Kamu çalışanları mühürleri söktüler!

90 Temmuz’unda yükselen kamu emekçilerinin mücadelesi grevli-toplu sözleşmeli Eğit-Sen, Tüm Bel-Sen, Tüm Sağlık-Sen ve Tarım-Sen’in kurulmasıyla taçlandırıldı. Devletin yoğun olarak sürdürdüğü baskı ve gözdağlarına rağmen, kamu çalışanları sendikaları hızla örgütlendi, kitleselleşme yolunda ilerledi. Bu gelişme karşısında baskı ve engellemeler had safhaya ulaştırıldı; sendikaların kapılarına mühür vuruldu.
Mevcut yasalarda herhangi bir açık ve doğrudan yasaklama olmadığı için, kurulmasına yasal engelleme bulunmayan kamu çalışanları sendikalarına, başvurudan hemen sonra İstanbul Valiliğinin bir kararı bildirilmişti. Bu kararda, memurların sendika kurmalarına ilişkin bir yasal düzenleme olmadığından, başvuru evraklarının yürürlüğe konmadığı ve kurulan sendikaların sendika olarak kabul edilmedikleri belirtiliyordu. Valiliğinin işleminin iptali ve yürütmeyi durdurma istemi ile Eğit-Sen, Tüm Bel-Sen ve Tüm Sağlık-sen’in idare mahkemesine açtığı dava sonucunda; mahkeme usulüne uygun başvuruyla sendikaların kurulmuş sayılacağını, memur sendikalarının sendika olup olmadığına karar veremeyeceğini, belirterek bu nedenle valiliğin işleminin durdurulmasına ve dosyaların işleme konulmasına karar verdi. Daha önce valiliğin sendika olmadıklarına ilişkin verdiği karara dayanarak, Eğit-Sen, Tüm Bel-Sen, Tüm Sağlık-Sen ve Tarım-Sen polis tarafından umuma açık yer olarak gösterilip mühürlenmişti.
Sendikaların mühürlenmesi, mücadelenin düzen-dışı konuma itilmesine ve sendikacılığın binalara hapsedilmesi yerine fiili sendikacılık şekline dönüşmesine yol açtı. Sürgünler, gözaltılar, baskılar alabildiğine yoğunlaşırken, kamu çalışanları yine alanlardaydı, Ankara yollarındaydı.
Mahkemenin, memur sendikalarının usulüne uygun başvuru yaptığı için sendika sayılacağına karar vermesi üzerine, mühürlerin gerekçesi (umuma açık yer) ortadan kalkmıştı. Bu nedenle, valiliğe mührün sökülmesi için yapılan başvuru yapıldı. Ancak valilikçe başvuruya hiç bir cevap verilmedi. Devlet, kendi yasalarını bile uygulamaktan kaçınıyordu.
Bunun üzerine, Eğit-Sen, Tüm Bel-Sen ve Tüm Sağlık-Sen sendikaları, sırayla Eylül ayının 14’ü, 16’sı ve 21’inde “kendi gücüne güven; hak verilmez alınır” şiarıyla sendikalarını açarak faaliyetlerine devam ediyorlar.


İşten atmanın da püf noktası var!

Özellikle magazin gazetelerinin her gün yayınladıkları küçük köşelerdir “püf noktalan”. Eskimiş ayakkabıların, sökülmüş elbiselerin, yıllardır giyilmekten rengi solmuş memur pantolonlarının nasıl giyilir hale geleceğini anlatarak, içimize bir avuç su serperler. Bütün bunlar zaten bir zorunluluk ve yazgıdır. Değişmez. O halde küçük “Pollyanna” çözümleri bulmak lazımdır.
Dünya gazetesi de bu zavallı mantıktan yola çıkmış ve bir köşe hazırlamış: Yöneticinin Not Defteri.
Geçtiğimiz ay içerisinde bu köşe yöneticilerin ve işletmecilerin önemli sorunlarından biri olan “işten çıkarma zorunluluğu” üzerine hayli hissi bir yazı çıktı. Magazin gazetelerinde yoksulluk mutlaklaştırılarak “bir lokma, bir hırka” felsefesi önerilirken, Yöneticinin Not Defteri işten atmanın “püf noktası”nı öğretiyor. Onun yola çıktığı mutlak ve değişmez olan şey ise “ömür boyu istihdamın” bir hayal olması. İşten atmak bir yöneticinin istemediği, elinde olmayan sebeplerle ortaya çıkan bir zorunluluk Dünya Gazetesi’nce. Ama bu “usulü ve adabınca” yapılmalı. Vezir idama mahkûm. Bu kesin. Ama padişah onu “en iyi sözlerle ve taltifle göndermeli idama” Sömürü düzeninin, sermaye egemenliğinin, yoksulluğun sürüp gitmesinin “püf noktası”nı açıklıyor Dünya Gazetesi. Hiç değiştirmeden yayınlıyoruz. Yorumsuzdur.
“İşten adam çıkarmak” yöneticiliğin en zevksiz ve hassas duyguyla yüklü görevlerinden birisidir. Hal böyle olmakla beraber, “ömür boyu istihdam” bir Japon esprisi olmaya devam ettikçe, bundan kaçış yoktur! Üstelik işten adam çıkarma (tenkisat: atma, şutlama, personel indirimi vb.), bazı sağlıkları (vücuttan ziyade kafa sağlığı!) tartışmalı yöneticilerce, bir güç sembolü, gövde gösterisi yapma imkânı ve ağırlıkla patronlara karşı olmak üzere, üçüncü kistlere yaranma/mesaj verme taktiği olarak görülebilmektedir.
Bazen yönetim de, adam çıkarma konusunda baskı ve empozelerle karşılaşmakta, kontrol ile isteğinin dışında bu tür olaylar gelişebilmektedir. Durum ne olursa olsun, “işten adam çıkarma” işi de, belirli bir usul ve adap dâhilinde yerine getirilmelidir, ilk kural mümkün olduğunca sakin ve saldırganlıktan uzak bir tavırla kararı tebliğ etmektir. Aksi tavırlar, ani veya uzun süreli saldırı, kindarlık ve hesaplaşma arzularını pompalamaktan başka bir işe yaramaz! Yönetici olarak duygularınızı gereğinde gizlemeyi/maskelemeyi bilebilmelisiniz.
Ayrıca uzun ve ayrıntılı nedenlere, sözün dönüp dolaştığı dolambaçlı konuşmalara gerek yoktur. Kısa ve kesin konuşunuz. Islarlar uzarsa, nazikçe “yargı yollarının açık olduğunu” söyleyip şahsı bertaraf ediniz.
Hırsızlık, ahlaksızlık gibi nedenlerle tasfiye edilenler dışında, diğerlerine mümkünse, alternatif işler bulmada yardımcı olmaya çalışmalıdır.
İşten atılmaları, personel yöneticisince tebliğ edilen bir uygulama olmaktan çıkararak kendiniz tebliğ ediniz. Yöneticiliğin sadece “kaynak taraflarına” değil, zorluk ve üzüntülerine de hazır ve idareye muktedir olduğunuzu dosta düşmana gösteriniz!.. Tarihten hisse almak isterseniz, vezirini en iyi sözlerle idama yollayan padişahları düşününüz. Unutmayınız ki, üslup ve adap, her yerde, her zamanda, her konuda geçerlidir, modası geçmeyen tek şey de, her işi usul ve adabına uygun yapmaktır.
Her işi, adım atmak dâhil, “uhuletle ve suhuletle” yapmak gibi erdem bulunmaz. Kendinizi bu erdemden mahkûm etmeyiniz.

Çorum-Karakaya’da direniş sürüyor!
Çorum’un Bayat ilçesine bağlı Karakaya Linyit İşletmesinde 75 gündür bir direniş yaşanıyor. Yine işçi kıyımı. Günde 15-20 bin TL’ye bütün sosyal haklardan ve iş güvencesinden yoksun olarak çalışmaya mahkum edilen maden işçileri, üzerlerindeki sömürüyü bir parça olsun hafifletebilmek ve yalnızlıktan kurtulup örgütlenmek, örgütlü mücadeleye atılmak için Türk Maden-İş Sendikası’nda örgütlenmeye başlıyorlar. İşçilerin sendikalaşma çabalarını öğrenen işletme sahibi Hakkı Köse, gelişmelerin önünü almak için, 14 Temmuz 1991 tarihinde silahlı adamlarıyla işçilere saldırıyor. Olayda bir işçi işverenin adamlarının açtığı ateş sonucu yaralanıyor. İşçilere ve emekçilere karşı yapılan benzer birçok saldırıda olduğu gibi, devlet yine sermayenin yanında yer aldı, işvereni korudu.
Karakaya Linyit İşletmesinde 300’den fazla işçi, en ilkel koşullarda: tahkimat direkleri çürük ocaklarda baretsiz, maske, grizumetre gibi bir maden ocağında bulunması hayati zorunluluk taşıyan en temel ve basit araç-gereçten dahi yoksun olarak çalışıyorlar, işyerinde ne doktor, ne ambulans ne de bir revir var. Herhangi bir iş kazası anında, 25 km uzaklığındaki sağlık ocağına işçiler ancak kendi olanaklarıyla gidiyorlar.
İşyeri şehirden yalıtılmış bir durumda. Ve aynı durum direnişte de sürüyor. Direnişçi işçiler aylardır ailelerinden, evlerinden ve çocuklarından uzak, toprak zemin üzerine kurulu naylon çadırlarda yaşıyorlar. Ve yine, tuvaletin olmadığı tepede işçiler suyu ancak 4-5 saatlik mesafeden jandarma kontrolünden geçerek bidonlarla taşımak zorundalar. Zatürree, bronşit, güneş yakması gibi hastalıklar yaygın olarak görülüyor. Direnişçi işçiler salgın hastalık tehlikesiyle karşı karşıya bulunuyorlar. Direnişin zorluğu yalnızca jandarma ve işverenin baskı ve tehdidiyle sınırlı değil. Açlık, susuzluk, hastalık da büyük bir tehlike direnişçiler için. Ama işçiler kararlılar. Başlangıçta 340 olan sayılarının 180’e düşmesi direnişçi işçilerin moralini sarsmıyor.
Örgütlenmeye çalıştıkları sendika, direnişçi işçilere gerekli desteği sağlamıyor. Hatta T. Maden-İş Sendikası, işçileri direnişten vazgeçirmeye çalışıyor. “Direnişten vazgeçin, sizin haklarınızı biz savunuruz” demagojisiyle işçileri uyutmak istiyorlar. Oysaki işçi sınıfı bu türden demagojilerin ardından hep ihaneti gördü. Ve her aldanışın bedelini çok ağır ödedi. Barikatlar, hep bu türden oyunlar, düzenlerle yıkıldı. Zonguldak madencilerinin yürüyüşü böyle bitirildi. Şimdi; işçiler ve emekçiler için sömürü ve baskı koşullarının şiddetlenerek, yeni koşullarda sürdürülmesinin bir aracı olarak tezgahlanan bir seçim gündeminde, burjuva partilerin hepsi bol bol vaatlerde bulunmaktan başka bir şey yapmıyor. Burjuva partilerin hiç birisi Karakaya işçilerinin sorunlarının bir tekine bile ilgi göstermiyor. İşçi sınıfının mücadelesinin her yükselişinde başı sıkışan burjuvazinin imdadına yetişen Türk-İş’li, Hak-İş’li ve diğer sendika ağaları bu seçimde de işçi ve emekçilere karşı burjuva düzenden ve burjuva partilerden yana tavır alıyorlar. İşçi sınıfının mücadele, deneyim ve kazanımlarının üzerine oturarak mecliste koltuk kapma yansına giriyorlar.
Çorum Karakaya işçileri, işte bu koşullarda direnişlerini sürdürüyorlar, sürdürmekte kararlılar.

