Baştan açıkça belirtelim: biz, Dev Yol’un, özellikle geçmişindeki çeşitli zaafları aşarak ve belirli çocukluk hastalıklarının üstesinden gelerek yeniden örgütlenmesine ancak seviniriz.
80’den bu yana geçen uzun yıllar içinde herkes hem kendinin ve hem de etrafının en azından kabataslak bir muhasebesini yapmış durumda. Dev Yol, şimdi bu muhasebeye nasıl başlayacağını, bunun yöntemlerini ortaya koymaya yöneliyor. Muhasebenin kendisi ve “yenilenme” ya da “değişim” ise geleceğe, sürece bırakılıyor.
Ayrıntısına gerekli olursa girmek üzere, geçmişte belirli bir devrimci yol tutturmuş olan Dev Yol’un belli başlı zaaflarının çeşitli alanlarda yansıyan iradeci “solculuk” ve özellikle reformculuktan güçlüce bir etkilenme, temel tez ve ilkelerinde Marksizm’e uzaklık, kendiliğindenlikle bir arada onun tersyüz edilmiş hali olarak iradecilik ve gevşek bir örgütlenme ya da örgütsüzlük olduğu söylenebilir. Bunların hiç değilse bir kısmının üstesinden gelmeyi hedefleyen bir toparlanma ya da “yeniden doğuş”u kim istemez.
Ama Dev Yol tersini yapmaya girişmiş durumda. Dağınıklık ve ideolojik ve örgütsel süreklilik ve merkeziliğin sağlanamayışının bunca uzun yılından sonra, bu, pek doğal görünüyor.
Dünyada pek çok alt üst oluş yaşandı. Bunların çoğu olumsuzluklar olarak ortaya çıktı. Türkiye karanlık bir baskı döneminden geçti. Bu süreçte uluslararası ve ulusal gericiliğin şaha kalktığı bir gerçek. Az sayıda bilinçli ve eylemli komünist ve devrimcinin ayakla kalabildiği bir dağınıklık dönemini hemen her çevre şöyle ya da böyle yaşadı. Dağınıklık ve örgütlerin şu ya da bu düzeyde işlerlik yitimine uğramaları her çevreden çok sayıda insanın dökülmesine neden oldu. Uluslararası gericiliğin ve yerli burjuvazinin ideolojik ve siyasal, baskısının devrimcileri yeni gerici kalıplara dökmeye zorlamasının üstesinden dağınık kalınarak gelinemezdi. Tek başına ayakları üzerinde durabilecek istisnaların ötesinde, örgütlülük ve örgütlü karşı ideolojik kampanyalar, insanların düzene entegre oluşunun yolunu kesmek için zorunluydu. Koşulların olumsuzluğunda, buna rağmen birçok eski devrimci, düzen saflarına, “en iyi” durum olarak SHP kadroları olarak savruldu.
Dev Yol, bu dönemi, geleneksel kendiliğindenciliği ve örgütsüzlük yüceltisiyle hareketsiz geçirdi, “Dev Yolcular” düzenin çekiciliğine ve gerici ideolojik baskıların etkisine terk edildiler. SHP’lileşme, Gorbaçov ve sivil toplumculuktan etkilenme olarak sosyal demokratlaşma ve reformculuk, Troçkizm tarafından şekillendirilme, düzenle ideolojik bağlantıların ötesinde maddi ilişkiler kurma ve onun tarafından emilme, engelleyici bir çaba da olmayınca, “kader” olarak belirdi. Üstelik Dev Yol geçmişinden gelen reformculuk aracılığıyla düzen bağlantısı bunu kolaylaştırıyordu.
Şimdi Dev Yol bu koşullarda bir “yeniden doğuş” öngörüyor. “Eski yorgun kadroların düzenin dibinde boğulup gitmesi karşısında, isyana devam edenler” deniyor, ‘”devrim, hemen şimdi’ şiarıyla işe sarılmalılar.” “İşçilerin Sesi” gazetesinin 17 Haziran 26. sayı eki bu çağrıya ayrılmış bir bildirge niteliğinde.
Eski kadroların en azından belirli bir bölümünün “yorulması”nda Dev Yol’un bir türlü örgütlenmeye girişmeyip dağınıklığı yeğlemesinin ve onları gericilik ve düzenin saldırılarına açık ve korunmasız bırakmasının payı yadsınamaz. Peki, bu çağrı şimdi neden? Neden önce değildi? Eskiden koşulları yoktu da şimdi mi var? “Koşulları yoklu” gerekçesi şimdi reddediliyor “Şu son on yılda en çok duyduğumuz ‘mazeret’ başka nedir ki? ‘Koşulları yok!’.”
Peki ama bu neden şimdi söyleniyor? Şimdi harekete geçmeyi öngörenler, yıllardır “koşullan yok”u ya da bir başkasını gerekçe edinerek hareketsiz kalanlar değil mi? Birçok insanın heder olmasına neden olunarak bu çağrının örneğin neden 5 yıl önce değil de şimdi yapılmakta olduğu açıklanmalıdır.
Ve bu çağrının yıllar önce değil de bugün yapılıyor olmasının, çağrının bizzat kendisini ve içeriğini nasıl etkilediği üzerinde durmak gereklidir.
Açıktır ki, yıllardır “haydi devam edebin” ya da “yeniden başlayalım” -her neyse- demeye cesaret edilememiştir. Yalnızca “yiğitlik” anlamında “cesareti” kastetmiyoruz. Kuşkusuz bu da içinde. Uzun yıllar “ben devrimciyim” diye ortaya çıkmak ve “haydi” demek bu açıdan da cesaret işiydi. Ama aynı zamanda ideolojik açıdan da cesaret gerekliydi bunun için: ne yaptığını ve yapacağım bilmek, ülke içinden ve dışından estirilen gerici rüzgârlar karşısında devrimci olabilmek ya da kalabilmek.
Çağrıda bu soruna değiniliyor: “…öncülerin önündeki engel de de-moralizasyondur. Öncü kadrolar bakımından sorun yalnızca politik değil, psiko-politik bir sorundur.” Moral bozukluğu, cesaretsizlik. Kendine güvensizlik. Ama bu, çağrıyı yapanlar açısından da geçerlidir. Ve kuşkusuz her sorunun psikolojik bir yönü ya da ele alınışı olabilir. Herkesin ruhunda bir dizi fırtına eser. Ve önemli olan, ruhsal alan da içinde olmak üzere, devrimci olabilmek ve kalabilmektir. Sorun, ruhsal alana saptırmaya yönelmeden doğru konulmalıdır: devrimci olan ve kalmak isteyen örgütlü ve eylemli olmak zorundadır ve son 10 yıl Dev Yol açısından bu yönüyle olumsuzdur.
Bunun sonuçlar doğurması kaçınılmazdır. 10 yıllık eylemsizlik ve örgütsüzlük bir nedense, bunun sonuçları olacaktır. Birçok insanın düzene şöyle ya da böyle entegre oluşunda bu nedenin payı reddedilemez. “De-moralizasyon” denen şeyde bu neden kesin bir etkendir. Ve en önemlisi, Dev Yol ya da daha doğru deyişle Dev Yolcuların bugün 10 yıl öncesinden daha geri ve reformcu, devrim ve devrimcilikten epey uzak konumları bu nedenle kesin ve doğrudan ilişki içindedir, istendiği kadar “devrim” ve “hemen şimdi” densin, bu böyledir. Sık sık “devrim” sözcüğünün yinelenmesi, bir yönüyle, bu durumu örtme ihtiyacından kaynaklanan bir “devrimci lafazanlık”tan öteye gitmemektedir.
Dev Yolculuk’un içine girdiği söylenen “psiko-politik” arıza ya da de-moralizasyon ve bazen da “yenilgi şoku” olarak ifade edilen şeyin, örgütsüzlük ve eylemsizliğin doğrudan sonucu olmasının yanı sıra, tam da yine bu nedenle, çağrıyı kaleme alanları ve çağrının kendisini etkilemesi ve halta düzenlemesi kaçınılmazdır ve böyle olmuştur.
Yıllardır sermaye ve faşizmin çok yönlü baskısı karşısında bir türlü yapılamayan çağrının, boş geçen uzun yıllar sonra yapıldığında, bu yılların -karşısında tutum alınıp mücadele edilmeyen- çok yönlü gerici etki ve baskısı ulunda şekillenmiş oluşu doğaldır.
İdeolojik, politik, örgütsel vb. çok yönlülüğü içinde sınıf mücadelesi sürekli ve kesintisizdir. Boşluk tanımaz. Ya taraf olunup mücadelede yer alınacaktır ya da hasmın baskısı altında onun etkisi altına girilecektir.
