Boğaziçi Üniversitesi yabancı diller Okulu Öğretim görevlisi Dr. Lale Aytaman’ın 6 Temmuz’da, Muğla İli Valiliği’ne atanmasına ilişkin bakanlık kararı, hemen tüm haberleşme araçlarınca şaşaalı heyecanlar eşliğinde, anında kamuoyuna duyuruldu ve neredeyse M. Yılmaz hükümetinin sözde haktanırlığının ve değerbilirliğinin “tartışılmaz göstergesi”, cumhuriyet tarihinin olağanüstü haberi düzeyine çıkarılarak yorumlandı. Türkiye’nin “ilk kadın valisi”ne ilişkin karar, yıllardır bu tür bir haber beklentisi içinde olan kadın kulaklarına “doruktan gelen armağan” nitelemesiyle ulaştırıldı. Başta TRT olmak üzere bu alanda faaliyet gösteren basın organları, haberi daha da dallandırıp budaklandırmak için ellerinden gelen çabayı esirgemediler. Söz konusu karar, Türkiye’deki kadın-erkek eşitliğinin “uygulamada eksik kalan yanının tamamlanması” anlayışıyla yeniden kurgulandı, cinsler eşitliği konusunda birçok değerlendirme yapıldı.
Burjuva cephesinden yansıtılmak istenen görüntü, ayrımsız her sınıf ve toplumsal tabakadan kadın gözlerini ANAP ipliğiyle büyülemeye ve yürekleri fethe yöneldi.
Gittikçe artan işkence, siyasal cinayet ve zorbalık, açlık ve işsizlik, acı ve gözyaşı, hızla tırmanan siyasal ve cinsel fuhuş, faşizmle at başı giden maddi-manevi yaşamdaki çöküş, valilik makamına oturacak bir kişinin cinsiyetine indirgenerek perdelenmeye çalışıldı. Sahne yüzeyini kaplayan görüntünün dört yanından fışkıran kan, gözyaşı ve isyana karşın yapay yollarla olaylaştırılan haber, en “yetkili” ağızlardan, burjuva renk çeşitlemesi içinde sunularak, dolar kültürüyle mayalanmış duyarlıklarla boyanıp, bezendi. Bugünkü resmi bayraktarlığını ANAP’ın “anası” ve cumhurbaşkanının eşi sıfatıyla Semra Özal’ın yaptığı burjuva feminizminin cins ayrımına karşın sahte öfkesini ödüllendirmenin bir aracı olarak, burjuva yüreklerin köksüz kırgınlığına koltuk dolusu su serpti. Kadın hak ve özgürlükleri, sarasına getirilerek, S. Özal ve O’nun faşist partisinde odaklaştırılmak istendi.
Bütün faaliyetinin temeline cins ayrımcılığını koyan, soysuzlukta, gelmiş geçmiş hükümetlere taş çıkartan ANAP hükümetinin Dr. Lale Aytaman’a ilişkin kararı, ayrımsız tüm burjuva avuçlar tarafından şaşılası bir hararetle alkışlandı. Politika, sanat ve basın dünyasından, üniversite ve hukukçulardan tanınmış kadın kişilikler, kapıldıkları sevinç coşkunluğunu sakınmışız bir duygululukla ifade etmeye özen gösterdiler. Hatta aralarından bazıları, bugüne kadar kadınlara tıkanmış devlet yönelim yolunun sözde eşitlikçi köşk kadını parmağı sayesinde açıldığını ve öyle kalacağını iyimserlikle iddia etti.
Ama hiçbiri, burjuva toplumun yüzkarası, bütün burjuva hükümetlerin alnının utanç verici kara damgasına dokunup, şu soruları sormaya yanaşmadı.
Matilda Manukyanlara sonuna kadar açık olan yollar Lale Aytamanlar için, niçin ve zorbalıkla tıkanmıştı? Matilda Manukyanlılar “vatana, millete hizmette kusursuz yeteneklerini sunuyorlardı.”da, Lale Aytamanlar mı bu “yeteneklerin icrai-sanatını” engelliyorlardı.
İçişleri bakanının ağzından iddia edildiği gibi “Türk kadınına verilen değer” Manukyan İşletmelerinde kullanıla kullanıla posası çıkmış erkek makina artıklarını kendine eş seçmek yazgısıyla baş başa kalmak mıydı kadına verilen değer?”
