Haberler-Mektuplar

Temmuz ayının önemli olaylarından biri Özal’ların sevgili dostu, telefon sırdaşı Bush’un “ikinci evi”ni, “arka bahçesi”ni ziyaret etmesiydi. Güdümlü basın ve çevreler, hemen görevlerini ifaya soyundular. Ziyaretin tarihi misyonu üzerine ayrıntılı tartışmalar başladı; geçmişte kaç ABD başkanının hangi dönemlerde ülkemize geldiğinin bilânçosu çıkarıldı. Son Bush ziyaretinin Batı camiasına girmemizdeki rolü ve önemi vurgulandı. Bush’un geçeceği yerler ve yollar, aylar öncesinden kontrol altına alınmış, verilecek ziyafetler, lütfedip, sarf edeceği her sözün, açacağı her konunun alternatifi hazırlanmıştı. Ziyarete şaşaa ve gizem katmak için de adaklar sunulmalıydı, efendimize… Ankara ve İstanbul’daki infazlarda 15’e yakın devrimci ilahlara kurban ediliyordu… Ve ne büyük incelikti ki, sevgili Bush hazretlerinin hacetini kendi usulünce halletmesi için tarihi Dolmabahçe sarayının alaturka tuvaleti alafrangaya çevrilmişti. Olur, da Bush hazretleri Türkiye’nin açmaz ve çelişkileri karşısında sıkışırsa, hiç olmazsa o esnada rahat etsin ki, şu gaileli sorunlara bir çözüm bulu-versindi!
Derken Bush hazretleri teşrif ettiler. Tarihi bir andı, şanına yakışır bir şekilde, her hareketi TV’den naklen yayınlanmalıydı. O da ne? Sanki iki “egemen devlet”in en yüksek makamları resmi görüşmelerde bulunmak için bir araya gelmemişler de, senyör ve tebaasını ziyaretiyle onurlandıran kralın mağrur ve azametli davranışlarıyla çağdaş bir imparator, sömürgelerini denetimiyle şereflendiriyor! O imparator ki, son Körfez savaşında 200 bin Iraklı sivilin kanlısı, dünya halklarının ve proletaryasının can düşmanı…
Ziyaret öncesi Özal’ın açıklamalarında ABD ile bundan böyle “eşit” bir ilişkinin yerleşeceği vurgulanmıştı. Her halde Özal’ların ABD ziyaretlerinde aynı yaklaşım vardı ki, övüne-geldiğimiz konukseverliğimizin incelikleriyle karşılık verilsin, onlara ne kadarı önem verdiğimizi dünya âlem görsündü! Varsın Özal’ların ABD gezilerinin faturalan ellerine tutuşturulsundu! Bu amaçla Bush’un geçeceği yollar trafiğe kapatıldı, Boğaz’da deniz trafiği 5 saat durduruldu. İşler bununla da kalmadı. Güvenlik kaygısıyla ”eşit ve egemen” devletin merasim taburunu Bush’un yanı sıra gorilleri de denetledi. Devletin resmi bandosundaki alet ve çalgılar, Bush’un korumaları tarafından arandı, bu da yetmedi, TC Başbakanı Bush’un korumalarınca iteklenip tartaklandı.
Ey tarih! Sen nelere kadir olmadın ki! Sınırlı da olsa, mazisinde ilk anti-emperyalist savaşı kazanmanın şan ve bayrağını taşıyan bir halk, kendini sömürge edinmek isteyenleri, 70 yıl sonra bugün, dünya halklarının önünde diz çökerek karşılamak zorunda bırakılıyor. Emperyalizmin yardakçıları, efendilerine sundukları uşaklığın büyüklüğünü övünç ve onur vesilesi yapıyorlar!
Bu ne acı dönemdir ki, mazisinde nice yiğit evlatlarıyla anti-emperyalist mücadelelerde Yanki’leri Dolmabahçe’de denize döken bir gençlik ve halk, Yanki’lerin başının utanç verici uşaklık gösterileriyle Dolmabahçe’de ağırlanmasını “sükûnetle” seyre zorlanıyor ve anti-emperyalist protestonun bayrağını dincilere kaptırıyor!
Ve tarih, sen şunlara da tanıksın ki, her alçalmanın, boyun eğmenin, onursuzluğun bir haddi hududu vardır. İşlenen suçlar cezasız kalmaz Öyle dönemler gelir ki, bugün susturulan halklar ayağa kalkar ve geçmişin hesabını sorar. İşte 1789 Fransız, 1917 Bolşevik devrimleri! İşte yakın geçmişimizin anti-emperyalist eylemleri. Herkes kendi ekliğini biçer, herkes kendi geleceğini hazırlar. Ve yakındır bazılarının tuvalete bile yetişemeyeceği günler!

Sonar anketi:
Dalgalanmaya Devam

SONAR’ın 24 Temmuz tarihli Milliyet’te yayınlanan son kamuoyu yoklaması yine kafaları karıştırdı.
Emekçi kitlelerin kafaları öteden beri bozuk ve karışık, anket sonuçları zaten bunu yansıtıyor. Ancak anketler, egemenlerimiz ve partilerinin de kafalarını karıştırıp yönelim ve taktiklerini etkiliyor.
Oy dalgalanmaları enteresanın da ötesinde (yüzdeleriyle):

SONAR     Ekim 1990     Temmuz 1991
ANAP        22,9        16,8
SHP        18,8        27
DYP        23        25,1
DSP        21        15
Partilerin oylarına kararsızların oyu da, oransal olarak dağıtılmış durumda burada. Kararsızlık oranı ise, % 14,8. Aslında SHP 21,8, DYP 20,3, ANAP 13,6 puana sahip.
Ancak kuşkusuz, kararsızlık ya da burjuva partilerden uzaklık ve kopma oranı 14,8’den ibaret varsayılamaz. SHP, örneğin, 9 ayda, 18,8’den 27’ye 8 puan birden yükselerek 4. partilikten 1. partiliğe terfi ediyor. (İnönü ya da parti içi kargaşa SHP’ye oy kazandırmış olmalı!) ANAP, 22,9’dan 6 puan kaybederek 16,8’e ve ikincilikten üçüncülüğe; uzun süredir puan kazanan DSP ise, 21’den, yine 6 puan kayıpla 15’e,üçüncülükten dördüncülüğe düşüyor. Hiç bir parti, yaklaşık olarak olsun, yerinde duramıyor. Zeminleri olağanüstü kaygan. Kitlelerin kararsızlık ve burjuva partiler karşısında kayıtsızlığının asıl göstergesi, bu olağanüstü dalgalanma. Bu dalgalanma bir şeyi daha gösteriyor: burjuva partilerin “yok aslında birbirinden farkları”! Farklılıklar küçük ayrıntılarda ve bu ayrıntılarla emekçiler, -henüz burjuva siyaseti aşamadıklarından- birinden ötekine ortalığı dalgalandırıyorlar.


DOĞU AVRUPA’DAN NAĞMELER

Polonya’da işçiler, Jaruzelsky yönetimine, askeri faşist diktatörlüğünün özgürlüksüzlük ve sömürü düzenine karşı uzun yıllar mücadele etmişlerdi. Diğer Doğu Avrupa ülkelerinde olduğu gibi, kitlelerin hareketlenmesiyle birlikte Polonya’da da, revizyonist rejim çatırdamış ve yıkılmıştı. Ne var ki, işçi sınıfı ve emekçilerin haklı mücadelesi, emperyalizm ve ajanları, yerli işbirlikçileri tarafından kapitalizm ve burjuvazinin çıkarları yönünde çarpıtılmıştı. Dayanışma sendikası, bu hareketin başını çekti. Lenin tersanesi işçileri, grev yaparken, iktidardan pay kapmak için Jaruzelsky ile uzlaşma yollarına da başvurdu.
Emperyalizmin ajanı Walesa, “baba”, işçi lideri pozları takınıyordu, işçiler ayaklanmışken. Yasaları hiçe sayan, süngü zoruna boyun eğmeyen işçileri o vakitler de bir yandan dinciliğe, milliyetçiliğe teşvik ediyor diğer yandan da uzlaşmaya çağırıyordu.
O şimdi başkan… Hem “devlet başkanı hem de silahlı kuvvetlerin başkomutanı”. Bu kez yasaları çiğneyerek grev yapan işçilere emirler yağdırıyor. Ve “anarşi” diyor işçilerin hareketine. “Polonya’yı tehdit eden her türlü hareketi engellemek için her türlü yola ve güce başvuracağım. Bunu açık seçik belirtmek isterim. Kesinlikle şantaj yapmıyorum. Sokağa dökülmeyin” diye işçilere gözdağı vermeye çalışan Walesa’nın sosyalizm ve işçi düşmanı yüzünü Polonya işçileri er ya da geç görmekte güçlük çekmeyeceklerdir. Walesa şimdi “yeni yüzü” ile…
Rusya’da da durum pek parlak değil. Ekonomi batakta. Ekonomiyi kurtarmak için Gorbaçov, G-7 Zirvesi’ne dilenmeye gitti. Batılı emperyalistlerden af diledi. Sosyalizmin kuruluşundan ölürü pişmanlığını dile getirdi. Dünya Bankası ve IMF üyeliğini, ekonomik ve siyasi reformların Batılı emperyalistlerce yakından izlenmesi ve denetlenmesi karşılığında elde eden Gorbaçov, hızla ülkesine dönerek kollan sıvadı. Revizyonist SBKP’nin adındaki, program ve tüzüğündeki biçimsel son “komünist” kalıntıları da silmek için Merkez Komitesi’ne, partinin kimlik değiştirmesini önerdi. “Marksizm Leninizm’in artık eskidiğini, gelişmeler ve çağ karşısında sosyal demokrat bir parti olunması gerektiği”ni savundu. Kendisini en çok destekleyenlerin başında Otto Latsis geliyor. “Lenin de sosyal demokrattı” diyerek SBKP’nin sosyal demokrat bir partiye dönüşmesi fikrinin anormal olmadığım söylemeye kadar ipin ucunu kaçırdı. Ama bu da Gorbaçov’u kurtarmaya yetmedi. Partinin adında bile olsa “komünist” biçimsel kalıntıların varlığını korumaya devamından yarar umanlardan çekindiği için, partinin kimlik “değişimi”ni şimdilik erteledi. Ertelemeler, taktik ve manevralar, Gorbaçov’u daha ne kadar kurtaracak belli değil. Zaten iktidar sallantıda olduğu için Batılı emperyalistler dikkatli davranıyorlar. Bir yandan Gorbaçov’a istediği parayı vermezken, bir yandan da alternatif arıyorlar.
Alternatif Yeltsin mi? O, Gorbaçov’dan çok daha hızlı. Ama “muhafazakârlar” da var. Şimdilik bir “tartışma” ve çatışmadır sürüp gidiyor.


Avustralya’dan: Enternasyonalizm ruhu coşturulmalı

Etiyopya Devrimi ve bu devrime karşı tutum, yeryüzünde gerçek devrimci, demokrat ve sosyalistlerle, demokrat, devrimci ve sosyalist geçinen düzenbazları net bir çizgiyle ayırt edeceğe benziyor. Şah monarşisinin yıkılması bile devrimciler tarafından coşkuyla karşılanmıştı. Oysa Etiyopya Devrimi ne Iran Devrimidir ne de Nikaragua Devrimi. Etiyopya Devrimi tarihsel bir öneme sahip. Sosyalist ülkelerin revizyonist hainler tarafından yıkılmasıyla tüm dünyada burjuvazinin sevinçten göbek attığı ve “ML ideolojinin, sosyalizmin öldüğü’nü dünyaya davul çalarak duyurduğu bir zamanda başarılması, bu devrimin önemini daha da artırıyor. Bu devrim, dünyanın tüm Marksistleri, devrimcileri, işçi sınıfı ve ezilen halklar için büyük bir başarı, büyük bir zaferdir. Bu devrimin devam ettirilip yaşatılması da tüm bu güçler için zorlu bir sınav olacaktır.
Yüreğinde zerre kadar halk sevgisi olan, emeğe ve emekçi yığınlara zerre kadar saygı duyan, zerre kadar sömürü ve zulme nefret besleyen insanları, günümüzde Etiyopya halklarının devrime yürüyüşü kadar ne coşturabilir. Hangi olay, emperyalist-revizyonist koronun emek dünyasına karşı topyekun başlattığı hakaret, küfür ve zorbalık ortamında insanlara bu kadar derin bir nefes aldırabilir. Ve hangi olay, devrimcileri, işçi sınıfını ve ezilen halkları bu denli sevince boğabilir?
Gerçek devrimci ve sosyalistler, Etiyopya halklarının zaferini kendi zaferleri olarak kabul edip coşuyor, bayram ediyorlar. Kurtuluş ve Demokrat gibi türler ise, en iyi ihtimalle devrime dudak büküyorlar. Büksünler! Gerçek Marksistler, devrimci ve sosyalistler, enternasyonalizmin gereğini yerine getirecektir.
Avustralya’daki TDKP taraftarları dağıttıkları bir bildiriyle Etiyopya Devrimi’ni selamlayıp EDDH Cephesine bir kutlama mesajı gönderdiler.
Mehmet SARI


Almanya: Mülkiyet paylaşılamıyor

Birleşmenin sancıları sürüyor. Bir yanda karmaşa, bir yanda emekçiler için işsizlik ve hayat pahalılığı… Yabancılar için sınır dışı edilme tehlikesi, faşizmin yeniden hortlatılmaya çalışılması…
Güldürü denebilecek türden şeyler de yaşanıyor Almanya’da: “mülkiyet kavgası”. Doğu Almanya’da halkın en büyük sıkıntılarından biri, bir kâbus haline gelmiş olan, oturduktan evlerin (satın alınmış veya kiralanmış olsun fark etmeden) eski sahiplerinin bir gün kapıyı çalarak kendilerini kapı dışarı etmesi. Hans Modrow döneminde çıkarılan bir yasayla, oturdukları evleri çok ucuza satın alan Doğu Almanyalılar yerlerinden oluyorlar. Evlerin 3-4 kuşak sahipleri birbirlerine karşı savaşıyorlar. İlk sevinenler Batı Almanyalılar oluyor. Bir zamanlar sosyalistlerden kaçtıkları için terk ettikleri ya da kamulaştırılarak işçilere tahsis edilen evlerini geri alma sevincini tam yaşayacakken, hevesleri kursaklarında kalıyor. Nazi artıkları çıkageliyor, “bu ev bizimdir” diyerek. Ama bu sefer de Nazi zulmünden kaçan Yahudilerin torunları geliyor, bir karmaşadır sürüyor. Sahiplenen sahiplenene… Olan Doğu Alman işçilerine oluyor. Onlar, işsizlik ve hayat pahalılığının yapında bir de evsizlikle karşı karşıya kalıyorlar. Önce birleşmenin, ardından Körfez krizinin yükü, işsizlikle birleşip yine emekçilerin sırtına yıkılıyor Almanya’da. Hükümet 1 Temmuz’da ücret ve gelir vergilerini yükselterek, benzin, kalorifer yakıtı, gaz ve sigorta vergilerine zam yaparak, işçilere karşı yeni bir saldırıya geçti. Son uygulamalar, 1992’den itibaren başlayacak olan Avrupa iç pazarında liderliği kapmak için. Alman emperyalizmi bunun faturasını, işçilere ve emekçilere çıkarıyor. Özgürlük, demokrasi vb. vaatlerle eski Doğu Almanya’daki halkı kandırmaya çalışan Alman emperyalizminin yalanları da bir bir açığa çıkıyor. Kitlesel işsizlik katlanarak artıyor, önümüzdeki günlerde özelleştirmeler vb. uygulamalarla Doğu Almanya’da 1.5 milyon işçi işini kaybedecek. Gün geçtikçe Batı Almanya’da da çoğu işyerinin kapatılması veya kısa sürelerle çalışma planlan yapılıyor. On binlerce yabancı sığınmacı ve işçi kapı dışarı edilecek. Yeni “Yabancılar Yasası” saldırının bir parçası. Hoşnutsuzluğu boğmanın planlan da yürütülüyor. Neo-Nazizm devlet eliyle büyütülüp güçlendiriliyor. Ve Neo-Naziler saldırmaya başlıyorlar.
Önümüzdeki dönem Almanya’da işçi sınıfı için çetin günlerin yaşanacağı bir dönem olacak. İşsizlik, hayat pahallılığı, gittikçe kötüleşen yaşam koşulları, yabancı düşmanlığı ve faşizm tehlikesi. Alman emperyalizmi ve gericiliğini durduracak olan, Doğulusu ve Batılısıyla Alman işçi sınıfının, yabancı işçi ve sığınmacılarla dayanışması ve mücadelesidir.

SHP Mücadele Ediyor
SHP, bir dizi Olağanüstü Kurultay’dan sonra, en son 3. Olağan Kurultay’ını topladı. Kurultay Öncesi dişe diş bir çatışma ve “taktik savaşı” yaşandı. Doğrusu, gürültü ANAP Kongresini aratmıyordu.
Çok sayıda grup ve hizip birbirinin boğazına sarılmaktaydı, ama parti içi iktidarı ele geçirme mücadelesinde başlıca iki ana grup olarak bölünülmüştü. “Yenilikçiler”, “3. Dünyacılar”, “Topuzcular”, “Merkezciler” vb. İnönü’yü destekliyor; Baykal’sa daha homojen bir grubun, “Yeni Sol”un başında bulunuyor ve bazı küskünlerden destek alıyordu. Aydın Gürkan gibi “hem nalına hem mıhına” vuranlar da vardı. Mübalağa cenk olundu.
Taraflar ve reisleri, SHP’yi yalnızca kendilerinin “iktidara taşıyabilecekleri” iddiasındaydılar. Baykal, İnönü için, “SHP’ye yazık etti”, “partiyi küçülttü” derken, İnönü karşılık veriyordu: “küçülmenin müsebbibi, 2. genel merkezi kuranlar, hizipçilik yapanlardır”, “hem zaten pek küçülmedik”.
Özellikle İl Kongrelerinde “kimin eli kimin cebinde”ydi belli olmadı. Küçük gruplar birbirlerine kazık atarak, yeni ittifaklarla, eskiden kara dediklerini beyazlaştırarak birbirleriyle savaştılar, Ama sonunda Baykal’ın “partiyi ve Türkiye’yi kurtarmak için uzlaşma” önerisiyle uygulamaya çalıştığı İnönü’yü çekilmeye zorlama taktiği tutmadı. İnönü, Baykal’ın kendisine bir “altın tabak içinde” sunduğu cumhurbaşkanlığını kabul etmeyerek ne denli özverili olduğunu ortaya koydu. Parti başkanlığını seviyordu ve kendisinin aldatılmaya çalışılmakta olduğu zehabına kapıldı. Hatta Baykal taktiğini “çocukça” bulduğunu bile açıkladı. Esas kuşkusu, Baykal’ın memleketi emperyalistlere kiraya verebileceğine ilişkindi. Birdenbire “bağımsızlıkçı”lığı tuttu. Bush’a “stratejik ilişkiler”den memnuniyetini belirttikten sonra, memleketin kiralanabileceği endişesiyle Cumhurbaşkanlığını bile reddetti. Bir de Baykal’ın gençliğini çekemiyordu. Kendisi “ayağına blue-jeans çekip Mesut’la kırda” gezemezdi ki. ANAP’la uzlaşılmasından kuşkulandı kendisi başkan olmazsa. O hiç uzlaşmazdı!
Sonunda Baykal’la aralarında bir düşünce farkı olmadığım söylediyse de, bu kibarlığından olmalıydı. Başkanlık yarışının, salt çoğunluğun sağlanamamasıyla üçüncü tura sarkmasına da kibarca kayıtsız kaldı ve başkanlığı kazandı. Memleket kurtulmuştu!
Devletimizin iki güçlü savunucusundan ancak biri kazanacaktı.
Düzenin pespaye koruyuculuğu yansım şimdilik “Paşa’nın oğlu” kazandı. Artık mücadele emperyalizme karşı “yürütülecek”!


Geriye Gitmenin Sınırı Yok

Geniş kesimlerde inandırıcılığı olmasa da, adı üzerinde “komünist” yaftası taşıyan çeşitli “ünlü” kişiler eliyle komünizmin teşhir edilmesi yaşadığımız günlerde hayli revaçta. Burjuvazi, hiç bir zaman komünist olmamış, ama kamuoyunda “eski komünistler” olarak bilinen isimleri basına ve TV’ye çıkararak “Türk gençliğine” ibret olsun diye konuşturuyor. Bu anlamda Şemsi Özkan’ın TV’ye çıkarılıp konuşturulması ile H. Kutlu’nun konuşturulması arasında özde bir farklılık yok. H. Kutlu burjuvaziye daha da yaranmak için seve seve bu oyunu kabul ediyor ve burjuvazi de büyük bir sevecenlikle bu uysal başı okşuyor ve kolundan kaptığı gibi onu TV’ye ve gazete saflarına çıkarıyor.
Geçmişte bütün oportünistlerin ve TKP’nin sıkılganlıkla ve dikkatli bir örtü allında savunduğu fikirler, artık Kutlu tarafından büyük bir açıklıkla ve utanmazlıkla savunuluyor. Ve Kutlu konuştukça geriye, daha çok geriye gidiyor. Burjuvazi şefkatli kollarıyla TBKP’yi ve “önderlerini” sararken sonu kestirilemeyen bir bataklığın en deren yerine çekiyor. Kutlu’nun şimdilik vardığı noktayı görmek için 7 Temmuz tarihli Cumhuriyet gazetesinde söylediklerini okumak sanırız ilginç olmuştur.
Kutlu geçmişteki günahlarının affı için neler söylemiyor ki! Kuşkusuz savunulan fikirleri eleştirecek değiliz. Ama yine de söylenenleri şöyle bir özetlemekte yarar var: “Geçmişte bir sınıfın bakış açısıyla dünyaya baktık, ama artık burjuvazinin ve işçinin cephesinden ortak bir bakışa sahip olmalıyız. (Küresel bakış diyor adına). Marksizm’in çoğu öngörüleri yanlış çıkmıştır, diğerleri de yaşadığımız barış çağında geçersiz olmuştur. Dünya çok, ama çok değişti; barış çağında, bilimsel-teknolojik devrim çağındayız. Artı-değer birçok sektörde ortadan kalktı. Elbette bazı kötülükler var ama bunlar, eskinin kültürsüzlüğünün mirası olarak vardır. Kuşkusuz sağda solda sömürü var ama buna bir devrimle değil “ahlaki açıdan” karşı çıkmak lazım. Sorunlar sınıf mücadelesi ve zora dayanan devrimle değil, “her sınıftan çağdaşlaşmış insanlar eliyle” çözülecek. Bunun için de insanları kültürel olarak eğitmek, kötülüklerden sakınmalarını sağlamak gerek.
Evet, üstat tamı tamına bunları söylüyor. Eksiği var fazlası yok. Kendi “Kutlu’muzu” görünce, Leningrad’ın Petrograd olmasına, Arnavutların “Baba Bush” diye bağırmasına şaşırmıyoruz. Bir kez geriye gidildi mi, nerede durulacağı belli olmaz. Geriye gitmenin sınır yok!
Tam da bu sırada TBKP kapatılınca, bir arabesk şarkının yürek parçalayıcı nağmelerini duyar gibi olu yor insan: “Yine de kimseye yaranamadım!”


Paşabahçe’de işçi işgali

Sermayenin saldırısı devam ediyor. Yine işçi kıyımı. Ve direniş. Sınıf mücadeleyi sürdürüyor…
Burjuvazi aşırı kar amacıyla işçi kıyımına Paşabahçe’yi de ekledi. Ama bu kez, işçiler kararlı…
26 Temmuz’da Paşabahçe Şişe-Cam’da 587 işçi ve 52 memurun işlerine son verildi. 1935’te kurulan fabrikanın tarihinde ilk kez bu denli büyük kıyım yaşanıyor. Üstelik sendikayla TİS görüşmelerinde “fabrika kapanması dışında tenkisat olmayacak” mutabakatına varıldığı halde.
Paşabahçe işçileri bu durumu kabullenmiş değil. Alılan işçilerle beraber bütün Paşabahçe işçisi 6 gündür direnişte. 2700 işçi fabrikayı terk etmiyor. İşçi aileleri, kadınlar ve çocuklar, Beykoz halkı bu direnişe destek oluyor. 29 Temmuz’da Paşabahçe işçisinin direnişi halkın birleşik bir gösterisine dönüşüyor. İşçiler fabrika içinde “İşçi Kıyımına Son”, “Yaşasın işçilerin Birliği”, “İşçiyiz, Haklıyız, Kazanacağız”, “Açlıktan Ölmeyiz, Biz Bu Yoldan Dönmeyiz” ve” İşçiler El Ele Genel Greve” sloganlarını haykırırken, fabrika önünde toplanan binleri bulan işçi aileleri ve yöre halkı alkış ve sloganlarla dayanışma gösterilerinde bulundu. Esnaf ise uzun yıllar sonra ilk kez İstanbul’da kepenk kapattı.
Yolu bir süre trafiğe kapatan Paşabahçelilere, Paşabahçe Tekel, Beykoz Sümerbank ve Belediyelerden kardeşleri, kumanya yardımı, ziyaret, gösterilerine katılma biçiminde dayanışmalarını sundular.


11 YIL SONRA DİSK

12 Eylül Cuntası tarafından kapatılan ve yöneticileri hakkında dava açılan DİSK 11 yıl aradan sonra nihayet “beraat” etti.
Beraatla birlikte, DİSK’in Cunta tarafından el konan 500 milyon doları aşan mal varlığının ne olacağından sendika olarak yeniden faaliyete geçip geçmeyeceği de gündeme sokuldu.
Bu arada burjuva basının “DİSK hayranı” yazarları DİSK yöneticilerinin çektikleri çile ve onlann hizmetleri konusunda art arda yazılar yayımlamaya, onları yeniden sendikal hareket içine girmek için cesaretlendirmeye koyuldular.
DİSK’in kapatılması elbette işçi sınıfına, onun mücadelesine yönelik bir saldırıydı ve devrimciler, 12 Eylül’ün kapatma kararına karşı o zaman da direnmişler, “DİSK’i yaşatalım” kampanyası açmışlardı. Ama bugün gadre uğramış kahramanlar olarak boy göstermeye çalışan DİSK yöneticileri cuntanın “Teslim olun!” çağrısına büyük bir titizlikle uyarak Selimiye’de kuyruğa girmişler, “kıldan ince” boyunlarını “adaletin kılıcı” önüne uzatmışlardı. DİSK yöneticileri gerçekten hayli çile çekmişler, gadre uğramışlardı, ama onların gerçek bir işçi lideri olduğu, ya da cuntanın iddia ettiği gibi “düzeni yıkmaya çalıştıkları” mahkeme kararlarıyla da onaylandığı gibi tümüyle iftiradır.
DİSK kapatıldığı zaman DİSK’in açılmasını ya da yaşatılmasını savunanlar da DİSK yöneticilerinin devrimci olduğu ya da DİSK’in devrimci bir sendikacılık merkezi olduğu için değil, cuntanın işçi sınıfının sendika seçme özgürlüğüne, sendikal mücadelesine saldırdığı için savunmuşlardı.
Elbette ki DİSK’li işçiler 60’lı ve 70’li yılların mücadelesi içinde yetişen en ileri işçilerdi ve onlar DİSK’e mücadeleci bir görünüm veriyorlardı. Ama bu ancak görüntüyü kurtarıyordu. Gerçekte ise DİSK, sınıfın hareketini yasalar çerçevesine hapseden bir sendika merkeziydi. DİSK’in sendika ağaları ve bürokratları işçileri mücadeleden alıkoymak, yasalar çerçevesinde tutmak için ellerinden geleni yapıyorlardı. Bu konuda, da en az Türk-İş ağaları kadar becerikliydiler. Dahası onlar diktatörlükle tam bir uzlaşma içinde asıl konularda düzeni savunan bir tutum içindeydiler. Devrimcilikleri, sosyalistlikleri, bağlı oldukları TKP, TİP ya da CHP kadardı. Nitekim 12 Mart Cuntasını ilk selamlayanlar onlar oldular. Bugün sahiplenmeye çalıştıkları 15-16 Haziran’da işçilerin önüne ilk barikatı kuran işçiler sokaklardayken “askerle polisle çatışmayın, sizi kışkırtan anarşistlere, provokatörlere uymayın” çağrısı yapan onlardı. Kıbrıs’ın işgalinde orduya kan ve para bağışı için kampanya açıp işçilerden birer günlük ücret kesen onlardı. MESS grevlerini satanlar, TARİŞ direnişini kıranlar ve nihayet 12 Eylül geldiğinde cuntanın çağrısıyla bütün grevleri kaldırıp Selimiye’de kuyruğa girenler yine onlardı. Bugün ne yaptıktan hangi politikalar peşinde koştuktan da biliniyor.
O günden bugüne işçi sınıfımız çok deneyim yaşadı ve DİSK’in hiç yaşamadığı boyutlarda büyük eylemler yarattı. Bu eylemler içinde yeni şeyler de öğrendi. Gerçek öncüsünü tanımaya başladı, yeni tipte işçi önderleri boy vermeye başladı. Dahası Türk-İş’in kendisini hapsettiği suskunluk ve boyun eğme çemberini kırdı. Ekonomik mücadelenin sınırlarında kalsa da kendi gücünü, dostlarını düşmanlarını tanımaya başladı. Bu yüzden de bugün işçi sınıfımızın 1960’ları, 70’leri yineleyecek DİSK’e ne ihtiyacı vardır ne de böyle bir DİSK’e yüz verecektir. Bugün işçi sınıfının ihtiyacı yeni burjuva sendikacılık merkezlerine değil sınıf sendikalarınadır. O da bugün yükselen, sokaklara taşan sınıf hareketi içinde  doğup  gelişmektedir. DİSK ya da Türk-İş hangi sendikaların çatısı altında olursa olsun sonucu belirleyecek olan bu mücadeledir. En azından bugünkü koşullarda, ileri işçiler Marksistler için “DİSK’te” ya da “Türk-İş’te birleşelim” gibi iki seçenekten birini mutlaklaştırmak söz konusu olamaz. Onlar, bugün, işçilerin kendi sendikalarını seçme özgürlüğünden yanadırlar. Kapatmalar ya da % 10 barajlarıyla işçilerin “sendikal birliğinin sağlanmasına” karşıdırlar. İşçilerin bulunduğu her yerde de çalışmak durumundadırlar.
Bugün, “DİSK açılsın mı, açılmasın mı?” tartışması kendi basma kısır, anlamsız bir tartışmadır. Bugün görev varolan bütün sendikaları dönüştürme mücadelesidir ve bu koşullarda DİSK açılır ve işçilerin bin bölümü şu ya da bu nedenle DİSK’e yönelme içinde olurlarsa ileri işçi, sınıf eğitmek, mücadele olanaklarını genişletmek için bundan da yaralanarak, iki sendikanın ağalan ve bürokratları arasındaki çatışmanın sınıfı bölmesini engelleme, mücadeleyi tüm ağalara yöneltmenin yollarını bulmakla yükümlüdür.


İmran AYDIN:
Bir gün polisin eline geçersem, emniyeti savaş alanına çevireceğim…

( 1991 Mart’ında gözaltına alınarak işkencede öldürülen İmran Aydın’ın nişanlısı dergimize bir mektup yolladı, bazı bölümlerini yayınlıyoruz)
Elleri kelepçeli yanında en az 10-15 işkenceci ve ayağında bağcığı olmayan botlarla (İmran’ın ölümünden sonra ailesine botları bağcıksız verilmiş, Annesi bu botların bağları nerede dediğinde, emniyetten bağcıklar ayrıca getirilmişti.) bir insanın kaçması hele de hızlı bir şekilde koşması nasıl mümkün değilse, pankreas kanamasından ölmesi ise hiç mümkün değildi. Burjuvaziye ve burjuvazinin avukatına göre ise dünyada her gün milyonlarca insan durup dururken pankreas kanamasından ölüyorlardı.
(…)
Sorgulanmam sırasında sürekli İmran’ın ölümüyle ilgili olarak ne düşündüğümü soruyorlardı.İmran’ı işkencede öldürdüklerini Bağlum masalına çocukların bile inanmayacağını söylediğimde ve bu düşüncemde direttiğimde ise “Sen örgütten gelen gücünü kullanırsan, biz de devletten gelen gücümüzü kullanırız” zaman zaman da “Kendine boşu boşuna eziyet ettirme burada devlet biziz, bize bu yetkiyi devletin savcısı verdi” diyorlardı. Devletin gücü işkence yapmaktı, işkencede öldürüp kaçarken öldü demekti. Görülen oydu ki devletin gücü; güçsüzlük ve çaresizlikti. Bir yandan su, askı, elektrik ve tecavüze yeltenirken, işkenceciler bir yandan da sürekli “İmran seni dövüyordu”, “İmran seni kullanıyordu”, “İmran’ın pek çok sevgilisi var”, “Sen İmran’dan korkardın” diyerek akıllan sıra psikolojik olarak etkileyeceklerini zannediyorlardı. Zaman zaman da “İmran dayanamadı, çabuk gitti, hastamıydı?”, “İmran adını bile söylemedi de ne oldu, kayıtlara göre İmran şubeye hiç gelmedi, Hasan Taş diye birisi geldi ve iki gün burada kalıp gitti. İmran Şentepe’de bize kurşun sıktı, İmran silahsız gezmezdi.” 24 Şubatta bütün gün ve akşam birlikte olduğumuzu, O’nun o gün Şentepe’de olmadığını, onlara İmran’ın silahının nerede olduğunu söylediğimde ise soruları kendilerinin soracağını söyleyerek üzerimde tepinmeye başlıyorlardı.
Burjuvaziye, burjuvazinin baskı aracı olan devlete, devletin savcısına ve devletin gücü olan işkenceciye göre hazırlanan senaryo: İmran elinde silah, adeta gözü dönmüşçesine sağa sola ateş eden, Tepe Mobilya’yı tarayan, Şentepe’de rast gele sağa sola ateş eden, nişanlısına dayak atan, emirler veren, kullanan ve sonuçta ölümü hak eden bir insan. Benden beklenense burjuvazinin bu senaryosuna ortak olmam. İşkencecilerin devletten gelen güçleri senaryoyu tamamlamalarına yetmiyordu. Burjuvazinin hukukçuları da şanslarını son bir kez denemişlerdi. DGM’ye çıkarıldığımda hâkim “Sana bir şans tanıyıp seni tutuklamayacağım, bu söylediklerim sadece ikimizin arasında kalacak, bireysel kanaatim için soruyorum, İmran Aydınla nişanlandığına pişman oldun mu, O’nun yüzünden başına ne işler geldi, sana vermek istediğim şansı kullanmak istiyor musun?” Cezaevine gitmeyi tercih ettiğimi söylüyorum ve tabii ki tutuklanıyorum.
Emniyette ve burjuva basında özellikle de MÇP’li sivil faşistlerin sesi olan Türkiye gazetesinde “tetikçi İmran Aydın” olarak lanse edilen ve burjuvazi tarafından hedef haline getirilen İmran; sokakta gördüğü kendisine yalvaran gözlerle bakan kedi yavrusunun soğukta ve aç kalmasına gönlü razı olmadığı için eve alıp getiren, çalıştığım atölyede ustanın çırağı soğuk çay yüzünden nasıl dövdüğünü anlattığımda ise gözleri dolu dolu, aç, sofradan sessizce bir kenara çekilen, kız kardeşine şaka yaparken onu yere düşürdüğü için iki gün eve gelmeyen, Körfez krizi ve savaş bahanesiyle ücretini alamadığı için kışı soğuk bir evde çoğu zaman akşamları karnını bile doyurmadan aç geçiren fakat bu durumdan bir kere bile şikâyet etmeyen, yaşamı ve yaşamla mücadele etmeyi böylesine seven bir insan. “Eğer bir gün polisin eline geçersem, emniyeti savaş alanına çevireceğim” demişti. O, slogan atarak, cellâtların yüzüne tükürerek, diktatörlüğün işkence hanelerini savaş alanına dönüştürerek yoldaşlarına verdiği sözü yerine getirdi.
Yasemin ÖZTÜRK

Tırmanan cinayetler dizisinin son halkası
12 Temmuz gecesi İstanbul’da Nişantaşı, Dikilitaş, Balmumcu ve Levent’te yapılan ev baskınlarında İbrahim Erdoğan, Niyazi Aydın, Nazmi Türkcan, Hasan Eliuygun, Yücel Şimşek, Cavit Özkaya, İbrahim İlci, Zeynep E. Berk, Ömer Coşkunırmak, Bilal Karakaya olmak üzere on kişi kurşuna dizildi. Aynı şekilde 14 Temmuz 1991’de Ankara’da Buluthan Kangalgil ve Fintöz Dikme ev baskınında öldürüldü. ABD Başkam George Bush’a suikast hazırlığı iddiası ile gerekçelendirilen bu son operasyonlarla devletin 1991 yılı Ocak ayından bu yana göz altı, pusu ve ev baskınlarıyla öldürdüğü insan sayısı, basma yansıdığı kadarıyla 70-80 civarında. (Bu sayıya dağlarda devlet güçleriyle çatışarak ölenler dâhil değildir.) Bu sayı 12 Eylül darbesinden 1984 yılına kadar sadece idam ettiği insan sayısının iki katma ulaşıyor. Böylece 12 Eylül’den sonra infaz edilen idamlarla gerçekleştirilen “tasarlanmış” cinayetler, artık yargılama “külfetinin” kaldırılmasıyla doğrudan infaza dönüşüyor, idam cezalarının çağ dışılığı tartışılırken, düzen, muhaliflerine açıkça savaş açarak, bu tartışmalara son veriyor.
On kişinin öldürüldüğü operasyon bittiğinde İst Em. Müdürü emrindekileri “Hepinizin gözlerinden öperim” diye kutlayan emniyet müdürü başarılan iş pek sevimli bir işmiş gibi vahşi bir zevkle amirlerine sonucu bildiriyor.
Cenazeleri Adli Tıp morgundan teslim alan ölenlerin aileleri, polislere “sizler birer katilsiniz!” diye haykırırken, ölenlerin kırmızı örtülere sarılmış tabutları cenaze töreninde başlarına kırmızı bandaj takmış yalanları ve arkadaşları tarafından taşındı. Ömer Coşkunırmak’ın cenazesi Feriköy’de, Zeynep Eda Berk’in cenazesi Ankara’da, Hasan Eliuygun, Nazmi Turkcan, Niyazi Aydın, İbrahim Erdoğan, Cavit Özkaya ve Yücel Şimşek’in cenazesi Karacaahmet’te toprağa verildi. Yaklaşık üç-bin kişinin katıldığı ve 2 km.lik yürüyüşle Karacaahmet mezarlığına cenazelerin götürülmesi sırasında “Silahlı Devrim Birlikleri savaşçıları ölümsüzdür”, “Kahrolsun MİT, CIA, Kontrgerilla”, “Kürdistan Faşizme mezar olacak”, “Devlet terörüne hayır”, “12 Temmuz direnişçilerinin hesabını soracağız”, “Kızıldereler son değil, savaşımız sürecek” sloganları atıldı. Hasan Eliuygun’un annesi yaptığı konuşmada “Yavrum halkı için savaştı ve toprağa düştü. Emzirdiğim süt helal olsun oğlum. Halkı için savaşan tüm insanlar benim oğlumdur. Savaş sürecek oğlum, haklı olanlar kazanacak.” dedi.
Operasyonla ilgili istihbaratın ClA tarafından yapıldığı, bunun için muhbirlerin ve sokak ajanlarının dolara boğulduğu ve siyasi şubeye verilen istihbarattan hemen sonra operasyonun gerçekleştirildiği basın da yer alırken, Bush’u ağırlayan Özal’ın “Son yasayla ülkenin bütünlüğüne göz dikenlerin başı ezilecektir. Bunu terörle yapmak isteyenlerinin on kez ezilecektir… Terör yapanları tek tek vururuz. Bunlar yurt dışındaki bile olsalar, Lübnan’da, Irak’taki inlerinde bile vururuz…” sözleri, halklara ve devrimcilere yönelik emperyalist işbirliğinin sonuçlarını da özetliyor.

