Emperyalist Dünyanın Derinleşen Bunalımı Ve Devrim Olanakları

“… İktisadi hareket içinde, özel mülkiyet kendi öz yok olusuna doğru yol alır; ama o, bu işi sadece ve sadece kendi iradesine karşı gerçekleşen ve işlerin doğasının koşullandırdığı, kendinden bağımsız, bilinçsiz bir evrim aracıyla yapar. Sadece ve sadece proletarya olarak, yani bu tinsel ve fizik sefaletin bilinçli sefaleti, bu insan-dışılığın bu bilinç sonucu, kendini aşarak kaldıran bilinçli insan-dışılığı olarak proletaryayı yaratarak (yapar, ç.)
Proletarya, özel mülkiyetin proletaryayı yaratarak, kendine karşı verdiği yargı kararını uygular, tıpkı ücretli emeğin, başkasının zenginliği ve kendi öz sefaletini yaratarak, kendine karşı verdiği yargı kararını da uyguladığı gibi. Eğer proletarya zaferi kazanırsa, bu, hiç de toplumun mutlak yanı durumuna geldiği anlamını taşımaz, çünkü o, bu zaferi ancak hem kendi kendini, hem de kendi karşıtını kaldırarak kazanabilir.” (K. Marx, 1845-Kutsal Aile)

DÜNYADA DEVRİMİN OLANAKLARI GENİŞLİYOR
Emperyalist-Kapitalist sistemin, Doğu Bloğu ülkelerindeki kapitalistleşme sürecinin tamamlanması ile birlikte, dünya pazarlarında yeni bir emperyalist hamle ile çözmeye çalıştığı krizi, bu ülkelerden potasına taşıdığı yeni ekonomik-sosyal sorunlarla, daha da derinleşen ve evrenselleşen bir boyut kazandı.
Mali sermayenin, son 10-15 yıl içerisinde hızla tekelleşme ve daha çok kârla tröstleşme eğilimi, sosyal ve siyasal çözümsüzlüklerini de artırarak, dünya halkları ve emekçi sınıflarıyla arasındaki çelişkilerin her gün daha hızlı derinleşmesini de beraberinde getiriyor. Ama emperyalist-kapitalist sistem, içine düştüğü kaosla, bağrında hızla gelişip büyüyen sorunları ve çelişkileri çözme yeteneğinden tamamen yoksun görünüyor.
Uluslararası tekeller ve onların mali merkezleri olan IMF ve Dünya Bankası, dünya ekonomisine tümüyle egemen olmuş durumdadır. Bu mali kuruluşların aldığı kararlar, dünyadaki tüm ülkelerde uygulanmakta ve tek sesli bir “koro” halinde “kapitalizmin üstünlüğü” teorisine eşlik eden ülkelerde, hükümetler tarafından “ulusal ekonomilere” yansıtılmaktadır.
Bugünkü “yeni dünya düzeni”ne gelen sürecin, 20 yıl öncesinden başladığı söylenebilir:
Sistemin mimarı, dünya jandarması ABD, 1972’de Vietnam’da aldığı yaranın acısıyla, hemen tüm emperyalizme bağımlı ülkelerde, yeni geliştirdiği “Acil müdahale gücü” (RDF) adı altında lanse edilen askeri tedbirler paketini yaygınlaştırma kararı alır. Kapitalist ülkelere “yardım programının başlangıcı ve belkemiğini oluşturan stratejik silahlar ve güç artırımı projesi, ulusal bağımsızlık hareketlerini ve anti-emperyalist tüm girişimleri kaba kuvvetle bastırma biçiminde, gelişen yeni hamlelerin ilkini teşkil ediyordu. Hemen arkasında, geniş çaplı bir ekonomik politikanın organizasyonu için girişimlere başlandı.
Reagan, 1980’de, başta Avrupalı metropol ülkeleri gezerek “monetarizme geri dönüş” çağrısı ile birlikte sistemin çöküşünü engelleme ve krizi atlatma amaçlı yeni bir “ekonomik paketi”, çözüme ilişkin önlemler olarak onaylatıyordu. Uluslararası burjuvazinin, ekonomik krizine çözüm olarak önerdiği yeni “ekonomik paket”, özellikle: a) Kamu harcamalarında kısıtlama, b) Gerçek ücretlerin düşürülmesi, c) Toplumun her alanında özelleştirme, d) Şimdiye kadar işçi ve emekçiler başta olmak üzere, toplumun her kesiminde kazanılmış sosyal haklan kısıtlama, e) Çalışan kesimlerin tüm örgütlenmelerin emperyalizmin güdümüne sokacak düzenlemeler, f) Ulusal hareketleri siyasi ve mali yönden kontrol altında tutmaya yönelik ekonomik tedbirler.
Emperyalist sistemin güç odakları tarafından dayatılan ekonomik bunalımdan kurtulma programlarına uygun olarak, dünya ülkelerinde askeri harcamalar 1977-81 yıllar arasında yüzde 3 artış gösterirken, 1979-82 yılları arası ABD’de, savunma harcamalarında yüzde 5,6 artışa tanık olunur.
1972-80 dönemi boyunca süren altüst oluşlar ve bunalımlar, dünya mali- sermayesinin çok küçük bir azınlığın elinde toplanmasına ve uluslararası tekeller açısından mali gücünün her tür rekabeti yok eden yoğunlaşmasının üst boyutlarda gerçekleşmesine yol açmıştı. Başta ABD, Alman ve Japon tekelleri, tüm dünya ülkelerinde siyasi ve ekonomik yapılanmalarda yoğun bir etki ve güç odağı haline gelirken, askeri harcamalarını da alabildiğine artırıyorlardı. Buna bağlı olarak,
1980’lere gelindiğinde, Lenin’in 1916’larda, Emperyalizm broşüründe ipuçlarından tahlililini yaptığı öngörüleri herkesçe görülen açık bir olgu haline getirmiş, dünya ekonomisi, her üretim dalında birkaç tekel tarafından tümüyle kontrol edilebilir ve yönlendirilebilir bir duruma gelmişti.
