TDKP röportajı: Yeni bir teorik mücadele platformunun zorunluluğu, Emperyalist sistem ve Türkiye

İKİNCİ BOLÜM: KOMÜNİST TEORİDEKİ GEÇİCİ DURGUNLUK, ULUSLARARASI KOMÜNİST HAREKETİN GÖREVLERİ, EMPERYALİST VE REVİZYONİST SALDIRILARA KARŞI YENİ BİR TEORİK MÜCADELE CEPHESİ.

Sovyetler Birliği ve Doğu Avrupa’daki dağılma ve çökmeyle birlikte, “Komünist teorinin iflas ettiği ve çöktüğü” öne sürülüyor. Bu görüş doğru mudur, eğer doğru değilse, “Doğu Bloğu”nun temsil ettiği teorik sistemin çöküşünü nasıl açıklıyorsunuz? Komünist teorinin çöktüğü üzerine öne sürülen görüşleri partiniz nasıl karşılamaktadır?
Sovyetler Birliği ve Doğu Avrupa’daki sosyalist ülkelerin, 1960’lı yılların ortalarından itibaren, burjuva-kapitalist ülkelere dönüşmeleri ve 1980’li yılların sonlarında iflasa ve çöküşe sürüklenmeleri üzerinde kısaca da olsa, yukarıda duruldu. Orada söylenenlere işaret ederek şunları vurgulayalım: Bunalıma düşen ve çöküşe sürüklenen “Doğu Bloğu” ülkeleri nasıl ki sosyalist ülkeler değillerse, bu ülkelerin çökmeleri ve yıkıma sürüklenmeleriyle iflas eden teori de, komünist ya da Marksist-Leninist teori değildir. Bu ülkelerdeki ekonomik ve politik rejimlerin çöküşüyle birlikte iç çelişkisi, güçsüzlüğü ve yeteneksizliği pratik olarak açığa çıkmış ve iflas etmiş olan teori, kırk yıl kadar önce komünist (Marksist-Leninist) teoriden ayrılan ve söz konusu ülkelerdeki tekelci devlet kapitalizmi ve burjuva-revizyonist rejimlerin teorik temellerinin oluşturulması sürecinde “sistemleştirilen” burjuva modern revizyonist teoridir
Son kırk yılı ele alırsak, Titocu, Kruşçevci, Brejnevci, Euro “komünist”, Maocu ve Gorbaçovcu bütün teorik fraksiyonlarıyla burjuva-revizyonist teorik akım, burjuva-emperyalist bir akımdır, komünist olma bir yana, ona düşmandır. Özellikle son on yıldır yaşanan olaylar, gerçekte, sadece, modern revizyonist teorinin iflasını açığa çıkarmakla kalmadı, bu akımın bütün teorik varyasyonlarının anti-komünist özünü de gözler, önüne serdi.
Genel olarak modern revizyonist teoriyi ve onun değişik akımlarını, “yeni koşullar”a göre “yenilenmiş komünist teori” olarak ele almış olanlar, bu inkar edilemez olguyu kabullenmeden, komünist (Marksist-Leninist) teori hakkında bilimsel herhangi bir yargıda bulunamazlar. Bu nedenledir ki, son yıllarda yaşananlardan hareketle, “komünist teori iflas etti” vaazları veren “sosyalistler” ve “sosyalist” aydınlar, ya açık olgusal gerçekleri göremeyecek kadar derin bir körlük içinde bulunduklarını ya da kapitalist burjuvazinin sözde “zaferi” karşısında diz çökmüş dönekler konumuna düştüklerini kanıtlamaktan başka bir şey yapmadılar, yapmamaktadırlar.
Kapitalizmin “zaferi” ve sosyalizmin “iflası” üzerine çakal ulumalarının ayyuka çıktığı bugünkü dünyada dahi, hiç bir doğa ve toplum olayı yoktur ki, tarihsel materyalizmi ve komünist teoriyi yalanlamış, “ütopya” olduğunu ve “iflas ettiğini” açığa çıkarmış olsun. Sosyalist sistemin ve komünist teorinin “çöktüğü” ve “iflas ettiği” ile ilgili olarak bugün öne sürülen tek sözde “kanıt”, daha önce vurguladığımız gibi, Sovyetler Birliği ve Doğu Avrupa’daki çöküş ve Cinde yaşanan olaylardır. Oysa bu çöküş ve olaylar, düşman teorik akımlar arasındaki çatışma bakımından, biri sözde liberal (emperyalist), diğeri modern revizyonist (sözde sosyalist,    gerçekte sosyal-emperyalist) iki burjuva kapitalist teorik akım arasındaki çatışmada, modern revizyonist (sözde sosyalist, özde burjuva ve sosyal emperyalist) teorik akımın iflasının kanıtlanmasıdır. Kaldı ki; ABD ve Sovyetler Birliği’nin başını çektiği iki emperyalist blok arasında otuz yıl boyu süren çatışma, gerçekte, teorik akımlar arasındaki çatışma değil, iki kampa bölünmüş uluslararası burjuvazinin maddi (ekonomik, toplumsal, politik, askeri vb.) kuvvetleri arasındaki çatışmaydı. Liberal-emperyalist teorik akım ile revizyonist-sosyal emperyalist teorik akım arasındaki çatışma ise, bu maddi kuvvetler arasındaki çatışmanın düşünsel alandaki yansısı ve özel bir alanıydı. Otuz yıl boyu çatışma ve mücadele içinde bulunmuş iki emperyalist bloktan birinin, Sovyetler Birliği bloğunun çökmesi, olsa olsa modern revizyonist ve sosyal emperyalist teorinin iflasının kanıtı olabilirdi. Ve öyle de oldu: 1960’lı yıllarda, Sovyetler Birliği ve Doğu Avrupa’da hâkim olan tekelci devlet kapitalizmi, buhranlar ve çöküntüler içinde ve zorunlu olarak yerini, özel mülkiyete dayanan klasik kapitalizme bıraktı. Bu kapitalizmin ve bu kapitalizm tarafından belirlenen politik rejimlerin teorik temellerini oluşturan modern revizyonist teori ise; sosyalizmin ve proletarya diktatörlüğünün tasfiyesinin, yeni tipteki devletçi kapitalizmin ve bu kapitalizme dayanan yeni burjuvazinin diktatörlüğünün reorganizasyonunun; ve bu kapitalizmin ve bu politik rejimin klasik özel mülkiyetçi kapitalizme ve özel mülkiyete dayanan burjuvazinin diktatörlüğüne doğru çelişkili, çatışmalı “evrimi”nin teorisiydi. Doğu Bloğu’nda egemen olan burjuva kapitalist ekonomik ve politik düzenler, bu “evrimi” nasıl ki, buhran, çöküntü ve iflasla yaşamışlarsa, burjuva-revizyonist teori de, bütün burjuva teoriler gibi, bünyesinde ilkesizliklerle, uzlaşmaz karşıtlara yer vererek, dogmalaşarak ve iflasa sürüklenerek yaşamıştır.
Bu teori, proletarya ve halkları “sosyalizm” ve “komünizm” lafzıyla aldatma, sosyalizm ve komünizmden ve komünist teoriden uzaklaştırma işleviyle oluşturuldu. Bu işlevini yerine getirme süreci aynı zamanda, proletarya ve halkları, klasik burjuva-liberal (emperyalist ideolojinin etkisine hazırlama, dolayısıyla kendini işlevsizleştirme ve iflasa sürükleme süreci oldu. Revizyonist teorik akım, komünist teorik akımı “inkâr” ve burjuva-emperyalist teorik propagandayı “ihya” akımı, bir anlamıyla bir “geçiş” akımıydı. Dolayısıyla, teorik temellerini oluşturduğu tekelci devlet kapitalizmi ve sosyal-emperyalizmin çöküşüyle birlikte, bünyesindeki uzlaşmaz karşıtlıklar pratik olarak açığa çıktı ve iflas etti. Son yıllarda, kapitalist dünyada, teorik çatışma alanında yaşanan “altüst oluş”un gerçek içeriği işte buydu.
Ve şunu söyleyelim ki, teorik mücadele cephesinde bütün bu olup bitenler, sadece burjuva-revizyonist teorinin çöküş ve iflasını değil, aynı zamanda, uluslararası burjuvazinin ve emperyalizmin teorik cephedeki çıkmazı, çözümsüzlüğü ve pratik iflasının olgunlaşmasının da kanıtlanmasıdır. Çünkü revizyonist teori, tüm temel tezlerini, “sosyalist” lafzına karşın, diyalektik ve tarihsel materyalizmden ve komünist teoriden değil, felsefi idealizmden, doğa ve toplum tarihinin metafizik kavranışından ve burjuva-liberal (emperyalist) teorik akımdan almıştır. Ve onun teorik iflasını belirleyen temel düşünse etken, bünyesini oluşturan bu felsefi idealizm ve burjuva emperyalist öz olmuştur. Bu olgusal gerçek, sunuluş biçimi ne olursa olsun ve demagojik malzemesi hangi olgusal bulguya dayanırsa dayansın, bütün burjuva teorilerinin çürüklüğünün, bilim dişiliğinin ve iflasa mahkûm oluşunun bir açıklamasıdır. Ve modern revizyonist teorik akımın iflası ve çöküşü, teorik mücadele alanında, genel olarak kapitalist dünyanın ve burjuva dünya görüşünün çöküş ve iflas sürecinin olgunlaşmasının yeni bir aşamaya vardığını kanıtlamaktadır. Burjuva emperyalist propaganda aygıtları nasıl desteklenirse desteklensinler, yenilgiye uğrayan ve çöken revizyonist akımın yandaşları burjuva emperyalizmini ve burjuva teorilerini ne kadar kutsarlarsa kutsasınlar, bu gerçeği asla sonuna kadar örtbas edemeyeceklerdir. Komünist ve Marksist-Leninist teorinin proleter kitleler üzerinde yeni ve karşı konulmaz bir otorite kazanması için koşullar her zamankinden geniştir ve yeniden olgunlaşmaktadır.

Peki, Marksist-Leninist ya da komünist teorinin sözünü ettiğiniz son kırk yıllık süreçle ilgili tezleri ve belirgin bir tutumu var mıdır?
Buna kuşku yok. Diyalektik ve tarihsel materyalizm ve komünist teori, proletaryaya, sosyalizmin, bir yanı kapitalizmin kalıntılarına dayanan, öte yanı komünizme varan tarihsel bir geçiş dönemi olduğunu, bütün sosyalizm tarihsel dönemi boyunca sınıf mücadelesinin çetinleşerek, güçleşerek ve alanını genişleterek süreceğini, proletarya bu mücadelede gerekli yeteneği gösteremediğinde, kapitalizmin restorasyonunun olanaklı olduğunu öğretmiştir, öğretmektedir. Ama diyalektik ve tarihsel materyalizm ve komünist teori, proletaryayı, kapitalizme geriye dönüşün olanaklı olduğu üzerine uyarmakla da kalmadı. 1950’li yılların sonlarında ve 1960’lı yıllar boyunca, Sovyetler Birliği’ndeki kapitalizme geriye dönüşü inceledi, olgulara dayanarak açıkladı. Ayrıca, “Doğu Bloğu” denilen ülkelerde egemen olmuş kapitalizmin (eğer proletarya yeni sosyalist devrimlerle önünü kesmeyi başaramazsa), krizler, çatışmalar ve çöküntüler içinde, klasik batılı kapitalizmine varacağını ortaya koydu ve ilan etti.
Sovyetler Birliği ve “Doğu Bloğu” çöktü ve dağıldı. Bu çöküş ve dağılma başka bir şeyi değil, komünist ve Marksist-Leninist teoriyi ve tezlerini kanıtladı. Ya “zafer kazandı” denilen ve kendi uzlaşmaz karşıtlıklarını aştığı, “evrensel” bir “refah düzeni” haline geldiği öne sürülen batılı kapitalizm ve emperyalizm ne durumdadır? Komünist teoriyi yalanlayacak ve mahkûm edecek bir toplumsal özellik ve zafer mi kazanmıştır? Kapitalizmin ve emperyalizmin her gün ve genişleyerek proletaryayı ve ezilen halkları yeniden ürettiği, burjuvazi ve gericiliklerin servetini ve refahını proletaryanın ve halkların artan yoksullaşmasına ve sefaletine bağladığı; yeryüzünde yeni rekabet, egemenlik ve çatışma alanları yarattığı ve toplumsal üretici güçleri, tarihte görülmemiş boyutlarda ve giderek artan oranda yıkıma sürüklediği bugünkü koşullarda, bu sorulara olumlu yanıt nasıl verilebilir?
Kapitalist toplumun bağrında daha da genişleyen sınıf karşıtlıkları, ulusal ve sınıfsal çatışma ve savaşlar ve dünyada giderek yayılan kitlesel açlık ve sefalet bile, kapitalizmin ve emperyalizmin zamanını doldurduğunu, onun “Doğu Bloğu” karşısında kazandığı “zafer”in “Pirus zaferi” olduğunu kanıtlamaya yetmez mi? Kapitalizmin ve emperyalizmin proletaryaya, halklara ve insanlığa reva gördüğü sön kırk yıllık, bugünkü ve gelecekteki yaşantı üzerinde yukarıda gerektiği kadar duruldu. Bütün bu üzerinde durulanlar ve burada öne sürülenler, batılı kapitalist toplumun son kırk yıllık yaşantısının da komünist teoriyi yalanlamadığını, doğruladığını inkâr edilemez bir gerçek olarak ortaya sermeye sanıyoruz yeterlidir. Şu kadarını söylemekle yetindim: Proletaryanın safları bugün de artan oranda büyümekte, buna karşılık kapitalizm ve emperyalizmin, tarihin belli bir evresinde proletaryanın gösterdiği yetenek eksikliğinin ve modern revizyonist gericiliğin sunduğu olanakları tüketmektedir. Bugünkü bütün olgular ve olaylar, dünyanın ve insanlığın sosyalizm ve komünizme her zamankinden daha fazla yaklaşmakta olduğunu ve daha yakın bulunduğunu kanıtlamaktadır. Bu gerçeği görüp kavramayan “sosyalistin asla sosyalist olamayacağını, bu gerçeği örtbas etmeye çalışan kimsenin kendine ne sıfat takarsa taksın, emperyalizmin uşağı olmaktan kurtulamayacağını söylemeye gerek bile yoktur.
Kesin olan şudur: Komünist teori, ne sadece batılı-kapitalist ve emperyalist dünyanın çelişkileri, çatışmaları ve yıkılışıyla ne de “Doğu Bloğu” ülkelerindeki kapitalist geriye dönüşle ilgilenmekle yetindi. Dünyanın son kırk yıldır yaşadığı bütün süreci çelişkileri, çatışmaları ve ilişkileriyle açıkladı, bu sürecin bugünkü sonuçlarıyla ilgili açık net tutum aldı ve tezler oluşturdu. Bu gerçeğin çoğu çevre tarafından örtbas edilmeye çalışıldığı bilinen bir şey. Ama bunları yok saymanın “sosyalistim” diyen kimseye bir şey kazandırmayacağı açık olduğu gibi, bilime, bilimselliğe ve sosyalizm mücadelesine yardım etmenin de olanaksız bulunduğu kesindir.

