bir Sosyalizm için, doğru değilse bile, “iyi seçilmiş” bir araç gibi görünüyor.
Her şeyden önce emperyalist propaganda merkezleri, robotu ücret mücadelesi vermeyen, işçiden daha yetenekli, kaprissiz sorunsuz bir işçi olarak tanıtmaya çalışıyorlar.
Medya ve kendisine bilim adamı süsü veren sayısız şarlatan, robotun bütün işletmelerde hizmete sokulmasıyla nasıl bir kapitalist cennet yaratılacağı üstüne pembe tablolar çiziyorlar. Başka türden, daha çok eskiden Marksizm!in radikal taraftan gibi görünen ama bugün açıkça “elveda proletarya”, “Marksizm öldü” saflarına katılanlar ise; robotun üretime girmesinin yaygınlaşmasıyla sosyalizmin kendiliğinden gerçekleştiğinin teorisini yapıyorlar. Ama Türkiye gibi, özellikle son yıllarda sınıflar mücadelesinin son derece canlı seyrettiği ve işçi sınıfının her vesile ile varlığını hissettirdiği bir ülkede “Elveda proletarya”nın saflarında açıkça yer almak pek ticari bulunamaz. Bu yüzden de D.C. Saner, Andre Gorz’lara, Alvin Toffer’lere, Rudolf Bahro’lara, Barry Jones’lere katılmak yerine “orijinal bir tez” öne sürmeye yönelmiştir.
Yazarın niyeti robota değin “yeni” saptamalar yaptığı her paragrafta açıkça ortaya çıkıyor. Ama yukarda da aktardığımız gibi, bu tutum özellikle “robotun bir makine olmadığı”, “robotun yeni bir ekonomik/toplumsal devrimin teknolojik temeli olduğu” tezlerinde çok açık bir biçimde ortaya çıkıyor. Ve sosyalizm adını verdikleri kumdan kule, bu çürük temel üstünde inşa ediliyor.
Burada ilk soruyu sormak gerekiyor:, “Robot, bir makine değil”se nedir?
Soruyu tersten soralım: Robot bir işçi midir? Yazar bu soruya açıkça evet demiyor, diyemiyor. Ama “makineden çok işçiye benzer” diyor. Aslında, robota “makine değil” demek, mantıksal bakımdan işçi demek anlamına geliyorsa da yazarımız robotu üçüncü bir kategori olarak tanımlamaya çalışıyor. Yani ne makine ne işçi, makineden çok işçiye benzeyen ama işçi gibi sınıf mücadelesi vermeyen bir kategoriden bir “yaratık”. Üstelik işçinin hem ekonomik hem de toplumsal işlevlerini fazlasıyla yerine getiren bir şey.
Kapitalizm, artı-değer üretme işlevini işçiye, canlı emeğe vermişti. Marx ise; bura dan kalkarak, sömürüşüz yeni toplumu, sosyalizmi kurma misyonunu işçi sınıfına yüklemişti.
D.C. Saner ise; her iki misyonu da robota yüklüyor. Bir farkla ki; Marks, işçi sınıfının sosyalizmi ancak kapitalistlerin siyasal ve ekonomik egemenliğine son vererek kurabileceğini söylüyordu. Saner ise; robotun sosyalizmi kapitalist toplumu yıkmadan, onun içinde kurabileceğini iddia ediyor.
Marx ve Lenin sosyalizmin teknik temelinin makine olduğunu söylemişler ve Ekim Devrimi’yle bu tez kanıtlanmıştı, Saner ise; sanki İnsanlık tarihinin son 150 yılı yaşanmamış ve bu konularda hiç bir şey söylenmemiş gibi, “makineden çok işçiye benzettiği” robotu yeni toplumun teknolojik temeli ilan ediyor. Ve aletin feodal toplumun, makinenin ise kapitalizmin teknik temeli olduğunu söyleyerek, ad vermeden, sosyalizmin teknolojik temelinin makine olduğunu, büyük sanayi olduğunu söyleyen Marksizm’i de bir kalemde siliyor. Bu yüzden de “robotun yeni toplumun teknolojik temeli” olduğunu söylerken “yeni” sözcüğüne özel bir anlam yüklüyor.