Öte yandan, emperyalist metropol ülkelerin tümünde, diğer kapitalist ülkelerde de olduğu gibi enflasyon oranlan hızla artmış, işsizlik ikinci dünya savaşından sonra en yüksek düzeye çıkmış, bütçe açıkları, kontrol edilemez boyutlara ulaşmıştı.
Hızlı tekelleşmenin ve askeri harcamaların dışında, emperyalist ekonominin krizini derinleştiren etkenlerden bir başkası da, Doğu Bloğu ülkelerinin kapitalizme entegrasyonudur. 1980’lere doğru, başta Polonya ve Romanya olmak üzere, SSCB ve bağlı ülkelerde baş gösteren sosyal buhrana eşlik eden ekonomik ve siyasal çöküş, Batılı emperyalist tekellere yeni hareket alanları açma, soluk alma olanağı tanırken, diğer yandan, sosyal ve siyasal çözümsüzlükleri ile yeni sorunları da emperyalist sisteme eklemişti.
SSCB’de 1977’de anayasal düzenlemeyle 26 işkolunda serbest girişimciliğin uygulanması, beraberinde işsizlik, rüşvet, ahlaki çöküşü de artırmış, ekonomide kaosu ve dengesiz gelişimin hızının artmasına neden olmuştur. Proletarya kazanımları ile tüm dünya işçi ve emekçi sınıfların sosyal ve siyasal kazanımları tarihsel bir yara almış, emperyalizm, görünüşte de olsa, Sovyet revizyonistlerinin ihanetiyle güç kazanmıştı. Görünüşte diyoruz çünkü kapitalist dünya, SSCB ve diğer bağlı ülkelerdeki pazarlarla birlikte sosyal ve siyasal çöküntüyü de kendi bünyesindeki çelişme ve çözümsüzlüklere eklemişti. Bu da sisteme, kısa bir soluğun ardından daha hızlı ve derin bir bulanımın etkisine girme olgusunu gündeme getirecekti.
Doğu Bloğu ülkelerindeki çözülme ve kapitalist girişimciliğin olanaklarından yararlanma Batılı emperyalist devletlerin, işçi ve emekçi sınıflara daha pervasız saldırma ve kazanılmış hak gaspına yönelik politikalarını gündeme getirmişti.

BAZI ÜLKELERDE ENFLASYON ORANLARI

1970     1980     1990
Polonya    1,1    9,4    22,9
ABD        5,9    13,5    6,1
SSCB        –    0,7    5,3
Kanada    3,3    10,2    5,0
Japonya    7,6    7,7    3,8
Irak        7,5    16,2    45,3
İspanya    5,7    15,6    6,5

1979-80 yılları, tüm kapitalist ülkelerde enflasyon oranının arttığı, sadece geri kalmış ülkelerde değil, gelişmiş kapitalist ülkelerde bile açlık ve yoksulluğun belirgin bir yükseliş kaydettiği, metropol ve geri kalmış ülkelerin tümünün daha baskıcı yöntemler uygulama zorunluluğunun hissedildiği yıllar olmuştu. ABD, diğer gelişmiş kapitalist devletler karşısında güçlü hale gelirken, askeri ve mali hegemonya üstünlüğünü ele geçirmişti. Güçlenmek, SB karşısında kesin bir askeri üstünlük sağlamak için, askeri harcamalarını hızla artırırken, ücret ve sosyal hak taleplerini sınırlama konusunda tavizsiz tutum almaya başladı. Yeni sömürgelerdeki başkaldırılara karşı ise, darbecilikten, kaba güç kullanmaya kadar her yola başvurdu. Enflasyon ve buhrandan kurtulma çaresi olarak, SSCB’ye bağlı devletler dâhil, tüm kapitalist ülke ekonomilerinde tahakküm ve sömürüyü artıran IMF’nin “ekonomik paket” uygulamasını dayatmıştır. Bu yeni uygulama ise, sadece yoksul ülkelerde değil, metropol ülkelerde de toplumsal çelişkilerin boyutlarının giderek artmasına neden olacaktır.
BDT, Çin, Japonya, İngiltere, Almanya, Fransa gibi kapitalist ülkelerde “liberalizasyon” adıyla yaygınlaştırman yeni ekonomik politika, Asya, Afrika ve G. Amerika ülkelerinden bazılarında yeni hükümet darbelerini yaparak uygulamaya sokulmuştur. Eski “sosyalist” ülkelerde; “kapitalist reform”lar, din, kültür, aile, burjuva idealler adına emperyalist tekellere boyun eğmeyi hızlandırırken, kapitalist ülkelerde, ücretlerin kısıtlanması, “özelleştirme”, sosyal hak ve özgürlüklerde kısıtlama ile uygulanmaya başlandı. 1980’den bu yana tüm işçi ve emekçi haklarına koşulsuz ve pervasız saldırı temelinde uygulana gelen bu “yeni hamleye”, başta metropol ülke işçilerinden olmak üzere, Asya ve Afrika halklarının direnişleri karşı koymaya çalışmaktaydı. İşçilerin ekonomik grevleri, yoksulların daha fazla desteğini alarak genişleme ve güç kazanması biçiminde sadece kendi işyerleriyle sınırlı kalmayan, daha geniş kitleleri sokağa döken eylemlerle desteklenen muhtevalar kazanmaktadır.