Aile içinde erkeğe “üstün cins”, kadına” aşağı cins” statüsü veren Nazi ideolojisi çağırışındı aile yasası maddelerini yürürlükten kattırmamak için, devlet otoritesini var gücüyle kadınlara dayamak mıydı kadına verilen değer?
Ya da, devlet kolluk kuvvetlerinin eline düşen kadının can ve uz güvenliğinin büsbütün ortadan kalkması mıydı; yoksa kontrgerilla cellatlarınca katledilen evlatlar, eşler, nişanlılar, sevgililer, arkadaş ve kardeşlerin parçalanmış cesetlerini, sonsuzca susmuş yüreklerini kucaklamak mıydı kadına verilen değer?
Faşist barbarlığın her çeşit saldırısı karşısında topun ağzında ilk olmak mıydı?
Kendi ülkesinde, anayurt topraklarında, işte, yolculukta, evde ve sokakta, günün her saatinde şoven erkek işgal ordusunun sonu gelmez küstahlıklarıyla karşılaşmak ya da bu tür saldırgan eğilimlerin kışkırtılmasına devlet eliyle öncülük etmek miydi kadına verilen değer?
Kadın emeğinin yarattığı tüm değerlerin üzerine basa basa yükselen basamakları çıkmak, yönetim mekanizmalarını silah ve copla işgal etmek miydi kadına verilen değer?
Kadının kızlık zarını devlet tekeline almak, erkeğin her türlü seksüel faaliyetine sınırsız güvence vermek miydi kadına verilen değer?
Kadına verilmiş hak mı, gasp edilmiş hak mı?
Kadın erkek eşitliğinden sıkça öz edildiği, gerek teoride gerekse pratikte yandaşları ile karşıtları arasındaki çatışmaların su yüzüne çıkıp keskinleşme sürecine girmeye başladığı bir sırada Dr. Lale Aytaman’ın valilikle görevlendirilmesi, hükümetin seçim hesapları ve ele güne karşı vitrin kaygısına düşmesi bir yana, kimi inkârcıların, soysuzların ve dalkavukların ileri sürdüğü gibi kadınlara verilmiş bir hak olarak değerlendirilemez. Kadının bağışlanmış haklar ve özgürlüklerinden değil, tersine gasp edilmiş haklar ve özgürlüklerinden söz edilebilir. Ulusal uyanış döneminde canla başla savaşılarak kazanılmış hak ve özgürlüklerin, ataerkil devlet aygıtı, ataerkil kültür ve uygarlık savunucularının gaspından kurtulamadığından söz edilir.
Despot Osmanlı toplumunun bağnaz ataerkil karakterinden bunalmış Osmanlı kadını, cumhuriyet öncesi ilerici hareketlerine kayıtsız kalmadığı gibi, ulusal bağımsızlık savaşının ışığını görmekte de gecikmedi. Kendi kaderinin halkın kaderinden ayrılmaz olduğuna inanarak bu savaşa tereddüt etmeden katıldı ve destekledi. Kentin ve köyün ilerici, yurtsever kadınları özgürlük ve ulusal bağımsızlık ruhu ile gücünü birleştirip harekete geçen Türkiye’nin bütün onurlu kadınları, daha 1919 yılında elde silah, erkeklerle omuz omuza, emperyalist işgalcilere karşı kahramanca savaşarak haklarının belgesini kanlarıyla yazdılar. Yüzlerce kadın bu savaşta şehit düştü; binlercesi yaralandı ya da açlık, doktorsuzluk, ilaçsızlık ve bakımsızlık yüzünden yaşamını yitirdi. Geride kalanlar ise, savaşın yıkıntılarını onarmak, toprağı yeşertip canlandırmak, ocağı tüttürmek, kentte ve köyde ülkenin yüzünü değiştirmek için canını dişine takıp işe koyuldu.
