Yıllardır revizyonist diktatörlüklere kronik baş ağrıları çektiren milliyetçi ulusal hareketler, bütünlüğü zorla sağlanan gövdeleri parçalanma sınırına getirdi. Sovyetler Birliği’nde, Merkezi Rusya’yı çevreleyen kenar bölgelerdeki uluslar çemberi, farklı düzeylerde talep ve eğilimler taşıyan milliyetçi hareketlere ve çatışmalara sahne oldu. Daha batıdaki her bir revizyonist ülke de boyutu ulusal bileşiminde taşıdığı çeşitlilik oranıyla belirlenen milliyetçi hareketlerden kendini kurtaramadı. Yugoslavya ise, Hırvat ve Sloven milliyetçi hareketlerinin federal devletle çatışmasının iç savaşa dönüşmesiyle üzerinde silahlı bir iç savaşın cereyan ettiği sıcak bölge oldu; şiddetlenerek ve hafifleyerek süren iç savaş bütün dünya ajanslarında ve yazılı basının manşetlerinde kendine bir yer buldu.
Milliyetçi hareket, propaganda örgüsü barış, bütünleşme, demokrasi ve özgürlük gibi güzel sözcüklerden oluşan emperyalist “yeni dünya düzeni”nin çehresinde kara çıbanlar gibi belirdi, içine girildiği söylenen “çatışmasız” dünya görüntüsünü bozan en önemli olayların arasında yer aldı.
20. yüzyılın son on yılına girilirken, küçük ulus milliyetçiliği niçin bu denli önem kazandı? Uluslararası güç dengeleri üzerinde niçin bu denli etkiye sahip ve eski sosyalist ya da öyle bilinen ülkeler bu kadar yıldan sonra niçin ulusalcılığın üzerinde boy verdiği toprak oldu? Kuşkusuz bütün bu soruların cevabı bu yazının kapsamına sığmayacak kadar boyutludur. Biz bu yazıda kendimizi daha çok Yugoslavya’yla ve buradan doğan bazı sorulara cevap aramakla sınırlayacağız.
Yugoslavya’daki İç savaş, “Özyönetimci” kapitalizmin ve zorla birlik politikasının sonucudur
Geçen Haziran ayından bu yana Yugoslavya’da bir iç savaş sürüyor. “Özyönetimci sosyalizm” adı altında uygulanan kapitalizmin sınıfsal ve ulusal farklılık ve çelişmeleri derinleştirmesine paralel olarak yükselen milliyetçi hareketler, Slovenya ve Hırvatistan’ın bağımsızlık ilanının ardından sıcak bir savaşa dönüştü. Zaman zaman şiddetlenerek, zaman zaman duraklayarak devam eden iç savaşın bir tarafında Hırvatistan ve Slovenya’daki milliyetçi hareketler, diğer tarafında Sırpların temsil ettiği federal hükümet güçleri var. On yıllardır emperyalizm tarafından sosyalizme karşı saldırının bir üssü olarak kullanılan Yugoslavya, kendini milliyetçilik olarak ortaya koyan hareketler karşısında bölünme ile yüz yüze geldi, iç savaş, ortaya çıkan ulusal ayrılık eğilimlerinin zorla bastırılmasının zorunlu bir sonucu. Kuşkusuz uluslar sorununun Yugoslavya’ya kazandırdığı bu kanlı görüntünün nedeni, hiç bir zaman sosyalist olmamış Yugoslav yöneticilerinin kapitalist uygulamaları, bu uygulama ve pratiğin “ulusal” gerçekleşme biçimi olan şovenizmdir. Fakat Yugoslavya’nın karakteristiği,” bu ülkenin burjuva politikaların kolayca ulusal çatışmalara yol açabileceği tarihten gelen bir dizi ekonomik ve siyasal özelliğe sahip olmasıdır.
Gözlerimizi Yugoslavya üzerinde şöyle bir gezdirdiğimizde, en başta, yüzölçümü bakımından Türkiye’nin üçte birinden küçük olan bu ülkede oldukça zengin bir uluslar ve dinler mozaiğiyle karşılaşırız. Bu topraklar üzerinde yaşayan ve sayıları ona yaklaşan sayısızca ulus ve azınlığın, egemenlikleri altında yaşadıkları farklı imparatorlukların etkileriyle şekillenen farklı kültürel ye dinsel özellikler tabloyu daha da karmaşıklaştırır. Feodal gelenek ve kültürün önemli ölçüde etkisi altında kalan bu ülkede dinsel farklılıklar uluslar arasındaki düşmanlığı körükleyen bir etkendir. Hıristiyanlığın Katolik ve Ortodoks mezhepleri ve İslam dini ulusların farklı dinleri durumundadır.