ABD’de artan işsizlik 1974-80 yılları arasında yüzde 7 (ortalama) oranına, enflasyon 1976’da yüzde 5,8’den 1980’de yüzde 13,5’a çıkarken, bütçe açıkları dev boyutlara ulaşmış ve ülke genelinde sosyal huzursuzluk işçi sınıfı başta olmak üzere yoksul kesimlerin tepkilerini artırmıştı. Gelişen sınıf hareketine karşı Reagan, çok katı bir baskı politikası ile cevap veriyordu. 1981’de; emeklilik, çalışma saatleri ve işgücü ile ilgili haklarda daha iyi koşullar sağlanması talepleriyle greve giden Hava Kontrol İşçileri Sendikası (PATCO)’ya üye işçilere Reagan 2 günlük süre tanıdı. Bu sürede koşulsuz işe dönmemeleri halinde, iş akitlerinin feshedileceği söylendi. Hükümetin ültimatomuna boyun eğmeyen 15 bin hava kontrol işçisi eylemlerini sürdürdüler. Reagan tüm işçilerin sözleşmelerini iptal ederek PATCO’yu kapattı. PATCO’ya üye olmayan 2 bin işçiye Yedek Askeri Hava Kontrolcüleri getirilerek, direnişe rağmen hava trafiğini sürdürmeyi başaran hükümet, direnişi çok sert önlemlerle kırma yoluna gitmişti. Hükümet yanlısı FAA Sendikası’na muhalif kurulan PATCO’nun eylemine karşı yapılan sert müdahale, ABD’nin hükümet ve burjuvazinin güdümünde olmayan bağımsız sendikal harekete karşı ne denli hazımsız olduğunu ortaya koyar. Amerikan işçisinin bu eylemini Kanada hava işçileri, ABD hava sahasına seferleri iptal ederek destek vermişlerdi. Bu eyleme Reagan aleyhtarı halk muhalefeti de destek vermişti.
“Güneşi Batmayan İmparatorluk” diye bilinen İngiltere de 1980’lere gelindiğinde, işsizlik, ev-okul ve kamu hizmetlerinde genel bozuklukların arttığı bir krizin pençesindeydi. Başını ABD emperyalistlerin çektiği “yeni ekonomik paket” uygulaması “Thatcherizm” adı altında, daha düşük ücret, az sayıda işçiyle üretim yapılması ve kamu harcamalarının kısılmasına olanak tanıyan bir yasa ve düzen programıyla açılıyordu. Siyasi baskıların artışı ve militarist yönetimin desteğiyle uygulamaya başlanılan “liberasyon” politikası, 3-4 milyondan fazla işsiz ve enflasyonun hat safhaya vardığı ’81 yılı İngiltere’sinde işçi sınıfı eylemlerin yükselmesine ve halk ayaklanmalarına neden oldu. Kamu harcamalarının kısılması programına karşı 5 ay süreyle dönüşümlü grevlere giren memurlar ve demiryolu işçilerinin direnişi, büyük kentlerde geniş kitlelerin katıldığı “Temmuz Ayaklanmalarına yol açtı. Ücret artışlarının (yüzde 11-30), fiyat artışlarından (yüzde 15,6) daha az olması nedeniyle, Liverpool’da 100 bin ve Glasgow’da 70 bin göstericinin katıldığı sendikal eylemlere, ’81 Temmuz’unda 30 kentte, daha çok siyahlardan oluşan işsiz ve yoksulun ayaklanması sonucu sokak çatışmaları eşlik etti. Reagan’ın ilk Avrupa turnesi esnasında ABD’nin silahlanma yarışına karşı, Londra’da 250 bin kişinin katıldığı ABD politikasını ve nükleer silahlanmayı protesto eden gösteriler yapıldı.
Yine aynı yıllarda (1981), Japon hükümeti, kemer sıkma politikasına eş olarak, kamu kesimindeki devlet sübvansiyonlarının çoğunu iptal ederek, kamu harcamalarında yoğun kısıtlama programını gündeme getirdi. Ulusal Japon Demir Yolları, Telefon ve Telgraf Şirketi, Tütün ve Tuz Kamu Şirketi’ne tüm hükümet sübvansiyonları kesildi. Büyük kamu işletmelerinin önemli bir bölümü özel kesime devredildi. ABD’nin teşvikiyle, ’81’de Suzuki hükümeti, Japon Anayasası’nın 9. maddesinde yer alan; “ordu besleme” ve “savaş yapma” yasağını delerek “nükleer silaha sahip olmama, imal etmeme ve bulundurmama” ilkelerini terk eden kararlar aldı. İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana, Japonya, ABD’ye stratejik olarak bağlı da olsa (Falkland’a silah yardımını, ABD istemediği için çekmek zorunda kalmıştı), ilk kez silahlanıyor, dünya hegemonyasında askeri gücü ve ordusuyla da yer almaya adım atıyordu. Japon emperyalistleri bunalıma giren ekonomilerini güçlü bir silah sanayisi ile kurtarma çabasına girerek, tekellerinin gücünü artırmayı rekabet şansını askeri alanda da kazanmayı hedeflemekteydiler. Bu uygulamalarına; kamu görevlileri ve sendikalar muhalefet etti. Ama ciddi bir karşı çıkış olamadı bu.
Alman ekonomisi, 1929 ekonomik bunalımına eşdeğerde bir işsizlik artışına karşın, ücret artışlarının sendikalarla anlaşarak dengede (az) tutmaya yönelik bir ekonomik politika izledi. 1981 Ekiminde nükleer silahlanma karşıtı 300 bin kişilik bir gösterinin Bonn’da gerçekleşmesi, siyasal güç oranında artışı sağlayacak bir askeri güce karşı, kamuoyunun tepkisini dile getiriyordu.
Batılı kapitalist ülkelerin, sömürüyü artırma amacıyla, her tür ırkçılığın, gerici çevrelerin ve Yeşiller hareketi gibi etnik anti-sınıf hareketlerinin, emperyalist politikasına zarar vermeme koşuluyla kışkırtılması yeni politikalarının gerçekleşmesine yönelikti. Ulusal hareketlerin şoven kışkırtma ve çatışma biçiminde de olsa sürdürme eğilimine karşı denetimleri altına almak koşuluyla desteklemeden yanadırlar. Uluslararası planda genel göç dalgalarının yaygınlaşması ve başta ABD olmak üzere, gelişmiş kapitalist ülkelere yoksul kesimlerden işçi akımı, ucuz işgücü kapasitesini artırmanın yanı sıra, farklı gelenek ve çevre kültürlerinden gelen etnik grupların sınıfsal birliği bozucu etkisinden, yararlanmayı da amaçladılar. Yoksul ülkelerden metropol kentlerin varoşlarına akın eden insan göçü, işgücü sömürüsünü de daha kolay sağlama açısından tekellerin kârını artırmada olumlu bir rolü olmuştur.