Kazanılmış zaferlerin toprağında fışkıracak yeni yaşam için umutlu ve iyimserdiler; gelişme ve ilerleme için her zamankinden daha fazla istekliydiler. Geçmişin zincirlerinden kurtulmak tutkusuyla çalışıp savaştılar. Ama gericilik her yerde yollarını kesti. Kazanımları pekiştirmek için her nereye adım attılarsa düşmanca saldırılarla karşılaştılar. Tarihten devraldığı bütün paslı silahlarını kullanan burjuva-feodal gericilik, büyük özverilerle açılmış yolu karartmaya çalıştı; kadının kişilik ve onurunu hunharca çiğnemede tereddüt etmedi. İstanbul’daki Türk Ocağı’nda aile yasasının görüşülmesi amacıyla düzenlenen kadın toplantısında (1924) konuşan Hikmet Arif Hanım “erkeğin bu hükmedici tavrını” içtenlikle vurgulayarak, cesaretle kınar, çok sayıdaki konuşmacıdan bir kadın, öğretmen Azize Hanım, şovenizm bağnazlığına saplanan erkekteki faşizan üstün cins psikolojisin şu sözlerle açıklar: “Erkeklerin kadınlara reva gördüğü tiranlık ise, uzun zamandan beri alışkanlığın verdiği bir güce dönüşmüştür ve erdem maskesine sığınarak kendini göstermektedir”. (1)
Bu saptanımın üzerinden altmış yedi yıl geçti. Ama hala toplumu, özellikle de kadını kemiren, istenmez bir olgu olarak güncelliğini koruyor; yenilgiye uğratılması için yaşamın her alanında verilecek kesenkes savaşımı gereksiniyor.
Kadın hakları ve özgürlükleri yolunda bugün bulunulan yasallaşmış yer, ulusal bağımsızlık savaşımızın şanlı kadınlarından bize kalan 72 yıllık mirastır; silahla, kalemle kazanılmış bir miras. Onu, ne NATO’cu generallerden ne ABD ve öteki emperyalist devletlerin elçiliklerinden ne de TÜSİAD’dan bağış alarak almadık!
Ülke topraklarının emperyalist devletlerin ekonomik ve askeri faaliyetlerine, kıyım ve cinayet örgütlerinin iştahlarına açan yerli burjuvazinin sahte yurtseverliğiyle, aynı hamurdan yoğrulmuş sahte eşitlikçiliğiyle, tarihimizin bu onurlu dönemini ne belleklerde gölgeleyebilir ne de unutturabilir!
Emperyalist yağma ve saldırganlık, faşist zulüm ve demagoji, kapitalist baskı ve sömürü, dinsel zorbalık ve kulluk, geçmişte olduğu gibi bugün de kadın haklarının, özgürlük ve bağımsızlığının can düşmanıdır.
Faşist buyrukların ihlal edildiği her yerde oluk oluk kadın kanı akıyor; kentte, köyde, ovada ve dağlarda… Trakya’da, Anadolu’da, Kürdistan’da. Ulusal ve toplumsal kurtuluş için; siyasal, kültürel, ideolojik, ekonomik ve cinsel kurtuluş için savaşıp uğraş vermeye yönelen kadınlar, özgür yönelimlerinden dolayı ataerkil fanatizmin kudurmuş silahlarıyla karşılaşıyorlar. Kadının kullanmaya kalkıştığı her demokratik hak, gerçekleştirmek istediği her devrimci özlem, demokrasi yoksunu aile, toplum ve devlet üçgeninin kıskacında boğuluyor, kişilik ve yeteneğini geliştirmek isteyen her emekçi kadın, arkaik taşlarla örülmüş kalın duvarları buluyor önünde.
Dinsel gericilikle iç içe geçen faşist propaganda dünyamın her yerinde, (zaman aşımına karşın benzerlikler) gösteriyor, kadının toplumdaki yerinin mutfak ve çocuk odası olduğunu ileri sürmüştü. Goebbels:
“Kinder, kirche, küchen”. Yani “kadın, kızan, kazan.” (2) Faşist metres Claretta Petacci’nin efendisi Mussolini’de. “Kadın boyun eğmelidir, modern toplumda kadının gerçek yeri, geçmişte olduğu gibi aile ocağıdır” (3) buyurmuştur İtalyan kadınlarına; ve faşist korporasyona katılmayı reddeden işçi kadınların gövdelerini asitle yaktırmıştı.
İnsanlığa karşı işledikleri ağır suçlar nedeniyle dünya halklarının gözünde, insanlığın vicdanında mahkûm olup lanetlenmiş bu faşist diktatörlerin adlarını anmaya cesaret edemedikleri için yoğurdu üfleyerek yiyen irili ufaklı günümüz faşistleri ise, aynı dili farklı sözcüklerle konuşuyorlar. Erkek devlet, erkek hükümet, erkek parti, erkekler meclisi…
-Kadına özgürlük gerekiyorsa sınırını biz çizeriz! Zorunlu hale gelmişse kadını vali bile yaparız; kadın seçmenlerin oylarını gereksiniyoruz çünkü.