KÜÇÜKÇEKMECE BELEDİYE İŞÇİLERİ DİRENİŞTE
18 ay önce, toplu sözleşmelerini imzalamalarından buyana, bir ay bile ücretlerini zamanında alamayan Küçükçekmece Belediye işçileri, belediyenin uygulamasına karşı birleşerek mücadele yolunu seçtiler.
Normal olarak 14 Eylül’de verilmesi gereken aylık ücretleri verilmedi. 24 Eylül’de verilmesi gereken kışlık kaban parası da oyalamaya alındı. 27 Eylül ise ikramiyelerin verilmesi gereken gündü. Ama belediye yöneticileri bin bir bahaneyle onu da ödemeyip, bugün, yarın diye işçileri oyalamaya koyuldular. Bu her ücret ve ikramiye döneminde başvurdukları yöntemdi.
Sendika yöneticileri ve işçilerin ödemeler için girişimleri sonuçsuz kalınca, işçiler çeşitli eylemlere giriştiler. Eylül sonuna kadar üç kez birimlerden belediyeye kadar yürüyerek işverenleri protesto eden işçiler, Ekim ayının başında alacaklarının ödenmemesi halinde geniş çaplı eyleme başvuracaklarını belediye yöneticilerine duyurdular. Bu arada Küçükçekmece Belediye Başkanı Ertuğrul TIĞLAY, geride “5 milyarlık karşılıksız çek bırakarak kayıplara karıştı”. Ne var ki, bunun da oyalama taktiğinin bir parçası olduğunu bilen işçiler, 2 Ekim günü, (2000 kişi) ellerinde boş tencereleri olan aileleriyle birlikte birimlerden yürüyerek, sloganlar atarak Belediyenin önüne geldiler. “Hakkımızı söke söke alırız” sloganıyla kadınlar, polisin engelleme çabalarına karşın binaya girdiler. Ama Belediye başkanı çoktan kaçmıştı.
İşçiler Belediyenin önünde toplanarak sloganlara devam ettiler. Burada, Belediye-İş 2 No’lu Şube Sekreteri Hilmi KARAOĞLAN, Genel Teşkilatlanma Sekreteri Hüseyin ÖZKAN konuşmalar yaparak eylemi desteklediklerini, işçilerle birlikte olduklarını belirttiler.
4 Ekim günü eylem genişleyerek devam etti. İşçiler, 4 Ekim saat 10’a kadar alacakları ödenmediği takdirde yeniden eyleme geçme kararı almışlardı. Saat 13’te eyleme geçtiler. Bakırköy ve Gazi Osman Paşa belediye işçileri de araçlar ve çöp arabalarıyla Küçük Çekmece işçilerine katıldı. Kornalar çalarak E-5’e çıkan işçilere Makina Bakım Atölyelerinin işçileri de katıldı. Yarım saat boyunca E-5 trafiğe kapandı. Ağır ağır ilerleyen kamyonlara büyük bir işçi kalabalığı coşkulu alkış ve sloganlarla eşlik etti. Birleşince güçlerini daha içten duyan İşçiler “Yaşasın İşçilerin Birliği”, “İşçiyiz, Haklıyız, Güçlüyüz” diye haykırıyordu.
Belediye işçilerinin eylem, salt ekonomik talepler uğruna yapılmış bir eylemdi ama işçilerin birleşen gücü ve coşkuları bu basit taleplerin ötesine geçiyordu. Daha önemlisi en basit talepleri için bile birleşmek gerektiğini fark ediyorlardı. En büyük kazançları da buydu.

PERDECİ
Mehmet Esatoğlu

SEÇ! Haydi, SEÇ biraz…
Sisli bir İstanbul sabahı başlangıcı. Sis ve sabah henüz kendini ele vermemişken, tiyatroda prova, gece yarısından sabaha doğru ağır ağır akıyordu.
Prova bitimi oyuncular uykulu-yorgunluklarıyla çıkmaya başladılar tiyatrodan. Perdeci ve oyuncu kız çıkarken bir an durakladılar. (Perdecinin eski bir alışkanlıkla sahne ve civarında yanık izmarit arama telaşı.)
Yürüdüler.. Sis ağır ağır caddeyi sarıyordu. Perdeci, uykusuzluğa ve yorgunluğa aldırmadan oyuncu kıza prova bitimi karlı bir Duisburg sabahım anlatıyordu.
Oyuncu kız dinledikçe coşkulanıyor ve geçen yıl topluluğun oynadığı, kendisinin rol almadığı bir oyundan şarkı mırıldanıyor:
Oradan geçen
Bir başka kuş
Delince karanlığı
Yerlerde bildiriler uçuşuyordu. Oyuncu kız bitmeyen bir tutkuyla her yinelenişinde kaçınmadığı Solanas’ın ünlü “GÜNEY” filmini anımsatıyor.
(Filmde hep bitmeyen bir atmosferdir, sis ve uçuşan bildiriler…)
Uzun bir süre yürüdüler, sabahı koklayarak.
Oyuncu kız, “provadan hiç söz etmedin, sence kayda değer bir şey yok muydu?” Perdeci suskun…
Oyuncu kız birden -öfkeyle- “oynayacağım kız benim şu anda oynadığım değil belki, ama şişko yönetmenin oynamamı istediği tip hiç değil. Kafasında bir resim var, sürekli beni oraya çekmek istiyor.
Perdeci “bir tartışma mı bu?”
Oyuncu kız “hayır ama yönetmen kim? Oyuncu ne? Huzursuzum…”
“Oyunu okuyorum, bir sürü sözcük. Sözcüklerle tek tek buluşmaya çalışıyorum. Tam dokunurken koca göbeğiyle dalıveriyor araya şişko yönetmen. Sözcükler kopuyor. Kovalamaya başlıyorum. Yakaladıkça ucundan, kaçırıyorum. Yalvarıyorum:
“Hey sözcük! Kaçma! Haydi, sütünü ver. Yeniden yoğurayım seni. Gel, yeni bir boyuta gidelim. Metnin üzerinde kalırsan çürürsün zamanla. Yeniden üredikçe yaşarsın. ‘Olmak ya da olmamak’ı düşün. Hala ne kadar canlı değil mi?
“Sözcük uçuyor. Duymadı. Bırakmayacağım peşini. Soluğum terk etme yüreğimi.”
Perdeci, “kulağın iyi mi?”
“Anlamadım.”
“Duymakla işitmek üzerine ortaokulda bir parça okumuştum. Belki de görmekle bakmak üzerineydi. Bence şişko yönetmenin bazı ara sözcüklerini kaçırıyorsun gibime geliyor.”
Oyuncu kız, “doymuyorum”
“Sor”
Oyuncu kız, “sormak…” “Soruyorum bazen, yanıtlar kafamdaki bütünlüğü dağıtıyor.” “Yeni sorular… Hiç görmediğim bir boyuta sürüklüyor beni…””… Yoo, her zaman keyifli olmuyor bu yolculuk.”
“Çehov’un MARTI’sını çalışıyoruz. Yönetmen yardımcılığı yapıyorum. ‘Ben bir martıyım’dan… ‘yoo ben bir aktristim’e doğru bir yolculuk.” •
“Yönetmen oyuncuları yavaşça sürüklemeye başladı, önce bir oyundu bu sanki. Trigonin’i, Treplev’i oynayanlar başta olmak üzere herkes katıldı bu yolculuğa.
“Oynadıkları birer oyun kişisi olmasına karşın sonuçta birer insandı ve toplumdaki sınıflar mevzilenmesinin şurasında ya da burasında bir yerleri vardı. Oyuncular oyun kişileriyle hesaplaşırken bir gün kendileriyle hesaplaşmaya başladılar.
“Oyunun atmosferini yakalamak üzere gittiğimiz göl kıyısında -ki oyun da bir göl kıyısında geçer- oyun ve gerçek içice geçti. Herkes kıyasıya yargıladığı oyun kişilerinin bazı yanlarım kendinde de hissetmeye başladı! Yönetmen, müthiş bir keyifle bu durumu kışkırtıyordu.
Oyuncular sarsıldılar. Çıkış yolu bulamayanlar ertesi gün kapılarını kapamaya başladılar. Yönetmen şaşırdı. Dışarıda kalmıştı.
(Değişmek, hata ve zaafları aşmak Üzerine ucuz reçeteler üretenleri düşündüm bir an.)
(Değişimi kutsayıp yeni adımlan bilinmez bir geleceğe erteleyenleri düşündüm bir an.)
NEŞTERİ HANGİ ANDA VURMALI?…
(‘DÜN ERKENDİ, YARIN GEÇ’ deyip neşteri anında vuranlara EKİM günlerine doğru bir kez daha selam olsun.)
Perdeci, “‘DEĞİŞİM’, bu sözcük ne zor günler yaşadı, şu 91 yılında.”
Değişti birçok şey. Değişen neydi? Değişim düşmanı tutucular avuçları patlarcasına alkışladılar. Teni bir dünya’ dediler.
“Aşağıladıkları eski, çağın başında, BAKÜ’ DE dünya halklarını birlik için toparlarken alkışladıkları yeni, kokuşmuş milliyetçilik duygularım hortlattı çağın sonuna doğru. Saldırdı dünya insanları birbirine acımasızca. ‘Ebedi barış’ın ardında Ölüm çığlıkları yükselmeye başladı.”
“Şimdi de ülkemizde değişim Özerine bir tartışma başladı, seçimle birlikte.”
“Ülke son 11 yıldır yürüdüğü yoldan mı gidecek? Seçim bir değişim mi getirecek?”
“Değişecek diye formüller hazırladılar. Yollara naylon afişler gerdiler. Hangisi hangi partinin belli değil.”
“Ne diyor düzen içi muhalefet:
Değişecek vatandaşlar
değişecek ‘
Biz başa geçince
Olmayan demokrasi
İnmeyen pahalılık
Bitmeyen işkence
Açmayan güller
Değişecek,
Biz baş olunca