Orta Amerika ve Afrika’nın yoksul ülkelerinde IMF reçetelerinin uygulana geldiği ekonomik bağımlılık ve krizle, bu ülke halklarının huzursuzlukları artarak, çatışmaların artmasına yol açtı. Metropol ülkelerinin silah ticaretini artırmalarına olanak sağlayan bu çatışmaların, yoksul ülke halklarının anti-emperyalist geleneğini geliştirme ve emperyalizme kafa tutma geleneklerini artırması gibi olumlu yanları da vardı. Ancak, iç çatışmalar içinde sık sık yan değiştiren emperyalistler, halkların öfkesini kendi üstlerine çekmemeyi de başardılar. Şili, Peru, Nikaragua, Namibya, Angola, Mozambik, Güney Afrika, Eritre, Pakistan, Falkland, vs. bir dizi yoksul ülke halkı, bu dönemin emperyalist buhranın derinleşmesi ve çıkmazlarının artması sonucu, sosyal çalkantılar dönemine girmiş ve ulusal bağımsızlıkları yönünde adımlar atmaya çalışmıştır. Ama emperyalistlerin entrikalarıyla başa çıkacak bir önderliğe sahip olmadıklarından, içinde dönüp durdukları fasit çemberi kırmayı başaramamışlardır. Aynı yıllar, Doğu Bloğu ülkelerinde de ekonomik ve sosyal kriz kendini hissettirecek boyutlara ulaşmış, krizin yükünü çeken işçi ve köylü kesimi içine alan sosyal patlamalara neden olmuştur. 1980 Ağustos’unda Gdansk tersane işçilerinin direnişi ile başlayan Polonya olayları, halkın geniş kesimlerinin katıldığı sokak gösterilerine dönüşmüştü. Toplumun çeşitli kesimlerinin bağımsız örgütlerinin kurulması, sağlık, iş ve konut sorunlarında ortaya çıkan düzensizlerinin giderilmesi, ücret ve sosyal haklardaki tedrici düşüşe son verilmesi talepleriyle ortaya çıkan Bağımsız Dayanışma Sendikası, Batılı emperyalistlerin ve kilisenin etkisi altında gerici bir rol oynuyordu. Ama dile getirip önderlik tarafından istismar edilen talepler Polonya emekçilerinin acil talepleriydi, bu yüzden de milyonlarca Polonyalıyı peşinden sürükleyebiliyordu. Walesa ve yöneticilerinin tutuklanmasıyla sona eren grevler, 13 Aralık 1981’de Jaruzelski’nin askeri darbesiyle “savaş hali” uygulanarak sert bir şekilde bastırılmıştı.
30 yıllık Çavuşesku rejiminden kaçan 1 milyondan fazla Romen’i 1980’lerde göçe zorlayan nedenlerin başında, siyasi ve ahlaki (ihbarcılık, şantaj, rüşvet ve baskı), çöküntüye yol açan ekonomik kriz olmuştu. Elbette, Batılı emperyalistler bu hoşnutsuzlukları kışkırtıyor, ondan yararlanıyordu, ama Romanya’daki kriz ve siyasi çürüme yığınlarda büyük hoşnutsuzluk yaratmıştı. Yokluk ve enflasyon, “disipline edilmiş” ağır çalışma koşulları, özellikle 1977’de ortaya atılan sosyal hakları sınırlama programı, sosyal bunalıma neden olmuştu. 1 Ağustos 1977’de Romanya’da ilk grev bu nedenle patlak verdi, emeklilik haklarının gaspını protesto eden Lupeni madeni grevine 35 bin madenci katıldı ve 3 gün boyunca “kahrolsun kızıl burjuvazi” sloganları ile rejimi protesto ettiler. Çavuşesku, işçilere tüm hakları verme vaadiyle grevi bitirterek, maden bölgesini “yasak bölge” ilan etti. Grevin öncüleri tutuklandı, binlerce işçi işten atıldı. Grevi yürüten iki önder, çok geçmeden (birer “kaza sonucu”) öldürüldü.
1979 Şubatı’nda, Romanya’nın iki büyük kenti Bükreş ve Turnuseverinli 20 işçinin, daha iyi sırtlarda çalışma koşulları elde edebilmek imacıyla kurdukları “Romanya Bağımsız İşçi Sendikası” (SLOMR)’a iki haftada 2 bin 500 işçi üye olmuştu. Sendikal örgütlenme yasal alanda açığa çıkar çıkmaz, tüm kurucuları tutuklanarak, sendika kapatılmıştır. 1980 ve 81’li yıllar boyunca Romanya, ücret ve çalışma koşullarının düzeltilmesi amaçlı pek çok grev ve ayaklanmalarla çalkalanır. ’81’de üç maden bölgesinde işçiler, iş durdurarak bir termik santralı ele geçirirler, parti binalarının işgaline ve silahlı çatışmalar ile sokak gösterilerine dönüşen ayaklanmalar çok sert şekilde bastırılır.
Aynı süreç, Çin ve Vietnam gibi ülkelerde de benzer şekilde yaşanıyordu.
Çin’de 1980 Eylül’ünde, sanayide ve tarımda özel mülkiyetçiliği teşvik eden, yasal düzenlemelere geçildi. Toprak ve çiftliklerin: a) Özel şahıslara ve ailelere, “parça başı ödeme” usulüyle devri, b) Toprağı “devlet kotası” vermek koşuluyla ailelerin istediği gibi işleyebilmesi şeklinde “kolektifsizleştirme” programı, “yeni ekonomik çözüm” paketi olarak uygulanmaya kondu. Sanayide de 1981 yılında girişilen reformlar piyasa ekonomisinin uygulanmaya başlanması, devlet işletmelerini elinde bulunduran bölgesel bakanlıkların kârlarını merkezi hükümete devretmemeleri, işsizlik ve enflasyonun artışına neden oldu. 20-26 milyon işsiz ve yaşam koşullarından hoşnutsuz genç işçilerin grevleri yaygınlaşarak gözlerden saklanamaz boyutlara ulaştı.