-Vatanı ve milleti esenliğe çıkaracak tek güç biziz! Bu uğurda Türkiye’yi Bush’un masasına meze diye sunarız.
-Erkeklik, önce karşı çıkanları silahsızlandırıp güçten düşürmek, sonra savaş açmaktır. .
-Erkeklik hükmedebilmektir, hükmedene yandaş olmaktır, güçsüzü ezmek ve itaat ettirmektir. Zulmedilmeden erkeklik duyumsanamaz.
-Erkeklik, Kore’de ABD hesabına komünistlerle vuruşmak, Bağdat’a İncirlik’ten bombardıman uçakları kaldırmak, yoksul Kürt köylüsüne tehditle dışkı yedirmektir.
-Erkeklik, Manukyan işletmelerine ortak olmak, flört eden erkeği baş tacı edip aynı şeyi yapan kadını fahişe ilan etmektir. Nasıl ki erkek çizmesinin duyulmadığı aile aileden sayılmazsa, erkek yumruğunun gürlemediği, erkek copunun kafa yarıp göz çıkarmadığı devlet de devlet değildir.
-Erkeklik, ilk anti-emperyalist savaşı veren orduyu NATO’ya güdümlemektir.
-Erkeklik, Hitleri yere seren Kızılordu başkomutanı, sosyalizmin kurucusu Stalin’e ezeli düşmanlık gülmektir.
-Sokağa çıkmak edepsizliktir, çünkü bu hak bizim!
-Erkeklik, ineği ineğe besletip sütünü sağmaktır.
-Erkeklik yazılı yazısız yasaları olan tartışılmaz bir otoritedir.
Ama biz, bütün kadınlara saygıda kusur etmeyiz, yeter ki haddini bilip erkek sözü dinlesin. Onun sayemizde kadı, kaymakam olup, gölgemizde barınmasına göz yumarız.
-Erkeklik, potansiyel ırz düşmanlığıdır; kurbanlar ise zavallı günahkarlar.
Cinsler eşitsizliği temelinde gelişen ataerkil kültürü seve seve miras edinip sürdürücülüğünü yapan burjuvazinin İslamcı ve faşist ideolojilerle içerilmiş erkeklik anlayışını simgeleyen bu zihniyet hangi insan hak ve özgürlükleriyle, hangi demokratik kurumla bağdaşabilir? Kendi ideolojik kaynağının uzantıları dışında hangi ilerici atılımlara yönelebilir? İnsan erkeği sahtesinden ayırma bilincine, duyarlığına ve demokratik kültür olgunluğuna erişememiş yandaşlarının gerici faşist psikolojisini kamçılama rolünden başka, hangi devrimci-demokrat sağduyuda olumlu yankı bulabilir?
Sahte adalet terazisini bir kefesinde insandan başka her şey olmayı bağıra çağıra onayladığım ilan eden böylesine bir erkeklik oluşmuşken var olduğu iddia edilen, kadın-erkek eşitliği nerede dengelenmektedir? Bağrına taş basmış milyonların dinmeyen sızılarında mı? Erkeğe ulusun temsilcisi, kadına ise erkek uyruğundaki bilinmeyen gezegen mültecisi statüsü veren kişiliksizleştirme hukukunda mı? Yoksa hakları erkeklere, ödevleri kadınlara veren bir toplumsal düzeni benimsemeyip karşı-ses olmayı seçen kadınların götürüldükleri kontrgerilla merkezlerinde mi?
Ülke nüfusunun anti-faşist bilincinde, eyleminde ve ahlak kültüründe mahkûm olmuş ataerkil kimliğin meşruiyeti yoktur! Bu konuda resmi ya da gayrı resmi ağızlar ne derse desin, kadın kişiliğinin dizginlerini elde tutmaya kalkışan erkek zihniyetinin hiçbir hükmü yoktur.