Kamu sözleşmelerinde zor satış
1991 Haziran’ı ve sonrasında işçi eylemlerinin toplum atmosferinde yarattığı sıcaklık, coğrafi iklim koşullarından bağımsız olarak, eylem döneminin de adı oldu: Sıcak yaz. Kamu kesiminde sözleşmeleri kilitlenen yaklaşık 600 bin işçinin çoğu sokaklarda gelişen çeşitli biçimlerdeki eylemleri, Türk-İş yöneticilerini bu yangını nasıl söndürecekleri konusunda kara kara düşündürüyordu. Türk-İş bürokrasisinin “yeni hükümete on gün süre”, “güven oylamasını bekleyelim” yollu manevraları ( bayramın da etkisiyle) işçi hareketinde geçici bir duraklama yarattıysa da, bayram sonrasında yeniden kabaran dalga, Hükümet kadar Türk-İş’i de hedefledi.
Sözleşmeleri burjuvazi için her yönden ucuz bir satışla bağıtlama ve işçi dalgasını geriye çekme perspektifiyle hareket eden Türk-İş ağalan, işçi hareketi bastıkları toprağı yakıcılaştırmışken satış sözleşmesinin altına imza atmaktan geri durmadılar. İdari maddelerde hiç bir şekilde ısrarlı olmadıkları gibi ücret artışları da ilk altı ay için % 80 artı 300 bin lira, ikinci ve üçüncü altı ay için % 30, dördüncü altı ay için % 25 gibi bir seviyede kaldı.
600 bine yakın kamu işçisinin Toplusözleşme görüşmeleri, 1991’in kışı ve baharında başladı. Sözleşmeler, tıkanma noktasına gelinceye kadar işveren tarafı olarak Hükümet hiç bir konuda teklif getirmedi ancak burjuvazi ve devlet cumhurbaşkanı ve ilgili bakanlarının ağzından tehditler savurdu, sopa gösterdi. Türk-İş ağaları, tabanın tüm baskısına karşın, işçiler için yaşamsal önem kazandığı 90 sözleşmelerinde açıkça ortaya çıkan idari maddeleri ileri sürmez ve ısrarlı olmazken, birinci altı ay için % 150 artı 250 bin gibi bir ücret artışı önerdi. Hükümetin teklif getirmemesi, işçilerdeki hoşnutsuzluğu protestoya dönüştürürken, görüşmelerin kilitlenmesi işçileri yüz binler halinde sokağa taşırdı. Haziran ayı gerçek anlamıyla sıcak ve Hükümet ve Türk-İş açısından oldukça zor geçti. Bir kaç haftalık bir dönemde gerçekleşen eylemlere katılan işçi sayısı milyonla ölçüldü, Bursa mitinginde 60 bin öfkeli işçi Hükümetin yanı sıra Türk-İş yönetimini de protesto etti. Sermayenin işçi sınıfı içindeki ajanları olan Türk-İş ağaları, kendilerini aşan ve onlara rağmen yükselen işçi hareketini kontrollerinde tutmak için “destekler” görünürken, bir yandan da hileler tezgâhladılar. 22 Temmuz için kesinleşmiş bir eylem kararı varken eylemin yapılıp yapılmayacağını gözden geçirmek için yönetim kurulu toplantısı yaptılar. Bir yandan işin , “tatlıya bağlanacağı” hayalini yayarken, bir yandan da önerilerini % 150’lerden % 80’lere çektiler. Alınan eylem kararı isteksizce tabana iletilirken 200 bini aşkın işçinin örgütlü olduğu Tek Gıda-İş ve Tes-İş genel merkezleri “eylem yapmayın” yollu talimatlar yayınladılar. 100 binlerce işçinin büyük bir öfkeyle % 80 artı 450 binlik Türk-İş önerisini ve Hükümeti protesto ettikleri 22 Temmuz günü, aynı zamanda satış sözleşmelerinin imzalandığı gün oldu. İşçiler öfkeyle Türk-İş ve Hükümeti protesto ederken Türk-İş ağaları avuçlarına her gün değeri aşınan birazcık bozukluk atılması dilekleriyle anlaşmayı imzaladı.
Ve satış sözleşmesi
Başbakan Yılmaz’ın açıkladığı rakamlara göre artış, % 141,5’ti. Açıklanan ücret artışı şu sözlerle tamamlanıyordu: “Kuruluşların sözleşme taahhütlerini yerine getirebilmek için kendi bünyelerinde gerekli tedbirleri almak zorunda oldukları aşikârdır.”
Bu “tedbirlerin” anlamı şuydu: Verdiğimiz bu ücreti en kısa yoldan geri alacağız. Bu ücretlere kaynak bulmak için ilgili kuruluşların ürünlerine zamlar yapacağız, karşılıksız para basarak ücret artışlarını emeceğiz ve tabii “kuruluşların geleceği için” işçilere bölükler halinde yol vereceğiz… Ve daha sözleşmelerin haftası dolmadan zamlar sökün etmeye başladı. Sırada diğerleri var. Bu sözleşme sonuçlarının akla getirdiği bir kaç nokta üzerinde kısaca durursak:
* Taslaklarda önerilen; rakamlar daha pazarlık sürecinde enflasyon karşısında erimekte, işçilerin gerçek ücretlerinde bir düzelme olmamaktadır. Geçen sayımızda verilen Sisypos örneğini hatırlatırcasına aşağıya yuvarlanan kayayı daha doruğa çıkarmadan yeniden bir düşüş yaşanmaktadır. TİS mücadelesi salt bir ücret mücadelesi olarak kaldıkça, işçiler yaşam koşullarını bile yükseltemeyeceklerdir.
*Ücretler kadar ve belki de daha fazla önemli olan idari maddeleri es geçerek Türk-İş, hükümetin işçi çıkarması için rızasını bildirmiştir. Bu danışıklı sözleşmenin ardından işçi atımları yaygınlaşacaktır, bunun ilk örneği Şişe-Cam’dır.
* İşçi sınıfı ücret mücadelesini siyasi mücadeleye doğru genişletmeden sermaye karşısında hep güçsüz kalacaktır. Ekonomik taleplerle sınırlı kalındıkça adına yaraşır bir sendikal mücadele vermek de mümkün olmayacaktır.


Çorum-Karakaya’da sendikaya üye oldukları için işten atılan

Maden işçileri direniyor
Çorum’un Bayat ilçesine 22 km uzaklıktaki Karakaya Kömür İşletmesi’nde çalışan 350 maden işçisinin sendikalaşma çatışmalarını haber alan işveren Hakkı Köse, işçileri işyerlerinden ve kaldıkları pansiyondan silah zoru ile attı. Bunun karşısında işçiler işyerlerinin 2 km ötesinde bir tepede işten atılmalarını protesto ve sendikalaşma haklarını almak için oturma eylemine geçtiler. İşveren Hakkı Köse’nin bütün çabalarına ve her türlü olumsuz koşullara rağmen direnişlerini büyük bir kararlılıkla sürdürüyorlar.
Karakaya Kömür İşletmesi’nde çalışanların çoğunluğunu, genç ve Zonguldak’tan gelmiş işçiler oluşturuyor. Bu kömür işletmesi özel sektöre ait (Sahibi Hakkı Köse) kaynak olarak zengin bir işletme. İşçilerin söylediklerine göre günde yaklaşık 300-400 ton kömür çıkartılabiliyor. Yani her işçi günde yaklaşık 1 ton kömür çıkartıyor. Buna karşılık işçilerin günlük ücreti 17-20 bin TL civarında.
İşçilerin direnmesi karşısında, işveren Hakkı Köse’nin kardeşi İsmail Köse işçilere silah çekiyor. Ve bir işçiyi omzundan yaralıyor, işçiler can güvenlikleri için Bölge Jandarma Karakolu’ndan yardım istiyorlar. Ama sonuçta suçlu bulunan yine işçiler oluyor: Jandarma işverenin hizmetine giriyor ve işçilere işyerini terk etmeleri için baskı yapıyor. Bunun karşısında işçiler, işyerlerinden 2 km uzaklıktaki bir tepenin başında oturma eylemine başlıyorlar ve durumu yerel basına iletiyorlar.
Çorum’daki devrimci demokrat kuruluşlar, işçileri desteklemek için, kampanya başlatıyorlar. Şimdi maden işçisiyle il çapında dayanışma sürüyor.
Maden işçisi, “Bu ilkel şartlarda üretim, faciaya davetiye çıkarmaktan başka bir şey değil” diyor.
Görüştüğümüz maden işçileri şöyle konuşuyorlar:
“Biz uzun süredir, iş güvenliği tedbirlerinin alınmayışından ve ücret yetersizliğinden rahatsızdık. Bugüne kadar bir türlü sendikalaşmayı becerememiştik. Kurban bayramı öncesi sendikaya üye olma kararı verdik. Bayram iznine giderken, Gerede yakınlarındaki Esentepe Tesisleri’nde Türkiye Maden-İş Sendikası’na üyelik fişlerimizi doldurduk.
Bayram dönüşü kimseden ses çıkmadı. Ta ki 14 Temmuz sabahına kadar. Kim ihbar ettiyse etmiş, ya resmi görevliler, ya da içimizden biri. İşveren Hakkı Köse’ye ‘Hayırlı olsun, işçilerin sendikaya üye oldu’ demiş, Hakkı Köse, sabah vardiyası öncesi bizi topladı. ‘Temsilcileriniz, sizi sendikaya üye edenler öne çıksın’ dedi. Biz hep birlikte öne çıktık. Bunun üzerine Hakkı Köse, ‘Sendikalı işçi istemiyorum, başınız pınar ayağınız göl olsun, çabuk terk edin işyerimi’ diyerek bizi kovdu.
Çoğumuz Zonguldaklı olduğumuz için çevre ile irtibatımız da yok. İçerde 46 günlük alacağımızı almadan ayrılmıştık. Açlık ve susuzlukla karşı karşıya kaldık.
Bizler yaşamak için ‘ekmek’ mücadelesi veriyoruz. Çalışmak ve çalıştığımızın karşılığını almak istiyoruz. Çocuklarımızın rızkını temin etmek için memleketimizden kalkıp buralara geldik, işyerinde gerekli iş güvenliği tedbirleri yok. Her an ailemize kara haberimiz gidebilir. Sendikaya üye olmak isterken, iş güvenliği tedbirlerinin alınmasını sağlamak amaçlarımızın en başındaydı.
Maskemiz yok, grizumetre yok, tahkimat direkleri çürümüş…”
İşçilerin bireysel olarak anlattıkları bazı olaylar da şöyle:
“İlkel şartlarda üretim yapıyoruz. Doktor yok, ilaç yok. Hastalanan ayağını çeke çeke ölüyor. Bir şey istemeye kalksak işten atılıyoruz. Böyle, ocaklarda üretim faciaya davetiye çıkartmak demek, ama iş müfettişlerinin yüzünü bile göremiyoruz.”
” İşverenimizin gözü kardan başka bir şey görmüyor. Okuma yazması dahi olmayan bir bu kadar insanı göz göre göre ölüme gönderiyor.”
Günde ortalama 1 ton kömür çıkarıyorum. Ayda işverene sağladığım kazanç 12 milyon lira. Ben ise 540 bin lira alıyorum.”
ÇORUM’dan Bir Özgürlük okuyucusu

Kamu Çalışanlarının Basın Açıklaması
“ANTİ-TERÖR YASASI İPTAL EDİLMELİDİR”

İşçi sınıfı hareketinin yükseldiği, Kürt Halkının mücadelesinin kitlesel bir karakter kazandığı ve biz kamu emekçilerinin sendikal hak ve özgürlükler uğruna mücadelesinin geliştiği bir sürece denk düşen bir dönemde çıkarılan 141,142 ve Kürt Dili üzerindeki bazı yasakların kaldırılması ile birlikte hazırlandığı için de büyük bir “özgürleşme, Liberalleşme” demagojisiyle topluma bir özgürlük belgesi gibi yutturulmaya çalışılan Anti-Terör Yasasının, Devlet terörüne yasal kılıf uydurma yasası olduğu her gün yeni örneklerle ortaya çıkıyor. Devlet içinde yuvalanmış gizli-açık karanlık güçler, daha yasanın mürekkebi kurumadan kendilerine sunulan fırsatı kullanmaya başladılar.
Yasa yokken var olan fiili uygulamalar (Muammer Aksoy, Turan Dursun, Çetin Emeç, Bahriye Üçok vb. cinayetler) yasa çıktıktan sonra daha bir pervasızlaşmaya ve alevlenmeye başlamıştır.
İnsanlar, güpegündüz evlerinden alınıp sokak ortasında kurşuna diziliyor. Örgüt evi diye evlere baskın yapılarak veya yollan kesilip arabadan indirilerek yargısız ölüm kararlan oracıkta infaz ediliyor, gece yarıları evlerinden alınıp işkenceyle öldürüldükten sonra cesetleri dereye atılıyor, cenaze töreninde halk kitlelerinin üzerine yüzleri maskeli özel timlerce hedef gözeterek acımasızca ateş açılıyor. (…)
İşte;
-Ankara’da İmran AYDIN, Veli GELEŞ
-İstanbul-Hasanpaşa’da Hatice DİLEK,İsmail ORAL,
Kanarya’da Murtaza KAYA,
Sultançiftliği’nde Nilgün ODA,
Beşiktaş’ta Perihan DEMİREL,
Avcılar’da Ali ALPDOĞAN, Kemal KARATAY
Ve daha dün çeşitli semtlerde “Örgüt evi” diye yapılan baskınlarda katledilen 11 kişi,
-Cizre’de İbrahim SARICA,
Şırnak Uludere İlçesi Hilal Kasabası Belediye Başkanı Yakup KARA ve dört arkadaşı,
-Van Gürbulak’ta İsmail EFE… katledildiler.
-Diyarbakır İHD Şubesi, özgür Halk ve Medya Güneşi dergilerinin büroları, HEP eski İl Başkanı, Av. Mustafa ÖZER’in arabası, Batman İHD Şube yöneticisi M. Sıddık TAN’ın arabası bombalandı.
-İstanbul’da İTO üyesi ve TÜM SAĞLIK SEN Kurucu üyesi Dr. Ali TEZEL ve arkadaşları Hemşire Canan KAYA, Serpil TÜRKKAYA gözaltına alındıktan sonra kamuoyu günlerce kendilerinden haber alamadı. Biri hala kayıp.
-HEP Diyarbakır İl Başkanı İHD üyesi Vedat AYDIN, polis olduklarını söyleyen ve kendisinin de “evet, ben sizi tanıdım” dediği ölüm mangalarınca gece yarısı evinden alınıp işkence edilerek hunharca katledildi.
-Ve Diyarbakır’da düzenlenen cenaze töreninde halk kitlelerinin üzerine yüzleri maskeli özel vurucu Tim’lerce hedef gözeterek acımasızca ateş açıldı. Sonuç: Onlara varan ölü, Yüzlerce yaralı ve 1000 civarında gözaltı. Bir yığın da kayıp. Polis copuyla, kurşunuyla yaralanmalardan, sözde dokunulmazlığı olan milletvekilleri de nasibini aldı. (…)
Yıllardır susturulan halk kitlelerinin kitlesel hak arama talepleri eğer baskı yöntemleriyle yok edilebilseydi 12 Eylülle yok edilirdi. Olağanüstü Hal’iyle, Süper Valisi’yle, Özel Vurucu Tim’iyle, Koruculuk Sistemiyle halk kitleleri susturulamıyorsa, Terör Yasası, faili meçhul (?) cinayetler, kitle katliamları da çözüm olamaz. (…)
Bu konuda mücadele etmek “İnsanım” diyen herkesin görevidir. Yılgınlık ve korku kimseyi hedef olmaktan kurtaramaz.
Hadi TRT’yi anladık. Günlük basın da ne yazık ki bu tür olayları devletin resmi bülteni gibi vermeye devam ediyor. Ölüm ilanlarını bile “Terör Yasası kapsamına girdiği” gerekçesiyle çoğu kez kabul etmiyor.
Bizler aşağıda imzası olanlar; bu cinayetleri, katliamları protesto ediyor, sorumlularından hesap sorulmasını istiyor ve bunca pervasızca cinayet ve katliamların yaşanabildiği bir ülkede yaşayıp insan olduğunu söyleyen herkese soruyoruz: içiniz rahat mıdır? Gece evinizde rahat uyuyabiliyor musunuz? Sizin de canınız güvencede midir?
Sonuç olarak basına, kamuoyuna, yetkili-yetkisiz herkese açık çağrımız ve taleplerimiz şunlardır:
-CİNAYET VE KATLİAMLARA SON VERİLMELİDİR.
-BU CİNAYETLERİ İŞLEYENLER VE KİTLELERİN ÜZERİNE ATEŞ EMRİ VERENLER DERHAL YARGI ÖNÜNE ÇIKARILIP HESAP SORULMALIDIR.
-HAKSIZ VE KEYFİ GÖZALTILARA SON VERİLMELİDİR.
-ANTİ-TERÖR YASASI BÜTÜN SONUÇLARIYLA DERHAL VE GERİ DÖNMEMECESİNE İPTAL EDİLMELİDİR.
ANKARA KAMU ÇALIŞANLARI PLATFORMU
* TÜM SAĞLIK SEN
* EĞİT SEN
* TÜM BEL-SEN
* TARIM-SEN
* MALİYE ÇALIŞANLARI S.Y.K.
* PTT ÇALIŞANLARI

PERDECİ- Mehmet Esatoğlu
Öpmelere kıyamazdık Belemişler kızıl kana
(Bana bir masal anlat Çok az kaldı. Uzakta mısın bu akşam yakında mı? Bilmiyorum, tşkencesiz, iddia-namesiz bir infaz.)
Tam kapımın eşiğinde
Ölüme az kala
Ölümden söz etmek -belki tatsız-
Söylesene hangi canlıya
Yakışır ölüm?
Mümkün değil mi ?
Yazmak tarihi ölümsüz
Aptal bir barışseverlik mi
Ölümün bu kadar gölgesinde
Yaşamayı özlemek
Başlangıçta söylenen
“Ölüm bile”
Namlunun ucuna sürüldü
Namlu acımasız fısıldıyor
Tarih ölümle yazılır

Barış çağı diyenler
İnsan hakları, adalet komisyonu
İzinde misiniz bu akşam
Şakaya yer yok
Acımasız gelmişler
Anonslar göstermelik
(Bana bir masal anlat Dinleyeceğim son masal uykudan önce.)

Sana gerçek bir masal
Kahramanlarından biri sen
57 yürek
57 yüreğin yazdığı
57 yüreğin haykırdığı
Bir kaplumbağa masalı

Anlatıldıkça bu masal
Senin adın da anılacak
Temmuza yazdığın
Destan gibi yoldaşlarınla

1982
Dünyanın bir öğleden sonrası
Gülümsüyor muyum?
Ne güzelsiniz
Bıyığın, gözlüğün
Kararlılığın, kabalığın
öfken
Bunların hepsi sen
Yalnız sen değil
Hepiniz 57 can
Güzelsiniz çok güzel
Ürettikçe daha da
güzelleşeceksiniz

1982
Gülümsüyorum hepinize
MERHABA!
Gülümsemek çok mu zor
Hayır gülümse çocuğum
Bize gülmek yaraşır
Bize
20. yüzyılın umudu insanlarına..
(Ölüm haberin bir sabah yüreğime vurdu. Ağlamadım desem yalan olur. Dün gece geçerken yattığın yerin yakınından, dudağımda bir gülümseyişle selam yolladım sana, el salladım.)

1982’de en umudu olmak
En umutlu kalmak
Zordu

Sert yağmur damlaları gibi
Yüzümüze çarpıyordu
Darbe, acı, ihanet
Aramıza güzel geldin
Eylülü yaşamıyorcasına
Yarını kucaklamak duygusuyla
Çıkmıştın zindanın kapısından

Kuşatılmıştık dört bir yandan
Ama
Çevremizde, çeperimizde
Yürekler vardı
Nabızda bile ses vermeden
tıkırdayan
Yürek dolanıyordu gizli gizli
Bir solukta ya da
Göz göze bakışmada

Eylülü yaşamış ve yaşamamış
57 yürek bir arada
– Belki de o günlerin Türkiye rekoru-

Oyuncular
Delilere özgü bir inada
Gülümsemekte
Umutlanmakta
(Bak Serpil nasıl bakıyor. Bu Ali, Feridun, Azmiye, Mustafa ne menem çocuklar. Çalışmanın ortasında gelen Sevgi ile Güzide’ye bak.)

Yıl 1982 öğleden sonra
Birazdan başlıyoruz
Bu ne kalabalık
Gençlerimiz nasıl gelmişler
Kaç ölü vermişler
Dumanı üstünde
Sıcak bir çağrıya
Bir yürek de bizden

(“Komünistler, anaları olan halktan ayrılmadıkça yenilmezler”. Stalin’i sever misin? Taş gibi sözcükleri var. Tarihten silinmeyen.)
Şu ülkeye bak
Kana bulanmış günlerimiz
İnsanlarımız
Zindanda, işkencede,
darağacında
Yazıyorlar yeni bir destan
İhanetten şaşırarak.
Dışarıda yeni bir kuşak
Adım atıyor tarihe
Durduramadınız başlıyoruz

Oyuncular hazır mısınız
Binlerce yıllık bir gelenekle
Başlayalım oynamaya
Haydi gövdelerinizle
Haydi duygularınızla
Haydi sesinizle, soluğunuzla
Resmedelim dünyayı

İşte dünya
(Yuvarlak bir mavi küre üzerinde çizgilerden ibaret değil dünya.)
Milyonlarca yıldan yıla
Dönüp duran
Yeşil, mavi, kahverengi
İnsanlı, bitkili, hayvanlı
Gündüzlü akşamlı
Kışlı yazlı…
Sınıflar gibi kavga var
Kavga var
Devlet var
Sınıflaşmadan bu yana
Bitmeyen kavga
Ezenler, ezilenler,
başkaldıranlar
Bize sorsan ekmekten
Onlara sorsan pastadan
Pay alma kavgası
Hangi taşı kaldırsan
Kavga., kavga., kavga.
Bitmeyen kavga.
İşte öykümüz
İşte türkümüz
İşte hüznümüz
Bitmeyen kavga

Işık yandığında
oyuncu başlayınca
Bu öykü yayılacak
Sahneden salona
Salondan meydanlara
Meydanlardan yeniden sahneye
Biz öyküyü
Anlatmak üzere
Sıcak bir çağrı yolladık size
Öykü anlatılmalı
Öykü sizsiz anlatılmaz.
Koşup geldiniz
Hoş geldiniz

Yıl 1982 öğleden sonra
En umutsuz noktada
Başlıyoruz
Kaçıncı kez acaba
Eylemimiz oynamak
Anlatmak dünyayı
Bin bir sesle, bin bir renkle
Konular çeşitli
Hamlet var, Ofelya var
Ferhat var, Şirin var
Romeo var,  Jülyet var
Kır Abbas var Cennet var.
Komutanlar, kuklalar
Korkaklar yiğitler
Hepsi geçer sahneden
Yaşam kıvrım kıvrım akar
sahneden

Dünyadaki adaletsizlik
Ekmeğin emekten uzaklığı
Öfkelendirir seni
Gencecik yüreğini
Yeni bir dünya gerekli
Soluk alınacak, özgür
Göstermeli insanoğluna
Böyle başlamamış, böyle
gitmez’i
Oyun bunu anlatmalı
Şiir bunu anlatmalı
Roman bunu anlatmalı
Resim bunu anlatmalı
Heykel bunu anlatmalı
Müzik bunu anlatmalı
Sinema bunu anlatmalı
İNSAN bunu anlatmalı

Ne güzel çocuklar
Hazırsınız
İsteğinizle yüreğinizle.
Gövdenizle sesinizle
Çalışınca.
Unutmayın
Resmi tarih dışında
Öyküleri var insanın
Yeryüzüne dair
Yazılmış yok sayılmış

Yıl 1982 Nazmi
Onca şeyden sonra ülkede
Yeni baştan’la düşmek yollara

Mustafa Suphi nerden başlamış
1951 nerede tükenmiş
1960’da ateş bacayı nasıl sarmış
Deniz başlarken
Sıfır noktası nerdeydi
Deniz sıfır noktasında değildi
Her şey sıfırdaymış gibiydi

Şimdi 1982
Biliyoruz eski öyküleri…
Sıfır noktasında değiliz
Sıfır noktası kadar
Zor bir çizgideyiz
Nasıl bir ülkedeyiz
Her kuşak vermiş bir kesimini
Özgürlük aşkına
Zindana ve toprağa
Resneli Niyazi’nin
Yüreğindeki ateş
Mahir Çayan’ın dilindeki türkü
Nazmi’nin gözündeki ışık
Akıtır bizi çağdan çağa
Atılırlar öne
Kızıl bir gül açar gece yarısı
Tarihi düğümler
Yanarlar Kerem gibi
Bir fısıltı sorgular:
“Nasıl çıkar aydınlığa “

1982’de
Bir tiyatro salonu
(Bazen kanun köşesi, bazen spor salonu, bazen bahçe.)
Nazmi ile birlikte
57 yürek
Bir davul
Birçok saz
Bir de bizim Yılmaz
Saz çalacak incecik
Gelin doğurunca tarlaya
Çocuk mu doğacak bağ mı
yeşerecek “

Kalabalığız çok kalabalık
Sığmıyoruz yere göğe.
Ortalık sessiz
Sessizlik ürkütücü
Bu korkunç sessizlikte
Sessiz kalanlar bile
Bakıyorlar saygıyla
Yeni baştan diyenlere

(Bir gün Yılmaz vururken sazının tellerine biri yaklaştı yanıma, yüzüme baktı. “Oyun değil bu, başka bir şey”. Güldüm. Evet, oyun değil. Niyetimiz ciddi.)

Bir romanla başladım
Romanı unuttum
Başladık oynamaya
Romanın her deyişi
Sanki birer oya
Sağ ol Fakir usta
Sağ ol Ersan usta

Roman bir uçta
Oyun bir uçta
Ortasında 57 yürek
Dövünür ha dövünür

(Yöneticilerden biri çağırdı beni. “Bak bu Nazmi bir zamanlar, yani Eylül’den önce düşüncesi aşkına okulun damına çıkmış slogan atmış, şimdi sahnede aman ha.)

Kel kafalı jüri üyesi
Seyrettiği gün seni
Gözü pek tutmadı
Ben olsam öğretmeni
Oynatırdım başka birini
Seçerdim daha iyisini
İyi oyunculuk ne

Bence rolün hakkını verdin
Aksatmadın bizi
-Bir gün bile-
Görkemliydin
Birinci perde finalinde
“Leylim ley türküsüyle”
Yürürken izleyicilerin içine
(Elinden kırmızı pullu bezi almışlar ne gam, yumruğun yetti bile.)
Başarılı oyuncu kim
Üretimdeki yeri ne
“Çıkarım yalnızca rolümü
oynarım”
diyenle ayrımı ne
Teatral üretim
Nerede biter nerede başlar
Oyuncu nerede başlar
Başından beri…
Sahneyle birlikte
Bizim gelenekte – öyle yazıldı-
Sahne önünde, kuliste
Kapının girişinde
Suntanın yüklenişinde

(Anımsıyor musun bir kız vardı köylüler korosunda. Hiç sevmezdin onu. “Belki de bizi bu kız sattı, olmasın içimizde” derdin. Bir umut dedik, kovmadık -yoktu geleneğimizde- . Oynadı o kız sahnede yüreğince, yeteneğince. Sonraları mahpus damlarına düştü yeniden. Cezaevinde insanlara her akşam 1982’de o yürekli çıkışımızı anlatır dururmuş.)
Dünya zor günlerinde
Altın çağımız, umudumuzun Ülkesi
“Ateşi ve ihaneti gördük”le sarmalanmış
Bağırıyorlar caddelerde
Ne mutlu sömürülüyorum diyene
Bu avaz avaz bağırtılar
Ne seni geriletti Ne beni
Belki biraz canımızı sıktı
O kadar.
Yıllar dönüp durdukça
82’deki inatçı ışıltı
İnatla parladı gözlerimizde

Aynı çözümleri paylaşmasak da
Senin çeperinde
Benim çeperimde
Başka çeperlerde
DEVRİM isteyenler vardı

Bizde 82’de
Kucakladık birbirimizi dünyayı
Ortak duygumuz
DEVRİM aşkına

Öldüğün gün evli miydin
Bilmiyorum
Oyunda yalancıktan
Kuliste sahicikten
Yarin olan kız
Ağladı senin için…

SÖZÜN KISASI ŞU SEVGİLİ OKURLAR. BİZİM CANIMIZ CİĞERİMİZ Bİ NAZMİMİZ VARDI. ÖPMELERE KIYAMAZDIK. GEÇEN TEMMUZ AKŞAMI DUYDUK Kİ BELEMİŞLER KIZIL KANA ONCA YOLDAŞIYLA…

KAMU EMEKÇİLERİNİN SENDİKAL HAK ve ÖZGÜRLÜK MÜCADELESİ YÜKSELİYOR
Kamu emekçilerine 91 Temmuz’unda “reva” görülen onur kırıcı sadaka zamların kendilerini daha çok sefalete ilmesi, tepkilerin potansiyel bir patlamaya gebe olduğunu gösteriyordu. Enflasyon ve hayat pahalılığı ortadayken komik maaş artışlarını savunanların zorlandığı bu süreç kamu sendikaları açısından emekçilerin potansiyel öfkesi örgütlülük düzeyinin yükseltilmesi, toplu sözleşme haklarının işlenmesi ve grev silahının öneminin vurgulanması amacıyla değerlendirilmeliydi. Çalışma tarzındaki, hata ve zaaflar aşılarak kitlelerin güvenini kazanma onlarla bütünleşme, taleplerin savunulmasında yasal mücadele örgütleri olarak işlev görme ancak iktidarın dayattığı bu sadaka zamlara karşı kamu emekçilerinin mücadele içinde örgütlenmesiyle mümkündü.
Kamu işçilerinin TİS görüşmelerinin tıkanıklığa girerek direniş örneklerini vermesi gidilecek yolu aydınlatıyor ve mücadelede yalnız olunmadığını gösteriyordu. “İşçi memur el ele genel greve” şiarının gerçekleşme koşullarının varlığı, komik ücret artışlarının reddedilip “grevli-toplu sözleşmeli” sendikal mücadeleyi ileri militan eylemlerle taçlandırma olanağını sağlıyordu.
Kamu emekçilerinin Ankara-Meclis yürüyüşü bu noktada sadaka zamlara karşı öfkenin haykırıldığı sendikal hak ve özgürlükler mücadelesinin geliştirilip ilerlemesini sağlayan önemli bir eylemliliktir.
İstanbul, İzmir, Adana, İskenderun, Bursa, Eskişehir, … vs. yurdun dört bir yanından kamu emekçilerinin sendika hakkı içerikli 20.000’i aşkın imza dilekçelerini 3 Temmuz 91 tarihinde Meclise (!) sunmak için Ankara yürüyüş “Ankara Kamu Çalışanları Platformu” tarafından organize edilmiştir.
Platformun çağrısı üzerine 1 Nolu Belediye-İş Sendikası, Tüm-Tis, Otomobil-İş, Harb-İş, Yol-İş, Basisen vs. gibi işçi sendikaları Ankara-Meclis yürüyüşüne destek vereceklerini belirttiler.
Aynı zamanda İstanbul, İzmir, Adana… gibi büyük kentlerden harekete geçen kamu emekçileri kent çıkışlarında engellendiler. Polis barikatlarını aşmayı başaranlar ise, sendikaların ve belediyelerin sağladıkları otobüslere binerek Ankara yürüyüşünü başlattılar. İzmirli kamu emekçileri Afyon’da, Adana’dan gelmeye çalışanlar da Şereflikoçhisar kavşağında polisin baskısı ile geri çevrildiler. İstanbullu kamu emekçilerinin vatan caddesinde başlattıkları yürüyüşte 97 kişinin gözaltına alınmasına rağmen yılmayan kamu emekçileri otobüslere binerek Ankara girişine gelmeyi başarmışlardır. Ankara girişinde durdurulan memurlardan 261’i gözaltına alınmış, bu baskıyı açlık grevi başlatarak protesto etmişlerdir.
Polisin aşırı güvenlik tedbirleri alması nedeni ile daha önceden eylem yeri olarak kararlaştırılan Fen-İşleri alanından vazgeçilerek, 3 Temmuz saat 1230′ da Sakarya Caddesi SSK iş hanı önünde; Eğit-Sen, Tüm-Bel Sen, Tüm-Sağlık Sen, Tarım Sen, Maliye Çalışanları ve diğer kamu işkollarından 1500’ü aşkın kamu emekçisi gösteriyi başlattı.
Eğit-Sen Ankara temsilciliği tarafından yapılan basın açıklaması ile Grevli-toplu sözleşme hakkı ve örgütlenme süreci önündeki yasal-fiili engellerin kaldırılması istemi ve diğer talepleri içeren 20.000’i aşkın dilekçenin kortej oluşturulup meclise verileceği kamuoyuna duyuruldu.
Açıklamayı alkışlarla destekleyen kamu çalışanları “İş Ekmek Özgürlük, Sadaka değil toplu sözleşme, işçi memur ayrımına son, Artık susmayacağız” yazılı döviz ve pankartlar açtılar. Polis ve Çevik Kuvvetin saldırısı üzerine kamu emekçileri kol kola girip “Sendika hakkımız söke söke alırız, İşçi memur el ele genel greve, Yılgınlık yok direniş var” sloganları ile meclise yürümekte kararlı olduklarını gösterdiler. Ancak polisin aşırı saldırganlaşması sonucu kitleden kopmalar oldu. Polis çemberi bazı sendika yöneticilerinin teslimiyetçi tavrı, eylem komitesinin basiretsizliğine rağmen ‘Baskılar bizi yıldıramaz” sloganları ile yarım saati aşan mücadelenin verdiği doygunluk ile kamu emekçileri eylemlerini bitirdiler. Bu arada gözaltına alınan 30 kişi birkaç gün içinde DGM savcılığınca serbest bırakıldılar.
Ankara-Meclis yürüyüşünün plan ve organizesinin Eğit-Sen temsilciliğinde yapıldığına kanaat getiren polis misilleme olarak 5 Temmuz 91 tarihinde lokale baskın düzenlemiş, 43 kişiyi gözaltına almıştır. İktidarın bu keyfi baskılarına karşı kamu emekçilerinin artan öfke ve protestosu işçi sınıfı ve diğer çalışanlarla birleşerek gerici grev-genel direnişlere yükselme potansiyeli taşıdığının göstergesidir.
Ankara’dan bir Eğitim Emekçisi

Ağustos 1991

“Liberalleşme”nin Öteki Yüzü: Terör

Temmuz ayı bütün sıcaklığı ile yaşandı. İki ayı aşkın bir süredir sokakları dolduran yüz binlerce kamu işçisi, her zamanki Türk-İş taktiklerinin bir kez daha kurbanı olarak, “hiç beklenmeyen bir anda”, bir gece yarısı Başbakan Yılmaz ile Şevket Yılmaz’ın neler konuşulduğu bilinmeyen bir görüşmesiyle, beklenildiği biçimde satıldı, işçiler, Tük-İş yönetimine öfkelerini ifade eden sloganlar haykırdılar, ama fabrikalara, tezgahlarının başına da döndüler.
Temmuz ayının ikinci önemli olayı, emperyalist sistemin büyük patronu, ABD Başkanı George Bush’un Türkiye’ye gelmesiydi.
Türkiye büyük burjuvazisi ve onun siyasi temsilcileri bu ziyarete büyük önem veriyordu. Öyle ya, büyük patronlar sadık hizmetkârlarını bir yüzyıl içinde ancak bir iki kez onurlandırıyordu. O’nu rahat ettirmek için her şey yapılmalıydı.
Bush’un geçeceği caddeler ve yollar binlerce sivil ve resmi polis, MİT, CIA görevlileri tarafından denetime alındı, yoldan geçenler üst araması ve sorgudan geçirildi. Bush’un kalacağı saraylar onun ihtiyaçlarına göre yeniden düzenlendi, göz zevkini bozabilir endişesiyle balkonlardaki çamaşırlar zabıta ve polis zoruyla indirildi. “Seçkin” sanatçılarımız Bush’a şarkı söyleme “onuru” kazandılar. Önce büyük burjuvalarımızın büyük patronlarını şanına layık biçimde karşılayıp övünerek ağırladıkları burjuva basının sayfalarında boy gösterdi. Sonra en yukardan başlayarak yetkililer, Bush’u, iyi ağırlayıp memnun ettirdiklerinden kalkarak, “devletimizin artık büyük ziyaretçileri memnun edecek” karşılama törenleri düzenleyecek bir gelişmişlik düzeyine ulaştığını TV ve basın aracılığıyla kamuoyuna müjdeledi, vs. vs.
Burjuva basınımızın bile itiraf etmek zorunda kaldığı gibi, “Bush’un teftişi” başarıyla atlatıldı. Ama Bush’un teftişine hazırlık gelip gittiği iki günle sınırlı değildi. Bush ve uşaklarının kurmak istediği “yeni düzen”in asıl yüzü ziyaretin hemen öncesinde gösterildi. CIA-MİT işbirliğinde girişilen bir operasyonla bir gecede 12 devrimci evlerinde öldürüldü. Gerekçe; Bush’a “suikast” yapılma ihtimaliydi. Basında bildirildiğine göre “operasyon yapılsın” emri bile CIA’dan gelmişti.
Bush, sağ-selamet, memnun edilmiş olarak gönderildikten sonra, “Bush’u Yunanistan’dan daha iyi ağırladık”, “Bush bize hayran kaldı”, “kesenin ağzı açılacak” vb. övünmeler arasında TV’ye çıkan Cumhurbaşkanı, ne kadar demokratik bir ülke olduğumuz, her şeyin iyiye gittiği tablosu önünde, herkese hoşgörü öğütlediği konuşmasında hoş görü gösterilmeyecek olanı da açıkladı: “Teröristlere hoş görü göstermeyeceğiz. Onları inlerinde vuracağız. Irak’taki, Lübnan’daki inlerinde, dünyanın her köşesinde vuracağız…” diyerek, “demokratlaşma”nın, “liberalleşme’nin, “hoşgörü’nün nereye kadar ve neye karşı olduğunu açıkça ifade etti.
Bu konuşma, Bush’un gitmesinin hemen arkasından yapılmış olması bakımından olduğu kadar, Türkiye’nin “liberalleşiyoruz”, “demokratikleşiyoruz” edebiyatının öteki yüzünü göstermesi bakımından da ilginçti.
Konuşmada üstüne basılarak “dışarıdaki inlerinde de vuracağız” dendiğine göre, CIA ile İstanbul operasyonu için yapılan işbirliği mevzi bir işbirliği değil, bundan böyle sürecek, aktüel deyimiyle “stratejik” bir işbirliğidir ve devrimci hareketin ve Kürt ulusal mücadelesinin ezilmesi için Bush’tan onay alınmıştır. Ama konuşmanın asıl önemli yanı “demokratikleşme”nin ne menem bir demokratlaşma olduğunun bizzat Cumhurbaşkanı tarafından itiraf edilmesidir. “Teröristlere hoşgörü yok” diyor Cumhurbaşkanı. “Terörist” de yasada tanımlanıyor: Düzene muhalefet eden, varolan sistemi değiştirmek isteyen herkes terörist sayılıyor. Yani tüm devrimciler, gerçek demokratlar ve gerçek Marksistler terörist sayılıyor. Kürtlerse zaten, işbirlikçileri dışında toptan terörist muamelesi görüyor. Düzenin sahte muhalifleri, SBP, TBKP, SP gibileri ise bu “demokratikleşmeden” yaralanacaklar kategorisine giriyor.
Kurulmaya çalışılan emperyalist “yeni düzen”le Türkiye’nin “demokratikleşme”si tam bir paralellik gösteriyor. Nasıl ki, barış, adalet, bağımsızlık gibi sloganlar, emperyalizmin çıkarlarına aykırı hareket edenler ya da kurmak istedikleri düzene bilerek ya da bilmeyerek çomak sokanlar için, emperyalist ideologların, sözde üstüne titredikleri bu değerler, nasıl birer uçak, tank, bomba oluyorsa, bizim “liberalle-şen”, “demokratikleşen” düzenimizde de, liberalliğin ve demokratlığın sınırları, bu soygun ve baskı düzenine karşı çıkma sınırında muhaliflere kurşun, işkence, onlarca yıllık hapis cezalarına dönüşüyor. Devrimciler, yolda, sokakta, evinde çeşitli türden güvenlik güçlerimin kurşunlarının hedefi oluyorlar.
Cumhurbaşkanı’ndan kapitalizmin avukatlığına soyunmuş eski solcularımıza kadar, demokratikleşmede büyük adımlar atıldığı iddiasıyla göklere çıkarılan düzenin hoşgörü sınırı, aslında düzenin gerçek muhalifi devrimcilere varmadan çok önce bitiyor. Düzene potansiyel muhalif olan işçi sınıfını da kapsıyor. Her gün TV’de, fiyatlara müdahale edilmez, pazarda tam bir serbesti olmalıdır diye fetva veren Cumhurbaşkanı, işgücünü ucuza kaptırmamak için masum, barışçı eylemler yapan işçilere ateş püskürerek onları edepsizlikle suçluyor. Böylece işçi sınıfının da tıpkı “teröristler” gibi “hoşgörü” sınırının dışında olduğunu ilan etmiş oldu.
Açıkça ilan edilen şudur: eğer bugünkü ekonomik sistemi kabul ederseniz, bunun dışına çıkılmasını savunmayacaksanız, düzene zarar verecek bir eyleme girmeyecekseniz buyurun tartışın, konuşun, bize bazı söyledikleriniz ters gelse de hoşgörüyle karşılarız: Ama bugünkü düzenin değişmesini istiyorsanız, sistemi zaafa uğratacak eylemler içindeyseniz, her yolla, dünyanın her köşesinde sizi yok etmek bizim demokrasimizin, liberalliğimizin gereğidir!
Bugün “demokratikleşme” ve “liberalleşme”nin sınırı dışında tutulanlar, devrimciler, demokratlar, Marksistler ve hak mücadelesinde kendi gücünü kullanmak isteyen işçi sınıfı ve Kürtlerdir. Yarın, hak arama ve sendikal haklar mücadelesinde oldukça radikal bir çizgide gelişme eğilimi gösteren memurların ya da sorunlarının çözümü için eyleme geçecek kır emekçileri ve köylülerin, birikmiş dağ gibi sorunlarının çözümü için sokağa dökülecek gençliğin, bağımsızlık ve özgürlük isteği için mücadeleye atılan aydınların, emekçilerin de bu hoşgörü sınırlarının dışına itilmeyeceğinin hiç bir garantisi yoktur. Sınır bu kokuşmuş soygun ve sömürü düzenine karşı çıkıp çıkmama noktasından çizilmiştir ve bu ülkenin bütün emekçileri özgürlük ve demokrasiyi kazanmak için bu sınırı aşmak zorundadır.
Kısacası düzen, kendisiyle uzlaşanlara, uzlaşmak için çaba gösterenlere el uzatıyor, onları, geçmişte gadre uğramış yandaşları olarak ödüllendirirken bir taşla iki kuş vurmayı amaçlıyor: Düzenin uysal muhaliflerini kendi yanına çekerken, devrimcileri, demokratları, gerçek Marksistleri tecrit edip yok etmeye yöneliyor. Bunda da başarılı oluyor. Geçmişte, demokrasi ve özgürlük yokluğundan, ülkenin bağımsızlığının emperyalistlere peşkeş çekildiğinden yakınan, demokrasi mücadelesine yakın duran sayısız aydın ve çevre bugün emperyalizm tarafından dayatılan “yeni düzen” ve ülkenin giderek demokratikleştiğine ilişkin emperyalistler ve büyük burjuvazinin propagandacılarının yalanlarının peşinde sürükleniyorlar. Kürt mücadelesini bölücülük ve terör olarak suçlayıp karalarken, devrimcileri ve devrimci mücadeleyi de demokratikleşmeye engel olan teröristler ve terörizm olarak niteliyor, sokak infazlarının, ev baskınlarının, cinayetlerin dizginlerinden boşanmış terörün arkasında, onun suç ortakları olarak yer alıyorlar.
Bugün uygulanmaya çalışılan “liberalleşme” ve “demokratikleşme” güldürüsünün öteki yüzü, devrimcilere ve emekçilere dönük yüzü baskı, zulüm, işkence ve cinayettir. Bu görülüp anlaşılmadan ne demokrat olunabilir ne de aydın.

