KENDİ TARİHİNİ YAPAN İNSAN
Sosyalisin düşüncesi, insanlığın açlık, salgın hastalık, savaş ve yıkımla geçen binlerce yıllık tarihinin içinden, sonsuz barışa, bolluğa, özgürlüğe ve eşitliğe duyulan özlemin, gerçekleşebilir bir siyasal program olarak inşa edilmesi sonucunda doğdu.
Bugün burjuvazinin bütün kesimleri, küçüğünden tekelcisine kadar, sosyalizmin iflas ettiğinden, gerçekleşemez bir ütopya olduğundan ve insanlık için artık kapitalizmden başka bir gelişme yolunun bulunmadığının anlaşıldığından söz etmekte birleşiyorlar. Kapitalizmden sonrasının olmadığını söylemek, insanlığın sınıflara bölünmüş halde yaşadığı bütün çağlar boyunca çektiği acıların sonunun gelemeyeceğini söylemek demektir. Eğer tarihte, kendi sınıfsal varlığına son vererek diğer bütün sınıflan ortadan kaldırma yeteneğini taşıyan bir sınıf, işçi sınıfı doğmamış olsaydı, sosyalizm de kendisinden önceki bütün toplumsal kurtuluş düşleri gibi gerçekleşemez özlemlerin soyut ifadesi olarak kalmaya mahkûmdu.
Ekim Devrimi’nin büyük önemi, geçmişin bütün ütopyalarında, halk inançlarında, folklorda, kendisini değişik biçimlerde gösteren “yeni dünya” özlemini gerçekleşebilir bir siyasal program olarak ortaya koymuş olmasında, bu programı hayata geçirecek olan işçi kitlelerinin dönüştürücü gücünü göstermesinde ve bütün eski efsanelerin ve ütopyaların bizzat onları düşleyen insanlar tarafından “kendi kollarının gücüyle” gerçekleştirilebileceğini kanıtlamasındadır.
Bu anlamda Büyük Ekim Sosyalist Devrimi, insanın toplumsal hayatını kendi iradesi doğrultusunda düzenleyebileceğini, yaşadığı toplumsal koşulları aşabileceğini göstermesi bakımından, insanlığın başlıca umutlarından, en temel özlemlerinden birisinin gerçekleşmesi olarak, her şeyden önce bunun için, geçmişe ait olmaktan çok geleceğe ait bir olaydır.
Elbette Ekim Devrimi, bir anda işçi ve emekçi halkın acılarına, açlığına ve yoksulluğuna son veren sihirli bir olay değildi. Hatla devrimi izleyen ilk yıllar boyunca, açlık, hastalık ve yoksulluk, karşı devrimci saldırıların, emperyalist kuşatmanın ve tahrip olan üretim araçlarının durumu dolayısıyla daha da artmış, fakat işçiler ve halk kendi eserleri olan devrimin karşılaştığı bütün güçlükleri, yalnızca bir umuda dayanarak, kendi yarattıkları yeni toplumun eskisinden daha iyi olacağına inanarak bu acıları göğüslemeye, eskisinden çok daha büyük fedakârlıklarla kendi sorunlarını kendileri çözmeye girişmişlerdir. Geçmişe ait olan hiç bir sosyal devrimde, devrimin böyle büyük bir yığın enerjisi ve özverisi ile yaşatılmaya çalışılmış olması görülmüş değildir. Çoğu kez, ayaklanmacılar, ayaklanmanın yarattığı toplumsal yaraların altında ezilmiş ve eski düzen temsilcilerinin tekrar egemen konuma geçmelerine ve eski hayat tarzının yeniden kurulmasına teslim olmuşlardır. Toplumsal çalkantı, çalkantının başlıca yürütücülerini pek çok kez, yoksulluğun, hastalığın, açlığın ve yıkımın dehşetiyle geri püskürtmüştür. Ne var ki Ekim devriminin yaratıcıları kendilerinin son sosyal sınıf olduğunun, kendilerinden sonra aşağıda bir başka sömürülen sınıf bulunmadığının, bundan sonra ne yapılacaksa artık yalnızca kendileri tarafından yapılacağının bilinciyle, kısaca, büyük tarihsel eylemlerinin bilinciyle hareket ediyorlardı. Bu, bir ütopyaya sahip olmakla yetinmeyip onu gerçekleştirmek iradesiyle hareket eden ve geçmişte örneği görülmeyen bir insan niteliği olarak, artık ölmüş ve bir daha dirilemeyecek bir şey, olamaz. Geleceğin insanı, Ekim Devrimini gerçekleştiren insanın soyundan gelecektir.
