Türkiye’deki mevcut sendikal hareketin üst yönetim organı TÜRK-İş’in sınıf uzlaşmacı, gerici, bürokratik işçi düşmanı karakteri, somut her ekonomik-demokratik-siyasi ve askeri hareketliliği içeren durum ve olaylarda defalarca kamuoyunun gözleri önüne serilmiştir. Uzak geçmişine uzanmaya gerek yok, yakın geçmiş bu tür olayların tanıklığıyla dolu.
Körfez Krizinde ABD emperyalizminin ve onun işbirlikçisi tekelci kapitalizmin temsilcisi iktidarın Irak’a karşı saldırgan tavrı, savaşın sonuçlan itibariyle Türk-Kürt işçi ve emekçi kitlelere yönelen faturanın ağırlığını görmezden geldikleri yetmezmiş gibi, Körfez Krizi ile ilgili olarak Ocak ayının son günlerinde toplanan Türk-İş Başkanlar Kurulunda, Musul, Kerkük hayaller kuran gerici faşist sendikacıların yüreğine Ş. Yılmaz’ın sözleri su serpiyordu: “Savaş istemiyoruz ama çıkarsa işçilerimle birlikte cephede savaşırım.” Ş.Yılmaz’a bu sözleri söyleten mevut sendikal hareketin gerici söven niteliğinden başka bir şey değildir.
Sendikal örgütlenme, hak ve özgürlüklerinin önündeki anti-demokratik yasal ve fiili engellere rağmen işçi ve emekçi kitlelerin ekonomik-demokratik duyarlılığının ve haksızlıklara karşı sınıf hareketliliğinin üst sınırlara sıçradığı TİS dönemlerinde, grev ve direnişlerde de TÜRK-İş yönetimi, sınıfın öfkesini, tepkisini, sermayenin sendikal itfaiyesi olarak püskürtmek görevini Zonguldak direnişinden başlayarak tüm eylemliliklerde hakkını vererek yerine getirmeye çalıştı. TİS’lerden sonra yaşanan sayılan yüz binleri bulan işçi çıkarmalarında, hükümetin sendikasızlaştırma politikasına karşı göstermelik demeçlerin dışında yaptığı iş ise, T. Özal’ın ve TİSK başkanı R. Baydur’un söylediklerine katılmak oldu. “İşçi kıyımlarının nedeni işçilerin, işverenlerin karşılayamayacağı kadar yüksek ücreti talep etmeleri” imiş. TİS öncesi ücretlerin ve TİS sonrası ücretlerin ne olduğu, işçi kıyımlarının sendikasızlaştırma politikasının ifadesi olduğu gerçeğini, Türk-İş’in sorumsuzluğuyla da sınıf uzlaşmacı tavrını yeterince açıklıyordu.
Türkiye gibi, iş’in, ekmeğin, özgürlüğün kazanılmasının önünde ABD emperyalizminin ve işbirlikçi tekelci kapitalizmin sınıf temsilcilerinin, donanımlı saldırganlığının gücünün durduğu ülkelerde, sendikaların işlevi ve niteliği, kucakladığı kitlelerin, işçi sınıfı onuruna yaraşır olması gerekir. Sendikalar, bir yandan işçi sınıfının ekonomik-siyasi örgütlenme dayanışma ve mücadele merkezleri, diğer yandan, tüm toplumsal sosyal hareketliliklerde ve durumlarda üyeleri işçileri de aşarak tüm emekçi kitleleri uyandırmaya yönelik, yaptırım gücü olan muhalefet odakları olmak zorundadır. Her türden gerici, faşist, uzlaşmacı sendikacılığın yapıldığı bugünkü egemen sendikal hareket, söz konusu gerçek sendikal nitelik ve işlevlerin çok uzağındadır.
İki milyon işçi kitlesini temsil eden 32 sendika yönetiminin başkanlarını bir araya getiren TÜRK-İŞ yönetimi, ne salt Ş. Yılmaz’dan ne de 32 başkandan ibarettir.
Çok daha köklü ideolojik-siyasi bir içerikle beslenen TÜRK-İŞ yönetimi, tıkanan her sendikal sorunda işçilere ve kamuoyuna ilaç reçetesi gibi sunulan erken seçimde, parlamentonun küçültülmüş fotokopi nüshalarından biri olarak bir kez daha niteliğini gözler önüne seriyor.
