Haberler-Mektuplar

Temmuz ayının önemli olaylarından biri Özal’ların sevgili dostu, telefon sırdaşı Bush’un “ikinci evi”ni, “arka bahçesi”ni ziyaret etmesiydi. Güdümlü basın ve çevreler, hemen görevlerini ifaya soyundular. Ziyaretin tarihi misyonu üzerine ayrıntılı tartışmalar başladı; geçmişte kaç ABD başkanının hangi dönemlerde ülkemize geldiğinin bilânçosu çıkarıldı. Son Bush ziyaretinin Batı camiasına girmemizdeki rolü ve önemi vurgulandı. Bush’un geçeceği yerler ve yollar, aylar öncesinden kontrol altına alınmış, verilecek ziyafetler, lütfedip, sarf edeceği her sözün, açacağı her konunun alternatifi hazırlanmıştı. Ziyarete şaşaa ve gizem katmak için de adaklar sunulmalıydı, efendimize… Ankara ve İstanbul’daki infazlarda 15’e yakın devrimci ilahlara kurban ediliyordu… Ve ne büyük incelikti ki, sevgili Bush hazretlerinin hacetini kendi usulünce halletmesi için tarihi Dolmabahçe sarayının alaturka tuvaleti alafrangaya çevrilmişti. Olur, da Bush hazretleri Türkiye’nin açmaz ve çelişkileri karşısında sıkışırsa, hiç olmazsa o esnada rahat etsin ki, şu gaileli sorunlara bir çözüm bulu-versindi!
Derken Bush hazretleri teşrif ettiler. Tarihi bir andı, şanına yakışır bir şekilde, her hareketi TV’den naklen yayınlanmalıydı. O da ne? Sanki iki “egemen devlet”in en yüksek makamları resmi görüşmelerde bulunmak için bir araya gelmemişler de, senyör ve tebaasını ziyaretiyle onurlandıran kralın mağrur ve azametli davranışlarıyla çağdaş bir imparator, sömürgelerini denetimiyle şereflendiriyor! O imparator ki, son Körfez savaşında 200 bin Iraklı sivilin kanlısı, dünya halklarının ve proletaryasının can düşmanı…
Ziyaret öncesi Özal’ın açıklamalarında ABD ile bundan böyle “eşit” bir ilişkinin yerleşeceği vurgulanmıştı. Her halde Özal’ların ABD ziyaretlerinde aynı yaklaşım vardı ki, övüne-geldiğimiz konukseverliğimizin incelikleriyle karşılık verilsin, onlara ne kadarı önem verdiğimizi dünya âlem görsündü! Varsın Özal’ların ABD gezilerinin faturalan ellerine tutuşturulsundu! Bu amaçla Bush’un geçeceği yollar trafiğe kapatıldı, Boğaz’da deniz trafiği 5 saat durduruldu. İşler bununla da kalmadı. Güvenlik kaygısıyla ”eşit ve egemen” devletin merasim taburunu Bush’un yanı sıra gorilleri de denetledi. Devletin resmi bandosundaki alet ve çalgılar, Bush’un korumaları tarafından arandı, bu da yetmedi, TC Başbakanı Bush’un korumalarınca iteklenip tartaklandı.
Ey tarih! Sen nelere kadir olmadın ki! Sınırlı da olsa, mazisinde ilk anti-emperyalist savaşı kazanmanın şan ve bayrağını taşıyan bir halk, kendini sömürge edinmek isteyenleri, 70 yıl sonra bugün, dünya halklarının önünde diz çökerek karşılamak zorunda bırakılıyor. Emperyalizmin yardakçıları, efendilerine sundukları uşaklığın büyüklüğünü övünç ve onur vesilesi yapıyorlar!
Bu ne acı dönemdir ki, mazisinde nice yiğit evlatlarıyla anti-emperyalist mücadelelerde Yanki’leri Dolmabahçe’de denize döken bir gençlik ve halk, Yanki’lerin başının utanç verici uşaklık gösterileriyle Dolmabahçe’de ağırlanmasını “sükûnetle” seyre zorlanıyor ve anti-emperyalist protestonun bayrağını dincilere kaptırıyor!
Ve tarih, sen şunlara da tanıksın ki, her alçalmanın, boyun eğmenin, onursuzluğun bir haddi hududu vardır. İşlenen suçlar cezasız kalmaz Öyle dönemler gelir ki, bugün susturulan halklar ayağa kalkar ve geçmişin hesabını sorar. İşte 1789 Fransız, 1917 Bolşevik devrimleri! İşte yakın geçmişimizin anti-emperyalist eylemleri. Herkes kendi ekliğini biçer, herkes kendi geleceğini hazırlar. Ve yakındır bazılarının tuvalete bile yetişemeyeceği günler!

Sonar anketi:
Dalgalanmaya Devam

SONAR’ın 24 Temmuz tarihli Milliyet’te yayınlanan son kamuoyu yoklaması yine kafaları karıştırdı.
Emekçi kitlelerin kafaları öteden beri bozuk ve karışık, anket sonuçları zaten bunu yansıtıyor. Ancak anketler, egemenlerimiz ve partilerinin de kafalarını karıştırıp yönelim ve taktiklerini etkiliyor.
Oy dalgalanmaları enteresanın da ötesinde (yüzdeleriyle):

SONAR     Ekim 1990     Temmuz 1991
ANAP        22,9        16,8
SHP        18,8        27
DYP        23        25,1
DSP        21        15
Partilerin oylarına kararsızların oyu da, oransal olarak dağıtılmış durumda burada. Kararsızlık oranı ise, % 14,8. Aslında SHP 21,8, DYP 20,3, ANAP 13,6 puana sahip.
Ancak kuşkusuz, kararsızlık ya da burjuva partilerden uzaklık ve kopma oranı 14,8’den ibaret varsayılamaz. SHP, örneğin, 9 ayda, 18,8’den 27’ye 8 puan birden yükselerek 4. partilikten 1. partiliğe terfi ediyor. (İnönü ya da parti içi kargaşa SHP’ye oy kazandırmış olmalı!) ANAP, 22,9’dan 6 puan kaybederek 16,8’e ve ikincilikten üçüncülüğe; uzun süredir puan kazanan DSP ise, 21’den, yine 6 puan kayıpla 15’e,üçüncülükten dördüncülüğe düşüyor. Hiç bir parti, yaklaşık olarak olsun, yerinde duramıyor. Zeminleri olağanüstü kaygan. Kitlelerin kararsızlık ve burjuva partiler karşısında kayıtsızlığının asıl göstergesi, bu olağanüstü dalgalanma. Bu dalgalanma bir şeyi daha gösteriyor: burjuva partilerin “yok aslında birbirinden farkları”! Farklılıklar küçük ayrıntılarda ve bu ayrıntılarla emekçiler, -henüz burjuva siyaseti aşamadıklarından- birinden ötekine ortalığı dalgalandırıyorlar.


DOĞU AVRUPA’DAN NAĞMELER

Polonya’da işçiler, Jaruzelsky yönetimine, askeri faşist diktatörlüğünün özgürlüksüzlük ve sömürü düzenine karşı uzun yıllar mücadele etmişlerdi. Diğer Doğu Avrupa ülkelerinde olduğu gibi, kitlelerin hareketlenmesiyle birlikte Polonya’da da, revizyonist rejim çatırdamış ve yıkılmıştı. Ne var ki, işçi sınıfı ve emekçilerin haklı mücadelesi, emperyalizm ve ajanları, yerli işbirlikçileri tarafından kapitalizm ve burjuvazinin çıkarları yönünde çarpıtılmıştı. Dayanışma sendikası, bu hareketin başını çekti. Lenin tersanesi işçileri, grev yaparken, iktidardan pay kapmak için Jaruzelsky ile uzlaşma yollarına da başvurdu.
Emperyalizmin ajanı Walesa, “baba”, işçi lideri pozları takınıyordu, işçiler ayaklanmışken. Yasaları hiçe sayan, süngü zoruna boyun eğmeyen işçileri o vakitler de bir yandan dinciliğe, milliyetçiliğe teşvik ediyor diğer yandan da uzlaşmaya çağırıyordu.
O şimdi başkan… Hem “devlet başkanı hem de silahlı kuvvetlerin başkomutanı”. Bu kez yasaları çiğneyerek grev yapan işçilere emirler yağdırıyor. Ve “anarşi” diyor işçilerin hareketine. “Polonya’yı tehdit eden her türlü hareketi engellemek için her türlü yola ve güce başvuracağım. Bunu açık seçik belirtmek isterim. Kesinlikle şantaj yapmıyorum. Sokağa dökülmeyin” diye işçilere gözdağı vermeye çalışan Walesa’nın sosyalizm ve işçi düşmanı yüzünü Polonya işçileri er ya da geç görmekte güçlük çekmeyeceklerdir. Walesa şimdi “yeni yüzü” ile…
Rusya’da da durum pek parlak değil. Ekonomi batakta. Ekonomiyi kurtarmak için Gorbaçov, G-7 Zirvesi’ne dilenmeye gitti. Batılı emperyalistlerden af diledi. Sosyalizmin kuruluşundan ölürü pişmanlığını dile getirdi. Dünya Bankası ve IMF üyeliğini, ekonomik ve siyasi reformların Batılı emperyalistlerce yakından izlenmesi ve denetlenmesi karşılığında elde eden Gorbaçov, hızla ülkesine dönerek kollan sıvadı. Revizyonist SBKP’nin adındaki, program ve tüzüğündeki biçimsel son “komünist” kalıntıları da silmek için Merkez Komitesi’ne, partinin kimlik değiştirmesini önerdi. “Marksizm Leninizm’in artık eskidiğini, gelişmeler ve çağ karşısında sosyal demokrat bir parti olunması gerektiği”ni savundu. Kendisini en çok destekleyenlerin başında Otto Latsis geliyor. “Lenin de sosyal demokrattı” diyerek SBKP’nin sosyal demokrat bir partiye dönüşmesi fikrinin anormal olmadığım söylemeye kadar ipin ucunu kaçırdı. Ama bu da Gorbaçov’u kurtarmaya yetmedi. Partinin adında bile olsa “komünist” biçimsel kalıntıların varlığını korumaya devamından yarar umanlardan çekindiği için, partinin kimlik “değişimi”ni şimdilik erteledi. Ertelemeler, taktik ve manevralar, Gorbaçov’u daha ne kadar kurtaracak belli değil. Zaten iktidar sallantıda olduğu için Batılı emperyalistler dikkatli davranıyorlar. Bir yandan Gorbaçov’a istediği parayı vermezken, bir yandan da alternatif arıyorlar.
Alternatif Yeltsin mi? O, Gorbaçov’dan çok daha hızlı. Ama “muhafazakârlar” da var. Şimdilik bir “tartışma” ve çatışmadır sürüp gidiyor.