Her yenilgi moral bozucudur; ama moral bozukluğu mücadele içinde giderilmezse -ve başka giderilecek alan yoktur-, şoka da yol açar, çözülme ve “psikolojik bozukluklara” da. İnsanlar ve örgütler eylemli olarak varolabilirler, bilinçli eylemleriyle. Sınıf mücadelesi içinde bilinçli eylemleriyle yer almayanlar, kaçınılmazdır, kendileri olmaktan uzaklaşıp başkalarının ve en tehlikelisi hasımların etkisi altında yeniden şekillenirler, en uç noktadaysa onların eklentisi haline gelirler.
Bir devrimci için bu etki altına girişin en kolay uyum sağlanabilecek iki somut biçim ya da yolu olduğunu yaşanan yıllar ortaya koydu. Tüccarlaşma, kapitalistleşme ve bazen “ilerici” fikirlere sahip olmaya devam ederek bu yeni konumu “değişim” ve “çağdaşlık” gibi gerekçelerle izah etme. Ve ikincisi, yine “değişim”, “yeni olgular”, “teorinin yeniden üretilmesi gereği” gibi uygun ideolojik gerekçelerle siyasal açıdan reformculaşma. Her ikisi de düzene entegre oluşun yoludur. Birinci yol tek tek kişiler için geçerlidir (hoş, bu tür kişiler de eğer pek dev sıçramalar gerçekleştirememişlerse eski çevrelerini bir lobi ve dayanışma nesnesi olarak korumaya ve bir yönüyle grup olmayı sürdürmeye yöneliyorlar); ama ikincisi kişiler için olduğu kadar çevre ve gruplar için hatta daha da çok geçerlidir. Devrimci Yolcular, moral bozukluğuyla ya da “psikolojik” nedenlerle, “yenilgi şoku”nu atlatamadıklarından ya da salt politik ideolojik nedenle, ama her halükarda sınıf mücadelesinde taraf olarak yer almaktan kaçındıkları ve mücadele etmedikleri, örgütsüz ve eylemsiz oldukları için, burjuva, Troçkist, Gorbaçovcu vb. gericiliğin etkisi altında, zaten varolan reformcu eğilimlerinin gelişmesinden, reformculaş-maktan ve modaya uygun ideolojik savrulmalardan kurtulamadılar. Bu, kaçınılmazlıkla çağrıda da yansıdı.
Çağrı, ideolojik açıdan sağa savrulmuş, reformcu, kendiliğindenci ve hala örgütsüzlüğü yücelten içeriğiyle Dev Yol’un çıkmazına çözüm olacak nitelikte değildir.
Saptama 1: “Depolitizasyon”
Dev Yolcu çağrı, bir saptamalar ve öngörüler demetiyle devrim lafazanlığıyla örtülmeye çalışılan koyu bir kendiliğindencilik ve “diyalektik” laf oyunlarıyla çoğu yanıtsız bırakılan sorular toplamından oluşuyor ve her derde deva bir Dev İşçi’nin gündeme getirilmesiyle somutlanıyor.
Aslında iddialı gündeme getirilişinin ötesinde “işyeri komiteleri”nden pek de ileride bir adım olmayan Dev İşçi’ye varmak üzere yapılan saptamalardan başlayalım.
“Devrimciler doğru yolu gösterdikleri halde, neden emekçiler bu yolda yürümüyorlar? Bu sorunun ‘örgüt yok’ yanıtı yanı sıra ve buna bağlı bir başka yanıtı ‘depolitizasyon’dur.”
Ardından 12 Eylül’ün terör ve tehditlerinin yol açtığı emekçi kitlelerin politikadan uzaklaşmasını, sosyalizmin dünya ölçeğindeki itibar kaybının derinleştirdiği söyleniyor.
12 Eylül’ün de-politize ediciliği bir gerçek. Sovyetler ve Doğu Avrupa’da revizyonizmin çöküşünün ve bundan daha çok bu çerçevede geliştirilen anti-komünist kampanyanın emekçi kitleleri olumsuz yönde etkilediğini de belirtmek yanlış değil. Ama bu arada iki temel gerçeğin daha sözünü etmek gerekiyor. NETAŞ ve Kazlıçeşme grevleriyle başlayıp on binlerce işçinin komiteler halinde örgütlenerek yöneldiği ‘88 yasadışı işçi eylemleri, yine ‘88’de 1,5 milyon işçinin yemek boykotu, ‘89 Bahar Eylemleri, Zonguldak, 3 Ocak’a yol açan birikim ve 3 Ocak, 91 Yaz Eylemleri, ‘88’den ‘91’e on binlerce işçinin katıldığı 1 Mayıs’lar var bir yanda. Ve Öte yanda örgütlenen, sınıfla onun eylemi içinde birleşmede belirli bir yol kat eden komünist ve devrimci örgütler. Ve özellikle 1 Mayısların siyasal yanı ağırlıklı.
Sözü edilen işçi hareketlerinin karakteristiği kendiliğinden oluşu. Ama Zonguldak’tan İstanbul’un çeşitli fabrikalarına komünistlerin işçilerle birleşmeye yöneldiği ve kendiliğinden kalkışmaların bu birleşmeye dev olanaklar sunduğu tartışılmaz bir gerçek.
Çağrının bu noktada iki temel zaafı var. İşçiler “de-politizasyon”un üzerinden kendiliklerinden ve kendi bildiklerince atladılar bile. Eylemleri, doğrudan düzeni hedefliyor çünkü. Henüz işçi politikası yapamıyorlar, burjuva politikasının ufkunu aşamamış durumdalar, ama hiçbir burjuva partisinin peşine de takılmadılar. Ve kendilerine ulaşıldığı her fabrika ve istetmede devrimci yayınlara büyük ilgi gösteriyor, birçok yerde elden ele dolaştırarak dağıtımına katılıyorlar. Sosyalizmin gerilediği bir dönemde yaşanıyor, ama sosyalizmin temel gücü, dayanağı ve sahibi işçi ayakta. İkincisi, yüreği komünist ve devrim ve sosyalizm için çarpan komünistler ve devrimciler yine yıllardır sınıf içinde çalışıyorlar. Sadece kendileri değil sınıf hareketini örgütlemeye ve yönlendirmeye yönelik bir çalışma yürütüyorlar. Parti örgütlenmesi açısından -hem de kısa dönemli- hedefleri sınıfın yığınsal partisine varmak. Ve henüz genel olarak politik bir işçi hareketinin yaratılamamış oluşundan, bu yönde bir gelişme olmadığı sonucunu çıkarmak, sınıfa ve eylemlerine bakmasını ve görmeyi bilmemek demek. Daha yapılacak çok şey olduğu açık. Ama bir işi yapmaya başlayanlar tamamlayabilir.
Yıllar sonra ortaya çıkıp örgütsüzlük ve “de-politizasyon”dan söz etmek masal anlatmaktır. 5 yıl önce gerçek olan bugün ancak rivayettir.
Bugün işçi sınıfı açısından politikaya uzak durmak, politikadan korkmak temel bir sorun değildir. Kuşkusuz özellikle geri işçi kitleleri açısından hala 12 Eylül’ün pasifleştirici etkisi belirli bir geçerliliğe sahip olabilir. Ama örneğin Zonguldak madencisinin, onca eyleminden sonra, de-politize olduğu iddia edilemez. Söylenebilecek tek şey, Zonguldak’ta politik işçi hareketinin gelişmesi için daha yapılacak işler olduğudur. Ve bu sabır işidir, örgüt ve örgütlü çalışma olunca hemen politik bir işçi hareketi yaratılamıyor. İşçilerin belirli bir bölümü öncüyle birlikte davranmaya başlayınca işçi kitlesi hemen öncünün peşinden yürümüyor. Bunun için yaygın bir siyasi gerçekleri açıklama kampanyası yürütmek zorunlu olduğu gibi, sürekli bir örgütsel çalışma ve -çağrıda da belirtildiği gibi- işçilerin kendi eylemleri içinde kendi deneyleriyle öğrenmesi gerekiyor.
“Devrimciler doğru yolu gösterdikleri halde”, işçilerin hemen bu yolda yürümüyor oluşuna şaşmamak ve bundan anormal sonuçlar çıkarmamak gerek, “örgüt yok” değil, var. Olmayan, örgütlü Dev Yol. Ve yıllardır işçiler örgütlenmeye ve politikaya açıklar; bunun olanaklarını küçümsemek için işçi hareketinin tümüyle dışında olmak gerek ancak.
Saptama 2: “Demoralizasyon”
Bu soruna girişte değindik.
Kolaymış gibi sınıfın politik hareketinin henüz baş göstermemiş oluşundan abartılı apolitiktik sonucunu çıkaran çağrı, 12 Eylül’ün yol açtığı “yenilgi şoku”nun yanı sıra kitlelerin “de-politize oluşu”nun ve “sosyalizmin prestij kaybının “devrimcilerin sunduğu seçeneklere karşı güvensizlik yaratması”nın “12 Eylül yenilgisinin yükünü taşıyan devrimci kadrolardaki de-moralizasyonu artırıcı” rol oynadığını “saptıyor”. “Harcanan çabalar boşa gidiyormuş şeklinde bir haleti ruhiye dört bir yanda kol geziyor”, “sorun, psiko-politik bir sorundur” diyor.