Ağustos 1991

Diyarbakır öfkeli

Diyarbakır HEP İI Başkanı Vedat Aydın 5 Temmuz’da gözaltına alınıp, 8 Temmuz’da Diyarbakır Maden yolu üzerinde kafasının arkasında darp nedeniyle çökme, vücudunda işkence izleri ve kurşun yaraları ile ölü olarak bulundu. 10 Temmuz’da yapılan cenaze törenine maskeli özel tim görevlilerince yapılan silahlı saldırıda saptanabildiği kadarıyla 12 kişi öldü.
Vedat Aydın’ın öldürülmesi, K…tan’daki saldırıların tırmandırılmasında yeni bir adım olurken, cenaze törenine katılan on binlerce insana yönelik silahlı saldırı bu adımı tamamlayan bir gelişme olarak dikkat çekiyor.
Cenazenin alınması için Diyarbakır’dan Maden’e binlerce araç konvoyu ile gidiliyor. Çevre ve çeşitli il ve ilçelerden on binlerce insanın bulunduğu araçlarla cenazenin Maden’den alınıp, Diyarbakır’a getirilmesi sırasında, yol üzerindeki köylerde Maden ve Ergani’de konvoya sürekli katılım oluyor. Yol boyunca tarlalarında çalışan köylüler, tarım işçileri işlerini bırakıp, cenazeyi selamlıyorlar, sloganlara katılıyorlar. Diyarbakır girişinde askeri komanda, özel tim ve polis caddelerin önemli noktalarına tank ve panzerlerle yerleşmiş olarak karşılıyor, kalabalığı. Ve burada konvoya katılmak isteyen şehrin girişindeki binlerce kişi engellenmeye çalışılıyor. Araçlarından inen on birlerce insan şehirdekilerin de katılmasıyla İstasyon alanına doğru yürüyüşe geçiyor. İstasyon alanında Vedat Aydın’ın kardeşi Kürtçe bir konuşma yaparak “Vedat tüm Kürtler”in kardeşi, tüm Kürt anaların oğluydu. Kürt mücadelesinde düşman için bir dikendi. Onlar bu dikeni çıkardıklarını sanıyorlarsa, aldanıyorlar. Düşman onu çıkarmak istedi fakat başaramadı. Bir diken çıkardı, binlercesi battı” dedi. HEP Genel Başkanının saygı duruşuna daveti ve konuşmasından sonra, kol kola girmiş düzenli yürüyüşe devam eden insanlar “Vedat Namire”, “Her xort kurt Vedate”, “Biji serok Apo, biji PKK”, “Kahrolsun kontrgerilla” sloganlarıyla yollarda barikat kuran devlet güçlerini yuhalayarak ilerledi. Yürüyüş kolunun başı Mardinkapı’ya vardığında Mardinkapı Karakolu yürüyüşçülere engel olmak istedi. Bu arada surların üzerinde mevzilenmiş olan yüzleri siyah bezle örtülü Özel Timler kalabalığa dört ayrı noktadan ateş ederken, karakol polislerinin de ateşe başlamasıyla yürüyüş kolunun önündekiler düştü ve üç kişi öldü, 10’dan fazla kişi yaralandı. Yaşanan panik ve sıkışmada ezilenler oldu. Yürüyüş kolu bölündü. Büyük çoğunluk Mardinkapı mezarlığını doğru “kurşunlar bizi yıldıramaz” sloganıyla yürümeye devam etti. Bölünen diğer topluluk, Diyarbakır sokaklarına dağılarak taş ve sopalarla devlet güçleriyle çatışmayı sürdürdü. Yaklaşık 30 bin kişi Vedat Aydın’ın cenazesini “Ey raqip” marşı eşliğinde toprağa verip, sloganlarla dönmeye başladılar. Dönüşte yine Mardinkapı’da önden ve arkadan polislerin, özel timin silahlı saldırısına uğradılar. Sis bombası, göz yaşartıcı bomba ve kurşunların üzerlerine yağdığı insanlardan bayılan ve kurşunlananlar, güvenlik güçlerince duvar diplerine üst üste yığılıp, sonra gözaltına alındılar. Kaçışan binlerce insandan Mardin Yolunda bulunan 30 metre yüksekliğindeki bedenin başına gelip orada kalanların üzerine ateş açılınca, insanlar can havliyle kendilerini buradan aşağı atmaya başladılar, ölenlerden bir kısmının da bu sarada öldüğü söyleniyor. HEP milletvekilleri, avukatlar ve gazetecilerin bulunduğu otobüsün tekerleklerine kurşun sıkıldıktan sonra; sis bombası ve göz yaşartıcı bomba ile içindekiler çıkarılıp, küfürlerle, dipçik, kalas ve coplarla çiğneniyorlar. Gazetecilerin makinaları parçalanıp, milletvekillerinin tabancaları alınıyor. Yaralıları almaya gelen ambulanslar engelleniyor, sağlık personeli tartaklanıyor. Vahşi saldırıyla Diyarbakır kanlı bir savaş meydanına dönüştürülüyor. Devlet güçleri sabaha dek evleri basıp, buldukları insanları gözaltına alıyorlar, yer yer çatışmalar ve silah sesleri sabaha kadar sürüyor. Hastanelerin önünde özel tim, kanılarını arayan insanları engelliyor. Yüzlerce insan gözaltına alınıyor.
Askeri komando, özel tim, resmi ve sivil polis olmak üzere binlerce silahlı, panzerli, tanklı devlet gücünün engellemelerine, barikatlarına ve saldırısına on binlerce insan özgürlük ve direniş sloganlarıyla, “Her Kürt bir Vedat’tır” sözleriyle, taş ve sopa ile direnerek karşılık verdi. O gün Diyarbakır’da kepenkler kapanmış, Maden’den Diyarbakır’a bütün küçük-büyük yerleşim yerlerinin halkı Vedat Aydın’a selem durmuş veya kalabalığa katılmıştı. Her gün üç-beş-on ölüt veren K.tan, ağıt yakmanın yararsızlığını yasayarak öğrenen K…tan, aydını, işçisi, köylüsüyle, çocuğu, genci, yaşlısıyla korkuyu üzerinden atıp kendisine savaş açanlara Diyarbakır’da kitlesel bir bütün olarak yanıtını verdi. 10 Temmuz’dan itibaren Batman, Nusaybin, İdil, Muş, Varto, Kerboran, Çınar, Cizre, Silopi, Kulp ve Hani’de Bismil ve Lice’de kepenkler kapatıldı. Güvenlik güçlerince kazma, kalas ve çekiçlerle işyerlerinin camları, kapıları, kepenkleri kırılıp, esnaf anonsla veya evlerinden alınarak işyerleri açmaya zorlandı.

YENİ BİR VEDAT AYDIN OLAYI!
HEP Diyarbakır İl Delegesi Remzi İL, Vedat Aydın’ın cenazesine katıldıktan bir gün sonra, beklediği minibüs durağında iki sivil polis tarafından gözaltına alındıktan bir gün sonra, işyerinin yakınındaki bir çöplükte işkence edilmiş olarak bulunuyor. Hastaneye kaldırıldıktan sonra da aldığı yaralardan dolayı ölüyor.
Bir kaç gün arayla işlenen bu cinayetler, V. Aydın’ın kafası bozulan bir kaç “görevli” tarafından yapılmadığını, tersine bu tür cinayetlerin yıldırma politikasının bir bileşeni olarak uygulamaya sokulduğunu gösteriyor. Kontrgerilla, bu “hassas” bölgeye yönelik yeni bir taktik geliştirmiş ve bunu çizgileştirmiştir. Önce dergi binalarının bombalanması, Vedat Aydın cinayeti, çeşitli Kürt aydınlarına tehditler, sabotajlar ve gece ev basmalar gibi olaylar bu politikanın şimdilik hayata geçirilen uygulamalarıdır.
Fakat Vedat Aydın cinayetinin de gösterdiği gibi, yeni saldırılar, aydınları yıldırmak kitle mücadelesini terörle sindirme politikaları daha büyük direnişlerle karşılanmakta, diktatörlüğün “çözümleri” daha büyük patlamaların kaynağı olmaktadır.

VEDAT AYDIN KİMDİR?
1954 yılında Diyarbakır’ın Bismil ilçesine bağlı Kazancılar köyünde doğdu. İlk, orta ve lise öğrenimini Bismil’le tamamladı. Devrimci mücadele ile lise yularında tanışan Aydın, ilk göz altıyı da bu yıllarda yaşadı. Ve devletin baskısını bu genç yaşında her Kürt gibi tanımış oldu. 1978 yılında Diyarbakır Eğitim Enstitüsünü bitirdi. Devrimci mücadelesini bu yıllarda sürdüren Vedat AYDIN, kavgada cesareti, gözü pekliği ve yiğitliği ile tanındı, egemen güçlerin dikkatini çekti.
Vedat Aydın, 1978-1980 yıllarında Diyarbakır Ziya Gökalp Lisesinde Sosyal Bilgiler dalında öğretmenlik yaptı. Kavgasını mesleğinde devam ettirdi. Bu tarihlerde Diyarbakır’da TÖB-DER’in Yönetim Kurulu üyeliği yaptı. Bir öğretmen olarak da Kürt Halkının mücadelesine katkıda bulundu.
1980 tarihine gelindiğinde her devrimci Kürt insanının tanıştığı Diyarbakır zindanlarıyla tanıştı. Yaşamının dönüm noktası olan bu süreçte ilk zindan direnişlerine katıldı. Vedat AYDIN’ın bu vahşet döneminde Kürt Halkının kurtuluşuna olan inancı her geçen gün biraz daha pekişti. 1984 tarihinde cezaevinden çıktıktan sonra “KAVGAYA DEVAM” diyenlerdendi. Toplumun her kesimiyle çok rahat diyalog kurabilen bir kişiydi. Esnaf, memur, işçi ve aydındı. Sosyal ve siyasal yetenekleri, kişiliğiyle pekiştirmişti. Teslimiyet ve ihanet ortamında dahi kavgasını sürdürür, herkesi kavgaya davet ederdi. Bu yetenek ve kişiliği, çalışkanlık ve zekâsını birleştiren Vedat AYDIN cesareti ile yeni Kürt aydın kimliği’nin örneklerinden biriydi.
İHD’de etkin olarak çalıştı. Gönüllü görevi gereği olarak şehir şehir, köy köy dolaşarak haksızlığa uğrayan Kürt insanının sesini dünya kamuoyuna duyurmaya çalıştı, Botan’dan Hakkâri’ye Lice’den Genç’e, Diyarbakır’dan Ankara’ya kadar insan hakları ihlallerinin amansız bir takipçisi oldu. 1990 yılının Ekim ayında Ankara’da yapılan İnsan Hakları Derneği Genel Kurulunda kendi anadili ile konuştuğu ve konuşmakta direttiği için genel kurul salonunda gözaltına alınıp tutuklandı. Ancak Vedat AYDIN zindanlara atılarak kavgasından vazgeçecek bir insan olmadığını mahkemedeki tavrı ile gösterdi.
Mahkemede Kürtçe ifade vermekte direnen Vedat Aydın “Üniversite bitirmiş bir Kürt olduğunu, i sırf Kürtçe konuştuğu için burada yargılandığını” söyleyerek baskı ve zorlamaları karşı çıktı.
Mitinglerde, konferanslarda, toplantı ve bireysel konuşmalarda ısrarla Kürtçe konuşmaya devam eden Vedat Aydın çok defa tehdit edildi, tartaklandı, dipçiklendi ve gözaltına alındı. Yılmadı.
1991 Mayıs’ında Diyarbakır HEP il başkanlığına seçildi. Bu dönemde de halkın sorunlarına sahip çıkmaya devam etti. Kimi zaman gözaltına alınan bir yurtsever için çabaladı. Kimi zaman dağda şehit düşen gerillaların cenazesine sahip çıkarak ailesine teslim etti. Kimi zaman aşiretler arasındaki kan davalarını barış ile sonuçlandırdı. Kimi zaman grevci işçilerin yanında yer aldı. Kimi zaman açlık grevine oturan analara omuz verdi.
İşte tüm bu çalışmaları ve ulaştığı kimlik, egemen güçleri rahatsız etti.
Vedat AYDIN, yılgın, korkak, çekingen bir kişilikten uzak, halkın kaderini her koşulda paylaşan bir Kürt aydınıydı.
İşte böyle bir kişilik 5 Temmuz 1991 tarihinde kontrgerilla tarafından katledildi.
Ezilen Kürt halkı Vedat Aydın’ı mücadelesinin şehitlerinden biri olarak yüz binlerin yürüdüğü gösteri ile O’nu yaşatmaya devam edeceklerine söz vererek uğurladı.

Ağustos 1991

Güney Elif Ablasını Kaybetti Çukurova’nın isyanıydı, Elif Tuncer

O umudun yeşerdiği, zulmün talan edildiği, özgürlük meşalesinin ellerde yükseldiği bir toplum için alanlardaydı.
Sokaklar, mahkemeler, işkence haneler, hep ondan bir şeylerin alındığı yerlerdi.
İsyanın gür sesiydi Çukurova’da, başkaldırının, öfkenin, kavganın kadınıydı. Öğrencinin, işçinin, emekçinin, memurun, tutsağın kapısını çaldığı ilk insandı. Yüzü kavganın sürekliliğinin ifadeleri ile dolu idi.
O bir neferdi TDKP saflarında, bitmez tükenmez enerjisi ile…
Bir yaz günü sabaha karşı trafik kazasına yenilecek insan değildi O. Zulüm talan ediyordu K…tan’ı, zulüm katlediyor idi gencecik insanlarımızı, zulüm sokak ortasında Murtaza’yı, işkence hanelerde İmran yoldaşı, dağlarda onlarca yurtseveri katlediyordu. Ama zulüm, her katledişinde insanları saflar daha da kalabalıklaşıyor; gürleşiyor özgürlük türküleri.
O’nu anlatmak, O’nu çizmek, O’nu yazılarda yaşatmak gerek. O’nu yitirmenin hüznü ile dolarken alanlar, hüzünler isyana-haykırışa-başkaldırıya yöneldi. Adana; ilk defa O’nunla bu kadar kitlesel, yasadışı gösteriyi yaşadı, pankartlar, yaka rozetleri, duvarlar, O’nun ve O’nunla birlikte yitirdiğimiz dört insanı anan, onlara atfedilen onlarca mesaj ile dolu idi.
10 Temmuz günü kara bir haber geldi Siverek’ten Adana’ya ulaştı. Haber ulaşır ulaşmaz, insanlar akın akın Elif Tuncer’in evine, bürosuna, İHD’ye koşmaya başladılar. Suratları asık, gözler ağlamaklı, herkes olayın şokunda. Elif ve yanındaki arkadaşları Vedat Aydın’ın cenazesine katılmak için Diyarbakır’a giderken sabaha karşı 05:00’da Siverek’te bir kamyonun arabaları ile çarpışması sonucu Elif’le birlikte, biri Emeğin Bayrağı Adana temsilcisi, dört kişi daha olay yerinde yaşamını yitirdi.
Herkes beşerli-onarlı gruplar halinde, bulabildiği, binebildiği arabalarla Elif ve arkadaşlarını karşılamak üzere yollara döküldü. Gece yarısına doğru onlarca araç eşliğinde cenazeler önce Adli Tıp’a sonra da morga götürüldü. Haber hiç aksamaksızın Adana’nın değil, Türkiye’nin dört bir yanına dalga dalga yayılmaya başlamıştı. Telefonlar susmaz oldu. Ve sabah ilk ışıklarını yayarken, Adana duvarları TDKP yazılarıyla dolmuştu. “Onlar devrim ve sosyalizm mücadelesinin birer yiğit neferiydiler”, “devrim şehitleri ölümsüzdür”, “faşizme ölüm halka hürriyet” vb. sloganlar, özellikle Elif’in evinin çevresine ve İHD binasının bulunduğu yerlere yazılmıştı.
Saatler ilerledikçe, kalabalık iki ayrı yerde toplanmaya başladı. Cenazenin Elifin evine gelmesiyle ağıtlar yükseldi, haykırışlar arttı. Ve cenaze Adana Barosu’na götürüldü. 600 metrelik yol, sert ve kararlı adımlarla, alkış ve sloganlarla yüründü. Adana barosu önündeki tören binlerce insanın katılımıyla güçlü bir gösteriye dönüştü. Cenazenin ardından 2-3 bin insan yürürken Adana’da ‘80 sonrasında ilk kez bir gösteride TDKP pankartı açılıyordu. “Devrim şehitleri ölümsüzdür-TDKP” pankartı ile ve kızıl bayrağa sarılı olarak cenaze, şehrin merkezi İnönü caddesi boyunca taşındı.
Baro’dan gelen kortej İHD önündeki kitleyle birleşince, katılanların sayısı 6-7 bine ulaştı. Burada, ilk pankartın yanına Devrimci Gençlik, Adana Halkevi, Emeğin Bayrağı, HEP, SP imzalı pankartlar da eklendi. İHD önünde saygı duruşu, ardından yapılan birkaç konuşmadan sonra cenazelerin araba ile götürülmesi kitlenin de otobüslere binmesi önerisiyle Nevzat Helvacı’nın “taşkınlık yapılmaması” uyarısı sert tepkilerle karşılandı. Kille cenazeleri omuzlara alarak Atatürk caddesine, oradan da E-5’e çıktı. Genişleyen ve kenetlenen kitle yolu 1 saat trafiğe kapatarak “kahrolsun faşist diktatörlük”, “faşizme ölüm tek yol devrim”, “faşizme ölüm halka hürriyet”, iş-ekmek-özgürlük kahrolsun faşist diktatörlük”, “yaşasın devrim yaşasın sosyalizm”, “yaşasın şanlı TDKP’miz”, “yaşasın PKK”, “yaşasın TİKB” sloganlarıyla faşist diktatörlüğe kin ve öfkelerini ve mücadele isteklerini haykırdı.
Yaklaşık 15 km.lik yol boyunca korteje katılanlarla kalabalık çok daha arttı. 3,5 saatlik bir yürüyüşle Buruk Köyü mezarlığına gelindi. Şehir içi ve şehirlerarası ulaşımı felç eden mitinge polis hiçbir müdahalede bulunmaya cesaret edemediği gibi ortalıkta da görünmedi. Polis, binleri peşinden sürükleyerek emekçilere, devrimci ve komünistlere son kez kanat geren Elif’e yaklaşmayı göze alamamıştı.

İlker’den:
Sevgili Rabia,
Dün akşam TV’den öğrendiğimiz haber, büyük üzüntüye boğdu bizleri. Ablan Elif’i, İHD Adana şube yönetiminden H. Üzüm ve C. Ölçmez’i. üyelerden Y. Üzüm ve İ. Turan’ı Urfa yakınlarında bir trafik kazasında yitirdiğimizi öğrendik. Bu acı olay karşısında söylenecek sözler de yetersiz kalacak, Çünkü hiçbir kelime duygularımızı gereği gibi ifade etmede yeterli olamaz. Başımız sağ olsun.
Elif, yalnızca avukatım değil, 12 yıllık dostum, sırdaşım ve dava kardeşimdi. 12 Eylül’ün karanlık döneminde ayakta kalmayı başarabilen, inançlarından ödün vermeyen, umudunu hep taze tutabilen, yüksek özveri ve bitmeyen enerjiyle özgürlük ve sosyalizm mücadelesinin kararlı bir neferiydi. Onca tehdit ve baskıya karşın, insan hakları ihlallerine, zorbalığa ve emekçi halk üzerinde uygulanan beyaz teröre cesaretle karşı çıkan; yalnız dışında değil, Çukurova’dan Malatya’ya dek zulüm zindanlarından tüm özgürlük mahkûmlarına destek ve onların kamuoyunda sesi olan; bu nedenle onun siyasi çizgisini benimsesin-benimsemesin tüm siyasi tutsakların kalplerinde sevgi ve saygı dolu bir yer tutan örnek insan, fedakâr ve kararlı bir devrimciydi. O, gülmesini seven, esprili, yardımsever ve yüreğiyle, beyniyle devrimci komünizme yaşamını adamış, işçi sınıfı ve emekçi kitlelerin çıkarlarını kişisel çıkarlarının hep üstünde tutmasını bilmiş güçlü dosttu.
Özel sorunlarımızı bile birbirimize çekinmeden açıp yardımcı olduğumuz, birbirimize moral verdiğimiz, güçlü yoldaşça sevgi ve güvenle dostluğumuzu pekiştirdiğimiz dostumdu, kardeşimdi. Onu yitirdiğimize inanmak çok güç, kabullenmek çok daha güç, ama O’nsuzluğa alışmak düşüncesi bile acı. Acımızı yüreğimize gömüyor ve ölüm mangalarının katlettiği Vedat Aydın’ın Diyarbakır’daki cenaze törenine yetişip devrimci görevini yerine getirme yolunda toprağa düşen Elifimizi özgürlük ve sosyalizm mücadelemizde yaşatacağımıza söz veriyoruz.
Senin ve ailenin acınızı paylaşıyor, dostluk duygularımla her birinizi kucaklıyorum.

Komünizme adanmış onurlu bir yaşam:
Elif Tuncer
Elif, 1954’de Maraş’ın Göksün ilçesinin Göynük köyünde dünyaya geldi. İlk ve orta öğrenimini memleketinde tamamladıktan sonra, Ankara’da hukuk öğrenimine başladı. Bu yıllar, öğrenci gençliğin toplumsal çelişkileri kavramaya başlayıp eyleme geçtiği yıllardı.
1975’te Hukuk Fakültesini bitirerek önce Göksun’da 1 yıl serbest avukatlık yaptı. Sonra mesleki ve siyasal faaliyetlerini Maraş’ta yürütmeye başladı. Bu yıllarda proletaryanın partisinin kuruluş hazırlıkları ve özellikle Maraş’ta sert mücadeleler gündemdeydi. Elif ‘78 Aralığında Maraş’ta yaşanan katliamdan en başta nasibini alanlar arasındaydı: avukatlık bürosu basılarak imha edildi.
Elif artık Çukurova’dadır. Başta Maraş katliamının sorumlusu olarak yargılanmaya çalışılan komünist ve devrimcilerinki olmak üzere bölgedeki tüm sıkıyönetim davalarına girmeye başlar. 12 Eylül darbesinden sonra, herkesin kendi kabuğuna çekildiği koşullarda, Elif, tüm baskı ve tehditlere rağmen, komünist ve devrimcileri savunmaya devam eder. Bu arada eski bir olay da bahane edilerek, avukat olarak katıldığı bir davada tutuklanır. Aylar süren işkenceye 8 aylık bir cezaevi yaşamı eşlik eder. Ve tahliyesi sonrasında, yine, güç durumdaki devrimci tutsakların yardımına koşar, onlara moral verip inançlarını tazelemeye devam eder.
Karanlık Eylül terörüne, tüm yıldırma ve yalnızlaştırma çabalarına rağmen, O, bir yandan avukat olarak görevlerini yerine getirirken öte yandan da, çevresinde devrim ve sosyalizme inancı diri tutmaya uğraşır, ve özellikle son yıllarda devrimci komünizmin Adana’da yeniden örgütlenmesine önemli katkılarda bulunur.
Avukatlık yaptığı 14 yıl boyunca bölgede devrimci ve komünistlerin tüm davalarını üstlenip yardımlarına koşar Elif. Bununla da sınırlamaz kendini, sıkı ve sağlam bağlara sahip olduğu kitlelerin örgütlenmesinde ve siyasal faaliyetin değişik alanlarında fedakârca çalışır.
Elif, son iki dönem yöneticiliğim yaptığı Adana İHD’nin son Kongresinde başkanlığını da üstlenir. Bu dönemde Maraş’a, Antep’e kadar uzanarak işkence ve insan hakları ihlallerinin üzerine yürür; birçok işkence olayını açığa çıkarıp işkencecilerin yargılanmasını sağlar.
“Kaba bir hümanist değildi ama bütün insanlara yer vardı yüreğinde. Her insanda olumlu bir yan bulurdu. O, insanlara kendileri olmayı öğretirdi, kendisini verirdi. Onunla birlikte olan insanda kendine güven gelişirdi. Bizleri O yetiştirdi, hem de mücadeleden kaçmanın moda olduğu karanlık Eylül yıllarında. İnsanları kırmazdı, olumlu yanlarıyla geliştirirdi. Mantıklıydı. Bu düzenden herhangi bir beklentisi ve kişisel hırsları yoktu, çoktan aşmıştı böyle şeyleri. O, kendisini, her şeyiyle birlikte, davasına adamıştı” diye anlatıyor bir yakını onu.
Evet, kişisel kaygıları yoktu. Her alanda estirilen liberal rüzgârların etkisiyle tırmandırılan bireycilik uzaktı O’na. Yüreği ve beyniyle kendisini proletaryanın ve onun partisinin mücadelesine adamış “mükemmel bir kafa, mükemmel bir yürekti”. Yine engin bir sorumluluk duygusu ve kararlılıkla, bir parçası olduğu Kürt halkının V. Aydın için Diyarbakır’da tutuşturduğu yangına koşarken, kuşkusuz bir başka biçimde veda etmeyi tasarladığı dünyamızdan ayrıldı.
Sağlam ve örnek bir komünistti.

Ağustos 1991

Kontrgerilla Tartışmaları ve Gizlenmeye Çalışılan Gerçek

Türkiye’de dönem dönem “kontrgerilla’ tartışmaları alevlenir. Genelkurmay’a bağlı Özel Harp Dairesi bünyesinde kontrgerillanın örgütlü olduğu ve faaliyet yürüttüğü söylenir. Devlet, kontrgerillanın varlığını yadsır veya suskunlukla geçiştirirken, kimi yetkililer, örgütün yapısı ve faaliyetleri hakkında açıklamalar yaparlar. Ve bu tartışmalar böyle bir dönem sürdükten sonra, gündeme başka konuların girmesiyle tavsar gider.
Konu ile ilgili tanışmalarda Genelkurmaya bağlı Özel Harp Dairesinin ‘yurt savunmasına yönelik’ gizli bir örgütlenme ve faaliyetinin olduğunu açıklayan resmi yetkililer, bunun kesinlikle ‘cereyan eden anarşi ve terör olaylarında’ kullanılmadığını ileri sürerler. Basın, hukukçu, politika vs. kişiler yakın geçmişte yaşanan ve bir giz perdesi ardında kalan birçok olayla ilgili gündeme gelen bu tartışmalarda kontrgerilla kuşkusuna işaret ederek, onun ‘kullanılış biçimi’ üzerine bazı devlet görevlilerinin ya da devletin bazı kesimlerinin kapalı desteğinden cesaretlenen ve yurt savunması için kurulmuş olan bu örgütte yuvalanmış çevrelerin örgütü amacı dışında kullandığına dikkat çekerler. Böyle çabalarla tezgahlanan olaylar sonucunda ‘sol ve bölücü’ güçlerin devleti yıkmak için zemin bulduğu, güç topladığı; yaratılan kaos sonucunda devreye giren askeri darbelerin demokrasi yolundaki çileli yürüyüşü bir kez daha kesintiye uğrattığı, on yılda bir aynı noktadan yeniden başlandığı vs. vs. yorumlar yaparlar. ‘Yasadışı eylemlerin açık bir toplumda uzun süre gizli kalamayacağı’ öyleyse, devletin bu kuşkuları gidermesi, sorumlularının açığa çıkarılması istenir. Kamuoyu ‘aydınlatılır’, devlet ‘uyarılır’, ‘sol ve bölücü’ çevrelerin açığa çıkan yüzü de ‘teşhir edilir’. Konu da tavsar gider. Ancak geriye önemli mesajlar bırakarak. Geniş kitlelerden sıradan bireye kadar herkesin dikkatli olması, masum isteklerle kalkışacağı eylemlerin, katılacağı hareketlerin, karanlık güçlerce tezgâhlanan bir oyunun bir parçası olduğunun ortaya çıkması olasılığı, belki boşu boşuna canından olma olasılığı… Faili bile bulunamayacak bir cinayete kurban gitme olasılığı. Hayatını bir mücadeleye adamış onurlu, kararlı insanların “boyutları devleti bile aşan” bir oyunun sıradan bir kurbanı olması gibi boşuna bir ölüm. Karanlık güçlerce tezgâhlanan olaylarda böcek gibi ezilen çaresiz insanlar. Ve tabii, böyle aptalca bir ölümü seçmek yerine akıllıca davranıp, hiçbir şeye bulaşmama ‘bilinci’!
Bu “bilinç’ en demokrat, en ilerici, en deneyimli kalemşorların satırlarından, TV’sinden TRT’sine kadar bütün iletişim kanallarıyla bütün ikna ediciliğiyle işlenmekte. Bütün bu tartışmaların, ortaya çıkan yeni gerçek ve itirafların, korku dolu olasılıkların tozu dumanı içersinde bir kez daha gözler yönelmiş oldukları yerden karanlık ufuklara çevrilerek, asıl görülmesi gereken noktadan uzaklaştırılmaktadır. Tezgâhlanan oyunların kaynağı ve amacı gözlerden gizlenmekte, tartışmaların odağına konması gereken devlet, suiistimal edilen bir mağdur, iftira edilen bir masum gibi sunulmaktadır. Zan altında kalmaması için üzerindeki kuşkuları dağıtmaya çağrılmaktadır.
Bu gayretkeş seslenişlerin ardında, bir ‘uzlaşma rejimi’ olan demokrasilerde devletin sınıflar-üstü bir varlık olduğu düşüncesi ayakta tutulmaya çalışılmaktadır. Açık bir toplum olan demokratik toplumda hiçbir şey giz olarak kalmaz. Devlet bunun gereğini yerine getirerek, üzerindeki kuşkulan dağıtmalı, hem de demokrasinin yolunu açmalıdır. Türkiye’deki demokrasinin ne menem bir demokrasi olduğunun yorumunu okuyucuya bırakarak, benzemeye çalışılan, erdemleri sayılıp dökmekle bitmeyen, her şeyin ‘demokratik denetim’ içinde olduğu batı demokrasilerinde basına yansımış konu ile ilgili bilgilere bakalım: Kasım 1990’da İtalya, Belçika, Yunanistan, Almanya devlet yetkilileri NATO’ya bağlı ülkelerde otuz-kırk yıldan bu yana (ve kendi ülkelerinde) kontrgerilla türü örgütlerin olduğunu açıkladılar. (Elbette bu açıklamanın hangi amaçla yapıldığı üzerine de düşünmek gerekir). NATO’nun aldığı bir kararla, 1950’de ABD Silahlı Kuvvetlerinin çıkardığı “İstikrar Operasyonları ve İstihbarat” başlıklı FM 31-16 talimnamesi doğrultusunda gizli, kontrgerilla türü örgütlerin kurulduğu açıklandı. CIA’nın teklif ile NATO bünyesinde kurulan ‘Gizli Koordinasyon Komitesi’nin diğer NATO ülkelerindeki yasal denetim organlarının dışında gizlice oluşturulan bu örgütler arasındaki bağlantıyı sağladığı ve bunları doğrudan yönettiği ortaya çıktı. Karşılaştırmalı olarak yanda görevleri sayılan CIA denetimindeki örgütün Türkiye kolu Cevdet Sunay’ın Genelkurmay başkanlığı sırasında Kara Kuvveden Komutanlığımın ST 31-15 Sahra Talimnamesi ile oluşturulmuş ve “Ayaklanmaları Bastırma Harekatı” adlı kitapta görevleri sayılmıştır. Genelkurmay Başkanlığı tarafından bastırıldığı basında bildirilen bu kitabın dışında, Özel Harp Dairesi Başkanlarından Cihat Akyol 1971’de Kara Kuvvetleri Dergisi’nde yayınlanan bir yazısında örgüt faaliyetlerine ilişkin olarak “… Halkı mukavemetçilerden ayırmak için sanki ayaklanma kuvvetleri yapıyormuş gibi müdahale kuvvetlerince zulme kadar varan haksız muamele örnekleri ile sahte operasyonlara başvurulması tavsiye edilir..” diyor. 1 Mayıs 1977 katliamını, Maraş katliamını, Çorum’daki provokasyonu, 12 Eylül Darbesi, Muammer Aksoy, Bahriye Üçok, Çetin Emeç cinayetleri ve başka bir dizi cinayeti, Vedat Aydın’ın katledilmesi ve cenaze törenindeki katliamı anımsayanlar, haklı olarak bu tavsiyeler ile benzerliğini düşüneceklerdir. Kaldı ki, 12 Eylül Cuntasının başı eski cumhurbaşkanı Evren, Milliyet gazetesinde yayınlanan anılarında, 5 Mayıs 1990 günü Demirel’le yaptığı görüşmede, o dönemin başbakanı Demirel’in kendisinden Özel Harp Dairesindeki personelin teröristlerle mücadelede kullanılmasını istediğini vaktiyle de böyle kullanıldığına dikkat çektiğini (1971 sıkıyönetim dönemindeki Kızıldere olaylarında kullanılan personeli kastediyor diyor) ve kendisinin “Özel Harp Teşkilatını” esas görevine yöneltip, yöneltemediği bir yana bu örgütün, devletin bu organının bu işlerin içinde olduğunu, bir dönemin başbakanı, cumhurbaşkanı, üst düzey askeri yetkilisi olan kişilerce açıklanıyor. Yakın geçmişe ilişkin olarak, Ecevit, 2 Şubat 1978’de dönemin cumhurbaşkanı Fahri Korutürk’e yazdığı mektupta bu örgüt için “… ülkemizin yine bunalımlı bir döneminde o yılların bazı sorumlularınca içe dönük olarak kullanılmıştır.” diyor. Daha önce 7 Mayıs 1977’de yazdığı mektupta ise örgütü tanımlayıp,”… yurt savunmasında gördükleri eğitimi Türkiye’deki şiddet eylemlerinde kullananların bulunabileceği güçlü olasılıktır” diye cumhurbaşkanını uyarıyordu. Uyarıları işe yaramadı! Genelkurmay İstihbarat Dairesi Eski Başkanı Sezai Orkunt Silahlı Kuvvetlerin Türkiye’nin tamamıyla sola çekilmesinden korktuğunu, o sırada henüz organize olmayan sağ’ın organizesinin MHP ile olduğunu ve Türkeş’e ‘bazı imkanlar’ verildiğini açıklıyor.(Güneş gazetesi, 17.11.1990) Yine emekli Tümgeneral Celil Gürkan, aynı tarihli gazetede “… Ben Genelkurmay Plan Harekat Dairesi Başkanıydım. O zaman benim teşkilatımda Özel Harp Dairesi diye bir şube vardı. Ancak asıl özel faaliyette bulunan teşkilat, genelkurmay karargâh binası dışında, başka bir binada, başka bir kişinin komutasında faaliyet gösteren bir teşkilattı”, diyor. Sağ organize den MHP başkanı Türkeş’in evinde 12 Eylül Darbesi sırasında yapılan aramada bulunan bir örgüt şeması ile ilgili olarak bu şemayı Türkeş’e veren Emekli Albay Mehmet Alanyuva, mahkemede şemanın “genel esasları bakımından Sahra Talimnamesindeki (ST 31-15) ile aynı” olduğunu söylüyor.
Bu sıkıcı alıntıları yapmamızın nedeni ‘kullanılış tarzı’ hakkında ‘devleti uyarma’ işgüzarlığı ile kamuoyunu yanıltmaya çalışan politikacı, yazar vs. kişilerin iddialarının aksine, hiç de öyle gösterilmeye çalışıldığı gibi ‘devletin bir takım kötü niyetlilerce kullanılması’nın söz konusu olmadığını, Türkeş’e bazı imkânlar’ verildiğini ama bu ‘imkanların’ devletin dışında değil, resmi kurumlarının bilgisi dâhilinde verildiği ve olsa olsa bu kurumlarca MHP’nin “kullanıldığı”nı yetkililerinin ağzından göstermektir.
Devlet öyle sınıflar-üstü bir kurum olmadığı gibi, ordusu sınır güvenliği ile uğraşan, parlamentosu ülke yöneten bir kurum da değildir. Lenin’in sözleriyle (Devlet ve İhtilal, Bilim ve Sosyalizm Yay, 7. Baskı, sf. 40 vd.) “… Burjuva topluma özgü … devlet makinesinin en ayırt edici iki kurumu: bürokrasi ve sürekli ordudur… Bürokrasi ve sürekli ordu, burjuva toplum gövdesi üzerindeki asalaklar, bu toplumu bölen iç çelişkilerin doğurduğu, ama onun can alıcı gözeneklerini ‘tıkayan” asalaklardır.’ ” Parlamenter demokrasi bunların geri planda kalmasını sağlayan, demokrasi güldürüleri sahneleyerek, halkı aldatmanın aracıdır. “… halkı yönetici sınıfın hangi bölümünün ayaklar altına alacağına, ezeceğine dönem dönem karar vermek: yalnızca anayasal krallıklarda değil, en demokratik cumhuriyetlerde de burjuva parlamentarizmini gerçek özü budur… Amerika’dan İsviçre’ye, Fransa’dan İngiltere’ye, Norveç vb. ne dek herhangi bir parlamenter ülkeyi düşününüz; asıl ‘devlet’ işleri hep kulislerde görülür; bu işler hep devlet daireleri, bakanlıklar, kurmay kurulları tarafından yürütülür. Parlamentolarda yalnızca ‘saf halk’ı aldatma ereğiyle gevezelikten başka bir şey yapılmaz.” eğer batı demokrasileri bundan farklı olsaydı, gerçekten demokratik denetim, halkın yönetimi olsaydı, demokratik denetimin dışında, gizli örgütler kurup, ‘sol iktidarları engellemek için’ faaliyet yürütme gereği olmazdı. ‘Halkın iradesi’, ‘milletin hâkimiyeti’ en büyük değer olsaydı, bu irade ve hâkimiyet, dilerse sol ya da sosyalist iktidar olurdu. NATO sadece Sovyetler Birliği ve Doğu Bloğu’na karşı savaşan askeri bir pakt olsaydı, artık sosyalist bir devlet kalmadığına, ‘sosyalizm öldüğüne’ göre işlevsiz hale gelmesi, tasfiye olması gerekirdi. Oysa görünüş hiç öyle değil. Bugün Irak’a, yarın başka bir yere müdahalesini sürdürecek, başka başka askeri bağlaşıklıklar, işbirlikleri aynı işlevi görecektir. Türkiye’de ‘üzerine düşeni’ yapacaktır, yapmaktadır. NATO bünyesinde CIA denetimindeki örgütlerin de “… Dünyadaki yeni gelişmeler karşısında askeri stratejilerde değişiklik meydana geldikçe … görevleri gözden geçirilecek”tir.
Günlük basında, hummalı bir tartışma seyri içinde yer alan kontrgerilla, kullanılış tarzı vb.ne ilişkin yer alan veriler, devletin, Marksizm’in “halkı sömürücü sınıfların egemenliği altında tutma amacı güden bir kuvvet” olarak tanımladığı, yapısı ve niteliğine ilişkin saptamalar göz ardı edilerek değerlendirildiğinde, burjuva basının ve resmi ideolojinin yönlendirmesi dışına çıkılamaz. Lenin’in Ekim devriminin öncesinde devlet üzerine yaptığı derin incelemeleri sonucunu içeren saptamalarının, devrimin gerçekleşme ve sosyalist bir düzenin kurulmasındaki belirleyeceği bu yönden öğreticidir. Bu nedenle, sık sık göreve çağrılan, üzerindeki kuşkudan arınması için uyarılan ‘hukuk devleti’nden çağrılara yanıt alınamaması ve uyarılara kulak asmaması şaşırtıcı olmasa gerekir. Evet, güzel hiç değilse kendi hukukuna uysun! ‘Hukuk devleti’, ‘batı tipi demokrasi’ diye tanımlanan yönetimlerin, parlamento, hükümet gibi göstermelik kurumlarının dışında yasallaşmış veya başka bir biçimde, MGK Başkanlık danışmanlıkları, müsteşarlıklar vs. gibi militarist-bürokratik bir kast tarafından yönetildikleri birçok durumda ve olayda ortaya çıkan, gözlenen bir gerçektir. Kendi hukukuna uyup uymayacağını ‘hal ve şeraite’ göre belirleyen de bu oligarşik kasttır. Hal ve şartlar, sınıflar arası mücadelenin durumu egemenlerin kullanacakları yönteminde belirleyicisidir. Birçok faktörün birbirini etkilemesi, koşullandırması, yönlendirmesi ile gelişen iniş ve çıkışlar gerileme ve sıçramalar gösteren, kimi zaman dengede olan; atılım yapan ve bir zaman geldiğinde açık devrimci duruma ulaşan bu mücadelenin seyri egemenlerin hukukunun yaslanacağının zor ve şiddete mi başvuracağının da göstergesi olmaktadır. Burjuvazi kendini güvende hissettiği zaman haktan, hukuktan, insan haklarından söz eder. Her şeyin hukuka uygunluğuna özen gösterir. Bunun diğer anlamı, ezilen sınıfların zayıf ve güçsüz olmasıdır. Burjuvazi, sömürü mekanizmasının ve ilişkilerinin tehdit altında olduğunu hissettiği andan itibaren, egemenliğini sürdürmesine yetmeyen hukuk vb. üstyapı kurum ve oluşumlarını bir kenara itmeye başlar ve zor ve şiddetten ibaret olan özünü açığa vurur. Ve şiddetin artması, egemenliğin, başka seçeneğinin kalmadığını, bu anlamda yönetimi sürdürmek açısından en zayıf durumda olduklarının da belirtisidir. Bu bakımdan türlü suiistimale, keyfi davranışlara, zulmün ve zorbalığın çeşitlerine karşı kendiliğinden veya örgütlü tepkiler başkaldırışlar yükseldikçe, zora başvurmak, kendi hukukuna uymamak devletin niteliği ile çelişmez. Aksine yaşanan, olağan durumdur. Diktatörlük, “Hiçbir yasanın sınırlamadığı, doğrudan doğruya zora dayanan yönetim”dir. Kaldı ki, kitlelerin kendi çıkarlarına hizmet etmeyen, onların sömürüsü üzerine temellenen bir düzen içinde yaşamaya zorlanması da zorun ‘doğrudan doğruya’ kullanılış biçimlerinden biridir.
Kendi hukukuna uymayan başka birçok trajik örneğin yanında çarpıcı bir örnek -bu aynı zamanda parlamentonun göstermelik niteliğine de örnektir- Vedat Aydın’ın cenaze töreninde yasalara göre dokunulmazlıktan olan HEP milletvekillerinin aracına yapılan saldırı ve milletvekillerinin -milletin önünde- kıyasıya dövülerek hastanelik edilmeleridir. Batı demokrasilerinde ‘skandal’ olacak bu olay parlamentonun günlerce parmağını kıpırdatmadığı, üstelik milletvekillerinin suçlanması eşliğinde karşılandığı anımsanırsa, diktatörlüğün ‘hukuk devleti’ maskesi izaha yer bırakmaz.
Yeri gelmişken, son kontrgerilla tartışmalarına vesile olan Vedat Aydın’ın öldürülmesi, öldürülme tarzı, cenaze törenine yapılan saldın ile insanların katledilmesini yaklaşık son otuz yıldaki gelişmek ile birlikte ve sürekliliği içinde değerlendirmek gereği belirtilmeli. Türkiye’nin 1945’lerden itibaren emperyalizmle ilişkilerinin çok yönlü olarak geliştiği, ekonomik bağımlılığın ardından 1952’de NATO’ya girmesiyle askeri bürokratik bağımlılığın da giderek artan bir seyir izlediği biliniyor. ABD’nin dünyanın dört bir yanında üsler kurduğu, gelişmeler işine gelmediği yerlerde hükümetler devirip, darbeler yaptığı veya yaptırdığı; NATO’nun da ABD’nin başını çektiği emperyalistlerin ekonomik ve siyasi çıkarları için kurulmuş bir örgüt olduğu açıktır.
Yaşanan gelişmelerin; Türkiye’nin uluslararası konumu, emperyalizme bağımlılığı, emperyalizmin dünyadaki, Ortadoğu’daki ve Türkiye’deki stratejik amaçları ve planları; Türkiye’de emperyalizme bağımlılık temelinde oluşturulan politikalar, yapılan düzenlemeler, alınan kararlar ve yaşanan uygulamaları ile birlikte değerlendirilmesi gerekir. Bu anlamda Anti-Terör Yasası; beşer onar katledilen insanlar, işkence hanelerde öldürmeler, cenaze törenine yapılan saldırı vs. gibi yakın geçmişin ‘operasyon’larını yasallaştırma amacının sonucu olarak gündeme gelmiştir. Eski yasalarla, eski yönetimsel yapı ile mevcut siyasal ve ekonomik düzeni ayakta tutmanın mümkün olmadığı yine yakın geçmişin deneyleriyle görülmeye başlanınca, buna paralel, düzenin restorasyonu çalışmaları hızlandırılmış ve düzenin önündeki zor, çoğu zaman hiç kendisini gizleme gereği duymaksızın, hatta bu gizleme alışkanlığını yıkmak istercesine bir pervasızlıkla zoru ve zorbalığı artık olağan bir durum olarak günlük yaşama sokmaya yönelmiştir.