Avustralya’dan: Enternasyonalizm ruhu coşturulmalı

Etiyopya Devrimi ve bu devrime karşı tutum, yeryüzünde gerçek devrimci, demokrat ve sosyalistlerle, demokrat, devrimci ve sosyalist geçinen düzenbazları net bir çizgiyle ayırt edeceğe benziyor. Şah monarşisinin yıkılması bile devrimciler tarafından coşkuyla karşılanmıştı. Oysa Etiyopya Devrimi ne Iran Devrimidir ne de Nikaragua Devrimi. Etiyopya Devrimi tarihsel bir öneme sahip. Sosyalist ülkelerin revizyonist hainler tarafından yıkılmasıyla tüm dünyada burjuvazinin sevinçten göbek attığı ve “ML ideolojinin, sosyalizmin öldüğü’nü dünyaya davul çalarak duyurduğu bir zamanda başarılması, bu devrimin önemini daha da artırıyor. Bu devrim, dünyanın tüm Marksistleri, devrimcileri, işçi sınıfı ve ezilen halklar için büyük bir başarı, büyük bir zaferdir. Bu devrimin devam ettirilip yaşatılması da tüm bu güçler için zorlu bir sınav olacaktır.
Yüreğinde zerre kadar halk sevgisi olan, emeğe ve emekçi yığınlara zerre kadar saygı duyan, zerre kadar sömürü ve zulme nefret besleyen insanları, günümüzde Etiyopya halklarının devrime yürüyüşü kadar ne coşturabilir. Hangi olay, emperyalist-revizyonist koronun emek dünyasına karşı topyekun başlattığı hakaret, küfür ve zorbalık ortamında insanlara bu kadar derin bir nefes aldırabilir. Ve hangi olay, devrimcileri, işçi sınıfını ve ezilen halkları bu denli sevince boğabilir?
Gerçek devrimci ve sosyalistler, Etiyopya halklarının zaferini kendi zaferleri olarak kabul edip coşuyor, bayram ediyorlar. Kurtuluş ve Demokrat gibi türler ise, en iyi ihtimalle devrime dudak büküyorlar. Büksünler! Gerçek Marksistler, devrimci ve sosyalistler, enternasyonalizmin gereğini yerine getirecektir.
Avustralya’daki TDKP taraftarları dağıttıkları bir bildiriyle Etiyopya Devrimi’ni selamlayıp EDDH Cephesine bir kutlama mesajı gönderdiler.
Mehmet SARI


Almanya: Mülkiyet paylaşılamıyor

Birleşmenin sancıları sürüyor. Bir yanda karmaşa, bir yanda emekçiler için işsizlik ve hayat pahalılığı… Yabancılar için sınır dışı edilme tehlikesi, faşizmin yeniden hortlatılmaya çalışılması…
Güldürü denebilecek türden şeyler de yaşanıyor Almanya’da: “mülkiyet kavgası”. Doğu Almanya’da halkın en büyük sıkıntılarından biri, bir kâbus haline gelmiş olan, oturduktan evlerin (satın alınmış veya kiralanmış olsun fark etmeden) eski sahiplerinin bir gün kapıyı çalarak kendilerini kapı dışarı etmesi. Hans Modrow döneminde çıkarılan bir yasayla, oturdukları evleri çok ucuza satın alan Doğu Almanyalılar yerlerinden oluyorlar. Evlerin 3-4 kuşak sahipleri birbirlerine karşı savaşıyorlar. İlk sevinenler Batı Almanyalılar oluyor. Bir zamanlar sosyalistlerden kaçtıkları için terk ettikleri ya da kamulaştırılarak işçilere tahsis edilen evlerini geri alma sevincini tam yaşayacakken, hevesleri kursaklarında kalıyor. Nazi artıkları çıkageliyor, “bu ev bizimdir” diyerek. Ama bu sefer de Nazi zulmünden kaçan Yahudilerin torunları geliyor, bir karmaşadır sürüyor. Sahiplenen sahiplenene… Olan Doğu Alman işçilerine oluyor. Onlar, işsizlik ve hayat pahalılığının yapında bir de evsizlikle karşı karşıya kalıyorlar. Önce birleşmenin, ardından Körfez krizinin yükü, işsizlikle birleşip yine emekçilerin sırtına yıkılıyor Almanya’da. Hükümet 1 Temmuz’da ücret ve gelir vergilerini yükselterek, benzin, kalorifer yakıtı, gaz ve sigorta vergilerine zam yaparak, işçilere karşı yeni bir saldırıya geçti. Son uygulamalar, 1992’den itibaren başlayacak olan Avrupa iç pazarında liderliği kapmak için. Alman emperyalizmi bunun faturasını, işçilere ve emekçilere çıkarıyor. Özgürlük, demokrasi vb. vaatlerle eski Doğu Almanya’daki halkı kandırmaya çalışan Alman emperyalizminin yalanları da bir bir açığa çıkıyor. Kitlesel işsizlik katlanarak artıyor, önümüzdeki günlerde özelleştirmeler vb. uygulamalarla Doğu Almanya’da 1.5 milyon işçi işini kaybedecek. Gün geçtikçe Batı Almanya’da da çoğu işyerinin kapatılması veya kısa sürelerle çalışma planlan yapılıyor. On binlerce yabancı sığınmacı ve işçi kapı dışarı edilecek. Yeni “Yabancılar Yasası” saldırının bir parçası. Hoşnutsuzluğu boğmanın planlan da yürütülüyor. Neo-Nazizm devlet eliyle büyütülüp güçlendiriliyor. Ve Neo-Naziler saldırmaya başlıyorlar.
Önümüzdeki dönem Almanya’da işçi sınıfı için çetin günlerin yaşanacağı bir dönem olacak. İşsizlik, hayat pahallılığı, gittikçe kötüleşen yaşam koşulları, yabancı düşmanlığı ve faşizm tehlikesi. Alman emperyalizmi ve gericiliğini durduracak olan, Doğulusu ve Batılısıyla Alman işçi sınıfının, yabancı işçi ve sığınmacılarla dayanışması ve mücadelesidir.

SHP Mücadele Ediyor
SHP, bir dizi Olağanüstü Kurultay’dan sonra, en son 3. Olağan Kurultay’ını topladı. Kurultay Öncesi dişe diş bir çatışma ve “taktik savaşı” yaşandı. Doğrusu, gürültü ANAP Kongresini aratmıyordu.
Çok sayıda grup ve hizip birbirinin boğazına sarılmaktaydı, ama parti içi iktidarı ele geçirme mücadelesinde başlıca iki ana grup olarak bölünülmüştü. “Yenilikçiler”, “3. Dünyacılar”, “Topuzcular”, “Merkezciler” vb. İnönü’yü destekliyor; Baykal’sa daha homojen bir grubun, “Yeni Sol”un başında bulunuyor ve bazı küskünlerden destek alıyordu. Aydın Gürkan gibi “hem nalına hem mıhına” vuranlar da vardı. Mübalağa cenk olundu.
Taraflar ve reisleri, SHP’yi yalnızca kendilerinin “iktidara taşıyabilecekleri” iddiasındaydılar. Baykal, İnönü için, “SHP’ye yazık etti”, “partiyi küçülttü” derken, İnönü karşılık veriyordu: “küçülmenin müsebbibi, 2. genel merkezi kuranlar, hizipçilik yapanlardır”, “hem zaten pek küçülmedik”.
Özellikle İl Kongrelerinde “kimin eli kimin cebinde”ydi belli olmadı. Küçük gruplar birbirlerine kazık atarak, yeni ittifaklarla, eskiden kara dediklerini beyazlaştırarak birbirleriyle savaştılar, Ama sonunda Baykal’ın “partiyi ve Türkiye’yi kurtarmak için uzlaşma” önerisiyle uygulamaya çalıştığı İnönü’yü çekilmeye zorlama taktiği tutmadı. İnönü, Baykal’ın kendisine bir “altın tabak içinde” sunduğu cumhurbaşkanlığını kabul etmeyerek ne denli özverili olduğunu ortaya koydu. Parti başkanlığını seviyordu ve kendisinin aldatılmaya çalışılmakta olduğu zehabına kapıldı. Hatta Baykal taktiğini “çocukça” bulduğunu bile açıkladı. Esas kuşkusu, Baykal’ın memleketi emperyalistlere kiraya verebileceğine ilişkindi. Birdenbire “bağımsızlıkçı”lığı tuttu. Bush’a “stratejik ilişkiler”den memnuniyetini belirttikten sonra, memleketin kiralanabileceği endişesiyle Cumhurbaşkanlığını bile reddetti. Bir de Baykal’ın gençliğini çekemiyordu. Kendisi “ayağına blue-jeans çekip Mesut’la kırda” gezemezdi ki. ANAP’la uzlaşılmasından kuşkulandı kendisi başkan olmazsa. O hiç uzlaşmazdı!
Sonunda Baykal’la aralarında bir düşünce farkı olmadığım söylediyse de, bu kibarlığından olmalıydı. Başkanlık yarışının, salt çoğunluğun sağlanamamasıyla üçüncü tura sarkmasına da kibarca kayıtsız kaldı ve başkanlığı kazandı. Memleket kurtulmuştu!
Devletimizin iki güçlü savunucusundan ancak biri kazanacaktı.
Düzenin pespaye koruyuculuğu yansım şimdilik “Paşa’nın oğlu” kazandı. Artık mücadele emperyalizme karşı “yürütülecek”!