Bu durumda komünist ya da Marksist-Leninist teorinin proleter kitleler ve dünya kamuoyu üzerindeki gücünün zayıflaması nasıl açıklanabilir?
Şu doğrudur: Son otuz-otuz beş yıldır, burjuva revizyonist Sovyetler Birliği kampı sosyalist kamp, bu kampın temsil ettiği modern revizyonist teori, komünist teori olarak, proleter ve aydın kamuoyunda genel bir kabul gördü. Bunun nedeni, daha önce de vurgulandığı gibi, Sovyetler Birliği ve Doğu Avrupa’daki kapitalizmin, sosyalist sistemin, klasik karşı devrim tarafından yıkılmasıyla kurulan kapitalizm değil, 1950’li ve ‘60’lı yıllarda yozlaşmasıyla doğan yeni burjuvaziye dayanan (ve sosyalist biçimleri bürokratikleştirerek sözde koruyan) tekelci devlet kapitalizmi olması, revizyonisti ve kapitalisti ile bütün dünya gericiliğinin, bu kapitalizmin bütün kötülüklerini sosyalizmin sırtına yıkarak bu kampı, “sosyalist kamp” olarak pazarlaması olayıdır. Gerek revizyonist “Doğu Bloğu” burjuvazisi, gerekse batılı emperyalist burjuvazi, toplumsal sistem olarak sosyalizmi, toplumsal teori olarak komünist teoriyi proletarya ve halklar nezdinde mahkum etmek için bu kampanyayı bilinçle sürdürdü. Uzun yılları alan ve dev propaganda mekanizmalarıyla yürütülen bu faaliyet, proletarya ve halklar üzerinde ve aydın kamuoyunda giderek etkisi artan bir yanılsama yarattı, geçici de olsa “sosyalizmin olanaksızlığı” ve “komünizmin ütopya olduğu” ile ilgili genel bir kanının bugün gelinen aşamada doğması için ortam hazırlandı. Bu nedenledir ki, bütün bu dönem boyunca, proletaryanın kendiliğinden hareketi ve ezilen ulusların ulusal ayaklanmaları genişlemesine karşın, devrimci ve sosyalist proletarya hareketi ve anti-emperyalist halk ayaklanması giderek zayıfladı. Ama görülüyor ki artık, “deniz bitti”, kapitalist dünya, “barış, refah ve evrensel insanlık düzeni”ni kurduğunu ilan ederken patlayan Ortadoğu savaşı, ardından gelen Kafkasya ve Balkanlardaki gerici çatışmalar, son on yılda ortaya çıkan ve yüz milyonlarca emekçiyi içine çeken sefalet ve açlık, “refah ülkeleri” denilen ülkelerde derinleşen ekonomik kriz, keskinleşen toplumsal çelişkiler ve yeni orduların kuruluşuyla yeni bir açamaya doğru adım atan emperyalist egemenlik çatışması, komünist teorinin kanıtlanması ve yeni sosyalist ve anti emperyalist dalganın kaçınılmazlığından başka neyin açıklaması olabilir ki?
Nitekim gerek proletarya saflarında, gerekse aydın kamuoyunda “yeni dünya düzeni”ne karşı kuşkular hızla artmakta, bu yeni gelişmenin belirtileri olgusal verilerle görülmektedir. Bu belirti ve verilerden burada söz etmemize olanak yok. Ancak, şu olguya gene de işaret edelim: Sosyalizm “öldü”, “komünist teori iflas etti” demagojilerine uluslararası burjuvazi ve burjuva ekonomistler, teorisyenler ve ideologlar kendileri de inanmamaktadırlar. Uluslararası gericilik, komünizme karşı teorik ve politik propaganda kampanyalarına milyarlarca dolar yatırma zorunluluğunu bu nedenle duymaktadır. Burjuvazi ve emperyalizm nasıl rahat olsun: Besbellidir ki; Komünist teori, kapitalizmin mezar kazıcısı sınıfın, proletaryanın teorisidir; kapitalizm, mezar kazıcısı proletaryayı sürekli genişletmekte ve yeniden üretmektedir. Genel bunalımın yeni bir aşamasına doğru yol alan dünya kapitalizmi, proletaryayı sosyalizme ve komünizme zorunlu olarak yeniden hazırlamakta ve proletarya devrimi ve komünizm, burjuvazinin tepesinde dolaşan bir “hayalet” olmaya devam etmektedir. Kapitalizmin, kendi mezar kazıcısı sınıfın kitlesini sürekli büyüttüğü, harekete geçmesi için bütün koşulları yenilediği bir ortamda, bilimsel bir toplumsal teoriden yoksun olan burjuvazi ve onun propaganda makinesi, masraflı aldatma kampanyalarından başka hangi yola başvurulabilir ki? Uluslararası burjuvazi hangi yola başvurursa başvursun, komünizme karşı propaganda aygıtlarını ne kadar büyütürse büyütsün, kapitalizmin proletarya ve halklara dayattığı yoksulluk ve umutsuzluk karşısında sosyalizm umudu ve komünist teorinin bilimsel yol göstericiliği kesin olarak üstün gelecektir. Burjuvazinin bugünkü umutsuz anti-komünist kampanyasının gerisindeki neden gerçekte işte budur.

Bilimsel-teknik devrimden söz ediliyor. Bu devrimin belirlediği koşullarla birlikte kapitalizmin çelişkilerini aştığı ve evrensel bir insanlık düzeni haline geldiği öne sürülüyor, yeni teoriler oluşturuluyor. Komünist teori bilimsel bir teoriydi. Bilim ve teknikteki bunca gelişmeye karşın, komünist teoride bir durgunluk yaşandığı görülüyor. Bu durum sizce nasıl açıklanıyor?
Bilim ve teknikte, özellikle Il. savaştan sonraki süreçte, yeni bir devrim olarak tabir edilen bir gelişmenin yaşandığı gerçektir. Bu sorun üzerine ileri sürülenlerde gerçek olmayan bir şey var: O da, bilim ve teknikte devrimi gerçekleştiren ve teşvik edenin kapitalizm ve burjuvazi olduğu ve bilimsel-teknik devrimin kapitalizmi evrenselleştirdiği tezidir. Bazı yönleriyle bir soyutlama yaparsak, bilim ve teknikteki gelişme ve peş peşe gelen bilimsel-teknik devrimlerin, insanın ve insan toplumunun yaratıcı etkinliğinin Ve bu etkinliğe dayanan tarihsel evriminin bir ürünü olduğunun sonucuna varırız. Bilimsel teknik devrimin gelişmesi bakımından, (üretim tekniği ile belirlenen) toplumsal üretim tarzları, ya uygun ortam oluşturarak gelişmesinin olanaklarını genişletirler ya da frenleyici, tahrip edici bir rol oynarlar. Ama sınıflı topluma dayanan toplumsal üretim tarzları, modern çağda da kapitalist üretim tarzı, tarihsel olarak devrimci oldukları dönemlerde dahi, bilimsel ve teknik gelişme karşısında ilerletici, geliştirici ve teşvik edici rollerin yanı sıra, tahrip edici ve yıkıcı bir rol de mutlaka oynadılar, oynarlar.
Kapitalizmin emperyalizm aşaması ise, toplumsal üretici güçlerin (bir yönüyle bilim ve teknolojinin) gelişmesini hızlandırma, olanaklarını özgürce kullanmasına yol açma bir yana, büsbütün frenleyici ve tahrip edici bir dönem olarak şekillendi. Sömürüye ve toplumsal sınıf karşıtlıklarına dayanan toplumsal üretim tarzlarının, insan toplumunun tarihsel birikimi ve yaratıcı eyleminin ürünü olan bilim ve tekniğin, kendi dinamiklerini ve toplumsal olanaklarını sonuna kadar kullanarak gelişimini frenlemesinin ve baltalamasının nedeni kuşkusuz, bilimin ve teknik bilginin egemen sınıfın hizmetine, mülkün ye sermayenin baskısı ve tekeli altına girmesidir. Özellikle tekelci kapitalizm koşullarında bilim ve tekniğin, frenlense ve tahribata uğrasa bile gelişmeye devam etmesi, kapitalist toplumu olumlayan değil, olumsuzlayan çelişkiler, etkenler ve güçler (dinamikler) sayesinde olanak bulabilmektedir. Bilim ve teknikteki gelişme ve devrimlerden tekelci kapitalizmi, burjuva politik rejimleri ve burjuva teorileri olumlayacak ya da “kutsayacak” tek bir sonuç çıkarmak dahi olanaksızdır.
Proletarya ve halklar açısından göz boyacı olarak, son on yıldır özellikte istismar edilen “bilimsel teknik devrim”in anlaşılabilmesi açısından, sanırız şu soru ve yanıtı yeterli olacaktır: İnsan toplumu, son kırk yılı kapitalist toplum değil de sosyalist toplum koşullarında yaşasaydı, bilimsel-teknik devrim bugün hangi aşamada bulunabilirdi? Sağduyu sahibi herhangi bir insanın bu soruya, bugünkünden yüz kat ve bin kat daha ileride olabilirdi, yanıtını vermesinin önünde mantıksal ve teorik bilgi bakımından herhangi bir engel yoktur. Ama biz olgusal kanıtlardan da söz edelim: Bilindiği gibi, Ekim proleter devriminden önce Rusya, bilim ve teknoloji alanında da, batılı ülkelerden en az yüz yıl geride bulunan bir ülkeydi. Üstelik sahip olduğu sanayi ve teknik, savaşta ve iç savaşta harap olmuştu. Bu ülke, devrimden sonra uluslararası ekonomik, bilimsel ve teknolojik işbirliğinden yoksun bırakılmış ve tecride zorlanmış olmasına karşın, 1930’lu yılların sonlarına geldiğinde, ekonomide, sanayide, doğa ve toplum bilimlerinde ve teknolojide dünyanın en büyük ve ileri güçlerinden biri haline gelmeyi başarmıştı. Yüzyıllık geriliği aşmak için bu ülkeye on yıl yetmişti. Bu gelişmenin “propaganda” olmadığı ortadadır. Eğer Sovyetler Birliği II. Dünya Savaşında uğradığı yıkıma, 1950’lerde revizyonist yeni burjuvazinin iktidarı ele geçirmesine ve ekonomide, bilimde, teknikte ve kültürde taş üstünde taş koymamasına karşın, kırk yıl boyu, batılı kapitalist dünya ile rekabet eden bir güç olarak var olmuşsa bu 1950’lerin ortalarına kadar, diğer alanlarla birlikte bilimde, teknikte ve kültürde attığı tarihte görülmemiş büyüklükteki adımların bir sonucudur.
Lenin ve Stalin’in başında bulunduğu Sosyalist Sovyet toplumunun bu olağanüstü bilimsel, teknolojik ve kültürel atılımı nasıl başardığı açık: Proletarya ve emekçilerin maddi ve manevi yaşantısı üzerindeki (yabancılaşmanın başlıca etkeni olan) sermaye tekelini yıkmak, kendi yönetimlerini kendi ellerine vermek ve komünist teoriyi, bilimi, teknolojiyi ve kültürü halkın yaşantısına sokmak yetti. Sermaye tekelinden kurtulan bilim, teknoloji ve kültür, proletarya ve halkın yaşamına girdi, onun pratiği ile kaynaştı, emekçilerin devrimci eylemi ve yaratıcı yeteneği ile yeniden doğdu ve patlama yaptı. Sovyet bilimi, tekniği ve kültürü proletarya ve halkın barından doğdu ve uluslararası burjuvazinin tekeli altındaki bilimi, teknolojiyi ve kültürü aştı. Diğer şeyler bir yana, Sovyet bilim ve teknolojisi kapitalist dünyayı olumsuzlayan bir güç olarak, batıdaki bilim ve teknolojinin gelişmesini ilerletici etkenlerden biri de oldu.
Özet olarak söylersek: Bugünün kapitalizmi, bilim ve teknik karşısında devrimci ve ilerletici olma bir yana, büsbütün gerici ve yıkıcı bir konumdadır. Çağdaş kapitalizm, bilimin, kültürün ve tekniğin gelişmesine düşmandır. Eğer son kırk yılda dünya, bilim ve teknikte yeni bir devrim yaşamışsa bu tamamen, kapitalist toplumun bağrındaki olumsuz (kapitalizmi inkâr eden ve edecek olan) çelişkiler, etkenler ve güçler sayesindedir. Gerçekte, bilim ve teknolojinin kendisi kapitalizmi olumsuzlayan (onunla çatışma içinde olan) bir dinamiktir, güçtür.
Kapitalizmin bilime aykırılığı, bilimsel ve teknolojik gelişme karşısındaki gericiliği, oluşturduğu ve kılavuz edindiği toplumsal teori (burjuva dünya görüşü) alanında daha açık ve çarpıcı bir şekilde görülmektedir. Azami kâr ve ekonomik çıkar nedeniyle laboratuarda ve gözlem ve deney alanında diyalektik materyalizme uygun davranma, ya da böyle davranan bilim adamlarını beslemek zorunda bulunan ve tekeli altına da alsa, kapitalist toplumda bilim ve tekniğin gelişmesine boyun eğmek zorunda kalan burjuvazi, doğa ve toplum teorisi alanında tam bir bilim ve teknoloji karşıtlığı içindedir. Burjuva liberal ve emperyalist dünya görüşünün temel teorik unsurlarını oluşturan burjuva ekonomi politiğinin, felsefesinin, bilgi teorisinin ve doğa ve tarih görüşünün vs. bilimle ve bilimsellikle bir ilgisinin bulunmadığı son derece açıktır. Burjuva filozoflar, ekonomistler, tarihçiler ve doğa ve toplum teorisyenleri ortaya koydukları teorik “eser”le, bilim tarafından değil papazlar takımı, propaganda uzmanları, rantiyeler, spekülatörler ve vurguncular tarafından yönlendirildiklerini, yadsınamaz bir şekilde her gün yeniden ortaya koymuşlardır, koymaktadırlar. Son kırk yılda, kapitalist toplum koşullarında yaşanan bilimsel-teknik devrime karşın, bu devrim temelinde “yenilendiği” ileri sürülen toplumsal teoriye bakın: Bilim ve teknolojide yaşanan devrim denilebilecek buluşlara karşın, burjuva toplumsal teorilerin, insana ve topluma sunduğu “bilimsel” teorik bilgi, bilinmezliğin ve insanın aczinin “bilgisi”dir. İnsan ve insan toplumu, kapitalizmin bütün yıkıcılığına, içinde yaşadığı insan-dışılığın bütün tahribatına rağmen, doğayı ve toplumu her gün yeniden keşfeder, yeniden üretir ve yeniden şekillendirirken, burjuva liberali ve revizyonistiyle bugünkü bütün burjuva doğa ve toplum teorileri, insanın ve toplumun doğal ve toplumsal gerçeği tanıyamayacağı ve onu dönüştüremeyeceği mutlak yargısı üzerine kurulmakta ve insanın aciz, geleceği bulunmayan bir yaratık olduğu, doğaya ve kapitalist sisteme mahkûm bulunduğu sonucuna varmaktadır. Burjuva felsefi akımları, bilgi teorileri, ekonomi-politik okulları, tarih anlayışları, günümüzde, bilim ve teknikteki gelişmelere ne denli fazla “başvurmuş” olursa olsunlar, tümü de, son tahlilde ve gerçekte, burjuvalaşmış “dinsel dogmaya ve ruhsal (tanrısal) yasalara varıp dayanmaktadırlar.” İnsanın yaratıcı eylemi ve etkinliği ile burjuva toplum teorilerinin varıp dayandığı ruhsal (tanrısal) yasalar (spekülasyon) arasındaki karşıtlık, kapitalist toplumdaki temel toplumsal karşıtlığın bir ifadesi olduğu gibi, bu teorilerin çürüklüğünün, bilim dişiliğinin ve iflasa mahkum oluşunun da kanıtıdır. Burjuva filozoflar, teorisyenler, tarihçiler ve ekonomistler güruhu, son kırk yılda, bilimsel teoriler oluşturma, komünist teoriyi “eskitme” bir yana, yüz ye yüz elli yıl önce atalarınca çiğnenmiş, çürütülmüş ve tükürülmek zorunda kalınmış sakızı lağım çukurundan çıkarıp ağızlarına atmaktan başka bir şey yapmamakta-yapamamaktadırlar. Ve kapitalist-burjuva teoriler, bilim ve teknoloji karşısında gerici konumda oldukları gibi, gelişmesine de düşmandırlar. Bu kuşkusuz, kapitalist burjuvazinin bilimsel-teknik devrim karşısındaki gericiliği ve düşmanlığının da teorileştirilmesinden başka bir şey değildir.