20 Ekim’de oynanacak iktidar oyununda Türk-İş’in rolü nedir?
Erken seçim gündeme gelir gelmez Türk-İş yönetimi, dört siyasi parti liderine “çalışma hayatının sorunlarını konuşalım” çağrısı yaptı. Çağrı yanıtsız kalmadı, önce, 17 Eylül’de M. Yılmaz hemen bir nezaket ziyaretinde bulundu. Ardından Demirel, İnönü ve Ecevit ziyaret randevularını verdi ve ziyaretler gerçekleştirildi.
Ziyaretler, parti liderlerine duyulan yakınlıkla da ilişkin olarak alkış ve sayısal kalabalık değişse de protokolde kusur edilmeden gerçekleştirildi. Ziyaretler de Şevket Başkan tarafından dikte edilen usule ait kurallarda bir aksama olmadı. Gelen parti başkanı alkışa karşılanır, Şevket ağa sevgi ve saygıların sunulduğu açılış konuşmasını yapar, parti liderleri uzun uzun neler yapacaklarını anlatır ve kendilerini desteklemelerini ister. Bu törenler için “Şevket Başkan”, sendika başkanlarını uygun biçimde mızıkçılık, oyunbozanlık yapmamaları, soru sorma ve tartışmamaları için de uyarmıştır ki, böylesi usulsüzlükler olmaz. Demokrasilerin gereği budur! Birileri konuşacaktır birileri dinleyecektir ki birlik beraberlik bozulmasın… Böylece parti liderlerinin ziyaretleri kusursuzca bitirilir. İyi ama bu ziyaretlerde parti başkanları neler vaat ettiler? Sözü edilen, ANAP’ın 8 yıllık karartmasından sonra 21 Ekim’de aydınlanacak Türkiye için!
Burjuva partilerinin isimleri lider adları değişse de tümünün ayrı ayrı ama aynı şeyleri istedikleri ve söyledikleri bu ziyaretlerde net olarak ortaya çıkmıştır. Hepsinin ortak olduğu birinci nokta; hükümet olduklarında yabancı sermayenin Türkiye’ye dizginsiz ve sistemli akışı önünde engel olmayacakları, yani, emperyalistlerle ve günümüz “dünya efendisi” ABD ile ilişkileri ANAP’ın getirdiği kulluk noktasından geri değil daha ileri götürebilmek hepsinin ortak hedefi. Böyle bir hedef ise, yabancı sermayeli ve onların sınıf işbirlikçisi şirketlerin karlarına yeni karlar, ucuz işgücü olan Türk-Kürt işçi ve emekçi yığınlarının sınırsız sömürü ile kanlarının emilmesi ve cüce özgürlüklerinin tümünün elinden alınması demektir. Örgütlenme ve hak arayışlarının önüne zorbalığın daha pervasızca dikilmesi demektir. Demirel’in prensesi T. Çiller’in icadı herkese 2 anahtar vaadi, ekonomik ve siyasi olarak işçi, köylü ve emekçi yoksul kitlelerin yeniden iki kez sermaye tarafından kilitlenmesi demektir.
Ecevit GAP projesinin önemini bu ziyarette uzun uzun anlatmış, iki yıl sonra bitecek projeden yabancı sermayeyi getirerek yararlanmayı, bunun için de liseyi bitirmiş kültürlü, Kürtçe bilen gençlere iş vererek Güneydoğu halkına bu projenin yararlarını kavratacaklarını, söylüyor. Seçim propagandasında sınıf kardeşi SHP’yi “bölücü” HEP’le birleşti diye suçlayan aynı Ecevit Kürt halkına bu ‘hizmetiyle sahip çıkabileceklerini ifade etmekten geri durmuyor.
Yabancı sermayeye, ABD’ye kullukta ne DSP’nin, ne SHP’nin, ne DYP’nin, ne de diğer burjuva partilerinin hiç birisinin diğerinden farkının olmadığı, ancak en iyi hizmette yarışacakları da ziyaretlerde açıklık kazanıyor.
Burjuva parti liderlerinin TÜRK-İş ziyareti konuşmalarında ikinci önemli ortak noktası; Kürt sorunundaki tavırdır. Birlik bölünmezlik demagojisi ile kille kıyımlarını zorbalığı kendileri hükümet olduklarında ANAP’ın önleyemediği “bölücü terörü” kendi “yöntemleriyle” önleyecekleri konusudur.