Yugoslavya’nın üzerinde yenildiği Balkanlar, yüzyıllar boyunca sömürgeciliğin ve emperyalizmin paylaşım bölgelerinden biri oldu. Avusturya-Macaristan, Osmanlılar ve diğer büyük sömürgeci devletler tarafından işgal edilen Balkanlar, emperyalizm döneminde de emperyalistlerin çıkarlarının çatıştığı bir bölge olma özelliğini korudu. Emperyalizmin kışkırtıp derinleştirdiği ulusal ayrılık ve çatışmalar, bu halkları denetim altında tutmanın önemli bir aracı olarak kullanıldı, özellikle Sup gericileri, bazı imtiyazlar karşılığında diğer halklara saldırtıldı. Devlet sınırlarının tayininde ulusal toplulukların varlığı hiç bir şekilde hesaba katılmaksızın, emperyalist statünün devamı başlıca belirleyici ilke oldu. Aynı ulusun/halkın bireyleri farklı farklı devletler içinde yaşamaya zorlandı. Emperyalistlerin Ortadoğu’ya hâkim olmak için ele geçirilmesi gereken ilk mevzi olarak gördükleri Balkanlar, kapladığı coğrafi alanın boyutlarım aşan bir öneme sahiptir. Bütün bu özelliklerinden dolayı geçmişte ve bugün emperyalistlerin ele geçirmek ve elde tutmak için hiç bir saldırı ve entrikadan sakınmayacağı bir bölgedir Balkanlar.
Geçmişte sömürgecilerin ve 20. yüzyılla birlikte emperyalistlerin ekonomik ve askeri amaçlarla sınır tayinini ve halklar ve uluslar arasındaki her türden, ekonomik, siyasal, toplumsal ve kültürel ayrılık ve çelişkileri kışkırtmaları sonucunda Balkanlarda ve özellikle Yugoslavya’da oluşan bu karmaşık tablo, Yugoslavya’daki ulusal sorunları sürekli canlı tutan ve sorunların kışkırtmalara açık hale gelmesini koşullayan en önemli etkenlerden biridir.
Kökleri tarihin derinliklerine uzanan ulusal düşmanlıkların dinsel, kültürel ve siyasi farklılık ve çelişkilerle beslendiği, nispeten dar bir alanda oldukça bol ulusal çeşitliliğin yaşandığı Yugoslavya’da ulusal sorunun çözümü ancak gerçek sosyalist politika ve için ciddi adımlar uygulamalarla mümkündü. Fakat sosyalizm adına “özyönetim”e bulanmış bir kapitalizm uygulayan Yugoslav revizyonistleri ulusal sorunu çözmek bir yana, ulusal farklılıkları derinleştiren, uluslar üzerinden baskıyı eksik etmeyen politikalarıyla sorunları daha da boyutlandırdılar ve Yugoslavya ayrılık isteyen ulusalcı hareketlerle bölünme noktasına geldi.
Ulusal sorunun köklü çözümüne yönelik adımların atılması, Yugoslav revizyonistlerinin uyguladığı ve bütün anti-Marksistlerden övgü alan özyönetim sisteminin tabiatına aykırıydı. Kapitalist sistemin dışına çıkılmaksızın sorunun çözümü için köklü adımların atılması olanaksızdır.
Yugoslavya hiç bir zaman sosyalist olmadı
Bugünkü Yugoslavya’nın önceli, 1918 yılı sonunda kurulan Sırbistan-Hırvatistan-Slovenya Krallığı’dır. Devlet sınırları içinde yaşayan diğer ulusal toplulukların (Karadağlılar, Arnavutlar, Makedonlar ve Türkler) ulusal varlığı kabul edilmezken devleti oluşturan üç ulus arasında ise Sırp egemen sınıflarının diğerleri aleyhine belirgin bir ağırlığı hissediliyordu. İkinci Dünya Savaşı yıllarında Balkan ve Yugoslavya halklarının işgalci Hitler faşizmine karşı verdikleri kahramanca mücadeleler sonucunda Hitler’ciler bozguna uğradı ve Yugoslavya halkı önemli demokratik kazanımlar elde etli.