Patronlar vekili Bahri Bey der ki: “Toplanıyoruz akşamları, bize anlattıklarım videoda seyrediyoruz. Ardından halka vaatlerini. önce şaşıyoruz, sonra kıçımızla gülüyoruz. Bize anlattıklarını onlara yaparlarsa kopacak kızılca kıyamet. Onlara anlattıklarını bize yaparlarsa, yapışacağız yakalarına, özetle bir kaç ucu boklu değnek.”
“Tepede biz olacağız, ama her şey değişecek. Hem de aleyhimize. Peki, beyler, bizim patronlar derneğinde işiniz ne?”
Halk korosu:
“Doğru ya… Nasıl değişecek?” Muhalefet
Değişik demokrasi Değişik pahalılık Değişik işkence Değişik güller
“Bu seçim, politikacılar ve reklâmcılar birlikte anılıyorlar. Bin kazık yemişler ‘ne hakla, 35’e bakla’ edebiyatını artık yemiyorlar. Reklâmcılar -imal ve milli olmak üzere sloganlar seçiyorlar yığınları etkilemek üzere.
“Bahar eylemlerinden bu yana ‘açız’ diye sokaklara koşan, sendikalaşmaya çalışanlar, bu sözlerin yüzde kaçım yiyecek? Üstüne kurşun sıkılan Kürtler kendilerinden oy istemeye gelen yüzsüzlere ne yanıt verecek?”
(Haydi partili haykır onlara: KURTULUŞUN SOSYALİZMDEDİR!
Bence tam günü. Kremlin’de 1917’den beri dalgalanan bayrak inerken -bilmene rağmen- için cız etti, biliyorum. Kolay değil, gerçeği görmek, bilmek ve yaşamak.
Unutulan, böylesi zamanların ilk kez yaşanmadığı.
Paris’te komünarların kıstırıldığı o duvarı gördüm bu kış. Yaşadığımız günler gibiydi. Zor… Çok zor.
Umuda dair, insana dair ne varsa, sıkışmış, yok edilmiş, gericilikle duvar arasında.
Geri çekilmenin bir sınırı var. Sınırda da bir duvar.
Duvarın önünde boyun eğmemek. Yüzyıllara karışmak. Yok olmamak.
Yine de ‘hey., hey’ diyenler yüzyıllardır yaşıyor, her an yanı başımızda.
Bütün bu anlattıklarımı düşün. Kızıl bir karanfil uzat onlara. Bizi anlat. Yalnız kalmasınlar: Yem olmasınlar.)
Duvarda çıplak popo çekerek ünlenmiş fotoğrafçıların çektikleri fotoğraflarla donatılmış afişler vardı. Afişlerde iktidar lideri ve muhalefet liderleri gözlerinde garip pırıltılarla bakıyorlardı. Oyuncu kız, bu parıltılardan geleceğimize dair anlamlar çıkarmaya hazırlanırken, afişlerin dibine çökmüş birini gördü.
“Hey, şuraya bak perdeci, liste dışı kalmış bir aday adayı. Göbekleriyle ezip buraya atmışlar.”
Aday adayı, inleyerek:
“Nereden nereye geldik. Bir zamanlar bizim baş muhalefet partimizde sınırlı da olsa bazı şeylere tepki duyan insanlar vardı.”
“Ön-seçimler sırasında kıyasıya sıra kapma dövüşünde bütün bili-nen-bilinmeyen çirkinlikler ortaya döküldü. Bir zamanlar seçilmek, meclise gitmek isteyenlerin dudaklarında -yalan da olsa- bazı umutlandırıcı sözcükler olurdu! Özellikle Belediye Seçimlerinden sonra artık herkes koltuğa oturur oturmaz yapacağı yalama-yutma işlerini tasarlamaya başladı. İktidar bizim bütün adaylar için bir yalama-yutma tarlası.
“İktidar-muhalif belediyelerdeki talanı gıptayla izleyenler göklerini devlet çarkına diktiler. Bir önceki iktidardan yalama-yutma işlerini devralmak üzere kendi aralarında kıyasıya boğuştular. Liste başı olmak için. İktidara yönelik bütün eleştirilerinin satır araları ‘ah biz de yesek’le dolu.
Perdeci, “üzülme, geçmişte sahte bir umutken de farklı değildiler. Faşist terörden hesap sorma iddiasıyla başa geçtikleri gün ‘geçmişe sünger çekeceğiz’ diyerek halk düşmanı canilere hoşgörü gösterdiler. Ortalık kan gölüne dönünce sıkıyönetime sığındılar. Adına da ‘demokratik sıkıyönetim’ dediler.
“1973’lerde meydana çıktıklarında başlarında kasket vardı. Giderek miğfere dönüştü. Miğfer karanlığın başlangıcıydı.” ,
Oyuncu kız, “bizim çocuklar bu kepazeliğe çomak sokmak üzere seçim günlerinde gerçek muhalif bağımsız adaylarla yollara düşmek istiyorlar. Düşünsene perdeci, sokakta ya da kahvede şöyle bir gösteri:
Secim var seçim
Haydi, acımayın seçin
(Seçmek de ne ola ki diye bakma aval aval.)
Seçim ya da demokrasi
Haydi, acımayın demokrasi
(Demokrata de ne ola ki diye bakma aval aval.)
Demokrasi ya da
Latincesi demos kratos
Halkın kendi kendini
Yönetmesi
Haydi, acuna yönet
(Kendi kendini yönetmek de ne ola ki diye bakma aval aval.)
Memlekette olan-bitene
Karar vermek
Haydi, acıma karar ver
(Memlekette demokrasi adına bunca kepazeliğe bakıp da şaşma aval aval.)
Afişlere buyurun
Bütün çeşitler bu vitrinde
Sol gösterip sağ vuranı
Sağ gösterip çift dalanı
Hepsi ama hepsi
Bu vitrinde
(Birlik beraberlik dedikleri bu mu diye şaşma aval aval.)
Perdeci: “Bir dakika beni ayrı koy.”
Oyuncu kız: “Sen kimsin?”
Perdeci: “Ben, gerçek muhalif bağımsız aday.”
Oyuncu kız: “Hani afişin, altında vecizli sözün, anlamlı gülüşlü fotoğrafın?”
Perdeci: “Daha yetişmedi.” Oyuncu kız: “Neden?”
Perdeci: “Malum ay sonu.”
Oyuncu kız: “Meclise girip ne yapacaksın?”
Perdeci: “Kürsüye çıkıp yemin edeceğim.”
Oyuncu kız: “Sonra?”
Perdeci: “Sonra.. Yeminimi bozacağım.”
Duvarın dibindeki aday adayı da katıldı bu oyuna:
Aday adayı: “Erkeksen bizim partide ön seçime gir.”
Perdeci: “Erkek olmak şart mı?”
Aday adayı: “Kadının şansı nanay. Yasalar kadın-erkek eşit diye yazsa da meclis genelde erkekler hamamı gibidir.”
“Zaten kadınları da ön seçimde koca göbekleriyle ezip geçiyorlar. Ön sıralara yerleşiyorlar. Kutluyorlar birbirlerini, ne güzel demokrasi yaptık diye,”
Perdeci: “Evet, koş vatandaş! Bulamazsın daha büyük çirkeflik. Vurma, sövme, sökme, çamur atma, aşağılama her şey serbest. Gerçek muhalefet dışında her şey.”
Haydi başlıyor
Adaylar ortaya
Ezenler kapalı ve numaralı
tribüne
Halk yine açık tribüne
Bağırıyor aday
Ey açık tribün
Sana insanca yaşam
Karşı tribünden itiraz
Höst! zarar ederiz sonra
Kaynak göster kaynak
Evet, adaylar dikkatli atın
Beylere kaynak gerek
Belki de kaymak gerek
(Seçim-meçim derken yine kaymağı kimler yiyor diye bakma aval aval.)
Hazır mısınız kampanyaya? ‘Gözün aydın., daha yapacak işlere., güller açarken.. (Affedersiniz, yer darlığından biraz içice oldu ama bizim dergide bu mavallara fazla yer yok.)
Müjde! Dergimiz seçim bittikten sonraki sabahı şimdiden açıklıyor:
“Başa kim geçerse geçsin enflasyonu ‘düşürmek’ üzere yeni zamlar ve acı ekonomik reçeteler. Zamlara tepkileri etkisizleştirmek için yeni yasalar, yeni sopalar. Ve güzel günlerin sürekli bilinmez geleceğe ertelenişi…”
Zonguldak’tan bir işçi kardeşimiz yazıyor: “1970’lerde ‘1992’de Türkiye’de işsizlik kalmayacak’ diye nutuklar atan adamı yolda görürseniz bana da haber verir misiniz.”
Aday adayı, oyuncu kıza: “bu kadar şamata yapıyorsun anladık, ama oy verme zamanı gelince ne yapacaksın?” Oyuncu kız gülümsedi: “Oyumu ‘bizden seslere’ vereceğim.”
Perdeci, “yine EKİM’e geldik çocuklar. Bu Ekim buruk bir Ekim. 1917’de bütün insanlık adına Kremlin’e çekilmiş kızıl bayrak -1956’dan bu yana bir gecikmeyle- geçtiğimiz günlerde indirildi. 1956’dan bu yana süren maskeli balonun bitişi ilan edildiğinde burjuva demokrasisi ve seçim aldatmacası tahtına oturtularak kutsandı. Her şey yolunda sanılırken küçük bir ‘ayrıntı’ bütün huzurları kaçırmayı sürdürüyor:
PROLETARYA
Ve onun güçleri..
(Proletarya her gün yeni baştan diyor. O böyle dedikçe de benim gönlümde EKİM rüzgârları esiyor.)