Çaba harcanmaya devam edilmediğinde “harcanan çabaların boşa gittiği” düşüncesinin yayılmasından doğalı yoktur.
Bu noktada aşağıdan yukarıya doğru sorumluluk artmak üzere kadrolar ve onların örgütü ya da örgütsüzlüğü ve eylemsizliğinden başka suçlu aramak, nesnellik saplamaları yapmak beyhudedir. Kuşkusuz ortamın, yani nesnel koşulların moral bozucu etkileri olanaklıdır. Eğer mücadele edilmemişse. Ortama, 12 Eylül’e, düzene karşı öncelikle var olmak ve yanı sıra bunları dönüştürmek için mücadele yürütmeyenlerin, de-moralize olanların, eksikli devrimcilerin, bu eksikli devrimciliği de yitirme süreci içinde ilerlemeleri kaçınılmazdır. Devrimci, de-moralize olmak bir yana, de-moralize olma eğilimindekileri mücadeleye çekerek ve mücadele içinde kazanma durumunda olandır. Bunu sıradan devrimcilerden, alt kadrolardan çok özellikle yönlendirici durumda olan üst kadrolar için söylüyoruz. Bir devrimci için yapılacak şey, yıllar sonra, uzun yıllar hükmünü yürüttüğü saptamasında bulunduğu “de-moralizasyon” üzerine kalem oynatmak olamaz. Çağrılar yapacak denli “ileri ve iddialı devrimciler” “de-moralizasyon” diye tarif ettikleri şeyin daha başlangıcında önünü kesmek için ortaya çıkmalıydılar, ilaç olarak dağınıklığı gidermeyi ve eylemsizliğe son vermeyi kullanmalıydılar. Aksi halde, çeşitli türden olumsuz “haleti ruhiye”lerin ortalıkta dolaşıyor olmasından söz etmeye onların hiç hakları olmayacaktır ve yoktur. Morali bozulup 3-5 yıl tatil yapan “önder” “devrimciler”- bu nerede görülmüştür? Yine de, geç de olsa mücadeleyi öngörmenin olumlu bir yanı vardır, öngörülen mücadelenin devrimci olması koşuluyla. Ancak bunca moral bozukluğu ve eylemsizlik sürecinde baskısı altında kalınan gericiliğin etkileri, devrimci bir çıkış yapmaya olanak tanımamıştır. Devrimci çıkışın, onu olanaklı kılacak sınıf ve onun hareketi içinde ancak yapılabilir olması çok doğaldır. Ya sınıf ve onun hareketinin ihtiyaçlarına göre yol çizilecektir ya da onun uzağında ve hele moralsizlikle burjuvazi ve uzantılarının etkisine girilecektir. Dev Yolcular için ne yazık ki ikincisi gerçekleşmiştir.
“Sosyalizmin Cenazesi” ve “yeni sosyalizm türü” arayışı
Dev Yolculara geçmişte orta yolcu denirdi. Onlar bunu, Çin ya da Arnavutluk’la Sovyetler Birliği ya da bunların yönetimleri arasında orta yolculuk olarak anlar ya da göstermeye çalışırlardı, işin aslı, revizyonizm karşısında tutarsızlık, ondan kopmamak, Marksizm’le revizyonizm arasında, Lenin ve Stalin’le Kruşçev ve Brejnev arasında tavırsızlıktı. Revizyonizm, kötü bir “sosyalizm türü”; Kruşçev’le Brejnev ise “kötü sosyalistler”di! Sosyalizm açısından Marksizm’e bu uzak duruşları bugünlerini de koşullandırıyor. Bunca gelişmeden sonra yaklaşımlarının değişmediği görülüyor.
Çağrı ne Stalin’le sonrası ve ne de sosyalizmle revizyonizm arasında bir ayrım yapmıyor, hatta çağrı “revizyonizm” sözcüğünü kullanmaktan da vazgeçmiş. Çökenin, ötenin “sosyalizm” olduğu düşünülüyor:
“Sosyalizm denilen sistemin bütünüyle çökmüş olması sonucunda…”
“…sosyalizm inşaatına başlanmasından yetmiş yılı aşkın bir süre geçtikten sonra, bu inşaatın çöküşü karşısında, yeniden başlayacağımız bu işte, yeniden başlayışımızda farklılıklar olması kaçınılmazdır.” dedikten sonra, “sosyalizm neden iflas etmiş olsun ki” diye soruyorlar? Pek “moral verici” bir yaklaşım doğrusu!
Üstelik “cenaze”sinden söz ediyorlar sosyalizmin!
“.. Gorbaçov’un sosyalizmin cenazesini kaldırmaya soyunduğu şu dünyada…”
Ama “iyimserlikleri”ni de koruyor ve “moral” dağıtıyorlar. “…tam da sosyalizmin cenazesi kaldırılırken yeni bir sosyalizm çiçeğinin yeşermekte oluşuna tanık olabiliriz.”
Tanık olacağız da değil, “olabiliriz”!
“Neden iflas etmiş olsun ki” diye sorulan, ama “cenazesi kaldırılan” “sosyalizm”- çağımızın gerçeğinin gerçeğine böyle yaklaşılıyor.
Bu, “sosyalizm öldü”cülerin safında yer almak değil denedir?
Ve hemen ardından “yeni sosyalizm türü” arayışları geliyor.
Sosyalizmin değil revizyonizmin çöktüğü ve bugünün revizyonizmin Kruşçev’in başlattığı anti komünist saldırının dolaysız sonucu olduğu yıllardır anti Marksist ısrarlı bir tutumla anlaşılmak istenmez, Lenin ve Stalin’le Kruşçev ve Brejnev karşıtlar olarak birbirinden ayrılmazsa, tüm bir 70 yılın mahkûm edilmesi kaçınılmaz olmaktadır. Bir yandan “sosyalizm öldücü” burjuvazi ve uşaklarının, diğer yandan kendi doğruluklarını kanıtlama çabası içindeki Troçkistlerin Lenin’den itibaren tüm bir sosyalizm döneminin, ideolojik olarak sosyalizmin, Leninizm’in iflasını ilan eden propaganda kampanyalarının ve ideolojik baskılarının etkisi altında, Dev Yol ya da Dev İşçi çağrıcıları aynı yolda yürümekte ve tüm 70 yıllık dönemi mahkûm etmeye girişerek “sosyalizmin bütünüyle çöküşü”nü ilan etmektedir. Henüz kendi 10 yıllık geçmişlerinin hesabını verme eğilimi içinde olmayanlar, sosyalizmin 70 yılının (doğrusu 40 kadar yıldır) hesabım sormada sakınca görmüyorlar. Hem de bu moral bozulduğuyla! Ve henüz sınıf mücadelesinin bunca dışındayken! Bu, tümüyle aydınca bir hesap soruştur ve aydınların “kaderi” olan tüm gerici etkilenmelere açık bir soruşturmadır.
Gorbaçov, “soruşturması”na ya da reddiyesine, Leninizm’i geçersiz ilan ederek kapitalizmin açıktan örgütlenişine “çağın” “köklü değişiklikleri” ve “yeni olguları” gerekçe göstererek başlamıştı. “”Değişiklikler” ve “bizim de değişmemiz gereği” Kruşçev’in de çıkış noktasıydı. Şimdi, aynı gerekçe ya da çıkış noktasını Dev Yolcu çağrıcılar kullanıyor:
“Bugün nasıl bir dünyada ve Türkiye’de yaşadığımızı algılayabilmek için, genelde ve özelde meydana gelen köklü değişiklikleri kavrayabilmek için, yeni olguları yeniden kavramlaştırma gibi bir görevimiz var.”
Burada, artık, saptamalardan öngörü ya da görev koyuşlara geçiliyor: “Köklü değişiklikler” saptaması, bu “değişiklikler”le oluştuğu varsayılan “yeni olgular”ın ” kavramlaştırılması” görevini dayatıyor- böyle iddia ediliyor.”Yeni olgular” ve değişiklikler ve bunların kavramlaştırılması, doğal ki “yeni” bir “sosyalizm türü”nün aranması ve keşfine götürecektir! Gorbaçov böyle yapmıştı. Ama onun “yeni sosyalizm türü”nün kapitalizmden başka bir şey olmadığını, kısa sürede görmeyen kimse kalmadı. Bizde ya da genel olarak konuşulduğunda iktidarda olmayanların “yeni sosyalizm türü” arayışının foyası Gorbaçov’unki kadar kısa sürede herkes için görülür olmayabilecek. İktidardaki Gorbaçov gibi dönüştürücü-yaptırımcı güçleri yok ve uygulamaları, O’nunki gibi sosyalizmden kapitalizme gidişi değil, kapitalizm çerçevesinde değişiklikleri koşullandırabilecek ancak. Onlar, “yeni sosyalizm türü” yolunda ilerleyiş adına kapitalizme payanda olacaklar. “Sosyalizm” yapıyoruz diyecekler ve ama kapitalist düzen içinde kalışlarının görülür olması, pek bir şeyi dönüştürme olanağına sahip olmadıkları için, uygulamalarının sonuçlarının ortaya çıkması açısından gecikebilecek.