Komünist adı taşıyan Tito-Rankoviç ekibi, adım adım bu demokratik kazanımları emperyalist gericiliğe sattı. Sosyalizmin topraklarını genişleterek emperyalist dünya karşısında bir blok oluşturması, dünya halkları nezdinde büyük bir saygınlığa sahip olması ve Yugoslavya halkı ve Komünist Parti içinde sosyalizme ve SSCB’ye duyulan derin saygı, Tito’yu sosyalizme ve SSCB’ye bağlı görünmeye zorladı. Fakat revizyonist yöneticiler bir yandan da daha savaş içinde geliştirdikleri emperyalistlerle uzlaşmayı “özyönetim”le tamamladılar. Dış politikada “bağlantısızlık” olarak ifade edilen gerçekte Anglo-Amerikan emperyalizmine bağımlılık politikasına, iç politikada “yeni” bir sosyalizm modeli olarak sunulan özyönetimcilik eşlik etti. Her işletmedeki işçilerin doğruca yönetime katıldıkları bir görünüm verilmeye çalışılan özyönetim sistemi, tüm burjuva sosyalistlerinin savunduğu, sosyalist merkezi planlama yerine kapitalist serbest pazarı koyan, mayasını kar hırsının oluşturduğu, işletme yöneticilerinin bürokratik burjuvaziyi oluşturduğu kapitalist bir modeldir.
Dış politikadaki ayağı “bağlantısızlık” olan özyönetim modelinin günümüze kadar gelen uygulamaları ve bu uygulamaların ekonomik ve toplumsal gösterge ve sonuçları, modelin tanıdık kapitalist niteliğini tüm çıplaklığıyla sergilemiştir. En başta 1949 yılından başlayarak “yardım” ve “borç” adı allında akan emperyalist sermaye, Yugoslavya’yı emperyalist dünya pazarının bir parçası haline getirmiştir. Yabancı emperyalist kuruluşlara Yugoslavya içindeki firmalara yan yana ortaklık hakkı tanınmış, ülke gırtlağına kadar dış borca gömülmüş, dış ticaret açığı olağanüstü büyümüştür. Örneğin 1954-56’da 12 milyar 805 milyon Dinar olan dış ticaret açığı, 1958’ten sonraki dönemde 47 milyar 984 milyon Dinar olmuştur. Bu ilişkilere denk gelen diplomatik-politik biçim emperyalizmin sosyalizme karşı saldırı üssü olmaktı.
Bolca özyönetimden söz edilirken ekonomik yaşamda özyönetim topluluklarının rolü sürekli azalırken devletin ve bankaların rolü artıyordu, bu alanlardaki faaliyet parti, devlet bürokratları ve özyönetim işletmelerinin yöneticilerinin tekelindeydi. Bu gerçeği Tito bile 1979’da İşletmelerin özerkliği yöneticilerin özerkliğine dönüşlü ifadesiyle itiraf ediyordu. Süreç ilerledikçe anti-faşist savaşın kazanından ortadan kalkıyor, toplumsal ve siyasal örgütlenmelerdeki işçi oranı önemsizleşiyordu. Partinin bileşimindeki işçi oram 18 yılda % 47,8’den % 7,4’e düştü. Boşluğun bürokratlar tarafından doldurulduğunu söylemeye gerek yok.
Dış borç batağı, dış ticaret açığı, enflasyon, işsizlik ve dışarıya işgücü akını, yoksullaşma gibi olgularla Yugoslavya sıradan kapitalist bir ülkenin tipik bir resmi gibidir. Diğer kapitalist ülkelerde olduğu gibi Yugoslavya’da da kapitalizmin özünün toplumsal dışa vuruşunun bu açık belirtileri yığınları ayağa kaldırmadan edemezdi. Nitekim emekçi sınıfların ve baskı altında tutulan ulusların kapitalist uygulamalara karşı eylemleri son on yılların sürekli bir olgusu oldu. 1958’den başlayarak giderek yayılan işçi grevleri, 1968’de öğrencilerin çatışmaya dönüşen gösterileri ve ulusal çalışmalar…
Milliyetçiliğin yükselişi ve iç savaş
Yugoslavya, bütün revizyonistlerin Tito’nun itibarını iade ederek burjuva rüştlerini ispatladıkları bir okul oldu. Yugoslavya’da ulusal sorunun şiddetlenerek silahlı çalışmalara dönüşmesi karşısında, birçok akım sorunun Tito dönemindeki tarihsel köklerini gizleme çabası içinde. Bazıları şimdiki çatışmaları Gorbaçov’la başlayan milliyetçi canlanmaya dayandırırken, aralarında Perinçek-SP’nin de bulunduğu bazıları da Tito dönemini halkların kardeşçe yaşadıkları bir dönem olarak göstermeye çalışıyorlar.