Sorumuzda, komünist teorideki durgunluktan söz etmiştik. Bu söylediklerinizden, komünist teoride bir durgunluk yaşanmadığı sonucu mu çıkıyor?
Hayır, bu sonuç çıkmıyor ve sorunuzun o bölümünü de yanıtlayacağız. Ancak öncelikle şunları belirtmek istiyoruz. Sınıflı toplumlarda, toplumsal teorilerin, karşıt sınıfların çıkarlarının ifadesi olarak doğduğu ve sınıfların karşılıklı mücadelelerinde yönlendirici bir etken ve özel (ideolojik) ve önemli bir mücadele alanı haline geldiği biliniyor. Kapitalizmin ve modern proletaryanın doğuşu, kapitalist toplumda, birbiriyle uzlaşmaz karşıtlık içinde, bulunan iki ar toplumsal teorik akımın doğmasına yol açtı: Burjuva-kapitalist toplumsal teori ve komünist (proleter) toplumsal teori. Bu iki ana toplumsal teorik akım dışındaki küçük-burjuva toplumsal teoriler ise ayrı, “bağımsız” teoriler olarak değil, burjuva teorik akımın unsurları olarak doğdular ve komünist teorik akımla savaş içinde oldular.
Burjuva teorik akımlar, burjuvazinin feodalizm karşısında devrimci bir konumda olduğu bir dönemde ortaya çıktılar. Dolayısıyla bu akımlar, bilimsel ve teknik devrimin ve sanayi devrimlerinin bilimsel bulgularına dayandılar, idealizmle iç içe de olsa, kaba ve mekanik bir materyalizmi bünyelerinde barındırdılar. Proletarya, burjuvaziye karşı sınıf olarak hareket etmeye başladığında, tarihsel kaynağını, daha önceki ezilen sınıflar adına yapılmış teorilerden alan, kapitalizmin yıkılışını, proletaryanın sınıf egemenliğini ve tüm insanlığın kurtuluşunu açıklayan ve temsil eden bir teori doğdu. Bu teori, diyalektik ve tarihsel materyalizm üzerinde şekillenmiş olan komünist teoriydi.
Komünist teorinin oluşumu süreci, burjuvazinin gericileşmeye yüz tutması ve proletaryanın devrimci mücadelesinin ortaya çıkması dönemine denk düştü. Gerek bu objektif durum, gerekse komünist (Marksist-Materyalist) teorinin açtığı teorik savaş, bütün burjuva, küçük-burjuva teorik akımların “bilimsellik”le ilgili iddialarının çöpe atılmasına yol açtı. Burjuva sınıflar ve burjuva teorisyenler ve ideologlar, kapitalizmin gericileşmesi ve tekelleşmesi sürecinde gerçekle, bilimle ve bilimsellikle bütün ilgilerini kesmiş, kapitalizmin “mutlaklığı”nın, “evrenselliği”nin ve bilime ve akla “uygunluğu”nun teorisini, katıksız idealizme ve en soysuzlaşmış metafiziğe oturtarak “yenilemişler”di. Burjuva toplumsal teori her gerici teori gibi, doğa ve toplum bilimlerinin bütünüyle dışına düşmüş ve böylece, bir yönüyle daha incelerek ama öte yanıyla daha kabalaşarak, spekülasyon ve dogmalar alanına kaymıştı. Burjuva toplumsal teorilerdeki bu yönelime karşıt olarak, ekonomik ve toplumsal evrimin, bilim ve teknikteki gelişmenin ve karşıt sınıflar arasındaki çatışmaların yasalarına (diyalektik ve tarihsel materyalizme) dayanan komünist (Marksist ve Marksist-Leninist) teori, proletaryanın teorisi olarak gelişmiş, olgunlaşmış, burjuva teorik akımları proletarya ve emekçi sınıfların dışına atarak ve bilimsel bir akım olarak kendini kabul ettirmişti. Komünist teori, proletaryanın ideolojisi olarak bütün bu dönem boyunca, burjuva teorik akımlarla ölüm kalım savaşı vermiş ve bilimsel yeteneğini ve her bakımdan üstünlüğünü kanıtlamıştı. Komünist teori, ekonomik-toplumsal evrimin ve doğa ve toplum bilimlerinin yasalarına uygun düşen, teorik tezlerini oradan alan bir teori olduğu içindir ki, 1950’li yılların ortalarına gelinceye kadarki dönemde gelişti, güçlendi, olup biten her şeyi açıklayabilen ve proletarya ve halkların hareketine yön vermeyi başaran bilimsel bir teori olarak olgunlaşmıştı. Diyalektik ve tarihsel materyalist (komünist) teori, bütün tarihi boyunca giderek artan oranda bilim ve teknolojinin gelişmesinde ve ilerlemesinde başlıca etkenlerden ve itici güçlerden biri de olmuştu.
Şimdi sorunuza dönelim: Son kırk yıldır, daha önce vurguladığımız gibi, doğada ve toplumda komünist teoriyi çürüten herhangi bir doğa, toplum ve bilim olayı olmadı, aksine bütün olaylar, komünist teoriyi doğruladı ve kanıtladı. Ama buna karşın, son otuz kırk yıldır, komünist teoride geçici bir “durgunluk” da yaşandı.
Kuşkusuz bunun nedeni, komünist teorinin “bilim dişiliği”, “ütopya olması” ve “dogmalaşmış bulunması” değildir. Komünist (Marksist-Leninist) teoride son kırk yıldır görülen durgunluğun en önemli nedeni, daha önce de değinildiği gibi, “komünizmin lafzıyla ortaya çıkan burjuva-modern revizyonist akımın, komünist teorinin proletarya ve halklar üzerindeki prestijine ve sosyalizmin dünyada kazandığı muazzam ekonomik, politik ve askeri gücün olanaklarına dayanarak, proletarya ve halkların hareketi üzerine uzun süre kurmayı başardığı tekeldir. Proletaryanın açık devrimci hareketinin, 1950’li yılların ortalarında, kapitalist burjuvazi ve modern revizyonist yeni burjuvazi karşısında aldığı büyük yenilgi ve bu yenilgi üzerinden derinleşen gerileme sürecinin doğurduğu koşullar/komünist teorideki geçici durgunluğun en önemli nedenlerinden biridir. Bu nedenlerden ikincisi ise; proletarya hareketine modern revizyonizmin egemen olduğu koşullarda kurulan ve mücadele eden komünist partilerin komünist teorinin yeni aşamalara doğru gelişeceği yeni bir teorik platform açma ve Marksizm-Leninizm’i, bilim ve teknikteki ilerlemenin ve sınıf ilişki ve çatışmalarının yenilenen koşullarının sunduğu olanakları değerlendirerek geliştirme yeteneğini ortaya koyamamalarıdır. Unutulmamalıdır ki, komünist teori, bilim ve teknikteki gelişmeyle ve proletaryanın hareketiyle bağ içinde ve devrimci teoriyi eylem kılavuzu edinen insanın mücadelesi sayesinde gelişebilirdi. Ve devrimci pratik içindeki komünistler tarafından geliştirilebilirdi.
Komünist teorik mücadele, proletaryanın mücadelesinin bir yönü ve üç mücadele biçiminden biridir. Proletaryanın bir sınıf olarak burjuvazi karşısında aldığı uluslararası çaptaki tarihsel yenilgi, burjuva teorik akımların bilimselliğinin ve akla uygunluğunun kanıtı olmadığı gibi, komünist teorinin ” iflası”nın da kanıtı olamaz. Sadece, komünist teorinin gelişme ve ilerlemesinde, koşulları ve olanakları geçici olarak ve nispeten zayıflatabilir. 150 yıldır ileri sürüldüğü ve her zaman kanıtlandığı gibi, komünist teori, spekülatif, tamamlanmış, “kapalı” bir teorik sistem değildir; o, doğadaki ve toplumdaki olguları ve olayları, olguların ve olayların özlerini, niteliklerini ve karşılıklı bağlantılarını inceleyerek ve sürekli yeniden keşfederek gelişir, ilerler ve zenginleşir. Yani komünist teori, pratiği izler, teorik bilgiyi bu pratikle sınar; pratiğin denenmiş, bilimsel, yeni bilgileriyle kendini ilerletir. Kısacası; komünist teori, kendi başına ve soyut spekülasyonla gelişmez; aksine, Marksist-Leninist teoriyi eylem kılavuzu edinmiş, olgulara ve olaylara bu devrimci teorinin bilgisiyle yaklaşan insanın, dünyayı ve toplumu tanıma ve dönüştürme mücadelesinin yeni gerçek bilgisini araştırması ve edinmesiyle geliştirilebilir. Zaten o, bu nedenle de bilimsel bir teoridir. Hiçbir şekilde, tamamlanmış kapalı bir teori olmadığı gibi, her zaman geliştirilmeye, doğa ve toplumun evrimi ve ilerlemesi (hareketi) içinde, yeni bilimsel buluşlar, yeni toplumsal olgular ve yeni politik değişikliklerle birlikte yenilenip geliştirilmeye muhtaç bir teoridir. Diyalektik ve tarihsel materyalizmin ve komünist teorinin yasasıdır bu.
Özet olarak söylersek; komünist teoride yaşanmış olan geçici “durgunluk”un nedeni ne bu teorinin bilimsel niteliğindeki bir zaaf, ne de dayandığı toplumsal dinamiklerin zayıflamasıdır. Tam aksine, gerek bilimsel-teknolojik gelişme ve gerekse kapitalizmin sürekli yeniden ürettiği toplumsal karşıtlıklar, komünist teorinin bilimsel niteliğini ve toplumsal dinamiklerini yeniden kanıtlamış ve daha da güçlendirmiştir. Söz ettiğiniz geçici “durgunluğun” sorumluluğu, proletaryanın burjuvazi karşısında aldığı geçici (politik) yenilginin belirlediği koşullarda, komünist teoriyi kendi dinamik ve olanaklarını değerlendirerek geliştirme yeteneği gösterememiş olan komünistlere ve komünist partilere aittir, bizlere aittir.
Şunu belirtelim ki, gerici egemen sınıfların, ezilen devrimci sınıfları geçici yenilgilere uğrattığına, yenilgi koşullarından yararlanarak, tarihsel olarak devrimci konumdaki teorileri tümüyle yok etme kampanyaları yürüttüğüne tarih her zaman tanık oldu. Ama bilindiği gibi, tarih, ezilen ve devrimci olan sınıfların yenilgilerinin geçici olduğuna, devrimlerin yenilgiler ve atılımlar içinde geliştiğine, tarihsel olarak devrimci olan teorinin gerici teoriler karşısında yeniden egemen olduğuna ve ezilen kitlelerin hareketinde maddi bir güce dönüştüğüne de tanık oldu. Esasen tarihin ve insan toplumunun ilerlemesi, gerici sınıfların egemenliklerinin ve gerici teorik ve politik kampanyalarının devrimci sınıflar ve devrimci teorik akımlar tarafından yenilgiye uğratılmasıyla gerçekleşti. Tarihin ve toplumların diyalektiği hükmünü bugün de, üstelik daha çıplak ve açık olarak sürdürmektedir. Burjuvazinin, proletarya karşısında kazandığı ve kendi yok oluşunu da içinde taşıyan bugünkü “üstünlük”, teoride bir üstünlük değil, politikada ki bir “üstünlük”tür. Teorik mücadele alanında, burjuvazinin şimdiki durumdaki tek üstünlüğü, propaganda aygıt ye araçları üzerindeki tekelinden gelen “üstünlük”tür. Ve proletarya yığınları kendiliğinden de olsa hareketlendiğinde, bu üstünlüğün beş para etmediği kesin olarak görülecektir. Tarihe gömülmüş bütün gerici sınıflar ve gerici teorik akımlar gibi, burjuvazi ve burjuva teorik akımlar da tarihe gömülecek, proletaryanın, komünist toplumun ve komünist teorinin zaferi kendini mutlak kabul ettirecektir. Şunu bilelim ki, sıçramalı gelişme, hareketin yasasıdır. Pek çok etken nedeniyle, teorik bilgi ve gelişmenin de yasasıdır. Kimse, komünist teorideki sözde “durgunluk” üzerine hayale dalmamalı, hesap yapmamalıdır. Aksi takdirde, kafasını granitten bir kayaya vurmuş olacaktır.

