‘80’den günümüze kadın hareketi ve devrimci yaklaşım

Türkiye’de son on yıl, kadınların politik gündemde kendi sorunlarını tartışarak yer aldıkları yıllardır.
Bu günler, 12 Eylül darbesinin etkisiyle diğer sosyal sınıf ve katmanların seslerinin susturulduğu, taleplerinin şiddetle bastırıldığı, geçmiş kazanımların asker postalları altında ezildiği günlerdir. İstemlerin dile getirilemediği, bu yüzden bir kaç cılız itiraz dışında neredeyse istemekten vazgeçilindiği bir ortamda, kendileri için bir şeyler isteyen; bu yüzden dikkatleri üstüne çeken kadın sesleri duyulmaya başlandı. Kadın sesi burjuvazi için yeni bir şeydi ama iktidar kavgasında geçici bir yenilgiye uğramış devrimci örgütler için de öyleydi. Bu yüzden bir dizi spekülasyon üretildi.
Geçmişte, diğer ülkelerde kadın eylemi bütün toplumu harekete geçiren sosyal çalkantı dönemlerinde ortaya çıkmış, kadınlar tarihsel dönüm noktalarında kendi adlarını tarihin künyesine kazıyarak geçip gitmişlerdi. Ya Avrupa’da burjuva devrimlerin erkekler tarafından istenmeyen zoraki bir eklentisi olmaya çalışmışlar ya yeni kıtada kölelik aleyhtarı mücadelelerde bağımsız bir güç olarak, kendi taleplerini üreterek yer alan bir baskı grubu olmaya çalışmışlar ya da Sovyet Devriminde olduğu gibi artık sahip oldukları devrimci potansiyel saptanmış olarak proletaryanın davasına meşru ve önemsenen bir güç olarak sahip çıkmışlardı.
Ama Türkiye’de birden bire ortaya çıkan durura böyle oluşmadı. Yetmişli yılların son dönemlerinde giderek yükselen devrimci hareketin yanı başında yeşeren ve aynı ivmeyle büyüyen bağımsız bir kadın hareketi yoktu. Siyasal örgütlere giderek daha yoğun bir biçimde katılıp politikleşen kadınların aritmetik toplamından bir kadın hareketi adına sevinmek ve sonucu bu hareketin hanesine yazmak elbette ki mümkün değildir. Ancak kadınlara yönelik bir politika üretmek konusundaki yeteneksizlikten dolayı bir çok devrimci örgüt, kadın hareketi deyince uzun süre kendi saflarına kazandığı kadınları anladı. Oysa bu kadınlar bir kadın hareketinin varolma nedeni olan kadın olmaktan kaynaklanan sorunları tanımak ve ifade etmek olanaklarından yoksundular, bu yüzden kendileri için “özgül” bir tek talepleri yoktu.
‘70’li yıllarda duyulmayan kadın sesleri ‘80’li yıllarda duyulur olmuştu. Ancak bu kadın sesleri geçmiş devrimci harekete tepki olarak ve bu tepkiyi ifade ederek çıkmakta. Eski “devrimci” kadınlar cinsel hiyerarşi yüzünden terk ettiklerini, söyledikleri örgütlerini karalıyorlar, oradan bütün devrimci değerlerin reddiyesine varıyorlardı. Devrimci örgütlerin dağıtıldığı bugünlerde küfür cephesinde yerlerini alarak nesnel olarak devletle aynı paralelliğe düşüyorlardı. Bu nedenle yenilgi döneminde ortaya çıkan kadın “oluşum”larının burjuvazinin bir komplosu olduğu teorisi kadınlarla ilgili politika üretmeye aday olan ama bu tarihsel görevi bir türlü yerine getiremeyen “sosyalistler” tarafından hemen kabul gören bir teori oldu. Kendilerini feminist olarak tanımlayan bu kadınların gözerimlerinin kapitalizmin sınırlarında bitmesi, perspektiflerinin sosyalizmi içeremeyecek kadar dar olması, onları eninde sonunda burjuvaziyle birleştirir. Bu öngörüden yola çıkarak feminizmin bir devlet komplosu olduğunu söylemek ise kapitalizmin işleyiş koşulları ve tarihsel gelişimi hakkında hiçbir şey bilinmediğini gösterir.
Düzeni aşmayan ve kapitalizmi yıkmayı hedefleyen bir sınıfsal muhalefet hareketinin genel taleplerine bağlanmayan her talep, bu istemi dile getiren, bunun için savaşan kesimlerin gücüne bağlı olarak siyasal iktidar tarafından başlangıçta bir geri adım atılarak kabul edilse de burjuvazi için bu geri çekiliş kısa zamanda utkuya çevrilir. Karşılanmış her talep, burjuvazinin kendi dünyasını geliştiren, onun ne kadar adaletli ve hak bilir bir sistem olduğunu teslim eden, insancıl ve çağcıl bir görünüm kazandıran içsel ve doğal bir öğe haline gelir. Bugün burjuvazi tarafından ona ait sistemin doğal bir unsuru olarak kanıksanmış pek çok yasal hak kan ve can pahasına kazanılmıştır. Bundan iki yüz yıl önce oy kullanma hakkını elde etmek için sokağa çıkan uy*sal ev köleleri, bu istemin bedelini hapse atılarak, aşağılanarak, dövülüp işkence edilerek ödemişlerdir. Sonunda istekleri yerine getirildiğinde onların kendi ülkelerinin sınırlarını çoktan aşan bir işlevsellik gösterdikleri görülmüştür.