Şüphesiz son yıllarda yaşanan ve sosyalizmin ağır yaralar aldığı uluslararası önemdeki bir dizi değişimin, Gorbaçovculuğun, diğer olumsuz şeylerin yanı sıra milliyetçiliği de büyüttüğü tartışılmaz bir gerçektir. Fakat özellikle Yugoslavya açısından bu faktöre Yugoslavya’da süregelen ulusal sorunu kızıştırmaktan daha fazla bir önem atfedilmemelidir. On yıllardır içten içe süren kaynaşma uygun uluslararası koşullar altında dışarı vurmuştur. Ulusal baskı ve eşitsizliklerden kaynaklanan sorunlar Yugoslavya federasyonunun bütün tarihi boyunca, ama özellikle 1960’tan sonra çanakçı bir sorun olmuştur.
Yugoslavya, kuruluşundan başlayarak, öncesinin kendine devrettiği ulusal sorunları bazı değişikliklerle koruma ve giderek ulusal ayrılıkları derinleştirmeyi, Sırp şovenizmini büyütmeyi kendine temel politika yapmıştır.
Anti-faşist savaşın kazananlarının resmileştirilmesi olan altı cumhuriyetten oluşan federasyon içinde Sırp egemenliği hiç bir zaman yok olmamış, Sırbistan’ın gelişimi diğer ulusların yoksullaşması pahasına gerçekleşmiştir. Devlet kademelerinde çoğunlukla bürokratik Sırp burjuvazisi konumlandırılmış, dış ticaret ve bankacılık da Sırp kökenli bürokratların egemenliğinde olmuştur.
Yugoslavya’da ulusal sorunun sıcak çatışmalara dönüştüğü başlıca ulusal topluluklar, Hırvatistan, Slovenya ve Kosova’dır. Bu uluslardan ilk ikisinin federasyonun en zengin bölgeleri olması, Kosova’nın ise en yoksul ulusal topluluğu oluşturması dikkat çekicidir. Bu durum, ulusal çatışmaların derinleşen bölgesel farklılıklarla sürekli beslendiğinin bir göstergesi olarak düşünülmelidir.
ADAM BAŞINA ULUSAL GELİR ENDEKSLERİ
(Yugoslavya Genel Ortalaması: 100)
1947 1952 1957 1962 1964 1976
Slovenya 175,3 186,7 181,5 198,5 198,3 201,7
Hırvatistan 107,2 116,4 120,3 121,3 118,3 124,3
Voyvodina 108,8 89,3 109,2 103,4 110,8 116,6
Sırbistan 95,6 92,3 94,5 96,0 96,2 98,3
(tek başına)
Karadağ 70,8 63,6 64,3 66,3 75,5 70,3
Bosna-Hersek 82,9 87,6 74,2 72,7 70,2 64,2
Makedonya 62,0 59,3 60,0 57,1 74,2 68,1
Kosova 52,6 49,3 42,5 34,0 36,2 32,2
(Not: Bu bölümdeki rakamlar için bkz: Alpaslan Işıklı, KURAMLAR BOYUNCA ÖZYÖNETİM ve Yugoslavya Deneyi, Alan Yayıncılık, 1983, sf. 138)
Tarihten gelen, bölgeler arası farklılık hiç bir şekilde ortadan kaldırılmadığı gibi açı giderek genişlemiştir. Bölgeler arasındaki gelir dağılımındaki ve yatırımlardaki farklılık bir yandan işleyen kapitalizmin yasalarıyla derinleşmiş ama öle yandan izlenen politikalar da bunu teşvik etmiştir. Aşağıdaki tabloda görüldüğü gibi ulusal gelirden kişi başına düşen pay Slovenya ve Hırvatistan gibi nispeten zengin ulusal bölgelerde sürekli artarken, Bosna-Hersek, Makedonya ve Kosova’da ya azalmış ya da düşük seviyede seyretmeye devam etmiştir. Yugoslavya’daki en zengin ve en yoksul bölge arasında gelir dağılımındaki farklılık 1947’de üç kattan azken, 1976’da altı kat olmuştur.