Yukarıda, 1950’li yılların ortalarından itibaren komünistlerin ve komünist partilerin, komünist teorinin gelişmesi için yeni bir “teorik mücadele platformu” açma yeteneği gösterememesinden söz ettiniz. “Yeni teorik mücadele platformu”na neden ihtiyaç duyuluyordu ve komünist partilerin ve komünistlerin bu yeteneği gösterememesinin nedeni sizce ne olabilirdi?
II. Dünya savaşının sonuna gelindiğinde, 1917 Ekim Proleter Devrimiyle yeni bir aşamaya yükselmiş olan dünya devrimi sürecinde ve devrim ve karşı devrim arasındaki çatışmanın dünya çapındaki koşullarında son derece önemli değişikliklerden, konuşmamızın ilk bölümlerinde, kısaca da olsa söz edildi. Gene kısaca söylenilirse bu değişiklikler şöyle ortaya konulabilir:
a) 1930’lu yılların son yarısında, Sovyetler Birliği’nde sosyalizmin inşasının esas olarak tamamlanması ve sömürücü sınıfları, bağrında hâlâ kapitalizmin kalıntıları bulunmasına kansın, yok eden Sovyet toplumunun yeni, sosyalist bir topluma dönüşmesi.
b) II. Dünya Savaşının sonunda dünya kapitalist pazarının bir bölümünün kapitalist dünyadan kopması, uluslararası sosyalist pazarın doğması ve sosyalist sistemin uluslararası bir sisteme dönüşmesi.
c) Emperyalist dünya ile sosyalist dünya arasındaki güç ilişkilerinde köklü değişiklik ve emperyalist dünyanın bütün olanaklarını harekete geçirerek sosyalizme karşı varlık-yokluk savaşına girmesine yol açacak koşulların doğması.
d) Emperyalist kampın patronu haline gelen ABD’nin, uzun bir dönemi kapsayacak şekilde, tüm emperyalist ülkeleri sosyalizme karşı birleştirebileceği ve birleşik emperyalist bir cephe oluşturabileceği olanakları elde etmesi.
e) Bilimde ve teknolojide, pek çok etken tarafından destek alan yeni bir devrimin 1950’li ve 1960’lı yıllarda belirginleşmesi.
f) Emperyalizmin sömürge sisteminin sarsılmasına bilim ve teknikte yaşanan devrime ve yukarıda sıralanan diğer değişikliklere bağlı olarak, özellikle sömürge ve yarı-sömürgelerde, egemen ve ezilen sınıfların yapısındaki değişikliklerle bir arada yeni sömürge sisteminin olgunlaşması.
Daha başka yeni olgulardan olaylardan ve değişikliklerden de söz edilebilir. Ancak 1950’li ve 1960’lı yıllara gelindiğinde, dünyanın aldığı yeni durumu ve devrimle karşı-devrim arasında dünya çapında süren çatışmanın koşullarını, burada belirttiğimiz olgu, olay ve değişiklikler esas” olarak karakterize etmektedir diyebiliriz. Şunu da ayrıca belirtmeliyiz ki, bu olgu, olay ve değişiklikler, bir anda ya da bir çırpıda ortaya çıkmadı. Sovyetler Birliği’nde sosyalizmin inşasının zaferinin ilan edildiği 1930’lu yılların sonlarından II Dünya Savaşı sonrasının ilk on yılına kadar varan bir zaman aralığını kucaklayarak ve çoğu olgusal belirtisiyle dana sonraki yıllara da uzanarak ortaya çıktı.
Dünyada meydana gelen bu değişiklik kuşkusuz, emperyalizmin temel bir değişime uğraması ve kapitalizmle sosyalizm arasındaki çatışmanın ilke hedefleri bakımından değişiklik geçirmesi anlamına gelmiyordu. Ama açıktır ki, yaşanan bu değişiklik, Ekim Devriminden sonra, dünyada yaşanan en büyük ve en köklü değişiklikti. Ve çatışma halinde bulunan düşman sınıflar ve düşman güçler açısından ister avantaj, isterse dezavantaj oluşturarak ortaya çıksın, yaşanan değişiklik ve ortaya çıkan yeni durum, bu sınıfları ve bu güçleri, teorik platformlarını genişlenerek ve geliştirecek yenilemeye, politik taktiklerini ve her türden örgütlerini koşullara göre yeniden oluşturmaya mahkûm eden bir değişiklik ve durumdu.
Bu objektif gelişme ve değişim koşullarında, II. Dünya Savaşıyla birlikte büyük güç kaybetmiş ama tümüyle yok olmaktan kurtulmayı başarmış olan emperyalist kamp, kendisi için avantaj ve proletarya ve sosyalizm için dezavantaj oluşturan olgu ve olanaklardan yararlanmayı başardı. Bir yandan uluslararası proletarya ve ezilen halkların saflarında yeni güçler oluşturmaya öte yandan, egemenliğinin teorik, siyasal ve örgütsel temellerini yenilemeye girişti. Kaba demagojilerle “soğuk savaş”ı başlatmasının ardından proletarya devriminin önünü kesmek amacıyla “yeni” burjuva teoriler oluşturdu, politik “yenilenme” olarak sosyal devleti ve sosyal adalet “düzeni”ni gündeme aldı. Kuşkusuz bu girişimler, emperyalist silahlanma ve savaş tehdidiyle bir arada yürütülmüştü. Ekim proleter devrimine ve Sovyetler Birliği’nde sosyalizmin inşasına karşı dünya emperyalizminin açtığı saldırı ve yok etme kampanyası, faşist diktatörlük denemelerinden ve II. Dünya savaşı üzerinden geçerek, 1950’li ve 60’lı yıllarda yeniden topyekûn bir görünüme bürünmüş ve tüm olanakları seferber ederek ölüm kalım mücadelesi biçimine bürünmüştü.
Çünkü II. Dünya Savaşı sonrasında oluşumunu belirginleştirmiş olan uluslararası yeni durum, emperyalist dünya gericiliğini, teoride ve pratikte, egemenliğini ve sistemini “yenileme”ye mahkûm ettiği gibi, çok cepheli yeni bir ölüm kalım mücadelesine girmesine olanak da tanımıştı.
İçeriğinden daha önce söz ettiğimiz yeni durum, hemen yukarıda belirttiğimiz yeni koşullar ve yanı sıra, uluslararası proletarya ve sosyalizm cephesinde meydana gelen büyük değişiklikler, dünya devrimi sürecinin ve devrimle karşı devrim arasındaki çatışmanın daha önce görülmemiş yeni bir aşamasını ifade ediyordu. Ve dünya devrimi sürecinin ileriye doğru gelişimi ve emperyalizmin topyekûn yeni saldırısının püskürtülmesi ancak, proletaryanın ve sosyalist dünyanın güçlerini mevcut koşullara hazırlayarak, yeniden kazanacak ve bu mücadelede yeniden mevzilendirecek teorik ve pratik yine bir platformun ortaya konulmasıyla olanaklı olabilirdi.
Uluslararası komünist hareketin, dünya proletaryasının ve sosyalist ülkelerin yeni koşullara uygun düşen, yeni ve yenilenmiş bir teorik ve pratik platform üzerinde yeniden mevzilenmesi her şeyden önce, kapitalizmin ve emperyalizmin II. Dünya Savaşından sonra doğan yeni koşullarında yenilenen egemenliğinin teorik temelleriyle yeni bir mahkûmiyetini, yeni koşullardaki proletarya hareketinin ve sosyalizmin uluslararası çaptaki kuruluşunun yeni bir açıklamasını temel alan yeni bir teorik mücadele ve atılımla olanaklıydı. Bu teorik mücadele, kapitalizmin ve emperyalizmin egemenliğinin teorik temellerini oluşturan “yeni” burjuva felsefi akımların, burjuva ekonomi politiğinin, tarih görüşünün, bilgi teorisinin, kültür ve sanat anlayışının vb. yeni olgulara, olaylara ve bilimde ve teknikteki yeni gelişmelere dayanılarak yeniden mahkûm edilmesini merkeze alan ve proletaryanın tarihsel hareketinin ve sosyalizmin uluslararası çaptaki inşasının bilgi ve tecrübelerinin yenilenmesi ve ayıklanmasıyla genişleyen bir mücadele olmak zorundaydı. Başka bir deyişle, bu teorik mücadele ve atılım, burjuvazinin II. Dünya Savaşından sonraki egemenliğinin politik ve örgütsel yeniden kurumlaştırılması olan “liberal-sosyal devletin teorik temellerinin yeni bir mahkûmiyeti ve proletarya diktatörlüğünün, yeni koşullarda yeniden savunulması ve kanıtlanması olmak zorundaydı. Burjuvazinin ve emperyalizmin egemenliğinin teorik temellerine karşı, böylesine geniş çaplı bir teorik saldırı ve bu temel üzerine yükselmiş yeni bir teorik mücadele olmaksızın, dünyanın II. savaştan sonraki koşullarında, dünya devriminin bu yeni aşamasının siyasal ve örgütsel görevlerinin bütün kapsamıyla yeniden planlanması ve güçlerinin yeniden hazırlanması ve örgütlenmesi olanaksızdı. Çünkü bilinmektedir ki, devrimci teori olmadan devrimci eylem olmaz. Proletaryanın ve sosyalizmin kesin ve nihai zaferinin ve insanlığın tam kurtuluşunun teorisi komünist teori, dünya proleter devriminin ve devrimle karşı devrim arasında (devrimin ilerlemesiyle birlikte) uluslararası çapta şiddetlenen ve genişleyen çatışmanın ihtiyaçlarına cevap verecek ve tarihin tanıdığı olanakları kullanacak düzeyde geliştirilemezdi. Çünkü, böyle bir durumda, doğan teorik boşluklarda, burjuva revizyonist teorilerin yaşama alanı ve güç bulacağı son derece açıktı.
Daha önce sözünü ettiğimiz “yeni teorik mücadele platformu” işte bu nedenlerle bir ihtiyaç, gereklilik ve zorunluluktu. Ve burada açıklamaya çalıştığımız bir içerikte ve dönemin burjuva, revizyonist ve oportünist teorilerine cepheden saldırı platformu olmak zorundaydı.
Komünistlerin, yeni bir teorik atılımda ve teorik mücadelede gerekli yeteneği gösterememelerinin nedenlerini sormuştunuz. Öncelikle şunu belirtelim ki, komünist partiler ve komünistler, uluslararası proletarya ve Sovyetler Birliği proletaryası, Marksizm-Leninizm’in büyük öğretmenlerinden ve proletaryanın eşsiz önderlerinden biri olan Stalin’in ölümüne gelinceye kadarki dönemde, komünist teoriyi savundu ve geliştirdi. Onu eylem kılavuzu olarak kullanma yeteneğini gösterdi. Stalin’in komünist teoriye dâhiyane katkılarını burada ele almamıza olanak yok. Şu kadarını söylemekle yetinelim: Stalin dünya devrimi sürecinde ve devrimle karşı devrim ırasında esas olarak, II. Dünya Savaşından sonra belirginleşen yeni durumu belirleyen değişiklikleri, bu değişikliklerin devrim için yarattığı olanakları ve getirdiği yeni tehlikeleri 1930’lu yıllardan ölümüne kadar gelen dönemde tespit etti, vurguladı gerekli sonuçları ve görevleri açıkladı ve ilan etti. Ne var ki, dünyadaki durumda meydana gelen köklü değişiklikler II. Dünya Savaşından sonraki yıllarda belirginleşmesine karşın, bu değişikliklerin bazı sonuçları (bilimsel teknik devrimin sonuçları vb. gibi) ve son derece önemli olguları (ekonomik, toplumsal, politik) Stalin’in ölümünden sonraki süreçte olgunlaştı ve açığa çıktı. Bilinen bir şeydir ki; teori, pratik değişiklikleri, olguları izleyerek gelişir; insanlar, olguların, olayların ve değişikliklerin bilgisini onlarla yüz yüze geldiklerinde edinip açıklayabilirler. Bilimsel bir teoride spekülasyona ve olgulara dayanmayan düşünceye yer yoktur. Stalin, komünist teoriyi bir bilim olarak ele aldı, bilim olarak geliştirdi. Bu nedenledir ki, o, yaşadığı sürece, emperyalizm ve kapitalizm ağır darbeler yedi, proletarya hareketi gelişti, sosyalizm büyük ve uluslararası bir güç oldu.
Proletarya hareketinin ve sosyalizmin, 1950’li yılların ikinci yarısında aldığı yenilgiden ve komünist teorinin devrimci bir silah olarak kullanılabilmesi için zorunlu olan yeri teorik mücadele platformuna geçmede gösterilen yetenek eksikliğinin bu yenilgideki rolünden daha önce nispeten söz edildi. Bu nedenle daha çok, 1960’lı yıllardan bugüne gelen ve bizim de içinde yer aldığımız uluslararası komünist hareketin teoriyi yenileme, geliştirme ve teorik mücadelede gösterdiği yetenek eksikliği üzerinde durmak gerekir: Uluslararası komünist hareketin, yeni bir teorik mücadele platformu açmada ve komünist teoriyi kendi olanaklarının son sınırına kadar geliştirmede gösterdiği yetenek eksikliğinin en önemli nedeni, uluslararası kapitalist ve revizyonist burjuvazinin Marksist-Leninist teoriye ve sosyalizme saldırısı karşısında Marksizm-Leninizm’i, proletaryanın kazanımlarını ve komünizmi savunma ve Marksizm-Leninizm’de direnmekle sınırlı bir platformda kalmış olmasıdır. Oysa, yaşanan dönemin ve yeni durumun yarattığı uluslararası olay ve olgulara dayanarak, burjuva ve revizyonist teorik akımlara (kapitalist ve revizyonist burjuvazinin devlet egemenliğinin yenilenmiş teorik temellerine) karşı yeni bir teorik saldırı ve mahkum etme platformu açmak zorunluydu. Komünist teori, ancak teorik saldırı platformundan geliştirilebilirdi.
Uluslararası komünist hareketin, teorik mücadelede “direnme platformu’nu aşamaması ve direnmeyi de içeren bir teorik saldırı platformuna geçememesi kuşkusuz, proletarya hareketine revizyonizmin egemenliği ve gerçek komünist akım, grup ve partilerin ileri proletaryadan kopması koşullarında güç buldu. Ve bu durum, komünist hareket içinde, teoriyi, olguları ve olayları ele alışta dar aydın üslubunun ve tarzının güç kazanmasına yol açtı. Hareketin teori ve pratiğinde bu yönde bir eğilimin doğmasında ileri proletaryayla bağların zayıflığı önemli bir etken olurken; giderek etkisini artıran dar aydın kavrayış ve üslubu, teorik yenilenme atılım ve yeni bir teorik saldırı dinamiklerini ciddi bir biçimde baltaladı. Öyle ki, proletarya devriminin uluslararası karakteri, dünya devrimi, dünya devriminin teorik temellerinin yenilenmesi ve komünist teorinin geliştirilmesi perspektifi giderek kaybedildi.
Ama burada ileri sürdüklerimizden, uluslararası komünist hareketin teorik mücadele alanında, son otuz-kırk yıllık dönemde, devrimci bir konumda olmadığı ve devrimci bir rol oynamadığı sonucu çıkarılmamalıdır. Tam aksine, teorik mücadelede ve komünist teoriyi ilerletmede olanakları sonuna kadar değerlendirme yeteneği gösterilmemesine karşın, uluslararası komünist hareketin teorik platformu ve teorik mücadelesi, devrimci rol oynayan bir platformdu ve devrimci teorik mücadele niteliğindeydi. Uluslararası proletarya hareketine revizyonizmin egemen olduğu 1980’li yılların ortalarına gelen dönem boyunca, revizyonizmin ve burjuvazinin saldırılarına karşı Marksizm-Leninizm’i savunma platformu, büyük eksikler taşısa bile, komünist ve devrimci bir platformdu. Bu, hiçbir şekilde yadsınamaz bir gerçektir. Ve eğer partimiz bugün, yeni teorik saldırı platformunu, burjuva liberalizminin teorik temellerine karşı yeni bir teorik savaşı gündeme sürüyorsa, bu, uluslararası komünist hareketin ve onun devrimci teorik mücadelesinin doğal gelişiminin bir sonucudur. Kaldı ki; komünizmin içten savunucusu ve uluslararası proletaryanın boyun eğmez önderi Enver Hoca yoldaşın, Marksizm-Leninizm’in saflığının korunmasına, özellikle Emperyalizm ve Devrim yapıtıyla ve diğer eserleriyle yaptığı katkılar hiçbir şekilde unutulamaz katkılardır.
Ama şu da açıktır, revizyonizmin çöktüğü, uluslararası proletarya hareketine burjuva liberalizminin ve sendikalist parlamentarizmin egemen olduğu bugünkü koşullarda, uluslararası komünist hareket, teorik mücadele platformu bakımından söz ettiğimiz nitelikte bir yenilenmeyi başarmadığı takdirde, komünist teorinin savunulması ve geliştirilmesiyle ilgili devrimci bir rolü asla oynayamayacaktır. Bu da kesin bir gerçektir. Ve inanıyoruz ki, uluslararası komünist hareket üzerinde bulunduğu teorik mücadele platformunu, kapitalizmin ve emperyalizmin egemenliğinin teorik temellerinin yeniden (eleştirisini) mahkûm edilmesini merkeze alan başta ileri proletarya olmak üzere uluslararası proletarya hareketinin tarihsel tecrübelerini tarihin bize bugün verdiği bilgiyle yenileyerek genişleyen bir kapsama yükseltmeyi başaracaktır. Emperyalist dünyanın, genel bunalımın yeni bir aşamasına girmekte olduğu bugünkü koşullarda, dünya proletarya hareketinin ve dünya devriminin dolayısıyla tek tek ülke devrimlerini, teorik ve siyasal temellerinin yenilenmesinin, başlıca tayin edici görevlerinden birinin yeni bir teorik saldırı platformu açmak olduğunu, gerçek komünistler kaçınılmaz olarak anlayacaklardır. Komünist teorinin, proletarya hareketiyle birlikte yeni bir atılım ve serpilme dönemine girdiğine inanıyoruz.

