“Japon mucizesi”, “Japon disiplini”, “Japon modeli kalkınma” vb. konusunda yaygınlaştırılan propaganda, yıllardır sessizce uygulamaya sokulan ve bir “Japon icadı” olan “kalite çemberleri” uygulaması nihayet sonuçlarını vermeye başladı: “Japon modeli sendikacılık” Bridgestone-Sabancı-Laspetkim-İş yapımı olarak sahneye konuluyor.
Son yıllarda hızla artan ekonomik grevleri; yaygın grevler sonunda sendika ağlarının grevleri satmaları, bir kıyıma varan işten çıkarmalar ve bunun işçiler arasında yarattığı hoşnutsuzluk, patronları yeni modelin propagandası için koşulların uygunluğuna ikna etmiş olmalı ki; Japon modeli sendikacılık için çok yönlü propagandayı başlattılar. Propagandanın basındaki borazanlığını ise son yıllarda büyük sermayenin gözüne girmeyi politika edinen Cumhuriyet gazetesi üstlenmiş görünüyor.
Tam da, işçi eylemlerinin büyük yoğunluk gösterdiği ve Türk-İş tipi sendikacılığın işçilerin sorunlarına yanıt vermediğinin açıkça ortaya çıktığı Haziran ve Temmuz aylarında, Cumhuriyet’in “Japon modeli sendikacılık”ın reklâmını başlatması ilginçtir. Cumhuriyet, 30 Haziran 1991 günlü sayısında, hiç de haber değeri olmayan bir yazıyı “İş yaşamında Japon modeli” başlığı ile 1. sayfada 5 sütun üzerinden verdi. Aynı konuya ilişkin ikinci bir yazı ise “Sendikacılıkta yeni arayış” başlığı ile 4 Temmuz 1991’de verildi. Her iki yazıda Meral Tamer imzalı ve daha çok başkalarının ağzından “Japon modeli sendikacılık” övülüyor, ama Cumhuriyet yazarının da bu görüşlere katıldığı besbelli. Ve Cumhuriyet açıkça Sabancı, TÜSİAD ve Laspetkim-İş’in megafonu rolünü benimsiyor. Nitekim bir kaç gün sonraki Cumhuriyet’te M. Tamer’in TÜSİAD “Basın ödülü”nü kazandığı açıklanarak (Cumhuriyet TÜSİAD’dan başka ödüllerde alıyor.) Cumhuriyet, Meral Tamer, TÜSİAD arasındaki sıcak ilişki belgeleniyor.
Kamuoyunda hala ilerici, demokrat, emekten yana bir gazete olarak bilinen Cumhuriyet’in Sabancı ve TÜSİAD’ın megafonluğuna soyunması sorunun bir yanı, ama burada bizi asıl ilgilendiren yanı değil. Bizi asıl ilgilendiren “Japon modeli sendikacılık” diye övülen sendikacılığın niteliği. Bu yüzdende burada bu sendikacılık anlayışı ve bu anlayışa temel olan “kalite çemberleri” adı verilen örgütlenmenin ilişkisi ve niteliği üstünde duracağız.
“Kalite Çemberleri” basit bir “İş Orgazinasyonu” mu?
“Kalite Çemberleri” adı verilen organizasyon ilk kez Japonya’da, 1962’de uygulamaya sokulmuş bir sistem. Ve 1962’yi izleyen ilk on yıl içinde çeşitli sanayi dallarında 60 bin “kalite çemberi” kurulmuştur. Sonraki yıllarda bu sayı hızla artarak 1980’lerde 1 milyonu aşkın “kalite çemberi’ne ulaşılmıştır. Bu 1 milyonu aşkın “kalite çemberi” içinde, Japonya’daki tüm istihdamın dörtte biri olan 10 milyon işçi yer almaktadır.
“Kalite çemberleri”nin propaganda edilen amaçları; üretilen ürünlerin kalitesinin arttırılması için işçilerin katılımını sağlamak, iş güvenliği, üretimin artırılması, çalışma ortamının iyileştirilmesi, işçilerin işleri konusunda eğitilmesi, araç ve teçhizatların yenilenmesi gibi doğrudan üretimle ilgili konulardır. Bu amacı işverenler şöyle tanımlıyorlar. “Üretimi ve üretilen mal kalitesini yükseltmek amacıyla, işverene bağlı düzenleyici bir görevli başkanlığında toplanarak işle ilgili sorunların saptanması ve çözümü görüşülüp, işle ilgili değişiklikler yapma kararı alabilen 8-10 işçinin bir araya geldiği çalışma gruplarıdır.”
“Kalite çemberler” inde yer alan işçiler, işverenin sıkı denetim ve kontrolünde her İS günde bir, 1-2 saat toplanarak çeşitli sorunları konuşup “karara” bağlıyorlar.
