Temmuz ayı bütün sıcaklığı ile yaşandı. İki ayı aşkın bir süredir sokakları dolduran yüz binlerce kamu işçisi, her zamanki Türk-İş taktiklerinin bir kez daha kurbanı olarak, “hiç beklenmeyen bir anda”, bir gece yarısı Başbakan Yılmaz ile Şevket Yılmaz’ın neler konuşulduğu bilinmeyen bir görüşmesiyle, beklenildiği biçimde satıldı, işçiler, Tük-İş yönetimine öfkelerini ifade eden sloganlar haykırdılar, ama fabrikalara, tezgahlarının başına da döndüler.
Temmuz ayının ikinci önemli olayı, emperyalist sistemin büyük patronu, ABD Başkanı George Bush’un Türkiye’ye gelmesiydi.
Türkiye büyük burjuvazisi ve onun siyasi temsilcileri bu ziyarete büyük önem veriyordu. Öyle ya, büyük patronlar sadık hizmetkârlarını bir yüzyıl içinde ancak bir iki kez onurlandırıyordu. O’nu rahat ettirmek için her şey yapılmalıydı.
Bush’un geçeceği caddeler ve yollar binlerce sivil ve resmi polis, MİT, CIA görevlileri tarafından denetime alındı, yoldan geçenler üst araması ve sorgudan geçirildi. Bush’un kalacağı saraylar onun ihtiyaçlarına göre yeniden düzenlendi, göz zevkini bozabilir endişesiyle balkonlardaki çamaşırlar zabıta ve polis zoruyla indirildi. “Seçkin” sanatçılarımız Bush’a şarkı söyleme “onuru” kazandılar. Önce büyük burjuvalarımızın büyük patronlarını şanına layık biçimde karşılayıp övünerek ağırladıkları burjuva basının sayfalarında boy gösterdi. Sonra en yukardan başlayarak yetkililer, Bush’u, iyi ağırlayıp memnun ettirdiklerinden kalkarak, “devletimizin artık büyük ziyaretçileri memnun edecek” karşılama törenleri düzenleyecek bir gelişmişlik düzeyine ulaştığını TV ve basın aracılığıyla kamuoyuna müjdeledi, vs. vs.
Burjuva basınımızın bile itiraf etmek zorunda kaldığı gibi, “Bush’un teftişi” başarıyla atlatıldı. Ama Bush’un teftişine hazırlık gelip gittiği iki günle sınırlı değildi. Bush ve uşaklarının kurmak istediği “yeni düzen”in asıl yüzü ziyaretin hemen öncesinde gösterildi. CIA-MİT işbirliğinde girişilen bir operasyonla bir gecede 12 devrimci evlerinde öldürüldü. Gerekçe; Bush’a “suikast” yapılma ihtimaliydi. Basında bildirildiğine göre “operasyon yapılsın” emri bile CIA’dan gelmişti.
Bush, sağ-selamet, memnun edilmiş olarak gönderildikten sonra, “Bush’u Yunanistan’dan daha iyi ağırladık”, “Bush bize hayran kaldı”, “kesenin ağzı açılacak” vb. övünmeler arasında TV’ye çıkan Cumhurbaşkanı, ne kadar demokratik bir ülke olduğumuz, her şeyin iyiye gittiği tablosu önünde, herkese hoşgörü öğütlediği konuşmasında hoş görü gösterilmeyecek olanı da açıkladı: “Teröristlere hoş görü göstermeyeceğiz. Onları inlerinde vuracağız. Irak’taki, Lübnan’daki inlerinde, dünyanın her köşesinde vuracağız…” diyerek, “demokratlaşma”nın, “liberalleşme’nin, “hoşgörü’nün nereye kadar ve neye karşı olduğunu açıkça ifade etti.
Bu konuşma, Bush’un gitmesinin hemen arkasından yapılmış olması bakımından olduğu kadar, Türkiye’nin “liberalleşiyoruz”, “demokratikleşiyoruz” edebiyatının öteki yüzünü göstermesi bakımından da ilginçti.
Konuşmada üstüne basılarak “dışarıdaki inlerinde de vuracağız” dendiğine göre, CIA ile İstanbul operasyonu için yapılan işbirliği mevzi bir işbirliği değil, bundan böyle sürecek, aktüel deyimiyle “stratejik” bir işbirliğidir ve devrimci hareketin ve Kürt ulusal mücadelesinin ezilmesi için Bush’tan onay alınmıştır. Ama konuşmanın asıl önemli yanı “demokratikleşme”nin ne menem bir demokratlaşma olduğunun bizzat Cumhurbaşkanı tarafından itiraf edilmesidir. “Teröristlere hoşgörü yok” diyor Cumhurbaşkanı. “Terörist” de yasada tanımlanıyor: Düzene muhalefet eden, varolan sistemi değiştirmek isteyen herkes terörist sayılıyor. Yani tüm devrimciler, gerçek demokratlar ve gerçek Marksistler terörist sayılıyor. Kürtlerse zaten, işbirlikçileri dışında toptan terörist muamelesi görüyor. Düzenin sahte muhalifleri, SBP, TBKP, SP gibileri ise bu “demokratikleşmeden” yaralanacaklar kategorisine giriyor.