Bölgeler arasındaki bu farklılığın korunması ve derinleştirilmesine örnek olarak yapılan yatırımların bölgelere göre gösterdiği farklılık da gösterilebilir. “Planlı” dönem olarak nitelendirilen 1947-1963 yıllan arasında Slovenya’ya yapılan yatırım, Kosova’ya yapılan yatırımın üç katı (kişi başına düşen miktar hesabıyla) olmuştur. Denebilir ki, aralarında büyük ekonomik gelişme farkları gösteren çok bölgeli bir ülke için ekonomik gelişmedeki ve gelir dağılımındaki bu farklılığın bir çırpıda ortadan kaldırılması beklenemez. Elbette. Fakat Yugoslavya’da farklılık hiç bir şekilde azalmamış, aradaki fark giderek büyümüş ve buna kültürel yatırımlardaki, siyasal alandaki eşitsizlikler eşlik etmiştir. 1971 yılı itibariyle Yugoslavya’da okuma yazma bilmeyenlerin oranı Kosova’da % 31,5, Bosna-Hersek’te % 23,2, Hırvatistan’da % 9’dur.
Lenin ve Stalin döneminde SSCB, Yugoslavya ile kıyaslanmayacak ölçüde derin ekonomik gelişme farklılığına sahip bölgeleri Çarlık Rusyası’ndan devraldığı halde, ulusal bölgeler arasındaki ekonomik, siyasi ve kültürel farklılıkları geri bölgelere verilen ekonomik yardım, üretim sürecinin tüm bölgelere yayılması vb. politikasıyla büyük ölçüde azaltmıştır. Batı kapitalizmine yakın bir gelişmişlik seviyesine sahip bölgeler ile Orta Asya’nın ortaçağ ilişkilerini sürdüren kabile toplulukları arasındaki uçurum sosyalist uygulamalarla önemsiz duruma getirilmiştir. Sosyalizm geri bölgeleri sadece tahıl ya da hammadde deposu olarak görmedi. 1958-61 döneminde SSCB’nin gelişmeleri maddi üretim bakımından en yüksek ve en düşük bölgeleri arasındaki fark 2,4’tür. En gelişmişin ikinci en geri bölgeye oranı ise 1,7’dir. Fakat böyle bir politika, kendini pazar ekonomisinin kollarına alan Yugoslav sisteminin doğasına aykırıdır. Çünkü orda kapitalizmin ayrılıkları derinleştiren, eşitsiz yasaları işler. Ayrıca bu durum politik düzeyde de ifade edilir. Sözde bölgeler arası farklılıkları azaltmak üzere kurulan Merkezi Fon sadece Sırbistan’ın durumunu korumak için kullanılmış, işlevsizleşmiş ve bu uygulamaya 1974’de son verilmiştir.
Elbette ki Büyük Sırp burjuvazisinin ulusal ayrılıkları koruyan, ulusal çelişkileri derinleştiren ve kendi kapitalist doğasından kaynaklanan bu uygulamaları ulusal gruplara karşı uygulanan ulusal baskıyla at başı gitmiştir. Yugoslav gericiliği içinde hâkim kanadı oluşturan Sırp şovenizminin sosyalist adı altındaki ilk tezahürüne Yugoslavya’nın Arnavutluk’a karşı tavrında rastlıyoruz. Daha milli kurtuluş savaşı yıllarında Tito ekibi, Arnavutluk’un bağımsız bir devlet olarak varlığına son vermek ve Yugoslavya’nın bir eyaleti yapmak için çeşitli entrikalara girmişti. Ama ulusal baskı politikasının en belirgin örneği Yugoslav gericiliğinin Kosova sorunundaki tutumunda dile gelir.