Kalite çemberleri uygulaması 1970lerden itibaren Japonya dışında uygulamaya sokulmuş, ABD, Avustralya, Avusturya, F. Almanya, Belçika, Brezilya, Danimarka, G. Kore, Fransa, Hindistan, Hong Kong, İngiltere, İspanya, İsveç, İsviçre, İtalya, Kanada, Norveç, Portekiz, Singapur, Tayvan, Türkiye, Yeni Zelanda gibi ülkelerde uygulanmaya başlanmıştır. Ancak bu ülkelerin birçoğunda uygulama henüz genelleşmemiş olup “pilot projeler” biçimindedir.
Türkiye’de ise; kalite çemberlerini ilk uygulama girişimleri Şişe Cam İşletmelerinde başlıyor. Bu amaçla, ABD “Kalite Çemberleri Enstitüsü”nden getirilen uzmanlar (1987’de) kalite çemberleri için “lider” ve “rehber” yetiştirmeye başlıyorlar ve pilot uygulamaya girişiliyor. Şişe Cam’dan sonra, Arçelik, Beko, Tofaş, Türk Traktör, Asil Çelik, Demir Döküm, Efes Pilsen, Ülker, Petkim ve Sümerbank’ta bu alanda girişimlere başlanıyor. Çeşitli holding yayınları “Kalite Çemberlerinin” faydaları üzerine makale ve “incelemeler” yayınlayarak uygulamanın yaygınlaşıp yerleşmesi için propaganda yapıyorlar, özellikle işçileri kalite çemberlerine katmak için teşvik edici sonuçlar çıkarıyorlar. Kalite çemberlerinin patronların değil işçilerin yararına olduğunu onların yeteneklerinin ve inisiyatiflerinin gelişeceği, aralarındaki ilişkilerin mükemmelleşeceği doğrultusunda bir propaganda geliştiriyorlar.
Kalite çemberlerinde işleyiş şöyle olmaktadır. Aynı birimde, kalite çemberinde yer alan işçiler, mühendisler ve müdür 15 günde bir 1-2 saat toplanarak, iş ve iş koşulları üzerine konuşmaktadır. Üretimin daba iyi nasıl sürdürüleceği, üretilen malın kalitesi, fiyatı (daha ucuza nasıl mal edileceği) üretimi arttırmak için neler yapılabileceği tartışılmaktadır. Ama kararlar bütünüyle işverenin onayı ve isteği doğrultusunda olurken, işçilere daha çok çalışma düşmektedir. Sadece daha çok çalışmada değil, işçi, üretimin miktarı, kalitesi ve fiyatından da sorumlu tutularak yeni yükler altına sokulmakta, işveren kendine ait sorumlulukları da işçinin üstüne yıkarak toplu sözleşmede işçiyi eli kolu bağlı hale getirmektedir. Kalite çemberleri sınıfı bölmenin, sınıfın çeşitli kesimleri arasında rekabetin körüklenmesinin bir aracı olmaktadır. Öncelikle kalite çemberinde yer alan işçilerle almayan işçiler arasında bir ayrılık ortaya çıkarırken, üretim akışının çeşitli kademelerindeki işçilerde birbirinin patron adına denetçisi durumuna getirilmektedir. İşçileri birleştiren asıl maddi temel üretim süreci, işçiyi birbiriyle rekabete sokan, işçileri birbirinin gardiyanı durumuna getiren bir sürece dönüştürülmeye çalışılmaktadır. Dahası işveren işçinin işyeri ve iş dışı yaşamını da planlamaya tabi tutarak işçinin bütün yaşantısını denetlemektedir. Ama en önemlisi de, işçi-işveren ilişkisi olağan ilişki dışına çıkarılarak, işçi ideolojik olarak da işverenin denetimine açık hale getirilmektedir.
Burjuvazi ve onun propagandacıları kalite çemberlerinin işçiye sağladığı nimetler konusunda ne söylerse söylesin, onun gerçek niteliği, sınıfın sendikal mücadelesin de, kalite çemberleri üstünde yaşam bulan “Japon modeli sendikacılık”ta ortaya çıkmaktadır.
“Japon modeli sendikacılık”: patron sendikacılığın en uç biçimi.
“Japon modeli sendikacılık”a da kalite çemberlerindeki işçinin üretim, kalite, fiyat vb.den doğrudan sorumluluğu temel oluyor. Ve bu anlayış, üretim biriminin bütününde sendika ve işveren arasındaki anlayışa yansıyor. Sendika bir taraf, işçileri savunan bir taraf olarak değil de, patronun çıkarlarını da gözeten, işçileri “makul bir ücrete” razı eden bir rol oynuyor.