Geriye Gitmenin Sınırı Yok

Geniş kesimlerde inandırıcılığı olmasa da, adı üzerinde “komünist” yaftası taşıyan çeşitli “ünlü” kişiler eliyle komünizmin teşhir edilmesi yaşadığımız günlerde hayli revaçta. Burjuvazi, hiç bir zaman komünist olmamış, ama kamuoyunda “eski komünistler” olarak bilinen isimleri basına ve TV’ye çıkararak “Türk gençliğine” ibret olsun diye konuşturuyor. Bu anlamda Şemsi Özkan’ın TV’ye çıkarılıp konuşturulması ile H. Kutlu’nun konuşturulması arasında özde bir farklılık yok. H. Kutlu burjuvaziye daha da yaranmak için seve seve bu oyunu kabul ediyor ve burjuvazi de büyük bir sevecenlikle bu uysal başı okşuyor ve kolundan kaptığı gibi onu TV’ye ve gazete saflarına çıkarıyor.
Geçmişte bütün oportünistlerin ve TKP’nin sıkılganlıkla ve dikkatli bir örtü allında savunduğu fikirler, artık Kutlu tarafından büyük bir açıklıkla ve utanmazlıkla savunuluyor. Ve Kutlu konuştukça geriye, daha çok geriye gidiyor. Burjuvazi şefkatli kollarıyla TBKP’yi ve “önderlerini” sararken sonu kestirilemeyen bir bataklığın en deren yerine çekiyor. Kutlu’nun şimdilik vardığı noktayı görmek için 7 Temmuz tarihli Cumhuriyet gazetesinde söylediklerini okumak sanırız ilginç olmuştur.
Kutlu geçmişteki günahlarının affı için neler söylemiyor ki! Kuşkusuz savunulan fikirleri eleştirecek değiliz. Ama yine de söylenenleri şöyle bir özetlemekte yarar var: “Geçmişte bir sınıfın bakış açısıyla dünyaya baktık, ama artık burjuvazinin ve işçinin cephesinden ortak bir bakışa sahip olmalıyız. (Küresel bakış diyor adına). Marksizm’in çoğu öngörüleri yanlış çıkmıştır, diğerleri de yaşadığımız barış çağında geçersiz olmuştur. Dünya çok, ama çok değişti; barış çağında, bilimsel-teknolojik devrim çağındayız. Artı-değer birçok sektörde ortadan kalktı. Elbette bazı kötülükler var ama bunlar, eskinin kültürsüzlüğünün mirası olarak vardır. Kuşkusuz sağda solda sömürü var ama buna bir devrimle değil “ahlaki açıdan” karşı çıkmak lazım. Sorunlar sınıf mücadelesi ve zora dayanan devrimle değil, “her sınıftan çağdaşlaşmış insanlar eliyle” çözülecek. Bunun için de insanları kültürel olarak eğitmek, kötülüklerden sakınmalarını sağlamak gerek.
Evet, üstat tamı tamına bunları söylüyor. Eksiği var fazlası yok. Kendi “Kutlu’muzu” görünce, Leningrad’ın Petrograd olmasına, Arnavutların “Baba Bush” diye bağırmasına şaşırmıyoruz. Bir kez geriye gidildi mi, nerede durulacağı belli olmaz. Geriye gitmenin sınır yok!
Tam da bu sırada TBKP kapatılınca, bir arabesk şarkının yürek parçalayıcı nağmelerini duyar gibi olu yor insan: “Yine de kimseye yaranamadım!”


Paşabahçe’de işçi işgali

Sermayenin saldırısı devam ediyor. Yine işçi kıyımı. Ve direniş. Sınıf mücadeleyi sürdürüyor…
Burjuvazi aşırı kar amacıyla işçi kıyımına Paşabahçe’yi de ekledi. Ama bu kez, işçiler kararlı…
26 Temmuz’da Paşabahçe Şişe-Cam’da 587 işçi ve 52 memurun işlerine son verildi. 1935’te kurulan fabrikanın tarihinde ilk kez bu denli büyük kıyım yaşanıyor. Üstelik sendikayla TİS görüşmelerinde “fabrika kapanması dışında tenkisat olmayacak” mutabakatına varıldığı halde.
Paşabahçe işçileri bu durumu kabullenmiş değil. Alılan işçilerle beraber bütün Paşabahçe işçisi 6 gündür direnişte. 2700 işçi fabrikayı terk etmiyor. İşçi aileleri, kadınlar ve çocuklar, Beykoz halkı bu direnişe destek oluyor. 29 Temmuz’da Paşabahçe işçisinin direnişi halkın birleşik bir gösterisine dönüşüyor. İşçiler fabrika içinde “İşçi Kıyımına Son”, “Yaşasın işçilerin Birliği”, “İşçiyiz, Haklıyız, Kazanacağız”, “Açlıktan Ölmeyiz, Biz Bu Yoldan Dönmeyiz” ve” İşçiler El Ele Genel Greve” sloganlarını haykırırken, fabrika önünde toplanan binleri bulan işçi aileleri ve yöre halkı alkış ve sloganlarla dayanışma gösterilerinde bulundu. Esnaf ise uzun yıllar sonra ilk kez İstanbul’da kepenk kapattı.
Yolu bir süre trafiğe kapatan Paşabahçelilere, Paşabahçe Tekel, Beykoz Sümerbank ve Belediyelerden kardeşleri, kumanya yardımı, ziyaret, gösterilerine katılma biçiminde dayanışmalarını sundular.