Yeni, daha önce olmamış, daha önceden yaşanmamış, daha önce görülmemiş demektir. Demek ki robot, “yeni toplumun teknolojik temeli” ise; sözü edilen toplum biçimi daha önce yaşanmamıştır. Dolayısıyla da yazarın sosyalizm anlayışı bizim anladığımız, burjuvazi ile proletarya arasındaki sınıf savaşı üstünde biçimlenen, Marksizm-Leninizm’in tanımladığı sosyalizmle bir ilgisi yoktur. Bu yüzden de yazar, kitabi boyunca, yeni toplumdan söz ettiği hiç bir yerde, hiç bir biçimde sınıf mücadelesinden söz etmiyor. Tersine robotun giderek işçi sınıfını yok edeceğini, yeni toplumun robot teknolojisi üstünde biçimleneceğini iddia ediyor. Ve robotun daha bugünden sınıfı kaldırmaya başladığını soyuyor.
Yazar, “…robot, uzun bir süre daha yoğun bir işçi kitlesiyle beraber çalışacaktır.” diyerek, sanki bugün ve bir süre daha işçi sınıfının varlığının süreceğini kabul ediyor gibi görünüyorsa da, aynı yerde işçi den söz ederken başka bir şeyden söz ediyor:
“Hem işçiyi ikame ettiğini, hem de artı-değer yarattığını söylememiz çelişkili bulunabilir. Burada artı-değerin kaynağı, robotun yanı sıra kullanılan nitelikli emek gücüdür.”
Demek ki; daha uzun süre robotla çalışacağı söylenenler, sadece teknisyenler, mühendislerdir. Çünkü yazar nitelikli işgücü derken, makine tarafından kalifiyeliğine son verilerek “eşitleştirilmiş”, “sıradan işçi”den değil, özel eğitim görmüş teknisyen ve mühendislerden söz etmektedir. Böylece Marksizm bir kez daha revize edilerek, teknisyen ve mühendisler artı-değer üreticisi durumuna “düşürülmekte”, bu vesileyle de “yeni” bir işçi sınıfı tanımına da geçilmektedir. Böylece, hem proletarya yok oldu diyen günümüzün Marksizm dönekleriyle, hem de “işçi sınıfı beyaz yakalı oldu” diyen ’60’ların revizyonistleriyle birleşilmekte, bu eski ve yeni revizyonist kuşak arasında köprü kurulmaktadır. Ama gerçeği söylemek gerekirse; ne 60’ların revizyonistleri işçileri mühendis ve teknisyenlerden ibaret görecek kadar “ileri görüşlü”ydü, ne de günümüzün Marksizm dönekleri robota artı-değer ürettirecek kadar makine ve robot arasına farklılıklar koymaya cesaret etmişti. Tersine daha çok spekülatif toplum tasarımları yapmakla yetinmişlerdi. Ve insansız fabrikaların, kapitalizmin koşulları içinde yaygınlaşacaklarını söylemeye pek cesaret edememişlerdi. En azından bu kadar açık söylememişlerdi. Ne var ki; yazarımız, cehaletin verdiği cesaretle demeyeceğiz, -o zaman tutum çok kişiselleşir- eski DY anlayışına dönerek, kapitalizm yıkılmadan da sosyalizmin kurulacağını iddia etme cesaretini gösteriyor. Hazır, ortaya robot gibi gizemli bir “işçiye benzer” makine, “insansız fabrika” örnekleri ortaya çıktıktan sonra neden belediye sosyalizmi canlandırılmasın; neden belediye sosyalizminden robot sosyalizmine geçilmesin ki?