Biraz sonra bizzat bu modeli savunanların söylediklerinde de açıkça görüleceği gibi Japon modeli sendikacılık, “kalite çemberleri” dışında da;
a) İşçi ve işveren temsilcilerinin aynı sendikada örgütlenmesine ve işveren temsilcilerinin doğrudan sendika yönetiminde etkin olmalarını esas alıyor.
b) İşçi ile işverenin karşıt sınıflarda değil, çıkarları birleşmiş aynı çıkarlar etrafında birleşmeleri gereken taraflar olması anlayışına dayanıyor.
c) Gerek kalite çemberlerinin gerekse “Japon modeli” denilen sendikacılık anlayışının Japonya’da ortaya çıkması elbette rastlantı değil. Tersine, Avrupa ve Amerika işçi sınıfı gibi, uzun bir sınıf mücadelesi tarihine sahip olmayan Japonya’da, tarihsel ve toplumsal kimi nedenler dolayısıyla Japon militarizmi ve faşizminin biçimlendirdiği ideoloji ve kurumların öz olarak yaşamaya devam ediyor olması, faşist korporasyon tipi sendikalara çok yaklaşan bu sendikacılık anlayışının ortaya çıkıp var olmasının başlıca nedenidir. Avrupa burjuvazisinden bile önce, burjuva demokrasisine sıcak bakmaktan uzak bizim burjuvalarımızın, sendikacılarımızın ve yarı aydınlarımızın “Japon modeline” dört elle sarılmasının nedeni onun faşist sendikacılığa yakınlığı olsa gerek.
d) Japon modeli sendikacılık ulusal çapta işkolu sendikacılığı yerine işyeri sendikacılığını esas alarak, sınıfı bu bakımdan da bölüp parçalamayı amaçlayan bir sendikacılık anlayışıdır.
Şimdi de “Japon modeli sendikacılık”ın Türkiye’deki uygulayıcılarından Brisa Genel Müdürü Hazım Kantarcı’nın bu model için söylediklerine bakalım:
“Japonya’da konfederasyonlar var, ama sendikaların birçoğu bağımsız çalışabiliyor, yani bu konfederasyonlara üye değil. Çarpıcı bir diğer gözlemimiz ise, müdür seviyesine kadar herkes sendikalı. Bizde böyle değildir, ama Japonya’da ki daha doğru. Çünkü müdür seviyesine kadar herkesi sendikaladığınız takdirde işçi-işveren diyalogunda da karşınıza üniversite mezunu, kaliteli adam geliyor. Aksi halde ilkokul mezunu meydancılarla karşı karşıya kalıyor ve derdinizi ona anlatmaya çalışıyorsunuz.”
Bir diğer ilginç uygulama da şu: Diyelim ki firmanın mali işler şefi sendika temsilciliğine seçildi. 4 yıl kendi işini yapmıyor, maaş aldığı halde sadece sendikacılık yapıyor. Daha sonra tekrar kendi işinin başına dönüyor, örneğin 37 bin kişi istihdam eden Bridgestone firmasının Yönetim Kurulu Başkanı Akira Yeiri, Personel Şefiyken 4 yıl boyunca sendikacı olarak çalışmış… Bu durum sendikacılığın seviyeli ve kaliteli personel tarafından yürütüldüğünü gösteriyor.
Mesaisini greve gitmek, tansiyonu yükseltmek olmayan sendika ise piknikler düzenlemek, ölümlerde, hastalıklarda üyelerine maddi manevi destek olmak, çeşitli eğitimler vermek, işyerinde verimliliği yükseltmek gibi faaliyetlerde bulunuyor.”
Sabancı’nın gözde Genel Müdürünün Japon örneğinde “dikkat çektiği” gönlündeki özlemler pek açık:
Her şeyden önce bay Genel Müdür, işçi sınıfının sorunlarını “meydancı” diye aşağıladığı işçi sınıfından birisiyle görüşmek yerine kendi sınıfından biriyle, personel şefi, işletme şefi yada işletme mühendisiyle görüşürse sorunları daha kolayca çözeceğini söylüyor. Çünkü biliyor ki; şefler, memurlar, müdürler sendikalı olursa eninde sonunda sendikayı onlar yönetecekler. Ve bunlarla anlaşmak bir “yemeklik” süreden fazla bir zamana ihtiyaç duyurmayacaktır!
“Japon modeli sendikacılık” olarak lanse edilen sendikacılık, klasik san sendikacılığın ötesinde, patron temsilcilerinin de sendikalar içinde yer aldığı sendikanın yönetiminde etkin olduğu dolaysız bir patron sendikacılığıdır. Bu sendika modeli, bu biçimiyle uzlaşmacı herhangi bir sendikacılıktan daha çok faşist sendikacılığa yaklaşan bir anlayış olarak ortaya çıkmaktadır.
“Japon modeli sendikacılığın” bir uygulaması: Brisa
Brisa, Sabancı Holding’in Lassa’sı ile uluslararası lastik devlerinden Japon Bridgestone’nin ortaklığı ile kurulan bir firma ve 1500 işçi çalışıyor. Japon’larla yapılan işbirliği sonrasında işveren ve Laspetkim-İş işbirliği ile işyerinde kalite çemberleri organizasyonlarına gidilerek, Japonya’daki örneklerine benzer bir çalışma düzenine giriliyor.