KENDİNİ YÖNETEN İNSAN
Ekim Devrimine toplumsal karakterini veren temel örgütlenme biçimi Sovyetler. Sovyet, çalışan kitlelerin, kendi verdikleri kararları kendilerinin uyguladıkları bir örgütlenme biçimi olarak, sosyal ve siyasal hayat arasındaki ikiliği, yöneten ve yönetilen arasındaki sınıflı toplumlara özgü işbölümünü ortadan kaldırmış ve toplumsal hayatın, devlet olmaksızın da var olabileceğine açık bir işaret vermiştir.
Tarihte, sınıflara bölünmüş toplumların üç başlıca devlet tipi altında örgütlendikleri görülür: köleci devlet, feodal devlet ve kapitalist devlet. Bu devlet tiplerinin hepsi de, sömüren ve sömürülen ilişkisinin ürünüdürler ve sömüren azınlığın sömürülen çoğunluğu baskı altında tutmasını ifade ederler. Yalnızca sosyalist “devlet”, bu ilişkiyi tersine çevirir: çalışan, üretici çoğunluk, azınlık üzerinde bir baskı aygıtı olarak devlete başvurur. Ancak bu devlet yalnızca sınıfsal içeriği bakımından değil, örgütlenme biçimi bakımından da tarihte görülen bütün devlet tiplerinden ayrıdır. Sosyalist “devlet”, eski devlet tipleriyle kıyaslandığında, artık bir devlet olarak adlandırılmayacak özelliklere sahiptir. Her şeyden önce, sosyalist devlet, kendi varlığının ortadan kaldırılmasını kendi hedefi olarak görür. Bu, diğer hiçbir devlet tipinin hedefi olamayacak kadar ihtilalci bir programdır. Bütün diğer devletler, kendi merkezi yapılarını güçlendirmek, daha katı, daha güçlü ve halktan daha fazla kopuk organlar yaratmak ve halk üzerinde daha baskıcı bir yönetim kurmak için kendilerini pekiştirirlerken, sosyalist “devlet”, kendi güçlerini ve yönetim işlevlerini giderek daha fazla sayıda insanın gündelik görevi haline getirecek tedbirleri almakla yükümlüdür. Çünkü sosyalizmde devlet, özel bir bürokratik kast olmaktan çıkarak, halkın kendini yönettiği organlardan, Sovyetlerden kurulmuş bir özel yapı niteliği kazanır. Bu yapı, koşullar buna zorlamadıkça, kendisini gittikçe daha merkezi hale getirmek yerine, yönetimi bütün halkın iktidar organları arasında dağıtmak ve politik yönetimi her bireyin, her toplum üyesinin gündelik işi halinde yaygınlaştırmaya yönelir.