Kurulmaya çalışılan emperyalist “yeni düzen”le Türkiye’nin “demokratikleşme”si tam bir paralellik gösteriyor. Nasıl ki, barış, adalet, bağımsızlık gibi sloganlar, emperyalizmin çıkarlarına aykırı hareket edenler ya da kurmak istedikleri düzene bilerek ya da bilmeyerek çomak sokanlar için, emperyalist ideologların, sözde üstüne titredikleri bu değerler, nasıl birer uçak, tank, bomba oluyorsa, bizim “liberalle-şen”, “demokratikleşen” düzenimizde de, liberalliğin ve demokratlığın sınırları, bu soygun ve baskı düzenine karşı çıkma sınırında muhaliflere kurşun, işkence, onlarca yıllık hapis cezalarına dönüşüyor. Devrimciler, yolda, sokakta, evinde çeşitli türden güvenlik güçlerimin kurşunlarının hedefi oluyorlar.
Cumhurbaşkanı’ndan kapitalizmin avukatlığına soyunmuş eski solcularımıza kadar, demokratikleşmede büyük adımlar atıldığı iddiasıyla göklere çıkarılan düzenin hoşgörü sınırı, aslında düzenin gerçek muhalifi devrimcilere varmadan çok önce bitiyor. Düzene potansiyel muhalif olan işçi sınıfını da kapsıyor. Her gün TV’de, fiyatlara müdahale edilmez, pazarda tam bir serbesti olmalıdır diye fetva veren Cumhurbaşkanı, işgücünü ucuza kaptırmamak için masum, barışçı eylemler yapan işçilere ateş püskürerek onları edepsizlikle suçluyor. Böylece işçi sınıfının da tıpkı “teröristler” gibi “hoşgörü” sınırının dışında olduğunu ilan etmiş oldu.
Açıkça ilan edilen şudur: eğer bugünkü ekonomik sistemi kabul ederseniz, bunun dışına çıkılmasını savunmayacaksanız, düzene zarar verecek bir eyleme girmeyecekseniz buyurun tartışın, konuşun, bize bazı söyledikleriniz ters gelse de hoşgörüyle karşılarız: Ama bugünkü düzenin değişmesini istiyorsanız, sistemi zaafa uğratacak eylemler içindeyseniz, her yolla, dünyanın her köşesinde sizi yok etmek bizim demokrasimizin, liberalliğimizin gereğidir!
Bugün “demokratikleşme” ve “liberalleşme”nin sınırı dışında tutulanlar, devrimciler, demokratlar, Marksistler ve hak mücadelesinde kendi gücünü kullanmak isteyen işçi sınıfı ve Kürtlerdir. Yarın, hak arama ve sendikal haklar mücadelesinde oldukça radikal bir çizgide gelişme eğilimi gösteren memurların ya da sorunlarının çözümü için eyleme geçecek kır emekçileri ve köylülerin, birikmiş dağ gibi sorunlarının çözümü için sokağa dökülecek gençliğin, bağımsızlık ve özgürlük isteği için mücadeleye atılan aydınların, emekçilerin de bu hoşgörü sınırlarının dışına itilmeyeceğinin hiç bir garantisi yoktur. Sınır bu kokuşmuş soygun ve sömürü düzenine karşı çıkıp çıkmama noktasından çizilmiştir ve bu ülkenin bütün emekçileri özgürlük ve demokrasiyi kazanmak için bu sınırı aşmak zorundadır.
Kısacası düzen, kendisiyle uzlaşanlara, uzlaşmak için çaba gösterenlere el uzatıyor, onları, geçmişte gadre uğramış yandaşları olarak ödüllendirirken bir taşla iki kuş vurmayı amaçlıyor: Düzenin uysal muhaliflerini kendi yanına çekerken, devrimcileri, demokratları, gerçek Marksistleri tecrit edip yok etmeye yöneliyor. Bunda da başarılı oluyor. Geçmişte, demokrasi ve özgürlük yokluğundan, ülkenin bağımsızlığının emperyalistlere peşkeş çekildiğinden yakınan, demokrasi mücadelesine yakın duran sayısız aydın ve çevre bugün emperyalizm tarafından dayatılan “yeni düzen” ve ülkenin giderek demokratikleştiğine ilişkin emperyalistler ve büyük burjuvazinin propagandacılarının yalanlarının peşinde sürükleniyorlar. Kürt mücadelesini bölücülük ve terör olarak suçlayıp karalarken, devrimcileri ve devrimci mücadeleyi de demokratikleşmeye engel olan teröristler ve terörizm olarak niteliyor, sokak infazlarının, ev baskınlarının, cinayetlerin dizginlerinden boşanmış terörün arkasında, onun suç ortakları olarak yer alıyorlar.
Bugün uygulanmaya çalışılan “liberalleşme” ve “demokratikleşme” güldürüsünün öteki yüzü, devrimcilere ve emekçilere dönük yüzü baskı, zulüm, işkence ve cinayettir. Bu görülüp anlaşılmadan ne demokrat olunabilir ne de aydın.
Ağustos 1991