ÜÇÜNCÜ BÖLÜM: EMPERYALİST YENİ DÜNYA DÜZENİ’NDE TÜRKİYE’NİN ROLÜ, DİRENİŞE DÖNÜŞEN BEKLENTİ, KÜRDİSTAN…

Kapitalist sistemin genel bunalımının yeni bir aşamasına, belli başlı çelişmelerinin hızla şiddetleneceği bir devrimler, savaşlar, alt-üst oluşlar dönemine doğru hızla yol aldığını belirtiyorsunuz. Peki, Türkiye bu süreçte hangi konumda bulunuyor? Nereye doğru yol alıyor, nasıl bir sürece doğru ilerliyor? İstikrara mı, yoksa istikrarsızlığa doğru mu ilerliyor?
Türkiye, emperyalist-kapitalist sistemin genel bunalımının yeni bir aşamasına doğru yol aldığı bu sürece, emperyalist zincirin en zayıf halkası değilse de zayıf halkalarından biri olarak giriyor. Emperyalist zincirin zayıf halkalarından biri olan Türkiye, emperyalist-kapitalist sistemin, genel bunalımının yeni bir aşamasının eşiğinde olduğu ve bu yönde ilerlediği koşullarda, istikrara doğru ilerleyen bir ülke olamaz. Gerek Türkiye’nin kapitalist dünya içindeki yeri, gerekse iç koşulları ve gelişme doğrultusu, emperyalist-kapitalist sistemin genel bunalımının yeni bir aşamasına doğru ilerleme sürecine girmesinin, Türkiye’deki istikrarsızlık unsurlarını daha da geliştireceğini gösteriyor.
Bilim ve teknikteki devrimin, sermayenin uluslararasılaşmasının ve merkezileşmesinin günümüzde eriştiği düzeyin dolaysız sonuçlarından biri de; emperyalist zincirin halkalarını oluşturan ülkeler arasındaki politik, kültürel, diplomatik ilişkilerin yanı sıra, ekonomik, ticari, mali vb. ilişkilerin daha da gelişmesi ve yoğunlaşmasıdır. Bu hiç kuşkusuz ileri emperyalist ülkelerle, bağımlı, yarı-sömürge, geri ülkeler arasındaki gelişme farklılıklarını, ezen ezilen, sömüren sömürülen ilişkisini ortadan kaldırmadı, ama kapitalist dünya ekonomisindeki her gelişmeden tek tek ülkeler ekonomisinin daha da fazla etkilenmesinin koşullarını yarattı.
Egemen sınıfların ve diktatörlüğün sözcülerinin Türkiye’nin hızla gelişerek ileri kapitalist ülkelerle arasındaki gelişme farklarını kapatmakta olduğu ve onlarla eşit bir statüde yer aldığı demagojilerine karşın, Türkiye dün olduğu gibi bugün de emperyalist tekeller ve devletler tarafından yer-altı ve yer-üstü kaynakları sömürülen ve yağmalanan bağımlı ve geri bir ülkedir. Tam da Türkiye’nin hızlı gelişerek, ileri kapitalist ülkelerle arasındaki gelişme farklılıklarını azalttığı demagojilerinin yoğunlaştığı son yıllarda, Türkiye ileri kapitalist ülkeler olarak nitelenen emperyalist ülkelere ve tekellere daha da bağımlı hale geldi ve emperyalist sömürü daha da yoğunlaştı. Daha bağımlı hale geliş ve emperyalist sömürünün daha da yoğunlaşması aynı zaman da her alanda gelişme olanaklarının daralması ve emperyalist ülkelerin, kapitalist sistemin genel bunalımının yeni bir aşamasına yaklaşmasına bağlı olarak giderek ağırlaşacak olan yüklerin faturasını Türkiye’ye kesme olanaklarının genişlemesi demektir. Bundan çıkarılacak sonuç; emperyalist-kapitalist sistemin, genel bunalımının yeni bir aşamasına doğru ilerleme sürecinin Türkiye’yi de doğrudan etkileyeceği, bu sürecin girdabına çekeceği, varolan istikrarsızlık unsurlarını geliştireceği ve Türkiye’nin bu sürecin dışında kalamayacağıdır.
Türkiye, yukarıda belirtilen faktörlerin yanı sıra, kapitalist dünyanın emperyalistler arası yeni bir paylaşım mücadelesinin sürdüğü ve tam bir kaosun yaşandığı en istikrarsız bölgesinde bulunmaktadır. Balkanlar’da, Ortadoğu’da, eski Sovyet Cumhuriyetlerinde yaşananlar göz önüne alındığında; Türkiye’nin kısa sürede durulmayacak olan ve belli başlı emperyalist devletler ve tekeller açısından önem taşıyan dünyanın en istikrarsız bölgelerinin kesişme noktasında yer aldığı görülecektir. Bunun da ötesinde böylesine istikrarsız bir bölgede yer alan Türkiye’nin, bir milliyetler hapishanesi olduğu ve ezilen Kürt ulusunun var olan durumu, değiştirmek için ayağa kalktığı ve Türkiye’nin hemen tüm komşularıyla kökleri uzak ve yakın geçmişe dayanan ve kısa sürede çözümlenemeyeceği açık olan birçok sorunu olduğu göz önüne alındığında, bölgesindeki istikrarsız durumdan etkileneceği ve emperyalist kapitalist sistemin genel bunalımının yeni bir aşamasına doğru yol almasının istikrarsızlık unsurlarını daha da geliştireceği açıkça görülür.
Burjuva-düzen partilerinin iktidarda ya da muhalefette olmalarına bağlı olarak ekonomik duruma ilişkin çizdikleri tablolar değişmesine, ancak Türkiye’nin büyük ve güdü bir bölge ülkesi olduğu ve ekonominin büyüme olanaklarının hızla geliştiği noktasında birleşmelerine karşın, ekonomi kapitalizm koşullarında mümkün olabilecek geçici bir istikrar içine girmiş değil ve ulusal ve uluslararası koşullar istikrar olanaklarını genişletecek doğrultuda değişmiyor. Türkiye’de, konjonktüre!, geçici dalgalanmalar olmakla birlikte, ekonomide kriz sürüyor ve tüm veriler, ekonomik krizin süreceğini gösteriyor. Krizin aşılması olarak yansıtılan kısa süreli hafif bir canlanmayı -ki genellikle 3 ile 6 ay arasında bu süre değişiyor- durgunluk ve ardından da gerileme izliyor. Derginiz Gerçek’te, özellikle son sayılarında ekonomik duruma ve gelişme doğrultusuna ilişkin veriler yer aldığı için, bu veriler üzerinde özel olarak durmak gerekmiyor.
Ekonomide krizin sürdüğü bir ülkede kalıcı bir politik istikrar da sağlanamaz. Ekonomik istikrar politik istikrarla özdeş olmamasına ve özdeş bir gelişme göstermemesine karşın, politik istikrarın temeli ekonomik istikrar ve ekonominin istikrarlı bir gelişme sürecine girmesidir. 12 Eylül faşist darbesi sonrasında olduğu gibi faşist baskı ve terör yoğunlaştırılarak ya da başka yollarla geçici de olsa politik istikrar sağlanabilir. Ancak ekonomide istikrar sağlanmadıkça ve ekonomi nispeten istikrarlı bir gelişme sürecine girmedikçe sağlanan politik istikrar geçici olacak ve politik kriz öğelerini biriktirmekten ve daha derin krizlere yol açmaktan başka bir sonuca yol açmayacaktır. Kaldı ki Türkiye, içinde bulunduğumuz dönemde ekonomik krizin sürdüğü ancak geçici de olsa politik istikrarın sağlandığı ve sürdüğü ya da bu doğrultuda ilerleyen bir ülke olma özelliği de taşımıyor. Aksine Türkiye 1980’li yılların ortalarından bu yana, 12 Eylül faşist darbesiyle sağlanan politik istikrarın yerini politik istikrarsızlığa bıraktığı, politik kriz öğelerinin geliştiği ve politik bir krize doğru dönüştüğü bir süreç yaşadı.
12 Eylül askeri faşist cuntası, gericiliği etrafında birleştirip, gelişen işçi, köylü ve gençlik hareketini, Kürt ulusal hareketim ezerek, devrime ağır darbeler vurarak geçici de olsa politik istikrarı sağlamıştı. 1980’li yılların ortalarından bu yana, gericilik içindeki çelişkiler ve çatışmalar derinleşir ve karşı-devrim cephesinin cunta etrafında sağlanan birliğinin yerini parçalanma alırken, bir yandan işçi, köylü ve gençlik hareketi, diğer yandan da Kürt ulusal hareketi gelişmeye başladı. İşte bunlar politik krizin belli başlı dinamiklerini oluşturuyor.
Politik istikrarın sağlanması ve sürdürülebilmesi için, gericilik içindeki çatışmanın ve parçalanmanın üstesinden gelinmesi, işçi, gençlik ve emekçi hareketinin, Kürt ulusal hareketinin, devrimci demokratik hareketin tasfiye edilemese bile en azından geriletilmesi, yatıştırılması gerekir.
Gericiliğin tüm çabalarına, “milli birlik ve bütünlüğün korunması ve teröre karşı asgari müştereklerde birlik” çağrıları yapılmasına karşın, karşı-devrim cephesinde kalıcı ve istikrarlı bir birlik sağlanamadı ve sağlanamıyor. Yapılan sayısız referandum, yerel ve genel seçime karşın gerici politik güçlerden hiç biri, karşı-devrim cephesinin etrafında birleşebileceği ya da bu cephenin birliğini sağlayabilecek bir pozisyon kazanamadı ve kitleler açısından geçici bir süre için de olsa umut olabilecek bir duruma gelemedi.
1970’li yılların ortalarından itibaren giderek derinleşen ekonomik krizin girdabına düşen Türkiye’de, ekonomik krizin tüm yükleri kitlelerin sırtına yıkıldı ve kazanılan ve fiilen kullanılan demokratik hakların kırıntıları da gasp edildi. Emekçilerin gerçek ücretlerinin düştüğü, işsizliğin arttığı, sömürü oranının yükseldiğe demokratik hak ve özgürlüklerin kırıntılarının gasp edildiği bu süreçte, emekçilerin çalışma ve yaşam koşulları giderek kötüleşti. Yüksek enflasyonun sürdüğü, demokratik hak ve özgürlüklerin tanınmadığı koşullarda, ücretlerde, tarımsal ürünlerin fiyatlarında vb. sağlanan sınırlı artışlar, demokratikleşme, liberalleşme adı altında atılan sözde adımlar, kitleleri yatıştıracak koşulların doğmasına yol açmadığı gibi, durumu esasta değiştirmiş değil. Henüz ezici bir çoğunluğu doğru bir önderlik altında bağımsız bir toplumsal güç olarak örgütlenmemiş olmasına karşın işçi sınıfının, diğer emekçi sınıfların ve gençliğin saflarında mevcut koşulların değiştirilmesi istemi gelişmeye devam ediyor. Kitle hareketinin devrimci faaliyetin etkisiyle de merkezine ekonomik talepleri alan mücadele düzeyinden politik-devrimci taleplere doğru istikrarsız ve yavaş da olsa ilerlediği bu süreçte, diktatörlüğün manevra olanakları daraldığı gibi, şu ya da bu alanda verilecek taviz, yapılacak düzenlemeler politik istikrarı sağlayacak sürecin yönünü değiştirecek düzeyde, kitleleri /atıştıran, kitle hareketini geriye atan bir işlev görmeyecektir. Bu, emperyalizm ve egemen sınıflar açısından bir istikrarsızlık unsuru olan Kürt ulusal hareketi içinde geçerlidir. Kürdistan’da kitlelerin eskisi gibi yaşamak istememelerinin ve politik krizin eriştiği düzey daha belirgindir. Diktatörlüğün ne yoğunlaşan faşist baskı ve terörü ne de demagojik manevraları kitleler arasında hoşnutsuzluk, öfke ve mücadele isteğinin gelişmesini engelleyememektedir.
Kuşkusuz kendiliğinden gelişen hareket gibi emekçi sınıfların hareketi ve devrimci proletaryanın önderliğinde gelişmeyen her hareket gibi Kürt ulusal hareketi de derin zaaflar taşıyor ve her alanda istikrarsız bir gelişme çizgisi izliyor. Ancak geçici düşüşler olmakla birlikte dönem bir bütün olarak ele alındığında emekçi sınıfların hareketinin ve Kürt ulusal hareketinin 1980’li yılların ortalarından bu yana ilerlediği yadsınamaz bir gerçektir. İşçi, gençlik ve emekçi hareketinin, Kürt ulusal mücadelesinin ortaya çıkmasına ve gelişmesine yol açan koşullar ve nedenler ortadan kalkmadığı gibi gelişmeye devam ediyor.