Toplumsal hayatın herhangi bir alanında, herhangi bir kararı alanlarla bu kararı uygulayanların aynı insanlar olması, yöneten ve yönetilen ikiliğine son verilmesi demektir. Ekim devrimi, halkın gerçek anlamda kendi kendisini yönetmesinin kapılarını açtı. Kendi hayatlarına ilişkin kararları, herhangi bir bürokratik temsil kurumu aracılığıyla değil, bizzat kendileri vererek ve bu kararların sonuna kadar uygulanmasını bizzat kendileri üstlenerek, Ekim Devrimini yaratan kitleler, gerçek anlamda demokrasinin kurucusu ve uygulayıcısı oldular. Burjuva parlamento, en iyi işleyiş koşullarında bile, aldığı kararların uygulanmasını, kendi yetkilerini devrettiği bir hükümete, bürokratik-askeri makineyi elinde tutan bir yürütme gücüne teslim eder. Böylece parlamento, çıkardığı yasaların, aldığı kararların yürütülmesi üzerinde hiç bir etki taşımaz. Bu durumda da, “demokrasinin bütün kurallarının” işler halde bulunduğu bir burjuva parlamenter sistemde bile, yasama ile yürütmenin ayrılması sonucunda, demokrasi kavramının içi boşaltılmış olur. Tarihte ilk örneği Paris Komünü’nde görülen kitlelerin kendi kendilerini yönettiği iktidar biçimini, ihtilalci işçi ve halk yığınlarının elinde tamamlanmış bir hale getiren olay Büyük Ekim Sosyalist Devrimi’dir.
Ne var ki, Büyük Ekim Devrimi’nin başlattığı bu gelişme, sosyalizmin ancak bir geçiş dönemi olarak yaşanmasının sonucunda ve daha ileri gidilmesine karşı duran bürokratik revizyonist sapmayı temsil eden yöneticiler elinde kesintiye uğradı. Geçiş döneminin sona ermesinden sonra devletin sönmeye başlaması süreci, bürokratik karşı devrim tarafından yolundan saptırıldı. Lenin’in belirttiği gibi, sınıfsız toplumun alt evresinde, burjuva hukukun dar ufkuna hapsolmak zorunda kalan örgütlenme, tıpkı sınıfsız bir toplumda burjuva hukukun bir süre daha devam etmek zorunda olması gibi, burjuvasız bir burjuva devletin de sürmesini gerektiren koşulların aşılamamış olması yüzünden, bugünkü yıkıma kadar geldi dayandı. Lenin, “Devlet Ve Devrim” adlı eserinde, devletin ne zaman söneceğine ilişkin su belirlemeyi yapmıştı: “Toplumun bütün üyeleri, ya da en azından geniş bir çoğunluk, devleti kendileri yönetmeyi öğrendiklerinde, bu işi kendi ellerine aldıklarında, sayıları, önemsiz kapitalist azınlık üzerinde denetimi örgütlediklerinde, işte bu andan başlayarak herhangi bir hükümet biçimine duyulan ihtiyaç da ortadan kalkmaya başlar. Demokrasi ne kadar tam olursa, onu gereksiz kılan an da o kadar yaklaşır. Zor aygıtı silahlı işçilerden oluşan, artık “kelimenin sıradan anlamında devlet olmayan devlet’ daha çok demokratikleştikçe, her türden devlet biçimi hızla sönmeye baslar.” Demek ki, gittikçe daha çok işçinin devlete ait görevlere gittikçe daha çok dâhil olması, devletin gündelik işlerinin gittikçe daha çok insanın gündelik işi haline gelmesi, yani yönetilenlerin kendi kendilerini yönetmeye başlaması, sınıfsız ve devletsiz bir toplumun tek yoludur.
Sosyalizmin tarihinde kısa sayılacak bir dönem olarak yaşanmış olsa da, insanların kendi kendilerini bürokratik bir aygıt olmaksızın da yönetebileceğine ilişkin bu örnek, geçmişin dünyasına, eskiye ait bir şey olamaz; o, insanlığın daha ileri düzeyinde, tek kelimeyle gelecekte olabilecek bir şeydir ve bu anlamda da Ekim Devrimi, geleceğin devrimi olarak kalmaya devam etmektedir.