Vietnam’da da “bireysel girişimcilik” ve “kişisel kâr”ı körükleyen resmi kararların kaldırılması, ’82 Mart’ında parti kongresinde çıkan uzun tartışmalar sonucu gündeme getirilir.
’80’li yılların ekonomide durgunluk ve istikrarsız gelişimine çare arayan metropol ülke emperyalistlerinin, tüm dünya ülkelerinde yaygınlaştırarak, uygulamaya koydukları “liberal ekonomi” paketinin, ’90’lı yıllara gelindiğinde çözüm olmaktan çok uzak kaldığı ortaya çıkmıştı.
Başta ABD, Almanya (Birleşik), İngiltere, BDT olmak üzere metropol ülkelerin ekonomik ve sosyal yapıları, yoksullaşma, işsizlik, siyasi baskı ve terörün şiddetlenmesine yol açan kargaşayı ve hoşnutsuzlukları artırarak bunalımın hızlandığı bir döneme girdi. Burjuva ekonomi uzmanlarının yaymaya çalıştığı “kapitalizmin zaferi”, ekonomi verilerinde doğrulanamıyor. ’80’lerde uygulama alanına konan geniş çaplı “Arz ekonomisi”, genel bir alım-gücü azalmasının duvarlarına çarpmış durumda.

ABD
Kapitalist dünyanın Kâbe’si ABD’de 1989 yılı, 20 milyonu aşan işsiziyle toplumsal olaylara yol açacak bir ekonomik durgunluğun mesajını veriyordu. Pittson maden şirketinde çalışan 10 bin maden işçisinin, eşleri ve halkın desteğini alarak başlattığı grev aylarca sürer. İşçiler düşük ücret ve ağır çalışma koşullarına karşı protesto eyleminde bulunmuşlardır. İşveren, sendika liderlerini tutuklatmış işçilere gözdağı vermek için 1930’lardaki işçi düşmanı “vatandaş komiteleri”nin benzeri silahlı çetelerle eylemcilere saldırmıştır. 9 ay süren, sendikal hakların tanınmaması ve taşeron işçilere sendika hakkı verilmesini amaçlayan mücadeleleri sendikanın başarısı ile sonuçlanmıştır.
BASF ilaç firması işçilerinin başlattıkları grev de 6 ay sürdü ve sendika liderlerinin ve atılan işçilerin işe geri alınmasıyla sonuçlandı. Sendikal örgütlenmelere karşı girişilen tüm uygulamalara karşı işçilerde bir uyanışın ve mücadelenin yükseldiğine ilişkin önemli ipuçlarından biri de Maquiladora serbest bölgesinde sendikasız çalışan 400 bin işçinin verdikleri sendikalaşma mücadelesidir. Burjuvazi tarafından kapitalist bir cennet olarak sunulan Amerikan toplumu, işsizlik ve sefaletin artışı, (1991’de 31 milyonu bulan “yoksulluk içinde) uyuşturucu ve kör şiddeti körükleyen bir kaosla çalkalanıyor. ’92 yılı, Amerikan toplumunda derinleşen bunalımın, sosyal patlamalarla kendini gösterdiği bir yıl oldu. Yoksullar (1/4’ü beyaz 3/4’ü zenci olmak üzere) binlerce sokak gösterileri, kırma, dökme ve dükkân yağmalarıyla sisteme tepkilerini sergilediler. New York, Los Angeles ve Washington’da çoğunluğunu zencilerin oluşturduğu, sosyal sorunlarla bağlantılı 3 bin 700 cinayet işlendi (1990). Aynı yıl 168 banka iflas etti Bin banka zor durumda olduğunu ilan etti. 1989’da yüzde 5,5 oranındaki işsizlik, 1991 Martı’nda yüzde 7’ye ulaştı.
Latin Amerika ülkelerinde de demokrasi yanlısı her tür girişimi, Amerikancı diktatörlere ve sivil faşist güçlere verdiği destekle bastıran Amerikan yönetiminin izleri görülür. Arjantin’de 11 bin telekomünikasyon işçisinin grevi, öğretmenlerin grevi, ücretlerin artırılması ve sendikal hakların sınırlandırılmasına karşı protesto niteliğinde idi.
Bolivya, Brezilya, Şili, Kolombiya, El Salvador, Guatemala, Haiti, Nikaragua, Peru vb. gibi Latin Amerika’nın tüm ülkelerinde ’89-90 yılları, genel grevler ve direnişlerle, bunlara eşlik eden yaygın sendikacı ve eylemcilerin tutuklanmaları ve öldürülmeleri, şiddetle bastırılmaya karşın atağa kalkan işçi sınıfı mücadelesinin en yoğun olduğu yıllar oldu. Grevlerde genel istekler, ücretlerin artırılmasına eş olarak sendikasızlaştırmaya son verilmesi ve işten çıkarılmayı protesto niteliği taşıdı. Tüm Latin Amerika ülkelerinde işçi ve öğretmen (memur) eylemlerine ve sendikalara karşı şiddet ve terör uygulanmasına karşın, işçi direnişleri yaygınlaşarak sürmektedir. 1990 Haziranında, Honduras’ın başkentinde terörü protesto eden yüz binlerce işçi gösteri yaptı. Eylemlere karşı resmi güçlerden çok, “paralı asker” statüsündeki sivil faşist güçlerin saldırısı, ulusal olmaktan çok, uluslararası bir örgütlenmenin tek merkezden idare edildiği askeri bir organizasyona sahip olduğunu göstermektedir.