SSCB’nin dağılmasından sonra, Türkiye’nin gelişmesi açısından yeni olanakların doğduğu, “Adriyatik kıyılarından Çin Şeddine kadar uzanan Türk camiasının” Türkiye’ye yeni roller yüklediği ileri sürülüyor. SSCB’nin dağılması ve eski Sovyet Cumhuriyetlerinin bağımsızlıklarını ilan etmeleri Türkiye’nin bölgedeki konumunu hangi yönde etkiledi ve ileri sürüldüğü gibi olanaklarını genişletti mi?
SSCB’deki dağılma ve çözülmenin, eski Sovyet Cumhuriyetlerinin bağımsızlıklarını ilan etmelerinin, Türkiye’ye, daha doğru bir ifade tarzıyla egemen sınıflara ve onların faşist diktatörlüğüne başta ABD olmak üzere emperyalist devletlerin ve tekellerin bölgeye ilişkin stratejik ve taktik planları çerçevesinde yeni roller yüklediği, bu çerçevede yüklenen rolü yerine getirdiği ölçüde kırıntılar kapma ve Türk şovenizmini körükleme olanaklarını sağladığı kuşkusuz doğrudur. Ancak, emperyalist planlar çerçevesinde, üstelik de, emperyalistler-arası yeni bir paylaşım mücadelesinin sürdüğü dünyanın en istikrarsız bölgelerinden birinde oynanacak rolün bir faturası da olacaktır. Emperyalistler-arası güçler ilişkisinin alt-üst olduğu ve emperyalistler-arası çelişkilerin keskinleştiği bir dönemde, yeni bir paylaşım mücadelesinin sürdüğü istikrarsız bir bölgede, Türkiye hangi rolü oynayacaktır?
Bölgedeki son gelişmelerin Türkiye’nin gelişme olanaklarını genişlettiğini ileri sürenler, bunu, Türkiye’nin büyük ve gelişen bir bağımsız ülke olarak ileri kapitalist ülkeler gibi kendi emperyalist çıkarları doğrultusunda bağımsız bir rol oynayacağı, ancak bu çerçevede emperyalist bir ülkenin kavuşabileceği olanaklara Türkiye’nin de kavuşacağı savına dayandırıyorlar. Emperyalist çevreler ve ülkemizdeki uşakları, emperyalist planlar ve amaçlar doğrultusunda, halklar arasındaki tarihi bağları gündeme getirerek, Türkiye’ye bölgede ileri bir karakol, jandarma ve sıçrama tahtası rolü oynatmak için, Türkiye’nin gelişmiş, istikrarlı ve büyük bir ülke olduğunu, koşulları, iyi değerlendirmesi durumunda hem bölgede bir istikrar unsuru olacağını hem de gelişme olanaklarını geliştirebileceğini ileri sürüyorlar. Soldan Troçkist alt-emperyalizm teziyle de desteklenen bu gelişme olanakları teorisini ciddiye almak için tam bir alık olmak gerekir.
Giderek tam bir yeni-sömürge durumuna gelen Türkiye, emperyalist yağma ve sömürüden pay kapma, bölgeyi paylaşma mücadelesine emperyalist bir devlet olarak katılma durumunda olmak bir yana, kendisi, emperyalist sömürü ve yağmanın bir alanı ve belli başlı emperyalist devletlerden her birinin tam bir denetim altına almak için birbiriyle mücadele ettikleri ülkelerden biridir. Emperyalist büyük devletlerin karşı karşıya olduğu ve giderek ağırlaşan sorunlar, emperyalist sermayenin bir sıçrama tahtası ve aracısı rolünü, ileri karakol rolünü oynamanın karşılığında bırakılacak kırıntıları da sınırlıyor. Bu kırıntıları almanın karşılığı ise bölgedeki çatışmaların girdabına kapılmak ve karşı karşıya olunan sorunlara yeni sorunların eklenmesi olacaktır. Türkiye, şu ya da bu emperyalist devletin stratejik ve taktik planlan çerçevesinde yeni roller yüklendiğinde, bölge ülkelerinin yanı sıra, diğer emperyalist devletleri ve müttefiklerini karşısında bulacaktır. Tüm bunlar göz önüne alındığında eski Sovyet Cumhuriyet’lerindeki son gelişmelerin, ileri sürüldüğü gibi Türkiye’nin gelişmesi açısından, ekonomik krizin atlatılması açısından kayda değer yeni olanaklar yaratmadığı ve sözde bu olanaklardan yararlanmak için atılacak adımların Türkiye’yi bölgedeki kargaşa ve kaosun girdabına daha çok çekeceği, krizi derinleştirecek yeni etkenlerin ortaya çıkmasına yol açacağı ve bunların tüm faturasının da çeşitli milliyetlerden emekçilere kesileceği açıkça görülür.

Genel seçimlerden özellikle de DYP-SHP hükümetinin kurulmasından sonra sorunların çözüleceği doğrultusunda bir beklenti doğdu ve toplumsal muhalefette bir düşüş gözlendi. Hükümet, başta “terör” olmak üzere, ekonomik ve politik sorunları çözeceğini demokratik hak ve özgürlüklerin sağlanacağını ileri sürüyor ve destek istiyor. Sizce hükümet bunları gerçekleştirebilir mi?
Son genel seçimler öncesinde tüm kötülüklerin ve sorunların kaynağı olarak Özal ve ANAP hükümetinin gösterildiği, bu hükümetin yıkılması ile sorunların çözüleceği, en radikal geçinenlerin ise bu hükümetin yıkılmasının sorunların çözümünün başlangıcı, ilk adımı olacağını içeren bir taktik ve propagandanın, DYP, SHP gibi muhalefetteki burjuva düzen partilerinin yanı sıra, sosyalist etiketli legal partiler, solcu, sosyalist bilinen sendikalar, aydınlar, basın yayın organları, kendilerini sosyalist ilan eden legal çevreleri kucaklayan geniş bir çevre tarafından yürütüldüğü biliniyor. Seçimlerin akabinde DYP-SHP hükümetinin kurulmasından sonra ise, bu hükümetin sorunları çözebilmesi için zamana gereksinimi olduğu, acele edilmemesi gerektiği ve son şans olduğu aynı çevrelerce sistemli bir biçimde ve tüm olanaklar kullanılarak işlendi ve işleniyor. Geniş bir politik yelpaze tarafından yürütülen propaganda ve izlenen taktik, devrimci ve komünist çalışmanın ve etki alanının sınırlı olduğu koşullarda başta geri kesimleri olmak üzere kitleler arasında acil ekonomik ve politik taleplerinin süreç içinde bir bütün olarak olmasa da kısmen elde edilebileceği beklentisinin doğmasına yol açtı. Seçimlerde PKK’nın ve diğer Kürt ulusal örgütlerinin izlediği SHP’yi destekleme taktiği de bu beklentiyi özellikle Kürdistan’da güçlendirdi. Ancak, şunu da hemen eklemek gerekir ki, bu beklenti, tereddütlü bir beklentiydi. Devrimci, komünist propaganda ve ajitasyonun yanı sıra, kitlelerin kendi öz deneyimlerinin sağladığı birikim, burjuva düzen partilerinden birinin umut haline gelmesini ve tereddütsüz, kesin bir beklentinin doğmasını engelledi. Tereddütlü bir beklenti de olsa gelişen Kürt ulusal hareketinin ve başta işçi sınıfı olmak üzere emekçi sınıfların hareketini etkiledi. Ülkede politik istikrarın doğmasına ve gelişmesine yol açacak düzeyde olmasa da, kitle hareketinin gerilemesine yol açtı. Ancak bu gerileme diktatörlüğün ve egemen sınıfların cepheden saldırısı sonucu ya da kitle hareketinin ortaya çıkması ve gelişmesine yol açan talepler için mücadele isteğinin kitleler arasında zayıflamasına bağlı olarak alınmış bir yenilgi olma özelliği taşımıyordu. Bu nedenle de yeni bir yükselişin kitle mücadelesinde yeni bir atılımın dinamiklerini bağrında taşıyan, hatta geliştiren bir düşüştü. DYP-SHP hükümetinin kurulmasının hemen akabinde gündeme gelen işten atmalara karşı işyerlerinde gelişen direnişler, memurlar arasındaki kaynaşma ve örgütlenme çalışmalarının yoğunlaşması vb. bunu açıkça gösteriyordu. Nitekim DYP-SHP hükümetinin kurulmasından sonra da diktatörlüğün ve egemen sınıfların ekonomik ve politik saldırılarının sürmesi, kitlelerin acil ekonomik ve politik taleplerinin gerçekleşmesi doğrultusunda adımların atılmaması, aksine yeni saldırı paketlerinin hazırlanması, kitleler arasındaki tereddütlü beklentinin sarsılmasına, hoşnutsuzluk, öfke ve mücadele isteğinin tekrar kabarmasına yol açtı. Hoşnutsuzluk, öfke ve mücadele isteğinin tekrar gelişmeye başlamasıyla birlikte bireysel terör eylemlerinin yoğunlaşması, diktatörlüğe ve hükümete anti-terör demagojiyle saldırıya geçme ve kitleler arasında tereddütler geliştirme olanağı sağladı. Ancak son 1 Mayıs kutlamaları, işçi grevleri ve eylemleri, toplu sözleşme görüşmelerinde ortaya çıkan uyuşmazlıklar ve yoğunlaşan memur eylemleri, kitle hareketinin yeni bir yükselişe doğru ilerlediğini göstermektedir.
Partimiz, sadece, hükümetin kitlelerin acil taleplerini gerçekleştiremeyeceğinin ortaya çıktığı günümüzde değil, öncesinde de hükümet değişiklikleriyle, Özal ve ANAP hükümetinin yerini şu ya da bu burjuva-düzen partisi (veya partilerinin) hükümetinin almasıyla sorunların çözülemeyeceğini vurguladı. Kitlelerin, Kürt ulusunun temel talepleri bir yana, çalışma ve yaşam koşullarının iyileştirilmesini, demokratik hak ve özgürlüklerin kazanılmasını içeren acil taleplerinin parlamenter zeminde yürütülen mücadelelerle, hükümet değişiklikleriyle gerçekleşemeyeceğini açıkladı. Yaşanan süreç bir kez daha, ülkemizde ve diğer ülkelerde sayılamayacak kez pratik tarafından kanıtlanmış bu gerçeği doğruladı.
Bugüne kadar olduğu gibi bundan sonra da burjuva-düzen partileri olan DYP ve SHP’nin kurduğu hükümet, krizin yüklerini işçilerin, köylülerin ve tüm emekçilerin sırtına yıkma politikası izleyecektir. Emperyalist ve yerli tekellerin, büyük toprak sahiplerinin egemen olduğu mevcut düzenin istikrarını sağlama ve bu düzeni sürdürme, onların izledikleri ve izleyecekleri politikanın özüdür. Azami kâr ise mevcut toplumsal düzenin temel ekonomik yasasıdır. Bu düzenin istikrarını ve sürdürülmesini programının ve faaliyetinin merkezine alan hiç bir parti azami kârın, emekçilerin yaşam ve çalışma koşullarında köklü bir iyileşmeye yol açacak düzeyde sınırlanmasını içeren bir politikayı izleyemez ve gerekli tedbirleri alamaz.
Özgürlük, demokrasi demagojilerine karşın DYP-SHP hükümeti, demokratik bir burjuva hükümet değil, derginizin bir başyazısında da belirtildiği gibi bir terör hükümetidir. Türkiye’de demokratik hak ve özgürlüklerin kazanılması sorunu salt bir anayasa ve yasa sorunu değil, her şeyden önce başta faşist devlet olmak üzere ülkenin ve toplumun demokratikleştirilmesinin önündeki tüm kurumların tasfiyesi ve demokratik temellerde yeniden örgütlenmesi sorunudur. Bu da ancak emperyalizme, tekelci burjuvaziye ve büyük toprak sahiplerine karşı mücadeleyi ve faşist diktatörlüğün yıkılmasını merkezine alan, hiç bir yasayla sınırlanmamış devrimci bir kitle hareketiyle gerçekleştirilebilir.