KENDİ ENEĞİNİN EFENDİSİ, KENDİ KENDİNİ YARATAN İNSAN
Ekim Devrimi, ezen ve ezilen, sömüren ve sömürülen ilişkisine son vermekle, çalışmayı da bir yük ve bir zorunluluk olmaktan çıkarmanın ilk adımlarını almıştır. Sömürüye dayanan bütün toplumlarda, insanların çalışması bir zorunluluktur. Çalışma, çalışan insanın bir ihtiyacı olmaktan çok, onun eğer çalışmazsa temel hiç bir ihtiyacını karşılayamayacağı koşullar dolayısıyla bir mecburiyet haline gelmiştir. Oysa insan, kendisini hayvanlıktan ayıran bu temel özelliğiyle, yani emeğiyle dünyayı değiştirme ve kendi insanlığını yaratma özelliğini, bir yük olarak taşıdığı sürece ve özellikle de kapitalist üretim ilişkileri içinde kendi emeğinin ürünlerine yabancılaştığı sürece, bu bir ihtiyaç, insani bir özellik olmaktan çıkarak, çalışan insanı köleleştiren ve insani özelliklerini yitirmesine sebep olan bir faaliyet halini almıştır. Sömürünün ortadan kalkması ve insanın kendi Ürünü üzerinde denetim kurulmasını sağlayan koşulların doğması, çalışmayı yeniden insani bir özellik haline getirir. Emek, sömürülerek insanlıktan çıkmanın aracı olmaktan kurtulur ve dünyayı değiştirerek insanlaşan insanın temel ve kendisini gerçekten insan hissetmesinin başlıca biçimi haline gelir. Emeğin özgürleşmesi, yani kapitalist sömürü altında artı-değer üretmek ve bununla ancak yaşanabilir bir ücret elde etmek aracı olmaktan kurtulması, dünyayı değiştiren, doğal ve kendiliğinden bir dünya olmaktan çıkararak insanın dünyası haline getirmesi demektir. Bu yalnızca doğanın insanlaştırılması değil, aynı zamanda insanın da doğal bir varlık olmaktan, hayvanlıkla tanımlanan bir varlık olmaktan çıkarak gerçekten insan haline gelmesi demektir. Bu süreç ancak emek özgürleştiği zaman gerçekleşebilir. Bu anlamda da özgür emek, insanın kendi kendini yarattığı bir süreçtir. Kapitalizm koşulları altında emek, insanın yalnızca hayvanca çalışabilmesinin ve ancak yaşayabileceği kadarını kazanabilmesinin baskıcı bir aracı haline gelmiştir. İşçi, emeğini kapitaliste satarken, yalnızca emek gücünü yeniden üretebileceği kadar bir karşılık bekler ve bu da yaratıcı emeğin sadece boğaz tokluğuna yaşamanın aracı haline gelmesi demektir. Sosyalizm ise, emeği kapitalistin sömürüsünden kurtarmakla kalmaz, onun gerçek bir insani nitelik olarak doğayı dönüştürücü ve insanın kendini yeniden yaratmasının gücü halinde özgürleştirir.
Bugün sosyalizmin çökmesine sevinenler, işte bu bakımdan, bilerek ya da bilmeyerek insanın insan olmasının başlıca koşulunun yok edilmiş olmasına sevinmekledirler. Ekim Devrimi, hayvanlıktan tam kurtuluşun yolunu açtığı için insanlığın geleceğinde durmaya devam ediyor.
YENİ DÜNYA, ESKİ DÜNYA
Ekim devrimi, mevcut dünyayı devrimci bir tarzda değiştirmenin ilk ve en önemli örneğiydi. Milyonlarca işçi ve köylü, kendilerini kuşatan ve burjuvazi ve ondan önceki bütün sömürücü sınıflar tarafından kurulup kendi önlerine konulmuş bulunan koşullara hücum ederek onu pratik tarzda değiştirmeye yöneldiler. Böylece bütün insanlık için, dünyayı tek bir sömürü dünyası olarak insanlığın çöküş dünyası haline getiren burjuvazinin devrilmesinin ve yeni bir dünyanın doğuşunun başlangıcını yarattılar. İnsanlığın mülkiyetten arınmasının ve mülkiyetin insanlığa getirdiği bütün kötülüklerden kurtulmuş bir dünyanın kurulmasının mümkün ve gerekli olduğunu gösterdiler.