İşyerinde 1988’de 25 gün, 1990’da 109 gün grev yaşanmış. Grevleri önlemek isteyen işveren, işyerinde bir yandan kalite çemberi uygulamasına geçerken öte yandan da, KİPLAS dışına çıkarak doğrudan sendikayı Japon modeli sendikacılığa ikna ederek bir kaç günde sözleşmeyi bağlamışlar. Ayrıca ne aldıkları bilinmiyor, ama Brisa, Laspetkim-İş Genel Başkanı ve dört yöneticisini “yerinde inceleme yapmak” için Japonya’ya gönderiyor. Ve sendikacılarımız, işçileri satmakta yeni deneyimler kazanmış olarak dönüyorlar. Biraz sonra sözünü edeceğimiz “parlak düşünceler” ve büyük iddialarla “Japon modeli sendikacılık”ın temsilciliğine soyunuyorlar.
Sendikacılar, işçilere iş güvencesi sağladıklarını söylüyorlar. Bunun dışında ise alınmış ciddi bir hak yok. İş güvencesinin tek garantisi ise; işletmenin yeterli bir karlılıkla çalışması. Eğer pazardaki gelişmelerden dolayı karlılık düşerse, bu modeldeki anlayışın gereği olarak bundan Sabancı yada Bridgestone değil, kalite ve fiyattan sorumlu olan işçiler suçlanacak, daha patron söylemeden sendika işçi çıkarması için patrona başvuracaktır. Çünkü Laspetkim-İş’in Japon modeli hayranı sendikacıları için bunu yapmak bir vatan görevidir! Nitekim bu sendikacılar, Brisa’da depo hizmetlerinin bir müteahhide verilirse daha karlı olacağını hesapladıklarından depolama işini müteahhide verilmesi konusunda işverenle anlaşıyorlar. Ama firmanın karlılık durumu iyi olduğundan buradaki işçiler işten çıkarılmamış, başka servislere verilmiş! Sendikacılar bununla övünüyor. Ya karlılık durumu iyi olmasaydı? Elbette iş güvencesi laftan ibaret kalacak işçilerin işine karlılığı yeterince yükseltmedikleri gerekçesiyle son vereceklerdi. Çünkü bu sendikacılık anlayışında işçinin hak ve çıkarı diye bir şey yoktur. Tersine işletmenin rekabet edebilmesi ve karlılığının yeterince yüksek olması vardır. Ve işçi, karlılık yüksek olmamasının baş sorumlusu olarak görülür.
Cumhuriyetin Japon modeli hayranı yazan Meral Tamer bu anlayışı övgüyle ve çok güzel açıklıyor: “Brisa’da çalışan 1500 işçinin ücreti, Sabancı’nın tabloları satılarak değil, Brisa lastikleri satılarak ödenecektir. Dolayısıyla işçi ve işveren, yapıcı diyalog içinde bulunarak bu 1500 işçinin iş güvenliğini sağlamak ve aynı zamanda da kaliteli lastiği uygun fiyata üreterek maaşların ödenmesini aksatmamak için çaba harcamalıdırlar.”
Açıkça söylenen sudun Eğer herhangi bir nedenle Sabancı lastikleri satamazsa işçisinin ücretini ödemeyecektir. O zamanda “Japon modeli”nin en tantanalı biçimde reklamı yapılan iş güvencesinin hiç bir anlamı kalmayacaktır. Üstelikte işçi sendikası daha baştan işçinin ücretini üretilen malın satışına bağlayarak, işçiyi sadece üretimden değil pazardan da sorumlu hale getirerek, ekonominin kapitalistin sorumluluğunu da işçiye yıkmaktadır. Ki, bir sınıfın iş güvencesine vurulabilecek en büyük darbedir. Brisa’da yapılan da budur.
Bugün Brisa bu sendikacılık anlayışının bir vitrini olarak belki kimi göz kamaştırıcı uygulamalar yapabilir, ama anlayış yukarıdaki gibi olduktan sonra eninde sonunda kabak işçinin başına patlayacak kapitalist ekonominin buhranının bütün yükü, sendikacıların tam desteği ile işçilere yıkılacaktır.
Amerikan modeli sendikacılığı iflas ediyor, alternatifi Japon modeli sendikacık mı?
Türk-İş kuruluşundan bu yana Amerikan sendikacılığı ile yakın ilişki içinde olmuş, AFL-CIO’dan ClA’ya kadar işçi sınıfı düşmanı ABD kurumlarıyla işbirliği içinde olmuştur. ABD’den “uzman sendikacılar” Türkiye’ye gelerek incelemeler yapıp raporlar hazırlamış, yüzlerce Türk-İş’li sendikacı masrafları ABD tarafından karşılanarak ABD’ye götürülüp ‘eğitim’den geçirilmişti. Dahası çeşitli ABD finans kurumlan doğrudan para desteği ile de Türk-İş’i desteklemişlerdir. Bunların belgeleri bizzat Türk-İş rapor ve yayınlarında övünülerek açıklanmıştır.