İLAN
7. Bölge (Çekmeceler, Çatalca, Silivri) Bağımsız Milletvekili Adayı HİLMİ KARAOĞLAN SECİM BÜROLARI
1. ESENYURT – SON DURAK (Dilan Restaurant üstü) Tel: 596 47 96
2. ESENYURT – SON EVLER Depo Durağı (Minibüs Park Yeri)
3. AVCILAR – Belediye Cad. (Karatay Spor Okulu Karşısı)

4. İKİTELLİ PARSELLER – SON DURAK (Müteahhitler Kıraathanesi üstü)


İzmir Belediyesi’nde direniş

İzmir belediyesinde 8.000 işçi Konak meydanında 10 gün direniş yaptı.
İzmir’de SHP’li belediye başkanı Yüksel Çakmur, göreve gelir gelmez, sosyal hizmet kuruluşlarının özelleştirilmesi formülleri geliştirmeye başladı. Sık sık halka icraat raporu veren Çakmur’un anlatmadığı icraatlarını bir de biz sıralayalım:
-ANAP’lı belediye başkanının başlattığı TANSA’ları TANSAŞ yaparak şirketleştirme operasyonunu tamamladı.
İzmir fuarını belediye bünyesinden çıkarıp işçileride fuardan alarak İzfaş Şirketine dönüştürdü.
-ESHOT’un alternatifi İZULAŞ Şirketini kurdurdu.
ESHOT’un Yeşilyurt, Buca atölyelerini ve otobüsleri İZULAŞ’a karşılıksız verdi. Sırada diğer atölye ve otobüsler var.
İZULAŞ’ta 380 işçiyi sendikadan istifa ettirdi. İstifa etmeyenleri 17. maddeden işten attı.
ESHOT ve İZSU işçilerinin alacaklarını hala vermedi. Bunun için eylem yapan işçilerden 400’e yakınını 17. maddeden işlen altı.
-Üç sendika şubesinin tüm temsilci ve (profesyoneller hariç) yönetim kurullarını işten attı.
-Eylemdeki temsilci ve işçi önderlerini fotoğraflayıp emniyete verdi.
-Tüm işçilere 3 günlük yevmiye kesintisi ve son uyan disiplin cezası verdi.
Bunlar işçilerin “sosyal demokrat” belediyeden beklemediği şeylerdi. Önce şaşkınlık ve tedirginlik yarattı. Ama giderek bunların, sistemin sonuçları olduğunu daha iyi anlıyorlar.
Eylem şartları nasıl oluştu?
Aylardır alacakları ve son maaşları ödenmeyen ve şirketleşmenin tehlikesini gören belediye işçileri sendikasının da kararıyla 26 Ağustos günü üretimi durdurup eylem alanına çıktı. Sendika, İnönü’nün de geleceği fuarın açılış törenlerine gitme kararından son anda SHP ile uzlaşarak vazgeçti. İlk 2 gün işyerlerinde sürdürülen eylem 28 Ağustos’ta Belediye Sarayı önünde tüm işçilerin toplanması kararıyla kitlesel direnişe dönüştü. 28 Ağustos’ta Konak Meydanında 8 bin işçi toplandı. Dövizler, pankartlar asıldı: “ESHOT satılamaz, İş-Ekmek-Özgürlük, Üreten Biziz Yöneten de Biz Olacağız, İşçiyiz-Haklıyız-Kazanacağız vb.” sık sık konuşmalar yapıldı. Coşkuyla halaylar çekildi.
Katılım ve coşkusundan bir şey kaybetmeden 8 gün süren direniş boyunca, 8 bin işçi hep bir ağızdan “İş-Ekmek-Özgürlük, yılgınlık yok direniş var” sloganlarıyla Konak Alanı’nı inletti. Kutlutaş ve Tekel Şarap Tansaş işçileri, Eğit-Sen’li öğretmenler, AHSED, Özgür-Der, Halkevleri destek verdi.
6. günden sonra, hiç makamına gelmeyen işveren, savcılığa suç duyurusunda bulundu. ‘İşbaşı Yap, Maaşını Al” pankartları açtırıp bu çağrıya uymayanları 17. maddeden atacağını söyledi. Sloganlarımız “Gemileri Yaktık Geri Dönüş Yok, 17 de Sökmedi Sökmeyecek” vb oldu.
Belediye işkolunda grev hakkı yokken, yasal olmayan hak 10 günlük eylemle meşrulaşmış, sıra 17. maddeyi işlevsiz kılmaya gelmişti. İşçi kararlıydı. İş güvencesi almadan dönüş yok. Ancak bir taraftan emniyet ve valiliğin diğer yandan genel başkan Fuat Alan’ın şubeler üzerindeki baskısı ve SHP ileri gelenlerinin saldırıları sonucu sendika çevrelerinde tedirginlik ve korku yarattı. 9. gün bitirme kararı almışlardı. Ancak iş güvencesi için protokol imzalatmadan dönülmeyeceğine inanan coşkulu kitle karşısında bu kararı açıklayamadılar. Devrimcilerin müdahalesi yerindeydi. Direniş boyunca ve genelde daha olumlu ve radikal tavır içinde olan 1 no.lu Şube baskılara dayanamayıp hukuki savunmaları tespit ettirmek gerekçesiyle,10. gün direnişin bitirilmesini açıkladı. 1 no.lu Şube daha sonraki günlerde işyerlerinde eyleme devam kararı aldıysa da, gerileyen tansiyon içinde tespit raporunu lehimize çıkarmak adına direniş tümden sona erdirildi.
Bu gerilemenin ardından sıra işverendeydi. Önce maaşları verip ardından alalarında tüm sendika yönetim kurulu üyeleri ve temsilcilerin de bulunduğu 400’e yakın işçiyi 17. maddeden işten çıkardı. Eylemin yasa dışı grev olduğu iddiasıyla, mahkemeye başvurdu. Tüm işçilere 3 günlük yevmiye kesintisi ve “son uyarı” cezası verdi. İZULAŞ’taki 380 sendikalı işçiyi “istifa ettirdi”; etmeyen 3 işçiyi işten attı. Halka yönelik broşürler dağılıp, işçiyi “size duraklarda çile çektiren, suyunuzu akıtmayan, vanaları kıran(!) işçilerle hesaplaştım; kangreni kesip attım 400 işçiyi attım…” diye kötüleme kampanyasına girişti Şu an 4 Ekim’deki mahkemeyi bekleme safhasına giren sendika, etkin eylemliliğini yitirme tehlikesiyle karşı karşıya. Çakmur’un makamına işçi çocukları protesto için gitmişken, bir sendika başkanı “biz ettik sen bağışla” türünden yalvarışlarla İnönü’den, SHP milletvekili adaylarından medet umar pozisyonlarında kalmıştır. Son 28 Eylül mitingine gidip atılmaları protesto etme kararını da uzlaşarak durdurmuşlarken, işçi kitlesinde önceki tedirginlik yerini giderek hesap sormaya, atılan arkadaşları için mücadele etmeye bırakmaktadır, işçi sınıfı tüm bu gelişmeler boyunca devrimci görüşlere güvenini daha bir artırmıştır.
İzmir’den bir ÖD okuru

Ekim 1991

Seçimler, burjuva partiler ve destekçilik

Burjuva partiler seçenek değildir!
Seçimlere, altısı doğrudan ikisi dolaylı olarak 8 burjuva partisi katılıyor: ANAP, DYP, SHP, DSP, RP ve SP’nin yanı sıra MÇP ve İDP, RP ile ittifak halinde giriyorlar seçimlere. Kimi sağcı, kimi solcu olduğunu, kimiyse sağ ile solu bünyesinde birleştirdiğini ileri sürüyor.
Parlamentonun işlevsizleşmesine koşut olarak burjuva partiler de işlevsizleşiyorlar. Partilerin işlevsizleşmesinin iki ana nedeni var: Birincisi, politika yapma, partiler ve parlamenter zeminden görünüş olarak da MGK, ordu ve bürokrasi zeminine kaymıştır, ikincisiyse, buradan kaynaklanarak, partiler ve parlamento, diktatörlüğün ve Eylül rejiminin açık destekçiliği rolünü benimsemiş ve temel konularda aralarındaki demagojik farklar bile silinmeye başlamıştır.
Generallerin, MGK rejiminin partileri birbirleriyle program tartışması yapmıyorlar, programlarındaki farklılık tümden silinme sürecindedir. Eskiden örneğin piyasacılık-özel sektörcülük ve devletçilik çeşitli partilerin programatik tartışma konularından birini oluştururdu; şimdi tümü özel sektörcü-piyasacıdır. Eskiden örneğin faşistlerden, 12 Mart’tan “hesap sorma” demagojisi yapardı birileri. Bugün 12 Eylül’e sadakat konusunda tüm burjuva partiler hemfikirdir, vb. vb. Benzer politikaları uygulamadaki yöntem farklılıkları da giderek azalma ve yöntemler birbirilerine benzeme eğilimindedir. Açık terör, reformlar, aldatmaca, tüm partilerin savundukları yöntemler arasındadır. Kimisi tümünü bir arada, kimisi bazısını öne çıkararak savunuyor. Burjuva partiler arasındaki “kayıkçı dövüşü”nün alanı olağanüstü daralma ve giderek yalnızca pazarlama ve vitrin farklılıkları üzerine oturma eğilimindedir.

ANAP
83’ten bu yana işbaşında olan ANAP, 12 Eylül mirasını devralan başlıca burjuva partidir. Kurucu başkanıyla, ekonomiye ve devlet yönetimine ilişkin izlediği politikalarla 12 Eylül’ün sürdürücüsüdür.
Piyasacılık’ı ideoloji düzeyine yükseltmeye yönelmiş olan ANAP, aslında tekelciliğin azgın bir savunucusudur. Ekonomide tekellerin dikte ediciliği, ürünler, fiyatlar, pazarlar, kaynaklar üzerinde denetimi, tekellerle devletin ekonomik politikalarının düzenleyiciliği, bankaların belirleyiciliği ANAP’ın temel politikalarına yön veren gerçek faktörler olarak “piyasa” aldatmacasının perde arkasını oluşturmaktadır. Vurgunculuk ve yolsuzlukların bile devlet olanakları kullanılarak gerçekleştiği düşünülürse (“hanedan” suçlaması, özellikle belediyelerde benzer konumlar sağlayan suçlayıcıların ağzına yakışmasa da gerçeği yansıtmaktadır), “piyasacılık” savunusunun sahteliği kolayca anlaşılacaktır. Tekeller çağında “serbest piyasa” olmaz. Bu, “özelleştirmeler”in, yani devlet olanaklarının tekellere ve çeşidi özel ve tüzel kişilere peşkeş çekilmesinin kılıfı kılınmıştır.
ANAP, siyasal alanda da “serbestlik”in değil dizginsiz zorbalığın savunucu ve uygulayıcısıdır. Terör yasası gibi melanetler onun eseridir. Siyasal zorun, hukuksuzluğun hukuk haline getirilip meşrulaştırması da bu partinin onurudur.
ANAPın önemli bir özelliği, esnekliği, örneğin Kürtlerin hamişiyiz” derken, aldatmaca olarak Kürtçe türkü söylemeyi yasallaştırırken özel savaşı tırmandırması, terörcülükle demagojiyi “başarı”yla birleştirebilmesidir. Azgın bir Kürt düşmanı olan bu parti, böylelikle hala bazı Kürt illerinden oy toplayabilme potansiyeline sahiptir. Kürtçe türkü vb. demagojisi, örneğin Kamran Inan’a, bu “caş”a, oy toplarken “silah” olarak hizmet etmektedir.
Cumhurbaşkanı plan patronu ve diğer yöneticileri işçi sınıfına MESS ve TÜSİAD ağzıyla saldırmakta, pratikte bütünüyle işçi düşmanı bir politika izlemektedir. Bu partinin temel politikaları arasında olan zamcılık en çok işçi sınıfını etkilemekte, işten atmalar doğrudan sınıfı hedef almaktadır. Düşük ücret politikası, grevler ve genel olarak işçi talepleri karşısındaki düşmanlığıyla ANAP tecride gitmektedir.
ANAP yalnızca işçi değil halk düşmanıdır. Genel olarak politikalarıyla emekçi halkı, onun çıkarlarını hedeflemekte, her adımında demokrasi ve özgürlük düşmanlığını ortaya koymaktadır. “İş bitkicilik” ve “köşe dönücülük”ü siyasal literatüre sokan bu parti, geçici de olsa ara tabakaları ve emekçileri kapitalist bir gelecek uğruna seferber etmede en başarılı burjuva parti konumunu elde etmiş ama yolun sonuna da gelmiştir. Emekçilerin çıkarları kapitalizmle bağdaşmamaktadır.
Zaman ilerledikçe sıfırı tüketeceğini gören ANAP, seçimi erkene alarak en azından bir koalisyon ortaklığı koparma peşine düşmüş durumdadır. Seçim sonrasında Özal’ın temel dertlerinden biri Cumhurbaşkanlığı koltuğunu koruyabilmek olacaktır.