Söz konusu olan basit bir yasal değişikliğin sağlanmış olması değildir. Kapitalizm, kadınların eyleminden kendine düşen payı alarak vitrinini süslemiş, burjuvazinin devrimci dönemlerine ait olan ve hem bir özlemi hem de bir vaadi ifade eden “eşitlik” sloganı kadınların kazanımlarından karşılanarak, cinsler arasındaki yasal ayrıcalıklardan doğan asimetrik görünüm değiştirilmiş, burjuvazinin dünyası zenginleşip biraz daha gelişmiştir. Bir ülkede bir kez kazanılmış bir hak, uluslararası düzeyde genelleşerek sisteme ait bir unsur olarak içselleştirildikten sonra bazı kadınların kendi ülkelerinde de aynı kavgayı vermeleri artık gerekmez.
‘80 sonrasında yükselen feminist söylem de kendisini muhalif bir söylem olarak ifade ediyordu. Askeri darbe sonrasındaki ağır koşullarda her türlü itirazın muhalif kimliği edinmesindeki kolaylıktan bu söylemin de payını alması kolay oldu. Şirin Tekeli: “Feminist hareketin, 1980 askeri darbesine karşı oluşan demokratik muhalefetin ilk, hatla öncü hareketi olduğu, bugün de bu muhale/elin birçok açıdan önünde giden, kendi içersinde en ileri derecede demokratikleşmiş kanadım oluşturduğu, dolayısıyla toplumun demokratikleşme arayışında temel bir işlev gördüğü savunulabilir.” (1) diye tanımladığı süreçte, feminizme toplumun demokratikleşme arayışında işlevsel bir rol yüklüyor. Demokratikleşme arayışı ise “12 Eylül öncesine geri dönmeye çalışmak” çabasının örtük olarak ifade edilmesidir. Askerlerin kışlaya çekildiği, parlamentonun yeniden kurulduğu, ama bu kez Avrupa standartlarına uygun bir görünüş kazandırıldığı, burjuva demokrasisine benzer bir şeylerin aranmasıdır.
Burjuva devlet biçimleri arasındaki tercih, faşizm karşısında burjuva demokratik normların yeğlenmesi ve bunun arayışına gidilmesi, sosyalist alternatifin ifade edilmesindeki güçlüklerden de yararlanarak feminist harekete düzen sınırlarını aşmayan bir muhalif kimliği verir.
Feminizm devletten ve politikadan hiç söz etmeksizin politikanın yapıldığı bir alandır. Henüz üniversitedeyken “Kadınlar ve Siyasal Toplumsal Hayat” adını taşıyan bir tez hazırlamak durumunda kalarak politikaya bulaşan Şirin Tekeli bir yana bırakılırsa Türkiye’de ‘80’li yılların feministleri siyasetle devlet düzeyinde fazla uğraşmamışlardır. “Kadınların karşı karşıya oldukları baskı özel yaşamın kişisel olarak nitelenen alanlarında, gerçekleşir.” (2) Bu yüzden “kadınlara yapılan haksızlıkların baş sorumlusu da erkeklerdir. Erkekleri toplumun egemenleri yapan cinsiyetçi toplum ilişkileri ve bu ilişkilere karşı çıkmadıkları sürece, kadınların ezilişinden çıkarı bulunduğunu düşünmemek için hiçbir nedenimiz bulunmayan erkeklerdir” (3)
Kadına yönelik baskının tek tanındığı alan özel yaşam olarak tespit edilince bu baskıyı fizik olarak sürdüren erkeklerin tek hedef ilan edilmesi de kaçınılmaz sonuçtur. Feminist politikanın konusu bu yüzden kadınların günlük yaşam içinde karşılaştıkları baskılar ve erkek üstünlüğünün beliriş biçimleridir “Kişisel olan ile gerçek politika yapabileceğinden emin olmak’ gerekmektedir. (4)
Feminizmin politik zaafının başladığı nokta sistemden, sınıfsal ilişkilerden ve çıkarlardan arındırılmış bir özel yaşam düzenleme çabası, bu ideolojiye gösterilen ilginin de nedeni olabiliyordu. Sol, daha önce cinsel egemenlik ilişkisinin özel yaşam içinde tezahür eden biçimlerine, karmaşık ayrıntılarına hiç ilgi duymamış, genel bir “kadınların kurtuluşu devrimle olur” formülasyonuyla yetinilmişti. Feminizm solun yıllardır ihmal ettiği bu alanda bir yara gibi belirdi. Varlık nedenini bu ihmal ve önemsemezlikten aldı. Bu ideolojinin 12 Eylül koşullarında burjuvazinin devrimci hareketi bölmek için düzenlediği bir komplo olduğunu iddia etmeden önce devrimcilerin problemi kendi politikaları ile ilgili yönüyle tanımlamaları gerekiyor.