Yugoslavya içinde esas ağırlığı Kosova’da olmak üzere iki-buçuk milyon Arnavut yaşarken, Yugoslav gericiliği Arnavutları yok saymış, onlara cumhuriyet hakkı vermediği gibi kendi dillerinde eğitim haklarını bile gasp etmiştir. Kurtuluştan sonra Arnavutların yaşadığı topraklar değişik cumhuriyetlere taksim edildi, ağır vergi yükü getirildi ve dillerinde öğrenim hakkı da tanınmadı. Sayısızca sert çatışmadan sonra 1974 yılında kısmi bir özerklik kazanıldı. Sonraki yıllarda bu özerklik de tartışılır hale geldi, Kosova’daki en son kanlı çarpışmaların tarihi 1989’dur.
Kosova kadar ağır bir ulusal baskı altında yaşamasalar da diğer cumhuriyetler de ulusal baskı ve ayrıcalık politikasının hedefi oldular. ‘60’lı yıllar değişik amaçlar taşıyan milliyetçi akımların doğup geliştiği bir on yıl oldu. Yoksul uluslar yoksulluklarına isyan eder ve merkezi fondan kendilerine daha fazla kaynak aktarılmasını talep ederlerken Hırvat ve Slovenler gibi “zengin” uluslar ekonomik kudretlerinin yelerince devlet yönetimine yansımamasına, Sırbistan’ın devletin olanaklarından özellikle banka ve dış ticaret sistemine hâkim olmalarına tepki duyuyorlardı. 1968 Çekoslovakya olaylarının ardından Hırvatistan’ın bağımsızlığı daha yüksek sesle savunulur bir talep haline geldi.
Fakat tüm bu milliyetçi talepler karşısında Sırp burjuvazisinin tavrı merkezi yapıyı zorla korumak, diğer uluslar aleyhine ordu, bürokrasi, bankacılık ve dış ticaret gibi önemli alanlarda Sırp egemenliğini pekiştirmek oldu.
Geçmişten devralınan ekonomik, siyasal, toplumsal ve kültürel eşitsizliklerin burjuva-revizyonist politikalarla korunması, bizzat kapitalist sistemin doğurduğu ulusalcılığın yine aynı burjuvazi tarafından zorla bastırılmasının sonucu olarak Yugoslavya, artık çeşitli milliyetçi patlamaların yaşandığı bir barut fıçısıdır.
Taraflardan her birinin kendi çözümünü kabul ettirmek için silahların konuşturulduğu Hırvatistan ve Slovenya’da bağımsızlık talebinin özünde burjuvazinin kendi ulusal pazarına tümüyle sahip olma amacı var. Federasyonun en gelişmiş iki cumhuriyeti, tüm normlarıyla Balı kapitalizmi ile bütünleşmekten yanadırlar. Sosyalist biçimlerin atılmasında da bu ulusların burjuvaları önemli bir harekete geçirici güç oldular.
Merkezi yapının gelişmelerini köstekleyen bir yapı olduğunu düşünen, ekonomik kudretlerin karşılık, Sırp burjuvazisinin siyasal olarak sahip olduğu ayrıcalıklardan hoşnutsuzluk duyan Sloven ve Hırvat burjuvazisi bugün dalgalandırdığı ulusal bayrak altında toplumun emekçi kesimlerini de toplamış bulunuyor. Ve henüz işçi, emekçi yığınların kendi bağımsız talepleriyle siyasal eyleme katılmaları söz konusu değil. Sup ve Hırvat burjuvazisi, emekçi yığınların bağımsız eylemini engellemek için milis güçlerini etkisizleştirmeye ve onları daha çok cumhuriyet ordusu içinde eritmeye çalışıyor.
Bu iki “zengin” ulus dışında diğer ulusların şimdilik eyleme dönüşmüş bir hareketleri söz konusu değil. 1960 ile 1989 yılları arasında yüzlerce insanın ölümüyle sonuçlanan Kosova’daki Arnavutların ayaklanmaları 1989’un Şubat ve Mart’ındaki olayların ardından aldığı ağır yenilginin yaralarının ne zaman sarılacağı ve eyleme dönüşeceğini kestirmek zor. Zengin maden yataklarına sahip ama coğrafyası tarıma yeterince elverişli olmayan Kosova, Yugoslavya’nın en yoksul bölgesi ve bu bölgedeki ulusal hareket daha çok halkın değişim talebinin ulusal dışa vurumu. Esas olarak ağır ulusal baskıyı ve kötü yaşam koşullarını hedefleyen bu hareket diğerlerine kıyasla daha çok “halkçı” bir özellik gösteriyor ve bu ulusun üst tabakaları ve özellikle dinci kesimler esas olarak Sırp gericiliği ile uzlaşmayı seçiyor.