DYP
Demirel’in orkestra şefliğindeki DYP, AP’nin doğrudan devamı ve halka karşı suçlarının mirasçısıdır. Pragmatizmi temel düstur edinen Demirel, gerektiğinde her kılığa girebileceğini ortaya koymak üzere, bugünlerde demokrasi havariliğine soyunmuştur. Oysa, 15-16 Haziran’da ve grevler ve sendikal faaliyetlerin yasaklandığı 12 Mart’ta hükümet ve hükümet ortağı olarak işçi düşmanlığı tescillenmiştir. Kürt düşmanlığında ANAP kadar bile esnek değildir ve Kürt ulusal direnişi karşısında devlet politikasını, işgali ve zulmü, kimliksizleştirilmeyi savunmaktadır. “Benim” dediği köylüler Demirel ve partisinin iktidar günlerinde emperyalist ve tekelci sömürü ve yağmanın kıskacında inlediler. Ama şimdi o, farklı davranması olanaklıymış gibi, köylülerin ödenmeyen alacaklarının demagojisini yapmaktadır, İki hükümet döneminde de içinden çıkamadığı ekonomik ve siyasal krizi bugün aşacağı iddiasıyla ve “herkese ev-araba” gibi sahte vaatlerle oy toplamaya yönelmektedir.
12 Mart’ta ve MHP ortaklı “Milli cephe Hükümetleri”yle demokrasi ve özgürlüklere azgınca saldıran Demirel ve partisi faşisttir. O’nun ve partisinin elinde halkın üç evladının, Deniz, Yusuf ve Hüseyin’in kanı var. Başta kendisi olmak üzere tüm partisi, kendilerinden geçmiş halde idamlar için oy verdiler. 12 Eylül öncesi yüzlerce halk evladının katlinden özel olarak Türkeş’le birlikte Demirel sorumludur. Onun hükümet dönemlerinde işkence, haklara ve özgürlüklere saldın genel bir uygulamaydı. İşçi ve emekçiler, alternatifsizlikten alternatif olma yolunda ilerleyen Demirel ve partisine layık değildir, olmamalıdır.
Onun ve partisinin teşhiri ihmal edilmemelidir. Sağ partilerin “oy tabanında birleştirilmesi peşinde olan Demirel, Özal ve partisinin alternatif olmaktan çıkmakta olduğu bugünkü koşullarda emperyalizmin ve burjuvazinin alternatifi haline gelmektedir. Koalisyonlara karşı çıkarak tek parti hükümeti vurgusu yapacak gücü bugün yalnızca O kendisinde görmekte ve tek parti hükümeti havası yaratarak “oy tabanını genişletmeye, hatta “ödünç oylar” istemeye girişmiştir. Bunca deşifre olmuş Demirel’in tekrar alternatif durumuna gelmesi ise, başlı başına burjuva sistemin çürümüşlüğünün ve çözümsüzlüğünün bir göstergesidir. Yeni Türkiye’yi yaratacak en son kişi bile olamaz O ve partisi.

SHP
“Majestelerinin muhalefeti” durumundadır. Ecevit ve partisiyle birlikte sosyal demokrasi ve reformculuğun varacağı noktayı ortaya koyan bu parti, düzenin demagojik eleştirisini bile yapmaya yönelmediği gibi, rejimle, 12 Eylülcülerle, faşizmle işbirliği halindedir. İşçi ve emekçiler üzerinde diktatörlük olan burjuva devletin “yüce menfaatleri” üzerine en çok titreyen parti SHP’dir. “Devletin bekası” adına atmayacağı adım olamaz, olmuyor. Kapitalizm savunuculuğu yanı sıra iflah olmaz devlet tutkusu işçi sınıfının çıkar ve talepleri karşısında yer almasının temel nedenidir. Eylemlerin burjuva düzen ve devleti, rejimi zayıflatma belirtileri göstermesiyle birlikte, Zonguldak ve genel olarak grevler karşısında düşman bir tutum içine girmek için hiç beklememiştir. Kürt ulusal direnişi karşısında da tümüyle gerici bir konumdadır. HEP ile anlaşmaya kadar Kürt ulusal kimliğini bile reddeden SHP, bütünüyle “oy kaygısı” ile şimdi Bölge Valiliği ve koruculuğun kaldırılacağı yönünde vaatlerde bulunmaktadır. Oysa, Irak Kürdistan’ına yönelik seferin zaferine aynı parti dilekte bulunmuş, sürgün, sansür kararnameleri ve terör yasasına bu parti imza koymuştu.
SHP, bir burjuva düzen partisi olarak bile pek bir fonksiyon sahibi değildir. Düzen içi iyileştirmeler önermek ve görünüşte bir alternatif oluşturmaktan dahi uzaktır. Emperyalist “yeni düzen” içinde kendisine ve politikalarına uygun bir yer ve zemin arayan SHP, yönetime geldiği belediyelerde ise diğer burjuva partileri gibi vurgunculuk, yolsuzluk ve rüşvete batmış bulunmaktadır.
Bu ve benzeri nedenlerle SHP kitlelerde umut ve beklentiler uyandırmayı da başaramamış ve daha muhalefetteyken yıpranmıştır. İnönü “denenmemişlik”i vurgulayarak oy istemektedir; oysa muhalefetteyken bile çok kötü bir sınav veren bu partinin denenmesinin gerekliliğine hiç kimse ikna edici bir gerekçe bulamamaktadır.

DSP
DSP, Ecevit’in sol görüntü vermekten de hızla uzaklaşarak her alanda gericileşme temelinde kurduğu ve geliştirmeye çalıştığı bir parti durumundadır. Sözde “seçkinciliğe” karşı halkçılık propagandasıyla kurulmasına girişilen bu parti, Ecevit’in “seçkin” kişiliğinin gölgesinde kaldığı gibi, seçkin bürokratlarla ve çok miktarda MHP ve hatta MÇP’li kadrolarla dolmuş durumdadır. Bu, Ecevit tarafından sağdan oy toplamak adına savunulmaktadır.  ‘
Esas gericileşme ise politikalarda görülmektedir.
12 Mart’a karşı sonradan “sünger çekme”ye dönüşen göstermelik bir karşı çıkma ve hesap sorma tutumu geliştiren Ecevit, 12 Eylül karşısında baştan itibaren “birlikçi” davranmıştır. 12 Eylül’e herhangi bir eleştiri yöneltmekten özenle kaçınmakta, bunun düzeni, devleti.ve rejimi, “milli birlik”i zaafa düşüreceğini düşünmektedir.
İşçi sınıfının taleplerine göstermelik olsa bile sahip çıkmaya yönelik tutumlar almayan DSP, en gerici tavrını Kürt ulusal direnişi karşısında sergilemektedir. Kürt ulusal direnişine karşı özel birliklerle mücadele öneren, “milli devlet”in en sıkı savunucusu Ecevit, açık Kürt düşmanlığıyla, milliyetçi Türk oylarını toplama üzerine hesap kurmaktadır. Dincilik, DSP’nin üzerine hesaplar yaptığı, bir başka gericilik kaynağıdır. Din istismarı, Sünni ve Alevi oylarına yönelik özel politikalar Ecevit gericiliğinin göstergeleri arasındadır.
Ecevit ve DSP, özellikle SHP’nin emekçilere umut vermeyen durumu nedeniyle ve gericilikten kan alarak güç toplama durumundadır. Ancak yine de tek başına hükümet kurma lafı edebilecek konuma ulaşamamış, koalisyon ortaklığını hedeflemektedir.

RP
Şeriatçı-faşist bir partidir. Ümmetçilik temelinde örgütlenmekte, tarikatlara, onların dayanağını oluşturan uluslararası ve yerli tekellere, Af Baraka, Faisal Finans’a yaslanmaktadır. Cübbeli-takkeli-çember sakallı kadrolarıyla en militan seçim faaliyetini sürdüren düzen partisi durumundadır.
Demagoji üreticisi bu sözde “milli” ve “milli görüşçü” parti, aslında tümüyle emperyalizmin hizmetindedir. Bunu Körfez savaşında kanıtladılar. Kapitalizm, faizcilik eleştirileri de yalnızca laftadır; RP faiz,”in adını “kar ortaklığı” takmıştır. İşçi ve emekçilerin yasam koşullarının iyileştirilmesini dahi savunmayan RP’den kapitalizm karşıtlığı beklemek beyhudedir. 12 Eylül’le birlik halindedir. Kürt ulusal direnişi karşısında, Kürt dincilerin baskısıyla ve ümmetçilik zemininde sahiplenici esnek bir görüntü veren bu parti, gerçekte ezen ulus gericiliğinin ve emperyalizmin politikalarını izlemektedir. Son MÇP ve IDP ittifakıyla yüzünü gizleyemez olmayı da kabullenmiştir. Sicilli Kürt düşmanı faşist Türkeş’le birleşen bu partinin Kürt halkına Müslümanlık ve ümmetçilik nedeniyle olsa bile vaat edecek şeyi kalmamıştır.