1982-90 yılları arasında kendiliğinden gelişen kadın eylemleri düzen sınırlarını aşmayan talepleri, örgütsüzlükleri, politik bir disiplinden yoksun gevşekliklerine karşın dikkat çekici bir kadın potansiyelinin varlığına işaret eder. Ve bu potansiyel üzerinde işlem yapmaya aday birçok kesimin de ilgisini çeker. Kadın sorunu son on yılda en çok konuşulan konu haline gelir.
Politik atmosferde en küçük esintinin hissedilmediği yıllarda kadınlar cephesinde hareketlilik başlamıştır: 1982’de YAZKO’yla birlikte bir grup kadının düzenlediği “kadın sorunları sempozyumu” ile süreç başlar. 1983’te Somut dergisinde kadınlara ayrılan sayfa, kadın sorununun değişik yönlerinin tartışıldığı bir platform haline gelir. Görüşler düzeyinde beraberliklerin ve ayrışmaların yaşandığı kadın sorununa ilişkin perspektif ortaklıkları doğrultusunda saflaşmaların belirdiği bir dönemdir bu.
Yurtdışından kitaplar getirilip çevrilir. Hatta bir yayınevi bile kurulur. “Bilinç yükseltme gruplarında” özel hayatlarında karşılaştıkları sorunların politik kavramlarına ulaşma çabalarının ve entelektüel diğer faaliyetlerinin onları getirdiği nokta artık “ne yapmalı” noktasıdır. “Sordukları sorular aynı” olanlar bir yayın faaliyetinde kendilerini diğerlerinden ayırırlar. Feministler “feminist”i, sosyalist-feministler “Kaktüs”ü çıkarmaya başlarlar. Bu kadınlar küçük burjuva sınıfsal kökene mensup, İyi eğitilmiş, bir kısmı Avrupa görmüş ve feminizan düşüncelerle orada tanışmış ayrıcalıklı bir grup kadındır ve bunların diğer birçok sorunları nesnel olarak çözülmüş sayılır. Ve düzenle çelişkilerinin boyutu oldukça sınırlıdır.
Değindiğimiz gibi feministlerin toplumsal bir projesi yoktur, kapitalizm ya da sosyalizm arasında bir tercih problemleri olmadığını iddia ederler. Bu tercihsizlik onları düzen savunucusu bir konuma iterken de sorunlardan kurtulmanın yolu ve olanakları terkedilmiş olur. Sosyalist feministler ise feministlerden kendilerini toplumsal bir projeye sahip olduklarını iddia ederek ayırırlar. Ama “ağırlıklı olarak” feministtirler. Ancak onların feminizmi “arı” bir feminizm değildir. Diğerleri gibi feminizmi “tek tek kadınların dayanışma içinde özel yaşamlarını dönüştürmekten ibaret” görmezler. “Kamusal alanda verilecek mücadelelerden kopuk bir kişisel politikanın kadınların çok sınırlı bir kesimini ilgilendirecek ve bu sınırlar içinde bile başarıya ulaşamayacak bir çaba olduğuna” inanmaktadırlar. (5)
Kadınların kurtuluşunun maddi koşullarını yaratacağı ve “feminizme açık olduğu için” sosyalisttirler. Ama sosyalizmleri sınıf tavrına bağlı olarak öngörülmüş bir proje değildir. Belki de bu yüzden Kaktüs’ün sayfalarında yayın yaşamı boyunca sosyalist perspektiflerinin ne olduğuna dair en küçük bir ize rastlanmaz. Feminist kimliğin öğeleri özenle açılıp tanımlanırken sosyalizm sözcüğü hoş bir takı gibidir.