Gerçekten de, kapitalizm içinde sosyalist işletmelerin kurulabileceği tezinin, 19. yüzyılın ütopik sosyalistleri bir yana bırakılırsa bir yerden çalındığını söylemek DY’cilere haksızlık etmek olur. Çünkü 1970’lerden beri onlar yerel yönetimleri ele geçirerek burjuvazinin egemen olduğu düzende sosyalist belediyeler kurulabileceğini iddia etmişler, “Fatsa deneyi” ile de bunu kanıtlamaya çalışmışlardır. Son yıllarda, “yeniden toparlanma sürecinde” “Fatsa deneyi” de sık sık gündeme geldiğine göre, DY çevresi “deneyi”nde ısrarlı görünmektedir. D.C. Saner’in “işçisiz fabrikalar” tezi de, “Fatsa deneyi” ile özünde çelişmeyen, tersine ona ekonomik bir temel de kazandıran bir yaklaşımdır. Bu yüzden de Saner’in yeni gibi öne sürdüğü tez aslında DY’nin eski tezinin yeni gerekçelerle süslenmiş bir ifadesidir. Sadece “Fatsa deneyi” anti-faşist mücadele içinde, şiddeti de içeren bir yanıyla ortaya konuyordu. “Yeni” tez, her türlü mücadeleden azade olarak, burjuvazinin kendiliğinden ve kaçınılmaz olarak sosyalizmi kuracağı varsayımına dayanmaktadır.
Eski “yanlışlarından” arınan ve bir daha şiddetin, yasa dışılığın bulunduğu yerde bulunmamaya kararlı görünen eski DY liderlerinin ihtiyaçlarına da çok uygun bir tez olmasıyla “Fatsa deneyi”nden ayrılır ki, bu da yeni DY için bir kusur sayılmaz herhalde!
Bu ara açıklamadan sonra, tekrar yazarın “özgün tezlerine” dönersek; “robotun uzun bir süre daha yoğun bir işçi kitlesiyle beraber çalışacağını” söylemek, süreç içinde robotun işçileri (yazara göre; zaten bugünden eskisi gibi işçi kalmamış bu fabrikalarda) tümüyle fabrika dışına atacağını söylemek anlamına geliyor. Nitekim yazarın verdiği iki örnek bu iddiasını kanıtlamak için verilmiş.
Örneklerden birincisi, 1982’de Japonya, Nagoya’da kurulan Machinery Works Ltd. Bu fabrikada 215 işçi çalışırken, robotların üretime sokulmasıyla işçi sayısı 12’ye düşmüş. İkincisi ise yine Japonya’da; Funic Ltd.
Bu fabrika özel olarak kurulmuş ve 82 işçi 29 üniteyi yönetiyor.
Yazarın mantık silsilesi izlenirse; bugün ortaya çıkmış “insansız fabrikalar” insanla çalışan fabrikalara göre daha çok artı-değer üreteceğinden robot hızlı bir biçimde diğer kapitalistler tarafından benimsenecek ve sosyalizmin teknik temeli yayılacaktır. Ama burjuvaziyi yıkacak bir işçi sınıfı kalmamıştır. Dolayısıyla da, ortada burjuvazi vardır; ama sömüreceği, aynı zamanda kendisini devirecek bir işçi sınıfı yoktur. Ve bir tek, burjuva aydınlarının ve Marksizm döneklerinin uzun zamandan beri savunduğu tez kalmaktadır geriye. O da, burjuvazinin artık kâr getirmeyen fabrikalarım “topluma devrederek” köşesine çekilmesidir.
Burada bir soru açıkta kalıyor. Burjuvazi kendi köşesine çekilene kadarki “uzun” dönemde, işleri robot tarafından ellerinden alınan yüz milyonlarca işçi ne olacaktır? Soru yazarın da aklına gelmiş olmalı ki kitabında bir kalem darbesiyle onu da çözüyor: işlerini kaybeden işçilerin “daha şimdiden hizmet sektörüne kaydığını”, “belki iş saatlerinin kısaltılarak” da bu işin çözüleceğini söylüyor.
Yazar sorunu kitapta çözüyor; ama ger çek yaşam tamamen farklı şeyler gösteriyor. Son 10 yılda en gelişmiş kapitalist ülkelerin bile başlıca sorunu haline gelmiş olan işsizlik, giderek artmakta ve daha da kronik bir durum göstermektedir. Burjuvazi ise; bırakalım yeni iş alanları açmayı, varolan işçilerin önemli bir kısmını bile önümüzdeki yıllarda sokağa atmak zorunda kalacağını söylemektedir. Son yıllarda aşın abartılan “hizmet sektörü” de giderek küçülme eğilimine girmiştir. Hele iş süresini kısaltarak işsizliğin çözümü? “Sosyal devlet” yıllarında bile düşünülmeyen çözümün günümüz koşullarında hepten olanaksız olduğu görünmektedir.