Dev Yolcu çağrının yanıtlanmasını gerekli gördüğü soru şudur: “Nasıl bir dünyada yaşıyoruz ve bunun yerine nasıl bir sosyalizm koyacağız?”
Devam ediyorlar “…ne tür bir örgütlenmenin amaçlandığının belirlenmesi, ne tür bir parti, ne tür bir iktidar (devrim) ve nettir bir sosyalizmin amaçlandığının belirlenmesiyle birlikte yapılmalıdır.”
“Köklü değişiklikler” ve “yeni olgular” çağrıcıların, sosyalizmin -yalnız sosyalizmin değil, partinin, -devrimin ve iktidarın da- hangi “tür” ve “nasıl” olması gerektiği üzerine kafa patlatmalarını gerektiriyor. “Marks’ın sosyalizmi” mi, “Lenin’inki” ya da “Stalin’inki” mi, Sovyet ya da Çin “sosyalizmi” mi, yoksa yepyeni bir “tür” mü?
“Yeni tür sosyalizm “den yanadırlar. Teorisi ve pratiğiyle! Çünkü ne “tür” ve “nasıl” bir “sosyalizm” tartışmasına girişmelerinin temel bir nedeni, -“yeni olgular” m yanı sıra- “70 yıllık deneyin iflası”dır! Geçmiş sosyalizm deneyini, Lenin ve Stalin’le örneğin Brejnev arasında hiçbir ayrım yapmadan açıktan mahkûm ediyor ve yaşanmış sosyalist deneyin olumsuzlanması olarak bir “tür” “sosyalizm” öngörüyorlar:
“Bugün sosyalizmin gerçekleşrnesindeki çıkış noktamız, ister istemez, sosyalizmin ‘gerçekleşmemesi’ demek olan kat edilen yol, yaşanılmış olan süreçtir.”
Ne Lenin ne Stalin! Sosyalizm yaşanmamıştır! Yaşanmış süreçte sosyalizm gerçekleşmemiştir!
Ayrıntıya şöyle giriyorlar
“Yetmiş yılı aşkın bir süredir sosyalistler, sosyalizmin gerçekleşemediği bir yoldan yürüyerek bugüne geldiler. Çünkü bu yolda, bugüne dek milyonlarca emekçinin gücü sosyalizmin yaratılması doğrultusunda yeterince kullanılamadı; sosyalizm, emekçilere kendi öz-deneyimleriyle benimseyebilecekleri bir toplumsal sistem olarak sunulamadı; söz-yetki-kararın emekçilerde cisimleştiği bir iktidar biçimi olamadı.”
Altını çizmiyoruz. Tümünü çizmek gerekecek. Bu ne haddini bilmezliktir! Moraller her şeyi bu denli reddedecek denli mi bozuk? Söylenenlerin anlamı bilinmiyor olamaz. Lenin sosyalizmin gerçekleştiği yolda, onu gerçekleş tire gerçekleştire yürümedi mi? Stalin onca sınıf mücadelesini süs olsun diye mi yürüttü? Sanayide toplumsallaştırma, ardından tarımda kolektifleştirme, sosyalizm yolunda yürüyüş değildiyse neydi? Sosyalist kuruluş için “milyonlarca emekçinin gücünü” Lenin mi harekete geçirmedi Stalin mi? Lenin milyonlarca işçi ve emekçinin önünde ve onların coşkusundan güç alarak açtı sosyalizm yolunu. Stalin burjuva köylülerle çatışma içinde milyonlarca proletere ve emekçi köylüye dayandı. Sosyalist inşa milyonların mücadelesi olarak yürütüldü. Sadece Stahanovist harekete milyonlar katıldı. “Sosyalizm emekçilere kendi öz-deneyimleriyle benimseyebilecekleri bir toplumsal sistem olarak sunulmamış”mış! Sunma bir yana, sosyalizmi proleter ve emekçi yığınlar kurup inşa etti. Ve siz o bol lafını ettiğiniz “kitlelerin kendi öz-deneyimleriyle öğrenmeleri” gereğine ilişkin tezi kimden öğrendiniz? Lenin’le Stalin’den değil mi? Tamam, boynuz kulağı geçer, ama kulağı yok etmeye kalkıştığında kendi de yok olacaktır. Siz bunu yapıyorsunuz.
“Sosyalizm bir süreçtir ve onun teorisi de bir süreçtir, öyleyse yaşanıldığı kadar tüketildiği ölçüde yeniden üretilmek durumundadır.” Ve bu “yeniden üretim, biliyoruz ki, yalnızca sosyalizm için değil, parti, devrim ve iktidar için de gerekiyor. Dev Yolcu çağrıcılara yeni parti, devrim, iktidar, sosyalizm öğretileri gerekiyor!
Somut konuşmak, genel laflar ardına gizlenmemek gerekiyor. Doğrudur, Marksizm yaşayan, sürekli gelişip zenginleşen, böyle olması gereken bir teoridir, çünkü eylem kılavuzudur ve eylem tarafından geliştirilir. Ama neresi tüketilmiştir ve yeniden üretilmesi gerekmektedir, açıklanmalıdır. Şimdiye kadarki açıklamalardan anlaşılan, bu teorinin genel olarak tüketildiğidir. Yoksa Lenin ve Stalin teorisi başka pratiği başka, sözü ve işi başka kişiler olarak mı saldırıya uğramaktadır? “70 yıllık deneyimin” “sosyalizmin gerçekleşemediği bir yol”a işaret etmesinin anlamı başka ne olabilir?
Ve zaten eğer sosyalizmin teorisi genel olarak “tüketilmemişse”, “nasıl bir sosyalizm”, “ne tür bir sosyalizm” sorularına ne gerek vardır? Eğer sorun Marksizm’in zenginleştirilmesiyse, bu, “sosyalizmin nasıl”ının tartışılmasıyla değil; o, bir türlü ayırtına varılamayan revizyonizmle Marksizm arasındaki çatışmanın sorunlarının ve bugün neler yapılması gerektiğinin tartışılmasıyla sağlanabilir. Teoriyi temelinden değiştirmeyi amaçlamayan, “nasıl sosyalizm” sorusuna neden takılsın? Dünya yani kapitalizmin temeli ve özü değişmemişse, değişiklikler çağı değiştirmemişse, “nasıl” sorusunu sorduracak hangi temel sorun tartışılacakta”?
Ne Stalin ve ne de Marks, Engels ve Lenin tabudur. Ama derdi olan söylemelidir. Aksi halde derman bulamayacaktır. Biz Marks, Engels, Lenin ve Stalin’in kapitalizm çözümlemeleri ve alternatif olarak sosyalizm üzerine ileri sürdükleri temel tez ve teorilerin doğru olduğu görüşündeyiz. “Nasıl” sorusu yanıtsız değildir ve bir tek sosyalizm türü vardır. Ne Marks’ın sosyalizmi Lenin’inkinden, ne de Stalin’inki Engels’inkinden farklıdır. Çünkü kapitalizm özünde aynı kapitalizmdir ve sosyal pratikte çözülmek üzere ortaya çıkan ve çözülmeleriyle Marksizm’in zenginleşerek geliştiği sorunların çözülme zorunluluğunun ötesinde ne “yeni olgular” ve ne de öteden beri yanıtlanmış olan “nasıl sosyalizm” sorunlarının gündeme getirilmesine ihtiyaç vardır. Kapitalizm kendisini yeniledi mi yoksa “yeni sosyalizm”ler aranıyor?
“Her ikisinin de (Marks ve Lenin’in -ÖD), çıkış noktalarını tartıştıktan sonra sonuç konusunda kesin bir şey söylememiş olmaları, teorilerinin eksikliği değildir.” Söylenenlerin farkında ulunamıyor. Marks ve Lenin’in teorileri eksik değilse, niçin, teorik olarak açıklığa kavuşturulmuş sosyalizmin hala “nasıl”ıyla uğraşılıyor? Marks da Lenin de yaşanmamış olayları somut tahlile girişmeyecek denli gerçekçi ve Marksist”tiler. Ancak sosyalizmin “nasıl”ıyla ilgili olarak kesin konuştular. Açık bıraktıkları komünist toplum ve bu toplumda çeşidi ilişki ve olguların somut biçimlenişiydi. Sosyalizmin kuruluş ve inşa pratiğinde yapılan hatalar ortaya konmak isteniyorsa, bu açıkça yapılmalıdır. Bunları tartışırız. Ama genel ve soyut laflarla sosyalizmin pratiği ve teorisine dair kuşku yaymak, daha ötesinde onu mahkûm etmek ve yenilenme ve yeniden üretim öngörerek “yeni” bir sosyalist teori ve pratiğin peşine düşmek Gorbaçov’lara ve benzerlerine bırakılmalıdır.