Sosyalist feministler, “ortak ezilmişlik temelinde” bütün kadınların birlikte davranabileceklerine “kuramsal olarak” inanırlar: “Kadınların ortak ezilmişliklerinin onları birleştiren bir faktör olduğu ve aynı zamanda, kadınların sınıfsal, ırksal, kültürel düzeyde bölünmüş olduklarını vurgulamıştık. Ancak ortak noktalarının varlığı ve kadın sorunun sınıflar-arası bir sorun olması her sınıflan, her kesimden kadının harekele aynı ağırlıkta katılımını sağlamıyor… Burjuva kadınların sorunlarını -belki her zaman aynı ağırlıkla olmasa da- her kadının yaşadığını düşünüyorum… Biz burjuva kadınların sorunları içinde de yürümek Zorunda kalacağın (6)
Burjuva kadınlarının kadınlık durumlarını hiyerarşinin en alı basamağında yer alan kadınlarla aynı biçimde ve aynı acıları çekerek yaşadığını; örneğin onların evde bulaşık yıkadıklarını, çocuklara kendilerinin bakmak zorunda kaldıklarını, kocalarına maddi yönden bağımlı olduklarını, boşanma durumlarında sokağa düştüklerini, alış verişi dükkân dükkân dolaşarak ve yürüyerek kendilerinin yapmak zorunda kaldıklarını, bu yüzden yolda yürürken laf atmalara maruz kalacaklarını düşünmek mümkünse eğer, bu iki kadının da birlikte mücadele etmemeleri için hiçbir neden yok gibidir. Kaktüs yazarı iç geçirerek tespit eder “ama gelmezler ki”. Sosyalist sözcüğü hoş bir takı olarak kullanılmıyorsa eğer, bir sosyalistin burjuvaziyle işbirliği yapacağını ifade etmesindeki niyet açıktır. Kadın hareketini burjuvazinin kuyruğuna takmak, onu devlet kapılarında sürdürmek için sosyalist gibi görünmek zahmetine katlanmaya ne gerek var. Niyetlere göre teori oluşturulduğunda “kuramsal olarak mümkün” olan şey pratik olarak aynı sonuçları elbette vermeyecektir. Bu durumda kuramın yeniden gözden geçirilmesi gerekmektedir. Bütün kadınlar kurtulmadan gerçek kurtuluşun sağlanmayacağını düşünmek başka bir şeydir. “Burjuva kadınların sorunları bizim de sorunumuzdur” demek başka şeydir.   .
Feminizmle birlikte yeni örgütlenme anlayışları da tartışılmaya başlanmıştır. Geçmişte bir siyasal örgütlenmede yer alan ve kendi örgütlerindeki cinsel hiyerarşiye tepki duyarak feminist olan kadınla geçmiş örgütlenme deneyimlerini eleştirerek, yeni modeller önermişler, Avrupalı ABD’li kız kardeşlerinin deneylerine ilgi göstermişlerdir. Bilinç yükseltme grupları, küçük grup, büyük grup terimleri son dönemde literatüre girmiştir. Bilinç yükseltme grupları feminizan düşüncelerle tanışmamış kadınların eğitildiği toplantılardır. ABD’deki toplu psikanaliz seanslarını çağrıştıran özel bir yöntemdir. Kadınlar, kendi özel yaşamlarını bir araya geldikleri diğer kadınlarla tartışır ve özel sorunlarının aslında genel ve herkes tarafından aynı biçimde yaşanan problemin bir parçası olduğunu fark ederler. Bilinç yükseltme grupları aslında adı şimdi başka bir biçimde anılsa da ya da artık bir adı olmuş olsa da kadınların evlerinde her zaman yaptıkları toplantılardan biçim olarak çok farklı değildir.
Karar organlarına, hiyerarşiye, merkeziyetçiliğe duyulan tepki onları gevşek, iş bölümünün olmadığı örgütlenme anlayışına iter. Başlangıçta 10-15 kişilik gruplarda, örneğin bir kitabın çevirisi sırasında asla sorun olmayacak olan bu durum, kitleselleşme arttıkça, bir durum hakkında tavır tespit etmek gerektiğinde, hedeflenen “bağımsız kadın hareketi” bir olgu olarak ortaya çıktığında hareket yeteneğini kısıtlayıcı bir rol oynayacaktır.
Eksikliklerine, perspektiflerindeki darlığa ve eklektizmlerine rağmen bu feminizan akımlar verdikleri yanıtlarla olmasa bile sordukları sorularla Türkiyeli kadınların ilgisini çektiler. Politik gündeme özel yaşam alanına dair saptamaları, kadınlık durumuna ilişkin sorgulamaları yeni bir soluk getirdi.
Kadın sorununun çeşitli yönlerinin tartışıldığı bu günlerde bir hâkimin, kocasından dayak yediği için boşanmak isteyen bir kadın için kullandığı “kadının sırtından sopayı, karnından sıpayı eksik etmeyeceksin” sözü ile kadınlar sadece konuşuyor olmaktan çıkarak sokağa döküldüler. Türkiye’de ilk kez kadın olmaktan kaynaklanan özel bir sorunları için yürüyor, dayağı protesto ediyorlardı.
Dayağa karşı dayanışma kampanyasını başka kampanyalar da takip etti. Cinsel tacize karşı kadınlara sembolik olarak mor iğnelerin dağıtıldığı kampanya burjuva basına da yansıdı ve eğlenceli bir konu olarak işlendi. Kampanyalar, bir sorun etrafında değişik kadın gruplarını birleştiren gevşek ve geçici örgütlenmelerdi, çalışmalar sırasında dozu yüksek bir ses çıkarmayı sağlıyordu. Ancak, hedeflenen eylem gerçekleştikten sonra hareketin ivmesi düşüyordu.