’80’li yıllarda, Alman işçileri 35 saatlik işgünü için aylarca grev yaptığı halde, burjuvazi bir saatlik bir kısaltmaya bile yanaşmadığı herkesin bildiği bir gerçektir. Tersine, bütün dünyada, son yılda bir yandan işsizlik artarken öte yandan iş saatleri uzama eğilimindedir.
Yazarın kitabında her vesile ile örnek gösterdiği Japonya ve ABD gibi robotun en yoğun kullanıldığı ülkelerde bile iş süresinin kısalması bir yana uzadığı aşağıdaki tabloda çarpıcı bir biçimde görülmektedir.
YILLIK ÇALIŞMA SÜRESİ
Yıl Japonya ABD
1975 2043 1888
1978 2137 1924
1981 2146 1888
1982 2136 1844
1983 2152 1898
1984 2180 1934
Burjuva aydınlarının ve Marksizm’den savrulan araştırmacıların ortak hastalığı, yaşamı, Aristo mantığının kurallarıyla incelmeye kalkmalarıdır. Bu yüzdendir ki; bunlar, en iyimser yaklaşımla, olguların sadece belirli bir anda dondurulmuş fotoğrafını yansıtan istatistikleri saltık gerçeklermiş gibi alıp bütün ekonomik ve sosyal gerçekliğin anahtarının ellerinde olduğunu sanırlar. Kendi beklentilerine uymayan olguları görmezden gelirler ya da “marangoz hatasından sayarlar. Çünkü insan aklı gerçeğin ölçüsüdür!
Ne var ki; sosyal yaşam düz mantık kuralları çerçevesinde değil, karşıt sınıfların savaşı ve bu savaş tarafından belirlenen ileri ve geri gidişlere ilerlemektedir. Ve bu gidiş, Aristotelesçi-Dekartçı aklın sınırlarını zorlamaktadır. Bu yüzden de onlar, Ekim Devrimi’nde Bolşeviklerin iktidarı almasını mantıksız, El Salvador’da gerillaların iktidarı, “alırsak iktidarda kalamayız” gerekçesiyle almayı reddetmesini mantıklı bulurlar. Çünkü onlara göre, kapitalizm hala yeni teknolojiler geliştirebiliyorsa daha ömrü dolmamıştır. Hele kapitalizm, robot diye sihirli bir araç yaratmışsa sosyalizm ancak “insansız fabrikalar” temelinde kurulabilir. Öyleyse mantık, beklemeyi, burjuvazinin sosyalizmi kurmasını beklemeyi emreder!
Bu bayların mantığına göre; SB ve öteki ülkelerde sosyalizmin yıkılmasının nedeni de henüz onun teknik nedeni olan robotun yeni çıkmış olmasıdır. Çünkü makine sosyalizmin değil kapitalizmin teknik temelidir!
Sınıflı bir toplumda, sınıflar mücadelesinin bir alanı olan bilim ve teknolojinin gelişme seyri de, aslında düz mantık kurallarına uymaz, çelişmelerle ilerler. Dahası bilim ve teknolojinin tarihi de ilericilik gericilik kavgasıyla paralel yürümüştür.
Bilimdeki gelişmeleri burjuvazi kendi işine geldiği ölçüde kullanmış, ama işine gelmeyen bilimsel bulguları görmezden gelmiştir. Teknolojik buluşlar için de durum çok farklı değildir. Buluşların patentini alan şirketler, bu buluşları gerekirse yıllarca kasalarında saklamışlardır. Sadece kâr için üretimi amaçlayan şirketler, teknolojiyi de ancak kendi kârlarını arttırıcı doğrultudaki gelişmeler için desteklemiştir.
Robot için de durum çok farklı değildir. Bugün robot, emeğin verimliliğini arttırdığı için giderek daha çok devreye sokulmakta, ortalama kârın üstünde bir artı kâr sağlayabilmektedir. Robot yaygınlaşıp robot kullanma ortalama kârın üstünde bir kâr getiremez hale gelince, çekiciliğini yitirecektir.