Üçüncü olarak, tüm burjuva partileri T. Özal’ın serbest piyasa ve özelleştirme politikasının devam ettirileceğini vurguluyor. Dolayısıyla da sendikasızlaştırma politikalarının ve işçi kıyımlarının yeni hükümetler eliyle de yapılacağının güvencesi veriliyor. İş güvencesi ve işçi güvenliği konusunda ya da mevcut sınırlı sendikal yaşamı rahatlatacak herhangi bir ciddi önlem söz konusu değil. Sayıları yüz binleri bulan sözleşmeli çalışanların ve memurların sendikalaşma sorunları ise ya hiç sözü edilmeyen ya da seçim yatırımı olarak ucundan dokunulan konular.
Parti liderleri TÜRK-İŞ’e ziyarete gitmeden önce sermayenin sınıf örgütleri TÜSİAD ve TOBB’a gittiler. Çünkü hiç bir burjuva partisi ve liderinin onların gözünden kaçma şansı yoktur. Aksine, gelecekleri, oy’larını istedikleri işçi ve emekçi sınıflarla değil, diğerleriyle sağlayacakları uyuma bağlıdır. ANAP’ın yıllar sonra başarısızlığına ilk hükmünü verenler, “istikrar” için eski tas eski hamam demagojilerle yeni DYP, ya da ekonomik-siyasi buhran dönemlerinde olduğu gibi işçi emekçi yığınları, yeni bir aldatmacanın aracı olarak kullanılan sosyal-demokrat bir iktidar veya koalisyonlar vs. vs. iktidar arayışının, kendileri için en iyiyi tercih ve onu hükümet yapma bu kuruluşların varlık nedenidir. Güncel bir örnek (hatırlanacağı üzere) TÜSİAD başkanı B. Eczacıbaşı, TÜSİAD İstişare Konseyi üyesi Feyyaz Berker, TÜSİAD eski başkanı Ali Koçman ve diğer TÜSİAD üyelerinin Ecevit’in TÜSİAD’daki konuşmasının ekonomik eksikliklerini, en önemlisi de Ecevit’teki değişmenin kendileri ile olan yakınlıkları açısından önemli gelişme sayılması haberlerinin günlük basında boy boy işlenmesinin anlamı liderlerin bu kuruluşların sınavından aldıkları puan oranında burjuva politikasında gelecekleri olduğu ya da olmadığıdır.
İlginçtir ki, sermaye sınıfının temsilcileri de işçi sınıfının sözde temsilcileri de burjuva partilerinden muhtelif adaylara destekte birleşiyorlar. Bu da sendika yönetimlerinin çıkarlarının hangi sınıflarla uyum içinde olduğunu gösteriyor.
Parti liderlerinin Türk-İş’i ziyaretinde, TÜRK-İŞ’in de partilerden istekleri var kuşkusuz. Şevket Başkan’ın açılış konuşmalarında şöyle deniliyor: “… Kısaca; Anayasa ve yasalarda demokrasiye, temel insan hak ve özgürlüklerine aykırı bütün düzenlemeler ortadan kaldırılarak; çoğulcu, özgürlükçü, katılımcı parlamenter demokrasinin tüm kurum ve kuralları ile yeniden ve sağlıklı bir biçimde işlerliğe kavuşturulması sağlanmalıdır.” Dileklerinin gerçekleşebilmesi için olsa gerek Ş. Yılmaz, Türk-İş’e bağlı sendikalardan farklı siyasi partilerden aday olduklarını belirterek devam ediyor: “herkesin siyasi kanaatine hürmetimiz olduğuna göre, siyasi tercihleri doğrultusunda çeşitli siyasi partilere müracaat edenlere hayır diyemeyiz. Bizden müsaade almıyorlar. Bu tabanda bir bölünmeye yol açmaz, (neden açsın ki!) Biz şu ya da bu partiyi destekleyin demiyoruz. Adaylıklar sıkıntı yaratmaz. Herkes siyasi tercihine göre oyunu kullanır. Kimsenin oyuna kimsenin ipotek koymaya hakkı yoktur. Adaylık için müracaat etmek bir siyasal tercihtir. Bizde siyasi tercihlere müdahale demokrasiyi yanlış anlayanlara ait.” diyerek, TÜRK-İŞ erken şeçimdeki tavrını; tek arısı Segula, balı baldıran olan, çürümüşlüğünün hıncını işçi-köylü-emekçi kitlelerden alan ANAP’a, sandıktaki kokusunun işbirlikçi kapitalizme, dikenlerinin de Türk Kürt emekçi halkına düştüğü “gül bahçesi” SHP’ye, sabahı olmayan Günaydın’ın DS’sine, daha dün emperyalizme ve faşizme karşı mücadelenin bayrağı gençlik önderleri darağaçlarına gönderilirken, yükselen gençlik mücadelesi kanla yıkanırken şapkasını alıp kaçan, şimdilerde oy istemek için aynı şapkayı eline alan sabık faşist politikacı liderin DYP’sine adaylar vererek Türk-İş tüm burjuva partilerinin gönlünü alan tavrını sergiledi. Sonuçta, tekellerin karlarını sınırlamak gibi, emperyalist sömürü ve talana karşı koymak gibi, işçi ve dar gelirli emekçi yığınların yaşam koşullarında kısmi de olsa bir iyileştirme sağlamak gibi dertleri sıkıntıları programları olmayan partilere adaylar vererek, mevcut sendikal politika ve anlayışının ihanetçi, uzlaşmacı hakkını yemediğini bir kez daha gösterdi.