SP
Seçimlere giren burjuva partileri içinde “sosyalist” adını kullanan bu parti, “emekçi cumhuriyeti” gibi önerilerle kendisini diğerlerinden ayırmaya çalışıyor.
Yoğun bir parlamentarizm edebiyatıyla “emekçi cumhuriyeti”ni parlamento ve seçimler üzerine bina eden, seçimleri çözüm olarak öne süren SP, düzen savunuculuğunda sol görüntülü diğer burjuva partilerinden hiç de geri kalmıyor.
SP, Kemalizm, misakı millicilik ve bugünkü statükonun savunuculu-ğuyla Kürt ulusal direnişine demagojik olarak sahip çıkmayı ve egemen sınıfların aşın ve özellikle askeri zorlamalarının eleştirisini birleştirmeye uğraşmaktadır. Kürt sorununda aşırı gerici çözümlerin eleştirisiyle puan toplamaya yönelen SP, aynı tutumu işçi hareketi karşısında da almaktadır. ANAP’ın işçi düşmanlığını eleştirerek ve ANAP’ı hedefleyen kendiliğindenliğe övgü düzerek SP, aynı zamanda, geri bilince seslenerek işçiler içinde de mevziler kazanma çabasındadır.
Ancak ne kapitalizm ve ne de emperyalizm karşısında iyileştirmeler önermenin ötesine geçmemekte; kapitalizmi hedeflemediği, mutlaka çeşitli kesim ve grupları arasındaki çelişki ve çatışmalar üzerine hesaplar kurduğu burjuvaziyi desteklediği gibi, Saddam örneğinde görüldüğü üzere emperyalizm karşısında da yine burjuvaziye bel bağlamaktadır.
SP’nin temel kaygısı meşrulaşmaktır. İhbarcı, açıktan faşizm ve 12 Mart ve 12 Eylül destekçisi, polis işbirlikçisi, Amerikan emperyalizmi ve NATO, düzen ve ordu savunucusu geçmişi, SP’nin bugünkü demagojisini baştan geçersizleştirmekte; bu parti en reformcu sol çevrelerde bile kötü ünü nedeniyle meşru görülmemekte ve dışlanmaktadır. SP, bu “çemberi” kumaya uğraşmakta, demagojileri belirli puanlar da toplamaktadır.

SHP destekçiliği
Türk ve Kürt sol çevrelerinde CHP-SHP destekçiliğinin gelenekselleşmiş bir kökü vardır. CHP ve SHP hemen tüm seçimlerde çeşitli sol gruplar tarafından her seferinde belirli gerekçeler yaratılarak desteklenmiştir. Düzen içi ve burjuvazi arasındaki çelişki ve sürtüşmelere bel bağlayarak, reformcu gericiliğin işçi ve emekçiler ve devrim lehine çeşitli düzenlemeler yapacağı ve bir sosyal demokrat hükümet altında devrimci mücadelenin kolaylaşacağı gibi beklentilerle, destekçilik Türkiye’de neredeyse kural haline getirilmiştir. Kuşkusuz destekçiliğin ileri sürülen gerekçeleri arasında daha ilginçleri de bulunuyor: “işçilerin desteklediği partiyi desteklemek” (İşçiler ve Politika), “hangi parti içinde olursa olsun ileri demokrat adayların seçilmesi” (İşçilerin Sesi, Mücadele) gibi.
Bugün destekçiler arasına Kürt devrimcileri de katıldı.
Bu ikincisi, sahip olduğu önemli bir güç temelinde, burjuvazi içindeki çatışmayı hedefleyen bir taktik kurmuş bulunuyor. Düşünce, gericilik içindeki çatlaklardan yararlanmaktır. Bu taktiği ciddiye almayı gerektiren, çatlaklardan yararlanabilecek ciddi bir gücün var olmasıdır. Ancak bıçak iki yanlıdır. Gericilik ve SHP aracılığıyla doğrudan diktatörlük de Kürt devrimcilerini bu destek dolayısıyla etkisizleştirme ve Kürt ulusal direnişini reformcu kanallara akıtmanın hesabını yapmaktadır. Ve onun da ciddi bir gücü vardır. Bu taktik, kuşkusuz örneğin İşçilerin Sesi’nin bütünüyle kuyrukçu SHP destekçiliğinden farklıdır; ancak ulusal direnişi reformculuğa bağlama tehlikesine kapıyı ardına kadar açmaktadır. K…tan’da sıfırı tüketen SHP, bu taktik aracılığıyla yine ayakları üstüne dikilmekte, Kürt emekçilerinin kafalarında yeniden reformcu hayallerin canlandırılmasına zemin oluşturulmaktadır.
SHP’nin doğrudan ya da SHP içindeki “ilerici, demokratların desteklenmesi aracılığıyla dolaylı desteklenmesinin daha vahim olanı, herhangi ciddi bir örgütlü güce dayanmadan salt kuyrukçuluk olarak gerçekleştirilenidir. Mücadele ve Politika bunu yapıyorlar. Mücadele sözde ilerici adayları destekleyerek parlamentarizme pasif bir destek veriyor, parlamento ve bir burjuva partisi olan SHP hakkında yayılan hayallere güç katıyor, işçiler ve Politika uvriyerizmle geri işçilerin kuyruğunda SHP’nin kuyruğu oluyor. İşçilerin Sesi benzer konumlarda dahi değildir. Çünkü bugün İşçilerin Sesi ayrı bir çevre bile oluşturmuyor. SHP ile arasındaki ayrım belirsiz de değildir, yoktur. Sözü edilen “ilerici adaylar” sözde onun ama aslında SHP’nin adaylarıdır. İşçilerin Sesi’nin seçim taktiğinden, bu taktiğin kuyrukçuluğundan dahi söz etmek fazladır. Ortada bir taktik ve kuyrukçuluk bile yoktur. Olan, erimedir, özdeşleşmedir. Sol jargonla SHP’ye iltihak edilmiş, tüm devrimci kabuk atılmıştır.

Burjuva partilerine oy yok!
Gerici, emperyalizm uşağı ya da uzlaşmacı burjuva düzen partilerine tek oy verilmemelidir. Alternatif, devrim ve sosyalizm mücadelesinin seçim platformu da kullanılarak geliştirilmesidir. Bunun için bağımsız sosyalist, devrimci adayların mücadelesi desteklenmeli; bağımsız adayların olmadığı yerlerde de yine burjuva düzen partilerine oy verilmemelidir.

Ekim 1991

Bağımsız Sosyalist Milletvekili Adaylarını Tanıtıyoruz

Bugün gündeme gelen erken seçimin özellikleri konusunda çok şey söylenebilir. Ama başka bir yönden bakıldığında bu seçimlerin komünistler ve devrimciler açısından en önemli özelliklerinden birisinin de seçimlere, bugüne kadar görülmedik ölçüde fazla, bağımsız sosyalist, devrimci, demokrat, yurtsever adayın katılmasıdır. Bu bir yanıyla yığınların parlamento ve burjuva partilerinden kopma süreci yaşamasının bir İfadesi olurken, bir yanıyla da komünistlerin, devrimci demokrat siyasi eğilimlerin seçimlerin yarattığı duyarlılıktan yararlanmak istemelerinin ifadesi olması bakımından önem taşımaktadır.
Biz bu sayımızda, bağımsız sosyalist 7 milletvekili adayını kısa Özgeçmişleri ve “BİLDİRGE”lerinden aldığımız kısa pasajlarla tanıtacağız. Ayrıca, Devrimci Seçim Blok’u’nun İstanbul’da desteklediği adayları da kendi açıklamalarıyla tanıtıyoruz. Ankara 2. Bölge Bağımsız Milletvekili Adayı Cemal GELEŞ’in seçim bildirgesinin tümünü yayınlarken, diğer adayların bildirgelerinden sadece bazı bölümler aktarmakla yetineceğiz.

İstanbul 3. Bölge Adayı Necati KOTAN
1958 Erzurum-Aşkale doğumluyum, iş bulabilmek için 1976’da göç etmek zorunda kaldım. 1976-86 yılları arasında çeşitle atölyelerde işçi olarak çalıştım. Bu çalışmam sırasında, işçinin nasıl sömürülüp horlandığını, baskı altında yaşadığımı görüp yaşadım. Bu süre içinde her zaman tek dayanağım birlikte çalıştığım işçi ve mücadele arkadaşlarım oldu. Ben de onlara destek olmaya çalıştım. Atölyeler tekeller karşısında hızlı bir batış süreci yaşadığından sık sık işsiz kaldım. 1987de İstanbul Büyük Şehir Belediyesi’ne temizlik işçisi olarak girdim.
Bu tarihten itibaren sendikal mücadeleye de aktif olarak katılıp, sınıf sendikacılığı doğrultusunda bir faaliyet yürüttüm. Anti-faşist ve anti-emperyalist mücadele içinde yer aldım. Halen Anadolu Yakası Temizlik İşleri Amirliğinde Sendika Baş temsilcisi olarak çalışıyorum. Evli ve iki çocuğum var.
Necati KOTAN neden aday olduğunu ve ne için mücadele edeceğini şöyle açıklıyor:
“Burjuva partiler, seçimin, 21 Ekim sabahı Türkiye’yi nasıl aydınlığa çıkaracağını propaganda ediyorlar. Gerçekte, seçim sonrası işçi sınıfı ve emekçi yığınları bugünden daha azgın saldırılar bekliyor. Burjuva partiler aralarında, burjuvazinin programlarını hayata geçirmede, yığınların hangi yolla en iyi ezileceği konusunda yarışıyorlar. Seçim sonrasının programı şimdiden bellidir. Patron örgütleri açıkladı. Zamlar, düşük ücretler, işten çıkarmalar, siyasal terör, sendikal ve siyasal özgürlüksüzlükler, katliamlar, işkenceler… Vaat ettikleri ne olursa olsun, burjuva partilerin işçi ve emekçilere, Kürtlere vereceği şey aynıdır: Açlık, yoksulluk, zulüm. Ben, seçeneğin, parlamento dışında, devrim ve sosyalizm mücadelesinde olduğu inancıyla adayım.
Seni beş yıl ezmek için senden oy isteyen burjuva partilerine oy vermek Meydanlarda senin taleplerini yükselten sosyalist, devrimci adayları destekler
İŞ EKMEK ÖZGÜRLÜK!
YAŞASIN SOSYALİZM!