Kaldı ki; kapitalizm koşullarında, tek artı değer yaratan kaynak olan canlı işgücünden vazgeçilemeyeceği için, yazarın düz mantıkla vardığı “insansız fabrika” sadece bir fantezidir ve burjuvazinin, kapitalizmin artık işçiye ihtiyaç duymadığı propagandasının ideolojik motifi olma ötesinde ciddi bir işlev ve anlamı yoktur. .
Elbette ki; insanlığın bilgi birikimi ve teknolojinin ortaya koyduğu olanaklar “insansız fabrikaların” yakın gelecekte olanaklı olduğunu göstermektedir. Ama bu, sömürüyü, kârı esas almayan, sadece insanlığın çıkarlarını gözeten üretimin mümkün olduğu sosyalizmde olanaklıdır. Yoksa bir yandan tek amacı kâr olan kapitalizm varolacak, öte yandan “insansız fabrikalar” yaygınlaşacak; buna ancak sömürüşüz kapitalizmin olabileceğini sanan safdiller inanır.
Kaldı ki; insanlık tarihi boyunca, bilim ve teknoloji alanındaki gelişmeler, hiç bir zaman kendiliğinden toplumsal devrimlere yol açmamıştır. Daha çok da tersi olmuş, toplumsal devrimler bilim ve teknolojik devrimler için ortamı temizlemiş, gelişmenin yolunu açmıştır.
Örneğin, Aristoteles-Pitelomius’un yer merkezli evren kuramından Copernicus’un güneş merkezli evren sistemine geçiş bilimde bir devrime yol açmıştır, feodalizmin yıkılması için ne yer merkezli ne de güneş merkezli evren kuramlarından habersiz köylülerin ayaklanması gerekmiştir.
Ya da tam tersine, İngiliz burjuva devrimi olduğunda ne buhar makinesi vardı ne Ackwrit otomatik iplik eğirme makinesini icat etmişti. Fransız devrimi gerçekleştiğinde henüz kapitalizmin teknolojik temeli makine ve makineye dayalı büyük sanayi Fransa’da yaygınlaşmış değildi.
Rus işçileri, “Bütün iktidar Sovyetlere” şiarı ile burjuvaziyi devirdiğinde, ortada ne Saner’in harika robotları vardı, ne de teknolojide olağanüstü bir keşif yapılmıştı.
Kısacası bilim ve teknolojideki “devrim”lerin toplumsal devrimlerle doğrudan bir ilgisi yoktur. Ama toplumsal devrimler bilim ve teknolojideki ilerlemelerin özgürce gelişmesinin yolunu açmışlardır.
Her ne kadar D.C. Saner robotu günümüzün kahramanı ilan etmişse de; robotun, ekonomide oynadığı rol, ekonomik olarak, henüz hesaba katılacak ölçülerde değildir. Ama robot üstüne yapılan spekülasyonlar ve robotun burjuvazinin bir ideolojik motifi olarak oynadığı rol çok daha önemlidir. Bu yüzden de robot, ekonomik değil ama ideolojik bir “kahraman”dır günümüzde.
Ne var ki; burjuva ideolojisi öylesine tıkanmıştır ki; sosyalizm karşısında elde ettiği başarılar bile bu tıkanıklığın önünü açamamıştır. Bu yüzden de Marksizm karşıtları bütün yaygaralarına, robot gibi yeni motifler bulmuş olmalarına karşın dönüp dolaşıp, çöp sepetine atılmış eski tezlere dönmektedir.
Nitekim D.C. Saner de, Müftüoğlu’nun bütün “katkı” böbürlenmelerine karşın bütün diğer burjuva kuramcılarının sonundan kurtulamıyor. Çünkü yazarın yeni diye öne sürdüğü tezlerin bütünü, Kautskicilerden bu yana çeşitli burjuva ekollerin savunduğu tezlerden farklı değildir.
Örneğin, Kautsky’nin ultra-emperyalizm kuramıyla robot hayranı Saner’in tezi neredeyse sözcüğü sözcüğüne aynıdır.