ECEVlT’İN TANIMLADIĞI ÖRGÜT:

Gerilla ve kontrgerilla savaşları için her türlü yeraltı faaliyeti yapan, insan yetiştirir. Gizlilik için de çalışır. 1974’e kadar Amerika’dan gizli mali destek almış. Demokratik hukuk denetimi dışında kalır.
AMERİKAN FM 31-16 TALİMNAMESİNE GÖRE KURULAN GİZLİ ÖRGÜTÜN GÖREVLERİ
* Sovyet işgaline veya Sovyet yanlısı hükmet kurulmasına karşı direniş örgütlemek.
* Kural dışı (Karşı gerilla) faaliyet yürütmek.
* Sağ partilere yardım etmek.
* Sabotaj
* Katliam
* Cinayet
* Suikast
* Pusu
* İşkence
* Rehin alma
* Tedhiş
KARA KUVVETLERİ KOMUTANLIĞI ST 31-15 SAHRA TALİMNAMESİNE GÖRE KURULAN ÖRGÜTÜN GÖREVLERİ
(AYAKLANMALARI BASTIRMA HAREKÂTI ADLI KİTAPTAN)
* Anayasa ve Yasa değişiklikleri sağlanması
* Muhbirlerden yararlanma
* Ajan sağlama ve kullanma
* Parti Kapatma
* Siyasi polisin güvendiği kişilerden yeniden örgütlenmesi
* (Gerekirse) Seçimlere bile karıştırarak Amerikan yanlısı bir iktidarın oluşturulması yoluyla düzenin yaşatılması.
* Sol güçlerin ‘temizlik harekatı’ yoluyla etki sizleştirilmesi

Emekli Albay Mehmet Alanyuva’nın Türkeş’e verdiği gizli örgüt şeması ile ilgili Mahkeme ifadesinden:
“Bu teşkilata (komünistlere) karşı (onların gayri nizam dağınık hareketler yapmalarına karşı) devletin göstereceği muhakemat, yahut bu gayri nizami harbi yapan komünist unsurların nasıl temizleneceği, bu örnek teşkilat (örgüt şeması) ile veriliyor. Nitekim (eskiden) bir tek kişinin yakalanması için bir taburu, bir bölüğü, bir takımı gönderiyorduk. Bunu uzaktaki unsur duyar duymaz kaçıyordu. Yani devlet böyle bir teşkilat kurmazsa, bu harbi yapan kişileri temizleyemez. Ama bu teşkilat kurulduğunda, bir kişi yi görevlendirirsiniz. O kişi gider oraya, onu yerinde bulur. Bastırır ve temizler. İşte bunu (örgüt şemasını) gayri nizami harp yapan komünist unsurların yok edilmesi için böyle bir teşkilat gereklidir diye vermişti.”
Yargıcın (şemada verilen teşkilat) devlet içinde bir düzenleme “ile mi ilgili” ?Sorusuna “gayet tabi” diye yanıt veren M. Alanyuva devam ediyor: “Vatanın bir kısmı herhangi bir güç tarafından işgal edildiği zaman oraları bir kısım vatandaşlar terk eder. Yani kaçar. Bir kısmı da ÖZEL HARP KARARGAHI’nın talimatı ile onlara karşı teşkilatlanmıştır. Komünistlerin anti-gerilla (kontrgerilla) dedikleri bir teşkilat teşkilatlandırılmıştır. Bu teşkilatın elemanları vardır ve bunlara özel yerlerde depolar yapılır. Depolar gizlidir ve onlardan başkası bilmez. Yarın Allah göstermesin Türkiye’de bir istila hareketi olursa işte orada o istila bölgesinin içinde kalan elemanlar, saklanmış olan o silahlarla mukavemet ederler. Eğer iç komünistlerle de böyle bir mücadeleye girilecekse onlarla da gününde, en kritik anlarda muharebe edilebilmesi için, onları saf dışı edebilmek için böyle tesisler (düşmandan elde edilen malzeme depoları kastediliyor), lazımdır. Yargıcın sorusu üzerine Türkeş’e verdiği şemanın “genel esaslar bakımından ST 31-15 Sahra Talimatnamesindeki ile aynı” olduğunu söylüyor.

Ağustos 1991

“Çekiç Güç” Ya Da Ortadoğu’da Emperyalist Jandarma Gücü

Gerekçe pek insani görünüyor: Irak’lı Kürtlerin güvenliği şimdilik sağlanmıştır. Ama Saddam gibi bir adama güvenilmez, yeniden Kürtlere karşı katliama girişebilir. Bu yüzden yer çok uluslu bir askeri gücün (“Çekiç Güç” adı veriliyor) Irak’a en yakın bir yerde (bu yer Silopi olarak seçilmiş) mevzilenmesi gerekir. Bu gerekçenin kaldığı yerden Türk hükümeti alıyor sözü: Saddam bir Kürt katliamına girişebilir, bu yüzden çekiç gücün kurulması yerindedir. Biz Kürtleri çok severiz, onun için de çekiç gücün topraklarımızda konuşlandırılmasına izin veriyoruz. Hatta olayların Türk sınırları içine kadar gelişmesi durumunda müdahaleyle sınırlı olmak üzere bu güce katılacağız.
Emperyalist hükümetlerin ve Türk hükümetinin gerekçelerine bakılınca, “Çekiç Güç”ün Iraklı Kürtlerin güvenliğini sağlamak için tamamen insani amaçlarla oluşturulduğu sanılabilir. Ama emperyalizmin Ortadoğu planı ve değişik “Kürt senaryoları” açısından bakıldığında “Çekiç Güç’ün oluşturulmasında Kürt “korumasının” sadece bir vesile olduğu, asıl amacın bambaşka olduğu açıkça görülüyor.
“Çekiç Güç”ün rolünü her şeyden önce ABD’nin ve diğer emperyalistlerin emperyalist “yeni düzen” kurma çabalarının bir dayanağı açısından değerlendirmek gerekiyor. Bu açıdan bakıldığında emperyalist çıkar çatışmalarının birbirine dolandığı yerlerden birisi Ortadoğu’dur. Üstelik bölge ülkeleri kendi aralarında olduğu kadar iç çatışmalar bakımından da oldukça sıcaktırlar. Türkiye, Lübnan, Irak, Suriye, Mısır, Ürdün ekonomik ve siyasi istikrarsızlıkta dünyanın önde gelen ülkeleri içindeyken, petrol zengini Arap Şeyhleri ve Suudi Arabistan yönetimleri körfez krizinden bu yana gelecekleri iyice belirsizleşen, varlıkları ABD ve diğer emperyalistlerin Ortadoğu’daki askeri güçlerine bağlanmış durumdadır. Saddam’ın yenilmiş ve askeri gücünün önemli ölçüde tahrip olmuş olması durumu değiştirmediği gibi Arap ve Müslüman halklardaki emperyalizm karşıtlığını derinleştirmiştir. Bu da emperyalizme uşaklık eden Ortadoğu ülkeleri, hükümetleri ve egemen sınıflarının bastıkları toprağı daha da kayganlaştırmaktadır. Toprak kayganlaştıkça bu ülkelerin egemen sınıfları emperyalistlere daha çok sarılmakta, bu da onların niteliklerini halkların gözünde daha çok açığa çıkarmaktadır.
Bu durum, ABD ve müttefiki emperyalistler için bölgedeki uşakların güven verecek bir askeri gücü bölgede üstlendirmeyi zorunlu kılmaktadır. Akdeniz ve körfezdeki emperyalist deniz gücü, Suudi Arabistan ve Türkiye’deki hava ve kara güçleri Ortadoğu’nun bugünkü statüsünün korunmasının garantisidir. “Çekiç güç” emperyalizmin bu genel Ortadoğu stratejisinin bir parçası olarak değerlendirildiğinde yerli yerine oturtulabilir.
Peki, “Çekiç güç” bu genel strateji dışındı özel amaçlar taşımamakta mıdır? Elbette taşımaktadır. Özellikle de Kürt sorunuyla ilgili özel amaçlar taşımaktadır. Irak’taki Kürt önderliğinin Kürtlerin kendi kaderlerini tayin hakkını Kürtlerin kendi öz gücüne değil, emperyalistlerin Ortadoğu’da kesin zaferine bağlayan bir strateji izlemeleri Irak Kürtlerini Saddam karşısında yenilgiye sürüklemiş, halka emperyalistlerin can güvenliklerini sağlayacak tek güç olduğu imajının verilmesini kolaylaştırmıştır. Bu durum Irak Kürtlerinin kaderinin belirlenmesinde emperyalistlerin dolaysız müdahaleleri için bütün koşullan uygun hale getirirken, Irak’ta bağımsız ya da özerk bir Kürdistan’ın ancak emperyalistlerin koruyuculuğu altından varolabileceği görüşüne güç kazandırmışlardır. Değişik emperyalist Kürt senaryolarından şimdi uygulama alanına sokulanı budur. Bağımsız ya da özerk Kürdistan’ın emperyalistlerin himayesine alınması. Burada bu himayenin bekçiliği de doğrudan “çekiç güç”ün jandarmalığına dayandırılmak istenmektedir. Emperyalizme uşaklık eden Kürt önderler için “çekiç güç” bir dayanak, bir garanti olarak Silopi’de üslendirilmektedir.
Türk egemen sınıflan ve hükümetinin “çekiç güç”e katılma ve onu Silopi’de üslendirmelerinin yakın amaçları da Kürt sorunuyla ilgilidir, Özal ve hükümetin “Kürt hamiliğimi gerçekleştirecek bir dayanak olarak gözükmektedir “çekiç güç”. Türkiye’ye “çekiç güç” içinde yer alarak Irak’lı Kürtlerin “koruyuculuğu” rolüne soyunurken genel olarak Kürtler üstündeki imajını değiştirmeyi, Kürtlerin kalbini kazanmayı amaçlamaktadır.
“Çekiç güç”ün yakın amaçlarından birisi de Saddam’ı devirmek için Irak’ta girişilecek sınırlı bir operasyon ya da operasyonlarda rol oynamasıdır. Emperyalist basında da açıkça kışkırtıldığı gibi, ABD ve müttefikleri, yine BM denetim ve gözetiminde Irak’a yönelik bir saldırı için kamuoyu oluşturmaktadır. Bu sefer gerekçe ise; Irak’ın nükleer silah yapabilecek tesis ve zenginleştirilmiş uranyuma sahip olduğu, körfez savaşıyla bunların yok edilmediğidir. Artık ABD’nin kontrolünde olduğu açıkça görülen BM heyetinin raporu ve CIA’nın istihbaratı kesin kanıt sayılarak nükleer silah yapımında kullanılabilecek Irak tesislerine karşı “sınırlı” saldırı hazırlamaktadır. Büyük olasılıkla “Çekiç güç”ün olanaktan ve askeri personeli de bu saldırının unsurlarından birisi olacaktır.
Ortadoğu’nun kaygan politik zemini göz önüne alındığında “Çekiç güç”ün bugün “koruma” ve “güvence” gücü olarak lanse edildiği Irak’lı Kürtlere ya da bugün Türkiye sınırları içinde olan Kürtlere karşı da kullanılması hiç de olasılık dışı değildir.
Dahası bu, Kürtler şu ya da bu biçimde emperyalizmin çıkarlarına karşı bir doğrultuda kendi kaderlerini tayin etmeye kalkarlarsa hiç kuşku yok, çekiç güç onlara karşı da bir çekiç görevi görecektir. Bu yüzden de “Çekiç güç” ve onu getirip Silopi’ye üslendiren politikacılar, sadece Irak’lıları değil tüm Ortadoğu halklarına düşmandır.
Burada akla, “Çekiç güç”ün neden Türkiye’ye üslendirildiği sorusu gelebilir. Gerçekten de; “kurtarılmış Kuveyt ya da Suudi Arabistan Irak’a karşı yürütülen savaşta ABD ve öteki emperyalistlerin doğrudan müttefiki olarak bu gücün konuşlandırılması için daha hevesli ve uygun olmaz mıydı sorusu hemen akla gelirse de; soruna daha geniş ve uzun vadeli bir perspektifle bakıldığında emperyalistler için Türkiye’nin politik ve askeri bakımdan daha uygun bir konumda olduğu açıkça görülür. Her şeyden önce Türkiye “Çekiç güç”ün görünür gerekçesi bakımından uygundur ve Silopi gibi Kürdistan’ın en stratejik noktasına üslendirilmiştir. Gerek Irak, gerekse Türkiye’deki Kürt mücadelesine müdahale için askeri bakımdan elverişli bir üstlenmedir. Ama bundan daha önemlisi bugün Türkiye, gelişmişliği, stratejik yeri bakımından Ortadoğu’nun en önemli ülkesidir. Bir yandan işçi sınıfı mücadelesinin yüksek bir düzeyde seyrediyor olması, öte yandan emperyalizmin denetiminde olmayan tek Kürt mücadelesinin burada bulunması, emperyalizmin çıkarlarına asıl tehdidin Ortadoğu’nun bu bölümünde gelişiyor olması, “çekiç güç” için Silopi’nin seçilmesinin başlıca nedenidir. Bu yüzden de “çekiç güç” hem Kürt, hem de Türkiyeli emekçilerin özgürlük, demokrasi ve sosyalizm mücadelesine karşı emperyalizm ve gericiliğin güvencesidir. Bugün sayısı 3-5 bin olarak belirlenen bu personelin ihtiyaca göre artırılması da artık sadece bir teknik sorundur. Bu ise; açıkça Türkiye’nin emperyalist saldırılar için açık bir üs haline getirilmesidir ki; bu durum Ortadoğu’da emperyalistler için hiçte küçümsenecek bir mevzi değildir. Üstelik böylece Türkiye “Çekiç güç”le bağlantılı olarak Ortadoğu’daki her uyuşmazlık ve kargaşa içine doğrudan çekilmiş olacağından emperyalizmin askeri eylemlerine katılma konusunda çeşitli burjuva politik çevrelerinden gelebilecek çekimserlik ve ayak sürmeler baştan bertaraf edilmelidir.
Kısacası “çevik güç” bugün 3-5 bin olarak belirlenen askeri gücünden daha büyük etkiye sahip bir güçtür. Bir jandarma gücü olarak ilk müdahalede etkili olabilecek silah araç ve gereçlerle donatılmıştır. Ama onun asıl gücü emperyalizmin bir anda Akdeniz ve Körfezdeki emperyalist orduları, İncirlik ve Suudi Arabistan’daki ABD üsleri de dolaysız bir biçimde müdahalenin gücü olarak yer alacaklardır. Bu yüzden de bugün Ortadoğu’daki emperyalist askeri gücün jandarma görevini üstlenmiş aynı zamanda da devasa emperyalist askeri güçleri harekete geçirecek bir mekanizmadır.
Bugün ülkemizde, burjuva muhalefet partileri, reformcu çevreler ve basın, sorunun “Türkiye’nin egemenlik hakları”, “Lozan-Sevr” ikilemi ya da “çekiç güç”ün yasal statüsü vb. gibi sorunlar çerçevesine sıkıştırılarak emperyalistlerin, Türk egemen sınıflar ve bölge gericiliğinin amaçlarını gözlerden saklıyorlar. Oysa sorun gündeme getirilen yanlarının çok ötesinde, emperyalizmin Ortadoğu halklarına karşı giriştiği bandan böyle de girişeceği saldırılar için bir mevzi edinme sorunudur.

Ağustos 1991

Bush ve “yeni düzen”i

Günlerce, hatla aylarca öncesinden başlayarak Türk hükümet ve devlet yetkilileri, siyasi partiler ve basın, dünya emperyalizminin başı Bush’un Türkiye’yi ziyareti için övgülerin yanı sıra, Türkiye’nin bu ziyaretten elde edeceği kazancın propagandasını yaptılar. Körfez krizi ve savaşı sırasında Türkiye’nin ABD ve müttefiklerinin yanında tereddütsüz yer alması ile jeopolitik ve jeostratejik konum ve önemi ile Türkiye’nin emperyalistlerin için ne denli önemli olduğunu ispatladığını; bu ziyarette de bu avantajları iyi kullanarak Ortadoğu’da konumunu pekiştirmesi ve AT’a girilmesi için fırsatların değerlendirilmesi konularında akıl hocalığı yaptılar. En gericisinden en “liberal”, “demokratına kadar tüm siyasi çevreler ABD ile ilişkilerin daha da geliştirilmesi yolunda çağrılar ve propaganda yapmada birbirleriyle yarışa girdiler. Geleneksel devletçi politika yanlısı kimi çevreler, muhalefet partileri SHP, DYP, Kıbrıs konusunda tavizkar olunmaması dışında, ABD’nin getireceği her türlü öneriyi önceden kabul etmişlerdi. Bush’un Türkiye’ye gelişi üzerine söylenen sözler unutuldu; herkes Kıbrıs konusu olsun ya da bir başka konu olsun, Türkiye’nin çıkarları aleyhine baskı yapılmadığı, olumlu yaklaşımlar içinde olunduğu konusunda hemfikir davrandılar.
Bush’un gezisi, “32 yıllık bir aradan sonra olması” açısından değil, gerçekleştiği tarihi konjonktür açısından önem taşıyor. Gözlerden kaçırılmaya çalışılan tam da bu oluyor. Ziyaret, Körfez savaşının ardından, “yeni dünya düzeni”nin oluşturulması senaryolarının başladığı ve bunun bir parçası olarak bu “yeni düzen”de Türkiye’nin alacağı konum ve oynayacağı rolün belirginleştirilip netleştirilmesi planını gerçekleştirmek üzere yapılmıştır.
Emperyalizm; sosyalizmin uğradığı prestij kaybı, geçici yenilgisi, kendisi için yakın bir tehlike olmaktan çıkması, revizyonist diktatörlüklerin birbiri ardınca yıkılması ve Sovyetler Birliği’nin ekonomik, sosyal ve siyasal sorunları nedeniyle kendi içine dönmesi vb. vb. nedeniyle dünya egemenliğini ve emperyalist statükoyu tahkim etmek ve yeni koşullarda yeniden düzenlemek ve dünyada tam bir egemenlik kurmak için “yeni düzen”ler kuruyor, yeni saldırılarla birlikte. Körfez savaşı, gösterilmeye çalışıldığı gibi, “Kuveyt’in kurtarılması” amacının çok ötesinde, emperyalizmin petrole dayalı çıkarlarının korunması ve petrol ihracatçısı ülkelerin denetimini sağlamaya yönelik bir operasyondu. Bu da, ancak, Ortadoğu’da “düzen” ve “sükûn”un sağlanmasıyla olanaklıydı. Bunun yolu ise, her an yeni patlamalara yol açacak olan sorunların, İsrail-Arap, İsrail-Filistin, Kürt-Türk-Arap vb. sorunlarının yakın askeri denetim altına alınmasından geçiyordu. Nitekim Irak operasyonunun ardından, başka bir yönde ve biçimde, ama yine askeri yöntemle Kürt operasyonu başlatılmıştır. Halen de askeri denetim düzeyinde bölgede yeni statükolar emperyalistlerin kontrolünde oluşturulmaya çalışılmaktadır.
ABD emperyalizminin Türkiye’ye yönelik plan ve hesaplan da bu doğrultudadır. Dünyadaki son dönem gelişmeler de dikkate alındığında, emperyalizm için Türkiye’nin önemi, Ortadoğu’da işgal ettiği/edeceği konuma bağlıdır. Körfez savaşı boyunca Türkiye’den bu konuma uygun olarak hareket etmesi beklenmiş ve öyle de olmuştur.
ABD emperyalizmi, içinde bulunduğu ekonomik sorunlar nedeniyle diğer emperyalistlere karşı da hâkimiyetini bu askeri operasyonlar aracılığıyla kabul ettirmeye çalışmaktadır. Panama, Liberya ve son olarak Irak, bunun örnekleridir. ABD egemenlik ve etkinliğini sürdürmek için ağırlıklı olarak askeri operasyon ve güç yığmalar ile bunun üzerinde şekillenen politika ve taktikler izliyor. Türk egemen sınıflarının politik eğilimleri de bu koşullar altında Ortadoğu’da ABD’nin çıkarları doğrultusunda “aktif bir politika izlemek oluyor.
Bush’un ziyareti, “yeni dünya düzeni”nin Ortadoğu’daki planının bir parçası ve ayağı olarak yeni düzenlemelerin adımlarının atılmasıyla sonuçlandı. Ortadoğu’da, dünyanın bu en kritik bölgesinde tam hâkimiyetini kurmak için ABD atağa kalktı. Bir yandan Arap- İsrail-Filistin, Türkiye-Yunanistan-Kıbrıs sorunlarını çözmek için kendisine bağlı yeni sömürge ülkeler arasında anlaşmazlıkları çözmek yolunda görüşmeler ve zirveler oluşturmaya çalışırken; öte yandan bölgeye asker yığınağı yapıyor. Dikensiz gül bahçesi isteyen ABD, bölgedeki ileri karakollarını da kendisine tam bir itaatle bağlamaya çalışıyor. Ortadoğu ve dünya halklarına gözdağı vermeyi ve rakip emperyalist ülkelere kendi liderliğini kabul ettirmeyi de amaçlayan ABD, bölgeye yönelik düzenlemede Türkiye’ye 2. İsrail rolünü biçiyor.
“Türkiye ile ABD arasındaki ilişkilerin kurumsallaştırılması” olarak lanse edilen yeni düzenlemeye göre, ABD ile başta askeri ve siyasal alan olmak üzere, ekonomik, ticari, kültürel ve teknik her konuda uzun vadeli ve sınırları ve içeriği ABD’ce belirlenen, ABD’nin bölgede ve dünyadaki çıkarlarını kollayan, yeni düzenin direklerini oturtan bir statü oluşturuluyor.
“Stratejik işbirliği” anlaşması olarak nitelendirilen anlaşma, Birleşmiş Milletler, NATO ya da herhangi bir bloğun çerçevesinde yer almıyor. Buna göre, Türkiye, her alanda, doğrudan ve yalnızca ABD’ye karşı tam bir yükümlülük altına giriyor. Resmi çevreler, stratejik bir ortaklığın söz konusu olmadığını, yalnızca ilişkilerin kapsamının zenginleştirilmesi amacının güdüldüğünü; bunun da, ilişkilerin stratejik boyutu nedeniyle yeni danışma ve işbirliği mekanizmalarına zemin oluşturacağını söyleyerek, Türkiye’nin Ortadoğu’da ABD’nin çıkarları doğrultusunda 2. bir İsrail olacağı gerçeğini gizlemeye çalışıyorlar.
“Stratejik işbirliği”, geçici veya dönemsel bir düzenlemeyi ve yapılanmayı değil, uzun erimli ve kalıcı bir statünün oluşturulmasını hedefliyor. “ilişkilerin kurumsallaştırılması”, Türkiye’nin iplerinin tam olarak ABD’nin elinde olacağının, politikasından ekonomisine, sanayisinden savunmasına değin her alanda plan, program ve uygulamalarının ABD tarafından belirlenip yönlendirileceği ve şimdiye değin olduğundan farklı olarak bunların uygulanmasının doğrudan bir takım “kurumlar” tarafından gerçekleştirileceğini kabul ediyor. Böylelikle Türkiye ABD’nin 53. eyaleti oluyor. “Türkiye’yi küçük Amerika yapacağız” diyenlerin hülyaları gerçekleşiyor.
“Stratejik ilişki”, başkanlığını, iki ülke dışişleri müsteşarlarının yapacağı bir “Yönlendirme ve Koordinasyon Komitesi” ve buna bağlı “savunma”, “sanayi”, ”ekonomi” komiteleri tarafından yürütülecek. Bu “ilişki”de her ne kadar ekonomi ve sanayi boyutları da yer alıyorsa da, esas ağırlık, tamamen askeri boyuta ilişkindir. Ve “stratejik ilişki”nin asıl yürütümü, yine askeri-siyasal danışmanlar aracılığıyla sağlanacak. Diğer unsurlar bunun bir tamamlayıcısı ve biraz da görüntü olacak. Yönlendirme Komitesi’nin başında dışişleri müsteşarlarının bulunacağının açıklanması, olaya sivil görüntü vermeye yetmiyor. Kurumsallaşma, politika ve uygulama, esas olarak askerler tarafından, yani Pentagon tarafından belirlenecek ve onun emir ve direktifleri doğrultusunda gerçekleştirilecek. Her iki ülke dışişleri müsteşarlarının “Yürütme ve Koordinasyon Komitesi”nin başkanlığını birlikte yapacaklarının söylenmesi, Türkiye ile ABD’nin eşit koşullara, hak ve yetkiye sahip olacaklarım tanıtlamaya çalışmak için kullanılan bir malzemedir. Türkiye’nin ABD’ye göbeğinden bağlı olduğu gerçeği ve bugüne değin gerek ülke içi ve gerekse uluslararası sorunlarda hep ABD’nin çıkarları doğrultusunda hareket ettiği dikkate alındığında, iki ülkenin kesinlikle eşit koşullarda olmadıkları, olamayacakları ve tam tersine, ABD’nin Türkiye üzerinde tam bir tahakküm ve kontrole sahip olduğu görülecektir. Zaten TC. nin ve egemen sınıfların buna bir itirazları da yoktur. Çıkarları, ABD’nin çıkarlarıyla örtüşmüştür, onun çıkarlarına hizmet etmekle gerçekleşmektedir ve politikaları da bu doğrultuda şekillenmektedir.
ABD’nin Ortadoğu’ya yönelik olarak oluşturduğu “Çekiç Kuvvemin Silopi’de konuşlandırılması için 18 Temmuz gecesi ABD ile Türkiye arasında bir nota teatisi gerçekleşerek duruma resmiyet kazandırıldı. Çekiç güce bağlı hava kuvvetlerinin kullanımı için ise Batman Üssü düşünülüyor. Bu durumda ABD ile Türkiye arasındaki, Türkiye’deki Amerikan üslerinin işlevini NATO plan ve amaçlan çerçevesinde belirleyen “Siyasi ve Ekonomik işbirliği Anlaşması” (SEİA)’nın “Stratejik işbirliği” çerçevesinde içeriğinin genişletilmesi gündeme geliyor. Geçerlilik süresi 18 Aralık 1991’de dolan SEİA’nın 17 Eylül’den itibaren yeniden ve stratejik işbirliği uyarınca, Türkiye’deki üslerin NATO-dışı amaç ve kullanımına olanak sağlayacak şekilde düzenlenmesi planlanıyor. Böylece, ABD’nin Ortadoğu’ya yönelik askeri harekâtlarında Türkiye’deki üsleri herhangi bir engelle karşılaşmaksızın “hızlı ve zahmetsiz” bir biçimde kullanması sağlanmış olacak. Ve üslerin kullanımında, NATO’da bir alan-dışı kullanım tartışması ortadan kalkacak.
Görüldüğü gibi, ABD başkanı Bush’un Türkiye’ye gelişi, tamamen ABD’nin plan ve amaçları doğrultusunda gerçekleşmiştir. Türkiye’nin özellikle son birkaç yıl içindeki dış politikası dikkate alındığında, -içinde bulunduğu ekonomik ve sosyal-siyasal sorunlar nedeniyle de- komşu ülkelerle arasındaki anlaşmazlıkların artması, dostane olmayan, halta saldırgan ve yayılmacı bir çizgi izlemesi; Ortadoğu’daki sorunlara son Irak olayında olduğu gibi geri dönülmez biçimde ve gırtlağına kadar batması, TC’yi bu yönde daha da ileri adımlar atmaya zorlamaktadır. Bölgede ABD’nin bir numaralı uydusu olma isteği de, onu bu politikalara itmektedir ve ABD’den gelen her türlü aşağılayıcı öneriyi kabule ve daha fazla Amerikan savunuculuğu ve temsilciliğine yöneltmektedir. Öyle ki TC, Özal’ın ABD gezisinden beri “Stratejik işbirliği” peşinde koşmakta, anlaşma konusunda Yunanistan’ı gücendirmek istemeyen ABD’nin hatta gönülsüz durduğu görülmektedir.
İsrail’in Ortadoğu ve dünya halklarının gözünde yeterince teşhir olmuş olması, ABD’yi bölgede ikinci ve yeni bir İsrail daha aramaya iten etkenlerden bir diğeridir. “Müslüman Türkiye” her ne kadar Körfez savaşı boyunca Ortadoğu ve özellikle Arap halklarından tepki görmüşse de, henüz işi bitmemiştir. Bölgede ABD yanlısı blok kurma planlarının içinde önemli bir rol yüklendirilecek olan Türkiye, ABD’nin İran devrimiyle gerileyen etkinliğini yeniden ilerletecek ve boşluğu dolduracak rol ve konumlara adaydır.
Özal ve hükümet bu yeni rol ve statüyü peşinen kabullenmişlerdir. Bu konuda en küçük bir tereddütleri bile olmamıştır. Bu uğurda “Kıbrıs’ta ufak bir taviz”i bile göze almaktadırlar. Muhalefetin bütün muhalifliği ise, Kıbrıs’ta taviz verilmemesi yönündedir. Yoksa onlar da, “ABD ile ilişkilerin derinleştirilmesi” ve “kurumsallaştırılması”ndan son derece memnundurlar. Koşa koşa Bush’u görmeye giden muhalif liderler İnönü ve Demirel, ABD’nin Kıbrıs konusunda Türkiye üzerinde baskı kurma niyetinde olmadığına dair izlenimlerini açıklarlarken; “Türk-Amerikan ilişkilerinde kurumlaşmanın önemini”, “Türkiye’nin dünyadaki bütünleşmedeki yerini 6 ay içinde alması gerektiğini”(Demirel, T. Çiller) ve “kim hükümet olursa olsun ABD ile Türkiye arasındaki ikili ilişkilerin en iyi şekilde yürüyeceğini ve ilişkilerin karşılıklı çıkarlara bağlı olduğunu”(İnönü) belirterek bir gerçeği açıklıyorlardı: ister hükümet ister muhalefet olsunlar, egemen sınıfların çıkarlarının savunuculuğunu yapan burjuva düzen partileri ABD emperyalizmine sadakada hizmet etmekten vazgeçemezler, geçmeyeceklerdir. Politikaları bu zemin üzerinde şekillenmeye devam edecektir.

Ağustos 1991

Üç dönem üç politika-3

1950’Ierin sonundan başlayarak, 1980’lere gelen süreç; 1917’de, sosyalist ve kapitalist olarak iki karşıt sisteme bölünen dünyanın yeniden kapitalist bir dünya olarak bütünleşmesinin, iki süper emperyalist güç olarak dünya politikasında rol oynayan ABD ve SB arasındaki egemenlik çatışmasının sürecidir. Bu dönemin politikaları da bu “bütünleşme” ve süper güçlerin egemenlik alanlarını genişletme çabalan tarafından belirlenir.
Yazımızın bu bölümünde, bu dönemi ele alıp, Gorbaçov-Reagan, Gorbaçov-Bush önderliğinde kurulmasına başlanan ve günümüzde Bush’un “tek liderliği” ile sürdürülmeye çalışılan “yeni dünya düzeni”ne gelen politikaları ele alacağız.
Kuşkusuz döneme damgasını vuran en önemli değişiklik, SB’nin sosyalist bir ülke olmaktan çıkıp emperyalist bir ülkeye dönüşmesi olmuştur. Bu yüzden de öncelikle bu değişimin yol açtığı etkenler üstünde durmak doğru olacaktır.

SB’NİN EMPERYALİST BİR ÜLKE OLARAK DÜNYA POLİTİKASINA KATILMASININ YOL AÇTIĞI GELİŞMELER
1950’lerin sonlarında Kruşçevcilerin SB’de iktidarı ele geçirmesi dünya politikasında da son derece önemli değişikliklere yol açtı. Çünkü SB, bir yandan 40 yıla yaklaşan bir sosyalizm uygulamasıyla kapitalist dünya pazarını parçalarken öte yandan dünya proletaryasının sömürüden kurtuluşunun, ezilen halkların bağımsızlık ve özgürlük mücadelesinin bir dayanağı, bir simgesi olmuştu. Dahası SB, ekonomik ve askeri güç bakımından, ABD’den sonra, dünyanın ikinci büyük gücüydü. Bu yüzden de SB’nde girişilen kapitalist restorasyon ve emperyalist bir dünya politikası izlemeye yönelinmesi kapitalizme yeni ve büyük olanaklar sunarken, proletarya ve ezilen halkların özgürlük ve kurtuluş mücadeleleri önüne yeni ve büyük engeller dikti.