11 YIL SONRA DİSK

12 Eylül Cuntası tarafından kapatılan ve yöneticileri hakkında dava açılan DİSK 11 yıl aradan sonra nihayet “beraat” etti.
Beraatla birlikte, DİSK’in Cunta tarafından el konan 500 milyon doları aşan mal varlığının ne olacağından sendika olarak yeniden faaliyete geçip geçmeyeceği de gündeme sokuldu.
Bu arada burjuva basının “DİSK hayranı” yazarları DİSK yöneticilerinin çektikleri çile ve onlann hizmetleri konusunda art arda yazılar yayımlamaya, onları yeniden sendikal hareket içine girmek için cesaretlendirmeye koyuldular.
DİSK’in kapatılması elbette işçi sınıfına, onun mücadelesine yönelik bir saldırıydı ve devrimciler, 12 Eylül’ün kapatma kararına karşı o zaman da direnmişler, “DİSK’i yaşatalım” kampanyası açmışlardı. Ama bugün gadre uğramış kahramanlar olarak boy göstermeye çalışan DİSK yöneticileri cuntanın “Teslim olun!” çağrısına büyük bir titizlikle uyarak Selimiye’de kuyruğa girmişler, “kıldan ince” boyunlarını “adaletin kılıcı” önüne uzatmışlardı. DİSK yöneticileri gerçekten hayli çile çekmişler, gadre uğramışlardı, ama onların gerçek bir işçi lideri olduğu, ya da cuntanın iddia ettiği gibi “düzeni yıkmaya çalıştıkları” mahkeme kararlarıyla da onaylandığı gibi tümüyle iftiradır.
DİSK kapatıldığı zaman DİSK’in açılmasını ya da yaşatılmasını savunanlar da DİSK yöneticilerinin devrimci olduğu ya da DİSK’in devrimci bir sendikacılık merkezi olduğu için değil, cuntanın işçi sınıfının sendika seçme özgürlüğüne, sendikal mücadelesine saldırdığı için savunmuşlardı.
Elbette ki DİSK’li işçiler 60’lı ve 70’li yılların mücadelesi içinde yetişen en ileri işçilerdi ve onlar DİSK’e mücadeleci bir görünüm veriyorlardı. Ama bu ancak görüntüyü kurtarıyordu. Gerçekte ise DİSK, sınıfın hareketini yasalar çerçevesine hapseden bir sendika merkeziydi. DİSK’in sendika ağaları ve bürokratları işçileri mücadeleden alıkoymak, yasalar çerçevesinde tutmak için ellerinden geleni yapıyorlardı. Bu konuda, da en az Türk-İş ağaları kadar becerikliydiler. Dahası onlar diktatörlükle tam bir uzlaşma içinde asıl konularda düzeni savunan bir tutum içindeydiler. Devrimcilikleri, sosyalistlikleri, bağlı oldukları TKP, TİP ya da CHP kadardı. Nitekim 12 Mart Cuntasını ilk selamlayanlar onlar oldular. Bugün sahiplenmeye çalıştıkları 15-16 Haziran’da işçilerin önüne ilk barikatı kuran işçiler sokaklardayken “askerle polisle çatışmayın, sizi kışkırtan anarşistlere, provokatörlere uymayın” çağrısı yapan onlardı. Kıbrıs’ın işgalinde orduya kan ve para bağışı için kampanya açıp işçilerden birer günlük ücret kesen onlardı. MESS grevlerini satanlar, TARİŞ direnişini kıranlar ve nihayet 12 Eylül geldiğinde cuntanın çağrısıyla bütün grevleri kaldırıp Selimiye’de kuyruğa girenler yine onlardı. Bugün ne yaptıktan hangi politikalar peşinde koştuktan da biliniyor.
O günden bugüne işçi sınıfımız çok deneyim yaşadı ve DİSK’in hiç yaşamadığı boyutlarda büyük eylemler yarattı. Bu eylemler içinde yeni şeyler de öğrendi. Gerçek öncüsünü tanımaya başladı, yeni tipte işçi önderleri boy vermeye başladı. Dahası Türk-İş’in kendisini hapsettiği suskunluk ve boyun eğme çemberini kırdı. Ekonomik mücadelenin sınırlarında kalsa da kendi gücünü, dostlarını düşmanlarını tanımaya başladı. Bu yüzden de bugün işçi sınıfımızın 1960’ları, 70’leri yineleyecek DİSK’e ne ihtiyacı vardır ne de böyle bir DİSK’e yüz verecektir. Bugün işçi sınıfının ihtiyacı yeni burjuva sendikacılık merkezlerine değil sınıf sendikalarınadır. O da bugün yükselen, sokaklara taşan sınıf hareketi içinde  doğup  gelişmektedir. DİSK ya da Türk-İş hangi sendikaların çatısı altında olursa olsun sonucu belirleyecek olan bu mücadeledir. En azından bugünkü koşullarda, ileri işçiler Marksistler için “DİSK’te” ya da “Türk-İş’te birleşelim” gibi iki seçenekten birini mutlaklaştırmak söz konusu olamaz. Onlar, bugün, işçilerin kendi sendikalarını seçme özgürlüğünden yanadırlar. Kapatmalar ya da % 10 barajlarıyla işçilerin “sendikal birliğinin sağlanmasına” karşıdırlar. İşçilerin bulunduğu her yerde de çalışmak durumundadırlar.
Bugün, “DİSK açılsın mı, açılmasın mı?” tartışması kendi basma kısır, anlamsız bir tartışmadır. Bugün görev varolan bütün sendikaları dönüştürme mücadelesidir ve bu koşullarda DİSK açılır ve işçilerin bin bölümü şu ya da bu nedenle DİSK’e yönelme içinde olurlarsa ileri işçi, sınıf eğitmek, mücadele olanaklarını genişletmek için bundan da yaralanarak, iki sendikanın ağalan ve bürokratları arasındaki çatışmanın sınıfı bölmesini engelleme, mücadeleyi tüm ağalara yöneltmenin yollarını bulmakla yükümlüdür.


İmran AYDIN:
Bir gün polisin eline geçersem, emniyeti savaş alanına çevireceğim…

( 1991 Mart’ında gözaltına alınarak işkencede öldürülen İmran Aydın’ın nişanlısı dergimize bir mektup yolladı, bazı bölümlerini yayınlıyoruz)
Elleri kelepçeli yanında en az 10-15 işkenceci ve ayağında bağcığı olmayan botlarla (İmran’ın ölümünden sonra ailesine botları bağcıksız verilmiş, Annesi bu botların bağları nerede dediğinde, emniyetten bağcıklar ayrıca getirilmişti.) bir insanın kaçması hele de hızlı bir şekilde koşması nasıl mümkün değilse, pankreas kanamasından ölmesi ise hiç mümkün değildi. Burjuvaziye ve burjuvazinin avukatına göre ise dünyada her gün milyonlarca insan durup dururken pankreas kanamasından ölüyorlardı.
(…)
Sorgulanmam sırasında sürekli İmran’ın ölümüyle ilgili olarak ne düşündüğümü soruyorlardı.İmran’ı işkencede öldürdüklerini Bağlum masalına çocukların bile inanmayacağını söylediğimde ve bu düşüncemde direttiğimde ise “Sen örgütten gelen gücünü kullanırsan, biz de devletten gelen gücümüzü kullanırız” zaman zaman da “Kendine boşu boşuna eziyet ettirme burada devlet biziz, bize bu yetkiyi devletin savcısı verdi” diyorlardı. Devletin gücü işkence yapmaktı, işkencede öldürüp kaçarken öldü demekti. Görülen oydu ki devletin gücü; güçsüzlük ve çaresizlikti. Bir yandan su, askı, elektrik ve tecavüze yeltenirken, işkenceciler bir yandan da sürekli “İmran seni dövüyordu”, “İmran seni kullanıyordu”, “İmran’ın pek çok sevgilisi var”, “Sen İmran’dan korkardın” diyerek akıllan sıra psikolojik olarak etkileyeceklerini zannediyorlardı. Zaman zaman da “İmran dayanamadı, çabuk gitti, hastamıydı?”, “İmran adını bile söylemedi de ne oldu, kayıtlara göre İmran şubeye hiç gelmedi, Hasan Taş diye birisi geldi ve iki gün burada kalıp gitti. İmran Şentepe’de bize kurşun sıktı, İmran silahsız gezmezdi.” 24 Şubatta bütün gün ve akşam birlikte olduğumuzu, O’nun o gün Şentepe’de olmadığını, onlara İmran’ın silahının nerede olduğunu söylediğimde ise soruları kendilerinin soracağını söyleyerek üzerimde tepinmeye başlıyorlardı.
Burjuvaziye, burjuvazinin baskı aracı olan devlete, devletin savcısına ve devletin gücü olan işkenceciye göre hazırlanan senaryo: İmran elinde silah, adeta gözü dönmüşçesine sağa sola ateş eden, Tepe Mobilya’yı tarayan, Şentepe’de rast gele sağa sola ateş eden, nişanlısına dayak atan, emirler veren, kullanan ve sonuçta ölümü hak eden bir insan. Benden beklenense burjuvazinin bu senaryosuna ortak olmam. İşkencecilerin devletten gelen güçleri senaryoyu tamamlamalarına yetmiyordu. Burjuvazinin hukukçuları da şanslarını son bir kez denemişlerdi. DGM’ye çıkarıldığımda hâkim “Sana bir şans tanıyıp seni tutuklamayacağım, bu söylediklerim sadece ikimizin arasında kalacak, bireysel kanaatim için soruyorum, İmran Aydınla nişanlandığına pişman oldun mu, O’nun yüzünden başına ne işler geldi, sana vermek istediğim şansı kullanmak istiyor musun?” Cezaevine gitmeyi tercih ettiğimi söylüyorum ve tabii ki tutuklanıyorum.
Emniyette ve burjuva basında özellikle de MÇP’li sivil faşistlerin sesi olan Türkiye gazetesinde “tetikçi İmran Aydın” olarak lanse edilen ve burjuvazi tarafından hedef haline getirilen İmran; sokakta gördüğü kendisine yalvaran gözlerle bakan kedi yavrusunun soğukta ve aç kalmasına gönlü razı olmadığı için eve alıp getiren, çalıştığım atölyede ustanın çırağı soğuk çay yüzünden nasıl dövdüğünü anlattığımda ise gözleri dolu dolu, aç, sofradan sessizce bir kenara çekilen, kız kardeşine şaka yaparken onu yere düşürdüğü için iki gün eve gelmeyen, Körfez krizi ve savaş bahanesiyle ücretini alamadığı için kışı soğuk bir evde çoğu zaman akşamları karnını bile doyurmadan aç geçiren fakat bu durumdan bir kere bile şikâyet etmeyen, yaşamı ve yaşamla mücadele etmeyi böylesine seven bir insan. “Eğer bir gün polisin eline geçersem, emniyeti savaş alanına çevireceğim” demişti. O, slogan atarak, cellâtların yüzüne tükürerek, diktatörlüğün işkence hanelerini savaş alanına dönüştürerek yoldaşlarına verdiği sözü yerine getirdi.
Yasemin ÖZTÜRK