Uzmanlık alanları çok şaibeli olan ABD’li sendikacılık “uzmanlarımın yol göstericiliğinde Türk-İş son yıllara kadar Türkiye işçi sınıfının sendikal mücadelesini baltalayıp “grev yapmayan”, “yasalara saygılı” sendikacılığı başarıyla uygulamıştır. Ne var ki; 1987’den itibaren Türk-İş işçi sınıfının sendikal hareketini denetleyemez hale gelmiştir. İşçi yığınlarının tepkisi kapalı kapılar ardında pazarlıkları olanaksızlaştırırken, her sözleşme döneminde yüz binlerce işçi sokak eylemlerinden iş yavaşlatmalara değişik eylem biçimleriyle, on binlerce işçinin katıldığı aylarca süren grevlerle, Türk-İş’in Amerikan sendikacılığı çemberini parçalamıştır. Türk-İş’in ağaları açıkça, “eskiden sözleşmeleri sendikacılar yapardı şimdi işçiler yapıyor” diyerek burjuvaziye mazeret bildirmek zorunda kalmışlardır. Kısacası Türk-İş’in temsil ettiği sendikacılık modeli artık; en hassas noktası olan, işçileri sendikal mücadelenin dışında tutma noktasından delinmiştir. Bu durum burjuvazinin ondan beklediği misyonu yerine getirmesini engellemektedir. Her geçen gün sendikal mücadele içinde işçi yığınlarının rolü, henüz sendika ağalarını sendikaların tepelerinden silkeleyecek aşamaya varmamıştır, ama sürecin doğrultusunun buraya yöneldiğini de herkes teslim etmektedir. Açıkçası çanlar Türk-İş ağaları ve onların temsil ettiği “Amerikan modeli sendikacılık” için çalmaktadır artık. Bu gelişmenin bir yanıdır.
Öte yandan 1980’lerin sonlan, konumuzla ilgili iki gelişmeye daha sahne oldu. Bunlardan birincisi Japon sermayesinin Türkiye’ye ilgisinin artması, kredi ve Türk büyük burjuvazisiyle ortak yatırımlarla önemli bir mevzi tutmasıdır. Bu durumu Japonya’nın kapitalist dünya pazarında ağırlığının artmasıyla birlikte düşünülürse Türkiye’deki etkisinin ihraç ettiği sermayesinin miktarından daha da fazla olacağı açıktır. İkinci gelişme ise; büyük holdinglere bağlı sanayi kuruluşlarından başlanarak kalite çemberi uygulamasının yaygınlaşmaya başlamasıdır.
Nitekim bu gelişmeler dolaysız bir biçimde Amerikan modeli sendikacılığın temsilcisi olan Türk-İş’i de yakından etkilemiş ve sendika ağalan Japon sendikacılarıyla da karşılıklı ziyaret ve tevriki mesaiye başlamışlardır.
Gelişmelere bir bütün olarak bakıldığında:
1) Amerikan sendikacılığın modeli olarak biçimlenip işlev gören Türk-İş’in işçi sınıfının sendikal hareketini denetlemekte başarısız kalması burjuvaziyi yeni seçenekler aramaya itmiştir. TÜSİAD’ın “kalite çemberleri” konusundaki girişimleri ile Sabancı’nın Brisa’da uygulamaya soktuğu “Japon modeli sendikacılık” ve büyük burjuvazinin Japon sermayesiyle birleşme çabalan göz önüne alındığında, büyük burjuvazinin yeni seçeneğinin “Japon modeli sendikacılık”ın yaygınlaştırılması olacağını bugünden söylemek bir kehanet olamaz. Tersine, Japon sermayesinin Türk sanayisi içindeki ağırlığı arttıkça (Japonların demir çelik, özelleştirmeye açılan KİT’ler, elektronik, petro-kimya ve otomotiv sanayine ilgisi göz önüne alındığında bu ağırlığın artacağı ortadadır.) Japon modeli sendikacılık uygulaması daha hızlı bir biçimde gündeme girebilir.
2) “Japon modeli sendikacılık”, Türk-İş’in temsil ettiği “Amerikan modeli” sendikacılığın bir alternatifi olarak piyasaya sürülmesine karşın, özde tıpkı Amerikan sendikacılığı gibi, sınıfı salt ekonomik mücadele içine hapsetmeyi amaçlayan, sınıf işbirlikçisi, burjuvazi ile işçi sınıfını uzlaştırmayı, kapitalizmi sonsuzca yaşatmayı amaçlayan bir sendikacılık anlayışıdır, Türk-İş ağaları ve bürokratları tarafından karşı çıkılacak bir sendikacılık anlayışı değildir. Tersine, yakın zamana kadar Türk-İş ağalarının övündüğü “grevsiz sendikacılık”, “görüşmeci sendikacılık” anlayışıyla son derece uyumlu bir sendikacılıktır. Bu yüzden de Türk-İş ağalarının koşullar uygunlaştığında Japon sendikacılık ekolüne yönelmeleri beklenemez bir şey değildir. Onları tek endişelendirip duraksamaya itecek şey “Japon modeli sendikacılığın” mücadeleci Türkiye işçi sınıfı tarafından kabul edilip edilmeyeceğidir.