SB ve Sosyalist Blok’ta restorasyona yönelinmesi ve dünya pazarının kapitalist pazar olarak bütünleşmesi
1917 Ekim Devrimi, kuşkusuz uygarlığa geçişten bu yana dünyadaki en önemli değişiklikti. Ekim devrimiyle birlikte yer küre, birbiriyle uzlaşmaz karşıtlık içinde olan iki dünyaya bölünmüştü. Bir tarafta özgürlük ve eşitliklerin laftan ibaret kaldığı sömürünün ve baskının dünyası, kapitalist dünya, diğer tarafta sömürüşüz, baskısız, insana yeteneklerini geliştirmek için sınırsız olanaklar vadeden proletaryanın sosyalist dünyası. Bunun ekonomik anlamı, dünya karalarının altıda birinin yeraltı ve yerüstü kaynaklarının, yüz milyondan fazla emekçinin emeğinin kapitalist sömürünün alanı dışına çıkarılmasıydı. Kapitalist-emperyalist sömürü alanlarının daraltılması sadece SB ile sınırlı kalmadı. Ekim devriminin rüzgârlarının uyandırdığı sömürge ve yarı sömürge halkların mücadelesinin yelkenlerini doldurarak bu ülkelerdeki ulusal kurtuluşçu eğilimleri güçlendirdi, bu halkların sosyalizme gösterdikleri sempati dünyanın her köşesinde sömürgeciliği astan yüzünden pahalı bir olgu haline getirerek, emperyalist dünyanın çözümsüzlüklerini derinleştiren bir etken oldu. İkinci Paylaşım Savaşı sonrası ortaya çıkan Sosyalist Blok ve Çin, Vietnam, Kore’nin birer halk cumhuriyetine dönüşüp SB ile çok yakın ilişki içine girerek kapitalist pazardan kopmaya yönelmeleri, sömürgeciliğin hızla çözülme surecine girerek hiç olmazsa siyasi bakımdan bağımsız devletlerin ortaya çıkması emperyalist pazarı olağanüstü daraltmıştı. Sömürü alanlarının daralması, aynı anlama gelmek üzere emperyalistlerin paylaşacakları şeylerin azalması aralarındaki pazar kavgasının sertleşmesinin zeminini oluştururken bir yandan da sistemin genel bunalımını artırıcı bir rol oynuyordu.
İşte dünya emperyalist sisteminin böylesi her yandan köşeye sıkışmaya başladığı bir dönemde, SB’nde iktidarı ele geçiren Kruşçevciler, SB’ni kapitalist restorasyon yoluna sokarak emperyalistlere düşlerinde bile göremeyecekleri büyük olanaklar sundu.
Sunulan olanak başlıca üç alanda açıkça görünüyordu: Birincisi, emperyalist dünya pazarının tümüyle dışına çıkmış SB ve Doğu Avrupa ülkelerinin yeniden kapitalist pazara bağlanmasının sonucu olarak kapitalist pazarın büyümesi, kapitalist dünyanın mal ve sermaye ihracı için geniş olanaklar elde etmesiydi. İkincisi, sömürgecilik ve yeni sömürgeciliğe karşı savaşan halkların siyasi olarak kendi devletlerini kurma haklarını elde etseler bile, ekonomik olarak emperyalist kapitalist pazar dışında kalma olanağının ortadan kalkmış olmasıydı. Üçüncüsü ise; kapitalist ülkelerdeki devrimci komünist partilerinin Kruşçevciliğin baskısıyla reformcu düzen partilerine dönüşmesi sonucu proletaryanın kapitalizmi ve kapitalist devletleri tehdit eden pozisyondan geri çekilmesiydi.
Gerçi burada, büyük ve güçlü bir emperyalist olarak SB’nin kapitalist pazara girerek bu pazara mal ve sermaye ihracına yönelmesinin, diğer emperyalistlerle rekabete girişmesinin emperyalist dünyanın pazarının daraltıcı ve çatışmalarını sertleştirici bir unsur olduğu akla gelebilirse de, sorun sistemler-arası bir çatışma olmaktan çıkıp sistem içi bir çatışmaya dönüştüğü için, bunun emperyalizmin hayatiyetine yönelen bir çatışma olmadığı apaçık ortadadır. Bu yüzdendir ki, 30’lu, 40’lı, 50’li yıllarda sosyalizm karşısında sürekli güç, prestij ve mevzi yitiren emperyalistler, 1960’lardan başlayarak tedricen mevzi kazandılar. Bu durum, 1980’lerde emperyalist bir “yeni düzen” kurmaya yönelecek kadar cesaret etmelerinin nedeni oldu.
Kısacası, SB’nin restorasyon yoluna girmesi sosyalist ve kapitalist dünya olarak iki karşıt dünyaya bölünmüş yer küreyi yeniden tek bir kapitalist dünya sistemine dönüştürerek kapitalizme yeni “atılımlar” için taze kan vermiş, “kapitalizmin ebedi bir dünya sistemi olarak kalacağı” vb. biçimindeki bugünkü kapitalist propagandaya geçici de olsa “inandırıcılık” sağlamıştır.

SB’nin güçlü bir emperyalist olarak sahneye çıkması

1950’lerin sonunda kapitalist restorasyon yoluna girerek emperyalist politikalar izlemeye yönelen SB, ABD ve öteki eski emperyalistlere göre önemli avantajlara sahipti.
Sovyetler Birliği’nin birinci avantajı 40 yıllık sosyalist ekonomi uygulamasının yarattığı ekonomik birikimden geliyordu. 40 yıl boyunca SB, kapitalist ekonomilerin içine yuvarlandığı buhran ve çöküntüleri tanımadan ilerlemiş, savaş sırasındaki büyük tahribat sonrasında ekonomisini hızla yeniden kurmayı başarmıştı. Avrupa’nın büyük kapitalist ülkeleri ABD’nin yardımlarıyla en temel üretim alanlarında bile henüz savaş öncesi üretim düzeylerine varamadığı 1950 başlarında SB savaşın tahribatını tamir ettiği gibi hızlı bir büyüme dönemine de girmişti. Savaştan ekonomik yıkıntıya hiç uğramayan bir ülke olarak ve en karlı çıkan ABD emperyalizmi bile 1956’dan itibaren dış ticaret açığı vermeye başlamışken SB bütün üretim dallarında hızla büyüyordu.
1950’li yıllarda SB ekonomisinin belli başlı alanlarda ABD’ye karşı gelişme hızı bakımından büyük bir üstünlüğü vardı, örneğin ulusal gelirin artış hızı ABD’nin iki katı, endüstri üretimi ABD’nin 2.1 katı, yatırım malları üretimi ABD’nin 3.3 katı, kapitalistlerin bugün pek öğündükleri emeğin verimliliğindeki artış da ABD’nin 2.1 katıydı.
Aşağıdaki tablo, emperyalist politikalar uygulamaya yönelen eski sosyalist yeni emperyalist SB’nin hangi ekonomik gelişme potansiyeline dayandığım daha açık göstermektedir.

1929    1946    1947    1948    1919    1950    1951
SSCB        100    466    571    721    870    1082    1266
ABD        100    155    170    175    160    182    200
İNGİLTERE    100    112    124    135    144    157    160
FRANSA    100    63    74    85    92    92    104
İTALYA    100    72    93    97    102    118    134

Tabloda açıkça görüldüğü gibi, 1929-1951 yıllan arasında SB’nin toplam sanayi üretimi 13 misli artarken, savaştan en güçlü çıkan ABD’nin bile toplam üretimi sadece bir misli artmıştır. Tarımsal üretimde de durum çok farklı değildi. 1952 yılında kapitalist ülkelerin tarım üretimi henüz savaş öncesi düzeye çıkamamışken, SB’nin tarımsal üretimi savaş öncesini %50 aşmış durumdaydı.
Kısacası 1917’nin, Avrupa’nın en geri feodal-emperyalist ülkesi olan Rusya topraklan üstünde kurulan sosyalist SB, 1950’lerde üretimin birçok alanında gelişmiş kapitalist ülkelere yetişmiş, bazı alanlarda da onları aşmış bir ülkeydi. Üstelik de gelişme hızı bakımından herhangi bir kapitalist ülkeyle kıyaslanamayacak kadar öndeydi. Bu koşullarda başlatılan kapitalist restorasyon SB’nin asıl gelişme dinamiği olan sosyalist ekonominin temellerini sarsmıştı, ama başlatılmış olan atak ve sosyalizmin birikimleri başlangıçta (20 yıl süreyle) revizyonist yöneticilere atılım yapacakları bir dayanak da sağlamıştı.
Emperyalist politikalar izlemeye yönelen Sovyetler Birliği’nin, eski emperyalist ülkelere göre ikinci büyük avantajı 40 yıllık sosyalizm boyunca proletarya ve ezilen halkların gözünde bıraktığı misyondu.
Şöyle ki; eski emperyalist ülkeler halkların ve ezilen ulusların gözünde her yere soygun ve zulüm için giden sömürücü haydutlardı. Onların, demokrasi, özgürlük ve ulusal kendi kaderini tayin hakkından söz etmeleri sadece sömürücü yüzlerini saklamak içindi. Bu imaj yerleşmiş olduğundan, eski emperyalistlerin en gönüllü işbirlikçileri bile patronlarına karşı mesafeli davranmak zorunda kalıyorlardı, özellikle bağımsızlıklarını yeni kazanan ülkeler emperyalistlerle ilişkide (anılarının tazeliğinden) dikkatli davranmak, yoğurdu üfleyerek yemek zorunluluğunu hissediyorlardı.
SB için ise durum tamamen tersineydi: Emperyalist Rus imparatorluğunun yıkıntıları üstünde ulusların eşitliği temelinde kurulan SB, 40 yıllık tarihi boyunca ulusların özgürlüğü ve kendi kaderlerini özgürce tayin etme ilkesini titizlikle savunmuş, hiç bir çıkar gözetmeksizin onların ulusal kurtuluş mücadelesini desteklemiş, genç ülkelerle eşitlik temelinde ilişkiler kurmuş, onları maddi ve manevi bakımdan desteklemiş bir ülkeydi. Bu durum halkların ve yeni bağımsızlık kazanmış ülkelerin gönlüne SB’yi dost, kendilerine kötülük gelmeyecek bir ülke olarak yerleştirmişti. Dünya proletaryası için ise durum daha da ileriydi: SB sosyalizmin anavatanı, bütün dünya proletaryasının gözü gibi koruması gereken bir ülkeydi. O’nun çıkarları proletarya davasının çıkarlarıydı.
Sovyet revizyonistleri emperyalist amaçları için sosyalizmin biriktirdiği ekonomik güçleri olduğu kadar sosyalizmin siyasi ve ideolojik birikimlerini de sermayeye çevirerek dünyanın paylaşımından pay alma yarışında kendilerine dayanak yaptılar. 60’lı-70’Ii yıllar boyunca bu sermayeyi kullanmaktan, har vurup harman savurmaktan çekinmediler.

Kruşçev revizyonizminin iki yüzü: ideolojik teslimiyet ve dünya hegemonyası için mücadele

SB’nde iktidarı ele geçiren Kruşçevciler, işe, Troçkistlerin ve emperyalistlerin ortaklaşa yürüttüğü anti-sosyalist, anti-Stalinist kampanyanın malzemelerini kullanarak yeni bir anti-Stalinist kampanyayla başladılar. Stalin’in şahsında bütün sosyalist değerlere saldırarak kapitalist normların övgüsünü yaptılar, İşe buradan başlamalarının amacı çok açıktı. Kapitalizme karşı savaş ve sosyalizmi kurmada direnen bir irade olarak Stalin’e karşı çıkılarak emperyalizme hoş görünmek, kendilerinin aynı çizgiyi izlemeyecekleri, tersine emperyalizme ve kapitalizme karşı savaş içinde olmayacakları imajını vermeye çalışıyorlardı. Bu amaçta da kısa zamanda başarılı olundu. Kruşçev birden bire emperyalist propagandacıların gözdesi oluverdi. Sosyalizmi kötülemek için Kruşçcv’in Stalin ve dönemine ilişkin değersiz değerlendirmeleri emperyalist propaganda odaklarının sosyalizmi karalamak için başlıca malzemesi oldu.
Kruşçev’in anti-Stalinist kampanyası, öncelikle uluslararası komünist harekette bir bölünmeye yol açtı. Ve bir çok büyük komünist partisi kısa zamanda Kruşçevizmin baskı ve kışkırtmasıyla revizyonist bir çizgiye doğru kaydı. Komünist hareket içindeki kargaşa ve bölünme dünya ölçüsünde komünist hareketi ve proletarya mücadelesini geriye itti.
Kruşçev kendi çizgisini “Banş içinde birlikte yaşama” olarak formüle etti. O’na göre bu halkların ve proletaryanın isteği idi. Kruşçev de bu “genel isteğe” uygun davranıyordu. Kruşçevcilere göre, sosyalist ve kapitalist sistem artık barış içinde bir arada varolabilirdi. Bunun halkalar ve proletarya için anlamı SB’nin artık devrimleri ye ulusal kurtuluş mücadelelerini desteklemeyeceğiydi.
Elbette ki Kruşçevciler, açıkça sosyalizmden vazgeçtiklerini söylemiyorlar, tersine “bugünkü dünya koşullarında M-L bir politikanın bunu gerektirdiğini” söyleyerek kendi amaçlarına yürüyorlardı. Onlara göre sosyalizm artık öylesine güçlenmişti ki, dünya “barış” içinde olursa sosyalizm kendiliğinden gerçekleşebilirdi. Hatta Sosyalizm için proletarya önderliği, proletarya partisi gibi şeylere de gerek yoktu. Burjuva partiler, burjuva hükümetler SB ile yakın ilişki ve işbirliği içinde “kapitalist olmayan yoldan sosyalizme geçebilirlerdi. Çünkü SB bir örnek oluşturuyordu ve halklar onun gelişmesine bakarak kapitalizm yerine sosyalizmi tercih edeceklerdi vs. vs.!
İlk bakışta saf bir aydının ütopyası gibi görünen bu tezler, SB’deki değişim göz önüne alındığında sosyal emperyalist politikanın dayanaktan oluyordu. Çünkü bu gerekçeler arkasında SB burjuva hükümetlerle yakın ilişki içine girerek sermaye ihracına yöneliyor, kapitalizmle sosyalizmin yansı adına sermaye ihracına yönetip bu ülkelerdeki komünist partiler ve sosyalizme yakınlık duyan çevreleri kendi egemenliği için işbirlikçiler, komprador haline getiriyordu.
Ulusal kurtuluş mücadelelerine destek de aynı biçimde ulusların kaderlerini tayin haklarına müdahaleye, bu hareketler içindeki değişik burjuva kliklerle işbirliğine dönüştürülerek, yapılan “yardımlar”ın “karşılıkları beklenerek” bu mücadeleler kendi yayılmalarının bir aracına dönüştürülüyordu.
Tıpkı ABD emperyalizmi, ya da diğer herhangi bir emperyalist gibi SB de dış politikasını silahlanma yarışı, baskı, şantaj, askeri, ekonomik, diplomatik saldırı, komplo ve darbeler üstüne inşa ediyordu. ABD ve diğer emperyalistlerin egemenlik alanlarına sızmak, kendi egemenliğini güçlendirmek için her yol mubahtı artık.
Sosyal emperyalizmin ideolojik ve politik temellerinin oluşturulduğu Kruşçev dönemine genel olarak bakıldığında bu dönemin iki önemli özelliği göze çarpan Emperyalizm ve kapitalizm karşısında ideolojik bakımdan tam bir teslimiyet; sosyalist değerleri, devrimi savunmaktan tümüyle vazgeçme ama egemenlik alanları, dünyanın çeşitli bölgelerinde dayanaklar elde etmek için her aracı kullanarak (komplolar, darbeler düzenlemek, istihbarat örgütlerini kullanmak, adam satın almak vb. gibi en iğrenç yollar da dâhil) yayılma için diğer emperyalistlerle dişe diş bir mücadele. Tabi bütün bu faaliyetlerin sosyalizmin yüce çıkarları için yapıldığı propagandasını ihmal etmeden.
Kruşçev, 1964 Ekiminde bir “saray darbesi” ile Brejnev ve ekibi tarafından düşürüldü. Ama, Kruşçev’in politikalarında hiç bir ciddi değişiklik yapılmadı. Kruşçev’in yetkileri Brijnev-Kosigin-Podgorny üçlüsü tarafında yürütülmeye başlandı. Sonra bu üçlü Brejnev-Kosigin ikilisine, sonra da Brejnev’in tek adamlığına değişti.
Brejnevciler, görünüşte Kruşçev’in aşırı sağcı politikalarını benimsemez gibiydiler. Anti-Stalinizm geriye çekilmiş el altından yürütülen bir tutum olmuştu ama sosyal emperyalist politikalar daha yüksek sesle ifade ediliyordu. Nitekim 1968’de Çekoslovakya’nın Sovyetler Birliği ve Varşova Paktı ordularınca işgali, 1960’lı yıllarda yükselen Sosyal emperyalist nicel değişimlerin bir nitelik sıçramasına ulaştığının göstergesi oldu. Çekoslovakya işgali aynı zamanda izlenen sosyal emperyalist politikaların bütünlüklü ifadesi olacak olan “Brejnev Doktrini”nin resmi SB politikası olarak ilan edilmesini de zorladı.
Şunu söylüyordu “Brejnev Doktrini” (1969): “İçerden ya da dışardan tehdit altında bulunan herhangi bir sosyalist ülkeye öteki sosyalist ülkelerin kuvvet kullanarak müdahale hakkı meşrudur.”
1947’de Yunanistan’a “komünizm tehdidi” bahanesiyle geliştirilen “Truman Doktrini” ya da 1956’da aynı gerekçeyle Ortadoğu ülkelerine “toprak bütünlüğü” garantisi veren “Eisenhower Doktrini” ile “Brejnev Doktrini”nin benzerliği ilginçtir. Değişen tek şey müdahalenin gerekçesi; birisi komünizm tehlikesine diğeri kapitalizm tehlikesine göre başka ülkeleri korumaya alıyorlar. İşin aslına bakılırsa; Brejnev bu “doktrinini” geç bir tarihte formüle etmiştir. Çünkü daha Kruşçev’le birlikte Doğu Avrupa ülkeleri “korumaya” alınmıştı. “sosyalist iş bölümü” gibi çekici bir gerekçe arkasında Doğu Avrupa ülkelerinin ekonomileri kendi “uzmanlık” dallarına indirgenmiş, kendisini yeniden üretecek sanayiler olmaktan çıkarılmışlardı. Böylece bu ülkelerin sanayilerinin kaderi SB’ne bağlanmıştı. Brejnev Doktrini, artık kötürüm haline getirilen bu ülkelerin açıkça korumaya alınmasıydı.
Ama Brejnev doktrini sadece Doğu Avrupa ülkeleri ile sınırlı kalan bir doktrin değildi. Dünyanın her köşesindeki iki süper emperyalist arasındaki çatışma iki süper gücün liderlerinin doktrinleri de çarpıştı. Afrika’dan Afganistan’a kadar her yerde ABD Truman ve Eisenhower doktrinlerine dayanarak, SB Brejnev doktrinine dayanarak güç gösterisinde bulunmaktan kaçınmadılar. Kendi yandaşlarına bazen silah ve maddi yardım gibi “masum” destekler sundular, kimi zaman askeri danışmanlar gönderdiler, kimi zaman da tankları, uçakları ve toplarıyla savaştılar. Ama bütün bunlun yaparken ne biri ABD’nin çıkarları, dolar için, sömürü ve talan için, ne de öteki Sovyet emperyalizminin çıkarları, daha çok ruble ve egemenlik için savaşıyoruz dedi. Tersine birisi “demokrasi, insan hakları, kişi özgürlüğü için”, öteki “sosyalizm, bağımsızlık için” savaşıyoruz iddiasını sürdürdü.
1960’lı yıllar SB’nin sosyalist maskesiyle, sosyalizmin çıkarları iddiasıyla emperyalist politikalar izlediği, uluslararası komünist hareket içinde reformculuğun yerleşmesi için çaba harcadığı, öte yandan da artık sosyalistliğinden sadece gerçek Marksistlerin değil, devrimci demokrat güçlerin ve ulusal kurtuluş mücadelesi veren yurtseverlerin de kuşkulanmaya başladığı yıllar oldu. Gelişmesinin olanaklarının henüz sonuna gelmemişti, ama artık eski itibarını da yitirmeye başladığından, itibarından gelen gücünün yerine de silah gücünü koymaya başladığı yıllar oldu.

ABD VE BATILI EMPERYALİSTLERİN POLİTİKALARI
1950’li yılların ABD’nin tek patronluğunda bir kapitalist-emperyalist dünya yıllan olduğunu, savaşın Avrupa’yı yıkması ve eski sömürge sisteminin çökmesinden ABD’nin azami yararlanarak Avrupalı emperyalistleri bir “vasal” durumuna düşürdüğünü bu yazının 2. bölümünde açıklamıştık.
1960’lı yılların başında da emperyalist kamp içinde ABD hala tek patrondu. Ama artık gelişme olanaklarını da tüketmişti. Emperyalizmin jandarmalığı kendisine hayli pahalıya patlıyor, dış ticaret açığı giderek daha büyük açıklar verirken ekonomisi de Avrupa ekonomilerinin gelişmesine bağlı olarak gittikçe derinleşen kriz belirtileri gösteriyordu. Gerçi karşılarında uykularını kaçıran S talin önderliğinde bir SB, yerini uzlaşmacı Kruşçevizmin SB’ne bırakmıştı, ama onun gözünde SB hala tehlikeli bir komünizm mihrakıydı ve çıkar alanları Pasifik (Vietnam ve Güneydoğu Asya) ve Atlantik (Küba) “komünizmin” tehdidi altındaydı. Ortadoğu ve Afrika ise SB’nin adeta doğal yayılma alanı haline geliyordu. Küba’ya yönelik başarısız saldırı, ABD’nin tek patronluğuna gölge düşürüyordu. Vietnam ise, bütün sömürge ve yeni sömürgeler için “kötü örnek” olacak bir gelişme gösteriyordu. Zaten orada bir askeri varlığı da vardı. Fransızların Vietnam’ı utanç verici bir yenilgiyle terk etmesinden sonra Güney Doğu Asya onun egemenliğine geçmişti. Ama Vietnam düşerse arkası gelecek, tıpkı birbiri arkasına dizili domino taşları gibi, Kamboçya, Laos, Tayland, Hong Kong, Filipinler vb. tüm Güneydoğu Asya komünizmin pençesine düşecekti (domino teorisi).
Truman’dan beri izlenen politika yürürlüğe kondu: “Komünizm tehdidi altındaki Vietnam hükümetine yardım” adı altında bin kişilik bir askeri birlik gönderildi. Ama domino teorisi en azından bu alanda haklı çıktı. Her giden askeri birlik yenilerini gerektirdi ve 550 bin Amerikan askeri, sayısız uçak ve gemi Vietnam’a yığıldı. Sonuç tıpkı Fransızlarınki gibi oldu utanç verici bir yenilgi.
Sadece yenilgi de değil, bütün dünya halklarının nefretini de kazandı ABD. Amerikan halkı bile on binlercesi sokaklara dökülerek ABD emperyalizmini lanetlemeye koyuldu. Dünyanın her köşesinde “Yanke Go Home” en çok duyulan slogandı. Avrupalı emperyalistler bile büyük patronlarını terk ederek el altından Kuzey Vietnam hükümetiyle ilişki kuruyorlardı. ABD emperyalizmi dibi olmayan gerçek bir bataklığa saplanmıştı.
Bu en zor günlerinde yine bir el uzandı ABD’ye. Bu el SB’nin eliydi. Vietnam hükümeti üstündeki etkisini ABD lehine kullanan SB, “şerefli bir geri çekilme” planıyla gelmişti. Ve kısa bir süre sonra da, 10 yıllık bir maceradan sonra, ABD Vietnam’ı terk etti.
Vietnam’da asıl karlı çıkan SB olmuştu, ama ABD de daha kötü bir yenilgiden kurtulmuştu.
60’lı yıllarda ABD ve Batı’lı emperyalistlerin politikalarına bakıldığında şu söylenebilin ABD kapitalist-emperyalist dünyanın hala tek patronudur ve sistemin dünya jandarmalığını yapmayı sürdürmektedir. Ama Avrupa arlık 1950’lerin ABD’ye avuç açan Avrupa’sı değildir. Özellikle Fransa ve Almanya kendi çıkarlarını öne çıkaran politikalar izlemekte kararlıdırlar. Almanya, Ostpolitik denilen politikasıyla SB ile sıcak ilişkiler kurarak SB ve Doğu Avrupa pazarında pay kapmaya yönelmiştir. Fransa ise daha açık olarak, NATO’nun askeri kanadından da çekilerek SB ile çeşitli dostluk anlaşmaları ile SB pazarında Almanya ile yarışmaktadır, İngiltere ABD’ye yakın durmaktadır ama Avrupa’daki gelişmelere karşı kayıtsız kalmamakta, AETin gelişmesini kaygı ve ilgiyle izlemektedir. Tek büyük patron ABD giderek Avrupa üstündeki etkinliğinin azaldığının farkındadır. Vietnam savaşında ise hem yenilgiye uğramış hem de dünya halkları gözünde büyük bir itibar yitimine uğramıştır. Tıpkı SB gibi ABD de, ama ondan daha da fazla olarak, statüsünü sürdürebilmek için itibarından kaybettiği gücü daha çok silahla doldurmak ihtiyacındadır. Ama giderek bozulan ekonomik durumu, silahlanma yarışının devasa giderlerini karşılayamaz bir haldedir. Bu noktada SB ile çıkartan kesişme halindedir ve tabii “dünya barışı”, “savaşsız dünya özlemi” edebiyatı arkasında 1969’da başlayan SALT-1 (Stratejik Silahların Sınırlandırılması Görüşmeleri) görüşmeleri 1971’de tamamlanır. 1973’te başlayan SALT-2 görüşmeleri ise 1974’te Nixon-Brejnev arasında imzalanır. 1975’te ise iki süper devlet arasında Helsinki Sözleşmesi imzalanır. Ve diğer devletlerin imzasına açılır, iki süper güç tarafından bütün propaganda olanakları ile artık bir barış döneminin açıldığı bütün dünyaya ilan edilir. Bütün ülkeler Helsinki sözleşmesine uyacak, ne ulusal ne de uluslararası anlaşmazlıklar silaha başvurularak çözülecektir!
Helsinki Sözleşmesi olarak adlandırılan belge aslında bir varolan dünyanın, yani iki süper gücün kendi egemenlik alanlarının devamına yönelik bir “emperyalist barış” sözleşmesidir. Ama her zaman olduğu gibi onu da ilk ihlal edenler bizzat bu büyük emperyalistler olurlar. ABD, SB’nin egemenlik alanlarına müdahalelerde bulunur, SB, Afrika’da yeni egemenlik alanları için açık müdahalelere ve darbelere başvurarak yüceltilen “barış” propagandasına çomak sokarlar. Darbeler, müdahaleler, bölgesel savaşları kışkırtma, silahlanma ve silah ticareti sürer gider.

“Yumuşama dönemi” mi bölgesel savaşlar dönemi mi?
Burjuva tarihçileri, 1960’lardan sonrasına “yumuşama dönemi” adını veriyorlar. Gerekçeleri de Stalin döneminden farklı olarak Batı’lı emperyalistlerle SB ve Doğu Bloğu arasında uyuşmazlıkların “görüşmeler” yoluyla çözülmeye yönelinmesi, silahsızlanma görüşmelerinin başlaması ve iki tarafın bir genel çatışmadan kaçınmak için uzlaşmalara gitmesi gösteriliyor.
Hiç kuşkusuz ki bu adlandırma, varolan emperyalist sistemi aklamaya yöneliktir ve halkların olup bitenleri unutacağı, propaganda ile kafalarının karıştırılabileceği varsayımına dayanmaktadır.
“Yumuşama dönemi” denilen bu dönemin ne kadar yumuşak olduğunu görmek için bu dönemin belli başlı savaşlarının sadece adlarını sayacağız.
* 1962 Çin-Hindistan Savaşı
* 1963-1974 Vietnam Savaşı (ABD, 2. Dünya savaşında İngiltere’ye atılan bombanın 80 katı miktarında, Japonya’ya atılan atom bombasının 20 katı gücünde 7 milyon ton bomba kullandı. 55 bin ABD askeri öldü. Vietnam’ın kayıpları belirsiz)
* 1965 Hindistan-Pakistan savaşı.
* 1967 Arap-İsrail savaşı. (6 gün savaşı)
* 1968 Çekoslovakya’nın işgali.
* 1971 Pakistan-Bangladeş Savaşı.
* 1973 Arap-İsrail Savaşı.
* 1974 Irak Kürt ayaklanması
* 1975 Lübnan İç-savaşı. (Hala sonuçlanmış değil)
* 1975-76 Angola-Portekiz savaşı
* 1977 Angola İç-savaşı
* 1970″li yıllarda başlayıp henüz sona eren Etiyopya-Eritre, Etiyopya-Somali, Tigre, Ogaden savaşları.
* 1973-80 Batı Sahra-İspanya, Fas-Polisario, Moritanya-Polisario çatışması.
* 1974 Kıbrıs’ın Türkiye tarafından işgali.
* 1977 Vietnam’ın Kamboçya’yı işgali.
* 1979 Çin-Vietnam savaşı
* 1979-89Afganistan’ın SB tarafından işgali ve Afgan iç-savaşı (halen sürüyor)
* 1979 İran Devrimi ve ABD’nin İran’a başarısız CIA operasyonu.
* 1980 İran-Irak Savaşı. (8 yıl sürdü)
* 1980 Türkiye’de ABD destekli askeri darbe.
* 1981 Polonya’da SB yanlısı generallerin askeri darbesi.
* 1982 İngiltere-Arjantin arasında Falkland Savaşı
* 1984’den günümüze Kürt-Türkiye gerilla mücadelesi ve kısmi ayaklanmalar.
* 1989 Panama’nın ABD tarafından işgali
* 1990 Romanya’da SB-ABD desteğinde darbe.
* 1990 (Ağustos) Irak’ın Kuveyt’i işgali.
* 1991 Körfez Savaşı
* Irak’ta Kürt ayaklanmasının ezilmesi
* Önceki on yıllarda olduğu gibi, Latin Amerika ülkelerinde sayısız darbe ve iç karışıklar.
(Elbette bu listede çeşitli ülkelerde gerçekleşen askeri ve sivil darbeler, Güney Afrika, Hindistan, SB ve diğer Doğu Avrupa ülkelerindeki ayaklanmalar ve çatışmalar yoktur. Eğer çok büyük çoğunluğunda şu ya da bu emperyalistin müdahil ya da kışkırtıcısı olduğu bu olaylar da konsaydı bir kaç sayfa daha doldurmamız gerekirdi.)
Böylesi bir savaş tablosu sergileyen 30 yıllık döneme nasıl ve neden “yumuşama’ dönemi adı takılıyor ve bütün dünya “ebedi barışa” gidildiği iddiasıyla aldatılıyor sorusuna yanıt vermeden önce yukarıdaki listenin bir özelliğine dikkat çekmek gerekiyor.
Listedeki savaşlarda savaşan taraflara bakıldığında, emperyalistlerin bu savaşların sadece bir kaçında taraf olduğu görülürse de bu tamamen yanıltıcıdır. Tersine bütün bu savaş ve darbelerde bir tarafın ya da her iki tarafın arkasında bir ya da birkaç emperyalist vardır. Özellikle bölgesel karakter gösteren büyük savaşlar emperyalistlerin doğrudan taraflardan birini ya da her ikisini birden kışkırtması sonucu olarak ortaya çıkmakta, bu savaşların çoğunda da, sonuçta belirleyici olan emperyalistlerin müdahalelerinin doğrultusu olmaktadır. Bu yüzdendir ki emperyalistlerin bölgesel savaşlar, küçük devletlerin milliyetçi duygularının barışı tehdit ettiği vb. yakınmalarına inanmamak gerekir. Çünkü bunların kışkırtıcısı bizzat onlar ya da onların kurdukları adaletsiz dünya düzenidir.
“Yumuşama dönemi” iddiasına gelince; her şeyden önce devletler ve tekellerin uzlaşmaz çıkar çatışmalarına dayanan bir sistem olan, üstelik gelişme düzeyi ileri olanın kendisinden geri olanı sömürme ve egemenlik altına alma eğilimi taşıyan bir sistem olan emperyalist sistemde “sertleşme” ya da “yumuşama” tümüyle göreceli bir kavramdır. 1950’lere göre alındığında, (olaylar ve olgular göz önüne alınırsa) 60’lı, 70’li, 80’li yıllarda emperyalistler-arası mücadele yumuşamamış keskinleşmiştir. Şöyle ki 1950’lerde hiç bir etkinlik göstermeyen Japonya ve Avrupalı emperyalistler sonraki on yıllarda güç toplayarak ABD ile henüz ekonomik ve siyasi alanla sınırlı da olsa bir rekabet yarışına girmişlerdir, öte yandan yeni emperyalistler olarak sahneye çıkan Sovyet ve Çin emperyalizmi de bu hegemonya mücadelesinde yer alarak ortamı daha da gerginleştirmişlerdir. Özellikle Japonya ve Almanya’nın ekonomik güç bakımından süper emperyalist olma yolunda hayli mesafe kat ederken, SB’nin çok geri bir konuma itilmesi, ABD’nin ekonomik gücünden mutlak ve göreceli olarak çok şey kaybetmesi egemenlik alanlarının yeniden paylaşılması talebinin öne çıkmasının olanağını büyütmektedir. Bugün, SB’nin kendi egemenlik alanlarında geri adım atması, diğerlerini biraz rahatlatmış gibi görünüyorsa da emperyalizmin karakteri gereği diğer emperyalistler bu bize yeter diyerek paylaşım istemini gevşetmezler. Tersine daha çoğunu istemekte kendilerini “haklı” görerek iştahları daha da kabarır. Bugün Birleşik Almanya’nın Doğu Avrupa ülkelerini kendisinin doğal egemenlik alanı olarak görmesi, bu ülkelerin iç işlerine (Yugoslavya, Romanya, Macaristan, Polonya’da olduğu gibi) karışma hakkını görmesi, Yugoslavya’da olduğu gibi (Slovenya ve Hırvatistan’ın ayrılmasını kışkırtıyor, ayrılıkçılara politik, ekonomik ve siyasi destek sunuyor) ABD karşıtı bir politika izlemesi, Japonya’nın dünyanın her köşesinde ABD ve Avrupa tekellerine kafa tutarken askeri bakımdan da güçlenmek için açık ve gizli hazırlıklar yapması emperyalistler-arası yeni gerginlikler için bütün temel olguları büyütmektedir.
Öte yandan Batılı emperyalistlerin SB ve etki alanlarında milliyetçilik ve dinsel farklılıkları kışkırtarak kendi etkinlikleri için olanaklar yaratma çabası da aynı olguları büyütecek girişimlerdir.
Bu nedenlerledir ki emperyalistler-arası çatışmalar ve gerginlik için son 30 yıldaki olgular, önceki 10 yıla göre daha fazladır. Yine son 30 yılın 10 yıllarında, önceki on yıla göre, daha çok savaş, daha çok çatışma, daha çok darbe, karışıklıklar olmuştur. Bu yüzdendir ki son 30 yılı “yumuşama” yılları olarak nitelemek emperyalizmin “barışçı”, “sömürücü olmayan” bir nitelik kazandığı ön varsayımına (ya da kasıtlı çarpıtmaya) dayanan bir iddiadır. Amacı da emperyalizmin sömürücü, hegemonyacı, savaş ve çatışmalara kaynaklık edici niteliğini gözlerden saklamaya yöneliktir.
Ancak “yumuşamacı” burjuva tarihçilerinin iyimser olmak için nedenleri vardır. O da şudur: 1930-40-50’li yıllarda kendi dünyalarının karşıtı bir dünya vardı ve o dünya ile doğrudan çatışma içinde olmasalar bile büyük bir korku duyuyorlar, dahası, çatışma olmadan da o karşıtlığı bütün burjuvazi kendi içinde duyuyordu. Ama 60’lardan bu yana adı sürse de burjuvazi SB’nin ve adına sosyalist diyen Çin, SB ve uydularının değişip kendileriyle aynı platforma geldiğini hissediyorlardı. Kruşçevcilerin devrimi reddetmeleri, “barış içinde bir arada yaşama” tezinin samimi savunucuları olmalarından bu yana şu ya da bu emperyalist ülke tehlikeye düşse, gerilese ya da dağılma sürecine girse de sistemin kendisinin tehdit edilmediğini düşündüklerinden, güçlü bir sosyalizm dünyasının olduğu günlere göre yumuşama yaşandığını iddia etmektedirler ki, bu anlamıyla bir yumuşamadan söz etmekte haklıdırlar. Nitekim SB’nin, ABD’ni Vietnam batağından çekip çıkarmak için elini uzatmasının arkasında yatan da onların bu aynı platforma gelmiş bulunmasındandır. Çünkü çıkarları ne kadar zıtlaşırsa zıtlaşsın; devrimler, halkların ve proletaryanın mücadelesi karşısında, sistemin tehlikeye düştüğü her yerde, birleşebilmektedirler. Gerçekten de SB ve ABD, 1960’lardan bu yana halkların mücadelesi karşısında kendi çıkarlarını bir yana atarak birleşebilmişlerdir. Emperyalist sistemi övmekte, sistemi tehlikeye düşürecek çatışmalardan kaçınmakta (elbette kaçınamayacakları kadar büyük çelişmeler de ortaya çıkabilir, ama şimdilik kaçınabilmektedirler) halk hareketlerini bastırmakta (bazen birlikte davranma bazen da savunduktan ilkeleri görmezden gelerek birbirine göz yumma) ya da bugün olduğu gibi “ebedi” olacağını sandıkları bir “yeni düzen” kurma girişiminde birleşebilmektedirler ki, burjuva tarihçilerine “yumuşama” olarak görünen de bu olmalı.
Ne var ki, Helsinki Doruğu ile zirvesine çıkan “yuşuma edebiyatı aradan bir kaç yıl geçmeden ABD ve SB tarafından torpillendi. ABD, “Yıldız Savaşları Projesi”, SB’de Afganistan’ı işgal ederek emperyalistler-arası “barış” ve “yumuşamaya” ne kadar güvenileceğini bir kez daha gösterdiler.
Arap-İsrail savaşı sonrası patlak veren “petrol krizinden ABD gereği gibi yararlanmasını bilmişti. Petrol fiyatlarının yükselmesiyle bir taşla iki kuş vurdu. Birincisi, Ortadoğu petrolüne göre daha pahalı üretilen ABD petrolü, petrol fiyatlarının yükselmesiyle ABD petrolü kullanım ve üretimini karlı hale getirdi. İkincisi ise Ortadoğu petrolüne bağımlı Avrupa ve Japon sanayi karşısında ABD’nin rekabet şansını artırdı. Böylece ABD ekonomisi nispi bir iyileşme dönemine girdi. Bu durum ABD’nin silahlanma yarışında SB’ni zorlamak için olanaklarını artırdı.
Vietnam yenilgisinin psikolojik baskısından kurtulup, ABD’ni yeniden eski günlerine döndürmek iddiasıyla işbaşına gelen Reagan yönetimi  “Yıldız Savaşları Projesi” ve ekonomiyi hızla büyütecek politikalar izleyerek SB’ye dünyanın her köşesinde meydan okuma propagandası ve politikasını benimsedi.
1960’lardan başlayarak sosyalizmin mirasını yiyen SB ise, 1970’ler sonuna gelindiğinde ekonomik gelişme potansiyelini olduğu kadar sosyalizmin kendisine kazandırdığı prestiji de tüketmişti. Afganistan işgali ise maskesini iyice düşürdü. Kısacası Afganistan SB’nin Vietnam’ı oldu. Ekonomik istikrarsızlık, izlenen emperyalist politikanın dünyanın her köşesinde başarısızlık belirtileri vermesine yaşlanmış revizyonistlerin art arda ölmeleri Gorbaçov ve Gorbaçovculukla noktalandı.
Gorbaçov, tıpkı Kruşçev gibi, iktidara gelir gelmez anti-Stalinist kampanyayı, eski cephanelikten aldığı paslanmış silahlarla, ama daha aşağılık bir üslupla yeniden başlattı. Amaç; Batı emperyalizmi karşısında tam bir teslimiyet bayrağının açıldığını kanıtlamaktı. Stalin’le başlatılan anti-sosyalist kampanya Brejnevi de içine alarak Lenin’e Marks’a uzandı. Ve bugün açıkça SBKP’nin bir sosyal demokrat parti olmasına karar verilmesiyle noktalandı.

EMPERYALİST “YENİ DÜZEN” ÜTOPYASI YA DA STATÜKONUN KORUNMASI
Gorbaçov’un iktidara gelmesiyle Batılı emperyalistler karşısında tam bir teslimiyet politikası izlenmeye yönelinmesi, elbette Gorbaçov’un kişiliğinden, ya da öncekilere göre(Kruşçev, Brejnev) daha az emperyalist amaçlar gütmesinden değildi. Tersine, 1960’lardan bu yana izlenen emperyalist politikaların ve kapitalist restorasyonun getirdiği ekonomik, sosyal çalkantı oha başka bir yol izleme şansı tanımıyordu. Artık ticari bir değeri olmayan sosyalist maske ve kapitalist ekonomi ve toplumsal normlarla çelişen sosyalist biçimlere ihtiyaç yoktu. Bu yüzden de Batılı emperyalistlerle aynı cephede yer alarak sosyalizme saldırmak emperyalist SB için daha ticariydi, Gorbaçov ve Gorbaçovcular da bunu yaptı. Sovyet emperyalizminin varolan koşullarda çıkarlarına “en uygun” diye düşündükleri politikaları izlemeye koyuldular.
Zaten politikanın kendisi bir amaç değil amaca götüren yol ve yöntemler bütünüdür. Bu yüzden de politikanın amacı anlaşılmadan kendisi de anlaşılamaz. Emperyalistler de bundan yararlanıyorlar. Amaçlarını saklayan yoğun bir propaganda kampanyası arkasında amaçlarına adım adım ulaşmaya çalışıyorlar. Nitekim bugüne kadar hiç bir emperyalist “ben egemenlik alanlarımı genişletmek için savaş çıkarmak istiyorum” diyerek ortaya çıkmamıştır. Tersine, “haksızlığı önleme”, “adaleti sağlama”, “dünya barışını koruma” gibi herkesin özlemi olan değerleri öne çıkaran bir propaganda arkasında amaçlarını gerçekleştirmeye çalışırlar, bugün de çalışıyorlar.
Bugünkü koşullarda SB, ekonomik ve sosyal krizi aşabilmek için Batı emperyalizminin mali, teknolojik ve politik desteğine muhtaçtır. Bu yüzden de gerek içerde gerekse uluslararası planda, başta ABD olmak üzere Batılı emperyalistlere hoş görünecek politikalar izlemek zorundadır. SB’nin bir süper güç olarak etkisini yitirip açıkça Batılı emperyalistlere avuç açar duruma gelmesinden sonra tek süper güç durumuna gelen ABD, SB’nin boşalttığı alanlar için Japonya ve Almanya ile alttan alta bir paylaşım mücadelesi vermesine karşı bugünkü statüyü resmileştirmek, kendi jandarmalığında bir emperyalist “yeni düzen” kurmak için gerekli politikaları izlemektedir.