AVRUPA
Birleşik Avrupa Projesi çerçevesinde, tüm Avrupa ülkelerinde bir dizi, ekonomik reform paketi, 1989-90’da İngiltere, Fransa, Almanya, İsviçre başta olmak üzere uygulanmaya sokuldu. Birleşik Avrupa Projesi’nin gönülsüz yandaşı İngiltere’de, bu proje çerçevesinde vergi sisteminde yapılması istenen değişiklik, halk diliyle “kelle vergisi” olarak adlandırılan vergi, İngiliz işçi ve emekçilerinin geniş çaplı protesto gösterilerine rağmen yürürlüğe girdi. İsveç’te de yürürlüğe giren yeni vergi yasasına karşı geniş çaplı protestolar, hükümetin sert önlemleriyle bastırıldı.
Fransa’da, ’90 Haziranda, 500 bin emekçi, sosyalist etiketli hükümetin, sigorta başta olmak üzere diğer sosyal hakları da kısıtlamasına karşı sokağa döküldü. Birleşik Avrupa Projesi’nin işçi ve emekçi sınıfların, yıllardır sürdürdükleri mücadele ile kazandıkları sosyal hayat standardını, Avrupa’nın tüm ülkelerinde eşit seviyeye düşürmek (çıkarmak değil düşürmek) adına uyguladıkları sigorta ve diğer ödentilerin kısıtlanması dayatmasına karşı Fransız halkı, geniş çaplı gösterilerle tepki göstermişti.
Almanya’da da 8 milyonu aşan işsizlik ve göçlerle ortaya çıkan yoksulluk, iki Almanya’nın birleştirilmesi veya Körfez savaşındaki sarsıntıyı bahane eden tekellerin uyguladığı vergi artırımı ile daha da üst boyutlara ulaştı. İngiltere’de su ve elektrik, temizlik hizmetlerinde uygulanan yüzde 20’lik vergi, Almanya’da da posta, telefon ve sigorta ücretlerinde yüzde 20 vergi artırımıyla uygulamaya kondu. D. Almanya’yı kalkındırma fonu adı altında ücretlilerden fon kesmeye başlandı. Demir-çelik tekellerinin ’87’den buyana üretim kapasitesini ve kârlarını artırma hedefi; işçi sayısını ve ücretleri düşürme, kiralık (taşeron) işçi çalıştırma politikasıyla yürütülen bir politika olmuştu. Bu hedefleri; Demir-çelik sektöründe çalışan işçi sayısının 1990’da 1988’e oranla yüzde 6,1 azalırken, üretim kapasitesi yüzde 13,4, işçi başına verimlilik yüzde 20 artış göstererek başarılı oldu. Tekellerin kârı ise, yüzde 48,13 oranında artmıştı.
Alman işçi sınıfı, tekel kârlarının bekçiliğini yapan sendika ağalarının ihanete varan uzlaşma politikalarına karşın, özellikle maden ve çelik sanayisinde ve kamu sektöründe olmak üzere geniş çaplı eylemlere girdiler:
Aralık 1990: 135 bin Böhler işçisinin grev ve direnişleri
Aralık 1990: Kassel’de 4 bin metal işçisinin katıldığı izinsiz grev, Salzgitten işçileri ve sendika temsilcilerinin katılımı sonucu başarıyla bitti.
Haziran 1990: Bir yıllık bir mücadele sonucu kapitalistler, metal ve basın sendika ağalarına rağmen, işçilerin, “ücretlere ek zam” ve “toplu sözleşmelerin 1 yıla indirilmesi” taleplerine boyun eğmek zorunda kaldılar. 2-3 Mayıs 1990’da uyarı grevlerine 400 bin işçi katıldı.
Aralık 1991: Duisburg’lu 20 bin çelik işçisi, sendikaları İGM’nin ihanetini protesto etti. Sayıları 100 binlere varan, Thyssen, Krupp, Hoesch tekellerinin işçilerini de kapsayarak genişleyen uyarı grevleri, tekellerin, istenen talepleri (ek zam) karşılamanın “Alman sanayisinin ölümü” olduğunu tüm basın ve yayınla, propagandasıyla, ayrıca sendikayı da satın almasıyla isteklerini kabul ettirememişlerdir.
Eylül 1991: Duisburg’da 3 madenin kapatılmasını ve 700 işyerinin tasfiyesini protesto eden 135 bin maden ve 2 bin metal işçisinin yaygın gösterileri, emperyalist burjuvazinin “sosyal refah devleti” demagojilerine verilen bir yanıltı..
Nisan 1990: Berlin’de Kamu Hizmetleri Sendikası (ÖTV) ve Eğitim ve Bilim Sendikası (GEW) üyesi, 396 çocuk yuvası eğitmeni, “toplu sözleşme hakkı” için 7 hafta süreyle çeşitli eylemler yaptılar. Bu eylemlere 10 binlerce insan fiilen katıldı. Çocuk yuvalarına daha fazla mali destek vermesi istenen eyalet senatosuna karşı 20 yıldır ilk kez böyle geniş çaplı bir direniş sergileniyordu.