Tırmanan cinayetler dizisinin son halkası
12 Temmuz gecesi İstanbul’da Nişantaşı, Dikilitaş, Balmumcu ve Levent’te yapılan ev baskınlarında İbrahim Erdoğan, Niyazi Aydın, Nazmi Türkcan, Hasan Eliuygun, Yücel Şimşek, Cavit Özkaya, İbrahim İlci, Zeynep E. Berk, Ömer Coşkunırmak, Bilal Karakaya olmak üzere on kişi kurşuna dizildi. Aynı şekilde 14 Temmuz 1991’de Ankara’da Buluthan Kangalgil ve Fintöz Dikme ev baskınında öldürüldü. ABD Başkam George Bush’a suikast hazırlığı iddiası ile gerekçelendirilen bu son operasyonlarla devletin 1991 yılı Ocak ayından bu yana göz altı, pusu ve ev baskınlarıyla öldürdüğü insan sayısı, basma yansıdığı kadarıyla 70-80 civarında. (Bu sayıya dağlarda devlet güçleriyle çatışarak ölenler dâhil değildir.) Bu sayı 12 Eylül darbesinden 1984 yılına kadar sadece idam ettiği insan sayısının iki katma ulaşıyor. Böylece 12 Eylül’den sonra infaz edilen idamlarla gerçekleştirilen “tasarlanmış” cinayetler, artık yargılama “külfetinin” kaldırılmasıyla doğrudan infaza dönüşüyor, idam cezalarının çağ dışılığı tartışılırken, düzen, muhaliflerine açıkça savaş açarak, bu tartışmalara son veriyor.
On kişinin öldürüldüğü operasyon bittiğinde İst Em. Müdürü emrindekileri “Hepinizin gözlerinden öperim” diye kutlayan emniyet müdürü başarılan iş pek sevimli bir işmiş gibi vahşi bir zevkle amirlerine sonucu bildiriyor.
Cenazeleri Adli Tıp morgundan teslim alan ölenlerin aileleri, polislere “sizler birer katilsiniz!” diye haykırırken, ölenlerin kırmızı örtülere sarılmış tabutları cenaze töreninde başlarına kırmızı bandaj takmış yalanları ve arkadaşları tarafından taşındı. Ömer Coşkunırmak’ın cenazesi Feriköy’de, Zeynep Eda Berk’in cenazesi Ankara’da, Hasan Eliuygun, Nazmi Turkcan, Niyazi Aydın, İbrahim Erdoğan, Cavit Özkaya ve Yücel Şimşek’in cenazesi Karacaahmet’te toprağa verildi. Yaklaşık üç-bin kişinin katıldığı ve 2 km.lik yürüyüşle Karacaahmet mezarlığına cenazelerin götürülmesi sırasında “Silahlı Devrim Birlikleri savaşçıları ölümsüzdür”, “Kahrolsun MİT, CIA, Kontrgerilla”, “Kürdistan Faşizme mezar olacak”, “Devlet terörüne hayır”, “12 Temmuz direnişçilerinin hesabını soracağız”, “Kızıldereler son değil, savaşımız sürecek” sloganları atıldı. Hasan Eliuygun’un annesi yaptığı konuşmada “Yavrum halkı için savaştı ve toprağa düştü. Emzirdiğim süt helal olsun oğlum. Halkı için savaşan tüm insanlar benim oğlumdur. Savaş sürecek oğlum, haklı olanlar kazanacak.” dedi.
Operasyonla ilgili istihbaratın ClA tarafından yapıldığı, bunun için muhbirlerin ve sokak ajanlarının dolara boğulduğu ve siyasi şubeye verilen istihbarattan hemen sonra operasyonun gerçekleştirildiği basın da yer alırken, Bush’u ağırlayan Özal’ın “Son yasayla ülkenin bütünlüğüne göz dikenlerin başı ezilecektir. Bunu terörle yapmak isteyenlerinin on kez ezilecektir… Terör yapanları tek tek vururuz. Bunlar yurt dışındaki bile olsalar, Lübnan’da, Irak’taki inlerinde bile vururuz…” sözleri, halklara ve devrimcilere yönelik emperyalist işbirliğinin sonuçlarını da özetliyor.

Kamu sözleşmelerinde zor satış
1991 Haziran’ı ve sonrasında işçi eylemlerinin toplum atmosferinde yarattığı sıcaklık, coğrafi iklim koşullarından bağımsız olarak, eylem döneminin de adı oldu: Sıcak yaz. Kamu kesiminde sözleşmeleri kilitlenen yaklaşık 600 bin işçinin çoğu sokaklarda gelişen çeşitli biçimlerdeki eylemleri, Türk-İş yöneticilerini bu yangını nasıl söndürecekleri konusunda kara kara düşündürüyordu. Türk-İş bürokrasisinin “yeni hükümete on gün süre”, “güven oylamasını bekleyelim” yollu manevraları ( bayramın da etkisiyle) işçi hareketinde geçici bir duraklama yarattıysa da, bayram sonrasında yeniden kabaran dalga, Hükümet kadar Türk-İş’i de hedefledi.
Sözleşmeleri burjuvazi için her yönden ucuz bir satışla bağıtlama ve işçi dalgasını geriye çekme perspektifiyle hareket eden Türk-İş ağalan, işçi hareketi bastıkları toprağı yakıcılaştırmışken satış sözleşmesinin altına imza atmaktan geri durmadılar. İdari maddelerde hiç bir şekilde ısrarlı olmadıkları gibi ücret artışları da ilk altı ay için % 80 artı 300 bin lira, ikinci ve üçüncü altı ay için % 30, dördüncü altı ay için % 25 gibi bir seviyede kaldı.
600 bine yakın kamu işçisinin Toplusözleşme görüşmeleri, 1991’in kışı ve baharında başladı. Sözleşmeler, tıkanma noktasına gelinceye kadar işveren tarafı olarak Hükümet hiç bir konuda teklif getirmedi ancak burjuvazi ve devlet cumhurbaşkanı ve ilgili bakanlarının ağzından tehditler savurdu, sopa gösterdi. Türk-İş ağaları, tabanın tüm baskısına karşın, işçiler için yaşamsal önem kazandığı 90 sözleşmelerinde açıkça ortaya çıkan idari maddeleri ileri sürmez ve ısrarlı olmazken, birinci altı ay için % 150 artı 250 bin gibi bir ücret artışı önerdi. Hükümetin teklif getirmemesi, işçilerdeki hoşnutsuzluğu protestoya dönüştürürken, görüşmelerin kilitlenmesi işçileri yüz binler halinde sokağa taşırdı. Haziran ayı gerçek anlamıyla sıcak ve Hükümet ve Türk-İş açısından oldukça zor geçti. Bir kaç haftalık bir dönemde gerçekleşen eylemlere katılan işçi sayısı milyonla ölçüldü, Bursa mitinginde 60 bin öfkeli işçi Hükümetin yanı sıra Türk-İş yönetimini de protesto etti. Sermayenin işçi sınıfı içindeki ajanları olan Türk-İş ağaları, kendilerini aşan ve onlara rağmen yükselen işçi hareketini kontrollerinde tutmak için “destekler” görünürken, bir yandan da hileler tezgâhladılar. 22 Temmuz için kesinleşmiş bir eylem kararı varken eylemin yapılıp yapılmayacağını gözden geçirmek için yönetim kurulu toplantısı yaptılar. Bir yandan işin , “tatlıya bağlanacağı” hayalini yayarken, bir yandan da önerilerini % 150’lerden % 80’lere çektiler. Alınan eylem kararı isteksizce tabana iletilirken 200 bini aşkın işçinin örgütlü olduğu Tek Gıda-İş ve Tes-İş genel merkezleri “eylem yapmayın” yollu talimatlar yayınladılar. 100 binlerce işçinin büyük bir öfkeyle % 80 artı 450 binlik Türk-İş önerisini ve Hükümeti protesto ettikleri 22 Temmuz günü, aynı zamanda satış sözleşmelerinin imzalandığı gün oldu. İşçiler öfkeyle Türk-İş ve Hükümeti protesto ederken Türk-İş ağaları avuçlarına her gün değeri aşınan birazcık bozukluk atılması dilekleriyle anlaşmayı imzaladı.
Ve satış sözleşmesi
Başbakan Yılmaz’ın açıkladığı rakamlara göre artış, % 141,5’ti. Açıklanan ücret artışı şu sözlerle tamamlanıyordu: “Kuruluşların sözleşme taahhütlerini yerine getirebilmek için kendi bünyelerinde gerekli tedbirleri almak zorunda oldukları aşikârdır.”
Bu “tedbirlerin” anlamı şuydu: Verdiğimiz bu ücreti en kısa yoldan geri alacağız. Bu ücretlere kaynak bulmak için ilgili kuruluşların ürünlerine zamlar yapacağız, karşılıksız para basarak ücret artışlarını emeceğiz ve tabii “kuruluşların geleceği için” işçilere bölükler halinde yol vereceğiz… Ve daha sözleşmelerin haftası dolmadan zamlar sökün etmeye başladı. Sırada diğerleri var. Bu sözleşme sonuçlarının akla getirdiği bir kaç nokta üzerinde kısaca durursak:
* Taslaklarda önerilen; rakamlar daha pazarlık sürecinde enflasyon karşısında erimekte, işçilerin gerçek ücretlerinde bir düzelme olmamaktadır. Geçen sayımızda verilen Sisypos örneğini hatırlatırcasına aşağıya yuvarlanan kayayı daha doruğa çıkarmadan yeniden bir düşüş yaşanmaktadır. TİS mücadelesi salt bir ücret mücadelesi olarak kaldıkça, işçiler yaşam koşullarını bile yükseltemeyeceklerdir.
*Ücretler kadar ve belki de daha fazla önemli olan idari maddeleri es geçerek Türk-İş, hükümetin işçi çıkarması için rızasını bildirmiştir. Bu danışıklı sözleşmenin ardından işçi atımları yaygınlaşacaktır, bunun ilk örneği Şişe-Cam’dır.
* İşçi sınıfı ücret mücadelesini siyasi mücadeleye doğru genişletmeden sermaye karşısında hep güçsüz kalacaktır. Ekonomik taleplerle sınırlı kalındıkça adına yaraşır bir sendikal mücadele vermek de mümkün olmayacaktır.