“Yeni Düzen Programı” devrimi ve sosyalizmi yok etme programıdır
ABD’nin başını çektiği emperyalist kampa, yeni bir dünya düzeni kurma cesaretini veren iki süper güçten biri olan SB’nin dünya egemenliğinden vazgeçmek zorunda kalmasıydı. Ama SB sıradan bir emperyalist değildi. En güçlü emperyalistlerden biriydi. Ayrıca dünya kamuoyu gözünde sosyalist olarak biliniyordu. Batılı emperyalistlerle giriştiği rekabette yenik düşmesi, dahası kendi bloğunun çökmesi, revizyonist bürokratik polis rejimlerin Batılı emperyalistlerin empoze ettiği sloganlar etrafında toplanan muhalif güçlerce devrilmesi, emperyalistlerin sosyalizme karşı büyük bir kampanya yürütmelerinin vesilesi oldu. “Burjuva parlamentosu”, “özgür seçim”, “çok partililik”, “serbest pazar ekonomisi” gibi unsurlar, “yenilmiş sosyalizme” karşı “yeni”, “kurtarıcı” seçenekler olarak sunuldu. Yenilenin sosyalizm değil kapitalizmin bir türü olan bürokratik devlet kapitalizmi olduğu gerçeği saklanarak sosyalizm karalandı. Bu kampanya, “proletarya diktatörlüğünün geçersizliği, “proletaryanın devrimci özelliklerini yitirdiği” ve “giderek yok olduğu” biçimindeki revizyonist tezlerle birleştirilerek devrim ve sosyalizm düşüncesi emekçilerin kalbinden sökülüp atılmaya, sosyalizm “gömülmeye” yönelindi. Bugün de bu çaba hızından bir şey kaybolmadan sürdürülüyor.
Emperyalist “yeni düzen”, sosyalizmin olmadığı bir dünyada, ancak sosyalizmin başarabileceği “uluslararası adil bir dünya düzeni”, “ebedi barış”, “sömürünün olmadığı”, “varolan çelişmelerin BM vb. kuruluşlar içinde konuşularak çözümleneceği” bir dünya düzeni vaat ederek, sosyalizm olmadan da insanlığın ebedi bir barış içinde yaşayıp gidebileceği iddiasıyla ortaya çıkıyor. Kısacası, kapitalizm kapitalizm olarak kalarak da, sosyalizmin kurmayı vaat ettiği barış ve özgürlük dünyasının kurulacağım öne sürüyor. Böylece, daha iyi bir dünya düzeni için sosyalizme ve devrimlere gerek olmadığını savunuyor.
Emperyalist-gerici propaganda, “öldü” diye etrafında toz-duman kopardığı sosyalizme karşı kampanyayı başarısının devamı için hayati görüyor. Ve var gücüyle sürdürmeye çalışıyor.

“Yeni düzen”, ABD’nin liderliğinde emperyalist dünya düzeni amaçlıyor
Bugün tek süper güç olarak kalan ABD, kendisi yeterince güçlüyken kendi çıkarlarının gözetildiği bugünkü dünya statüsünü korumayı amaçlıyor. Bunun içinde bu statüyü bozabilecek eylemlere dünyanın her köşesindeki gelişmeyi diplomatik, askeri vb. her yolla, “dünya barışını koruma” adına engellemeye çalışıyor.
ABD’nin izlediği politikaya bakınca şu açıkça görülüyor: ABD, her şeyden önce kendi çıkarlarını savunuyor, ama halklar ve devrim mücadelesi karşısında bütün emperyalistlerin, emperyalist sistemin çıkarlarını savunmayı da ihmal etmiyor. ABD’nin askeri gücü olmadan bugünkü sistemin ayakta duramayacağını kanıtlamaya çalışıyor. Bunu göstermek içinde bir yandan rakip emperyalistlerle alttan alta bir egemenlik mücadelesi sürdürürken, bir yandan da SB’ye olduğu gibi onlara yardımda bulunuyor. Örneğin SB imparatorluğunun tümüyle dağılmaması için Gorbaçov’a destek veriyor, onun cumhuriyetlerdeki milliyetçi eğilimleri bastırmasına göz yumuyor.
Diğer emperyalistler de bu durumun farkındadırlar, ama şu koşullarda ABD’nin liderliğindeki bir dünya onların da işine geldiğinden bu eylemi destekliyor, varolan durumdan azami çıkar sağlayarak kendi pozisyonlarını güçlendirmeye çalışıyorlar.

“Yeni düzen ” ütopyası gerçekler karşısında yıkılmaya mahkûmdur
Gençliklerinde ya da yaşamlarının herhangi bir döneminde hiç olmazsa kendi iddialarına göre Marksizm’i, sosyalizmi savunmuş olan “eski solcular” ve genel olarak burjuva propaganda uzmanları toplumun, ütopyalar peşinde koştuğu düşüncesindedirler. Bu nedenle de, “eski solcularımız” sosyalizmin yeniden canlanması için “yeni ütopyalar bulması gerektiği”ni savunurken, burjuva propagandacılar ise kendi ütopyaları olan emperyalist “yeni düzen”i propaganda ediyorlar, bütün toplumu “yeni düzen”in “evrensel barış”, “ebedi adalet”, “ölümsüz kapitalizm” vb. sloganları ile büyülemeye çalışıyorlar.
Ütopya; gerçekte var olmayan, nesnel gerçekle bağlantısı olmadan ancak düşüncede geliştirilen tasarımlar, planlar, projeler için kullanılan bir kavram. Örneğin Marks öncesi sosyalistler, sosyalizm düşüncesini proletarya ve sınıf mücadelesi gerçeğine oturtmadıkları, projelerini sadece kendi kafalarındaki “eşitlik”, “kardeşlik”, “adalet”, “hak ve haksızlık” kavramlarına göre geliştirdikleri için birer ütopyacı sosyalistlerdi. Düşünceleri “hoş”tu, insanların özlemlerini dile getiriyordu, bu yüzden de insanları etkiliyorlardı ama gerçekleşme temeli olmadığı için da yığınlara mal olup maddi bir güce, dünyayı değiştirecek bir güce dönüşemiyorlardı.
Kuşkusuz bugün “yeni ütopyalar” arayanlar, dünyayı değiştirecek düşünceler değil, insanları oyalayacak “hoş” masallar peşindedirler. Eski ütopyacılar projelerini “yeterince gelişmemiş ekonomik koşullar” nedeniyle zorunlu olarak ütopyaya düşüyorlardı. Bugünküler ise kendi sınıf çıkarları böyle gerektirdiği için Marksizm’i, sosyalizmi karalama, yığınların bilincini bulandırmak için kasıtlı olarak bunu yapıyorlar. Nitekim emperyalist “yeni düzen” sunuluşu ve öne çıkardığı sloganlarıyla böyle bir ütopya olup, eski solcusundan emperyalist ülkelerin liderlerine kadar geni; bir yelpaze içinde topluma dayatılmaya, aptallaştırıcı bir propaganda salvosu arkasında bir ütopyadan başka bir şey olmayan emperyalist “yeni düzen” eski sömürücü kapitalizm ve “gerçekleşme şansı olmayan, gerçekleştiği kadarıyla da kapitalizm tarafından yenilen sosyalizm” karşısında herkesin kabul etmesi gereken bir amaç, bir ideal olarak sunulmaktadır. Elbette bu işin propaganda yanı ve yığınları uyutmak için burjuva propagandacılar, politikacılar tarafından yunuluyor. Ama emperyalistler kendi politikalarını uygularken hiç de ütopyacı değiller ve politikalarını çıplak gerçeklere, kendi çıkarlarına dayandırarak oluşturuyorlar.
“Yeni düzen programı” bir ütopyadır. Çünkü yeni düzen “proletaryanın devrimci niteliğini yitirdiği, hatta bir sınıf olacak nitelikleri kaybettiği”, “emperyalistler arası çelişmelerin uzlaşmaz olmaktan çıktığı”, “kapitalizmin sömürücü niteliğinin dönüşüp sosyalleştiği” gibi, kapitalizmi kapitalizm yapan özelliklerin ortadan kalktığı varsayımına dayanmaktadır. Oysa gerçekler bambaşkadır.
Her şeyden önce proletarya üstündeki sömürünün azalması değil çoğalması söz konusudur. Kapitalist devletlerin son yüzyıl içinde toplumsal yaşamın çeşidi alanlarında yerine getirmeye çalıştığı hizmetler (sosyal yardımların yaygınlaşması, genel eğitim ve sağlık hizmetlerinin genelleşmesi, çevre korumacılığı vb.) proletarya ve halkların kapitalizme karşı mücadelesinin dolaylı sonucuydu. Nitekim sosyalizm ve proletarya mücadelesinin son yıllarda gerilemesi bütün bu sosyal hizmetlerde de bir gerilemeye yol açmış, ABD ve Avrupa’da bile serbest pazar ekonomisi adına bu hizmetler azaltılıp savsaklanmaya başlanmıştır. Kısacası son yıllarda bütün sınıf farklılıkları kalkıyor propagandasına karşın, emeğin verimliliğinin artmasına paralel olarak proletarya ve emekçilerin refah düzeyleri anmamakta, çalışan sınıflarla burjuvazi arasındaki toplumsal gelirden pay alma (sömürü oranı) artmaktadır. Bunun anlamı ise, burjuvazi ve proletarya, çalışan sınıflarla sömürücü sınıflar arasındaki çelişmenin artmasıdır.
Emperyalistler-arası çelişmeler de artmaktadır. Özellikle Japon ve Alman emperyalizmi süper emperyalistler olma yolunda hızla ilerlemektedirler. Bu da yakın gelecekte en büyük emperyalist ABD’den kendi güçlerine göre “hak” istemelerini kaçınılmaz kılacaktır. Daha bugünden Almanya, Ortadoğu ve Doğu Avrupa’da kendi politikasını izleyerek ABD’nin çıkarlarına çomak sokan girişimlere başlamıştır. Japonya ise Pasifik’te ve petrol ihtiyacını karşıladığı Ortadoğu’da aynı şeyi yaparken ABD’nin kendi topraklarında bile ABD tekellerini rahatsız edecek kadar ileri gitmektedir.
Öte yandan dünyanın geri bölgelerinin emperyalistler tarafından yağması hızlanarak sürmekte, halklar yoksulluklarının, özgürlüksüzlüklerinin nedeninin emperyalist dünya düzeni olduğunu her geçen gün daha çok fark etmektedirler. Yeni sömürgeciliğin amaç ve yöntemleri daha açıkça görünür hale gelmiştir. Bu nedenle kurulmak istenen düzen bir türlü dikiş tutmamakta, SB cumhuriyetleri arasında çatışmalar bitmeden Ortadoğu’da savaş patlak vermekte, daha savaşın dumanı tüterken Etiyopya’da bir halk devriminin zaferi duyulmakta, Yugoslavya’da Sırp-Hırvat-Sloven çatışması patlak vermektedir. Emperyalist düzenin cephe gerisini oluşturan gerici, faşist diktatörlüklerin sürdüğü ülkelerde ulusal ve sınıflar mücadeleler mayalanıp kabarmaktadır.
Kısacası emperyalist “yeni düzen” programı, halkların ve proletaryanın kafasını karıştırmak, onları devrimden, sosyalizm mücadelesinden alıkoymak için öne sürülen, gerçekleşme şansı olmayan, bir programdır. Bu yüzden de sadece bir ütopya değil alçakça bir yalandır da…
İnsanlık tarihinin gösterdiği en somut ders, sınıfların, sınıf çıkarlarının, ulusların ve ulusal çıkarların bulunduğu bir dünyada kalıcı bir barıştan, uzlaşmadan söz edilemeyeceğidir. Günümüzde yaşananlarda Marksizm’in bu en temel önermesini doğrulamakatadır. Emperyalistler de bu dersi çok iyi bilmektedirler. Bu yüzden de bugün halkları “ebedi barış” ve “adalet” propagandası yaparken kendileri tarihin en büyük harcamalarını yaparak yeni silahlar, savaş uçakları geliştirmekte, düzenlerini tehdit edecek güçlere karşı anında müdahaleler yapacak “çevik kuvvetler”, yeni askeri üsler kurmakta, kendi aralarındaki askeri paktları güçlendirmek için önlemler almaktadırlar.
Emperyalist sistemin başlıca çelişmelerinin bugün de var olduğu ve hızla keskinleştiği göz önüne alındığında, devrim ve sosyalizm mücadelesi geçmiştekinden daha geniş ve sağlam bir temelde yükselecektir. Emperyalizm, dünya kapitalizminin 1917 Ekim devrimiyle başlatılan parçalanma sürecini geri çevirerek dünyayı tek bir sistem haline getirmiş, söyleyebileceği son sözü söylemiş, gelişme olanaklarını son sınırına vardırmıştır. Şimdi söz sırası yeni devrimlerin ve sosyalizmindir. Şimdi, devrim ve sosyalizm için savaşanlar için yaşanmış bir deneyim ve sosyalizmi kurmanın daha geniş bir zemini vardır. Bu zemin üstünde yükselen ve yükselecek mücadele kapitalizmi yeryüzünden silecek potansiyele ve yeteneğe sahiptir.
Emperyalistler bugün ne kadar güçlü bir pozisyonda bulunuyor olurlarsa olsunlar, ayaklarının altındaki zemin hiç bir zorun, iradenin, aldatıcı propagandanın ortadan kaldıramayacağı uzlaşmaz çelişmeler tarafından kayganlaştırılmaktadır.
Gelecek emperyalist “yeni düzen”in değil, sosyalist yeni düzenin, gerçek yeni düzenindir.

Ağustos 1991

“Kalite Çemberleri”Nden “Japon Modeli Sendikacılığa” Doğru

“Japon mucizesi”, “Japon disiplini”, “Japon modeli kalkınma” vb. konusunda yaygınlaştırılan propaganda, yıllardır sessizce uygulamaya sokulan ve bir “Japon icadı” olan “kalite çemberleri” uygulaması nihayet sonuçlarını vermeye başladı: “Japon modeli sendikacılık” Bridgestone-Sabancı-Laspetkim-İş yapımı olarak sahneye konuluyor.
Son yıllarda hızla artan ekonomik grevleri; yaygın grevler sonunda sendika ağlarının grevleri satmaları, bir kıyıma varan işten çıkarmalar ve bunun işçiler arasında yarattığı hoşnutsuzluk, patronları yeni modelin propagandası için koşulların uygunluğuna ikna etmiş olmalı ki; Japon modeli sendikacılık için çok yönlü propagandayı başlattılar. Propagandanın basındaki borazanlığını ise son yıllarda büyük sermayenin gözüne girmeyi politika edinen Cumhuriyet gazetesi üstlenmiş görünüyor.
Tam da, işçi eylemlerinin büyük yoğunluk gösterdiği ve Türk-İş tipi sendikacılığın işçilerin sorunlarına yanıt vermediğinin açıkça ortaya çıktığı Haziran ve Temmuz aylarında, Cumhuriyet’in “Japon modeli sendikacılık”ın reklâmını başlatması ilginçtir. Cumhuriyet, 30 Haziran 1991 günlü sayısında, hiç de haber değeri olmayan bir yazıyı “İş yaşamında Japon modeli” başlığı ile 1. sayfada 5 sütun üzerinden verdi. Aynı konuya ilişkin ikinci bir yazı ise “Sendikacılıkta yeni arayış” başlığı ile 4 Temmuz 1991’de verildi. Her iki yazıda Meral Tamer imzalı ve daha çok başkalarının ağzından “Japon modeli sendikacılık” övülüyor, ama Cumhuriyet yazarının da bu görüşlere katıldığı besbelli. Ve Cumhuriyet açıkça Sabancı, TÜSİAD ve Laspetkim-İş’in megafonu rolünü benimsiyor. Nitekim bir kaç gün sonraki Cumhuriyet’te M. Tamer’in TÜSİAD “Basın ödülü”nü kazandığı açıklanarak (Cumhuriyet TÜSİAD’dan başka ödüllerde alıyor.) Cumhuriyet, Meral Tamer, TÜSİAD arasındaki sıcak ilişki belgeleniyor.
Kamuoyunda hala ilerici, demokrat, emekten yana bir gazete olarak bilinen Cumhuriyet’in Sabancı ve TÜSİAD’ın megafonluğuna soyunması sorunun bir yanı, ama burada bizi asıl ilgilendiren yanı değil. Bizi asıl ilgilendiren “Japon modeli sendikacılık” diye övülen sendikacılığın niteliği. Bu yüzdende burada bu sendikacılık anlayışı ve bu anlayışa temel olan “kalite çemberleri” adı verilen örgütlenmenin ilişkisi ve niteliği üstünde duracağız.

“Kalite Çemberleri” basit bir “İş Orgazinasyonu” mu?
“Kalite Çemberleri” adı verilen organizasyon ilk kez Japonya’da, 1962’de uygulamaya sokulmuş bir sistem. Ve 1962’yi izleyen ilk on yıl içinde çeşitli sanayi dallarında 60 bin “kalite çemberi” kurulmuştur. Sonraki yıllarda bu sayı hızla artarak 1980’lerde 1 milyonu aşkın “kalite çemberi’ne ulaşılmıştır. Bu 1 milyonu aşkın “kalite çemberi” içinde, Japonya’daki tüm istihdamın dörtte biri olan 10 milyon işçi yer almaktadır.
“Kalite çemberleri”nin propaganda edilen amaçları; üretilen ürünlerin kalitesinin arttırılması için işçilerin katılımını sağlamak, iş güvenliği, üretimin artırılması, çalışma ortamının iyileştirilmesi, işçilerin işleri konusunda eğitilmesi, araç ve teçhizatların yenilenmesi gibi doğrudan üretimle ilgili konulardır. Bu amacı işverenler şöyle tanımlıyorlar. “Üretimi ve üretilen mal kalitesini yükseltmek amacıyla, işverene bağlı düzenleyici bir görevli başkanlığında toplanarak işle ilgili sorunların saptanması ve çözümü görüşülüp, işle ilgili değişiklikler yapma kararı alabilen 8-10 işçinin bir araya geldiği çalışma gruplarıdır.”
“Kalite çemberler” inde yer alan işçiler, işverenin sıkı denetim ve kontrolünde her İS günde bir, 1-2 saat toplanarak çeşitli sorunları konuşup “karara” bağlıyorlar.
Kalite çemberleri uygulaması 1970lerden itibaren Japonya dışında uygulamaya sokulmuş, ABD, Avustralya, Avusturya, F. Almanya, Belçika, Brezilya, Danimarka, G. Kore, Fransa, Hindistan, Hong Kong, İngiltere, İspanya, İsveç, İsviçre, İtalya, Kanada, Norveç, Portekiz, Singapur, Tayvan, Türkiye, Yeni Zelanda gibi ülkelerde uygulanmaya başlanmıştır. Ancak bu ülkelerin birçoğunda uygulama henüz genelleşmemiş olup “pilot projeler” biçimindedir.
Türkiye’de ise; kalite çemberlerini ilk uygulama girişimleri Şişe Cam İşletmelerinde başlıyor. Bu amaçla, ABD “Kalite Çemberleri Enstitüsü”nden getirilen uzmanlar (1987’de) kalite çemberleri için “lider” ve “rehber” yetiştirmeye başlıyorlar ve pilot uygulamaya girişiliyor. Şişe Cam’dan sonra, Arçelik, Beko, Tofaş, Türk Traktör, Asil Çelik, Demir Döküm, Efes Pilsen, Ülker, Petkim ve Sümerbank’ta bu alanda girişimlere başlanıyor. Çeşitli holding yayınları “Kalite Çemberlerinin” faydaları üzerine makale ve “incelemeler” yayınlayarak uygulamanın yaygınlaşıp yerleşmesi için propaganda yapıyorlar, özellikle işçileri kalite çemberlerine katmak için teşvik edici sonuçlar çıkarıyorlar. Kalite çemberlerinin patronların değil işçilerin yararına olduğunu onların yeteneklerinin ve inisiyatiflerinin gelişeceği, aralarındaki ilişkilerin mükemmelleşeceği doğrultusunda bir propaganda geliştiriyorlar.
Kalite çemberlerinde işleyiş şöyle olmaktadır. Aynı birimde, kalite çemberinde yer alan işçiler, mühendisler ve müdür 15 günde bir 1-2 saat toplanarak, iş ve iş koşulları üzerine konuşmaktadır. Üretimin daba iyi nasıl sürdürüleceği, üretilen malın kalitesi, fiyatı (daha ucuza nasıl mal edileceği) üretimi arttırmak için neler yapılabileceği tartışılmaktadır. Ama kararlar bütünüyle işverenin onayı ve isteği doğrultusunda olurken, işçilere daha çok çalışma düşmektedir. Sadece daha çok çalışmada değil, işçi, üretimin miktarı, kalitesi ve fiyatından da sorumlu tutularak yeni yükler altına sokulmakta, işveren kendine ait sorumlulukları da işçinin üstüne yıkarak toplu sözleşmede işçiyi eli kolu bağlı hale getirmektedir. Kalite çemberleri sınıfı bölmenin, sınıfın çeşitli kesimleri arasında rekabetin körüklenmesinin bir aracı olmaktadır. Öncelikle kalite çemberinde yer alan işçilerle almayan işçiler arasında bir ayrılık ortaya çıkarırken, üretim akışının çeşitli kademelerindeki işçilerde birbirinin patron adına denetçisi durumuna getirilmektedir. İşçileri birleştiren asıl maddi temel üretim süreci, işçiyi birbiriyle rekabete sokan, işçileri birbirinin gardiyanı durumuna getiren bir sürece dönüştürülmeye çalışılmaktadır. Dahası işveren işçinin işyeri ve iş dışı yaşamını da planlamaya tabi tutarak işçinin bütün yaşantısını denetlemektedir. Ama en önemlisi de, işçi-işveren ilişkisi olağan ilişki dışına çıkarılarak, işçi ideolojik olarak da işverenin denetimine açık hale getirilmektedir.
Burjuvazi ve onun propagandacıları kalite çemberlerinin işçiye sağladığı nimetler konusunda ne söylerse söylesin, onun gerçek niteliği, sınıfın sendikal mücadelesin de, kalite çemberleri üstünde yaşam bulan “Japon modeli sendikacılık”ta ortaya çıkmaktadır.

“Japon modeli sendikacılık”: patron sendikacılığın en uç biçimi.
“Japon modeli sendikacılık”a da kalite çemberlerindeki işçinin üretim, kalite, fiyat vb.den doğrudan sorumluluğu temel oluyor. Ve bu anlayış, üretim biriminin bütününde sendika ve işveren arasındaki anlayışa yansıyor. Sendika bir taraf, işçileri savunan bir taraf olarak değil de, patronun çıkarlarını da gözeten, işçileri “makul bir ücrete” razı eden bir rol oynuyor.
Biraz sonra bizzat bu modeli savunanların söylediklerinde de açıkça görüleceği gibi Japon modeli sendikacılık, “kalite çemberleri” dışında da;
a) İşçi ve işveren temsilcilerinin aynı sendikada örgütlenmesine ve işveren temsilcilerinin doğrudan sendika yönetiminde etkin olmalarını esas alıyor.
b) İşçi ile işverenin karşıt sınıflarda değil, çıkarları birleşmiş aynı çıkarlar etrafında birleşmeleri gereken taraflar olması anlayışına dayanıyor.
c) Gerek kalite çemberlerinin gerekse “Japon modeli” denilen sendikacılık anlayışının Japonya’da ortaya çıkması elbette rastlantı değil. Tersine, Avrupa ve Amerika işçi sınıfı gibi, uzun bir sınıf mücadelesi tarihine sahip olmayan Japonya’da, tarihsel ve toplumsal kimi nedenler dolayısıyla Japon militarizmi ve faşizminin biçimlendirdiği ideoloji ve kurumların öz olarak yaşamaya devam ediyor olması, faşist korporasyon tipi sendikalara çok yaklaşan bu sendikacılık anlayışının ortaya çıkıp var olmasının başlıca nedenidir. Avrupa burjuvazisinden bile önce, burjuva demokrasisine sıcak bakmaktan uzak bizim burjuvalarımızın, sendikacılarımızın ve yarı aydınlarımızın “Japon modeline” dört elle sarılmasının nedeni onun faşist sendikacılığa yakınlığı olsa gerek.
d) Japon modeli sendikacılık ulusal çapta işkolu sendikacılığı yerine işyeri sendikacılığını esas alarak, sınıfı bu bakımdan da bölüp parçalamayı amaçlayan bir sendikacılık anlayışıdır.
Şimdi de “Japon modeli sendikacılık”ın Türkiye’deki uygulayıcılarından Brisa Genel Müdürü Hazım Kantarcı’nın bu model için söylediklerine bakalım:
“Japonya’da konfederasyonlar var, ama sendikaların birçoğu bağımsız çalışabiliyor, yani bu konfederasyonlara üye değil. Çarpıcı bir diğer gözlemimiz ise, müdür seviyesine kadar herkes sendikalı. Bizde böyle değildir, ama Japonya’da ki daha doğru. Çünkü müdür seviyesine kadar herkesi sendikaladığınız takdirde işçi-işveren diyalogunda da karşınıza üniversite mezunu, kaliteli adam geliyor. Aksi halde ilkokul mezunu meydancılarla karşı karşıya kalıyor ve derdinizi ona anlatmaya çalışıyorsunuz.”
Bir diğer ilginç uygulama da şu: Diyelim ki firmanın mali işler şefi sendika temsilciliğine seçildi. 4 yıl kendi işini yapmıyor, maaş aldığı halde sadece sendikacılık yapıyor. Daha sonra tekrar kendi işinin başına dönüyor, örneğin 37 bin kişi istihdam eden Bridgestone firmasının Yönetim Kurulu Başkanı Akira Yeiri, Personel Şefiyken 4 yıl boyunca sendikacı olarak çalışmış… Bu durum sendikacılığın seviyeli ve kaliteli personel tarafından yürütüldüğünü gösteriyor.
Mesaisini greve gitmek, tansiyonu yükseltmek olmayan sendika ise piknikler düzenlemek, ölümlerde, hastalıklarda üyelerine maddi manevi destek olmak, çeşitli eğitimler vermek, işyerinde verimliliği yükseltmek gibi faaliyetlerde bulunuyor.”
Sabancı’nın gözde Genel Müdürünün Japon örneğinde “dikkat çektiği” gönlündeki özlemler pek açık:
Her şeyden önce bay Genel Müdür, işçi sınıfının sorunlarını “meydancı” diye aşağıladığı işçi sınıfından birisiyle görüşmek yerine kendi sınıfından biriyle, personel şefi, işletme şefi yada işletme mühendisiyle görüşürse sorunları daha kolayca çözeceğini söylüyor. Çünkü biliyor ki; şefler, memurlar, müdürler sendikalı olursa eninde sonunda sendikayı onlar yönetecekler. Ve bunlarla anlaşmak bir “yemeklik” süreden fazla bir zamana ihtiyaç duyurmayacaktır!
“Japon modeli sendikacılık” olarak lanse edilen sendikacılık, klasik san sendikacılığın ötesinde, patron temsilcilerinin de sendikalar içinde yer aldığı sendikanın yönetiminde etkin olduğu dolaysız bir patron sendikacılığıdır. Bu sendika modeli, bu biçimiyle uzlaşmacı herhangi bir sendikacılıktan daha çok faşist sendikacılığa yaklaşan bir anlayış olarak ortaya çıkmaktadır.

“Japon modeli sendikacılığın” bir uygulaması: Brisa
Brisa, Sabancı Holding’in Lassa’sı ile uluslararası lastik devlerinden Japon Bridgestone’nin ortaklığı ile kurulan bir firma ve 1500 işçi çalışıyor. Japon’larla yapılan işbirliği sonrasında işveren ve Laspetkim-İş işbirliği ile işyerinde kalite çemberleri organizasyonlarına gidilerek, Japonya’daki örneklerine benzer bir çalışma düzenine giriliyor.
İşyerinde 1988’de 25 gün, 1990’da 109 gün grev yaşanmış. Grevleri önlemek isteyen işveren, işyerinde bir yandan kalite çemberi uygulamasına geçerken öte yandan da, KİPLAS dışına çıkarak doğrudan sendikayı Japon modeli sendikacılığa ikna ederek bir kaç günde sözleşmeyi bağlamışlar. Ayrıca ne aldıkları bilinmiyor, ama Brisa, Laspetkim-İş Genel Başkanı ve dört yöneticisini “yerinde inceleme yapmak” için Japonya’ya gönderiyor. Ve sendikacılarımız, işçileri satmakta yeni deneyimler kazanmış olarak dönüyorlar. Biraz sonra sözünü edeceğimiz “parlak düşünceler” ve büyük iddialarla “Japon modeli sendikacılık”ın temsilciliğine soyunuyorlar.
Sendikacılar, işçilere iş güvencesi sağladıklarını söylüyorlar. Bunun dışında ise alınmış ciddi bir hak yok. İş güvencesinin tek garantisi ise; işletmenin yeterli bir karlılıkla çalışması. Eğer pazardaki gelişmelerden dolayı karlılık düşerse, bu modeldeki anlayışın gereği olarak bundan Sabancı yada Bridgestone değil, kalite ve fiyattan sorumlu olan işçiler suçlanacak, daha patron söylemeden sendika işçi çıkarması için patrona başvuracaktır. Çünkü Laspetkim-İş’in Japon modeli hayranı sendikacıları için bunu yapmak bir vatan görevidir! Nitekim bu sendikacılar, Brisa’da depo hizmetlerinin bir müteahhide verilirse daha karlı olacağını hesapladıklarından depolama işini müteahhide verilmesi konusunda işverenle anlaşıyorlar. Ama firmanın karlılık durumu iyi olduğundan buradaki işçiler işten çıkarılmamış, başka servislere verilmiş! Sendikacılar bununla övünüyor. Ya karlılık durumu iyi olmasaydı? Elbette iş güvencesi laftan ibaret kalacak işçilerin işine karlılığı yeterince yükseltmedikleri gerekçesiyle son vereceklerdi. Çünkü bu sendikacılık anlayışında işçinin hak ve çıkarı diye bir şey yoktur. Tersine işletmenin rekabet edebilmesi ve karlılığının yeterince yüksek olması vardır. Ve işçi, karlılık yüksek olmamasının baş sorumlusu olarak görülür.
Cumhuriyetin Japon modeli hayranı yazan Meral Tamer bu anlayışı övgüyle ve çok güzel açıklıyor: “Brisa’da çalışan 1500 işçinin ücreti, Sabancı’nın tabloları satılarak değil, Brisa lastikleri satılarak ödenecektir. Dolayısıyla işçi ve işveren, yapıcı diyalog içinde bulunarak bu 1500 işçinin iş güvenliğini sağlamak ve aynı zamanda da kaliteli lastiği uygun fiyata üreterek maaşların ödenmesini aksatmamak için çaba harcamalıdırlar.”
Açıkça söylenen sudun Eğer herhangi bir nedenle Sabancı lastikleri satamazsa işçisinin ücretini ödemeyecektir. O zamanda “Japon modeli”nin en tantanalı biçimde reklamı yapılan iş güvencesinin hiç bir anlamı kalmayacaktır. Üstelikte işçi sendikası daha baştan işçinin ücretini üretilen malın satışına bağlayarak, işçiyi sadece üretimden değil pazardan da sorumlu hale getirerek, ekonominin kapitalistin sorumluluğunu da işçiye yıkmaktadır. Ki, bir sınıfın iş güvencesine vurulabilecek en büyük darbedir. Brisa’da yapılan da budur.
Bugün Brisa bu sendikacılık anlayışının bir vitrini olarak belki kimi göz kamaştırıcı uygulamalar yapabilir, ama anlayış yukarıdaki gibi olduktan sonra eninde sonunda kabak işçinin başına patlayacak kapitalist ekonominin buhranının bütün yükü, sendikacıların tam desteği ile işçilere yıkılacaktır.

Amerikan modeli sendikacılığı iflas ediyor, alternatifi Japon modeli sendikacık mı?
Türk-İş kuruluşundan bu yana Amerikan sendikacılığı ile yakın ilişki içinde olmuş, AFL-CIO’dan ClA’ya kadar işçi sınıfı düşmanı ABD kurumlarıyla işbirliği içinde olmuştur. ABD’den “uzman sendikacılar” Türkiye’ye gelerek incelemeler yapıp raporlar hazırlamış, yüzlerce Türk-İş’li sendikacı masrafları ABD tarafından karşılanarak ABD’ye götürülüp ‘eğitim’den geçirilmişti. Dahası çeşitli ABD finans kurumlan doğrudan para desteği ile de Türk-İş’i desteklemişlerdir. Bunların belgeleri bizzat Türk-İş rapor ve yayınlarında övünülerek açıklanmıştır.
Uzmanlık alanları çok şaibeli olan ABD’li sendikacılık “uzmanlarımın yol göstericiliğinde Türk-İş son yıllara kadar Türkiye işçi sınıfının sendikal mücadelesini baltalayıp “grev yapmayan”, “yasalara saygılı” sendikacılığı başarıyla uygulamıştır. Ne var ki; 1987’den itibaren Türk-İş işçi sınıfının sendikal hareketini denetleyemez hale gelmiştir. İşçi yığınlarının tepkisi kapalı kapılar ardında pazarlıkları olanaksızlaştırırken, her sözleşme döneminde yüz binlerce işçi sokak eylemlerinden iş yavaşlatmalara değişik eylem biçimleriyle, on binlerce işçinin katıldığı aylarca süren grevlerle, Türk-İş’in Amerikan sendikacılığı çemberini parçalamıştır. Türk-İş’in ağaları açıkça, “eskiden sözleşmeleri sendikacılar yapardı şimdi işçiler yapıyor” diyerek burjuvaziye mazeret bildirmek zorunda kalmışlardır. Kısacası Türk-İş’in temsil ettiği sendikacılık modeli artık; en hassas noktası olan, işçileri sendikal mücadelenin dışında tutma noktasından delinmiştir. Bu durum burjuvazinin ondan beklediği misyonu yerine getirmesini engellemektedir. Her geçen gün sendikal mücadele içinde işçi yığınlarının rolü, henüz sendika ağalarını sendikaların tepelerinden silkeleyecek aşamaya varmamıştır, ama sürecin doğrultusunun buraya yöneldiğini de herkes teslim etmektedir. Açıkçası çanlar Türk-İş ağaları ve onların temsil ettiği “Amerikan modeli sendikacılık” için çalmaktadır artık. Bu gelişmenin bir yanıdır.
Öte yandan 1980’lerin sonlan, konumuzla ilgili iki gelişmeye daha sahne oldu. Bunlardan birincisi Japon sermayesinin Türkiye’ye ilgisinin artması, kredi ve Türk büyük burjuvazisiyle ortak yatırımlarla önemli bir mevzi tutmasıdır. Bu durumu Japonya’nın kapitalist dünya pazarında ağırlığının artmasıyla birlikte düşünülürse Türkiye’deki etkisinin ihraç ettiği sermayesinin miktarından daha da fazla olacağı açıktır. İkinci gelişme ise; büyük holdinglere bağlı sanayi kuruluşlarından başlanarak kalite çemberi uygulamasının yaygınlaşmaya başlamasıdır.
Nitekim bu gelişmeler dolaysız bir biçimde Amerikan modeli sendikacılığın temsilcisi olan Türk-İş’i de yakından etkilemiş ve sendika ağalan Japon sendikacılarıyla da karşılıklı ziyaret ve tevriki mesaiye başlamışlardır.
Gelişmelere bir bütün olarak bakıldığında:
1) Amerikan sendikacılığın modeli olarak biçimlenip işlev gören Türk-İş’in işçi sınıfının sendikal hareketini denetlemekte başarısız kalması burjuvaziyi yeni seçenekler aramaya itmiştir. TÜSİAD’ın “kalite çemberleri” konusundaki girişimleri ile Sabancı’nın Brisa’da uygulamaya soktuğu “Japon modeli sendikacılık” ve büyük burjuvazinin Japon sermayesiyle birleşme çabalan göz önüne alındığında, büyük burjuvazinin yeni seçeneğinin “Japon modeli sendikacılık”ın yaygınlaştırılması olacağını bugünden söylemek bir kehanet olamaz. Tersine, Japon sermayesinin Türk sanayisi içindeki ağırlığı arttıkça (Japonların demir çelik, özelleştirmeye açılan KİT’ler, elektronik, petro-kimya ve otomotiv sanayine ilgisi göz önüne alındığında bu ağırlığın artacağı ortadadır.) Japon modeli sendikacılık uygulaması daha hızlı bir biçimde gündeme girebilir.
2) “Japon modeli sendikacılık”, Türk-İş’in temsil ettiği “Amerikan modeli” sendikacılığın bir alternatifi olarak piyasaya sürülmesine karşın, özde tıpkı Amerikan sendikacılığı gibi, sınıfı salt ekonomik mücadele içine hapsetmeyi amaçlayan, sınıf işbirlikçisi, burjuvazi ile işçi sınıfını uzlaştırmayı, kapitalizmi sonsuzca yaşatmayı amaçlayan bir sendikacılık anlayışıdır, Türk-İş ağaları ve bürokratları tarafından karşı çıkılacak bir sendikacılık anlayışı değildir. Tersine, yakın zamana kadar Türk-İş ağalarının övündüğü “grevsiz sendikacılık”, “görüşmeci sendikacılık” anlayışıyla son derece uyumlu bir sendikacılıktır. Bu yüzden de Türk-İş ağalarının koşullar uygunlaştığında Japon sendikacılık ekolüne yönelmeleri beklenemez bir şey değildir. Onları tek endişelendirip duraksamaya itecek şey “Japon modeli sendikacılığın” mücadeleci Türkiye işçi sınıfı tarafından kabul edilip edilmeyeceğidir.
3) “Japon modeli sendikacılık” sözcülüğünü yapan burjuva propagandacılar, bu modelin; Türk-İş’in işçi sınıfı mücadelesini salt ekonomik mücadeleyle sınırlama başarısının sonucu olarak ortaya çıkan; her iki yılda bir yinelenen uzun direniş ve grevlerin satılması, görünüşte yüksek oranlı zamların enflasyon tarafından kısa sürede anlamsızlaşması, kitle halinde işçi kıyımları vb. gibi kronikleşen sorunları ortadan kaldıracağını iddia etmektedirler ve edeceklerdir. Nitekim bu modelin ilk reklâmcısı olma “onurunu” taşımaya heveslenen Cumhuriyet yazan Meral Tamer “Japon modeli sendikacılık”a övgüler dizdiği 30 Haziran 1991 tarihli Cumhuriyet’teki yazısına şöyle başlıyor: “İşçi-işveren ilişkilerinde son dönemde kartopu gibi büyüyen sorunlar, yeni arayışları gündeme getirdi. Tıkanan toplu sözleşmeler, uzayan grevler, yüzde 250-300’lere varan ücret artışı talepleri sonucunda imzalanan toplu sözleşmeler ve binlerce işçinin kendilerini kapı önünde işsiz bulması… Ülkemizde bu süreç yaşanırken, Sabancı Holding kuruluşlarından Brisa (eski adıyla Lassa) Japon ortağı Bridgestone’daki işçi-işveren ilişkilerinden esinlenerek yeni bir uygulama başlattı.”
Görüldüğü gibi “Japon modeli sendikacılık”ın propagandacıları, bu modeli Türk-İş sendikacılığının açmazlarına çözüm getirecek bir sendikacılık olarak sunmaktadırlar. Elbette ki bu büyük bir yalandır. Bu türden sendikacılık, nasıl ki Japon işçi sınıfını, ortaçağ köleleri düzeyinde bir yaşama ve çalışma koşullarına mahkûm etmiş, Japonya’yı dünyanın en gelişmiş kapitalist ülkesi yaparken, işçi sınıfını haklar ve kazanımlar bakımından dünyanın en geri işçi sınıfı yapmışsa, Türkiye işçi sınıfına da daha fazlasını veremez.
4) Sabancı başta olmak üzere bütün büyük kapitalistler ve hükümet, Japon modeli sendikacılığı teşvik etmek için adeta hazır beklemektedirler. Bunlara Türk-İş ağaları ve sendika bürokratlarının katılacağından da şüphe edilemez. Ama bu uygulamanın yaygınlaşması için işçi sınıfımızın da bunu kabul etmesi gerekir. Asıl sorun da budur. İşçi sınıfımız bugün bulunduğu sendikal mücadele çizgisinin bile çok gerisine itileceği böyle bir modelin uygulanmasına boyun eğecek midir? İşçiler sendikaların başına Koç’un, Nadir’in, Sabancı’nın işletme şeflerinin, muhasebe müdürü ya da danışmanlarının geçmesine sessiz mi kalacaklar? Bugün böyle holdinglerde resmi görevi olmayan Şevket Yılmaz, Balta, Kul gibilerini kabul etmeyen işçi sınıfımız holdinglerin, yüksek maaşlı bürokratlarının sendikalarının başına geçmesine evet diyecek mi? Ya da bu işveren temsilcisinin işçiler adına toplu sözleşme masalarına oturmasını kabul edecek mi? Bu sorular bir düşüncenin abese götürülmesinden çıkarılmıyor. Yukarda da aktarmalardan anlaşılacağı gibi, Japon modeli sendikacılığın kaçınılmaz sonucu bu. Nitekim bugün Bridgestone’in yönetim kurulu başkam dört yıl işçi sendikacılığı yapağını bizzat Brisa’nın Genel Müdürü durumu överek anlatıyor. Bu yüzden de yukarıdaki sorular tamamen gerçeğe uygundur.
5) İşçi sınıfımız 1987’den başlayarak sendikal mücadelede aktif olarak yer almaya başlamıştır. Türk-İş ağalarının “patron-sendikacı” diyaloğuna dayanan sendikacılık anlayışına karşı bir tutum alan işçi yığınlarının, işçiyi tamamen dışlayan “Japon sendikacılık modeline” evet demesi için hiç bir neden yoktur. Yeter ki, bugün içinde bulunulan salt ekonomik mücadele çemberinin ortaya çıkardığı sorunların aşılması için gerekli yol göstericilik yapılabilsin; ekonomik mücadele ile sınıfın sömürüden tümden kurtuluş mücadelesi arasında doğru bir bağın kurulabilmesi için kanallar açılabilsin.
Son 5 yılın ortaya çıkardığı tablo şudur: İşçiler TİS talepleriyle sınırlı istemlerle sokaklara dökülmekte, uzun grevlere başvurmakta sonuçta patronların gönlünde yatandan daha iyi bir TİS’i kabul ettirmektedirler. Ama bunun hemen arkasından, enflasyon ve kitlesel işçi kıyımları biçimindeki patron ve hükümetin karşı saldırısıyla kazanımlar uçup gitmektedir. İki yıl sonra, aynı süreç yinelenmektedir. İşçi sınıfının kendiliğinden hareketi karşısında kendinden geçen çeşitli “sol” akımlar bu gelişmeye ne kadar övgü dizerse dizsin bu durum işçi sınıfı mücadelesi bakımından bir açmazı da içinde taşımakladır ve süreç ilerledikçe de bu açmaz daha görülür hale gelmektedir. Burjuvazi de bunun farkındadır ve bundan yararlanarak açmazı kendi lehine çözümleyecek politikalar geliştirmeye girişmiştir. Bu politikalardan birisi de, arlık işçileri denetleyemez duruma gelmiş Türk-İş modeli sendikacılık yerine “Japon modeli sendikacılık” adını verdikleri, sınıfı ekonomik mücadeleden bile dışlayan, bugün dünya üstündeki en gerici sendikacılık uygulamasını yaşama geçirmeye yönelmedir. Kuşkusuz bu sınıfa, onun mücadelesine yönelik bir saldırıdır. Ama burjuvazi bu saldırıyı, “kalite çemberleri” aracılığıyla; ülkemizde devrimci-demokrat çevreler ve reformcular tarafından abartılarak propaganda edilen, işçilerin kapitalist işletmelerin yönetimine katılması, iş güvencesi, karın işçi ve işveren arasında “makul” bir biçimde bölüşülmesi gibi bugünkü bilinç düzeyinde sınıfa çekici gelecek ambalajlar içinde sunacaktır, sunmaktadır.
Kısacası burjuvazi, sınıfa, onun yüz binler halinde sokaklara taşan mücadelesine karşı ideolojik, politik ve ekonomik mücadele alanlarında, bir bütün olarak saldırı içindedir. Bu saldırının püskürtülüp mücadelenin ileri atılışı için yolun açılması bugün başlıca görevidir. Bu görev propaganda alanında salt ekonomik mücadele ve uygulamaya sokulmaya çalışan “Japon sendikacılığı”nın ideolojik temelinin açığa çıkarılması, pratik mücadele alanında salt ekonomik mücadele çemberinin kırılarak sınıfın eyleminin özgürlük ve sosyalizm mücadelesine bağlanması için ajitasyonun nitelik, biçim ve araçlarının geliştirilmesiyle başarılabilir. Elbette sınıfın TİS talepleri için ayağa kalkışının sürgit devam edeceğini ve mücadelenin tüm sorunlarını kendiliğinden çözeceğini sanmak; boş hayaller peşinde koşmak, komünistlerin kendi üstlerine düşeni yapmadığı anlamına gelir.
Bugün koşullar, sınıfa mücadelenin önündeki sorunları kavratmak ve onların çözümü için mücadeleyi radikal devrimci bir çizgiye çekmek için uygundur. Yeter ki; mücadelenin ileri atılışı için müdahalede doğru yol ve yöntemler, uygun araçlar geliştirip kullanılabilsin.