Kautsky, kuramını, artık serbest rekabetin sona ermiş, tekellerin dünya ölçüsünde egemen olmuş olmasına dayandırıyordu. Kapitalist bunalımlara yol açan şeyin, rekabet sonucu ortaya çıkan anarşik üretim olduğunu söylüyor ve buradan kalkarak tekellerin kontrollü üretimle bir aşın üretim buhranına izin vermeyeceğini ve giderek dünyanın tek bir tekelin egemen olduğu bir dünya haline geleceğini söylüyordu. Bu durumda savaş ve çatışmaların olmadığı bir dünyada üretici güçlerin gelişmesinin kaçınılmaz olarak sosyalizme, üstelik barışçıl yoldan varacağını iddia ediyordu. Kısacası Kautsky, kapitalizmin ulaştığı gelişme seviyesi ile sınıf mücadelesine ihtiyaç duymadan sosyalizme geçileceğini iddia ediyordu.
Euro-komünistler daha ’60’larda Marx’ın dönemindeki işçi sınıfının kalmadığını, artık işçi değil emekçiler bulunduğunu söylüyorlardı. ‘70 sonrasının teknolojistleri ise, insansız fabrikalarla kapitalizmin ebediyen egemen bir düzen olarak süreceğini söylüyorlardı ve bugün pek çok burjuva ekolü de bu tezi savunmaktadır.
Saner ise; robot ve robotun sağladığı olanaklarla ortaya çıkan “insansız fabrikaların toplumu kendiliğinden sosyalizme ulaştıracağını savunmaktadır. Çünkü daha bugünden robot, işçileri fabrikalardan sürmektedir ve giderek, tümüyle insansız çalışılacak fabrikalara gidilmektedir. Bu durumda bir süre sonra mutlak olarak işçi kalmayacaktır. Böylece robot; ortadan kaldırdığı sınıfın ekonomik, tarihsel *ve toplumsal misyonunu da üstlenmiş olarak, her hangi bir devrime gerek kalmaksızın, kapitalizmden sosyalizme geçişi sağlayacaktır.
Görüldüğü gibi, yazarın öne sürdüğü tezde hiç bir orijinallik yoktur. Kautsky’den kapitalizmin kendiliğinden sosyalizme evrileceği, Euro-komünistlerden işçi sınıfının artık mühendisler ve teknisyenlerden ibaret olduğu, modern ütopyacılardan işçi sınıfının! yok olduğu, teknolojistlerden de robotun kerametleri alınıp birleştirilmiş, sınıflar mücadelesi içermeyen bir kapitalist gelecek panoraması çizilmiştir.
Kısacası Saner’in tezi, Kautsky’den günümüz teknolojistlerine evrimleşen burjuva-revizyonist tezlerin eklektik bir ifadesidir. Aşırı bir idealizmle birleştirilen ekonomizmden de başka bir şey çıkamazdı.
DY NEYİ ARIYOR?
D.C. Saner’in kitabında Müftüoğlu’nun “Sunuş”u ve yazarın kendisinin de yer yer ifadelerinden anlaşıldığına göre, bu kitapta öne sürülen görüşler, DY’nin “arayışları”na bir “katkı”dır. Diğer “katkılar” da göz önüne alındığında, ister istemez “DY neyi arıyor?” sorusu akla geliyor. Ve bu soruya yanıt olarak da, felsefe tarihinde çok bilinen bir bilinemezci ile bir dogmatiğin tartışması akla geliyor.
-Ne arıyorsun ?
-Gerçeği.
-Gerçek ne?
-Bilmiyorum, arıyorum.
-Peki, gerçeğin ne olduğunu bilmediğine göre, ararken gerçeğe rastlarsan, onun gerçek olduğunu nereden bileceksin?
Görünüşte, eski DY çevresinin durumu bu diyaloga uygun. DY, arıyor, ama neyi aradığını bilmiyor. Pek çok insan da bu arayıştan bir şey çıkacak diye bekliyor. Ama aslında DY’nin bir şey aradığı yok. O robotla aradığını bulmuştur, burjuvazinin ideolojik kahramanı robot, şimdiden DY’nin politik kahramanı da olmuştun Sınıftan, sınıf mücadelesinden umudu kesenlerin varacağı yer sadece tanrıya sığınmaktır. Bu tanrı uhrevi bir tanrı olabileceği gibi, robot gibi çok maddi bir tanrı da olabilir. Çünkü gizli kuvvetlere sahip olanlar sadece tanrılardır.
Engels boşuna, “Ruhlar âlemine giden en kestirme yol, görgücülükten geçer” dememişti.
Eylül 1993