Hırvatistan ve Slovenya’nın ardından diğer ulusal toplulukların da değişik ulusal taleplerle yalan bir zamanda sahneye çıkabileceği, bugünkü tablo ve Sırp burjuvazisinin politikaları göz önüne alındığında, rahatça söylenebilir. Dünya çapında milliyetçiliğin yükselişinin ve özellikle SB’deki milliyetçi hareketlerin kızıştırıcı etkisini de hesaba katmak gerekiyor.
Uluslar arasındaki düşmanlık ve çelişkileri her yolla kışkırtan Amerikan ve İngiliz emperyalistleri, bugün, Yugoslavya’nın birliğini korumaktan yana tavır koyuyor. Bu arada oradaki egemenliğini daha da kökleştirmek için her yolu da deniyor. Yeni bir süper güç olmaya hazırlanan Alman emperyalizmi, Amerika’ya kafa kaldırışının da ifadesi olarak Hırvat ve Slovenlerin ayrılığını savunuyor. Bir yandan milliyetçi hareketleri kışkırtmak, ama öte yandan egemenlikleri altındaki devletlerin birliğini zorla da olsa korumak emperyalist politikanın açmazına işarettir. Aynı dertlerden muzdarip SB ise, kötü bir örnek olacağı korkusuyla Yugoslavya’nın birliğini, kendi birliğinin de güvencesi olarak görüyor.
Bilinçli proletaryanın tutumu her şart altında milliyetçi hareketleri desteklemek olamaz
Proletaryanın bilinçli öncüsü, genel olarak büyük devletten yanadır. Büyük devlet, milliyetleri farklı proleter kitlelerinin arasındaki ulusal duvarları yıkar, onları bir sınıfın üyeleri olarak yığınlar halinde bir araya toplar, proletaryaya kapitalizme karşı mücadelesinde bir çok olanaklar sağlar. Proletaryanın büyük devletten yana olması, bu devlet içindeki ulusların baskı altında tutulmasını meşru göreceği, zorla birliği savunacağı anlamına gelmez. Proletarya, ulusal baskının da en kararlı muhalifidir. Ezilen ulusun ayrılma hakkını en kararlı şekilde savunur. Bu hakkın savunulmasını, bu hakkın her kullanılış biçimini desteklemek olarak yorumlamak da proletaryaya yabancı bir anlayıştır. Proletarya, emperyalizm ve proletarya devrimleri çağında, proleter hareketin yanı sıra, emperyalizme karşı yeni bir cephe açan, bu cephenin bileşeni olan ulusal hareketleri destekler ancak. Bu türden hareketler, proleter hareketin yedek gücüdür.
Bu bakımdan, ulusal harekelin desteklenmesi konusunda, proletaryanın emperyalist sisteme karşı mücadelesine güç katması, son tahlilde proletaryanın anti-kapitalist mücadelesine olanak sağlaması belirleyici bir destek koşuludur. Unutmamak gerekir ki, ulusal hareket, sınıflar arasındaki çelişkilerin ulusal bir bayrak altında örtüldüğü sınırlı bir mücadeledir. Ulusal hareket, sadece ulusal bir hareket olarak kaldıkça, kapitalist sistem içinde yeni bir düzenleme ile sonuçlanabilir. Onun önemini tayin eden şey, daha çok kendisi dışındaki güçlerle ilişki biçimidir. Afgan Emiri’nin ya da Kemalistlerin ulusal hareketlerini asıl önemli kılan, bu hareketlerin, sosyalizmin ölüm kalım savaşı verdiği emperyalizme karşı yeni bir cephe açmalarıydı. Ulusal hareketi desteklerken, proletarya, “soyut olarak değil, dünya ölçüsünde” işçi hareketi ile ilişkisine, iradesinden bağımsız nesnel ilişkisine bakar.
Burada, iki düşman cephenin, proletarya ve halklar cephesi ile emperyalist cephenin güçlerinin durumu ve mevzilenişi önem kazanır.