Çorum-Karakaya’da sendikaya üye oldukları için işten atılan

Maden işçileri direniyor
Çorum’un Bayat ilçesine 22 km uzaklıktaki Karakaya Kömür İşletmesi’nde çalışan 350 maden işçisinin sendikalaşma çatışmalarını haber alan işveren Hakkı Köse, işçileri işyerlerinden ve kaldıkları pansiyondan silah zoru ile attı. Bunun karşısında işçiler işyerlerinin 2 km ötesinde bir tepede işten atılmalarını protesto ve sendikalaşma haklarını almak için oturma eylemine geçtiler. İşveren Hakkı Köse’nin bütün çabalarına ve her türlü olumsuz koşullara rağmen direnişlerini büyük bir kararlılıkla sürdürüyorlar.
Karakaya Kömür İşletmesi’nde çalışanların çoğunluğunu, genç ve Zonguldak’tan gelmiş işçiler oluşturuyor. Bu kömür işletmesi özel sektöre ait (Sahibi Hakkı Köse) kaynak olarak zengin bir işletme. İşçilerin söylediklerine göre günde yaklaşık 300-400 ton kömür çıkartılabiliyor. Yani her işçi günde yaklaşık 1 ton kömür çıkartıyor. Buna karşılık işçilerin günlük ücreti 17-20 bin TL civarında.
İşçilerin direnmesi karşısında, işveren Hakkı Köse’nin kardeşi İsmail Köse işçilere silah çekiyor. Ve bir işçiyi omzundan yaralıyor, işçiler can güvenlikleri için Bölge Jandarma Karakolu’ndan yardım istiyorlar. Ama sonuçta suçlu bulunan yine işçiler oluyor: Jandarma işverenin hizmetine giriyor ve işçilere işyerini terk etmeleri için baskı yapıyor. Bunun karşısında işçiler, işyerlerinden 2 km uzaklıktaki bir tepenin başında oturma eylemine başlıyorlar ve durumu yerel basına iletiyorlar.
Çorum’daki devrimci demokrat kuruluşlar, işçileri desteklemek için, kampanya başlatıyorlar. Şimdi maden işçisiyle il çapında dayanışma sürüyor.
Maden işçisi, “Bu ilkel şartlarda üretim, faciaya davetiye çıkarmaktan başka bir şey değil” diyor.
Görüştüğümüz maden işçileri şöyle konuşuyorlar:
“Biz uzun süredir, iş güvenliği tedbirlerinin alınmayışından ve ücret yetersizliğinden rahatsızdık. Bugüne kadar bir türlü sendikalaşmayı becerememiştik. Kurban bayramı öncesi sendikaya üye olma kararı verdik. Bayram iznine giderken, Gerede yakınlarındaki Esentepe Tesisleri’nde Türkiye Maden-İş Sendikası’na üyelik fişlerimizi doldurduk.
Bayram dönüşü kimseden ses çıkmadı. Ta ki 14 Temmuz sabahına kadar. Kim ihbar ettiyse etmiş, ya resmi görevliler, ya da içimizden biri. İşveren Hakkı Köse’ye ‘Hayırlı olsun, işçilerin sendikaya üye oldu’ demiş, Hakkı Köse, sabah vardiyası öncesi bizi topladı. ‘Temsilcileriniz, sizi sendikaya üye edenler öne çıksın’ dedi. Biz hep birlikte öne çıktık. Bunun üzerine Hakkı Köse, ‘Sendikalı işçi istemiyorum, başınız pınar ayağınız göl olsun, çabuk terk edin işyerimi’ diyerek bizi kovdu.
Çoğumuz Zonguldaklı olduğumuz için çevre ile irtibatımız da yok. İçerde 46 günlük alacağımızı almadan ayrılmıştık. Açlık ve susuzlukla karşı karşıya kaldık.
Bizler yaşamak için ‘ekmek’ mücadelesi veriyoruz. Çalışmak ve çalıştığımızın karşılığını almak istiyoruz. Çocuklarımızın rızkını temin etmek için memleketimizden kalkıp buralara geldik, işyerinde gerekli iş güvenliği tedbirleri yok. Her an ailemize kara haberimiz gidebilir. Sendikaya üye olmak isterken, iş güvenliği tedbirlerinin alınmasını sağlamak amaçlarımızın en başındaydı.
Maskemiz yok, grizumetre yok, tahkimat direkleri çürümüş…”
İşçilerin bireysel olarak anlattıkları bazı olaylar da şöyle:
“İlkel şartlarda üretim yapıyoruz. Doktor yok, ilaç yok. Hastalanan ayağını çeke çeke ölüyor. Bir şey istemeye kalksak işten atılıyoruz. Böyle, ocaklarda üretim faciaya davetiye çıkartmak demek, ama iş müfettişlerinin yüzünü bile göremiyoruz.”
” İşverenimizin gözü kardan başka bir şey görmüyor. Okuma yazması dahi olmayan bir bu kadar insanı göz göre göre ölüme gönderiyor.”
Günde ortalama 1 ton kömür çıkarıyorum. Ayda işverene sağladığım kazanç 12 milyon lira. Ben ise 540 bin lira alıyorum.”
ÇORUM’dan Bir Özgürlük okuyucusu

Kamu Çalışanlarının Basın Açıklaması
“ANTİ-TERÖR YASASI İPTAL EDİLMELİDİR”

İşçi sınıfı hareketinin yükseldiği, Kürt Halkının mücadelesinin kitlesel bir karakter kazandığı ve biz kamu emekçilerinin sendikal hak ve özgürlükler uğruna mücadelesinin geliştiği bir sürece denk düşen bir dönemde çıkarılan 141,142 ve Kürt Dili üzerindeki bazı yasakların kaldırılması ile birlikte hazırlandığı için de büyük bir “özgürleşme, Liberalleşme” demagojisiyle topluma bir özgürlük belgesi gibi yutturulmaya çalışılan Anti-Terör Yasasının, Devlet terörüne yasal kılıf uydurma yasası olduğu her gün yeni örneklerle ortaya çıkıyor. Devlet içinde yuvalanmış gizli-açık karanlık güçler, daha yasanın mürekkebi kurumadan kendilerine sunulan fırsatı kullanmaya başladılar.
Yasa yokken var olan fiili uygulamalar (Muammer Aksoy, Turan Dursun, Çetin Emeç, Bahriye Üçok vb. cinayetler) yasa çıktıktan sonra daha bir pervasızlaşmaya ve alevlenmeye başlamıştır.
İnsanlar, güpegündüz evlerinden alınıp sokak ortasında kurşuna diziliyor. Örgüt evi diye evlere baskın yapılarak veya yollan kesilip arabadan indirilerek yargısız ölüm kararlan oracıkta infaz ediliyor, gece yarıları evlerinden alınıp işkenceyle öldürüldükten sonra cesetleri dereye atılıyor, cenaze töreninde halk kitlelerinin üzerine yüzleri maskeli özel timlerce hedef gözeterek acımasızca ateş açılıyor. (…)
İşte;
-Ankara’da İmran AYDIN, Veli GELEŞ
-İstanbul-Hasanpaşa’da Hatice DİLEK,İsmail ORAL,
Kanarya’da Murtaza KAYA,
Sultançiftliği’nde Nilgün ODA,
Beşiktaş’ta Perihan DEMİREL,
Avcılar’da Ali ALPDOĞAN, Kemal KARATAY
Ve daha dün çeşitli semtlerde “Örgüt evi” diye yapılan baskınlarda katledilen 11 kişi,
-Cizre’de İbrahim SARICA,
Şırnak Uludere İlçesi Hilal Kasabası Belediye Başkanı Yakup KARA ve dört arkadaşı,
-Van Gürbulak’ta İsmail EFE… katledildiler.
-Diyarbakır İHD Şubesi, özgür Halk ve Medya Güneşi dergilerinin büroları, HEP eski İl Başkanı, Av. Mustafa ÖZER’in arabası, Batman İHD Şube yöneticisi M. Sıddık TAN’ın arabası bombalandı.
-İstanbul’da İTO üyesi ve TÜM SAĞLIK SEN Kurucu üyesi Dr. Ali TEZEL ve arkadaşları Hemşire Canan KAYA, Serpil TÜRKKAYA gözaltına alındıktan sonra kamuoyu günlerce kendilerinden haber alamadı. Biri hala kayıp.
-HEP Diyarbakır İl Başkanı İHD üyesi Vedat AYDIN, polis olduklarını söyleyen ve kendisinin de “evet, ben sizi tanıdım” dediği ölüm mangalarınca gece yarısı evinden alınıp işkence edilerek hunharca katledildi.
-Ve Diyarbakır’da düzenlenen cenaze töreninde halk kitlelerinin üzerine yüzleri maskeli özel vurucu Tim’lerce hedef gözeterek acımasızca ateş açıldı. Sonuç: Onlara varan ölü, Yüzlerce yaralı ve 1000 civarında gözaltı. Bir yığın da kayıp. Polis copuyla, kurşunuyla yaralanmalardan, sözde dokunulmazlığı olan milletvekilleri de nasibini aldı. (…)
Yıllardır susturulan halk kitlelerinin kitlesel hak arama talepleri eğer baskı yöntemleriyle yok edilebilseydi 12 Eylülle yok edilirdi. Olağanüstü Hal’iyle, Süper Valisi’yle, Özel Vurucu Tim’iyle, Koruculuk Sistemiyle halk kitleleri susturulamıyorsa, Terör Yasası, faili meçhul (?) cinayetler, kitle katliamları da çözüm olamaz. (…)
Bu konuda mücadele etmek “İnsanım” diyen herkesin görevidir. Yılgınlık ve korku kimseyi hedef olmaktan kurtaramaz.
Hadi TRT’yi anladık. Günlük basın da ne yazık ki bu tür olayları devletin resmi bülteni gibi vermeye devam ediyor. Ölüm ilanlarını bile “Terör Yasası kapsamına girdiği” gerekçesiyle çoğu kez kabul etmiyor.
Bizler aşağıda imzası olanlar; bu cinayetleri, katliamları protesto ediyor, sorumlularından hesap sorulmasını istiyor ve bunca pervasızca cinayet ve katliamların yaşanabildiği bir ülkede yaşayıp insan olduğunu söyleyen herkese soruyoruz: içiniz rahat mıdır? Gece evinizde rahat uyuyabiliyor musunuz? Sizin de canınız güvencede midir?
Sonuç olarak basına, kamuoyuna, yetkili-yetkisiz herkese açık çağrımız ve taleplerimiz şunlardır:
-CİNAYET VE KATLİAMLARA SON VERİLMELİDİR.
-BU CİNAYETLERİ İŞLEYENLER VE KİTLELERİN ÜZERİNE ATEŞ EMRİ VERENLER DERHAL YARGI ÖNÜNE ÇIKARILIP HESAP SORULMALIDIR.
-HAKSIZ VE KEYFİ GÖZALTILARA SON VERİLMELİDİR.
-ANTİ-TERÖR YASASI BÜTÜN SONUÇLARIYLA DERHAL VE GERİ DÖNMEMECESİNE İPTAL EDİLMELİDİR.
ANKARA KAMU ÇALIŞANLARI PLATFORMU
* TÜM SAĞLIK SEN
* EĞİT SEN
* TÜM BEL-SEN
* TARIM-SEN
* MALİYE ÇALIŞANLARI S.Y.K.
* PTT ÇALIŞANLARI