Kendi sınıfına kendilerini seçmiş insanlara tüm yaşam biçimleriyle yabancılaşmış sendika yönetimlerinin 20 Ekim’de oynanacak iktidar oyununda aldıkları rol; tebaası açlık ve kırbaç altında ezilen kralların mutfağında saray arıcılığıdır. Kral ölür. İyi aşçıları, gelen yeni kral da gözetir. Krallar değişse de saray alşçılarına mutfaktan az çok bir şeyler kalır.
Türk-İş’e bağlı sosyal demokrat sendikacıların umudu SHP’den aday olan sendikacılarda
Türk-İş’e bağlı sosyal demokrat sendikacıların SHP’den aday olan sendikacıların parlamentoda işçileri temsil edeceğini iddia ederek SHP’yi desteklemeleri aldatmacadan, işçi ve emekçilerin gözlerine düzen perdesini çekme çabasından başka bir şey değildir.
SHP’den milletvekili adayı olan sendikacılar, parlamentoda sınıfı temsil edecekler! Diğer partilerden aday olan sendikacılar da “aynı işi” yapmak için aday olduklarını söylemediler mi?
Hava-İş Sendikası yönetici eskisi İbrahim Öztürk ANAP’tan aday. Türk-İş’in ideolojik-siyasi mimarlarından Emin Kul ANAP İstanbul 2. Bölgeden aday. İstanbul 3. Bölgeden DYP’den Orhan Balla (son anda istifa etliği söylentileri var). Çimse-İş Başkanı Tamer Eralan DYP’den. Zonguldak 1. Bölgeden SHP’nin ilk sırada adayı Şemsi Denizer, Bartın 1. Bölge adayı Sabri Cebecik, SHP İstanbul 4. Bölgeden Yener Kaya bilinen yeni sendikacı milletvekili adayları, önceki seçimlerde milletvekili olan sendikacılar hariç.
SHP’den, ANAP’tan, DYP’den milletvekili olan adayların kendi alanlarında, yani sınıfın içinde sınıfın dışında yaşamış adaylar olup, sınıfa ne denli yararlı olabildikleri tartışmalıdır. Emin Kul ve İbrahim Öztürk’ün kim olduğunu işçi sınıfı özellikle iyi bilir. Orhan Balla yine öyle. Son anda istifasını verdiyse, o da kendisinin kim olduğunu bildiğindendir. Burjuva politikada yüzsüzlüğün, ikiyüzlülüğün sınırı olmadığına, işçi düşmanlarının milletvekili adaylıklarında yeniden tanık olunuyor.
SHP’nin milletvekili adayları sendikacılara gelince; herhangi bir ilin spor kulübünün futbolcusu tavırla önce SHP, sonra şantaj için herhalde DYP, ardından tekrar SHP’ye transfer olan Şemsi Denizer gibi sendikacılar mı parlamentoda sınıfı temsil edecekler! Burjuva partilerin herhangi birinde karar kılma iç tutarlılığından yoksun bir aday, üstelik de SHP içinde bu işi üstlenecek! İşçi sınıfının onurlu temsili ne Ş. Denizer’ler ne de SHP gibi burjuva partilerine emanet edilmiştir.
ANAP’ın 8 yıldır Türk-Kürt işçi, köylü, emekçi çoğunluğa karşı işlediği, hesabını tutmanın olanaklı olmadığı suçlarını kimler besledi, kimler destekledi, ANAP her şeye muktedir miydi?