“Sanatçının ilk eseri, en kötü eseridir. Proletaryanın ilk sosyalizmi de varsın “en kötü” sosyalizmi olsun (…) Sosyalistler ilk eserlerini verdiler. Ve biz Marks’tan, Lenin’den daha şanslıyız. Sosyalizme onlardan daha yakınız.”
“İyi” ve “kötü” sosyalizmler yine! Brejnev’inki kötüydü; ama şimdi Mark ve Lenin’in sosyalizminin “kötü” olduğunu öğreniyoruz. Bu kafayla sosyalizme Marks ve Lenin’den daha yakınlık iddiasına ise söylenecek söz yok!
Açıklık gerekiyor. Hele yeni bir iddiayla ortaya çıkış için mutlak gerekiyor. Geçmişin muhasebesinin yanında geleceğin nasıl kavrandığına ilişkin açıklık. Şimdilik görebildiğimiz açıklık, yalnızca, geçmiş sosyalizm deneyini (kuşkusuz Stalin sonrasını dışta tutuyoruz) işçi ve emekçilere dayanmayan, onların gücünü harekete geçiremeyen bürokratik bir deney olarak ele alan ve öncü karşısında ve ona rağmen emekçi kitleleri abartan kendiliğindenci “söz-yetki-karar emekçilerde” tezinin savunulması noktasındadır.
Örtücü bir saptama ya da önerme: volantarizm
“Sosyalizm (…) yüzlerce yıllık geçmişi olan kapitalizme rakip, yalnızca 70 yıldır denenmekte olan bir süreçtir. Ve insanlık macerasında (…) güdülen bir amaç, harcanan bir emektir.”
Ve
“Sosyalizmin, kendiliğinden, nesnel yasaların zorunlu bir sonucu olarak gelişmeyeceği biliniyor. Bu yönde iradi bir müdahale lazım. Sosyalizm, istenilen uğruna mücadele edilen bir hedef olduğu zaman kazanılabilir.”
Bu nedenle; “Devrimcilik, aynı zamanda, bir volontarizmdir. ” deniyor.
Volantarizm, “iradecilik”in frenkçesidir ve Marksizm tarafından kategorik olarak reddedilir. (Ama Marksist teoriyi yeniden üretme işini üstlenmeye aday Dev Yolcular, bu sorunu yeniden ele alıp dünyayı irade ve iradi zorlamalarla açıklayıp yeniden kurabilirler!)
Toplumsal olgular ve sistemlerin, maddi toplumsal yaşamın yeniden üretimi içinde, fikirler, ideolojiler ve iradeleri (kendi gerçek ya da yanılsamalı yansılan olan aktif etkenler olarak) şekillendiren üretim ve değişim ilişkilerinin gelişmesinin zorunlu sonuçlan olarak nesnellikleriyle mi yoksa kafalarda yaratıldığı iddia edilen fikirler ve ideolojilerin (“mutlak gerçekler”in) ve bunlardan güç alan insan zorlamalarının (irade ve iradi çabaların) ulaşmayı hedefledikleri “amaçlar” olarak öznellikleriyle mi ortaya çıktıkları, öteden beri sürdürülen ve genel olarak materyalizmle idealizm arasındaki tartışmayı oluşturan temel bir anlaşmazlık konusudur. Amaçcılık, iradecilik ve idealizm birbirleriyle ayrılmaz bir bağlantı içindedir. Bilincin birincil veri olduğu yanılsamasıyla genel geçer bir doğru ve gerçek olduğuna inanılarak saptanan yüce bir amaç ve bu amaç uğruna yine bu inancın yön verdiği insan iradesinin kullanımı, belirgin bir bütünlük oluşturur, ancak, amaç, inanç ve iradelerin rastlantısal olarak, nesnel koşullara uyum sağladığı durumlar dışında, yalnızca olumsuzluk ve yenilgi üretir. Çünkü tarihlerini insanlar yapıyor, ama bu alanda tümüyle özgür değiller, kör bir özgürlükle değil, zorunluluğun koşullandırdığı türden bir özgürlükle yapabiliyorlar bunu.
Sosyalizm, iradi zorlamalarla ulaşılacak bir amaç olarak değil ”nesnel yasaların zorunlu bir sonucu olarak geliş”ir. Doğrudan kontrol edemediği ve edemeyeceği güçler yaratmış ve onlarla uzlaşmaz bir çatışma içine girmiş kapitalizmin sonucudur. Marks ve Engels, daha Komünist Manifesto’da yazıyorlardı:
“Toplumun elindeki üretici güçler (…) burjuva mülkiyetinin varlığını tehlikeye sokuyorlar. Burjuva toplum koşulları, bunların yarattığı zenginliği kucaklayamayacak kadar dardır. (…) burjuvazi kendisine ölüm getiren silahları yaratmakla kalmamış; bu silahları kullanacak insanlarımda var etmiştir, -modern işçi sınıfını- proleterleri.”
Burjuvazi ve kapitalizm zorunlu olarak yok olacak-tır; çünkü kendi yarattığı zenginlikleri kucaklayamayıp onlarla çatışma içine düştüğü gibi, mezar kazıcısı proletaryayı da zorunlu olarak yaratmıştır. Yalnız bu kadar değil; proletarya da bir zorunlulukla ve tarihsel olarak kapitalizme son vermekle yükümlendirilmiştir: “Kapitalist üretim biçimi, nüfusun büyük bölümünü gitgide proleter durumuna dönüştürürken, yok olma tehdidi altında, bu altüst oluşu gerçekleştirme zorunda bulunan gücü yaratır.”
Zorunluluklar dizisi bitmiyor, devam eden Engels:
“Toplumsallaşmış büyük üretim araçlarının gitgide devlet mülkiyetine dönüşümüne götürerek, bu altüst oluşu gerçekleştirmek için izlenecek yolu kendi gösterir. Proletarya devlet erkliğini ele geçirir ve üretim araçlarını önce devlet mülkiyeti durumuna dönüştürür’ diyor. (Anti Dühring)
Sadece sosyalizm ve bunun için devrim bir zorunluluk değildir, izlenecek yol da, üretim araçlarının devlet mülkiyetine geçirilişi de bir zorunluluktur.
Sosyalizmin sahibi, “zorunlu olarak, bütün öteki sınıflara karşı en açık bir muhalefet durumunda bulunan bir sınıf (Alman ideolojisi) olan proletaryadır.
Olguculuk (pozitivizm) ya da bilinç unsurunu dikkate almayan bir gerekircilik (determinizm) değildir kuşkusuz Marksizm. Ama bilincin maddi koşulların bir yansıması olmayan ele alınışına itirazıyla, idealizm ve bu bilinç doğrultusundaki iradeye kendi başına bir rol tanımayışıyla volontarizmden ayrılır. Marksizm, maddi yaşamın ve düşüncenin gelişmesinin zorunlu olarak diyalektik ve tarihsel materyalizmin ortaya çıkışına götüreceği ve komünist bilincin de zorunlu olarak proletaryanın beyninde yansıyacağı düşüncesindedir.
“Büyük sanayi de, bir kez tam olarak geliştikten sonra, kapitalist üretim biçiminin onu içine sardığı engeller ile çatışmaya girer.(…) ve üretici güçler ile üretim ilişkileri arasındaki bu çatışma, örneğin ilk günah ile tanrısal adalet arasındaki çatışma gibi, insanların kafasında doğmuş bir çatışma değildir: olgular içinde, nesnel olarak bizim dışımızda, hatta kendisine neden olan insanların istenç (irade) ve eyleminden bile bağımsız biçimde varolan bir çatışmadır. Modern sosyalizm, bu gerçek çatışmanın düşüncedeki yansısından, her şeyden önce, bu çatışmadan acı çeken sınıfın, işçi sınıfının beyinlerinde, fikirler biçimi altında yansımasından başka bir şey değildir.” (Anti Dühring)
Alman ideolojisinde de aynı şey söylenir: “(…) köklü bir devrim zorunluluğunun bilinci, komünist bir bilinç olan ve elbette ki, kendileri de bu sınıfın durumunu gösterdikleri zaman başka sınıflarda da oluşabilen bu bilinç, bu sınıfın (proletaryanın -Ö.D) içinden fışkırır.”
İradecilik (volontarizm) iradenin özgürlüğünün esas alınması ve iradenin, bir insan yetisi olarak, insan bilincini de koşullandırarak yansılayan nesnel zorunlulukla ilişkisizliği içinde gerçekleştirilme özgürlüğünün öngörülmesidir.