Yunanistan’da 8 Nisan 1990’da genel seçimlerinde halka hizmet vaadiyle gelen Mitsotakis hükümeti, uyguladığı ekonomi-politikayla, vaatlerini yerine getiremediği gibi, kemer sıkma politikasıyla halka baskı yaparak canından bezdirmişti. Ekim ayında, hükümetin bu politikalarını protesto eden işçilerin genel grev çağrılarına kamu emekçileri de katılmış, tüm eğitim ve sağlık işkollarında, tüm devlet işletmelerinde başlayan direnişlere halkın geniş desteği gözlenmişti. Genel grev, tüm ülkede hayatı felce uğratmıştır. Bugün de zaman zaman ülke çapında genel greve gidilmektedir,

SONUÇ
İMF ve Dünya Bankası’nın, bugünkü emperyalist ekonomilerinin, içinde bulundukları buhranı aşmak için önerdiği ve yukarda sözünü ettiğimiz politikaların, sorunu çözme yönünde hiçbir gelişme sağlamadığı, artık gözle görülür hale geldi. Buhrandan ve dengesiz gelişiminin ortaya çıkardığı çelişkilerden kurtulma ümidi olarak hazırlanan programların hemen hepsi, emperyalist buhranın derinleşmesinden başka bir sonucu vermedi. ’80’lerde vaat edilen “yeni düzen” ve “refah toplumu”, gittikçe azalan küçük bir tekel grubunun dışındaki tüm emekçi ve işçilerin yaşam standardının düşmesi ve sosyal krizin derinleşmesine yol açıyor. Finans çevrelerinin usta ekonomistleri, planlarına uygun düşmeyen ve hedeflenen sonuçların tam tersi bir ekonomi verisi ile kendi düştükleri durumdan şaşkın görünüyorlar. Özellikle metropol ülkelerde ortaya çıkan huzursuzluk ve yoksulluk, emperyalist ekonominin beyninde tümör oluşturmaya devam ediyor. Buhranın en gözle hissedildiği gelişmiş kapitalist ülkelerde sadece işçileri değil, geniş halk kesimlerini de içine alarak genişleyen direnişleri krizin ortaya çıkardığı ilk sancılar olarak kabul edilebilir.
* 1980’lere kadar, işyerleriyle sınırlı kalan grevler, bugün işyerlerini aşarak, daha geniş kesimleri kucaklayan genel eylemlere doğru bir sıçrama gösteriyor. Bir bölgede başlayan huzursuzluk, o bölgenin tüm kesimlerini kapsayarak daha yaygın bir gelişim seyri izliyor, başka bölgelerde etkisini giderek daha fazla hissettiriyor.
* Ücret artışları ve sosyal hakları için mücadele eden sendikalar, işçi tabanından gelen baskılar sonucu, iş güvencesi ve sendikasızlaştırmaya karşı eylemler yapmak zorunda kalıyorlar.
* Dünyanın her yanına dağılan tekellerin, bir ülkedeki işyerinde başlayan huzursuzluğu, diğer ülkelerdeki işyerlerine de sıçrayarak, grevlerin işkolu düzeyinde uluslararası nitelik kazanması eğilimi kendisini hissettiriyor.. Bir maden tekelinin metropol ülkelerdeki işyerini kapatması, aynı tekelin yoksul bir ülkedeki işyerinde de huzursuzlukların artmasına neden oluyor.
* “Sosyal Devlet” ilkesinin terk edilmesinin sonucu olarak, genel eylem ve direnişlerin en çok etkilediği işkollarından posta, ulaşım, telefon, sağlık ve eğitim gibi kamu hizmetlerine yönelik sektörler, son yıllarda en yaygın eylemlerin olduğu işkolları olarak dünya sahnesine çıkıyor. Aynı dönemde pek çok ülkede birden kamu sektöründe yaygınlaşan eylemler, sadece direnişe giden emekçileri değil, halkın tümünü, hatta uluslararası kamuoyunu etkiliyor.
Kamu sektöründe “özelleştirme” programlarının doğurduğu kitlesel bunalım ve baskılar, başta metropol ülke halklarının olmak üzere, tüm ülkelerin halklarında yaşam standardının genel bir düşüşüne yol açıyor. Yasal örgütlenmelere karşı girişilen yoğun baskılar nedeniyle, genelde yasadışı eylemler giderek daha çok yaygınlaşıyor.
* Tekellerin satın aldığı sendikalara rağmen, yapılan grevlere, daha çok sendikalaşma mücadelesi için yapılan eylemler eşlik ederek, tüm işçi ve emekçilerin örgütlenme mücadelesi, giderek, daha çok önem kazanmaya başlıyor. Bir yandan, patron yanlısı sendikalar üye kaybediyor, ama direniş ve grevlere katılan işçi sayısının yıllara göre arttığı da gözlemleniyor.
* Daha da önemlisi, sanayinin can damarı maden, metal, otomotiv sanayisinde, özellikle başta ABD, Almanya, Japonya olmak üzere kapitalizmin kalbi olan ülkelerde kriz ağır ama istikrarlı bir biçimde varlığını duyuruyor. Amerika’da oluşan ve işsizlik, enflasyon, üretimde gerileme, bazı sektörlerde aşırı üretim olarak başlayan kriz, Almanya ve Japonya’yı da sarmış durumda. 1980’lerden beri önlemeye çalıştıkları kriz, emperyalist dünyayı 90’larda sarsmaya başladı.
Burjuva ekonomistlerin de artık açıkça kabul ettiği gibi, bu krizin nasıl aşılacağına ilişkin çözüm üretilemiyor. “Kapitalizmin yeni bir atılım içinde olduğu”, “bütün çelişmelerini aştığı” yollu yaygaralar şimdi ancak sadece şarlatanlar ve propaganda merkezleri tarafından yürütülen anti-komünist kampanyanın dayanaksız sloganı durumunda.
Gelişmeler, kapitalist dünyanın bir eşikte bulunduğunu, bundan sonraki gelişmelerin hangi doğrultuda olacağını, hem dünya hem de ülke bazında, proletaryanın tarihsel rolünü oynayıp oynamamasına bağlı olduğunu söylemek bir kehanet olmayacaktır.

Haziran 1992


EK:
Kapitalist Dünyanın Para Kasası İsviçre de Huzursuz

İkinci dünya savaşında bile bir sükûn ve huzur ülkesi olarak kalmayı başaran İsviçre de dünya ekonomik krizinin etkisi altına giriyor.