3) “Japon modeli sendikacılık” sözcülüğünü yapan burjuva propagandacılar, bu modelin; Türk-İş’in işçi sınıfı mücadelesini salt ekonomik mücadeleyle sınırlama başarısının sonucu olarak ortaya çıkan; her iki yılda bir yinelenen uzun direniş ve grevlerin satılması, görünüşte yüksek oranlı zamların enflasyon tarafından kısa sürede anlamsızlaşması, kitle halinde işçi kıyımları vb. gibi kronikleşen sorunları ortadan kaldıracağını iddia etmektedirler ve edeceklerdir. Nitekim bu modelin ilk reklâmcısı olma “onurunu” taşımaya heveslenen Cumhuriyet yazan Meral Tamer “Japon modeli sendikacılık”a övgüler dizdiği 30 Haziran 1991 tarihli Cumhuriyet’teki yazısına şöyle başlıyor: “İşçi-işveren ilişkilerinde son dönemde kartopu gibi büyüyen sorunlar, yeni arayışları gündeme getirdi. Tıkanan toplu sözleşmeler, uzayan grevler, yüzde 250-300’lere varan ücret artışı talepleri sonucunda imzalanan toplu sözleşmeler ve binlerce işçinin kendilerini kapı önünde işsiz bulması… Ülkemizde bu süreç yaşanırken, Sabancı Holding kuruluşlarından Brisa (eski adıyla Lassa) Japon ortağı Bridgestone’daki işçi-işveren ilişkilerinden esinlenerek yeni bir uygulama başlattı.”
Görüldüğü gibi “Japon modeli sendikacılık”ın propagandacıları, bu modeli Türk-İş sendikacılığının açmazlarına çözüm getirecek bir sendikacılık olarak sunmaktadırlar. Elbette ki bu büyük bir yalandır. Bu türden sendikacılık, nasıl ki Japon işçi sınıfını, ortaçağ köleleri düzeyinde bir yaşama ve çalışma koşullarına mahkûm etmiş, Japonya’yı dünyanın en gelişmiş kapitalist ülkesi yaparken, işçi sınıfını haklar ve kazanımlar bakımından dünyanın en geri işçi sınıfı yapmışsa, Türkiye işçi sınıfına da daha fazlasını veremez.
4) Sabancı başta olmak üzere bütün büyük kapitalistler ve hükümet, Japon modeli sendikacılığı teşvik etmek için adeta hazır beklemektedirler. Bunlara Türk-İş ağaları ve sendika bürokratlarının katılacağından da şüphe edilemez. Ama bu uygulamanın yaygınlaşması için işçi sınıfımızın da bunu kabul etmesi gerekir. Asıl sorun da budur. İşçi sınıfımız bugün bulunduğu sendikal mücadele çizgisinin bile çok gerisine itileceği böyle bir modelin uygulanmasına boyun eğecek midir? İşçiler sendikaların başına Koç’un, Nadir’in, Sabancı’nın işletme şeflerinin, muhasebe müdürü ya da danışmanlarının geçmesine sessiz mi kalacaklar? Bugün böyle holdinglerde resmi görevi olmayan Şevket Yılmaz, Balta, Kul gibilerini kabul etmeyen işçi sınıfımız holdinglerin, yüksek maaşlı bürokratlarının sendikalarının başına geçmesine evet diyecek mi? Ya da bu işveren temsilcisinin işçiler adına toplu sözleşme masalarına oturmasını kabul edecek mi? Bu sorular bir düşüncenin abese götürülmesinden çıkarılmıyor. Yukarda da aktarmalardan anlaşılacağı gibi, Japon modeli sendikacılığın kaçınılmaz sonucu bu. Nitekim bugün Bridgestone’in yönetim kurulu başkam dört yıl işçi sendikacılığı yapağını bizzat Brisa’nın Genel Müdürü durumu överek anlatıyor. Bu yüzden de yukarıdaki sorular tamamen gerçeğe uygundur.
5) İşçi sınıfımız 1987’den başlayarak sendikal mücadelede aktif olarak yer almaya başlamıştır. Türk-İş ağalarının “patron-sendikacı” diyaloğuna dayanan sendikacılık anlayışına karşı bir tutum alan işçi yığınlarının, işçiyi tamamen dışlayan “Japon sendikacılık modeline” evet demesi için hiç bir neden yoktur. Yeter ki, bugün içinde bulunulan salt ekonomik mücadele çemberinin ortaya çıkardığı sorunların aşılması için gerekli yol göstericilik yapılabilsin; ekonomik mücadele ile sınıfın sömürüden tümden kurtuluş mücadelesi arasında doğru bir bağın kurulabilmesi için kanallar açılabilsin.