Kadınlar bu zihnin Bastillerini, tarihte ilk kez 1789 Fransa’sında topa tuttular. 1917 Ekim’inin Rusya’sında, bir yüzünde cinsler eşitliği diğerinde sosyalizm yazan bayrağı yepyeni ellerle göndere çektiler. 1919’un Türkiye’sinde ise bircilerinde anayurt, ötekinde eşitlik meşalesi, cepheden cepheye koştular; emperyalizme karşı girişilen savaşta tereddüde kapılanları cesarete teşvik ederek bu ülkenin sahibi olduklarını bir kez daha dünya önünde doğruladılar. (Bu kadınlardan biri de, Osmaniye ilçesine bağlı Kaypak nahiyesinin Raziyeler köyü’nden Rahmiye Hanımdır. Atılgan karakterinden dolayı “uçarı” anlamına gelen, Tayyar Rahmiye lakabı verilen Rahmiye Hanım, müfrezesiyle birlikte Hasahbayli civarındaki Fransız kuvvetlerine karşı savaşmıştır. Çekingenlik gösteren arkadaşlarına “Ben kadın olduğum halde ayakta duruyorum da, siz erkek olduğunuz halde yerlerde sürünüp saklanmaktan utanmıyor musunuz?” diyerek, arkadaşlarını cesaretlendirmiş, Fransız karargâhına saldırı sırasında alnından vurulmuştur.)
Eşitsizlik, özgürlüksüzlük, baskı ve zulüm yaşamı yakıp kavuruyorsa kadınlar susamaz! Kadın-erkek eşitsizliğine karşı tutuşan haksever tepki, ataerkil ikiyüzlü yatıştırmalarla söndürülemez. Eski, köhne dünyanın ataerkil alıntıları üzerinde restore edilmek istenen sahte eşitlik, ataerkil zulmün boyunduruğundan kurtulmaya yönelen kadınları ne ikna edebilir ne de durdurabilir.
Kadın hak ve özgürlükleri savaşımının son on bir yıldır aldığı büyük yara, başta 12 Eylül generalleri olmak üzere, ANAP’ın elleriyle açılıp kangrenleştirildi. Şeriat bayrağı, laiklik karşıtı gösteriler, din eğitiminin kurumlaştırılması, kadınların İslam kurallarınca yönlendirilmesi ve ailenin faşistleştirilmesi çabaları; Muammer Aksoy ve Bahriye Üçok’un alçakça katli, 163. maddenin kaldırılması, devrimci-demokrat kadınların bireysel ve kitlesel faaliyetlerinin faşist hedefler için poligon olarak seçilmesi vb. türden eylemler ANAP hükümetinin damgasını taşıyor.
Bilinen bütün bu gerekçeler ortadayken, bir kadın valinin ardına sığınmak sizin görünmeye çalışan ANAP’ın ne kendisini ne de kendinden önceki erkek hükümetlerin kadın haklarına karşı işledikleri suçlardan dolayı yüzünü ağartamaz. Ülke nüfusunun yarısını oluşturan kadınların tüm devlet yönetim organlarındaki temsil hakkının % 50 olması ise bir diğer koşul. Bir çiçekle yaz gelmez. Bütün valiler içinde kadın vali sayısı % 50’yi bulmadan “bir eksiklik giderildi” diyemeyiz. Diyenlerse öteden beri kadınlara karşı uygulana-gelen adaletsizliğin bayraktarlığına soyunan erkek yardakçısı olarak nitelenmeyi hak eder. Önce Kürtçeyi yasaklayıp ardından konuşma serbestliği getiren kararı “demokratik bir karar” diyerek alkışlayanların konumuna düşer. Meşruiyeti olan bir hakkı gasp eden elle, serbest bırakan el aynı gövdeye aitse, tutuklanan hakkın savcılığını ve zindan bekçiliğini kim üstlendi?
Kentte ve köyde, ücretli ve ücretsiz çalışan bütün kadınlar için yarı açık cezaevi haline getirilen Türkiye’de gardiyan kadınlara şöyle sesleniyor:
-“Ey kadınlar! Değerli kadınlarımız! Aranızdan biri daha serbest bırakıldı. Yine beni seçin ki sıra size de gelsin!” Kadınların bu çağrıya yanıtı, ömrünü, gelmeyecek olan sırasını beklemeye adamak değil, hapishanenin duvarlarını yıkmak, çitlerini aşmak, burjuva erkek partilere oy vermemek olacaktır. Bu tutum onu, cinsler eşitsizliğine karşı ilk büyük protestosunun olası kitlesel sürecini yaratma olanaklarına götürecektir. Burjuva-feodal ideolojiden her kopuş kadının tam kurtuluş yolunun ilerdeki süreçleri için atılmış küçümsenmez bir adımdır. Böylelikle kadın kendi kurtuluşunun öz dilini, öz sesini tanıma ve bulma ortamını sağlayabilir.