Eylemler başlangıçta “her konuda ortak düşünüp düşünmediklerini henüz bilmeden” bir araya gelen gruplarda yeni bir ayrışmaya yol açıyor ve “politika yapış tarzındaki farklılıklar” nedeniyle Feminist dergisi ekibi bölünüyor; arada bir çıkarken şimdi artık hiç çıkmıyordu. Kaktüs de yayın hayatına bir süre sonra son verdi.

KADIN SORUNUNA BAKIŞTA DEVRİMCİ KRİTER
Marksistler kadın sorununa yaklaşımda feminist ya da sosyalist feministler gibi düşünmezler. Bu yüzden burjuva feministlerle Marksist-Leninist kadınlar arasında tarihi çok eskilere dayanan bir polemik söz konusudur.
Marksist-Leninist kadınlar, siyasal hak eşitsizliklerinin, kişisel yaşamlarında ya da kamusal alanda yaşadıkları cinsel egemenlik ilişkilerinde ezilen taraf olmalarının nedeninin, kapitalizm olduğunu ve bu yüzden kapitalizm ortadan kalkmadıkça kurtuluşun mümkün olmayacağını bilmektedirler. Kadına yönelik baskının ve cinsel tahakkümün fark edilen bütün beliriş biçimleri modern sınıf ilişkilerinin ayrılmaz parçalarıdır ve zaten kapitalizm bir kadın sömürüsü temelinde varolabilir.
Kadının baskı altına alınışının tarihi kapitalizmle başlamaz. Ancak, kapitalizm bu eski egemenlik ilişkisini önceli toplumlardan devralarak kendi işleyiş biçimine uyacak yönlerini geliştirerek ya da ona yeni öğeler katarak, miadını doldurmuş unsurları ise ayıklayarak kendi sistemine eklemler. Bu anlamda cinsel egemenlik ilişkisi geçmiş çağlardan kalan bir kalıntı, nasılsa kapitalizmin evrimiyle giderilecek bir rahatsızlık değildir.
Kadının baskı altına alınışı bütün öteki sınıflı toplumların da karakteristiği olmakla birlikte bir kadın sorununu, kadınların kendi problemlerinin farkına varmaları anlamında olmak üzere kapitalizm koşulları doğurmuştur. Modern sınıf ilişkilerinin ortaya çıkmasıyla birlikte kadın ev dışında ilk kez üretken faaliyet alanına çekilmiş ama bunun yanı sıra ve bununla çelişmek üzere kadın emek gücünün yeniden üretiminden sorumlu tutularak eve bağlanmıştır. Aynı zamanda kadın erkekler gibi dışarıda çalışmak durumuna gelerek erkeğe bağımlılığı nesnel olarak azaldığında siyasal hak eşitsizlikleri, ataerkil ilkelerle örülmüş geleneksel önyargılar, günlük yaşamın cinsel hiyerarşik örgütlenmesi ayağına dolanmaya başlamıştır.
Kapitalizmde kadın iki işlev yüklenmiştir. Birinci işlevini yerine getirirken yani toplumsal üretime katılırken sermaye tarafından aynı erkekler gibi ve ama kadın olmaktan dolayı da çifte standartlı bir uygulamaya maruz kalarak ezilir. Sermayenin karşısında emek cephesinin bir parçasıdır. İkinci işlevi ise emek-gücünün yeniden üretimini gerçekleştirmektir. Bu süreçte kendisini ve erkeği (kocasını) ertesi günkü iş yaşamına hazırlamak için dinlenme zamanlarında gereken konforun sağlanmasından, iş gücünün günlük tazelenmesinden sorumludur. Kendi doğurduğu çocuklara bakıp onların sosyalleştirilmelerinde emek harcayarak işgücünün kuşaklar boyunca, işçi sınıfının bir sınıf olarak devamlılığını sağlamakla görevlidir. Yeniden üretim evde, aile kurumunda gerçekleştirilir. Cins egemenliği ilişkisi kadına bu süreçte “sevgi” ilişkisinde, erkekler aracılığıyla taşınır. Emek gücünün yeniden üretiminden sorumlu tutulmak kadının ev kölesi olmasını koşullar. Dolayısıyla ev dışındaki üretken eylemiyle eski aile bağları gevşerken bu ikinci işleviyle kadın aile kurumunu pekiştiriri, güçlendirici bir rol oynar.