Son 5 yılın ortaya çıkardığı tablo şudur: İşçiler TİS talepleriyle sınırlı istemlerle sokaklara dökülmekte, uzun grevlere başvurmakta sonuçta patronların gönlünde yatandan daha iyi bir TİS’i kabul ettirmektedirler. Ama bunun hemen arkasından, enflasyon ve kitlesel işçi kıyımları biçimindeki patron ve hükümetin karşı saldırısıyla kazanımlar uçup gitmektedir. İki yıl sonra, aynı süreç yinelenmektedir. İşçi sınıfının kendiliğinden hareketi karşısında kendinden geçen çeşitli “sol” akımlar bu gelişmeye ne kadar övgü dizerse dizsin bu durum işçi sınıfı mücadelesi bakımından bir açmazı da içinde taşımakladır ve süreç ilerledikçe de bu açmaz daha görülür hale gelmektedir. Burjuvazi de bunun farkındadır ve bundan yararlanarak açmazı kendi lehine çözümleyecek politikalar geliştirmeye girişmiştir. Bu politikalardan birisi de, arlık işçileri denetleyemez duruma gelmiş Türk-İş modeli sendikacılık yerine “Japon modeli sendikacılık” adını verdikleri, sınıfı ekonomik mücadeleden bile dışlayan, bugün dünya üstündeki en gerici sendikacılık uygulamasını yaşama geçirmeye yönelmedir. Kuşkusuz bu sınıfa, onun mücadelesine yönelik bir saldırıdır. Ama burjuvazi bu saldırıyı, “kalite çemberleri” aracılığıyla; ülkemizde devrimci-demokrat çevreler ve reformcular tarafından abartılarak propaganda edilen, işçilerin kapitalist işletmelerin yönetimine katılması, iş güvencesi, karın işçi ve işveren arasında “makul” bir biçimde bölüşülmesi gibi bugünkü bilinç düzeyinde sınıfa çekici gelecek ambalajlar içinde sunacaktır, sunmaktadır.
Kısacası burjuvazi, sınıfa, onun yüz binler halinde sokaklara taşan mücadelesine karşı ideolojik, politik ve ekonomik mücadele alanlarında, bir bütün olarak saldırı içindedir. Bu saldırının püskürtülüp mücadelenin ileri atılışı için yolun açılması bugün başlıca görevidir. Bu görev propaganda alanında salt ekonomik mücadele ve uygulamaya sokulmaya çalışan “Japon sendikacılığı”nın ideolojik temelinin açığa çıkarılması, pratik mücadele alanında salt ekonomik mücadele çemberinin kırılarak sınıfın eyleminin özgürlük ve sosyalizm mücadelesine bağlanması için ajitasyonun nitelik, biçim ve araçlarının geliştirilmesiyle başarılabilir. Elbette sınıfın TİS talepleri için ayağa kalkışının sürgit devam edeceğini ve mücadelenin tüm sorunlarını kendiliğinden çözeceğini sanmak; boş hayaller peşinde koşmak, komünistlerin kendi üstlerine düşeni yapmadığı anlamına gelir.
Bugün koşullar, sınıfa mücadelenin önündeki sorunları kavratmak ve onların çözümü için mücadeleyi radikal devrimci bir çizgiye çekmek için uygundur. Yeter ki; mücadelenin ileri atılışı için müdahalede doğru yol ve yöntemler, uygun araçlar geliştirip kullanılabilsin.
Utanmazlık Düzeyinde Bir Uzlaşmacı Sendikacı Tipi: Laspetkim-İş Genel Başkanı Vahdettin Karabay
Ülkemizdeki sendikacıların çok büyük bir çoğunluğu, sınıf işbirlikçisi, uzlaşmacı bir sendikacılık çizgisi izlerler. Bunu kimisi kendisine devrimci, demokrat, kimisi sosyal-demokrat, kimisi de milliyetçi vb. diyerek yapar. Ama ortak özellikleri; hiç olmazsa kamuoyuna dönük konuşmalarında işçi sınıfından, onun çıkarlarını savunduklarından, patronların işçilerin çıkarlarına aykırı tutum içinde olmalarından söz etme ihtiyacını duyarlar. Ş. Yılmaz gibi yüzü iyice açığa çıkmış tipler bile konuşurken mangalda kül bırakmazlar. Bu bir bakıma Türk-İş tipi sendikacılığın gereğidir, bir bakıma da tabandan gelen işçi baskısının onları zorladığı bir tutumudur.
Laspetkim-İş Genel Başkanı Vahdettin Karabay ise; sınıf işbirliğinde vardığı yerle, görünüşte bile bir işçi sendikası başkanı olduğunu unutacak kadar utanmazlaşıyor. Onun için artık işçi sınıfı filan yok. Hatta işçi, işveren bile yok. Varsa yoksa işletme ve onun çıkarları var. Bu çıkarlar gözetilirse her şey çözülecektir.