Ankara 2. Bölge (Altındağ/Mamak) Bağımsız Milletvekili Adayı Cemal GELEŞ
Özgeçmiş: 1946 yılı Sivas -İmranlı doğumluyum. 12 yıl Sivas Demiryolları Fabrikası’nda işçi olarak çalıştım. 70’li yıllar boyunca işçi sınıfı ve emekçilerin demokrasi, özgürlük ve hak mücadelesinin içinde yer aldım.. Ülkemizde “dikensiz bir gül bahçesi” yaratmayı hedefleyen, dizginsiz bir baskı ve terör uygulayan 12 Eylül askeri darbesine karşı, fabrikamızda başlatılan iş bırakma, yemek boykotu vb. eylemlerin “baş sorumlusu” olduğum gerekçesiyle işten atıldım. Arkasından çoğumuzun yaşadığı gibi, işkenceler ve tutsaklık günleri… Sosyalistim. İşçilerin, köylülerin, gençliğin ve tüm emekçilerin tek kurtuluş yolunun sosyalizm olduğuna inanıyorum. Çünkü sosyalizm, sadece işçi sınıfının değil, bütün emekçilerin her türlü sömürü ve baskıdan, kurtulmasını sağlayacak tek toplumsal düzendir. 1991 Nisan’ında 17 yaşında lise öğrencisi oğlum, “Terör Yasası”ndan güç alan polisler tarafından sokak ortasında kurşuna dizildi. Ama biliyorum ki; insanın insana kul olmadığı, sömürüşüz, baskısız ve sınıfsız bir dünya uğruna ölen yüzlerce, binlerce insandan sadece biri o…
Bu erken “seçim”de; seçimlere katılan hiçbir parti ve adayın işçilerin, köylülerin, gençlerin ve Kürt halkının çıkarlarını temsil etmemesi nedeniyle BAĞIMSIZ ADAY’ım.
Bu erken “seçim”de; her bir partinin zam, zulüm ve sömürü düzeninin korunmasından yana, sermaye savunucusu partiler olması nedeniyle BAĞIMSIZ ADAY’ım.
Bu erken “seçim”de; tüm partiler gizli kapılar arkasında Koç’lara, Sabancılara, işveren örgütlerine emekçi halkı “en fazla kendi partisinin” ezeceğinin teminatını verirken, öte yanda demagoji “vaatler”de bulunanların gerçek yüzlerini açığa çıkarmak için BAĞIMSIZ ADAY’ım.
Bu erken “seçim”de; diğer partiler gibi sizlere “iki ev, bir arabanın’ vaadini değil, iş için, ekmek, için ve özgürlük için yürüttüğünüz mücadelede meclis kürsüsünden destek, hak taleplerinizin, yükselen sesi olacağımın vaadini verdiğim için BAĞIMSIZ ADAY’ım.
Bu erken “seçim”de; her şeyden önce, işçi sınıfı ve emekçi kitlelerin çıkarlarını savunabilecek olan Partinin bu “seçimlerde” olmaması nedeniyle BAĞIMSIZ ADAY’ım.
Cemal Geleş diyor ki:
Erken seçim kararı, egemen sınıfların ve ANAP iktidarının içinde bulunduğu çözümsüzlüklerin her bakımdan derinleştiği işçi ve emekçilerin hak mücadelesinin yaygınlaştığı ve Kürt halkının özgürlük mücadelesinin yeni bir aşamaya ulaştığı koşullarda alındı.
Amaç; her zaman olduğu gibi, biz işçileri, emekçileri, Kürt halikım yem bir beklenti içine sokarak aldatmaktır. Büyüyen tepki ve hoşnutsuzluğumuzu, yaşamın biraz olsun iyileştirilmesi isteklerimizi “seçimler” yoluyla parlamentoya akıtarak, etkisiz kılmaktır. Böylece onlar “istikrar tedbirleri” adı altında yeni bir ekonomik ve siyasi saldırı dalgasını başlatma fırsatını elde edeceklerdir.
Çünkü Türkiye ekonomisi kriz ve çöküntü içindedir.
– Enflasyon, % 100’leri aşmış bulunuyor. 28 Avrupa ülkesi içinde pahalılıkta birinci ülkeyiz.
– Her yıl 7-8 milyar dolar uluslararası mali kuruluşlara ekmeğimiz biraz daha küçülerek faiz ödenmektedir. Doğmamış çocuklarımız “utanmazca” borç altına sokulmaktadır. Dünyanın en fazla borcu olan dört ülkesinden biriyiz.
– İşsizlik almış başını gidiyor, Her gün gazetelerde, işsiz olan, işini kaybeden, ailesine bakamayacak duruma gelen onlarca işçi, emekçi ve gencin “intihar” haberlerini okumaktayız. Türkiye işsizliğin en yaygın olduğu iki-üç ülkeden biridir.
– Ulusal gelirden ücretlilerin aldığı pay sürekli düşmektedir. Türkiye’de işçilerin satın alma gücü Tunus, Kore ve Şilili işçiden bile çok geridedir, Bunun içindir ki, ülkemizi yönetenler Türkiye’yi “ucuz emek cenneti” ilan ederek yabancı sermayeyi çekmeye çalışmaktadırlar. Türkiye gelir dağılımının en adaletsiz olduğu birkaç ülkeden biridir.
Bütün bunların yanında işçi sınıfı ve emekçilerin, gençliğin ve Kürt halkının hak ve özgürlük istekleri azgınca bastırılmaktadır. Yüz binlerce işçi sokağa atılmakta, her gün ekmeğimizden gazımıza, tuzumuza kadar zam yapılmaktadır. Toplu sözleşmelerde hükümet ve patronlar düşük ücret zamlarını dayatmakta, sürüncemede bırakmaktadır. Grevlerimiz “sudan gerekçelerle” ertelenmekte, örgütlenme hakkımız gasp edilmektedir. Hak ve özgürlük isteklerimizin karşısında devlet terörü, işkence ve polis copu vardır. Yıllardır Kürt ulusunun özgürlük istekleri kanlı bir terörle bastırılmaktadır. Gençliğin örgütlenme, parasız eğitim ve özerk-demokratik üniversite istekleri “kulak ardı” edilmektedir…
Kısacası, Türkiye’de azgınlaşan bir sömürü ive baskı vardır! Açlık ve sefalet vardır! Ve cehalet ve mutsuzluk vardır!
Şimdi işçi ve emekçiler olarak kendimize sormalıyız: Bütün bu kötülükleri ortadan kaldıracak, bir düzen partisi var mıdır? Bu kötülüklerin kaynağı tek tek “kötü” kişiler ve partiler midir? Özal ve ANAP’tan önce de bu kötülükler yok muydu?
Hepimiz bilmeliyiz ki, bu kötülükleri ortadan kaldıracak güçte bir düzen partisi yoktur. Çünkü bu düzen, küçük bir grup zenginin her gün daha da zenginleştiği, yoksulluğun ise en genç yığınlara yayıldığı; patronların karlarının sürekli büyüdüğü bizim ise lokmamızın her gün küçüldüğü bir sömürü düzenidir. Oysa ANAP’ından DYP’sine, SHP’sinden DSP’sine kadar tüm partiler önce sömürü düzeninin sahipleri Koç’lardan, Sabancılardan, TÜSİAD gibi işveren örgütlerinden onay alıyorlar. Hepsi “sizin çıkarlarınızı en iyi biz koruruz” diyorlar.
Bunun içindir ki, hiçbir düzen partisine güvenmeyiniz! Hangi parti iktidar olursa olusun emperyalist tekellerin ve yerli işbirlikçilerinin dayattığı “tedbirleri” gerçekleştirecektir. Hangi parti iktidar olursa olsun sömürü yoğunlaşarak, baskı katmerleşecektir. Hangi parti olursa olsun yeni zam paketleri, yeni vergi yükleri ve daha da ağırlaşan yaşam koşullarını dayatacaktır
Çözüm Nerede?
Çözüm işçi sınıfı ve emekçilerin ellerindedir. Onların tüm sömürücü sınıfların karşısında kendi güçlerini birleştirmelerindedir. Her hak, her talep için örgütlenmelerinde ve mücadele içerisine girmelerindedir. İşçi ve emekçilerin çıkarlarından başka bir çıkarı olmayan ve tüm düzen partilerinin karşısında bir parti etrafında birleşmelerindedir! Zonguldak, Erdemir, Paşabahçe, Mamak Belediyesi işçilerinin direniş ve mücadele yolundan gitmelerindedir.
Çözüm Sosyalizmdedir.
– Her hak, her talep için birleşme ve mücadele!
– Yaşasın Sosyalizm!
– Burjuva düzen partilerine oy yok!
Bağımsız aday Cemal Geleş tüm işçileri, emekçileri, kadınları ve gençleri şu hak ve talepler uğruna birleşmeye, örgütlenmeye ve mücadeleye, çağırıyor!
* Başta ABD olmak üzere, tüm emperyalistlerin ülkemiz üzerindeki sömürü ve boyunduruğu son bulsun!
* Emperyalist üsler sökülsün, NATO’dan çıkılsın;
* Emperyalist işletmelere el konsun;
* IMF, Dünya Bankası vb. gibi emperyalist mali kuruluşların “istikrar tedbiri” dayatmaları son bulsun, ayrıcalıkları kaldırılsın ve tüm anlaşmalar iptal edilsin;
* Ulusal onurumuzu satılığa çıkaran; yağma ve katliamların sorumlusu emperyalizmin işbirlikçilerinden hesap sorulsun;
HALKIN ÖZGÜRLÜĞÜNÜN VE HALK İÇİN DEMOKRASİNİN ÖNÜNDEKİ TÜM ENGELLER KALDIRILSIN!
* Başta Anayasa olmak üzere, Ceza Yasasının 146,168. maddeleri ile Polis Yasası, Terör Yasası vb. tüm yasa ve yönetmelikler iptal edilsin;
* Bütün halka sınırsız örgütlenme ve siyasi mücadele özgürlüğü tanınsın;
* Tüm çalışanlar; grevli, toplusözleşmeli sendika hakkına sahip olusun, sendika hakkı önündeki tüm yasaklar kaldırılsın; genel af ilan edilsin, cezaevleri boşaltılsın;
* 12 Eylül yargılansın, sorumlularından hesap sorulsun;
ULUSLARIN VE DİLLERİN TAM HAK EŞİTLİĞİ SAĞLANSIN, KÜRT HALKININ KENDİ KADERİNİ ÖZGÜRCE BELİRLEME HAKKI ÖNÜNDEKİ ENGELLER KALDIRILSIN!
* Olağanüstü Hal kaldırılmalı, Genel Valilik ve S.S. Kararnameleri iptal edilmelidir;
* Toprak ağası, şeyhin ve aşiret aileleri ile korucular örgütü silahsızlandırılmalıdır;
* tüm uluslar kendi ana dillerinde eğitim yapabilmeli, kendi kültürlerini özgürce geliştirebilecekleri koşullar sağlanmalıdır;
EKONOMİK VE KÜLTÜREL HAK VE ÖZGÜRLÜKLER SAĞLANMALI VE GARANTİ ALTINA ALINMALIDIR!
* Zamlar son bulsun;
* İşten atmalar son bulsun, işsizlik sigortası kurulsun;
* İşçiler ve tüm çalışanların ücretleri, 1977’den bu yana yaşanan kayıpları da karşılayacak şekilde artırılsın;
* Haftada beş gün, günlük 8 saat olacak şekilde çalışma süresi düzenlensin;
* Eşit işe eşit ücret ödensin, kadın ve gençlerin sağlığa zararlı zararlı işlerde çalışması yasaklansın;
* Çıraklık Yasası, çıraklık kurumu ve YÖK iptal edilsin, fırsat eşitliği ve parasız eğitim sağlansın;
* Kültür ve sanat üzerindeki sansür kaldırılsın.
Cemal Geleş Seçim Bürosu Cengiz Han Mah. 149 Sk. No. 2 NATO yolu-Mamak -Ankara