Kuşkusuz toplumsallık insanın bir özelliğidir ve toplumsal gelişmeler içinde insan, hem madde ve hem de bilinç ve irade olarak, soyut-üretken ve somut-bilinçli insan olarak temel unsurdur, insan, toplumsal gelişmede, yalnızca nesnel değil bilinçli bir güç olarak yer alır. İradenin bilinçli kullanımını da olanaklı kılmak üzere, bilincin, üretken maddiliğiyle insanın da bir yönünü oluşturduğu maddi toplumsal koşulların insan beynindeki yansıması oluşu temel bir Marksist tezse; ikinci bir temel tez de, bu bilinç ve onun yön vereceği iradenin nesnel zorunluluğa uygun olarak kullanıldığında, aktivitesinin, toplumsal gelişmeye olumlu katkıda bulunabileceğine ilişkindir, insanın bilinci ve iradesiyle özgürlüğü, ancak zorunluluğun kavranılması olarak ve bu temelde gerçekleşebilir. Aksi halde zorunluluk, Hegel’in dediği gibi, kavranılmadığı ölçüde kördür. Bu demektir ki, irade özgürlüğü, ne yaptığını bilerek karar verme yeteneğinden başka bir şey olamaz. Zorunluluğu bilip kavrayarak kararlar verme ve gücünü kullanma yeteneği. Kuşkusuz insan, istediğini seçme özgürlüğüne sahiptir, iradesini kendi isteğince kullanabilir; ama eğer, bu seçimler, zorunluluğun kavranması olarak yapılmıyorsa, gerçekleşme şansı olamaz, insan, zorunluluğun esiri olarak onun akıntısıyla -tersinde ayak direrken- sürüklenir yalnızca bu durumda.
Çağrının öngördüğü böyle bir sürüklenmedir: “(Sosyalistlerin -Ö.D) projesi, tasavvuru doğrultusunda gerekli değişimi yapabilmek için, nesnel değişimi, öznel değişim isteği yönünde ‘zor’laması gerekir.”
Projeler, tasavvurlar ve bir amaç. İnsanın ya da sosyalistlerin öznel değişim istekleri yönündeki zorlamaları…
Oysa nesnel gelişme ve değişim zorunlu olarak sosyalizm yönündedir. Sosyalistlerin bu gelişmeye nasıl katılacakları ve onu nasıl hızlandıracaklarını kararlaştırmak üzere, bu gelişmenin yasalarım bilince çıkarmaları, tasarımlarıyla gelişmenin kendisine ve onun güçlerine bilinçli bir ifade kazandırmalarıdır gerekli olan. Bu, bir başka gerekliliği dayatır: “zorlamalar”ın “öznel değişim isteği yönünde” değil, nesnel değişim yönünde olmasını, bilinç ve iradenin, genel olarak insan öznelliğinin nesnel zorunlulukla uyumlaştırılmasını.
Sosyalizm, nesnelliği ve zorunluluğu yadsınıp iradeyle ulaşılacak bir amaç olarak anlaşıldıkça ona varılamayacak demektir. Sosyalizm, kuşkusuz, “nesnel yasaların zorunlu bir sonucu”dur. Ve komünistler bu nesnel yasaları bilip kavramak, hesaba katmak ve iradelerini, onları kullanarak sosyalizmi gerçekleştirmek yönünde kullanmak durumundadır.
“Toplumsal olarak etkide bulunan güçler, tıpkı doğa güçleri gibi etkide bulunurlar: onları bilmediğimiz ve hesaba katmadığımız sürece, kör, zorlu, yıkıcı güçler olarak. Ama bir kez onları öğrendikten, etkinlik, yön ve etkilerini bir kez kavradıktan sonra, onları gitgide kendi istencimize bağlamak ve onlar sayesinde ereklerimize erişmek, yalnızca bize bağlıdır. Ve bu, bugünkü çok büyük üretici güçler konusunda, özellikle böyledir.” (Anti Dühring)
Amaçcılık ve iradecilik değil; nesnel yasaların bilgisiyle, bir zorunluluk olan sosyalizm amacına yönelmek. Ancak nesnel yasaların, zorunluluğun bilincine vararak onları irademize bağlayabiliriz ya da irademizi onlara uygunlaştırmış ve doğru kullanmış oluruz.
İradenin ve iradi müdahalenin gerekliliğinin abartılarak işin volontarizmin savunulmasına vardırılması, Türkiye’de teorik olarak M. Çayan’a dayanır. O, Marksizm’in zaman zaman determinist ve volontarist olarak şekillenip uygulandığını ve “3. Bunalım Dönemi”nde gerekli olanın volontarizm olduğunu savunmuştur. Dev Yol tarafından geçmişte benimsenen bu görüş, bugün de sahipleniliyor görünüyor. Ancak, bu gerçek bir sahiplenme değil, yalnızca laf olarak atıfta bulunmadır. Bugünkü Dev Yol “gerçeği”, uzun eylemsizlik ve doğal ki iradesizlik yıllan sonrasında, kendiliğindenliğin içselleştirilmesidir. Volontarizm kendiliğindenciliğin tersyüz edilmiş bir ifadesi olarak çok eskilerde kalmıştır. Şimdi irade, kendiliğindenliğin örgütlenmesi yönünde kullanılmaktadır. Kuşkusuz bu da bir iradeciliktir; ancak geçmişte savunulup uygulanana atıfta bulunarak yaratılmaya çalışılan devrimci örtü olarak sözü edilmektedir bugün. M. Çayan’ın iradeciliği, 3-5 kişiyle devrimci bir parti kurup savaşa başlamak biçiminde tezahür ediyordu. Bugün çağrıcılar ise, siyasal iradenin başlıca aracı olan -parti bir yana- merkezi örgütlenmeden uzak duruyor, “her devrimcinin bulunduğu yerde devrim yapmasını” öngörüyorlar.
Bir lafazanlık, reformculuk ve kendiliğindencilik örneği: “Devrim hemen şimdi”!..
“Değişim” ve “devrim” çağrıda en sık yinelenen ve en çok kullanılan iki sözcük. Bir üçüncüsü de “sosyalizm”. Moda olan birincisi, çağrıda diğer ikisinin içeriğini doldurmaktadır.
Dev Yol’un değişmesi gerektiği açıktır. Bunun üzerinde durulması gerekirken, ne 12 Eylül öncesi ne de sonrasının zaaflarından söz ediliyor. Değişim, Dev Yol’un değişmesini ancak genel ve soyut olarak kapsamak üzere, bir “mücadele” çağrısıyla (bu da bir şey, ama “mücadele”nin amacı ve içeriği olumlu değil) devrim ye sosyalizmde değişim olarak, her yerde ve her şeyde devrim, devrimde devrim olarak ortaya konuyor. Önce eskinin de gerisine gitmek üzere “değişim” fikri işlenip Dev Yolcular cesaretlendirilmeye girişiliyor (: “Sosyalistler değişmekten ve değiştirmekten çekinmedikleri ölçüde, sosyalizm gerçekleşebilecektir.”); ardından, bu “değişim”in her şeyi kapsaması, her şeyde, hem de “hemen şimdi devrim” yapılması (ya da yapmaya başlanması) önermesi geliyor. Çağrı şöyle sona eriyor:
“Sosyalizmi, devrimi, partiyi kazanmak için; DEVRİM!
“Teorimizde ve pratiğimizde; DEVRİM!
“Politikalarımızda; DEVRİM!
“Her alanda ve her düzeyde, kendimizde,
“çevremizde, işyerimizde, mahallemizde;
“DEVRİM!
” hemen şimdi.”
Ne demek bütün bunlar?
İlk olarak, “devrim”in, gerçek bir devrimin kavramsal ve pratik olarak dejenere edilmesi demek. Burada, belki “çevre”, “işyeri” ve “mahalleler” bir yana, “devrim” sözcüğünün bilinen anlamıyla, toplumsal (ya da en azından siyasal) bir altüst oluş olarak kullanılmadığı ortadadır. “Devrim”, açık ki, “değişim” ve “dönüşüm” ama “köklü değişiklik” ve “dönüşüm” yerine yazılmaktadır. “Değişim” yerine “devrim”in kullanılması, daha bir “devrimci” olmaktadır! Üstelik Gorbaçov’dan Baykal’a geniş bir yelpazenin “değişim”cilik modasına kapılmamıştık görüntüsü verilmektedir böylelikle!
İkinci ve buna bağlı olarak, bu “her alanda ve her düzeyde”, her yerde ve her şeyde “devrim” “hemen şimdi” yapılacaktır. Bu noktada, “insan hakları hemen şimdi”, “kadın hakları hemen şimdi”, “barış hemen şimdi” gibi, hümanist, feminist, pasifist, çevreci sosyal reformistlerin sınıf mücadelesi ve toplumsal dönüşümü perspektif edinmeyen, böyle bir dönüşüm ihtiyacından kopardıkları taleplerinin “hemen şimdi” gerçekleşmesine ilişkin yaklaşımlarının belirgin bir etkisi olduğu, daha başında, sorunun formüle edilişinden anlaşılabiliyor: “hemen şimdi”!