PERDECİ- Mehmet Esatoğlu
Öpmelere kıyamazdık Belemişler kızıl kana
(Bana bir masal anlat Çok az kaldı. Uzakta mısın bu akşam yakında mı? Bilmiyorum, tşkencesiz, iddia-namesiz bir infaz.)
Tam kapımın eşiğinde
Ölüme az kala
Ölümden söz etmek -belki tatsız-
Söylesene hangi canlıya
Yakışır ölüm?
Mümkün değil mi ?
Yazmak tarihi ölümsüz
Aptal bir barışseverlik mi
Ölümün bu kadar gölgesinde
Yaşamayı özlemek
Başlangıçta söylenen
“Ölüm bile”
Namlunun ucuna sürüldü
Namlu acımasız fısıldıyor
Tarih ölümle yazılır

Barış çağı diyenler
İnsan hakları, adalet komisyonu
İzinde misiniz bu akşam
Şakaya yer yok
Acımasız gelmişler
Anonslar göstermelik
(Bana bir masal anlat Dinleyeceğim son masal uykudan önce.)

Sana gerçek bir masal
Kahramanlarından biri sen
57 yürek
57 yüreğin yazdığı
57 yüreğin haykırdığı
Bir kaplumbağa masalı

Anlatıldıkça bu masal
Senin adın da anılacak
Temmuza yazdığın
Destan gibi yoldaşlarınla

1982
Dünyanın bir öğleden sonrası
Gülümsüyor muyum?
Ne güzelsiniz
Bıyığın, gözlüğün
Kararlılığın, kabalığın
öfken
Bunların hepsi sen
Yalnız sen değil
Hepiniz 57 can
Güzelsiniz çok güzel
Ürettikçe daha da
güzelleşeceksiniz

1982
Gülümsüyorum hepinize
MERHABA!
Gülümsemek çok mu zor
Hayır gülümse çocuğum
Bize gülmek yaraşır
Bize
20. yüzyılın umudu insanlarına..
(Ölüm haberin bir sabah yüreğime vurdu. Ağlamadım desem yalan olur. Dün gece geçerken yattığın yerin yakınından, dudağımda bir gülümseyişle selam yolladım sana, el salladım.)

1982’de en umudu olmak
En umutlu kalmak
Zordu

Sert yağmur damlaları gibi
Yüzümüze çarpıyordu
Darbe, acı, ihanet
Aramıza güzel geldin
Eylülü yaşamıyorcasına
Yarını kucaklamak duygusuyla
Çıkmıştın zindanın kapısından

Kuşatılmıştık dört bir yandan
Ama
Çevremizde, çeperimizde
Yürekler vardı
Nabızda bile ses vermeden
tıkırdayan
Yürek dolanıyordu gizli gizli
Bir solukta ya da
Göz göze bakışmada

Eylülü yaşamış ve yaşamamış
57 yürek bir arada
– Belki de o günlerin Türkiye rekoru-

Oyuncular
Delilere özgü bir inada
Gülümsemekte
Umutlanmakta
(Bak Serpil nasıl bakıyor. Bu Ali, Feridun, Azmiye, Mustafa ne menem çocuklar. Çalışmanın ortasında gelen Sevgi ile Güzide’ye bak.)

Yıl 1982 öğleden sonra
Birazdan başlıyoruz
Bu ne kalabalık
Gençlerimiz nasıl gelmişler
Kaç ölü vermişler
Dumanı üstünde
Sıcak bir çağrıya
Bir yürek de bizden

(“Komünistler, anaları olan halktan ayrılmadıkça yenilmezler”. Stalin’i sever misin? Taş gibi sözcükleri var. Tarihten silinmeyen.)
Şu ülkeye bak
Kana bulanmış günlerimiz
İnsanlarımız
Zindanda, işkencede,
darağacında
Yazıyorlar yeni bir destan
İhanetten şaşırarak.
Dışarıda yeni bir kuşak
Adım atıyor tarihe
Durduramadınız başlıyoruz

Oyuncular hazır mısınız
Binlerce yıllık bir gelenekle
Başlayalım oynamaya
Haydi gövdelerinizle
Haydi duygularınızla
Haydi sesinizle, soluğunuzla
Resmedelim dünyayı

İşte dünya
(Yuvarlak bir mavi küre üzerinde çizgilerden ibaret değil dünya.)
Milyonlarca yıldan yıla
Dönüp duran
Yeşil, mavi, kahverengi
İnsanlı, bitkili, hayvanlı
Gündüzlü akşamlı
Kışlı yazlı…
Sınıflar gibi kavga var
Kavga var
Devlet var
Sınıflaşmadan bu yana
Bitmeyen kavga
Ezenler, ezilenler,
başkaldıranlar
Bize sorsan ekmekten
Onlara sorsan pastadan
Pay alma kavgası
Hangi taşı kaldırsan
Kavga., kavga., kavga.
Bitmeyen kavga.
İşte öykümüz
İşte türkümüz
İşte hüznümüz
Bitmeyen kavga

Işık yandığında
oyuncu başlayınca
Bu öykü yayılacak
Sahneden salona
Salondan meydanlara
Meydanlardan yeniden sahneye
Biz öyküyü
Anlatmak üzere
Sıcak bir çağrı yolladık size
Öykü anlatılmalı
Öykü sizsiz anlatılmaz.
Koşup geldiniz
Hoş geldiniz

Yıl 1982 öğleden sonra
En umutsuz noktada
Başlıyoruz
Kaçıncı kez acaba
Eylemimiz oynamak
Anlatmak dünyayı
Bin bir sesle, bin bir renkle
Konular çeşitli
Hamlet var, Ofelya var
Ferhat var, Şirin var
Romeo var,  Jülyet var
Kır Abbas var Cennet var.
Komutanlar, kuklalar
Korkaklar yiğitler
Hepsi geçer sahneden
Yaşam kıvrım kıvrım akar
sahneden

Dünyadaki adaletsizlik
Ekmeğin emekten uzaklığı
Öfkelendirir seni
Gencecik yüreğini
Yeni bir dünya gerekli
Soluk alınacak, özgür
Göstermeli insanoğluna
Böyle başlamamış, böyle
gitmez’i
Oyun bunu anlatmalı
Şiir bunu anlatmalı
Roman bunu anlatmalı
Resim bunu anlatmalı
Heykel bunu anlatmalı
Müzik bunu anlatmalı
Sinema bunu anlatmalı
İNSAN bunu anlatmalı

Ne güzel çocuklar
Hazırsınız
İsteğinizle yüreğinizle.
Gövdenizle sesinizle
Çalışınca.
Unutmayın
Resmi tarih dışında
Öyküleri var insanın
Yeryüzüne dair
Yazılmış yok sayılmış

Yıl 1982 Nazmi
Onca şeyden sonra ülkede
Yeni baştan’la düşmek yollara

Mustafa Suphi nerden başlamış
1951 nerede tükenmiş
1960’da ateş bacayı nasıl sarmış
Deniz başlarken
Sıfır noktası nerdeydi
Deniz sıfır noktasında değildi
Her şey sıfırdaymış gibiydi

Şimdi 1982
Biliyoruz eski öyküleri…
Sıfır noktasında değiliz
Sıfır noktası kadar
Zor bir çizgideyiz
Nasıl bir ülkedeyiz
Her kuşak vermiş bir kesimini
Özgürlük aşkına
Zindana ve toprağa
Resneli Niyazi’nin
Yüreğindeki ateş
Mahir Çayan’ın dilindeki türkü
Nazmi’nin gözündeki ışık
Akıtır bizi çağdan çağa
Atılırlar öne
Kızıl bir gül açar gece yarısı
Tarihi düğümler
Yanarlar Kerem gibi
Bir fısıltı sorgular:
“Nasıl çıkar aydınlığa “

1982’de
Bir tiyatro salonu
(Bazen kanun köşesi, bazen spor salonu, bazen bahçe.)
Nazmi ile birlikte
57 yürek
Bir davul
Birçok saz
Bir de bizim Yılmaz
Saz çalacak incecik
Gelin doğurunca tarlaya
Çocuk mu doğacak bağ mı
yeşerecek “

Kalabalığız çok kalabalık
Sığmıyoruz yere göğe.
Ortalık sessiz
Sessizlik ürkütücü
Bu korkunç sessizlikte
Sessiz kalanlar bile
Bakıyorlar saygıyla
Yeni baştan diyenlere

(Bir gün Yılmaz vururken sazının tellerine biri yaklaştı yanıma, yüzüme baktı. “Oyun değil bu, başka bir şey”. Güldüm. Evet, oyun değil. Niyetimiz ciddi.)