Ancak böyle bir dünyada, ulusal sınırlarla bölünmüş insanlık yerine, evrensel ölçekte birbirine bağlı, yalnız ekonomik bakımdan değil, kültürel ve entelektüel bakımdan da birbiriyle bütünleşmiş tek bir insanlık doğabilirdi. Bu, burjuvazinin düzenin sınıflara, uluslara, gruplara bölerek birbirine düşman kıldığı insan toplumunu, gerçekten birleşmiş bir tek insan topluluğu haline getirebilirdi. Ekim Devrimi, bunun imkânsız olmadığını, bir düş, bir ütopya olmadığını, bütün insanlık için bir gelecek vaat ettiği yükseliş yılları boyunca, en azından kendi sınırları içindeki bütün ulusların gönüllü ve kardeşçe birliğini sağlayarak gösterdi.
Ekim Devrimi, burjuvazinin dünyasının karşısına, ihtilalci işçi sınıfının dünyasını yalnızca Rusya’da devrimin başarılması biçiminde koymakla yetinmedi. Bütün dünya işçilerine, kurtuluşlarının kendi kollarında olduğunu, bütün işçi dünyasında yetmiş yıldır tekrarlanan bu gerçeğin uygulanabilir olduğunu göstererek büyük bir atılım verdi. Bu umudu, dünya çapında işçilerin tek bir siyasal örgüt altında yeniden bir araya getirilmesini sağlayan Komünist Enternasyonal’i yaratarak canlandırdı ve eylemli hale getirdi. Yeni bir dünyanın, ancak yeni bir sınıf tarafından kurulabileceğinin, bunun ise eski dünyanın bütün unsurlarına karşı, özellikle eski dünyanın mümkün tek dünya, kendilerinin de bu dünyanın efendisi olduklarını söyleyen sınıflara karşı bir sınıf mücadelesi ile yaratılabileceğinin gösterilmiş olması, geleceğe yakılmış en kuvvetli ışıklardan birisidir ve insanlık bunu da Ekim Devrimi’ne borçludur.
Ekim Devriminin bu çağrısı, yalnızca dünya işçi sınıfını değil, bütün dünyanın emperyalizmin ve sömürgeciliğin baskısı altında bulunan halklarına da ulaştı. Ulusal kurtuluş savaşları, Ekim Devrimi’nin bir uzantısı, onun bir müttefiki ve onun vaat ettiği geleceğe yönelmenin bir ifadesi haline geldiler. Ekim Devrimi, burjuvazinin dünyasını, kendi unsurlarına ayırarak onun içinde ilerici ve demokratik olan ne varsa kendi kanallarına, insanlığın geleceği olan sosyalizmin kanalına akıtmaya başladı. Yoksulluk ve sömürüyü, emperyalist sömürü ve tahakküm olarak yaşayan halklar, işçi sınıfı yeterince gelişmiş, örgütlü ve bilinçli olmasa da, kendi milli çıkarlarının savunulmasında, sosyalizmin ilham verici etkisini hissetmeye ve kendi geleceklerini emperyalizmden kurtuluşla birlikte sosyalizme yönelmekte görmeye başladılar. Asya, Afrika, Latin Amerika’nın emperyalist boyunduruk altındaki köylü halkları, dünya işçi sınıfının ihtilalci eylemini, emperyalizme vurduğu darbeleri kendi adlarına ve kendileri için vurulmuş olarak görmekte gecikmedi. Yalnızca emperyalizme vurmakla yetinilemeyeceğini, darbenin kapitalizme ve kendi kapitalist sınıflarına da vurulması gerektiğini onlara Ekim Devrimi öğretti. Günümüz dünyasında ise, sosyalist sistemin yokluğunda, uluslar arasındaki çatışma tam bir gericiliğe dönüşmüş durumdadır. Küçük ulusal devletler kurulması uğruna yapılan bölgesel savaşlar, sosyalizm perspektifine ve dünya işçi sınıfı hareketiyle birlik