Çağrı, kuşkusuz, fabrikaların, işletmelerin vb. düzen içinde bir “devrim”le hemen sorunlarının çözülmesini’ değil, bu işe başlanmasını öngörüyor. Böylesine kaba bir reformculuk yapmıyor. Ama feministlerin de çoğu, “kadın hakları hemen şimdi” derken, hemen kadının kurtuluşunun elde edilebileceği değil, ama “şimdiden” kadının kurtuluşu için mücadele etmek gerektiği düşüncesindedir.
Doğal ki, gelecekte elde edilmesi tasarlanan hedeflere ulaşmak için bugünden bir mücadele örgütlemek gereklidir. Bunda bir yanlışlık olamaz. Sorun, bu mücadelenin devrimci mi yoksa reformcu tarzda mı yürütüleceğindedir. Çağrı, feministlerden, liberter ya da Dansçılardan bireyselliği, örgütsüzlüğü ye kendiliğindenliği de alıyor “hemen şimdi” ile birlikte ve onun bir unsuru olarak. Şöyle yazılıyor çağrıda:
“Devrim hemen şimdi!
“Çünkü şu yaşadığımız dünyaya, şu yaşadığımız düzene isyan etmeyen sosyalizmi tahayyül edemez. Asi olmayan sosyalist olamaz. Bu dünya ile barışık olan, bu düzene uyumlu olan sosyalizmi gerçekleştirme yollarını bulamaz. Devrimciler bulundukları yerlerde devrim yapmaya girişmezlerse, devrimci örgütlenmelerini de, devrimci partilerini de hiç bir zaman kazanamazlar.” Aktarmıyoruz, aynı yaklaşım, devrim ve sosyalizmi “kazanmak” için de geçerli.
Pasaj, “asi olmayan”, “uyumlu olan” bireysel tanımlamalarıyla başlayıp sonunda, örgütlü olmayan tek tek devrimcilerin, örgütlerini kazanmalarının yolu ve yöntemi olarak da, “bulunduktan yerlerde devrim yapmaya girişmeleri” önermesine geliyor. Burada, örgütsüzlüğe övgü, reformculuk, kendiliğindencilik, tümü birden yapılmaktadır.
İsyankârlık, düzen karşıtlığı kuşkusuz, olumlu ve gerekli özelliklerdir kapitalizm koşullarında. Ama devrimciyi devrimci yapan temel özelliklerin başında isyanını, mücadelesini, düzen karşıtlığını örgütlü ifade edişi gelir. Tek tek devrimciler, devrimci bireyler ne tür bir “hemen şimdi devrim” yapabileceklerdir?
Burada yine feministlere başvurulabilir onlar kadın ile erkek arasındaki özel alanda politika yapmayı, ama bunu tek tek örgütsüz yapmayı, en çok kadın grupları olarak dert dökme toplantılarında buluşmayı savunurlar. Bulunduktan yerde politika ya da “devrim” yapacaklardır! Çağrı, benzer konumdadır. Örgütsüz devrimciler, başlamak anlamında bile olsa devrim yapmaya girişebilirler mi? Girişebilecekleri, ancak, o “sosyalist olma”nın indirgendiği “asilik”, “isyankârlık” olabilir. Ama anarşistlerden, liberterler ya da feministlerden “isyankârı” var mı? Onlar düzenin var ettiği hoşnutsuzluğu bireysel olarak dışa vuruyorlar, ama bunun devrim ya da devrim yapmaya girişmekle bir ilgisi olmuyor. Devrim, “isyan”a indirgenerek yine dejenere edilmiştir çağrıda. İsyan vardır, isyan vardır.
Tek tek devrimciler “bulundukları yerlerde” örneğin fabrikalarda ne yapacaklardır? Denebilir ki, sınıfı örgütleyeceklerdir. Peki, nasıl ve nerede? Kendileri siyasal bir örgütün militanı olmayan devrimcilerin, ne ekonomik mücadele alanının dışından verilebilecek siyasal bilinci, sınıf bilincini götürme ne “bilinçlendirilmiş” işçileri siyasal bir örgüt içinde örgütleme (çünkü böyle bir örgüt yoktur) ve ne de tek başlarına siyasal bir eylemlilik var etme yetenekleri olamayacaktır. Böyle devrimcilerin siyasal bir mücadele olan devrim mücadelesini değil örgütleme, böyle bir mücadele içinde yer alma şansları bile olmayacaktır. Siyasal mücadele, çünkü örgütlü mücadeledir ve örgütlü olarak yürütülebilir. Onlar, örneğin bir fabrikada, ancak, sınıfın kendiliğinden zaten yürütmekte olduğu mücadele içinde yer alabilir ve belirli reformlar uğruna bir mücadele yürütebilirler. Burada yapılabilecek bir devrim yoktur ve olamaz. Sözü edilebilecek bir “devrim”, ancak, emekçi kitlelerle ilişki kurmasını bilmeyen unsurların bunu öğrenmeleri olabilir ki, bu da, ancak kendiliğinden bir zeminde gerçekleşebileceği için devrimci bir öğrenim olmayacaktır.
Üçüncü ve ikinciye bağlı olarak, “devrimcilerin bulunduktan yerde” “hemen devrim”, örgütsüzlüğün zaten koşullandırdığı kendiliğindencilik demektir ki bu çağrıda “devrimci taktik” adına ileri sürülmektedir
“Söylemeye çalıştığımız, aslında, kendiliğinden mücadeleleri iktidara yönelik politik mücadelelere dönüştürme taktiğinden başka bir şey değildir.”
Ekonomik ya da burjuva siyaseti yapılan kendiliğinden mücadele siyasal mücadeleye dönüştürülemez, ekonomik mücadeleye siyasal nitelik kazandırılamaz; kazandırılabilecek siyasal nitelik, onda şöyle ya da böyle zaten içerilmiş olan burjuva karakterde olabilir ki bu durumda da kendiliğindenlik kendiliğindenine olarak kalır. Lenin, Martinov’un ekonomizmini eleştirirken, “o tumturaklı ‘ekonomik mücadelenin kendisine siyasal nitelik kazandırmak’ sözleri, ‘son derece’ derin ve devrimci görünümü altında, gerçekte, sosyal demokrat politikayı sendikacı politika düzeyine indirme geleneksel eğilimini gizlemektedir” (Ne Yapmak) der.
Siyasal işçi hareketi, ekonomik ya da kendiliğinden mücadelenin dönüştürülmesi yoluyla yaratılamaz; tamamen farklı bir içeriktedir, siyasi gerçeklerin açıklanması ve işçilerin sınıf bilincine varacak şekilde eğitilmelerine bağlı olarak, işçiler ve onların kendiliğinden hareketi içinde yer alıp çalışan militanlarca ama ancak ayrıca ve bağımsız sınıf hareketi olarak örgütlenebilir. Talepleri, içeriği, örgütü, hedefi vb. farklıdır. Ve kendiliğinden hareketin politik harekete dönüştürülmesinin savunulması kendiliğindenciliğin ta kendisidir. Ve zaten tek tek örgütsüz devrimciler “bulunduktan yerlerde” kendi başlarına ancak bunu yapabilirler. Ama burada kendiliğindenciliğin yanı sıra koyu bir reformculuk içinde bulunacaklardır. Çünkü politika olarak ancak ve yalnızca burjuva politikası (sendikal politika, hükümete karşı politika vb.) yapabileceklerdir. Üstelik bunu sosyalizm adına, “bulundukları yerleri” devrimcileştirmek adına yapacaklar, böyle sanacaklardır.
Dördüncü olarak, “devrim hemen şimdi” Dev Yolun teori ve politikasında, çağrıda da belirtildiği üzere, “devrim”, yani köklü değişiklikler anlamındadır. Ve bundan doğalı yoktur. “Dünya ve Türkiye’de köklü değişiklikler ve yeni olgular”dan söz açmanın dolaysız sonucu bu olmak durumundadır.
Eskiden savunulan şu şu görüşlerin doğru olduğu belirtilmektedir. Savunulmuş olan çeşidi görüşlerin doğruluğuna “bulundukları yerlerde” “devrim” yapacak olan bireylerin söyleyecek şeyleri olması açısından, ihtiyaç vardır. Ama yine de Dev Yol’un “değişim”e, demokratizme ayak uydurması gerekiyor. Bu açıdan teori ve politikalarında “devrim”in zorunlu olduğu düşünülüyor. Ve aslında geçmişteki “direniş komiteleri” gibi somut politikalarının dışında pek de doğru bir teorik-politik yaklaşımlarının olmadığını yine kendileri beyan ediyorlar: “Her şeyden önce, hiçbir şey bilmesek bile, istediğimiz sosyalizmin nasıl bir sosyalizm olmaması gerektiğini, devrimin nasıl bir devrim olmaması gerektiğini, partinin nasıl bir parti olmaması gerektiğini biliyoruz.”