Bugün dünya tablosuna baktığımızda;
20. yüzyılın ilk yarısında büyük bir kabarış gösteren sosyalist işçi dalgası geriye çekilmiştir. Başta SSCB olmak üzere eski sosyalist ülkelerde Kruşçev dönemiyle başlayan kapitalizme dönüş süreci, bütün sosyalist ülkeleri içine alarak sosyalist biçimlerin terk edilmesiyle tamamlanmıştır. Bu elverişli koşullar altında atağa geçen emperyalist burjuvazi, “yeni dünya düzeni” adını verdiği çok yönlü saldırıyla bütün muhalefet hareketlerine kendi rengini vermeye çalışmakla, sosyalizmin aldığı yaralar sonucunda muhalefet hareketlerin akışının yeni düzen içinde kalması sağlanabilmekledir. Sosyalizmin, ağır ideolojik bombardıman altında kötü bir örnek olarak, tarihsel bir sapma olarak genel kabul görmesi, kısaca sosyalizme akışın kanallarının tüm olumsuz koşullar ve burjuvazinin saldırılarıyla tıkanmış olması, değişiklik isteyen ve “eskisi gibi yaşamak istemeyen” yığınların eyleminin açık kanallara, sosyalist içerik taşımaması bakımından burjuva özgürlük ve ulusalcılık kanalına akıtılmasına olanak sağlamaktadır.
Her iki hareket de proletaryanın damgasını taşımadıkları, işçi harekeline doğru akmadıkları sürece sistem içinde kalmaya mahkûmdur.
1917 Ekim Devrimini izleyen dönemde bütün dünyada çoğu sosyalist yönelim taşıyan işçi ve halk ayaklanmaları dönemin temel belirleyici akış yönüydü. Burjuva önderlik altında da olsa ayağa kalkan ezilen uluslar, kendilerini sosyalizmin yanında buluyor, iyi niyetle ya da pragmatik bir yaklaşımla kendilerini “sosyalist” olarak adlandırıyorlardı. Bu hareketler sosyalizme akışı güçlendiren, emperyalist sistemi darbeleyen ve çelişkilerini derinleştiren hareketlerdi.
Fakat günümüze baktığımızda, çoğu ulusal hareketlerin emperyalist sistem içinde sözde bir bağımsızlık en çok özerk bir statü talep ettikleri rahatlıkla görülebilir. Ulusal mücadele adı verilen şey, sınıf farklılıklarının ulusal bir potada belirli bir ölçüye kadar önemsizleştiği bir durum yaratır.
Dönemin ayırt edici özelliği, milliyetçi hareketlerin dünyanın dengelerini önemli ölçüde belirler duruma gelmiş olmasıdır. Ortadoğu, SSCB, Balkanlar gibi önemli kaynaşma bölgelerinde güç dengeleri, odağında ulusal sorunların yer aldığı bir eksende belirlenmektedir.
Bu anlatılanlar ulusal hareketin proleter devrimin yedeği olduğu genel düşüncesiyle çelişmez. Elbette ki ulusal hareket, proleter devrimin yedeğidir. Fakat söz konusu ulusal hareketler, emperyalizme darbe vuran ve gerileten hareketledir. Bu doğru, ulusal sorunun mutlak bir sorun olmadığı, her zaman genel demokratik mücadelenin, sosyalist mücadelenin çıkarlarına tabi olduğu doğrusuyla birlikte düşünülmelidir.
Baskıcı merkezi devletten kopuş, eğer emperyalizme darbe vurmuyorsa, işçi hareketini güçlendirmiyorsa, proletarya açısından desteklenmeye layık hareketler olamaz. Bugün SSCB ve Yugoslavya’da patlayan ulusal hareketler, batılı emperyalistlerin revizyonist diktatörlükleri sıkıştırmak, daha çok tavize zorlamak için kullandıkları hareketler durumundadır. Ayrılma talebinin genel olarak haklılığı ya da zorla birliğe karşı çıkılması, proletaryanın mücadelesini güçlendirmeyen kopuşların destekleneceği anlamına gelmez. Kimden kopulduğu kadar kimle birleşildiği de önemlidir. Bugün Sırp burjuvazisinin zorla birlik politikasına elbette karşı çıkılmalıdır ama buradan Batı emperyalizmine bağlı, kendi pazarını emperyalizmle bölüşen Sloven ve Hırvat burjuvazisini desteklemek gibi bir sonuç çıkmaz. Proletarya ancak emperyalist zinciri zayıflattığı ve hareketin işçi-köylü devrimini güçlendirdiği durumda milliyetçi hareketleri destekler.
Eylül 1991