politikasına sahip olmadıkları için, onların harekelini kendi hareketinin bir parçası olarak değerlendirecek uluslararası bir sosyalist işçi hareketi de henüz kendi imkânlarının bütün gücünü harekete geçiremediği için, sonuçta da ancak küçük kapitalist adacıklar kurmak gibi gerici bir milliyetçilikten güç aldıklarından ötürü, Balkanlar’da, Kafkasya’da, Ortadoğu’da ve diğer pek çok coğrafya parçasında, kendilerine ait bir gelecek duygusunu yalnızca geçmişteki geri biçimler içinde arayan siyasi hareketlerin savaşı biçiminde sürmektedir. Oysa Ekim Devrimi’nin bütün dünyada insanlığın biricik geleceğini temsil etliği, işçilerin ve köylülerin devrimci savaşının biricik odağı olduğu dönemde, ne kadar küçük olursa olsun, ne kadar sınırlı coğrafya parçası üzerinde cereyan ediyor olursa olsun, her ulusal kurtuluş hareketi, insanlığın geleceğine doğru atılmış bir adım niteliği taşıyordu. Çünkü Ekim Devrimi, ulusal kurtuluş savaşlarının emperyalizme karşı büyük gücünü açığa çıkaran bir etki yaratmış, emperyalizmin kapitalizm demek olduğunu, emperyalizmden kurtuluşun ancak kapitalizmden kurtuluşla tamamlandığı zaman bir anlamı olacağını göstermişti. Böylece Ekim Devrimi, dünyada, yeni bir çağın, “Emperyalizm ve proleter devrimleri çağı”nın başlangıcını yarattı. Ve bu çağa başlıca özelliğini veren temel çelişmenin doğuşunu hazırlayarak, Emperyalist-kapitalist dünyanın karşısına, sosyalizmin, işçilerin ve yoksul halkların dünyasını koydu. Dünya, bu andan itibaren kapitalizmin tek ve egemen dünyası olamayacak bir biçimde, sosyalizmin ve kapitalizmin dünyası halinde ikiye bölündü. Bu andan itibaren, durum Lenin’in işaret ettiği gibi, artık iki dünya arasındaki çelişme tarafından belirlenecekti ve bunun orta bir yolu yoklu: “Kapitalizm ve sosyalizm yan yana var oldukları sürece, barış içinde yaşayamazlar; sonunda biri ya da öteki üstün gelecek, ya Sovyet Cumhuriyetinin ya da dünya kapitalizminin cenazesi kalkacaktır.” Bugün artık dünyada sosyal ve iktisadi yapısı itibariyle sosyalist sistem yaşamıyor. Bu anlamda, Lenin’in işaret ettiği olasılık gerçekleşmiş ve “Sovyet Cumhuriyetinin cenazesi kaldırılmıştır.” Ama Ekim Devrimi ile birlikle, dünyanın yaşlı yüzünde açılan derin uçurum kapanmamıştır. İki sistem arasındaki ölümcül mücadeleyi siyasal ve ekonomik planda kazanmış olarak görünen kapitalizm, bütün dünyada işçi sınıfının ve onun mücadelesinin bir parçası olma birikimini hala taşıyan yoksul halkların varlığına son vermedikçe sosyalizmin, şimdi keskin sınıf mücadeleleri biçiminde yeniden doğuş işaretleri verdiği bir dünyada, bir umut olarak var olmasını ortadan kaldıramayacaktır ki sistem arasındaki çelişme, şimdi kapitalizmin doğasından kaynaklanan ve kapitalizm var oldukça etkisini ve gücünü gösterecek olan temel çelişme ekseninde yeniden örülüyor: Emek ve sermaye, iki ayrı dünya, iki ayrı siyasal odak, iki ayrı sosyal sınıf gücü olarak karşı karşıyadır ve Ekim Devrimi’nin düne ait değil, geleceğe ilişkin bir olay olarak yaşamasının asıl gücünü de bu oluşturmaktadır.