Hükümet, Newroz olayları sonrası gelişmelere de işaret ederek, PKK’yı sıkıştırdığını, Kürdistan’da istikrarı ve devlet denetimini sağlama doğrultusunda önemli başarılar kaydedildiğini iddia ediyor. Kürdistan’da devlet güçlerinin kaybettiği moral üstünlüğünü tekrar kazandığı öne sürülüyor. Sizce PKK ve Kürt ulusal hareketi ciddi bir darbeyle karşı karşıya mı?
Sadece, Kürdistan’da Newroz sonrası ortaya çıkan durum ve Kürt ulusal direnişinin Türkiye’nin, politik yaşamında oynadığı rol açısından da bakılsa, sorunuzun tümüne, “evet” ya da “hayır” yönünde tek bir yanıt vermek olanaksız. Sorunuz, değişik bölümlerine farklı yanıtlar vermeyi ve bir bölümünü yukarıda vurguladığımız bazı olgulara işaret etmeyi zorunlu kılmaktadır. Bu nedenle, sorunuzun çizdiği sınırlara bağlı kalarak ama gerek hükümet, gerekse muhalif sol akımlar tarafından değişik nedenlerle üstü örtülen ya da görmezden gelinen olgusal duruma kısacada olsa değinerek ortaya koymaya çalışacağız düşüncelerimizi.
Hemen belirtelim ki, Newroz olaylarında ve sonrası dönemde, hükümetin ve gericiliğin Kürdistan’da, taktik ve moral bir üstünlük kazandığı bir gerçek. Hükümetin Kürdistan’da Kürt halkı karşısında kazandığı bu taktik ve moral üstünlüğünü hazırlayan nedenler vardı; son erken genel seçimler, daha önce de belirttiğimiz gibi, Türkiye’de politik durumda bazı değişikliklere yol açmış, basını, sendika yönetimlerini “solcu” aydınların çoğunluğunu ve “sol” siyasi akımların bir bölümünü hükümetin yanına ya da ondan demokrasi beklentileri içine itmişti. Yani, seçimler öncesinde parlamento alanında da olsa, ANAP hükümetine muhalefet eden güçler seçimler sonrasında, DYP-SHP hükümetinin safına geçmişti. Seçimlerden sonra kurulan hükümetin, Kürdistan’da genişleterek yenileme zorunluluğu duyduğu saldırı kampanyası, daha önce de işaret ettiğimiz nedenlerle, işçi hareketinin göreceli olarak düşük olduğu, gerici faşist kamp içinde ve hükümet etrafında ulusal Konsensüs’ün en yüksek seviyede gerçekleştiği, “Türkî Cumhuriyetler” kampanyasıyla küçük burjuva tabakaların bir bölümünün şovenizmin etki alanına girdiği bir döneme denk düşmüştü. Ayrıca, PKK’nın desteğini de alan Kürt burjuvazisi, Kürt halkını merkezi parlamentoya ve mevcut “statükoya” bağlama faaliyetiyle, Kürt emekçileri üzerinde belli bir beklenti yaratma yönünde adım atmak, emekçi yığınlar üzerindeki etkisini artıracak b- örgütlenme içine girmiş ve manevra alanını genişletmişti. Türk hükümeti, genel seçimlerden sonra ve Kafkasya’da olup bitenlerle birlikte, emperyalist ülkeler nezdinde desteğini güçlendirme olanaklarını da nispeten ele geçirmişti.
Geçtiğimiz Newroz günlerine gelindiğinde, faşist gericiliğin ve hükümetin “Bahar Harekâtı” olarak ilan ettiği saldırı, burjuvazi ve gericilik kampının içinde bulunduğu bu koşullar ve elde ettiği bu avantajlar içinde başladı.
Buna karşılık, Kürt halkının bu genişletilmiş ve güçlendirilmiş saldırıya karşı koymada yeterince hazırlıklı bulunmadığı bir gerçekti. Kürt halkı, diktatörlüğe nefret duymasına karşın, her şeyden önce örgütsüzdü. PKK’nın özellikle genel seçimler öncesinde ve sonrasında parlamentarizme doğru eğilimini genişletmesi, Kürt burjuvazisinin, örgütsüz emekçi kitleleri düzen sınırlarına boyun eğmeye zorlayan etkisini artırmasına yol açtığı gibi, gerçekte terör hükümeti olan DYP-SHP hükümetinden “nispi demokrasi” beklentisini güçlendirdi. Ayrıca, Newroz öncesi günlerde, hükümetin yürüttüğü psikolojik savaş karşısında devrimci cephenin zayıf kalması ye PKK’nın yanlış ve çelişkili (ayaklanma yanlısı ve karşıtı açıklamalar vs.) bir taktik tutuma girmesi, moral üstünlüğünün hükümetin eline geçmesine yol açtı.
Bilindiği gibi, özellikle Kürdistan’daki büyük kentlerde Newroz beklenenden zayıf geçti. Az çok kitle direnişinin ortaya çıktığı, güneydeki kırsal bölgelerde ise; silahlı hareketle kitle hareketi arasında doğru bir ilişki kurulamaması; kitle hareketinin, silahlı grupların çatışmaya girmesinin vesilesi olarak ele alınması, örgütsüz kitlelerin kolayca dağıtılmasına neden olan ana etkenlerden biri oldu. Kürdistan’daki büyük kentlerde (özellikle Diyarbakır’da) hâkim olan “solcu” Kürt burjuvazisi, diktatörlüğün saldırısı karşısında, kentli emekçileri yatıştırma olanağını buldu.
Seçimlerden sonra kurulan hükümetin, faşist generaller tarafından planlanan “Bahar saldırısının boşa çıkarılmasında, Newroz ve ardından gelen 1 Mayıs büyük önem taşıyordu. Bilindiği gibi, Newroz Kürdistan’da, zayıf ve mevzi kalan bir direniş olarak gerçekleşti, direniş çağrıları, Newroz ertesinde “yas” çağrılarına dönüştü. Newroz ertesinde, Kürdistan’da böyle bir durumun doğmasında, batıdaki büyük kentlerde ciddi protestoların ortaya çıkmaması kuşkusuz, en önemli etkenlerden biri oldu! Sonuç olarak Newroz, hükümetin, moral ve taktik bir üstünlük kazanmasına, Kürt halkının belli bir moral gerileme içine düşmesine yol açarak gerçekleşti. 1 Mayıs, hükümetin Kürdistan’da kazandığı taktik-moral üstünlükten tüm Türkiye’de yararlanmaya çalıştığı, buna karşılık işçi hareketinin, politik durumdaki değişiklikler nedeniyle, göreceli bir “gerilik” içinde bulunduğu bir dönemde kutlandı; her şeye karşın hükümetin saldırılarını boşa çıkaracak veya püskürtecek bir boyut kazanamadı ya da bu yönde yeni ve güçlü bir sıçrama için başlangıç oluşturmadı.
Hükümet, Newroz’dan bu yana geçen sürede, diğer avantajlarının yanı sıra estirilen şovenizm dalgasından ve kör terör hareketlerinin emekçi kitleler üzerinde yarattığı olumsuz etkiden yararlanarak, seçimlerin ardından ve Newroz döneminde elde ettiği taktik ve moral üstünlüğünü korumayı başararak bugüne kadar geldi. Ama bu noktada şunu vurgulamalıyız: Kazandığı taktik ve moral üstünlük, hükümet ve gericilik açısından, Kürdistan’da ve Türkiye’de “istikrarın sağlanması” ve “devlet denetiminin hâkimiyeti anlamına kesinlikle gelmemektedir. Her şeyden önce, Kürt halkının ulusal istekleri yaygınlaşmaya, bu istekleri yaygınlaştıracak objektif olgular güçlenmeye devam etmektedir. Yani Kürt halkının statüko ve düzenden duyduğu umutsuzluk ve devlete duyduğu güvensizlik derinleşmeye devam etmektedir. Hükümetin Kürdistan’da ve sınır ötesi topraklarda yürüttüğü “harekât”, Türkiye’de ve uluslararası alanda giderek artan oranda yeni direniş ve tepki kaynağı haline gelmektedir. Kürt halkının temel müttefiki, işçi hareket., yeni birikimler edinmekte, işçilerin ve emekçi’ erin “Beklentileri”, giderek umutsuzluk yönünde değişime girmektedir. Hükümet hangi taktik ve moral üstünlüğü kazanmış ve ne türden “avantajlara” sahip olursa olsun, Kürt sorunu, Türkiye’de aktüel sorundur ve olmaya devam edecektir. Orada “eskiye dönüş” ve kurulu düzen içinde “istikrar” artık tarihte kalmış bir olaydır. Diktatörlük, büyük ölçüde çözümsüzdür ve bugün bile “günü kurtarma” politikasına mahkûm durumdadır. Kısaca söylersek, Kürt ulusal direnişi, daha da genişleyerek ve işçi-köylü hareketine dönüşerek gelişmenin “nefes alma” dönemini yaşıyor bugün. Ve hükümetin bugünkü “üstünlüğü”, Kürdistan’da “istikrar” ve “devletin hâkimiyeti” açısından beş paralık değer taşımamaktadır, Burjuvazi ve gericilik eğer, bu hükümetle sağladığı ve aslında giderek aşınan ve zayıflayan şimdiki “moral üstünlüğü”ne güveniyorsa, hüsrana uğrayacağı kesindir. Kürdistan’da mevcut statüko içinde “istikrar” artık büyük ölçüde hayaldir ve geçici olsa bile olanakları olağanüstü daralmıştır.
PKK’nın “sıkıştırılması” ve ”ağır darbeyle karşı karşıya” bulunmasına gelince: Newroz ve sonrasında PKK’nın, Kürt halkı üzerindeki etkisinin sarsıntı geçirdiği, sınır ötesi olanakların şimdilik daraldığı Newroz’dan bu yana ki saldırılarda bazı kayıplar verdiği bir gerçektir. Ve böyle bir durumdan hükümetin yararlanmaya çalıştığı, Kürt işbirlikçi reformcu burjuvazisinin yararlandığı da bir gerçektir. Ama bir “sıkıştırılmadan söz edilemeyeceği çıplak gözle görülebilir şekilde açıktır. Kürdistan’da yukarıda söz ettiğimiz ekonomik ve politik koşullar olgunlaşmaya; Türkiye’deki işçi hareketi dinamiklerini yenilemeye; Irak Kürdistan’ından ve Ortadoğu’da Türkiye’nin olmasını istemediği gelişmeler hızlanarak gelişmeye ve emperyalist ülkelerin, Ortadoğu ve Türkiye üzerindeki çatışmaları giderek belirginleşmeye devam ederken Türk hükümetinin değil de, PKK’nın “sıkıştırılması’ndan söz etmek açıktır ki, saçma bir-şeydir. Hükümetin, “terör örgütünü sıkıştırdık”, “belini kırdık” açıklamaları büyük ölçüde, içi boş propagandadan ibarettir. Şu ya da bu kadar propagandif ve geçici etkiden başka bir sonuç doğurmaz.
PKK’nın sorunu bugün, “sıkışma”, “sıkıştırılma” değil, izlenmesi gereken çizgi ve yapılması gereken çalışma sorunudur. Kürdistan’da, devrimci atılımın, ulusal uyanışın işçi-köylü hareketi olarak gelişmesinin, emperyalizme ve Türk ve Kürt gericiliğine karşı mücadeleye yükselmesinin, devrimin, sosyalizmin ve komünizmin güçlenmesi ve olgunlaşmasının koşulları daha da genişlemektedir. PKK’nın ve Kürt ulusal direnişinin zorlukları, esas olarak, reformizme, parlamentarizme meyletmekten emperyalist ülkelerle ittifak arayışlarından, Türk burjuvazisiyle yeni bir anlaşma peşinden koşan reformist Kürt burjuvazisiyle aradaki sınırları kaldırmaktan doğmaktadır. Ayrıca, gerilla savaşıyla halkın örgütlenmesi ve örgütlü kitle hareketi arasındaki ilişkiyi bozma ve Kürt işçi ve emekçilerinin kendi kitle örgütlerinde örgütlenmeleri ve halkın örgütlü bir halka dönüşmesini kenara itme gibi anlayış ve tutumlar Kürt halkının hareketini zayıflattığı, yarımlaştırdığı ve tahrip ettiği gibi, burjuvazi ve hükümet için avantaj da oluşturmaktadır. PKK ve Kürt ulusal direnişi bu sorunlarda devrimci, halkçı ve anti-emperyalist bir mevzide yerleşmeyi başarırsa, güçlükleri aşmak için büyük avantaj elde edeceği kesindir. Aksi takdirde hareket, ya bugün geldiği noktada kısır bir döngüye hapsolma ya da giderek bugünkü olumsuz yönlerinin baskısı, parlamentarizme ve emperyalizme boyun eğme tehdidi altındadır. Kürt ulusal hareketine göre olanakları çok geniş, toplumsal ve ulusal kaynakları daha güçlü ve örgütlenmesi daha gelişmiş olan Filistin hareketinin, Yassar Arafat politikası ile bugün getirildiği yer ortadadır. Barzani ve Talabani hareketinin, Irak Kürdistan’ını bugün düşürdüğü durum herkesçe bilinmektedir. Bize göre, Kürt halk hareketinin ve onun içinde bugün en güçlü yere sahip olan PKK’nın temel sorunu, anti-emperyalist demokratik bir program ve taktiğe ve kitlelerin mücadelesi, örgütlenmesi, ayaklanması ve silahlı ayaklanmasında, doğru bir anlayış ve pratiğe ve sağlam bir mevziiye sahip olma sorunudur. Unutulmamalıdır ki; ulusal kurtuluş, ancak halkın emperyalizmden ve her türden gericilikten kurtuluşudur. Bu da sadece, “ordulaşan” halkla değil, uyanan, örgütlenen ve kendi kaderini kendi eline alarak silahlanan ve ayaklanan halkın sayesinde gerçekleşebilir.

Kürt ulusal sorununun nasıl çözüleceği hemen tüm çevrelerde tartışıl yor. Federal çözüm, federasyon vs. zaman zaman tartışmanın yoğunlaştığı noktalardan biri. Kürt ulusal sorununun çözümüne ilişkin siz ne düşünüyorsunuz?
“Federal çözüm” ya da “federasyon” tartışması, Newroz öncesi dönemde, pratik bir çözüm yolu olarak tartışıldı. Tartışan taraflar ise, Turgut Özal ve PKK idi. Partimiz o dönemde, bu “çözüm önerisi” üzerine görüşlerini açıkladı ve açıkladığı görüş yönünde faaliyet içinde oldu.
Partimize göre, ulusal sorunun devrimci çözümünün tek bir yolu vardır: Ezilen ulusun kendi kaderini özgürce belirlemesi. Bu, söz konusu ulusun ya da halkın, bağımsız devlet olarak örgütlenme hakkına ve bu hakkı özgürce kullanma koşullarına sahip olmasından başka bir şey değildir. Kendi kaderini özgürce belirleme, yani bağımsız devlet olarak örgütlenme (ayrılma) hakkı, ezilen ulus için mutlak, kayıt ve koşul konulamaz bir haktır. Ezilen ulusun, bu hakkı hangi yönde kullanması doğru ve devrimci bir tutum olur? Partimizin buna ilişkin o anki somut görüş ve tutumu (propagandası) kendi kaderini tayin hakkının kullanılacağı somut koşullar tarafından belirlenecek ve belirginleştirilecektir. Hiç kuşku yok ki, bu tutum, proletaryanın ve halkların birliği ile ilgili her zaman yapılması zorunu olan çalışma ve propaganda ile çelişmez. Partimiz proletarya ve halkların birliğinden yanadır. Ancak, birlikten yanalık, ezilen ulusun mutlak hakkı olan ayrılma hakkı için bir kayıt ya da koşul değildir, olamaz. Ezilen halk ya da ulus, kendi kaderini özgürce belirleme hakkını (devlet olarak ayrılma, ya da başka devletlerle birleşme), özgürce kullanma koşullarına sahip olduğunda ve kullandığında, eğer aynı devlet birliğinde yaşamayı tercih ederse, partimizin önerisi, ulusların eşitliğine, tam ve gerçek demokrasiye dayanan özgür bir birlik olur. Geneldeki görüşlerimiz bunlar: Ve Kürt ulusal sorununa bakışımız da bu genel görüş tarafından şekilleniyor.
Newroz öncesi dönemde, pratik pazarlık ve anlaşma konusu olarak gündeme gelen “federal çözüm” Kürt halkının kendi kaderini özgürce belirleme, bağımsız devlet olarak örgütlenme ve ayrılma hakkını ortadan kaldıran bir “çözüm” olarak sunuldu. Faşist gericiliğin en pervasız temsilcisi Turgut Özal, bu sahte “çözüm’ü gündeme sürerken, bir yanıyla, Türkiye Kürdistan’ında “egemen” olan bugünkü statüko’nun artık dönemini tamamladığı hesabını yapmıştı. Öte yanıyla, Türkiye’nin ve dünyanın bugünkü koşullarında, diktatörlüğün zaman kazanma ihtiyacı içinde bulunduğunu tespit etmişti. Özal’ın “federal çözüm” girişimi, diktatörlük açısından umutsuz bir girişimdi, ama “federal çözüm”, birkaç yıl da olsa, Kürdistan’da bir “durulma”ya yol açarsa, komşu ülkelerdeki Kürt sorununun üzerine gitmede ve Kürt halkını bu ülkeler aleyhine kullanarak, Ortadoğu’da “etkin”, dolayısıyla emperyalist ülkeler, nezdinde “kıymetli” bir ülke haline gelmede “koz” olarak kullanılabilir bir girişimdi. Turgut Özal’ın ortaya attığı “Kürt hamiliği” gerçekte, Kürt sorununu kullanarak Türkiye’nin Ortadoğu’ya müdahalesini, diğer ülkelerdeki Kürt hareketlerinin Türkiye’nin yörüngesinde toplamasını gözetiyordu. Ve “federal çözüm”, “hamilik”i uygulanabilir kılma yeteneği taşıyan bir “çözüm”dü.
Şu dikkate alınmalıdır ki; Türkiye’nin hali hazır statükosunun umutsuz olduğu koşullarda, şimdiki “devlet birliği”nin devamı, Kürt halkının geniş bir manevrayla aldatılmasından geçmektedir ve “federal çözüm”, Kürt burjuvazisiyle anlaşma potansiyeli taşıyan bir “çözüm” olmasının yanı sıra, Türkiye’yi bir anda Ortadoğu’nun kabadayısı haline getirebilecek biricik “olanak” durumundadır. Turgut Özal pervasız, ama aynı zamanda emperyalizmin ve burjuvazinin ihtiyaç duyduğu “çözümleri” derinlemesine anlayan bir siyasal akımın temsilcisidir. Şimdilerde, “federasyon”dan söz edilmese bile, bu sahte çözümün, Kürdistan’daki yeni başkaldırılar karşısında Kürt halkına dayatılabileceğinin göz ardı edilmesi eğer başka bir şey değilse, herhalde saflıktır. Eğer devrimci olaylar ve olgular ya da emperyalist büyük güçler arasındaki çatışmanın yaratacağı gelişmeler, önünü kesmezse, Türk burjuvazisi bugün kaçınmak istese bile, “federal çözüm” gibi bir “çözümü” elde etmeye bakacak ve kendine sunabileceğini hesap ettiği olanaklardan yararlanmak üzere bugünden hazırlıklı olacaktır.
PKK’nın, “federal çözüm” arayışları karşısında, partimizi, Türkiye’deki diğer koşullar aynı (bugünkü gibi) kaldığı sürece, “federal çözüm” ancak, Kürt halkının ve özgürlük haklarının başı üzerinden olacak bir çözümdür tespitini yaptı. Ve yayınlarında ortaya konulmuş olan platformunu savundu. Özü şuydu: “Federal çözüm” ya da “federasyon” pratik ve güncel bir çözüm olarak tartışmıyorsa, partimizin görüşü, Kürdistan’ın ayrı devlet olarak örgütlenmesi ve ayrılmasıdır. Türkiye’deki diğer koşullar aynı kaldığı sürece, “federasyon” gerici bir çözümdür. İster Kürt, isterse Türk devrimcisinden gelsin, Kürt halkının kendi kaderini özgürce belirlemesini inkârıdır ve “çözüm” olmayacaktır. Türkiye’de devrim henüz geri bir çizgide seyrediyorsa, Kürdistan’daki devrimci gelişme hali hazırdaki statükoyu sarsabilecek bir boyut almışsa, içinde Kürt halkı için demokrasi bulunan ve gericiliğe darbe vuracak olan tek çözüm, Kürt halkının ayrı devlet olarak ayrılmasıdır. Kürdistan’da “ayrılma”yı pratik bir sorun haline getirecek bir durum henüz oluşmamıştı, ama “federasyon” gündeme girdi. PKK daha sonra, “federasyon” önerisini, bağımsızlığa giden ara bir taktik girişim olarak açıkladı. Bu açıklama ve bu tutum, teorik bakımdan yanlış, pratik bakımdan da Kürt halkından ve ulusal özgürlükten uzaklaşmadır. Çünkü mevcut koşullarda “federal çözüm” olsa olsa, Kürt burjuvazisinin, çıkar ve taleplerine uygun düşebilir, aynı zamanda, yaptığı yetmiş yıllık anlaşmasının bozulduğu Kürt burjuvazisiyle yeni bir anlaşma peşinde koşan Türk burjuvazisinin kabullenebileceği ve Kürt halkını aldatma olanaklarını elde edebileceği bir girişim anlamı taşıyabilirdi ve partimizin herhangi bir şekilde böyle bir çözüme destek vermesi söz konusu olamazdı, olmadı da. Proletarya ve halkların birliğinden yana olanların bugünkü koşullarda, “federal çözüme” karşı ayrılmayı savunması herhalde garip karşılanmaz.