Utanmazlık Düzeyinde Bir Uzlaşmacı Sendikacı Tipi: Laspetkim-İş Genel Başkanı Vahdettin Karabay
Ülkemizdeki sendikacıların çok büyük bir çoğunluğu, sınıf işbirlikçisi, uzlaşmacı bir sendikacılık çizgisi izlerler. Bunu kimisi kendisine devrimci, demokrat, kimisi sosyal-demokrat, kimisi de milliyetçi vb. diyerek yapar. Ama ortak özellikleri; hiç olmazsa kamuoyuna dönük konuşmalarında işçi sınıfından, onun çıkarlarını savunduklarından, patronların işçilerin çıkarlarına aykırı tutum içinde olmalarından söz etme ihtiyacını duyarlar. Ş. Yılmaz gibi yüzü iyice açığa çıkmış tipler bile konuşurken mangalda kül bırakmazlar. Bu bir bakıma Türk-İş tipi sendikacılığın gereğidir, bir bakıma da tabandan gelen işçi baskısının onları zorladığı bir tutumudur.
Laspetkim-İş Genel Başkanı Vahdettin Karabay ise; sınıf işbirliğinde vardığı yerle, görünüşte bile bir işçi sendikası başkanı olduğunu unutacak kadar utanmazlaşıyor. Onun için artık işçi sınıfı filan yok. Hatta işçi, işveren bile yok. Varsa yoksa işletme ve onun çıkarları var. Bu çıkarlar gözetilirse her şey çözülecektir.
Vahdettin Karabay, 1983 yılında Pirelli’de çalışırken, Petrol-İş’i uzlaşmacı, reformcu bularak, devrimci sendikacılık örneği vermek iddiasıyla arkadaşlarıyla Laspetkim-İş Sendikası’nı kurmuş ve o zamandan bu yana da Laspetkim-İş’in başkanlığını yapan birisi. Ama Laspetkim-İş ve onun başkanı iddiası devrimci sendikacılık olmasına karşın hiçbir zaman böyle bir çizgide olmamış, tersine patronlarla hükümetle yakın ilişki içine girerek yetki bağlamayı beceren bir sendikacılık anlayışını temsil etmişlerdir. Bugüne kadar da devrimci tutumlarıyla değil, Petrol-İş’in yaptığı akıl almaz yanlış uygulamalardan yararlanarak yetki almayı ve sendikacılığı sürdürmüştür.
Son günlere kadar gerek Laspetkim-İş gerekse onun Genel Başkanı kimsenin dikkate almadığı bir konumdaydılar. Son zamanlarda, önce eski Lastik İşverenleri Sendikası yöneticisini Laspetkim-İş’e transfer ederek, sendikaların Borsa’da oynamasını savunarak, sonra da Japonya’ya yaptığı seyahat sonrasında “Japon modeli sendikacılığın” Türkiye temsilcisi (ilk temsilcisi) olmaya soyunduğunu ilan ederek ünlendi.
Vahdettin Karabay, dört arkadaşıyla yaptığı Japonya “gezisi” sonrasında -ne rastlantıdır ki- yine Cumhuriyet muhabirine rastlayıp uzun bir söyleşi yapıyor. Cumhuriyet muhabiri de söylenenlere yürekten katıldığını belirten bir üslupla söyleşiyi aktararak kendi yerini ve Cumhuriyet’in tutacağı safı da belirliyor. (Burada bir açıklama yapmakta yarar var. V. Karabay hep Japonya’ya “gittiğimden söz ediyor. Ama Sabancı’nın Brisa Genel Müdürü ‘nün açıklamalarından anlaşıldığına göre, gitmiyor, Sabancı tarafından gönderiliyor)
4 Temmuz 1991 tarihli uzun söyleşide Japonya izlenimlerini şöyle aktarıyor:
“Dünyada herkes üretiyor, alabildiğine rekabet var. Ama Japon malları daha fazla satılıyor. Bunun nedenine iyi bakmak lazım. Japonya’ya gittiğimizde gördük ki, işveren işçisinin iş güvenliğini sağlamış. İşçiler; eğer bir fabrikadan ekmek yiyecekseler, sadece biz değil, yarın-öbürgün çocuklarımızın da Japonya’da zorlanmadan iş bulabilmesini istiyorsak, dünyada rekabet edebilir kalite ve fiyatta mal üretmeliyiz görüşüyle çalışıyorlar.”
“Japonlar sermaye sahibini maaş veren kişi olarak görmüyorlar Patronun görevi o işyerini kurmakla bitiyor; işçi maaş alacaksa ürettiği malın satılması gerekiyor. Satılması için de bu rekabet koşullarında kaliteli mal piyasaya sevk etmek ve diğer firmalardan daha ucuza üretmek zorunda ki şirketin devamlılığı olsun. Şirkette herkes sendikalı olduğundan (müdürler, şefler, muhasebeciler vb. ÖD.) hangi hammaddeyi kaça alıyorlar, kaça üretip kaça satıyorlar, ne kadar kar ediyorlar herkes biliyor.”
Yukarıdaki anlatıma bakıldığında; Japonya’ya Sabancı gitse acaba farklı bir şey söyler miydi demekten insan kendini alamıyor. Bu sözde işçi sendikası başkanının ağzından sınıf, sömürü, Japon işçi sınıfının, dünyanın en geri haklara sahip olduğu dair hiç bir söz çıkmadığı gibi, işçinin ücretinin üretilen malın satışına bağlanması da övgüye değer bir uygulama olarak propaganda ediliyor. Uşaklık ettiği kapitalist ülkeyi ziyaret edip dönem 19. yüzyıl Levantenleri gibi gördüğü, duyduğu her şeyi hayranlıkla ve abartarak aktarıyor. V. Karabay ve tabi aynı çerçevede Brisa’daki uygulamayı övüyor ve bütün işyerlerinde, bütün sendikalara, aynı sınıf düşmanı yola girerlerse, açmazları aşabileceklerini söylüyor.
V. Karabay, bu arada “Japon modeli sendikacılığa” Türkiye’de önderlik edeceğini, bunun için “inceleme” ve “araştırmalarını” sürdürdüklerini de söylemeyi ihmal etmiyor.
Öyle anlaşılıyor önümüzdeki yıllarda Bridgestone’ler Sabancı’nın yönetmenliğinde V. Karabay ve V. Karabay’ların oynadığı bir sendikacılık oyunu sahneye konacaktır. Brisa, Henkel vb. bir kaç yerde provalar yapılıyor. Afişler ise Cumhuriyet aracılığı ile basılıp yayıldı. Diğer rollerin kime verileceğini de yakında göreceğiz.

Ağustos 1991

Dev Yol cephesinde durum-1 “Hemen devrim” mi?

Baştan açıkça belirtelim: biz, Dev Yol’un, özellikle geçmişindeki çeşitli zaafları aşarak ve belirli çocukluk hastalıklarının üstesinden gelerek yeniden örgütlenmesine ancak seviniriz.
80’den bu yana geçen uzun yıllar içinde herkes hem kendinin ve hem de etrafının en azından kabataslak bir muhasebesini yapmış durumda. Dev Yol, şimdi bu muhasebeye nasıl başlayacağını, bunun yöntemlerini ortaya koymaya yöneliyor. Muhasebenin kendisi ve “yenilenme” ya da “değişim” ise geleceğe, sürece bırakılıyor.
Ayrıntısına gerekli olursa girmek üzere, geçmişte belirli bir devrimci yol tutturmuş olan Dev Yol’un belli başlı zaaflarının çeşitli alanlarda yansıyan iradeci “solculuk” ve özellikle reformculuktan güçlüce bir etkilenme, temel tez ve ilkelerinde Marksizm’e uzaklık, kendiliğindenlikle bir arada onun tersyüz edilmiş hali olarak iradecilik ve gevşek bir örgütlenme ya da örgütsüzlük olduğu söylenebilir. Bunların hiç değilse bir kısmının üstesinden gelmeyi hedefleyen bir toparlanma ya da “yeniden doğuş”u kim istemez.
Ama Dev Yol tersini yapmaya girişmiş durumda. Dağınıklık ve ideolojik ve örgütsel süreklilik ve merkeziliğin sağlanamayışının bunca uzun yılından sonra, bu, pek doğal görünüyor.
Dünyada pek çok alt üst oluş yaşandı. Bunların çoğu olumsuzluklar olarak ortaya çıktı. Türkiye karanlık bir baskı döneminden geçti. Bu süreçte uluslararası ve ulusal gericiliğin şaha kalktığı bir gerçek. Az sayıda bilinçli ve eylemli komünist ve devrimcinin ayakla kalabildiği bir dağınıklık dönemini hemen her çevre şöyle ya da böyle yaşadı. Dağınıklık ve örgütlerin şu ya da bu düzeyde işlerlik yitimine uğramaları her çevreden çok sayıda insanın dökülmesine neden oldu. Uluslararası gericiliğin ve yerli burjuvazinin ideolojik ve siyasal, baskısının devrimcileri yeni gerici kalıplara dökmeye zorlamasının üstesinden dağınık kalınarak gelinemezdi. Tek başına ayakları üzerinde durabilecek istisnaların ötesinde, örgütlülük ve örgütlü karşı ideolojik kampanyalar, insanların düzene entegre oluşunun yolunu kesmek için zorunluydu. Koşulların olumsuzluğunda, buna rağmen birçok eski devrimci, düzen saflarına, “en iyi” durum olarak SHP kadroları olarak savruldu.
Dev Yol, bu dönemi, geleneksel kendiliğindenciliği ve örgütsüzlük yüceltisiyle hareketsiz geçirdi, “Dev Yolcular” düzenin çekiciliğine ve gerici ideolojik baskıların etkisine terk edildiler. SHP’lileşme, Gorbaçov ve sivil toplumculuktan etkilenme olarak sosyal demokratlaşma ve reformculuk, Troçkizm tarafından şekillendirilme, düzenle ideolojik bağlantıların ötesinde maddi ilişkiler kurma ve onun tarafından emilme, engelleyici bir çaba da olmayınca, “kader” olarak belirdi. Üstelik Dev Yol geçmişinden gelen reformculuk aracılığıyla düzen bağlantısı bunu kolaylaştırıyordu.
Şimdi Dev Yol bu koşullarda bir “yeniden doğuş” öngörüyor. “Eski yorgun kadroların düzenin dibinde boğulup gitmesi karşısında, isyana devam edenler” deniyor, ‘”devrim, hemen şimdi’ şiarıyla işe sarılmalılar.” “İşçilerin Sesi” gazetesinin 17 Haziran 26. sayı eki bu çağrıya ayrılmış bir bildirge niteliğinde.
Eski kadroların en azından belirli bir bölümünün “yorulması”nda Dev Yol’un bir türlü örgütlenmeye girişmeyip dağınıklığı yeğlemesinin ve onları gericilik ve düzenin saldırılarına açık ve korunmasız bırakmasının payı yadsınamaz. Peki, bu çağrı şimdi neden? Neden önce değildi? Eskiden koşulları yoktu da şimdi mi var? “Koşulları yoklu” gerekçesi şimdi reddediliyor “Şu son on yılda en çok duyduğumuz ‘mazeret’ başka nedir ki? ‘Koşulları yok!’.”
Peki ama bu neden şimdi söyleniyor? Şimdi harekete geçmeyi öngörenler, yıllardır “koşullan yok”u ya da bir başkasını gerekçe edinerek hareketsiz kalanlar değil mi? Birçok insanın heder olmasına neden olunarak bu çağrının örneğin neden 5 yıl önce değil de şimdi yapılmakta olduğu açıklanmalıdır.
Ve bu çağrının yıllar önce değil de bugün yapılıyor olmasının, çağrının bizzat kendisini ve içeriğini nasıl etkilediği üzerinde durmak gereklidir.
Açıktır ki, yıllardır “haydi devam edebin” ya da “yeniden başlayalım” -her neyse- demeye cesaret edilememiştir. Yalnızca “yiğitlik” anlamında “cesareti” kastetmiyoruz. Kuşkusuz bu da içinde. Uzun yıllar “ben devrimciyim” diye ortaya çıkmak ve “haydi” demek bu açıdan da cesaret işiydi. Ama aynı zamanda ideolojik açıdan da cesaret gerekliydi bunun için: ne yaptığını ve yapacağım bilmek, ülke içinden ve dışından estirilen gerici rüzgârlar karşısında devrimci olabilmek ya da kalabilmek.
Çağrıda bu soruna değiniliyor: “…öncülerin önündeki engel de de-moralizasyondur. Öncü kadrolar bakımından sorun yalnızca politik değil, psiko-politik bir sorundur.” Moral bozukluğu, cesaretsizlik. Kendine güvensizlik. Ama bu, çağrıyı yapanlar açısından da geçerlidir. Ve kuşkusuz her sorunun psikolojik bir yönü ya da ele alınışı olabilir. Herkesin ruhunda bir dizi fırtına eser. Ve önemli olan, ruhsal alan da içinde olmak üzere, devrimci olabilmek ve kalabilmektir. Sorun, ruhsal alana saptırmaya yönelmeden doğru konulmalıdır: devrimci olan ve kalmak isteyen örgütlü ve eylemli olmak zorundadır ve son 10 yıl Dev Yol açısından bu yönüyle olumsuzdur.
Bunun sonuçlar doğurması kaçınılmazdır. 10 yıllık eylemsizlik ve örgütsüzlük bir nedense, bunun sonuçları olacaktır. Birçok insanın düzene şöyle ya da böyle entegre oluşunda bu nedenin payı reddedilemez. “De-moralizasyon” denen şeyde bu neden kesin bir etkendir. Ve en önemlisi, Dev Yol ya da daha doğru deyişle Dev Yolcuların bugün 10 yıl öncesinden daha geri ve reformcu, devrim ve devrimcilikten epey uzak konumları bu nedenle kesin ve doğrudan ilişki içindedir, istendiği kadar “devrim” ve “hemen şimdi” densin, bu böyledir. Sık sık “devrim” sözcüğünün yinelenmesi, bir yönüyle, bu durumu örtme ihtiyacından kaynaklanan bir “devrimci lafazanlık”tan öteye gitmemektedir.
Dev Yolculuk’un içine girdiği söylenen “psiko-politik” arıza ya da de-moralizasyon ve bazen da “yenilgi şoku” olarak ifade edilen şeyin, örgütsüzlük ve eylemsizliğin doğrudan sonucu olmasının yanı sıra, tam da yine bu nedenle, çağrıyı kaleme alanları ve çağrının kendisini etkilemesi ve halta düzenlemesi kaçınılmazdır ve böyle olmuştur.
Yıllardır sermaye ve faşizmin çok yönlü baskısı karşısında bir türlü yapılamayan çağrının, boş geçen uzun yıllar sonra yapıldığında, bu yılların -karşısında tutum alınıp mücadele edilmeyen- çok yönlü gerici etki ve baskısı ulunda şekillenmiş oluşu doğaldır.
İdeolojik, politik, örgütsel vb. çok yönlülüğü içinde sınıf mücadelesi sürekli ve kesintisizdir. Boşluk tanımaz. Ya taraf olunup mücadelede yer alınacaktır ya da hasmın baskısı altında onun etkisi altına girilecektir.
Her yenilgi moral bozucudur; ama moral bozukluğu mücadele içinde giderilmezse -ve başka giderilecek alan yoktur-, şoka da yol açar, çözülme ve “psikolojik bozukluklara” da. İnsanlar ve örgütler eylemli olarak varolabilirler, bilinçli eylemleriyle. Sınıf mücadelesi içinde bilinçli eylemleriyle yer almayanlar, kaçınılmazdır, kendileri olmaktan uzaklaşıp başkalarının ve en tehlikelisi hasımların etkisi altında yeniden şekillenirler, en uç noktadaysa onların eklentisi haline gelirler.
Bir devrimci için bu etki altına girişin en kolay uyum sağlanabilecek iki somut biçim ya da yolu olduğunu yaşanan yıllar ortaya koydu. Tüccarlaşma, kapitalistleşme ve bazen “ilerici” fikirlere sahip olmaya devam ederek bu yeni konumu “değişim” ve “çağdaşlık” gibi gerekçelerle izah etme. Ve ikincisi, yine “değişim”, “yeni olgular”, “teorinin yeniden üretilmesi gereği” gibi uygun ideolojik gerekçelerle siyasal açıdan reformculaşma. Her ikisi de düzene entegre oluşun yoludur. Birinci yol tek tek kişiler için geçerlidir (hoş, bu tür kişiler de eğer pek dev sıçramalar gerçekleştirememişlerse eski çevrelerini bir lobi ve dayanışma nesnesi olarak korumaya ve bir yönüyle grup olmayı sürdürmeye yöneliyorlar); ama ikincisi kişiler için olduğu kadar çevre ve gruplar için hatta daha da çok geçerlidir. Devrimci Yolcular, moral bozukluğuyla ya da “psikolojik” nedenlerle, “yenilgi şoku”nu atlatamadıklarından ya da salt politik ideolojik nedenle, ama her halükarda sınıf mücadelesinde taraf olarak yer almaktan kaçındıkları ve mücadele etmedikleri, örgütsüz ve eylemsiz oldukları için, burjuva, Troçkist, Gorbaçovcu vb. gericiliğin etkisi altında, zaten varolan reformcu eğilimlerinin gelişmesinden, reformculaş-maktan ve modaya uygun ideolojik savrulmalardan kurtulamadılar. Bu, kaçınılmazlıkla çağrıda da yansıdı.
Çağrı, ideolojik açıdan sağa savrulmuş, reformcu, kendiliğindenci ve hala örgütsüzlüğü yücelten içeriğiyle Dev Yol’un çıkmazına çözüm olacak nitelikte değildir.

Saptama 1: “Depolitizasyon”
Dev Yolcu çağrı, bir saptamalar ve öngörüler demetiyle devrim lafazanlığıyla örtülmeye çalışılan koyu bir kendiliğindencilik ve “diyalektik” laf oyunlarıyla çoğu yanıtsız bırakılan sorular toplamından oluşuyor ve her derde deva bir Dev İşçi’nin gündeme getirilmesiyle somutlanıyor.
Aslında iddialı gündeme getirilişinin ötesinde “işyeri komiteleri”nden pek de ileride bir adım olmayan Dev İşçi’ye varmak üzere yapılan saptamalardan başlayalım.
“Devrimciler doğru yolu gösterdikleri halde, neden emekçiler bu yolda yürümüyorlar? Bu sorunun ‘örgüt yok’ yanıtı yanı sıra ve buna bağlı bir başka yanıtı ‘depolitizasyon’dur.”
Ardından 12 Eylül’ün terör ve tehditlerinin yol açtığı emekçi kitlelerin politikadan uzaklaşmasını, sosyalizmin dünya ölçeğindeki itibar kaybının derinleştirdiği söyleniyor.
12 Eylül’ün de-politize ediciliği bir gerçek. Sovyetler ve Doğu Avrupa’da revizyonizmin çöküşünün ve bundan daha çok bu çerçevede geliştirilen anti-komünist kampanyanın emekçi kitleleri olumsuz yönde etkilediğini de belirtmek yanlış değil. Ama bu arada iki temel gerçeğin daha sözünü etmek gerekiyor. NETAŞ ve Kazlıçeşme grevleriyle başlayıp on binlerce işçinin komiteler halinde örgütlenerek yöneldiği ‘88 yasadışı işçi eylemleri, yine ‘88’de 1,5 milyon işçinin yemek boykotu, ‘89 Bahar Eylemleri, Zonguldak, 3 Ocak’a yol açan birikim ve 3 Ocak, 91 Yaz Eylemleri, ‘88’den ‘91’e on binlerce işçinin katıldığı 1 Mayıs’lar var bir yanda. Ve Öte yanda örgütlenen, sınıfla onun eylemi içinde birleşmede belirli bir yol kat eden komünist ve devrimci örgütler. Ve özellikle 1 Mayısların siyasal yanı ağırlıklı.
Sözü edilen işçi hareketlerinin karakteristiği kendiliğinden oluşu. Ama Zonguldak’tan İstanbul’un çeşitli fabrikalarına komünistlerin işçilerle birleşmeye yöneldiği ve kendiliğinden kalkışmaların bu birleşmeye dev olanaklar sunduğu tartışılmaz bir gerçek.
Çağrının bu noktada iki temel zaafı var. İşçiler “de-politizasyon”un üzerinden kendiliklerinden ve kendi bildiklerince atladılar bile. Eylemleri, doğrudan düzeni hedefliyor çünkü. Henüz işçi politikası yapamıyorlar, burjuva politikasının ufkunu aşamamış durumdalar, ama hiçbir burjuva partisinin peşine de takılmadılar. Ve kendilerine ulaşıldığı her fabrika ve istetmede devrimci yayınlara büyük ilgi gösteriyor, birçok yerde elden ele dolaştırarak dağıtımına katılıyorlar. Sosyalizmin gerilediği bir dönemde yaşanıyor, ama sosyalizmin temel gücü, dayanağı ve sahibi işçi ayakta. İkincisi, yüreği komünist ve devrim ve sosyalizm için çarpan komünistler ve devrimciler yine yıllardır sınıf içinde çalışıyorlar. Sadece kendileri değil sınıf hareketini örgütlemeye ve yönlendirmeye yönelik bir çalışma yürütüyorlar. Parti örgütlenmesi açısından -hem de kısa dönemli- hedefleri sınıfın yığınsal partisine varmak. Ve henüz genel olarak politik bir işçi hareketinin yaratılamamış oluşundan, bu yönde bir gelişme olmadığı sonucunu çıkarmak, sınıfa ve eylemlerine bakmasını ve görmeyi bilmemek demek. Daha yapılacak çok şey olduğu açık. Ama bir işi yapmaya başlayanlar tamamlayabilir.
Yıllar sonra ortaya çıkıp örgütsüzlük ve “de-politizasyon”dan söz etmek masal anlatmaktır. 5 yıl önce gerçek olan bugün ancak rivayettir.
Bugün işçi sınıfı açısından politikaya uzak durmak, politikadan korkmak temel bir sorun değildir. Kuşkusuz özellikle geri işçi kitleleri açısından hala 12 Eylül’ün pasifleştirici etkisi belirli bir geçerliliğe sahip olabilir. Ama örneğin Zonguldak madencisinin, onca eyleminden sonra, de-politize olduğu iddia edilemez. Söylenebilecek tek şey, Zonguldak’ta politik işçi hareketinin gelişmesi için daha yapılacak işler olduğudur. Ve bu sabır işidir, örgüt ve örgütlü çalışma olunca hemen politik bir işçi hareketi yaratılamıyor. İşçilerin belirli bir bölümü öncüyle birlikte davranmaya başlayınca işçi kitlesi hemen öncünün peşinden yürümüyor. Bunun için yaygın bir siyasi gerçekleri açıklama kampanyası yürütmek zorunlu olduğu gibi, sürekli bir örgütsel çalışma ve -çağrıda da belirtildiği gibi- işçilerin kendi eylemleri içinde kendi deneyleriyle öğrenmesi gerekiyor.
“Devrimciler doğru yolu gösterdikleri halde”, işçilerin hemen bu yolda yürümüyor oluşuna şaşmamak ve bundan anormal sonuçlar çıkarmamak gerek, “örgüt yok” değil, var. Olmayan, örgütlü Dev Yol. Ve yıllardır işçiler örgütlenmeye ve politikaya açıklar; bunun olanaklarını küçümsemek için işçi hareketinin tümüyle dışında olmak gerek ancak.

Saptama 2: “Demoralizasyon”
Bu soruna girişte değindik.
Kolaymış gibi sınıfın politik hareketinin henüz baş göstermemiş oluşundan abartılı apolitiktik sonucunu çıkaran çağrı, 12 Eylül’ün yol açtığı “yenilgi şoku”nun yanı sıra kitlelerin “de-politize oluşu”nun ve “sosyalizmin prestij kaybının “devrimcilerin sunduğu seçeneklere karşı güvensizlik yaratması”nın “12 Eylül yenilgisinin yükünü taşıyan devrimci kadrolardaki de-moralizasyonu artırıcı” rol oynadığını “saptıyor”. “Harcanan çabalar boşa gidiyormuş şeklinde bir haleti ruhiye dört bir yanda kol geziyor”, “sorun, psiko-politik bir sorundur” diyor.
Çaba harcanmaya devam edilmediğinde “harcanan çabaların boşa gittiği” düşüncesinin yayılmasından doğalı yoktur.
Bu noktada aşağıdan yukarıya doğru sorumluluk artmak üzere kadrolar ve onların örgütü ya da örgütsüzlüğü ve eylemsizliğinden başka suçlu aramak, nesnellik saplamaları yapmak beyhudedir. Kuşkusuz ortamın, yani nesnel koşulların moral bozucu etkileri olanaklıdır. Eğer mücadele edilmemişse. Ortama, 12 Eylül’e, düzene karşı öncelikle var olmak ve yanı sıra bunları dönüştürmek için mücadele yürütmeyenlerin, de-moralize olanların, eksikli devrimcilerin, bu eksikli devrimciliği de yitirme süreci içinde ilerlemeleri kaçınılmazdır. Devrimci, de-moralize olmak bir yana, de-moralize olma eğilimindekileri mücadeleye çekerek ve mücadele içinde kazanma durumunda olandır. Bunu sıradan devrimcilerden, alt kadrolardan çok özellikle yönlendirici durumda olan üst kadrolar için söylüyoruz. Bir devrimci için yapılacak şey, yıllar sonra, uzun yıllar hükmünü yürüttüğü saptamasında bulunduğu “de-moralizasyon” üzerine kalem oynatmak olamaz. Çağrılar yapacak denli “ileri ve iddialı devrimciler” “de-moralizasyon” diye tarif ettikleri şeyin daha başlangıcında önünü kesmek için ortaya çıkmalıydılar, ilaç olarak dağınıklığı gidermeyi ve eylemsizliğe son vermeyi kullanmalıydılar. Aksi halde, çeşitli türden olumsuz “haleti ruhiye”lerin ortalıkta dolaşıyor olmasından söz etmeye onların hiç hakları olmayacaktır ve yoktur. Morali bozulup 3-5 yıl tatil yapan “önder” “devrimciler”- bu nerede görülmüştür? Yine de, geç de olsa mücadeleyi öngörmenin olumlu bir yanı vardır, öngörülen mücadelenin devrimci olması koşuluyla. Ancak bunca moral bozukluğu ve eylemsizlik sürecinde baskısı altında kalınan gericiliğin etkileri, devrimci bir çıkış yapmaya olanak tanımamıştır. Devrimci çıkışın, onu olanaklı kılacak sınıf ve onun hareketi içinde ancak yapılabilir olması çok doğaldır. Ya sınıf ve onun hareketinin ihtiyaçlarına göre yol çizilecektir ya da onun uzağında ve hele moralsizlikle burjuvazi ve uzantılarının etkisine girilecektir. Dev Yolcular için ne yazık ki ikincisi gerçekleşmiştir.

“Sosyalizmin Cenazesi” ve “yeni sosyalizm türü” arayışı
Dev Yolculara geçmişte orta yolcu denirdi. Onlar bunu, Çin ya da Arnavutluk’la Sovyetler Birliği ya da bunların yönetimleri arasında orta yolculuk olarak anlar ya da göstermeye çalışırlardı, işin aslı, revizyonizm karşısında tutarsızlık, ondan kopmamak, Marksizm’le revizyonizm arasında, Lenin ve Stalin’le Kruşçev ve Brejnev arasında tavırsızlıktı. Revizyonizm, kötü bir “sosyalizm türü”; Kruşçev’le Brejnev ise “kötü sosyalistler”di! Sosyalizm açısından Marksizm’e bu uzak duruşları bugünlerini de koşullandırıyor. Bunca gelişmeden sonra yaklaşımlarının değişmediği görülüyor.
Çağrı ne Stalin’le sonrası ve ne de sosyalizmle revizyonizm arasında bir ayrım yapmıyor, hatta çağrı “revizyonizm” sözcüğünü kullanmaktan da vazgeçmiş. Çökenin, ötenin “sosyalizm” olduğu düşünülüyor:
“Sosyalizm denilen sistemin bütünüyle çökmüş olması sonucunda…”
“…sosyalizm inşaatına başlanmasından yetmiş yılı aşkın bir süre geçtikten sonra, bu inşaatın çöküşü karşısında, yeniden başlayacağımız bu işte, yeniden başlayışımızda farklılıklar olması kaçınılmazdır.” dedikten sonra, “sosyalizm neden iflas etmiş olsun ki” diye soruyorlar? Pek “moral verici” bir yaklaşım doğrusu!
Üstelik “cenaze”sinden söz ediyorlar sosyalizmin!
“.. Gorbaçov’un sosyalizmin cenazesini kaldırmaya soyunduğu şu dünyada…”
Ama “iyimserlikleri”ni de koruyor ve “moral” dağıtıyorlar. “…tam da sosyalizmin cenazesi kaldırılırken yeni bir sosyalizm çiçeğinin yeşermekte oluşuna tanık olabiliriz.”
Tanık olacağız da değil, “olabiliriz”!
“Neden iflas etmiş olsun ki” diye sorulan, ama “cenazesi kaldırılan” “sosyalizm”- çağımızın gerçeğinin gerçeğine böyle yaklaşılıyor.
Bu, “sosyalizm öldü”cülerin safında yer almak değil denedir?
Ve hemen ardından “yeni sosyalizm türü” arayışları geliyor.
Sosyalizmin değil revizyonizmin çöktüğü ve bugünün revizyonizmin Kruşçev’in başlattığı anti komünist saldırının dolaysız sonucu olduğu yıllardır anti Marksist ısrarlı bir tutumla anlaşılmak istenmez, Lenin ve Stalin’le Kruşçev ve Brejnev karşıtlar olarak birbirinden ayrılmazsa, tüm bir 70 yılın mahkûm edilmesi kaçınılmaz olmaktadır. Bir yandan “sosyalizm öldücü” burjuvazi ve uşaklarının, diğer yandan kendi doğruluklarını kanıtlama çabası içindeki Troçkistlerin Lenin’den itibaren tüm bir sosyalizm döneminin, ideolojik olarak sosyalizmin, Leninizm’in iflasını ilan eden propaganda kampanyalarının ve ideolojik baskılarının etkisi altında, Dev Yol ya da Dev İşçi çağrıcıları aynı yolda yürümekte ve tüm 70 yıllık dönemi mahkûm etmeye girişerek “sosyalizmin bütünüyle çöküşü”nü ilan etmektedir. Henüz kendi 10 yıllık geçmişlerinin hesabını verme eğilimi içinde olmayanlar, sosyalizmin 70 yılının (doğrusu 40 kadar yıldır) hesabım sormada sakınca görmüyorlar. Hem de bu moral bozulduğuyla! Ve henüz sınıf mücadelesinin bunca dışındayken! Bu, tümüyle aydınca bir hesap soruştur ve aydınların “kaderi” olan tüm gerici etkilenmelere açık bir soruşturmadır.
Gorbaçov, “soruşturması”na ya da reddiyesine, Leninizm’i geçersiz ilan ederek kapitalizmin açıktan örgütlenişine “çağın” “köklü değişiklikleri” ve “yeni olguları” gerekçe göstererek başlamıştı. “”Değişiklikler” ve “bizim de değişmemiz gereği” Kruşçev’in de çıkış noktasıydı. Şimdi, aynı gerekçe ya da çıkış noktasını Dev Yolcu çağrıcılar kullanıyor:
“Bugün nasıl bir dünyada ve Türkiye’de yaşadığımızı algılayabilmek için, genelde ve özelde meydana gelen köklü değişiklikleri kavrayabilmek için, yeni olguları yeniden kavramlaştırma gibi bir görevimiz var.”
Burada, artık, saptamalardan öngörü ya da görev koyuşlara geçiliyor: “Köklü değişiklikler” saptaması, bu “değişiklikler”le oluştuğu varsayılan “yeni olgular”ın ” kavramlaştırılması” görevini dayatıyor- böyle iddia ediliyor.”Yeni olgular” ve değişiklikler ve bunların kavramlaştırılması, doğal ki “yeni” bir “sosyalizm türü”nün aranması ve keşfine götürecektir! Gorbaçov böyle yapmıştı. Ama onun “yeni sosyalizm türü”nün kapitalizmden başka bir şey olmadığını, kısa sürede görmeyen kimse kalmadı. Bizde ya da genel olarak konuşulduğunda iktidarda olmayanların “yeni sosyalizm türü” arayışının foyası Gorbaçov’unki kadar kısa sürede herkes için görülür olmayabilecek. İktidardaki Gorbaçov gibi dönüştürücü-yaptırımcı güçleri yok ve uygulamaları, O’nunki gibi sosyalizmden kapitalizme gidişi değil, kapitalizm çerçevesinde değişiklikleri koşullandırabilecek ancak. Onlar, “yeni sosyalizm türü” yolunda ilerleyiş adına kapitalizme payanda olacaklar. “Sosyalizm” yapıyoruz diyecekler ve ama kapitalist düzen içinde kalışlarının görülür olması, pek bir şeyi dönüştürme olanağına sahip olmadıkları için, uygulamalarının sonuçlarının ortaya çıkması açısından gecikebilecek.
Dev Yolcu çağrının yanıtlanmasını gerekli gördüğü soru şudur: “Nasıl bir dünyada yaşıyoruz ve bunun yerine nasıl bir sosyalizm koyacağız?”
Devam ediyorlar “…ne tür bir örgütlenmenin amaçlandığının belirlenmesi, ne tür bir parti, ne tür bir iktidar (devrim) ve nettir bir sosyalizmin amaçlandığının belirlenmesiyle birlikte yapılmalıdır.”
“Köklü değişiklikler” ve “yeni olgular” çağrıcıların, sosyalizmin -yalnız sosyalizmin değil, partinin, -devrimin ve iktidarın da- hangi “tür” ve “nasıl” olması gerektiği üzerine kafa patlatmalarını gerektiriyor. “Marks’ın sosyalizmi” mi, “Lenin’inki” ya da “Stalin’inki” mi, Sovyet ya da Çin “sosyalizmi” mi, yoksa yepyeni bir “tür” mü?
“Yeni tür sosyalizm “den yanadırlar. Teorisi ve pratiğiyle! Çünkü ne “tür” ve “nasıl” bir “sosyalizm” tartışmasına girişmelerinin temel bir nedeni, -“yeni olgular” m yanı sıra- “70 yıllık deneyin iflası”dır! Geçmiş sosyalizm deneyini, Lenin ve Stalin’le örneğin Brejnev arasında hiçbir ayrım yapmadan açıktan mahkûm ediyor ve yaşanmış sosyalist deneyin olumsuzlanması olarak bir “tür” “sosyalizm” öngörüyorlar:
“Bugün sosyalizmin gerçekleşrnesindeki çıkış noktamız, ister istemez, sosyalizmin ‘gerçekleşmemesi’ demek olan kat edilen yol, yaşanılmış olan süreçtir.”
Ne Lenin ne Stalin! Sosyalizm yaşanmamıştır! Yaşanmış süreçte sosyalizm gerçekleşmemiştir!
Ayrıntıya şöyle giriyorlar
“Yetmiş yılı aşkın bir süredir sosyalistler, sosyalizmin gerçekleşemediği bir yoldan yürüyerek bugüne geldiler. Çünkü bu yolda, bugüne dek milyonlarca emekçinin gücü sosyalizmin yaratılması doğrultusunda yeterince kullanılamadı; sosyalizm, emekçilere kendi öz-deneyimleriyle benimseyebilecekleri bir toplumsal sistem olarak sunulamadı; söz-yetki-kararın emekçilerde cisimleştiği bir iktidar biçimi olamadı.”
Altını çizmiyoruz. Tümünü çizmek gerekecek. Bu ne haddini bilmezliktir! Moraller her şeyi bu denli reddedecek denli mi bozuk? Söylenenlerin anlamı bilinmiyor olamaz. Lenin sosyalizmin gerçekleştiği yolda, onu gerçekleş tire gerçekleştire yürümedi mi? Stalin onca sınıf mücadelesini süs olsun diye mi yürüttü? Sanayide toplumsallaştırma, ardından tarımda kolektifleştirme, sosyalizm yolunda yürüyüş değildiyse neydi? Sosyalist kuruluş için “milyonlarca emekçinin gücünü” Lenin mi harekete geçirmedi Stalin mi? Lenin milyonlarca işçi ve emekçinin önünde ve onların coşkusundan güç alarak açtı sosyalizm yolunu. Stalin burjuva köylülerle çatışma içinde milyonlarca proletere ve emekçi köylüye dayandı. Sosyalist inşa milyonların mücadelesi olarak yürütüldü. Sadece Stahanovist harekete milyonlar katıldı. “Sosyalizm emekçilere kendi öz-deneyimleriyle benimseyebilecekleri bir toplumsal sistem olarak sunulmamış”mış! Sunma bir yana, sosyalizmi proleter ve emekçi yığınlar kurup inşa etti. Ve siz o bol lafını ettiğiniz “kitlelerin kendi öz-deneyimleriyle öğrenmeleri” gereğine ilişkin tezi kimden öğrendiniz? Lenin’le Stalin’den değil mi? Tamam, boynuz kulağı geçer, ama kulağı yok etmeye kalkıştığında kendi de yok olacaktır. Siz bunu yapıyorsunuz.
“Sosyalizm bir süreçtir ve onun teorisi de bir süreçtir, öyleyse yaşanıldığı kadar tüketildiği ölçüde yeniden üretilmek durumundadır.” Ve bu “yeniden üretim, biliyoruz ki, yalnızca sosyalizm için değil, parti, devrim ve iktidar için de gerekiyor. Dev Yolcu çağrıcılara yeni parti, devrim, iktidar, sosyalizm öğretileri gerekiyor!
Somut konuşmak, genel laflar ardına gizlenmemek gerekiyor. Doğrudur, Marksizm yaşayan, sürekli gelişip zenginleşen, böyle olması gereken bir teoridir, çünkü eylem kılavuzudur ve eylem tarafından geliştirilir. Ama neresi tüketilmiştir ve yeniden üretilmesi gerekmektedir, açıklanmalıdır. Şimdiye kadarki açıklamalardan anlaşılan, bu teorinin genel olarak tüketildiğidir. Yoksa Lenin ve Stalin teorisi başka pratiği başka, sözü ve işi başka kişiler olarak mı saldırıya uğramaktadır? “70 yıllık deneyimin” “sosyalizmin gerçekleşemediği bir yol”a işaret etmesinin anlamı başka ne olabilir?
Ve zaten eğer sosyalizmin teorisi genel olarak “tüketilmemişse”, “nasıl bir sosyalizm”, “ne tür bir sosyalizm” sorularına ne gerek vardır? Eğer sorun Marksizm’in zenginleştirilmesiyse, bu, “sosyalizmin nasıl”ının tartışılmasıyla değil; o, bir türlü ayırtına varılamayan revizyonizmle Marksizm arasındaki çatışmanın sorunlarının ve bugün neler yapılması gerektiğinin tartışılmasıyla sağlanabilir. Teoriyi temelinden değiştirmeyi amaçlamayan, “nasıl sosyalizm” sorusuna neden takılsın? Dünya yani kapitalizmin temeli ve özü değişmemişse, değişiklikler çağı değiştirmemişse, “nasıl” sorusunu sorduracak hangi temel sorun tartışılacakta”?
Ne Stalin ve ne de Marks, Engels ve Lenin tabudur. Ama derdi olan söylemelidir. Aksi halde derman bulamayacaktır. Biz Marks, Engels, Lenin ve Stalin’in kapitalizm çözümlemeleri ve alternatif olarak sosyalizm üzerine ileri sürdükleri temel tez ve teorilerin doğru olduğu görüşündeyiz. “Nasıl” sorusu yanıtsız değildir ve bir tek sosyalizm türü vardır. Ne Marks’ın sosyalizmi Lenin’inkinden, ne de Stalin’inki Engels’inkinden farklıdır. Çünkü kapitalizm özünde aynı kapitalizmdir ve sosyal pratikte çözülmek üzere ortaya çıkan ve çözülmeleriyle Marksizm’in zenginleşerek geliştiği sorunların çözülme zorunluluğunun ötesinde ne “yeni olgular” ve ne de öteden beri yanıtlanmış olan “nasıl sosyalizm” sorunlarının gündeme getirilmesine ihtiyaç vardır. Kapitalizm kendisini yeniledi mi yoksa “yeni sosyalizm”ler aranıyor?
“Her ikisinin de (Marks ve Lenin’in -ÖD), çıkış noktalarını tartıştıktan sonra sonuç konusunda kesin bir şey söylememiş olmaları, teorilerinin eksikliği değildir.” Söylenenlerin farkında ulunamıyor. Marks ve Lenin’in teorileri eksik değilse, niçin, teorik olarak açıklığa kavuşturulmuş sosyalizmin hala “nasıl”ıyla uğraşılıyor? Marks da Lenin de yaşanmamış olayları somut tahlile girişmeyecek denli gerçekçi ve Marksist”tiler. Ancak sosyalizmin “nasıl”ıyla ilgili olarak kesin konuştular. Açık bıraktıkları komünist toplum ve bu toplumda çeşidi ilişki ve olguların somut biçimlenişiydi. Sosyalizmin kuruluş ve inşa pratiğinde yapılan hatalar ortaya konmak isteniyorsa, bu açıkça yapılmalıdır. Bunları tartışırız. Ama genel ve soyut laflarla sosyalizmin pratiği ve teorisine dair kuşku yaymak, daha ötesinde onu mahkûm etmek ve yenilenme ve yeniden üretim öngörerek “yeni” bir sosyalist teori ve pratiğin peşine düşmek Gorbaçov’lara ve benzerlerine bırakılmalıdır.
“Sanatçının ilk eseri, en kötü eseridir. Proletaryanın ilk sosyalizmi de varsın “en kötü” sosyalizmi olsun (…) Sosyalistler ilk eserlerini verdiler. Ve biz Marks’tan, Lenin’den daha şanslıyız. Sosyalizme onlardan daha yakınız.”
“İyi” ve “kötü” sosyalizmler yine! Brejnev’inki kötüydü; ama şimdi Mark ve Lenin’in sosyalizminin “kötü” olduğunu öğreniyoruz. Bu kafayla sosyalizme Marks ve Lenin’den daha yakınlık iddiasına ise söylenecek söz yok!
Açıklık gerekiyor. Hele yeni bir iddiayla ortaya çıkış için mutlak gerekiyor. Geçmişin muhasebesinin yanında geleceğin nasıl kavrandığına ilişkin açıklık. Şimdilik görebildiğimiz açıklık, yalnızca, geçmiş sosyalizm deneyini (kuşkusuz Stalin sonrasını dışta tutuyoruz) işçi ve emekçilere dayanmayan, onların gücünü harekete geçiremeyen bürokratik bir deney olarak ele alan ve öncü karşısında ve ona rağmen emekçi kitleleri abartan kendiliğindenci “söz-yetki-karar emekçilerde” tezinin savunulması noktasındadır.