Ve
“(…) sosyalizm-devrim-parti teorisini bir bütün olarak yeniden üretmeye girişmek” gereği üzerine yazıyorlar.
“Anti”cilik bu kadar olur. Sosyalizm, devrim ve partinin nasıl olmaması gerektiğini biliyorlarmış! Nasıl biliyorlar? Malum mu oluyor? Bir şeyin doğrusuyla yanlışının biramda bilinebileceği, şeylerin ancak bütünlükleri ve çeşidi bağlamdan içinde kavranabileceği açıktır. Ama çağrı, yanlışlıklara karar vermiş ve bu zeminde doğrular arıyor -bir yol çizildiği ortada. Yanlışlıklar doğru olarak yeniden üretilecek! Hiç olmazsa, bu “yeniden üretim süreci” içinde “doğrulara” varıldıkça ve yanlışlıklar anlaşıldıkça onlar reddedilse!
Çağrıya egemen olan dar pratikçi kendiliğindenci anlayıştır. Çağrı, yanlışlıklara, “sosyalizmin 70 yıllık pratiği”ne bakarak karar veriyor, “anticilik” de buradan kaynaklanıyor. Dev Yol çağrısına damgasını vuran anti Stalinizm’dir:
“(…) devrimle kurulan proletarya diktatörlüğünün yerini proletarya üzerinde bir diktatörlüğün almaması için, bu devrim sürecinde emekçilerin kendi üzerlerinde hiçbir diktatörlüğe izin vermeyecekleri bir bilinç edinmelerinin de unutulmaması gerekiyor. Yetmiş beş yıllık yol bize bu dersi öğretiyor. Bu dersin gereklerini ne zaman yerine getireceğiz? (…) Hemen şimdi! Bugünden atacağımız ilk adımlar son adımlarımızı belirleyecektir. Bugün nasıl başlarsak yarın öyle bitiririz. Bu nedenle, hayatın her alanında ve her düzeyinde, stratejimizde-taktiğimizde, asgari-azami programlarımızda, sözün-yetkinin-kararın yani iktidarın emekçilerin eline nasıl geçeceği kaygısı yatmalıdır” ve
“Teorimizin özü, sözün-yetkinin-kararın yani iktidarın emekçilerde olduğu bir düzendir.”
Başlarken söylemiştik. Lenin ve Stalin’le Kruşçev ve Brejnev ve hatta Gorbaçov arasında yapılmış bir ayrım yoktur. Çağrının ne düşündüğünün ötesinde sosyalist pratikten çıkarılan dersin asıl nesnesinin gerçek sosyalist pratik olduğu açıktır. Sosyalizme sahip çıkılıp revizyonizm yadsınmadığına göre, en azından sosyalizmin de hedef alındığı ve Troçkjzmin etkisiyle asıl saldırının Stalin ve onun sözde “bürokratik” diktatörlüğüne yöneltildiği kolaylıkla söylenebilir. Proletarya üzerinde bir diktatörlüğe dönen “Stalin’in diktatörlüğü” olmalıdır. O yaşandığı gibi olmamasının bilindiği söylenen parti de özellikle Stalin’in Bolşevik Partisi ve onun tarafından zenginleştirilen parti öğretişidir. Devrim de, yine onun tarafından “emekçilere kendi öz-deneyimleriyle benimseyebilecekleri bir toplumsal sistem” olarak sosyalizmi geliştiremediğinden olumsuzlanmaktadır. Sonuçta Leninizm’in (ve Stalinizmin) karşısına teorinin yeniden üretimi gereğiyle çıkılmaktadır. Bu teorinin özü de aslında bugünden belirlenmiştin “sözün, yetkinin ve kararın, yani iktidarın emekçilerde olacağı bir düzen”! Çünkü Lenin ve Stalin zamanında söz-yetki-karar ve iktidar “bürokratlar”ın elindeydi! Şimdi, çok yönlü olarak “nasıl olmaması gerektiği” ve “özü” bilinen anti-Stalinist ve kuşkusuz anti-Leninist teorik üretime girişilecektir. Yaklaşım, açık ve bellidir.
Beşinci ve bir öncekine bağlı olarak, “söz-yetki-kararın, yani iktidarın emekçilerde olduğu bir düzen” “teori” ya da tezi, hareket noktası ile birlikte ele alındığında, tamamıyla, kendiliğindenliğin önünde diz çöküşü ve kitle kuyrukçuluğunu ifade etmektedir.
Proletaryanın yerine ısrarla “emekçiler” sözcüğünün kullanılmasını bir yana bırakıyoruz. “Söz-yetki-kararın, yani iktidarın emekçilerin elinde” olması gerektiği tezi neye ve kime karşı ileri sürülmektedir? Burjuvaziye ve burjuva (ve onun bir biçimi olan revizyonist) diktatörlüğe karşı olmadığı ortada. Bu “ders”, “75 yıllık yol”un öğretisi olarak alınmıştır. Lenin ve Stalin’in mahkumiyeti üzerine kuruludur. Sorun, “proletarya diktatörlüğünün yerini proletarya üzerinde bir diktatörlüğün almaması”dır; çünkü “75 yılda” bu “yaşanmış, “sosyalizm, emekçilere benimseyebilecekleri bir toplumsal sistem olarak sunulamamıştır”! “Stalin bürokrasisi” bir “parti diktatörlüğü” kurarak emekçilerin üzerine çullanmıştır iddiaya göre.
Hayır, emekçilerin burjuvazi ile olan ilişkileri değil, öncüsüyle olan ilişkisini konu edinmektedir söz konusu tez. Çağrının bütünündeki olanca diyalektik laf oyunlarına rağmen, tam gerekli olduğunda, diyalektik bir yana bırakılarak, öncü ile emekçiler ya da kitle arasındaki ilişki, emekçiler ya da kitlenin mutlaklaştırılmasıyla tek yanlı olarak alınmıştır. Çağrıya göre, “proletarya diktatörlüğünün yerini proletarya üzerinde bir diktatörlüğün alması”nın “müsebbibi”, “yetki-söz-karan yani iktidarı” kendi elinde toplayan “öncü”dür, partidir; oysa tersine, iktidarı elinde toplayacak olan emekçiler yani kitle olmalıdır! Öncü ile kitle arasındaki ilişkinin dejenerasyonu üzerine kurulu bu tez “teorinin özünü oluşturacaktır”!
Örgütsüzlük yüceltisinin de temel bir yönü ve nedenini sağlamak üzere, sosyalizmin ve genel olarak devrimci gelişmenin garantisini öncüsü karşısında kitlede arayan bu tez, devrim ve sosyalizmi olanaksızlaştıran bir kendiliğindenciliğe işaret etmektedir.
Partisinin, öncüsünün yönlendiriciliği olmadan ve onun karşısında “yetki-söz-kararın yani iktidarın emekçilerde olması” imkânsızdır; bu tez hayata geçirilerek, emekçiler (gerçekte proletarya) ne iktidar mücadelesi yürütebilir ne iktidarı alabilir ve ne de elinde tutabilir. Öncüsünün yönlendiriciliği olmadan “emekçilerin” siyasal örgütlenmesi ve mücadelesi, iktidara yönelmesi değil, ancak kendiliğinden eylemler gerçekleştirebilmesi mümkündür ve kendiliğinden ise devrim değil ancak reformlar olanaklıdır. Proletarya diktatörlüğüne gelince, o, sınıfın, partisi aracılığıyla, onun yönlendiriciliği ve yönetimi altında diktatörlüğü olarak kurulup gerçekleşebilir. Parti, sınıfın öncüsü olması yanında parçasıdır da. Sorun somut olarak ele alındığında, şart olan, partinin, proletaryanın gerçek ve adına layık öncüsü olmasıdır, yoksa öncüsü karşısında sınıfın (emekçilerin) sosyalizmin garantisi varsayılması değil. Öncüsü ile sınıfı birbiri karşısına koymaya ve böyle göstermeye çalışmak saçmadır. Diktatörlüğünü, proletarya ancak öncüsüyle birlikte, onun yönetiminde gerçekleştirebilir ve parti de ancak sınıfıyla kopmaz bağlarla bağlı Leninist bir partiyse buna araçlık edebilir. Öncüsü karşısında “emekçilerin proletarya diktatörlüğünün hayatiyetinin garantisi olduğu ve olacağı iddiası, sosyalizmi ve proletarya diktatörlüğünü bir kendiliğindenlik sureci olarak anlamak ve “sosyalizmin nesnel yasaların zorunlu sonucu” olduğunu reddeden tüm o volontarizm edebiyatının kendiliğindenciliğin tersyüz edilişi üzerine kurulu olduğunu bir kez daha ortaya koymaktır.
Önümüzdeki sayı, “Dev İşçi” ile devam edeceğiz.
Ağustos 1991