Devrimci, sosyalist, hatta komünist olduğunu iddia eden geniş bir çevrede, birlik ve legal parti sorununun tartışıldığı biliniyor. Bu iki soruna ilişkin düşüncelerinizi ve önerilerinizi açıklar mısınız?
Sorunuzdan, “komünistlerin ve sosyalistlerin birliği”nden söz ettiğiniz sonucunu çıkarıyoruz.
Özellikle son beş altı yıldır birlik, iki şeyin adı oldu: İlkesizlik ve parçalanma. Bunun ardında kuşkusuz, uluslararası revizyonist tasfiyeciliğin ve TKP tasfiyeciliğinin içtensizliği ve revizyonist ideolojik ve örgütsel geleneği var. “Birlikçilik,” neredeyse bütün sol için, bir diğerine çelme takma, parçalama ve aleyhine güç toplama veya günlük mücadelenin “külfetinden” kurtulma “kürsüleri oluşturmanın biçimine dönüştü, metalaştı. Ayrıca, “birlikçilik”, çoğu durumda, devrim ve sosyalizm mücadelesinin zorlukları karşısındaki iktidarsızlığın ve kendi potansiyel yeteneğine güvensizliğin masum, kabul edilebilir örtüsü haline getirildi ve soysuzlaştırıldı.
Bu söylenenlerden partimizin, sosyalistlerin parti birliğine karşı olduğu sonucu çıkmamalıdır. Biz birlikten yana olduk ve olmaya devam edeceğiz. Ancak yana olduğumuz birlik, ilkelere dayalı, içten, mücadele içinde olgunlaşıp çelikleşen ve devrim yapma yeteneğine sahip bir birliktir.
Birlikten anladığımız, öncelikle proletaryanın hareketinin uyandırdığı genç ve taze proletarya güçleriyle Marksizm-Leninizm platformunda ve özünü Bolşevizm’den alan, ama proletaryaya yakınlığı, halka bağlılığı ve savaşma yeteneği ile Bolşevik Partisi’ni aşmayı hedefleyen partide birliktir. Bu her şeyden önce, dünya devriminin bugün içinde yaşadığı sürecin ihtiyaçlarına cevap veren ve uluslararası proleter devrimin teorik temellerini yenileyen bir teorik platforma sahip olmayı öngörür. Bu görüşmenin ilk bölümlerinde, ana hatlarıyla da olsa, söz ettiğimiz nitelikte bir teorik platform olmadan, komünist olmak ve Marksist-Leninist kalmak bugün olanaksızdır. Partimiz, bu koşulu, kendi yenilenmesinin ve parti birliğinin teorik temeli haline getirmiş durumdadır. Bu, proletarya hareketinin sosyalist harekete dönüşmesinin de temel teorik platformudur. Türkiye devriminin siyasal programı ve proletaryasının öncü partisi olarak partimizin yaşantısı, bu temel üzerinden yenilenme ve yeniden şekillenmektedir.
Birlikten öncelikle anladığımız, proletaryanın genç ve taze güçleriyle partide birliktir demiştik. Ama bu kuşkusuz, sözünü ettiğimiz teorik, politik ve örgütsel platforma yaklaşan güçleri teşvik etmeyi, bu platforma gelen çevrelerle parti birliği içinde birleşmeyi dıştalamamaktadır. Ne var ki, “sosyalistlerin birliğinden söz eden resmi revizyonist akımlar dışındaki grup ve akımlar, üzerinde bulundukları teorik ve örgütsel platformla umut verici bir durum yansıtmamaktadırlar. Bunlardan bazıları, Brejnevcilikten Maoculuğa hatta Troçkizme kadar genişleyen bir “sosyalizm yelpazesi” çizerken, diğer bazıları ise, 1980 öncesinin bugün fazla bir anlamı bulunmayan teorik platformunu, bir adım bile ilerletmiş durumda değiller. Kimi “sosyalist” gruplar ise, üzerinde bulundukları pratik, siyasal ve örgütsel platform bakımından, proletarya zemininden uzakta ve büyük ölçüde, küçük-burjuva ruh halinin egemen olduğu bir dünyada yaşamaktadırlar. Bu koşullarda, parti birliği nasıl olanaklı olacak?
Türkiye’deki bu durum gerçekte, kendine özgü bir durum değil. Doğu Bloğu’nun çöküşüyle birlikte, ideolojik ve örgütsel cephede, uluslararası çapta ortaya çıkan, daha doğrusu, 1980 öncesindeki gruplaşmaları uluslararası çapta yenileyen uluslararası teorik ve örgütsel savrulma ve yeniden şekillenmenin bir yansımasıdır. Ve her şeye karşın, partimizin içten isteği ve çabası, bu durumun değişmesi, sosyalizme şu ya da bu şekilde yaklaşan grup ve akımların Marksizm-Leninizm’e ve proletaryaya doğru yönelmeleri ve tüm radikal devrimci çevrelerin proletarya partisi bayrağı altında toplanmalarıdır. Onun mücadelesinin bir yönü de bu hedefi gütmektedir. Ama vurgulayalım ki, “birlikçilik” adına Marksizm-Leninizm’in ilkelerinin çürütülmesine ve küçük burjuva sosyalizminin proleter sosyalizmini bozmasına izin vermeyecek bir tutumu partimiz asla terk etmeyecektir.
Materyalizmi savunmada, emperyalizme ve faşizme karşı güç ve eylem birliklerinde ve proletarya ve halkın günlük çıkarları için mücadelede örgütümüzün, koşulsuz ittifakları ve birlikleri savunduğu, proletarya ve halkın akarlarından başka hiçbir özel çıkarı bulunmadığını ilan ettiği ve bu yönde çaba harcadığı biliniyor. Bu nedenle, bu çabalarımızı ve çizgimizi genişleterek sürdüreceğimizi yeniden açıklamaktan başka söylenecek bir şey yoktur düşüncesindeyiz.
Legal parti sorununa gelince: Seçim ittifakı vs. taktik nedenlerle başvurulacak ya da farklı devrimci sınıfların bloğunu oluşturmak amacıyla kurulacak blok partisi türünden örgüt ve parti biçimlerini bir yana bırakırsak, sosyalist legal parti olarak tartışma gündemine giren partiye biz, açık işçi partisi ya da açık sosyalist parti diyoruz.
Derginize daha önce genişçe açıkladığımız gibi, işçi sınıfının açık partisi, Marksist-Leninist bir işçi kitle partisi olarak doğmak, işçi sınıfının sosyalist eğilim ve özellik kazanmış hareketi olarak örgütlenmek zorundadır.
Bu yönüyle, bizim açık sosyalist parti sorunundaki düşüncemiz, parti kurmak üzere kümelenmiş olan grupların tümünden daha farklı nitelik arz etmektedir.
Her şeyden önce partimiz, açık sosyalist partiyi, mevcut grupların “birleşme” platformu olarak ele almamaktadır. Gruplar arasında şimdi gündem oluşturan legal ya da açık parti kurma girişimleri, ya grupların “birleşmesi” (daha doğrusu kavgası) için bir platform arayışına ya da “dayak yenilmiş” olan illegal alana bir kez daha ayak basmama tutumu tarafından belirlenen bir düşüncenin ifadesi durumunda. Bu düşünce ve arayışlardan yola çıkılarak kurulacak partiler, olsa olsa kuruluş amaçlarına hizmet eden araçlar olabilirler. Ama asla proleter devrimin araçları olamazlar. Ve atılan ya da atmaya hazırlanılan bu adımların gerisinde, esas olarak, işçi sınıfına duyulan güvensizlik yatmaktadır. Çünkü çoğunlukla, safları giderek genişleyen bir işçi kitlesinin sosyal demokrasiden kopmakta olduğu, ama işçilerin illegal alanda örgütlenemeyeceği tespit edilmekte ve bu tespit, içine girilen yönelime meşru temel haline getirilmektedir. Kuşkusuz, şimdilerde sürdürülen tartışma, grupların bazıları bakımından “kendini ifade” kürsüsüne sahip olmaktan başka bir anlam taşımamaktadır.
Partimizin örgütlenme sorunu bakımından döneme ilişkin tespiti şudur: Türkiye’nin bugünkü koşulları, illegal örgütlenmenin zorunluluğunu kanıtlamış, olmasının yanı sıra; bir yandan illegal örgütlenmeyi güçlendirmenin, işyerlerinde ve birimlerde yaygınlaştırmanın ve çoğaltmanın olanaklarını yenileyerek ve genişleterek dayatıyor; öte yandan, legal olanakları ve açık çalışma alanlarını genişletme, yaygınlaştırma ve daha iyi kullanma zorunluluğunu bir görev olarak önümüze getiriyor.
Yani, illegal örgütlenmeyi temel alan; genişleten derinleştiren ve legal örgütlenmeyi yaygınlaştıran, çoğaltan ve illegal örgütlenmenin güçlenip zenginleşmesine ve işçi sınıfı saflarını sarmasına bağlanan bir çizgi. Türkiye’deki politik koşullar, işçi hareketinin içinde bulunduğu durum ve devrimle karşı devrim arasındaki güç ilişkisi açık işçi partisi biçimindeki örgüt biçimini geçerli bir araç haline getirme doğrultusunda gelişmekte, legal ve açık olanakların, kullanılabildiğini bu sınıra kadar ilerletmektedir. Kısacası; açık işçi partisi, örgütlendiğinde, proletaryanın ve partimizin illegal örgütleri battal olmayacak, genişleyecek; etkinlik alanları daralmayacak, çoğalacak ve zenginleşecektir. Türkiye’nin bugünkü koşullarında bu bir zorunluluktur.
Ayrıca, açık işçi partisinin giderek geçerli bir araç haline gelmesi, kuruluşu için her koşulun hazır olması anlamına da gelmemektedir. Böyle bir parti için asgari olarak, büyük kent işçileri arasında, bazı temel işletmelerde, hiç olmazsa işçilerin uyanan kesimlerinin çoğunluğunu temsil eden organların oluşması bir zorunluluktur. Bu, bugün zordur ama partimiz irin, uzak olmayan bir dönemde ulaşılamaz bir hedef değildir. Açık işçi partisi işte bu örgütlenmeler üzerinde ve sınıfın uyanan kesimini temsil ederek doğmak zorundadır. Yani, açık işçi hareketinin sosyalizm üzerinde örgütlenmesi olarak şekillenmelidir. Eğer bu sosyalist işçi hareketi irinde, şu ya da bu “sosyalist grup” temsil ediliyorsa, bu parti içinde o sosyalist grup da (genel çizgide anlaşıldığı oranda) ister istemez bulunacaktır.
Türkiye’deki koşullar istikrarsızdır ve hızla değişebilir. Böyle bir parti doğmayabilir, illegal komünist partisi yarı-açık bir parti olarak çalışma olanağı yakalayabilir, ya da şimdiden görmemizin mümkün olmadığı bir şekilde örgütlenebilir. Ancak, bugünkü görülebilir koşullarda izlemeye çalıştığımız çizgi budur. Ve şimdi, gruplar arasında yapılan “sosyalist parti” tartışmalarında işte bu nedenlerle yer almamaktayız. Grupların, teorik ve pratik platformları köklü bir değişime uğramadığı sürece de yer almayacağız.
Örgütlerimizin bugün önlerine almakta oldukları görevlerden biri de açık işçi partisini devrimin bir aracı olarak örgütleme ve örgütlenmelerini oluşturma görevidir. Bu partiyi örgütleme olanakları, yakın bir gelecekte (zor olmasına karşın) Türkiye’de ortadan kalksa bile yürütülen çalışma, partimiz ve proletarya açısından yararlı bir çalışma olacaktır.

Ağustos 1992

Yorumlar kapatıldı.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