Kapitalizm, burjuva aile kurumuyla var olmak zorundadır. Bütün insancıl gereksinimler kadının ezilmesi pahasına bu kurumda giderilir. Kadının bunca ağır yükün ve baskının altında yüzyıllarca kayda değer bir itiraz göstermeden yaşamaya katlanması ataerkil ideoloji ile mümkün olmaktadır. Erkek egemenliği, erkek üstünlüğü anlayışı bütün sınıflı toplumlar boyunca toplumsal yaşamın en küçük gözelerine kadar sızmış gücünü de kadınların kendi aşağılanmalarım içselleştirmelerinden almıştır. Erkeklerin kendi üstünlüklerini dışsal bir baskıyla kadınlara zorla kabul ettirmeleri, kadınlar buna gönüllü onay vermedikleri sürece mümkün değildir. Cins egemenliği ilişkisi kadınları kendi çıkarlarına yabancılaşarak ataerkil zihniyete sahip olmalarıyla, erkek gibi düşünme alışkanlığı edinmeleriyle kurulur. Bizzat kadınlar kendi günlük yaşamlarında kurdukları ilişkiler ve kadınca faaliyetleriyle bu durumu her gün yeniden üretirler.
Bütün burjuva kültür, kadının ezilmesi, aşağılanması temelinde oluşur. Evden, kadınla erkek arasındaki “sevgi” ilişkisinden başlamak üzere, sokakta, çalışma hayatında, kamusal yaşamın diğer alanlarında bir cinsel hiyerarşi vardır ve bütün toplumsal yapı seksizm (cinsiyetçilik) temelinde örgütlenmiştir. En önemli ataerkil uğrak ise burjuva devlet aygıtıdır.
Kadınların ikinci sınıf insan konumunda tutularak çifte sömürülmesi burjuvazinin sınıfsal egemenlik ilişkisinin sürekliliğine katkıda bulunur. Burjuvazi kadınlarla ilgili politikasını yaşama geçirirken bu yüzden eski ahlaki normları, dinsel ideolojiyi, gerici gelenek ve önyargıları besler, körükler ve özel yöntemlerle müdahale ederek sürmesini sağlar. Hukuksal çerçevede erkekler lehine ayrıcalıklarla çizilir.
Kapitalizm aynı zamanda bir kadın sömürüsü temelinde varolabildiğine göre kadınların ezilişinin özel biçimlerine karşı çıkarak, örneğin bir yasal ayrıcalığa itiraz ederek ya da günlük ilişkilerde erkek egemen tezahürlere tek tek tavır alarak, en yakındaki erkekleri değiştirmeye çalışarak problemin çözülemeyeceği açıktır. Bu yöntemler tek tek kadınların ya da bir grup kadının yaşamlarını kolaylaştırıcı sonuçlar verebilir ve asla bundan vazgeçilmemelidir ama cins olarak kurtulmayı düşünüyorsak, kurtuluşumuzun bütün kadınların da kurtuluşunun ön koşulu demek olan kapitalizmin yıkılmasından sosyalizmden geçeceğini bilmek zorundayız.
Yani kadın cinsinin erkek cinsi karşısında ezilmişlikten ve köleleşmeden kurtuluşunun ön koşulu özel kapitalist mülkiyete son vermeyi, mülkiyeti toplumsallaştırmayı ve böylece özel mülkiyetin ve sermayenin egemenliği nedeniyle “cinslerin daha başlangıçtan beri birbirinin karşısına yanlış konmasından” ileri gelen insanın insanlık dışı durumuna son vermeyi zorunlu kılar. Kadın cinsinin kurtuluşu ve tam özgürlüğü sorunu toplumun mülksüzler kitlesinin mülk sahibi sınıfı mülksüzleştirmesi ve insanın kölelikten özgürleştirilmesi sorununa bağlıdır.
Modern burjuva toplumda hukuksal eşitsizlikler giderilebilir niteliktedir. Ancak kadının erkek karşısındaki eşitsizliğinin giderilişi bu yöntemle mümkün değildir. Çünkü kadının ezilişi kapitalizmle öylesine iç içe geçmiştir ki yasal önlemlerle bu sorunu gidermek mümkün değildir. Hukuksal hak eşitliği konusunda kadınlar yıllar boyu süren mücadeleler sonucu önemli mevziler kazandılar. Toplumsal üretimde ve toplumsal siyasal yaşamda kadınların tuttuğu yer her geçen gün daha da genişledi. Ancak hukuksal değişikliklere karşın kapitalizmin iktisadi ve toplumsal yasaları genel olarak emek gücünün yeniden köleleştirilmesinin yanı sıra kadın cinsinin erkek cinsi karşısındaki ezilmişliğinin koşullarını da yeniden üretti.

NE YAPMALI?
Geçmişte kadının özgül problemleri temelinde örgütlenmeleri olasılığından proletaryanın devrimci mücadelesinin bölünmesi tehlikesini görerek paniğe kapılanlar, kadın hareketinin devrimci potansiyeli konusunda ikna olmuş gibiler. Ancak hala “bilimsel sosyalizm günümüz toplumsal sorunlarından ayrılan, tümüyle kendine özgü kadın sorunlarının var olduğunu kabul etmemektedir.” (7), diye düşünenlere rastlamakla birlikte kadınların kadın olmaktan kaynaklanan özgün ve özel sorunlarının (elbette ki, toplumsal sorunlardan ayrılmayan, ama özgün) olduğu konusunda çoğunluk hemfikir. Sosyalist dergilerde şu veya bu yönüyle kadın sorununun tartışılmadığı sayı basılmıyor neredeyse. Kadınlara ayrılan sayfalarda sancılı bir değişimin ağır aksak yol alışının izleri var.