Vahdettin Karabay, 1983 yılında Pirelli’de çalışırken, Petrol-İş’i uzlaşmacı, reformcu bularak, devrimci sendikacılık örneği vermek iddiasıyla arkadaşlarıyla Laspetkim-İş Sendikası’nı kurmuş ve o zamandan bu yana da Laspetkim-İş’in başkanlığını yapan birisi. Ama Laspetkim-İş ve onun başkanı iddiası devrimci sendikacılık olmasına karşın hiçbir zaman böyle bir çizgide olmamış, tersine patronlarla hükümetle yakın ilişki içine girerek yetki bağlamayı beceren bir sendikacılık anlayışını temsil etmişlerdir. Bugüne kadar da devrimci tutumlarıyla değil, Petrol-İş’in yaptığı akıl almaz yanlış uygulamalardan yararlanarak yetki almayı ve sendikacılığı sürdürmüştür.
Son günlere kadar gerek Laspetkim-İş gerekse onun Genel Başkanı kimsenin dikkate almadığı bir konumdaydılar. Son zamanlarda, önce eski Lastik İşverenleri Sendikası yöneticisini Laspetkim-İş’e transfer ederek, sendikaların Borsa’da oynamasını savunarak, sonra da Japonya’ya yaptığı seyahat sonrasında “Japon modeli sendikacılığın” Türkiye temsilcisi (ilk temsilcisi) olmaya soyunduğunu ilan ederek ünlendi.
Vahdettin Karabay, dört arkadaşıyla yaptığı Japonya “gezisi” sonrasında -ne rastlantıdır ki- yine Cumhuriyet muhabirine rastlayıp uzun bir söyleşi yapıyor. Cumhuriyet muhabiri de söylenenlere yürekten katıldığını belirten bir üslupla söyleşiyi aktararak kendi yerini ve Cumhuriyet’in tutacağı safı da belirliyor. (Burada bir açıklama yapmakta yarar var. V. Karabay hep Japonya’ya “gittiğimden söz ediyor. Ama Sabancı’nın Brisa Genel Müdürü ‘nün açıklamalarından anlaşıldığına göre, gitmiyor, Sabancı tarafından gönderiliyor)
4 Temmuz 1991 tarihli uzun söyleşide Japonya izlenimlerini şöyle aktarıyor:
“Dünyada herkes üretiyor, alabildiğine rekabet var. Ama Japon malları daha fazla satılıyor. Bunun nedenine iyi bakmak lazım. Japonya’ya gittiğimizde gördük ki, işveren işçisinin iş güvenliğini sağlamış. İşçiler; eğer bir fabrikadan ekmek yiyecekseler, sadece biz değil, yarın-öbürgün çocuklarımızın da Japonya’da zorlanmadan iş bulabilmesini istiyorsak, dünyada rekabet edebilir kalite ve fiyatta mal üretmeliyiz görüşüyle çalışıyorlar.”
“Japonlar sermaye sahibini maaş veren kişi olarak görmüyorlar Patronun görevi o işyerini kurmakla bitiyor; işçi maaş alacaksa ürettiği malın satılması gerekiyor. Satılması için de bu rekabet koşullarında kaliteli mal piyasaya sevk etmek ve diğer firmalardan daha ucuza üretmek zorunda ki şirketin devamlılığı olsun. Şirkette herkes sendikalı olduğundan (müdürler, şefler, muhasebeciler vb. ÖD.) hangi hammaddeyi kaça alıyorlar, kaça üretip kaça satıyorlar, ne kadar kar ediyorlar herkes biliyor.”
Yukarıdaki anlatıma bakıldığında; Japonya’ya Sabancı gitse acaba farklı bir şey söyler miydi demekten insan kendini alamıyor. Bu sözde işçi sendikası başkanının ağzından sınıf, sömürü, Japon işçi sınıfının, dünyanın en geri haklara sahip olduğu dair hiç bir söz çıkmadığı gibi, işçinin ücretinin üretilen malın satışına bağlanması da övgüye değer bir uygulama olarak propaganda ediliyor. Uşaklık ettiği kapitalist ülkeyi ziyaret edip dönem 19. yüzyıl Levantenleri gibi gördüğü, duyduğu her şeyi hayranlıkla ve abartarak aktarıyor. V. Karabay ve tabi aynı çerçevede Brisa’daki uygulamayı övüyor ve bütün işyerlerinde, bütün sendikalara, aynı sınıf düşmanı yola girerlerse, açmazları aşabileceklerini söylüyor.
V. Karabay, bu arada “Japon modeli sendikacılığa” Türkiye’de önderlik edeceğini, bunun için “inceleme” ve “araştırmalarını” sürdürdüklerini de söylemeyi ihmal etmiyor.
Öyle anlaşılıyor önümüzdeki yıllarda Bridgestone’ler Sabancı’nın yönetmenliğinde V. Karabay ve V. Karabay’ların oynadığı bir sendikacılık oyunu sahneye konacaktır. Brisa, Henkel vb. bir kaç yerde provalar yapılıyor. Afişler ise Cumhuriyet aracılığı ile basılıp yayıldı. Diğer rollerin kime verileceğini de yakında göreceğiz.
Ağustos 1991