EK:
EKİM DEVRİMİNİN ANISI VE LENİN
“Lenin’in ziyaretçisi ekşitmiyor:.. Batının propaganda çarkları, Sovyet halkını Lenin’e karşı toplu bir ret eylemi içinde göstermeye çalışıyor. Ne var ki, Kızıl Meydan’daki görüntü bu propagandayı doğrulamıyor. Son yılların tüm fırtınalı gelişmelerine rağmen, Kızıl Meydan’daki kuyruk hiç kısalmadan devam ediyor. Sovyetlerde iktidara hâkim olanların tabanı ne kadar temsil ettikleri, üzerinde düşünmeye değer bir soru olarak gündemde duruyor”.
Milliyet Gazetesindeki köşesinde Melih Âşık, Lenin’in ünlü mozolesi önünde uzayıp giden ziyaretçileri gösteren bir fotoğrafı bu sözlerle sundu. Ekim Devrimi’nin 74. yıldönümünde, kapitalist dünyanın basın ve yayın tröstleri, politikacıları, ellerindeki bütün imkânları kullanarak Sovyet Halkının ve bütün dünya işçilerinin tarihinden en büyük ve en şanlı sayfayı silmeye gayret ederken, en azından devrimin büyük önderi Lenin’in adının Sovyet halkının yüreğindeki yerine henüz dokunulamadığını gösteren pek çok örnekten biri bu.
Lenin’in mozolesi, bütün dünyada, ulusal kahramanlar, devlet büyükleri, meçhul askerler adına dikilip parkları, meydanları dolduran anıtlar ve mezar-anıtlar arasında, belki de en alçakgönüllüsü, en gösterişsizidir. Mozole, sıradan turistlerin ve sokaktaki adamın ilgisini çekecek hiç bir şey sergilemez. Lenin’in mumyalanmış cesedini görmek için yaz kış, Kızıl Meydan’ı dolduran on binlerce insan, oraya mum yakıp dua etmeye, ya da mozolenin parmaklıklarına çaput bağlayarak adak adamaya geliyor değillerdir.
On binlerce Sovyet insanını ve dünyanın her tarafından gelen ziyaretçileri oraya toplayan şey, resmi bir çağrı ya da özel bir tören günü de değildir. Öyleyse, dondurulmuş ve ilaçla korunmaya alınmış bir cesedin, aradan geçen onlarca yıla rağmen, insanlara çekici gelen yanı nedir? Neden, binlerce yıl önce mumyalanmış Mısır Kralı Tutankamon’un önünde kuyruklar oluşmuyor? Neden meçhul asker anıtlarının, devlet ve politika büyüklerinin tantanalı mezarları, anıtları yalnızca resmi tören günleri ye ancak yasa ile toplanmış insanlarca ziyaret ediliyor da, Lenin’in ilaçlı ölüsü on binlerce gönüllü insanın sevgi saygısıyla her gün ve her gün yeniden sarılıp sarmalanıyor?
Orada kalın camlar altında yalnızca, bir zamanlar dünyayı bir devrimle sarsmış bulunan bütün Rusya proletaryasının dâhi önderinin, tıpkı bütün dünya proletaryasının sönmeyen devrim ve sosyalizm umudu gibi ışımaya devam eden yüzü görünür. On binlerce insan, o sınıfının ihtilalci eylemiyle kurulan yeni bir dünyanın doğuş hikâyesini yeniden ve yeniden okuyabilir; orada görülmek, anılmak ve anımsamak istenilen şey, ilaçlarla korunan bir ceset değil, hiçbir ilacın ölümüne çare bulamayacağı kapitalizmi kendi ülkesinde yerle bir etmiş olan işçi sınıfının unutturulmayacak olan zaferidir. Bu anlamda da, eğer Lenin öldüyse, kimse yaşamıyor demektir!
Kasım 1991