Özel bir kadın çalışmasının gerekliliğine inanan bazıları bunu şu gerekçeyle açıklıyor “Komünist Partisi için özel kadın çalışmasını zorunlu hale getiren neden binlerce yıldır süren ev köleliğinin kadınların ruhunda yol açtığı sonucu oluşan özel kadın psikolojisidir.” (8) (a.b.ç.)
Oysa kadın olmak bir psikoloji değildir. Kadınlarla ilgili bir politika üretmek zorunda olan bir siyasal örgütlenme de kadının sorununu basit bir psikolojik manevraya indirgememelidir. Kadın psikolojisi özgül sorunu tam da içinde arayacağımız kadınların günlük faaliyetleri içinde kurdukları ilişkilerin kuruluş biçiminin zorunlu sonucu olan ruh halidir. Özel bir kadın çalışması bu psikolojiden dolayı değil, değiştirilmesi gereken kadınlık durumundan dolayı gereklidir. Psikoloji kadınlara ulaşırken gözetilmesi gereken bir faktör olmakla birlikte kadınlara yönelik ilginin nedeni olamaz.
Marksist kadınlar kurtuluşlarının koşullarını hazırlarken kadınların hak eşitliği talebini asla küçümsemeden ama bu mücadeleyi işçi ve emekçi kadınlar içinde sosyalizmin propagandası ve onları devrim bayrağı altında toplama, örgütleme çalışması ile birleştirmek zorundadır. Proletarya kendisiyle birlikte bütün diğer ezilen sınıf ve katmanların kurtuluşlarının güvencesidir ve bu mücadeleye önderlik etmeye muktedir tek sınıftır. Hak eşitliği için mücadele, kadının sınıf baskısına karşı, sosyalizm için mücadeleye çekilmesinin kaldıracı olmak zorundadır.
Bir kadın, burjuva siyasal iktidara tavır almak için nasıl sınıf bilinci edinmek zorundaysa, aynı nedenden dolayı cinsiyet bilinci (kadınlık bilinci) edinmek zorundadır. Kadın kendi durumunun bilincine kendiliğinden ulaşamaz. O normal koşullarda bir sınıflı toplum fenomeni olan ve burjuva ideolojisine içerilerek bu sınıfın egemenliğinin sürdürülmesinde rol oynayan ataerkil ideolojiyi içselleştirmiş olarak dünyayı erkeklerin gözleriyle görür. Kendisinin yeteneksiz, yetersiz ve beceriksiz olduğuna inanmıştır. Kadın sınıf bilincini olduğu gibi cinsiyet bilincini de siyasal mücadele içinde kazanır. Grevlerde, eylemlerde, sınıf mücadelesinin diğer alanlarında uysal ev kölelerinin nasıl hızla değişerek erkeklerle yan yana aynı gözü peklikle kavgaya atıldıklarının sayısız örnekleri vardır: Ve bu kadınları hiçbir “koca” sözü geri döndürmeyi başaramamaktadır. Çünkü eylem, onları değiştirmiştir.
Marksist-Leninist kadınlar seksist temelde örgütlenmiş kapitalist toplumda günlük ilişkilerdeki erkek üstünlüğünün beliriş biçimlerine, yasal ayrıcalıklara, bürokratik uygulamalara kısaca erkek-egemen bütün görünümlere karşı çıkarken, asıl hedefi ve nedeni bir an bile gözden kaçırmazlar. Bu hedef burjuva devlet aygıtıdır. Kendi politikalarına diğer sınıf kardeşlerini, hemcinslerini kazanırken de onlara “kadınlık bilinci” kazandırma anlayışları sınıf bilincinin ediniminden ayrı, ondan kopuk ve onun dışında değildir. Onlar, cinsiyet bilincinin sınıf mücadelesi sırasında ve ancak onun için örgütlenerek elde edilebileceğini bilmektedirler.
Kadınların kendi sorunlarının farkına varmaları erkek egemen zihniyete karşı mücadele etmeleri proletaryanın genel siyasi mücadelesi açısından bölücü bir faktör olarak görülmemeleridir. İnsanları cinsiyetçi temelde bölen kapitalizmdir, devrimciler ise bu bölünmenin üstünü örterek sorun yokmuş gibi davranamazlar. Eylem içinde kendiliğinden ortaya çıkan sosyalist ilişki nüvelerinin devrimci bir tarzda işlenerek kadınlık bilincinin kalıcı ve sürekli hale getirilmesi yönünde çaba harcanmalıdır.