– Körfez’e emperyalist saldırıda izlediği saldırgan politikayı, üslerin kullanımını, yalnızca Kürt’lere değil, emperyalizmin, tüm Ortadoğu halklarına saldırı odağı olarak kullanacağı Çekiç Güç’ün getirilip yerleştirilmesine,
– ANAP’ın izlediği ekonomik politikalara,
– SS Kararnamelerine, en son anti-terör yasası denen terör yaratmakla mükellef yasanın, basının ve halkların başına balyoz gibi indirilmesine, sistemli olarak sürdürülen işkence ve katliamlara… Evet, bugün ANAP’ın porsumuş koltuğuna talip olan hangi burjuva partisi adını aldıkları “muhalefet çıkışı”nı yaptı. Şimdi programları, vaatleri ikiz üçüz kardeşler kadar benzeyen partilerden SHP adayı olan sendikacılar SHP’yi atlayarak işçi sınıfının parlamentodaki sesi olacaklarmış. Sosyal demokrat sendikacılar burjuva partiler içinde sınıf temsilcisi olmak sözüyle geniş işçi-emekçi yığınlarının gözünün içine baka baka yalan söyleyerek kitleleri serlerin en kötüsü ehven-i şer’e davet ediyorlar.
Sosyal demokrat sendikacıların SHP’den aday olan sendikacıları destekleme gerekçelerinden biri de dünyanın değiştiği şu malum ağıt “sosyalizm öldü”, duvarlar yıkıldı, sosyalizm isteyemeyeceğimize göre bize en yakını SHP’dir, gibi sık başvurulan kolaycı anlayışa sığmıyorlar.
Türk-İş Başkanlar Kurulunda, Türk-İş yönetimine eleştirel tavır konusunda birkaç dürüst sendikacıya bile destek vermekten aciz sayıları 16 olan sosyal demokrat sendikacılar Türk-İş’in yarısı demektir. Türk-iş’in mevcut politika ve anlayışlarının sınıf düşmanı niteliğinden yalnızca üst yönetim değil, kaypaklıkları ile sınıfa olan güvensizlikleri, inançsızlıkları ile de kendine sosyal demokrat diyen sendikacılar da suçludur. Sosyal demokrat sendikacılardaki genel eğilim devrimcilerden, sınıf bilinçli işçi önder ve kitlelerinden uzak, kaçkın durmak ama o’nun dışında düzenin sınırları içinde kalan her türden uzlaşmacı, revizyonist sınıf düşmanı ideolojilerle ileri sözler ardına gizlenip bütünleşmektir. Biraz üzerlerine gidildiğinde ise, “yalnızız, desteğimiz yok, işçilerin durumu geri, ileri şeyleri savunursak dışlanırız” ifadeleriyle aslında kendilerinden geri olmayan, kendilerinin yabancılaşıp dışladığı sınıftan kaçarak burjuva türden içeriklerle bütünleşmektir. Bu tavır 1 Mayıs’larda, 3 Ocak’larda, sınıf hareketliliğini içeren tüm durumlarda olduğu gibi, şimdi de seçimlerde ehven-i şer mantığıyla SHP’ye sarılmaları aynı eğilimin uzantısından başka bir şey değildir.
TÜRK-İŞ’li sendikacıların faşist, gerici, uzlaşmacı seçim politikasına karşın, bugün Devrimci Komünistlerin seçim taktiğine destek veren işçi, işyeri temsilcileri ve devrimci sendikacıların tutumu gelecek için gerçek umuttur. Tüm güçlüklere rağmen birçok seçim bölgesinde adayların işçiler olması bunu gösteriyor.
20 Ekim seçimlerinde burjuva partileri dışında bağımsız devrimci, demokrat milletvekili adayları seçim oyununu bozacak tek seçenektir. Bağımsız devrimci, demokrat adaylar parlamentoda ayrıcalıklar peşinde, değil.
Bağımsız devrimci demokrat adaylar, on yıllardır burjuvazinin türlü yöntemlerle, omuzlarının üzerinden aldığı beyni yerine getirmenin, sormanın, düşünmenin, düşüncenin canlı tutulmasının, ezilen, soyulan yığınların çığlıklarının hedefini göstermek için parlamentoya aday oldular.
Bağımsız devrimci, demokrat adaylar, işçi sınıfının onurlu temsilini üstlenmek, burjuva partilerinin ikiyüzlülüğünü teşhir etmek için aday oldular.
Seçimlerde burjuva partilere oy yok, diyerek, bağımsız devrimci-demokrat adayların desteklenmesinden ürkmesi gerekenler işçi-köylü emekçi yığınları değil, burjuvazinin şu veya bu kesiminden çıkarı olanlardır. Sendikal hareket içinde de sosyal demokrat yelpazede yer alan sayıları az da olsa sosyal demokrasinin, reformizmin kaygan zeminine iyice yapışmamış dürüst namuslu sendikacıların da ürkmemesi gerekir.