Erkekle eşitlik isteyen kadının yolu, ataerkil dünya içinde şekillenen ve ona yaslanan burjuva partilerini ve tüm ataerkil ölçüleri protestodan geçer. Yaşamın her alanında, özelde burjuva sınıfın genelde bütün bir erkek cinsin çıkarlarını merkeze koyan bütün gerici yasalar, kalıplaşmış kurallar ve geleneklere yaslanarak, kadınların sömürü ve baskıya karşı direnişlerini ezme ve sindirmeye yönelen her eylem ve zihniyetle savaşımdan geçer; “saldırganlar, ancak kendilerine karşı savaşılarak teşhir ve tecrit edilebilirler.” (4) boyun eğerek ya da diplomatik uzlaşmalarla değil.
Erkekle eşitlik isleyen kadının dili, doğruca cinsler eşitliğine giden devrim ve sosyalizmin dilidir. Eşitlik isteyen kadının uğraşı, burjuva dünya ve yönetsel iktidar organlarına gasp edilmiş kadın haklarını kurtarma, iyileştirme, özgürleştirme ve cinsler eşitliğinin tek gerçek toplumsal alanı olan sosyalist topraklara ulaştırma uğraşıdır. Sosyalist dönüşümlerle geliştirilme, zenginleştirme ve devrimcileştirilmeyi gereksinen kadın hak ve özgürlüklerine yaşam hakkı ve güvencesi veren toplum sosyalist toplumdur.
Sosyalist demokrasiyi yadsıyan her türlü burjuva vaat, öğüt ve yolun kadını çıkmaza götürdüğü tarihsel bir gerçekliktir. Nerede sosyalizm düşmanlığı azmışsa kadın hak ve özgürlüğüne düşmanlık bilenmiş, nerede sosyalizm yolundan sapılmışsa kadının tam kurtuluş yolu kesintiye uğratılarak durdurulmuştur. Birincisine bütün gerici faşist-diktatörlüklerle tekelci burjuva demokrasileri, ikincisine ise eski sosyalist ülkeler en açık örneklerdir. Bu tarihsel olguların da doğruladığı gibi devrim ve sosyalizm yolu savunulmadan cinslerin tam eşitliği, cinsler eşitliği savunulmadan devrim ve sosyalizm yolu savunulamaz.
Bu nedenle resmi burjuva feminizmi ve her renkten açık ya da gizli destekçisinin kapitalist yolu, emekçi kadının kurtuluşlarının yolu olamaz. “… Çünkü kapitalizmin var olduğu her yerde, toprak, işletme ve fabrikaların özel mülkiyetinin korunduğu her yerde, sermayenin iktidarının olduğu gibi tutulduğu her yerde erkeklerin ayrıcalıkları yürürlükte kalır. (5) Bu yüzden, erkeğin ayrıcalıklı konumunun onayından geçen burjuva feminizmi sahte feminizmdir; öngördüğü eşitlik, burjuva kadının burjuva erkeğe eşitliğiyle sınırlıdır; emekçi kadınları dışlar. Türkiye’de ise bugüne kadar bu bile gerçekleşmemiştir. Azınlıktaki burjuva kadınlar kastı, devlet yönetim mekanizmalarında kendi sınıfının erkeklerine eşit oranda söz ve karar yetkisine sahip olamamıştır. Onun bugünkü uğraşı doğrudan ANAP aracılığıyla ve aldatıcı imajlarla, sözde bütün kadınların hak eşitliği olarak gösterilmesinden başka bir anlam taşımıyor. Angela Davis’in de işaret ettiği gibi “günümüzde faşizmi, ırkçılığı, politik ve ekonomik baskıları, nükleer tehlikeyi ve kadınlara karşı baskıyı birbirinden ayrı şeyler olarak göremeyiz. Bunların tümüne karşı militan bir tavırla karşı koymadıkça, hiç birinde ayrı ayrı tek tek başarıya ulaşılamaz.” (6)
DİPNOTLAR:
(1) Dr. Bernard Caponal, Kemalizm’de ve Kemalizm Sonrasında Türk Kadını (1919), Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 1. Baskı 1982
(2) M. A. Maccıocchı, Faşizmin Analizi, Payel Yayınları.
(3) Aynı eser.
(4) Enver Hoca, Ortadoğu Üzerine Düşünceler, Evrensel Basım Yayın, 1990
(5) Kadın ve Marksizm, Marks, Engels, Lenin, Stalin, Öncü Kitabevi, 1979
(6) Zeynep Oral, Kadın Olmak, Milliyet Yayınları.
Eylül 1991