BAĞIMSIZ KADIN HAREKETİ
“Bağımsız kadın hareketi” (BKH) son yıllarda bütün kadın çevre ve örgütlerinde tartışılan ve içeriği belirlenmeye çalışılan bir kavram haline geldi. Hemen herkes bu adlandırma biçiminde anlaşıyor ama BKH’nin ne olduğu konusunda “rivayet muhtelif.” Ne kadar kadın örgütü varsa, kadınlarla ilgili çalışma yürüten ne kadar politik örgüt varsa o kadar da yorum var.
Bize göre BKII, ezilen ve bu yüzden düzenle çelişkisi olan işçi-emekçi-ev emekçisi kadınların yığın örgütüdür. Ve bu hareket, çeşitli renkten kadın örgütlerini, dernek, çevre ve gruplarını da çevresinde toplar. Bu çevreler BKH içinde birleşerek, güçlerini arttırarak düzene karşı muhalif eğilimlerine uygun olarak mücadele ederler.
BKH, demokratik bir kitle örgütüdür; kadınlar bu bünyede demokratik talepler çevresinde örgütlenirler. Bağımsız sözcüğü bu harekelin örgütsel yönden bağımsız olduğunu ifade etmek için kullanılmakladır.
BKH değişik siyasal örgütlenmelerin kadın çalışmalarının da birleştirilip disipline edildiği bir alandır. Proletaryanın Marksist-Leninist partisi de özel kadın politikasına uygun olarak bu oluşum içinde yerini alır, ve düzenle çelişen talepleri olan kadın kitlesine kendi özgül sorunlarından hareket ederek siyasal perspektif kazanmaları konusunda yardımcı olur ve onları sosyalizm için mücadeleye hazırlar.
BKH, çeşitli anlayışlardaki kadın örgütlülüklerinin toplamı olması bakımından hiç bir siyasal örgütlenmenin organik uzantısı ya da alt örgülü değil, içinde birçok siyasal örgütlenmenin kadın faaliyetinin yer aldığı, bu nedenle örgütsel bağımsızlığı olan bir örgütlenmedir. Gündemini kendi belirler, kimlerle iş birliğine girip ittifak yapacağı BKH’nin tasarrufu altındadır.
BKH, bir kitle örgütlenmesi olmak bakımından en geniş kadın kitlesinin somut talepler etrafında eyleme geçirilmesinin koşullarına sahiptir. Bu hareket içinde yer alan ve kendi parti politikalarına uygun olarak kadın çalışması yapan komünist kadınlar kadın hareketinin öncülüğüne soyunmak, önüne geçmek ve bereketin tüm öğelerini kendi politikaları çevresinde toplama çabasına girmek zorundadırlar. Proletaryanın partisi, işçi sınıfının sosyalizm davasına kadınları kazanma işlevini bu çalışmayla yerine getirir.
BKH, komünist partinin kadın çalışmasının adı değildir. Parti kendi kadın çalışmasıyla BKH içinde yer alır ve onun bileşenlerinden biri olur. Partinin kadın çalışmasının temel ölçütü kadınların üretim, öğretim, meslek birlikleri temelinde özel seksiyonlar halinde örgü ilenmelerini sağlamaktır. Örgütlenme konusunda isteksiz davranan sendika ve meslek birliklerinde genel sayıya oranla çok az yer alan ve kendilerini temsil etme, kendi sözlerini söyleme olanağı bulamayan kadınların örgütlenme konusunda ikna edilmeleri ve mevcut örgütlü kadınların da kendi sorunlarına duyarlı kılınarak eğitilmeleri gerekmektedir. Proletarya partisi kadın kitlelerinin nabzını elinde tutarak yönelimlerini saptamaya ve onları sosyalizme kanalize etmeye çalışır.
Kadınların özel durumu, özel ajitasyon ve özel örgütlenme biçimlerinin yaratılmasını zorunlu kılar. Kadınlar içindeki çalışmanın zenginleştirilmesi ve geliştirilmesi için yerel parti komiteleri, yerel komite bünyesinde kadın komisyonları oluşturmaya çalışır. Bu kadın komisyonları partinin kadın kitlelerine ulaşmasını kolaylaştıracak sinir uçlarıdır. Parti, bu anlayıştaki bir kadın çalışmasıyla BKH içinde yer alır ve düzenle çelişen bütün ezilen kadınları sosyalizm bayrağı altında toplanmaya çağırarak, bu hareketin inisiyatifini ve önderliğini eline alır.

Mart 1992

DİPNOTLAR:
(1) Şirin Tekeli: Kadın Bakış Açısından 1980ler Türkiye’si, sf:22
(2) Feminist, sayı: 2, sayfa- 23
(3) Feminist, sayı: 2, sayfa: 11
(4) Feminist sayı: 5, sayfa: 7
(5) Kaktüs 1 sf-11
(6) Kaktüs 4 sf-33-35
(7) Emek Dünyası sayı: 3, sayfa: 4
(8) Orak-Çekiç sf: 18

Yorumlar kapatıldı.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