Sosyalizmin şahlandığı yıllarda herkes sosyalistti ve yine öyle olur. Önemli olan geçici yenilgi döneminde yaşamın her alanında olduğu gibi güncel bu seçimlerde de sosyalist, devrimci-demokrat değerlerin savunulması, ona uygun davranılmasıdır. Bu zorunluluk, işçi, köylü, tüm emekçi sınıflar kadar, dürüst namuslu aydınlar, yazarlar, memurlar, sendikacılar için de vardır.
EK:
Şükran Ketenci, Türk-İş’in “partiler-üstü” politikasını SHP’den yana “değiştirmesini” istiyor!
Burjuva basının köşe yazarlarının, yazılmaya, söz söylemeye değer olaylarda ve durumlarda aldıkları tavır, burjuvazinin eli-gözü-kulağı-dili olmaktan ibaret.
Konu; seçim ve sendikalar olunca, Ş. Ketenci görmezden gelinemez. İşçi ve sendika sorunlarıyla ilgili köşe yazarlarının “ciddi kalemi” Ş. Ketenci, erken seçim gündeme gelir gelmez diğer meslektaşları gibi kalemine sarıldı. Sendikacıların duyarsızlığından, seçimlere ilgisizliğinden, işçi düşmanı ANAP’a tavır alınmamasından yakınıyor. Türk-İş’in “partiler-üstü” politikasına son vermesini istiyor.
Ş. Ketenci’ye sormak gerekir, Türk-İş’in partiler-üstü politikası ve tarafsızlığı hangi anlamdadır. Gerçekten tarafsız mıdır? Partiler-üstü tavır demagojiden başka bir şey midir? Emeğin, sermayenin, sömürenin, sömürülenin kim olduğu gibi basit gerçekleri bilen, düşünen her insan gibi, kişi bir de konumu işçiler ve sendikaları akıl hocalığı olursa, sorunun yanıtını bilmemesi olası mı!?
TÜRK-İŞ, TÜRK-İŞ olalı, ne tarafsız oldu, ne de partiler-üstü politika izledi. Aksine, tarafsızlığı ve politikasızlığı burjuvaziden yana olmak, sınıfa karşı burjuvazinin politikasını savunmaktı. Sınıfın ve emekçi kitlelerin yükselen hareketinin önünden kaçmak için “tarafsızlık” demagojisine sığındı.
TÜRK-İŞ’in tarafsız olmadığına binlerce örnek bulunabilir. Bellekler hala tazedir: 12 Eylül faşizminin özgürlüklerin kırıntısına tahammül göstermediği koşullarda, TÜRK-İŞ’i kapatma gereği duyulmadıysa, bu TÜRK-İŞ’in “tarafsız”, “partiler-üstü” faşizme verdiği desteğin bir ifadesidir. Ş. Ketenci’nin TÜRK-İŞ’in tarafsız politikasını terk etmesinden anladığı, ANAP’a karşı SHP’nin desteklenmesidir. TURK-İş her partiye aday vererek, bu konuda adil davrandı! İşçinin ve sendikal sorunların “bilincinde” olan yazar, sermayenin şu ya da bu gücünün iktidar oyununun sergilendiği göstermelik parlamentoya işçilerin bel bağlamalarını istiyor. Umudun SHP’de olduğunu hemen her yazısında vurguluyor. Her kursak kendi kavurgasını istermiş. Ş. Ketenci’nin kendini SHP’ye yakın bulması anlaşılır bir şey. Ama işçi sınıfı ve emekçi kitlelerin SHP’ye umut bağlamaları için değil, tüm düzen partilerine olduğu gibi SHP’ye de oy vermeyip, ders vermek için nedenleri vardır. Ş. Ketenci, Türkiye gibi ülkelerde, parlamentonun göstermelik rolünü, burjuva partilerin işçi ve emekçiler için çözüm olmadığını bilmez mi? SHP’den aday olan sendikacıların diğer düzen partilerinin adayları gibi sandalye sevdasını, işçi sınıfına uzaklığını bilmez mi? Hepsini bilir. Ama en çok da, Cumhuriyet Gazetesinde kendi köşesindeki rolünü bilir ki, işçi ve emekçileri kandırmanın, oyalamanın aracı oluyor.
Ekim 1991