Bir romanla başladım
Romanı unuttum
Başladık oynamaya
Romanın her deyişi
Sanki birer oya
Sağ ol Fakir usta
Sağ ol Ersan usta

Roman bir uçta
Oyun bir uçta
Ortasında 57 yürek
Dövünür ha dövünür

(Yöneticilerden biri çağırdı beni. “Bak bu Nazmi bir zamanlar, yani Eylül’den önce düşüncesi aşkına okulun damına çıkmış slogan atmış, şimdi sahnede aman ha.)

Kel kafalı jüri üyesi
Seyrettiği gün seni
Gözü pek tutmadı
Ben olsam öğretmeni
Oynatırdım başka birini
Seçerdim daha iyisini
İyi oyunculuk ne

Bence rolün hakkını verdin
Aksatmadın bizi
-Bir gün bile-
Görkemliydin
Birinci perde finalinde
“Leylim ley türküsüyle”
Yürürken izleyicilerin içine
(Elinden kırmızı pullu bezi almışlar ne gam, yumruğun yetti bile.)
Başarılı oyuncu kim
Üretimdeki yeri ne
“Çıkarım yalnızca rolümü
oynarım”
diyenle ayrımı ne
Teatral üretim
Nerede biter nerede başlar
Oyuncu nerede başlar
Başından beri…
Sahneyle birlikte
Bizim gelenekte – öyle yazıldı-
Sahne önünde, kuliste
Kapının girişinde
Suntanın yüklenişinde

(Anımsıyor musun bir kız vardı köylüler korosunda. Hiç sevmezdin onu. “Belki de bizi bu kız sattı, olmasın içimizde” derdin. Bir umut dedik, kovmadık -yoktu geleneğimizde- . Oynadı o kız sahnede yüreğince, yeteneğince. Sonraları mahpus damlarına düştü yeniden. Cezaevinde insanlara her akşam 1982’de o yürekli çıkışımızı anlatır dururmuş.)
Dünya zor günlerinde
Altın çağımız, umudumuzun Ülkesi
“Ateşi ve ihaneti gördük”le sarmalanmış
Bağırıyorlar caddelerde
Ne mutlu sömürülüyorum diyene
Bu avaz avaz bağırtılar
Ne seni geriletti Ne beni
Belki biraz canımızı sıktı
O kadar.
Yıllar dönüp durdukça
82’deki inatçı ışıltı
İnatla parladı gözlerimizde

Aynı çözümleri paylaşmasak da
Senin çeperinde
Benim çeperimde
Başka çeperlerde
DEVRİM isteyenler vardı

Bizde 82’de
Kucakladık birbirimizi dünyayı
Ortak duygumuz
DEVRİM aşkına

Öldüğün gün evli miydin
Bilmiyorum
Oyunda yalancıktan
Kuliste sahicikten
Yarin olan kız
Ağladı senin için…

SÖZÜN KISASI ŞU SEVGİLİ OKURLAR. BİZİM CANIMIZ CİĞERİMİZ Bİ NAZMİMİZ VARDI. ÖPMELERE KIYAMAZDIK. GEÇEN TEMMUZ AKŞAMI DUYDUK Kİ BELEMİŞLER KIZIL KANA ONCA YOLDAŞIYLA…

KAMU EMEKÇİLERİNİN SENDİKAL HAK ve ÖZGÜRLÜK MÜCADELESİ YÜKSELİYOR
Kamu emekçilerine 91 Temmuz’unda “reva” görülen onur kırıcı sadaka zamların kendilerini daha çok sefalete ilmesi, tepkilerin potansiyel bir patlamaya gebe olduğunu gösteriyordu. Enflasyon ve hayat pahalılığı ortadayken komik maaş artışlarını savunanların zorlandığı bu süreç kamu sendikaları açısından emekçilerin potansiyel öfkesi örgütlülük düzeyinin yükseltilmesi, toplu sözleşme haklarının işlenmesi ve grev silahının öneminin vurgulanması amacıyla değerlendirilmeliydi. Çalışma tarzındaki, hata ve zaaflar aşılarak kitlelerin güvenini kazanma onlarla bütünleşme, taleplerin savunulmasında yasal mücadele örgütleri olarak işlev görme ancak iktidarın dayattığı bu sadaka zamlara karşı kamu emekçilerinin mücadele içinde örgütlenmesiyle mümkündü.
Kamu işçilerinin TİS görüşmelerinin tıkanıklığa girerek direniş örneklerini vermesi gidilecek yolu aydınlatıyor ve mücadelede yalnız olunmadığını gösteriyordu. “İşçi memur el ele genel greve” şiarının gerçekleşme koşullarının varlığı, komik ücret artışlarının reddedilip “grevli-toplu sözleşmeli” sendikal mücadeleyi ileri militan eylemlerle taçlandırma olanağını sağlıyordu.
Kamu emekçilerinin Ankara-Meclis yürüyüşü bu noktada sadaka zamlara karşı öfkenin haykırıldığı sendikal hak ve özgürlükler mücadelesinin geliştirilip ilerlemesini sağlayan önemli bir eylemliliktir.
İstanbul, İzmir, Adana, İskenderun, Bursa, Eskişehir, … vs. yurdun dört bir yanından kamu emekçilerinin sendika hakkı içerikli 20.000’i aşkın imza dilekçelerini 3 Temmuz 91 tarihinde Meclise (!) sunmak için Ankara yürüyüş “Ankara Kamu Çalışanları Platformu” tarafından organize edilmiştir.
Platformun çağrısı üzerine 1 Nolu Belediye-İş Sendikası, Tüm-Tis, Otomobil-İş, Harb-İş, Yol-İş, Basisen vs. gibi işçi sendikaları Ankara-Meclis yürüyüşüne destek vereceklerini belirttiler.
Aynı zamanda İstanbul, İzmir, Adana… gibi büyük kentlerden harekete geçen kamu emekçileri kent çıkışlarında engellendiler. Polis barikatlarını aşmayı başaranlar ise, sendikaların ve belediyelerin sağladıkları otobüslere binerek Ankara yürüyüşünü başlattılar. İzmirli kamu emekçileri Afyon’da, Adana’dan gelmeye çalışanlar da Şereflikoçhisar kavşağında polisin baskısı ile geri çevrildiler. İstanbullu kamu emekçilerinin vatan caddesinde başlattıkları yürüyüşte 97 kişinin gözaltına alınmasına rağmen yılmayan kamu emekçileri otobüslere binerek Ankara girişine gelmeyi başarmışlardır. Ankara girişinde durdurulan memurlardan 261’i gözaltına alınmış, bu baskıyı açlık grevi başlatarak protesto etmişlerdir.
Polisin aşırı güvenlik tedbirleri alması nedeni ile daha önceden eylem yeri olarak kararlaştırılan Fen-İşleri alanından vazgeçilerek, 3 Temmuz saat 1230′ da Sakarya Caddesi SSK iş hanı önünde; Eğit-Sen, Tüm-Bel Sen, Tüm-Sağlık Sen, Tarım Sen, Maliye Çalışanları ve diğer kamu işkollarından 1500’ü aşkın kamu emekçisi gösteriyi başlattı.
Eğit-Sen Ankara temsilciliği tarafından yapılan basın açıklaması ile Grevli-toplu sözleşme hakkı ve örgütlenme süreci önündeki yasal-fiili engellerin kaldırılması istemi ve diğer talepleri içeren 20.000’i aşkın dilekçenin kortej oluşturulup meclise verileceği kamuoyuna duyuruldu.
Açıklamayı alkışlarla destekleyen kamu çalışanları “İş Ekmek Özgürlük, Sadaka değil toplu sözleşme, işçi memur ayrımına son, Artık susmayacağız” yazılı döviz ve pankartlar açtılar. Polis ve Çevik Kuvvetin saldırısı üzerine kamu emekçileri kol kola girip “Sendika hakkımız söke söke alırız, İşçi memur el ele genel greve, Yılgınlık yok direniş var” sloganları ile meclise yürümekte kararlı olduklarını gösterdiler. Ancak polisin aşırı saldırganlaşması sonucu kitleden kopmalar oldu. Polis çemberi bazı sendika yöneticilerinin teslimiyetçi tavrı, eylem komitesinin basiretsizliğine rağmen ‘Baskılar bizi yıldıramaz” sloganları ile yarım saati aşan mücadelenin verdiği doygunluk ile kamu emekçileri eylemlerini bitirdiler. Bu arada gözaltına alınan 30 kişi birkaç gün içinde DGM savcılığınca serbest bırakıldılar.
Ankara-Meclis yürüyüşünün plan ve organizesinin Eğit-Sen temsilciliğinde yapıldığına kanaat getiren polis misilleme olarak 5 Temmuz 91 tarihinde lokale baskın düzenlemiş, 43 kişiyi gözaltına almıştır. İktidarın bu keyfi baskılarına karşı kamu emekçilerinin artan öfke ve protestosu işçi sınıfı ve diğer çalışanlarla birleşerek gerici grev-genel direnişlere yükselme potansiyeli taşıdığının göstergesidir.
Ankara’dan bir Eğitim Emekçisi

Ağustos 1991

Yorumlar kapatıldı.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