Örtücü bir saptama ya da önerme: volantarizm
“Sosyalizm (…) yüzlerce yıllık geçmişi olan kapitalizme rakip, yalnızca 70 yıldır denenmekte olan bir süreçtir. Ve insanlık macerasında (…) güdülen bir amaç, harcanan bir emektir.”
Ve
“Sosyalizmin, kendiliğinden, nesnel yasaların zorunlu bir sonucu olarak gelişmeyeceği biliniyor. Bu yönde iradi bir müdahale lazım. Sosyalizm, istenilen uğruna mücadele edilen bir hedef olduğu zaman kazanılabilir.”
Bu nedenle; “Devrimcilik, aynı zamanda, bir volontarizmdir. ” deniyor.
Volantarizm, “iradecilik”in frenkçesidir ve Marksizm tarafından kategorik olarak reddedilir. (Ama Marksist teoriyi yeniden üretme işini üstlenmeye aday Dev Yolcular, bu sorunu yeniden ele alıp dünyayı irade ve iradi zorlamalarla açıklayıp yeniden kurabilirler!)
Toplumsal olgular ve sistemlerin, maddi toplumsal yaşamın yeniden üretimi içinde, fikirler, ideolojiler ve iradeleri (kendi gerçek ya da yanılsamalı yansılan olan aktif etkenler olarak) şekillendiren üretim ve değişim ilişkilerinin gelişmesinin zorunlu sonuçlan olarak nesnellikleriyle mi yoksa kafalarda yaratıldığı iddia edilen fikirler ve ideolojilerin (“mutlak gerçekler”in) ve bunlardan güç alan insan zorlamalarının (irade ve iradi çabaların) ulaşmayı hedefledikleri “amaçlar” olarak öznellikleriyle mi ortaya çıktıkları, öteden beri sürdürülen ve genel olarak materyalizmle idealizm arasındaki tartışmayı oluşturan temel bir anlaşmazlık konusudur. Amaçcılık, iradecilik ve idealizm birbirleriyle ayrılmaz bir bağlantı içindedir. Bilincin birincil veri olduğu yanılsamasıyla genel geçer bir doğru ve gerçek olduğuna inanılarak saptanan yüce bir amaç ve bu amaç uğruna yine bu inancın yön verdiği insan iradesinin kullanımı, belirgin bir bütünlük oluşturur, ancak, amaç, inanç ve iradelerin rastlantısal olarak, nesnel koşullara uyum sağladığı durumlar dışında, yalnızca olumsuzluk ve yenilgi üretir. Çünkü tarihlerini insanlar yapıyor, ama bu alanda tümüyle özgür değiller, kör bir özgürlükle değil, zorunluluğun koşullandırdığı türden bir özgürlükle yapabiliyorlar bunu.
Sosyalizm, iradi zorlamalarla ulaşılacak bir amaç olarak değil ”nesnel yasaların zorunlu bir sonucu olarak geliş”ir. Doğrudan kontrol edemediği ve edemeyeceği güçler yaratmış ve onlarla uzlaşmaz bir çatışma içine girmiş kapitalizmin sonucudur. Marks ve Engels, daha Komünist Manifesto’da yazıyorlardı:
“Toplumun elindeki üretici güçler (…) burjuva mülkiyetinin varlığını tehlikeye sokuyorlar. Burjuva toplum koşulları, bunların yarattığı zenginliği kucaklayamayacak kadar dardır. (…) burjuvazi kendisine ölüm getiren silahları yaratmakla kalmamış; bu silahları kullanacak insanlarımda var etmiştir, -modern işçi sınıfını- proleterleri.”
Burjuvazi ve kapitalizm zorunlu olarak yok olacak-tır; çünkü kendi yarattığı zenginlikleri kucaklayamayıp onlarla çatışma içine düştüğü gibi, mezar kazıcısı proletaryayı da zorunlu olarak yaratmıştır. Yalnız bu kadar değil; proletarya da bir zorunlulukla ve tarihsel olarak kapitalizme son vermekle yükümlendirilmiştir: “Kapitalist üretim biçimi, nüfusun büyük bölümünü gitgide proleter durumuna dönüştürürken, yok olma tehdidi altında, bu altüst oluşu gerçekleştirme zorunda bulunan gücü yaratır.”
Zorunluluklar dizisi bitmiyor, devam eden Engels:
“Toplumsallaşmış büyük üretim araçlarının gitgide devlet mülkiyetine dönüşümüne götürerek, bu altüst oluşu gerçekleştirmek için izlenecek yolu kendi gösterir. Proletarya devlet erkliğini ele geçirir ve üretim araçlarını önce devlet mülkiyeti durumuna dönüştürür’ diyor. (Anti Dühring)
Sadece sosyalizm ve bunun için devrim bir zorunluluk değildir, izlenecek yol da, üretim araçlarının devlet mülkiyetine geçirilişi de bir zorunluluktur.
Sosyalizmin sahibi, “zorunlu olarak, bütün öteki sınıflara karşı en açık bir muhalefet durumunda bulunan bir sınıf (Alman ideolojisi) olan proletaryadır.
Olguculuk (pozitivizm) ya da bilinç unsurunu dikkate almayan bir gerekircilik (determinizm) değildir kuşkusuz Marksizm. Ama bilincin maddi koşulların bir yansıması olmayan ele alınışına itirazıyla, idealizm ve bu bilinç doğrultusundaki iradeye kendi başına bir rol tanımayışıyla volontarizmden ayrılır. Marksizm, maddi yaşamın ve düşüncenin gelişmesinin zorunlu olarak diyalektik ve tarihsel materyalizmin ortaya çıkışına götüreceği ve komünist bilincin de zorunlu olarak proletaryanın beyninde yansıyacağı düşüncesindedir.
“Büyük sanayi de, bir kez tam olarak geliştikten sonra, kapitalist üretim biçiminin onu içine sardığı engeller ile çatışmaya girer.(…) ve üretici güçler ile üretim ilişkileri arasındaki bu çatışma, örneğin ilk günah ile tanrısal adalet arasındaki çatışma gibi, insanların kafasında doğmuş bir çatışma değildir: olgular içinde, nesnel olarak bizim dışımızda, hatta kendisine neden olan insanların istenç (irade) ve eyleminden bile bağımsız biçimde varolan bir çatışmadır. Modern sosyalizm, bu gerçek çatışmanın düşüncedeki yansısından, her şeyden önce, bu çatışmadan acı çeken sınıfın, işçi sınıfının beyinlerinde, fikirler biçimi altında yansımasından başka bir şey değildir.” (Anti Dühring)
Alman ideolojisinde de aynı şey söylenir: “(…) köklü bir devrim zorunluluğunun bilinci, komünist bir bilinç olan ve elbette ki, kendileri de bu sınıfın durumunu gösterdikleri zaman başka sınıflarda da oluşabilen bu bilinç, bu sınıfın (proletaryanın -Ö.D) içinden fışkırır.”
İradecilik (volontarizm) iradenin özgürlüğünün esas alınması ve iradenin, bir insan yetisi olarak, insan bilincini de koşullandırarak yansılayan nesnel zorunlulukla ilişkisizliği içinde gerçekleştirilme özgürlüğünün öngörülmesidir.
Kuşkusuz toplumsallık insanın bir özelliğidir ve toplumsal gelişmeler içinde insan, hem madde ve hem de bilinç ve irade olarak, soyut-üretken ve somut-bilinçli insan olarak temel unsurdur, insan, toplumsal gelişmede, yalnızca nesnel değil bilinçli bir güç olarak yer alır. İradenin bilinçli kullanımını da olanaklı kılmak üzere, bilincin, üretken maddiliğiyle insanın da bir yönünü oluşturduğu maddi toplumsal koşulların insan beynindeki yansıması oluşu temel bir Marksist tezse; ikinci bir temel tez de, bu bilinç ve onun yön vereceği iradenin nesnel zorunluluğa uygun olarak kullanıldığında, aktivitesinin, toplumsal gelişmeye olumlu katkıda bulunabileceğine ilişkindir, insanın bilinci ve iradesiyle özgürlüğü, ancak zorunluluğun kavranılması olarak ve bu temelde gerçekleşebilir. Aksi halde zorunluluk, Hegel’in dediği gibi, kavranılmadığı ölçüde kördür. Bu demektir ki, irade özgürlüğü, ne yaptığını bilerek karar verme yeteneğinden başka bir şey olamaz. Zorunluluğu bilip kavrayarak kararlar verme ve gücünü kullanma yeteneği. Kuşkusuz insan, istediğini seçme özgürlüğüne sahiptir, iradesini kendi isteğince kullanabilir; ama eğer, bu seçimler, zorunluluğun kavranması olarak yapılmıyorsa, gerçekleşme şansı olamaz, insan, zorunluluğun esiri olarak onun akıntısıyla -tersinde ayak direrken- sürüklenir yalnızca bu durumda.
Çağrının öngördüğü böyle bir sürüklenmedir: “(Sosyalistlerin -Ö.D) projesi, tasavvuru doğrultusunda gerekli değişimi yapabilmek için, nesnel değişimi, öznel değişim isteği yönünde ‘zor’laması gerekir.”
Projeler, tasavvurlar ve bir amaç. İnsanın ya da sosyalistlerin öznel değişim istekleri yönündeki zorlamaları…
Oysa nesnel gelişme ve değişim zorunlu olarak sosyalizm yönündedir. Sosyalistlerin bu gelişmeye nasıl katılacakları ve onu nasıl hızlandıracaklarını kararlaştırmak üzere, bu gelişmenin yasalarım bilince çıkarmaları, tasarımlarıyla gelişmenin kendisine ve onun güçlerine bilinçli bir ifade kazandırmalarıdır gerekli olan. Bu, bir başka gerekliliği dayatır: “zorlamalar”ın “öznel değişim isteği yönünde” değil, nesnel değişim yönünde olmasını, bilinç ve iradenin, genel olarak insan öznelliğinin nesnel zorunlulukla uyumlaştırılmasını.
Sosyalizm, nesnelliği ve zorunluluğu yadsınıp iradeyle ulaşılacak bir amaç olarak anlaşıldıkça ona varılamayacak demektir. Sosyalizm, kuşkusuz, “nesnel yasaların zorunlu bir sonucu”dur. Ve komünistler bu nesnel yasaları bilip kavramak, hesaba katmak ve iradelerini, onları kullanarak sosyalizmi gerçekleştirmek yönünde kullanmak durumundadır.
“Toplumsal olarak etkide bulunan güçler, tıpkı doğa güçleri gibi etkide bulunurlar: onları bilmediğimiz ve hesaba katmadığımız sürece, kör, zorlu, yıkıcı güçler olarak. Ama bir kez onları öğrendikten, etkinlik, yön ve etkilerini bir kez kavradıktan sonra, onları gitgide kendi istencimize bağlamak ve onlar sayesinde ereklerimize erişmek, yalnızca bize bağlıdır. Ve bu, bugünkü çok büyük üretici güçler konusunda, özellikle böyledir.” (Anti Dühring)
Amaçcılık ve iradecilik değil; nesnel yasaların bilgisiyle, bir zorunluluk olan sosyalizm amacına yönelmek. Ancak nesnel yasaların, zorunluluğun bilincine vararak onları irademize bağlayabiliriz ya da irademizi onlara uygunlaştırmış ve doğru kullanmış oluruz.
İradenin ve iradi müdahalenin gerekliliğinin abartılarak işin volontarizmin savunulmasına vardırılması, Türkiye’de teorik olarak M. Çayan’a dayanır. O, Marksizm’in zaman zaman determinist ve volontarist olarak şekillenip uygulandığını ve “3. Bunalım Dönemi”nde gerekli olanın volontarizm olduğunu savunmuştur. Dev Yol tarafından geçmişte benimsenen bu görüş, bugün de sahipleniliyor görünüyor. Ancak, bu gerçek bir sahiplenme değil, yalnızca laf olarak atıfta bulunmadır. Bugünkü Dev Yol “gerçeği”, uzun eylemsizlik ve doğal ki iradesizlik yıllan sonrasında, kendiliğindenliğin içselleştirilmesidir. Volontarizm kendiliğindenciliğin tersyüz edilmiş bir ifadesi olarak çok eskilerde kalmıştır. Şimdi irade, kendiliğindenliğin örgütlenmesi yönünde kullanılmaktadır. Kuşkusuz bu da bir iradeciliktir; ancak geçmişte savunulup uygulanana atıfta bulunarak yaratılmaya çalışılan devrimci örtü olarak sözü edilmektedir bugün. M. Çayan’ın iradeciliği, 3-5 kişiyle devrimci bir parti kurup savaşa başlamak biçiminde tezahür ediyordu. Bugün çağrıcılar ise, siyasal iradenin başlıca aracı olan -parti bir yana- merkezi örgütlenmeden uzak duruyor, “her devrimcinin bulunduğu yerde devrim yapmasını” öngörüyorlar.

Bir lafazanlık, reformculuk ve kendiliğindencilik örneği: “Devrim hemen şimdi”!..
“Değişim” ve “devrim” çağrıda en sık yinelenen ve en çok kullanılan iki sözcük. Bir üçüncüsü de “sosyalizm”. Moda olan birincisi, çağrıda diğer ikisinin içeriğini doldurmaktadır.
Dev Yol’un değişmesi gerektiği açıktır. Bunun üzerinde durulması gerekirken, ne 12 Eylül öncesi ne de sonrasının zaaflarından söz ediliyor. Değişim, Dev Yol’un değişmesini ancak genel ve soyut olarak kapsamak üzere, bir “mücadele” çağrısıyla (bu da bir şey, ama “mücadele”nin amacı ve içeriği olumlu değil) devrim ye sosyalizmde değişim olarak, her yerde ve her şeyde devrim, devrimde devrim olarak ortaya konuyor. Önce eskinin de gerisine gitmek üzere “değişim” fikri işlenip Dev Yolcular cesaretlendirilmeye girişiliyor (: “Sosyalistler değişmekten ve değiştirmekten çekinmedikleri ölçüde, sosyalizm gerçekleşebilecektir.”); ardından, bu “değişim”in her şeyi kapsaması, her şeyde, hem de “hemen şimdi devrim” yapılması (ya da yapmaya başlanması) önermesi geliyor. Çağrı şöyle sona eriyor:
“Sosyalizmi, devrimi, partiyi kazanmak için; DEVRİM!
“Teorimizde ve pratiğimizde; DEVRİM!
“Politikalarımızda; DEVRİM!
“Her alanda ve her düzeyde, kendimizde,
“çevremizde, işyerimizde, mahallemizde;
“DEVRİM!
” hemen şimdi.”
Ne demek bütün bunlar?
İlk olarak, “devrim”in, gerçek bir devrimin kavramsal ve pratik olarak dejenere edilmesi demek. Burada, belki “çevre”, “işyeri” ve “mahalleler” bir yana, “devrim” sözcüğünün bilinen anlamıyla, toplumsal (ya da en azından siyasal) bir altüst oluş olarak kullanılmadığı ortadadır. “Devrim”, açık ki, “değişim” ve “dönüşüm” ama “köklü değişiklik” ve “dönüşüm” yerine yazılmaktadır. “Değişim” yerine “devrim”in kullanılması, daha bir “devrimci” olmaktadır! Üstelik Gorbaçov’dan Baykal’a geniş bir yelpazenin “değişim”cilik modasına kapılmamıştık görüntüsü verilmektedir böylelikle!
İkinci ve buna bağlı olarak, bu “her alanda ve her düzeyde”, her yerde ve her şeyde “devrim” “hemen şimdi” yapılacaktır. Bu noktada, “insan hakları hemen şimdi”, “kadın hakları hemen şimdi”, “barış hemen şimdi” gibi, hümanist, feminist, pasifist, çevreci sosyal reformistlerin sınıf mücadelesi ve toplumsal dönüşümü perspektif edinmeyen, böyle bir dönüşüm ihtiyacından kopardıkları taleplerinin “hemen şimdi” gerçekleşmesine ilişkin yaklaşımlarının belirgin bir etkisi olduğu, daha başında, sorunun formüle edilişinden anlaşılabiliyor: “hemen şimdi”!
Çağrı, kuşkusuz, fabrikaların, işletmelerin vb. düzen içinde bir “devrim”le hemen sorunlarının çözülmesini’ değil, bu işe başlanmasını öngörüyor. Böylesine kaba bir reformculuk yapmıyor. Ama feministlerin de çoğu, “kadın hakları hemen şimdi” derken, hemen kadının kurtuluşunun elde edilebileceği değil, ama “şimdiden” kadının kurtuluşu için mücadele etmek gerektiği düşüncesindedir.
Doğal ki, gelecekte elde edilmesi tasarlanan hedeflere ulaşmak için bugünden bir mücadele örgütlemek gereklidir. Bunda bir yanlışlık olamaz. Sorun, bu mücadelenin devrimci mi yoksa reformcu tarzda mı yürütüleceğindedir. Çağrı, feministlerden, liberter ya da Dansçılardan bireyselliği, örgütsüzlüğü ye kendiliğindenliği de alıyor “hemen şimdi” ile birlikte ve onun bir unsuru olarak. Şöyle yazılıyor çağrıda:
“Devrim hemen şimdi!
“Çünkü şu yaşadığımız dünyaya, şu yaşadığımız düzene isyan etmeyen sosyalizmi tahayyül edemez. Asi olmayan sosyalist olamaz. Bu dünya ile barışık olan, bu düzene uyumlu olan sosyalizmi gerçekleştirme yollarını bulamaz. Devrimciler bulundukları yerlerde devrim yapmaya girişmezlerse, devrimci örgütlenmelerini de, devrimci partilerini de hiç bir zaman kazanamazlar.” Aktarmıyoruz, aynı yaklaşım, devrim ve sosyalizmi “kazanmak” için de geçerli.
Pasaj, “asi olmayan”, “uyumlu olan” bireysel tanımlamalarıyla başlayıp sonunda, örgütlü olmayan tek tek devrimcilerin, örgütlerini kazanmalarının yolu ve yöntemi olarak da, “bulunduktan yerlerde devrim yapmaya girişmeleri” önermesine geliyor. Burada, örgütsüzlüğe övgü, reformculuk, kendiliğindencilik, tümü birden yapılmaktadır.
İsyankârlık, düzen karşıtlığı kuşkusuz, olumlu ve gerekli özelliklerdir kapitalizm koşullarında. Ama devrimciyi devrimci yapan temel özelliklerin başında isyanını, mücadelesini, düzen karşıtlığını örgütlü ifade edişi gelir. Tek tek devrimciler, devrimci bireyler ne tür bir “hemen şimdi devrim” yapabileceklerdir?
Burada yine feministlere başvurulabilir onlar kadın ile erkek arasındaki özel alanda politika yapmayı, ama bunu tek tek örgütsüz yapmayı, en çok kadın grupları olarak dert dökme toplantılarında buluşmayı savunurlar. Bulunduktan yerde politika ya da “devrim” yapacaklardır! Çağrı, benzer konumdadır. Örgütsüz devrimciler, başlamak anlamında bile olsa devrim yapmaya girişebilirler mi? Girişebilecekleri, ancak, o “sosyalist olma”nın indirgendiği “asilik”, “isyankârlık” olabilir. Ama anarşistlerden, liberterler ya da feministlerden “isyankârı” var mı? Onlar düzenin var ettiği hoşnutsuzluğu bireysel olarak dışa vuruyorlar, ama bunun devrim ya da devrim yapmaya girişmekle bir ilgisi olmuyor. Devrim, “isyan”a indirgenerek yine dejenere edilmiştir çağrıda. İsyan vardır, isyan vardır.
Tek tek devrimciler “bulundukları yerlerde” örneğin fabrikalarda ne yapacaklardır? Denebilir ki, sınıfı örgütleyeceklerdir. Peki, nasıl ve nerede? Kendileri siyasal bir örgütün militanı olmayan devrimcilerin, ne ekonomik mücadele alanının dışından verilebilecek siyasal bilinci, sınıf bilincini götürme ne “bilinçlendirilmiş” işçileri siyasal bir örgüt içinde örgütleme (çünkü böyle bir örgüt yoktur) ve ne de tek başlarına siyasal bir eylemlilik var etme yetenekleri olamayacaktır. Böyle devrimcilerin siyasal bir mücadele olan devrim mücadelesini değil örgütleme, böyle bir mücadele içinde yer alma şansları bile olmayacaktır. Siyasal mücadele, çünkü örgütlü mücadeledir ve örgütlü olarak yürütülebilir. Onlar, örneğin bir fabrikada, ancak, sınıfın kendiliğinden zaten yürütmekte olduğu mücadele içinde yer alabilir ve belirli reformlar uğruna bir mücadele yürütebilirler. Burada yapılabilecek bir devrim yoktur ve olamaz. Sözü edilebilecek bir “devrim”, ancak, emekçi kitlelerle ilişki kurmasını bilmeyen unsurların bunu öğrenmeleri olabilir ki, bu da, ancak kendiliğinden bir zeminde gerçekleşebileceği için devrimci bir öğrenim olmayacaktır.
Üçüncü ve ikinciye bağlı olarak, “devrimcilerin bulunduktan yerde” “hemen devrim”, örgütsüzlüğün zaten koşullandırdığı kendiliğindencilik demektir ki bu çağrıda “devrimci taktik” adına ileri sürülmektedir
“Söylemeye çalıştığımız, aslında, kendiliğinden mücadeleleri iktidara yönelik politik mücadelelere dönüştürme taktiğinden başka bir şey değildir.”
Ekonomik ya da burjuva siyaseti yapılan kendiliğinden mücadele siyasal mücadeleye dönüştürülemez, ekonomik mücadeleye siyasal nitelik kazandırılamaz; kazandırılabilecek siyasal nitelik, onda şöyle ya da böyle zaten içerilmiş olan burjuva karakterde olabilir ki bu durumda da kendiliğindenlik kendiliğindenine olarak kalır. Lenin, Martinov’un ekonomizmini eleştirirken, “o tumturaklı ‘ekonomik mücadelenin kendisine siyasal nitelik kazandırmak’ sözleri, ‘son derece’ derin ve devrimci görünümü altında, gerçekte, sosyal demokrat politikayı sendikacı politika düzeyine indirme geleneksel eğilimini gizlemektedir” (Ne Yapmak) der.
Siyasal işçi hareketi, ekonomik ya da kendiliğinden mücadelenin dönüştürülmesi yoluyla yaratılamaz; tamamen farklı bir içeriktedir, siyasi gerçeklerin açıklanması ve işçilerin sınıf bilincine varacak şekilde eğitilmelerine bağlı olarak, işçiler ve onların kendiliğinden hareketi içinde yer alıp çalışan militanlarca ama ancak ayrıca ve bağımsız sınıf hareketi olarak örgütlenebilir. Talepleri, içeriği, örgütü, hedefi vb. farklıdır. Ve kendiliğinden hareketin politik harekete dönüştürülmesinin savunulması kendiliğindenciliğin ta kendisidir. Ve zaten tek tek örgütsüz devrimciler “bulunduktan yerlerde” kendi başlarına ancak bunu yapabilirler. Ama burada kendiliğindenciliğin yanı sıra koyu bir reformculuk içinde bulunacaklardır. Çünkü politika olarak ancak ve yalnızca burjuva politikası (sendikal politika, hükümete karşı politika vb.) yapabileceklerdir. Üstelik bunu sosyalizm adına, “bulundukları yerleri” devrimcileştirmek adına yapacaklar, böyle sanacaklardır.
Dördüncü olarak, “devrim hemen şimdi” Dev Yolun teori ve politikasında, çağrıda da belirtildiği üzere, “devrim”, yani köklü değişiklikler anlamındadır. Ve bundan doğalı yoktur. “Dünya ve Türkiye’de köklü değişiklikler ve yeni olgular”dan söz açmanın dolaysız sonucu bu olmak durumundadır.
Eskiden savunulan şu şu görüşlerin doğru olduğu belirtilmektedir. Savunulmuş olan çeşidi görüşlerin doğruluğuna “bulundukları yerlerde” “devrim” yapacak olan bireylerin söyleyecek şeyleri olması açısından, ihtiyaç vardır. Ama yine de Dev Yol’un “değişim”e, demokratizme ayak uydurması gerekiyor. Bu açıdan teori ve politikalarında “devrim”in zorunlu olduğu düşünülüyor. Ve aslında geçmişteki “direniş komiteleri” gibi somut politikalarının dışında pek de doğru bir teorik-politik yaklaşımlarının olmadığını yine kendileri beyan ediyorlar: “Her şeyden önce, hiçbir şey bilmesek bile, istediğimiz sosyalizmin nasıl bir sosyalizm olmaması gerektiğini, devrimin nasıl bir devrim olmaması gerektiğini, partinin nasıl bir parti olmaması gerektiğini biliyoruz.”
Ve
“(…) sosyalizm-devrim-parti teorisini bir bütün olarak yeniden üretmeye girişmek” gereği üzerine yazıyorlar.
“Anti”cilik bu kadar olur. Sosyalizm, devrim ve partinin nasıl olmaması gerektiğini biliyorlarmış! Nasıl biliyorlar? Malum mu oluyor? Bir şeyin doğrusuyla yanlışının biramda bilinebileceği, şeylerin ancak bütünlükleri ve çeşidi bağlamdan içinde kavranabileceği açıktır. Ama çağrı, yanlışlıklara karar vermiş ve bu zeminde doğrular arıyor -bir yol çizildiği ortada. Yanlışlıklar doğru olarak yeniden üretilecek! Hiç olmazsa, bu “yeniden üretim süreci” içinde “doğrulara” varıldıkça ve yanlışlıklar anlaşıldıkça onlar reddedilse!
Çağrıya egemen olan dar pratikçi kendiliğindenci anlayıştır. Çağrı, yanlışlıklara, “sosyalizmin 70 yıllık pratiği”ne bakarak karar veriyor, “anticilik” de buradan kaynaklanıyor. Dev Yol çağrısına damgasını vuran anti Stalinizm’dir:
“(…) devrimle kurulan proletarya diktatörlüğünün yerini proletarya üzerinde bir diktatörlüğün almaması için, bu devrim sürecinde emekçilerin kendi üzerlerinde hiçbir diktatörlüğe izin vermeyecekleri bir bilinç edinmelerinin de unutulmaması gerekiyor. Yetmiş beş yıllık yol bize bu dersi öğretiyor. Bu dersin gereklerini ne zaman yerine getireceğiz? (…) Hemen şimdi! Bugünden atacağımız ilk adımlar son adımlarımızı belirleyecektir. Bugün nasıl başlarsak yarın öyle bitiririz. Bu nedenle, hayatın her alanında ve her düzeyinde, stratejimizde-taktiğimizde, asgari-azami programlarımızda, sözün-yetkinin-kararın yani iktidarın emekçilerin eline nasıl geçeceği kaygısı yatmalıdır” ve
“Teorimizin özü, sözün-yetkinin-kararın yani iktidarın emekçilerde olduğu bir düzendir.”
Başlarken söylemiştik. Lenin ve Stalin’le Kruşçev ve Brejnev ve hatta Gorbaçov arasında yapılmış bir ayrım yoktur. Çağrının ne düşündüğünün ötesinde sosyalist pratikten çıkarılan dersin asıl nesnesinin gerçek sosyalist pratik olduğu açıktır. Sosyalizme sahip çıkılıp revizyonizm yadsınmadığına göre, en azından sosyalizmin de hedef alındığı ve Troçkjzmin etkisiyle asıl saldırının Stalin ve onun sözde “bürokratik” diktatörlüğüne yöneltildiği kolaylıkla söylenebilir. Proletarya üzerinde bir diktatörlüğe dönen “Stalin’in diktatörlüğü” olmalıdır. O yaşandığı gibi olmamasının bilindiği söylenen parti de özellikle Stalin’in Bolşevik Partisi ve onun tarafından zenginleştirilen parti öğretişidir. Devrim de, yine onun tarafından “emekçilere kendi öz-deneyimleriyle benimseyebilecekleri bir toplumsal sistem” olarak sosyalizmi geliştiremediğinden olumsuzlanmaktadır. Sonuçta Leninizm’in (ve Stalinizmin) karşısına teorinin yeniden üretimi gereğiyle çıkılmaktadır. Bu teorinin özü de aslında bugünden belirlenmiştin “sözün, yetkinin ve kararın, yani iktidarın emekçilerde olacağı bir düzen”! Çünkü Lenin ve Stalin zamanında söz-yetki-karar ve iktidar “bürokratlar”ın elindeydi! Şimdi, çok yönlü olarak “nasıl olmaması gerektiği” ve “özü” bilinen anti-Stalinist ve kuşkusuz anti-Leninist teorik üretime girişilecektir. Yaklaşım, açık ve bellidir.
Beşinci ve bir öncekine bağlı olarak, “söz-yetki-kararın, yani iktidarın emekçilerde olduğu bir düzen” “teori” ya da tezi, hareket noktası ile birlikte ele alındığında, tamamıyla, kendiliğindenliğin önünde diz çöküşü ve kitle kuyrukçuluğunu ifade etmektedir.
Proletaryanın yerine ısrarla “emekçiler” sözcüğünün kullanılmasını bir yana bırakıyoruz. “Söz-yetki-kararın, yani iktidarın emekçilerin elinde” olması gerektiği tezi neye ve kime karşı ileri sürülmektedir? Burjuvaziye ve burjuva (ve onun bir biçimi olan revizyonist) diktatörlüğe karşı olmadığı ortada. Bu “ders”, “75 yıllık yol”un öğretisi olarak alınmıştır. Lenin ve Stalin’in mahkumiyeti üzerine kuruludur. Sorun, “proletarya diktatörlüğünün yerini proletarya üzerinde bir diktatörlüğün almaması”dır; çünkü “75 yılda” bu “yaşanmış, “sosyalizm, emekçilere benimseyebilecekleri bir toplumsal sistem olarak sunulamamıştır”! “Stalin bürokrasisi” bir “parti diktatörlüğü” kurarak emekçilerin üzerine çullanmıştır iddiaya göre.
Hayır, emekçilerin burjuvazi ile olan ilişkileri değil, öncüsüyle olan ilişkisini konu edinmektedir söz konusu tez. Çağrının bütünündeki olanca diyalektik laf oyunlarına rağmen, tam gerekli olduğunda, diyalektik bir yana bırakılarak, öncü ile emekçiler ya da kitle arasındaki ilişki, emekçiler ya da kitlenin mutlaklaştırılmasıyla tek yanlı olarak alınmıştır. Çağrıya göre, “proletarya diktatörlüğünün yerini proletarya üzerinde bir diktatörlüğün alması”nın “müsebbibi”, “yetki-söz-karan yani iktidarı” kendi elinde toplayan “öncü”dür, partidir; oysa tersine, iktidarı elinde toplayacak olan emekçiler yani kitle olmalıdır! Öncü ile kitle arasındaki ilişkinin dejenerasyonu üzerine kurulu bu tez “teorinin özünü oluşturacaktır”!
Örgütsüzlük yüceltisinin de temel bir yönü ve nedenini sağlamak üzere, sosyalizmin ve genel olarak devrimci gelişmenin garantisini öncüsü karşısında kitlede arayan bu tez, devrim ve sosyalizmi olanaksızlaştıran bir kendiliğindenciliğe işaret etmektedir.
Partisinin, öncüsünün yönlendiriciliği olmadan ve onun karşısında “yetki-söz-kararın yani iktidarın emekçilerde olması” imkânsızdır; bu tez hayata geçirilerek, emekçiler (gerçekte proletarya) ne iktidar mücadelesi yürütebilir ne iktidarı alabilir ve ne de elinde tutabilir. Öncüsünün yönlendiriciliği olmadan “emekçilerin” siyasal örgütlenmesi ve mücadelesi, iktidara yönelmesi değil, ancak kendiliğinden eylemler gerçekleştirebilmesi mümkündür ve kendiliğinden ise devrim değil ancak reformlar olanaklıdır. Proletarya diktatörlüğüne gelince, o, sınıfın, partisi aracılığıyla, onun yönlendiriciliği ve yönetimi altında diktatörlüğü olarak kurulup gerçekleşebilir. Parti, sınıfın öncüsü olması yanında parçasıdır da. Sorun somut olarak ele alındığında, şart olan, partinin, proletaryanın gerçek ve adına layık öncüsü olmasıdır, yoksa öncüsü karşısında sınıfın (emekçilerin) sosyalizmin garantisi varsayılması değil. Öncüsü ile sınıfı birbiri karşısına koymaya ve böyle göstermeye çalışmak saçmadır. Diktatörlüğünü, proletarya ancak öncüsüyle birlikte, onun yönetiminde gerçekleştirebilir ve parti de ancak sınıfıyla kopmaz bağlarla bağlı Leninist bir partiyse buna araçlık edebilir. Öncüsü karşısında “emekçilerin proletarya diktatörlüğünün hayatiyetinin garantisi olduğu ve olacağı iddiası, sosyalizmi ve proletarya diktatörlüğünü bir kendiliğindenlik sureci olarak anlamak ve “sosyalizmin nesnel yasaların zorunlu sonucu” olduğunu reddeden tüm o volontarizm edebiyatının kendiliğindenciliğin tersyüz edilişi üzerine kurulu olduğunu bir kez daha ortaya koymaktır.
Önümüzdeki sayı, “Dev İşçi” ile devam edeceğiz.

Ağustos 1991

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