İsviçre’de, uzun yıllardan beri sendikalar ile işverenler arasında yapılan yazılı anlaşmalara göre grev yapmak yasaktı. Bu yıl ise ekonomik kriz ve işten atılmalara karşı haklarını savunmak zorunda kalan işçiler, ilk defa “Mermer İsçileri” olarak Luzem’de Emilio Stecher in Root firmasında 600 kişinin katılımı ile işten atılma tehditlerine karşı ve pahalılık karşısında ücretlerinin artırılması için greve gittiler. Grev sonunda somut bir başarı sağlanamadı, fakat İsviçre’de de işçiler, kendi hakları için greve gidebileceklerini gösterdi. Bu grev, işçi sınıfı içinde “İsviçre’de de işçiler grev yapabilir” düşüncesini yerleştirdi ve daha sonraki ayda, sözgelimi Şubat ayında Cenevre’de devlet memurları ve taşımacılık alanında çalışan memurlar, tramvay işçileri otobüs şoförleri yarım günlük uyarı grevi yaptılar. Katılım yüzde 90’ından fazla idi ve ek olarak 4 bine yakın insanın katıldığı yürüyüş yapıldı. Talepleri ücretlerinin pahalılık oranı ile eşitlenmesi ve işten çıkarma tehditlerinin durdurulmasıydı. Bu grevlere yabancı ve yerli işçiler birlikte katıldı ve örgütledik. Yine geçen yıl 14 Haziran’da, kadınlar, yarım günlük genel grev denemesi yaptılar. Bazı bölgelerde yüksek katılım oldu. Önemli merkezlerde yürüyüşler ve şenliklerle tamamlandı. Yasal olarak memurlar, yani devlet çalışanları grev yapmamalarına rağmen, resmi kuruluşlarda örneğin öğretmenler, hemşireler bu grevde büyük rol oynadılar. Talepleri ise, esas olarak, kadın ve erkek eşitliğinin her alanda sağlanması ve bu isteklerini yasal güvenceye alınması.
— Kadına hamilelik döneminde daha çok izin ve sosyal yardımın artırılması.
— Eşit işe eşit ücret.
— Gece çalışmasının kaldırılması.
— Kadınlara öğrenim görme ve işyerlerinde yükselme şansının artırılması için garanti ve teşvikler, grev sonunda kısmi talepler, bazı Kantonlarda kabul edildi, yani etkisini gösterdi. Bu yıl ise, yine 14 Haziran’da, 5 dakikalık sembolik iş durdurma “uyarı grevi” yapılmasının hazırlıkları devam ediyor. Amaçları, taleplerini tekrar kamuoyuna hatırlatmak.
■ İsten atmalar yoğun olarak yaşanıyor. Devlet dairelerinde yüzde 2 indirim (memur sayısında) isteniyor. Örneğin önümüzdeki yıl PTT’de 2 bine yakın memurun işten atılması şimdiden hazırlanmıştır.
■ Daha önce, işveren -sendika görüşmelerinde yılda bir defa pahalılık oranı ile işçi ücretleri eşitleniyordu, sendikalar bunu daha sık yani pahalılık arttıkça bunun işçi ücretlerine de yansıtılmasını istiyorlar. “Eğer AET’ye girersek daha büyük olanaklarımız olacaktır. Yani iyi loplu sözleşmeler yapabiliriz diye, fakat bu da işçi sınıfının örgütlenmesine bağlı” diye sendikacılar görüş belirtiyor.
■ İsviçre devleti, ABD’den FA-18 adlı 50 milyar İsviçre frankı karşılığında savaş uçağı almak istiyor. Yine IMF’ye ve Dünya Bankası’na giriş yapmak istiyor. Bütün bunlara karşı halktan tepkiler yükseliyor. Fakat sonuçta, hükümet ya da Devlet isteklerini halka kabul ettiriyor.
Örneğin: Bir ay içinde bir kuruluş bu uçakların satın alınmasına karşı 200 bin imza topluyor ve parlamentoya sunuyor. Bu ilgi demokrat çevrelerde yeniden toparlanmak, mücadele etmek için cesaret veriyor. Kendisine işçi partisiyim diyen partilerde, yeni olumlu dalgalanmalar yaratıyor.
■ İşsizlik büyük bir artış göstererek yaygınlaşmaya devam ediyor. Şu anda, BIGA adlı kuruluşun yaptığı açıklamaya göre, bu sayı 100 bin civarında. Bunların yüzde 60’ını kadınlar oluşturmaktadır. Bu sayı, geçen yıl aynı dönemde aşağı yukarı 30 bin idi, tabii ki bu bilinen resmi rakamlar. Mevsimlik işçilerin çalışma izinlerinin iptal edilmesi ve ülkelerine gönderilmesi bu sayının dışında tutuluyor.
■ Bütün bunlardan sonra ortaya çıkan ve “sosyal devlet” ilkesine göre incelediğimiz zaman artık kapitalist sistemin gelişmiş ülkelerinden biri olan İsviçre, işçi sınıfına bir şey verememektedir, kaynakları tükeniyor (kendisinin tükenişi) Örneğin: Çalışmayan veya işsizlere ödenen sosyal yardımlar kısılmakta ve aynı dönemde sorun çözüleceği yerde ev kiralan artırılmakta ve yeni yatırımlar çok sınırlı tutulmaktadır. Örneğin: Mayıs ayı içinde Basel’de yapılan konut sorununu protesto yürüyüşünde insanlar tepkilerini artık yüksek sesle dile getirmektedirler.
■ Uyuşturucu sorunu giderek büyümekte bu yıl 407’e yakın genç uyuşturucu kullanımından öldü. Yabancılaşma, işsizlik, düzenin tükenmişliği, geleceğe duyulan ilgisizlik ya da umutsuzluk buraya yöneltiyor.
■ Yabancı düşmanlığı da aynı durumda, seçimlerde “Auto Portei” oylarını yükseltiyor. İltica yurtlarına saldırılar artıyor, Diğer yanda işsizliğin sorumlusu yabancılarmış gibi basın ve devlet tarafından bilinçli kışkırtmalar sorunu alevlendiriyor.
Not: İsviçre’de sendikalı işçi sayısı 442.000’dir. Geçen yıla oranla % 2,1 oranında azalma olmuştur.

Yorumlar kapatıldı.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