İzmir 1. Bölge Bağımsız Milletvekili Adayı Derviş ALTUN
Özgeçmiş: 1956 Kayseri-Sarız-Çağşak Köyü doğumluyum. İlköğrenimimi anadilim olmayan Türkçeyi zorla öğrenerek Çağşak’ta yaptım. Sıra ile Sarız-Kay-seri Eğitim Enstitüsünü bitirdim. 1977 yılında Kayseri Belediyesi’nde çalışırken işyeri temsilciliği ve kısa bir dönem sendika yöneticiliği yaptım. 1978 1 Mayıs tertip komitesinde yer aldım. 12 Eylül’de yargılandım ve beraat ettim.
20 Ekim seçimlerine karar verenler, her geçen gün yükselen işçi, emekçi, Kürt ve diğer ezilenlerin mücadelesini duraksatmak, halkı bir beklenti içine itmek için tezgâhladılar. Onlar umuyorlar ki, ezilenler, seçim atmosferi içinde “bakalım ne olacak” diyerek mücadeleye ara versin ve “umutla” seçim sonuçlarını beklesin.
Türk, Kürt ve diğer işçi ve emekçiler seçim sonunda kendi hayatlarında; bağımsızlık, demokrasi, özgürlük taleplerinin gerçekleşmesinde hiç bir değişiklik olamayacağını bilmelidirler. Seçimler sonunda emekçi yığınların bir beklenti içinde hareketsiz duraksaması koşullarında, tek başına bir beklenti içinde hareketsiz duraksaması koşullarında, tek başına iktidara gelen bir parti veya koalisyon; elde ettiği moral üstünlükle halka ekonomik ve siyasi olarak bir cephe saldırısı düzenleyecektir. Seçime karar verilmesinin gerçek nebini budur.
Bu seçimlere katılan partiler ve onların adayları emekçilerin özlem ve taleplerini kararlı bir şekilde savunabilecek program ve anlayışa sahip değildir.
Bu partiler her şeyden önce DÜZEN PARTİLERİ’dir. Görüş mesafeleri sermaye egemenliğinin sınırları ötesine geçemez. Onlar sermayenin ULUSAL KÖLELİK ve ÜCRETLİ KÖLELİK sistemine karşı çıkmamayı, kurallara uygun muhalefet yapmayı baştan kabul etmişlerdir. Sağcı ya da solcu, nasıl bir görüntü sergilerlerse sergilesinler, yüzlerine taktıkları maske sosyal demokrat; hatta ‘sosyalist’ bile olsa HALKIN SIRTINDAKİ KIRBAÇ olmaktan öte bir işlev taşıyamazlar.
Kahrolası kapitalist düzen tarihin en ağır bunalımından birini yaşıyor. Gerçek SOSYALİST bir toplumda hiç bir şekilde görülmeyen enflasyon bugün ülkemizde %100’ler dolayında geziyor. 60 milyar dolar dış, 70 trilyon lira iç borç ezilen sınıfların hoşnutsuzluğunu artırıyor. İşçi direnişleri, grevler yıldan yıla artıyor.
Kürt halkı üzerindeki dizginsiz baskı had safhaya ulaştı. ülkemizdeki siyasal demokrasisizlik yeni yasalarla takviye edilerek, Türkiye nefes almanın bile imkansızlaştığı bir ülke haline getirildi. Sokak infazları, kitle katliamları, demokratik kuruluş ve meslek örgütleri üzerindeki baskılar inanılmaz boyutlara ulaştı.
Seçimler sonunda bu tablonun değişebileceğini düşünmemek gerekir. Seçim yeni bir iktidarın değil, Türk ve Kürt işçi ve emekçilere, gençliğe karşı yeni saldırıların göstergesidir. Seçimden sonra söz konusu olacağı sık sık tekrar edilen tedbir paketlerinin gerçek anlamı budur!
Bu gerçekleri bilerek, İzmir 1. Bölgeden milletvekili adayı oldum. Fakat ben biliyorum ki, ülkemizdeki parlamento da dâhil burjuva parlamentolarının değişmez işlevi SERMAYE EGEMENLİĞİNİ GİZLEMEKTİR. Yapılan bütün toplantılar, oylamalar, bitmez tükenmez tartışmalar yalnızca bu gerçeğin üstünü kapatmaya, halkın gözünü boyamaya yöneliktir. Asma yaprağı gibi “ayıp” gizleme işlevi gören bu kurum, asli karar merkezi değildir.
Aday olmamın başta gelen nedeni, halkın gözünü boyayan parlamentoyu, onun figüranı partileri, orada o kürsüde teşhir etmek, halka gerçekleri anlatmaktır. Emperyalizmin kuklalarının, bu düzene göbekten bağlı partilerin, hatta bu düzenin kendisinin ensesinde, özgürlük, bağımsızlık, demokrasi, devrim ve sosyalizmin SESİ olacağım.
Kılavuzum işçi sınıfı bilimidir. Sınıfımın ve emekçi halkın İŞ-EKMEK-ÖZGÜRLÜK isteğinin, ulusların kendi kaderinin hiç bir koşul öne sürülmeden kendileri tarafından özgürce tayin etme haklarının kararlı bir savunucusuyum. Özgürlük mücadelesinin, demokrasi kavgasının dostuyum.
Ülkede tezgâhlanan halka düşman oyunların, kurt halkına yönelik kıyımın, kapitalist talanın, faşizmin ve emperyalizmin düşmanıyım, din, cinsiyet, milliyet ve bölgecilik ayrımına dayanan gericiliğin düşmanıyım.
Tüm zulümlere düşman olan devrimci ve yurtseverleri, ‘halktan yanayım’ diyenleri bu mücadelede yer almaya çağırıyorum.
Seçim Büroları: 1.nolu büro: Zafer Sk. NARLIDERE
2. nolu büro: Kızılcık Sk. No: 7/A BALÇOVA-İZMİR

Kocaeli 2. Bölge Bağımsız Milletvekili adayı Şerafettin ÖZCAN
Ben 1950 doğumlu Şerafettin Özcan olarak bugüne kadar ve bugünden sonra da yaşamımı fabrikalarda işçilik yaparak sürdüren, sizlerden birisiyim. İşçilik yaşamım Gölcük Tersanesinde başlayarak, 14 yıl Gebze’deki TEZSAN fabrikasında devam etmiştir. Son aylarda patronların işçilere yönelik KİTLESEL İŞTEN ATMALAR biçimindeki saldırılarından nasibini alan bir işçiyim. Hiç bir kişisel çıkar gözetmeksizin, Türkiye toprağında düzen partilerinin dışında da parlamentonun dışında da gerçek kurtuluşun var olduğunu dosta da düşmana da haykırmak için, ülkemizin gerçeklerini dağda, bayırda, fabrikada, mahallelerde duyurmak için ADAYIM.
Hiç bir düzen partisinin bizim gerçek hak ve çıkarlarımızı savunduğuna İNANMADIĞIM için, açlığa, sefalete, işten atılmalara, işsizliğe KARŞI OLDUĞUM İÇİN, Amerikan emperyalizmine, işkencelere, zulme karşı GERÇEK DEMOKRASİ ve ÖZGÜRLÜK İÇİN, KÜRT ULUSUNUN her türlü baskı ve zulme karşı yükselttikleri MÜCADELEYE OMUZ VERMEK İÇİN, sendikal ve siyasal hak ve ÖZGÜRLÜKLER İÇİN, insanların gece yarıları evlerinden alınıp KURŞUNA DİZİLMELERİNE KARŞI OLDUĞUM İÇİN, emperyalizm ile yapılan EKONOMİK ve ASKERİ ANLAŞMALARA KARŞI OLDUĞUM İÇİN ADAYIM.

Adana 2. Bölge Bağımsız Milletvekili Adayı Mehmet Ferdi HIZLI
Özgeçmiş: 1958 Ceyhan doğumluyum. İlk ve ortaöğrenimimi Ceyhan’da tamamladım. Adana Eğitim Enstitüsü mezunu, Ankara Eğitim Fakültesi Eğitimin Yönetimi lisansüstü bölümünden ayrılmayım. Devrimci mücadeleye lise yıllarında başladım. Ceyhan halkı ve gençliğinin devrim ve sosyalizm mücadelesinin örgütlenmesi ve geliştirilmesi mücadelesinde aktif olarak yer aldım. Adana Y.D.G.D. kurucularındanım.12 Eylül’de, Adana TDKP davasından yargılandım.
Erken seçim kararı, kapitalist sistemin krizinin alabildiğine derinleştiği koşullarda alındı. ANAP hükümetinin tamamen yıprandığı, büyük sermaye ve Amerikancı generallerin, TUSIAD ve MGK kanalıyla verdiği direktifleri onaylamaktan başka bir işlevinin dahi kalmadığı ve bu durumun işçi ve emekçi sınıflar nezdinde açığa çıktığı ve tarihinin en itibarsız dönemini yaşadığı koşullarda, “vitrini yenilemek” gerekiyordu.
Çeşitli renklerden burjuva düzen partilerinin en önemli görevi bu noktada; kitleleri boş vaatlerle aldatarak kendilerini umut olarak lanse etmek ve böylece yığınların düzenden kopuşlarının önünü alarak, onların mücadeleden geri durmalarım, hiç olmazsa bu mücadeleyi düzenin sınırlan içine hapsederek etkisizleştirmeye çalışmak ve bu yolla kapitalist kölelik düzeninin, sömürü ve zulmün devamını sağlamak.
Bağımsız devrimci-demokrat adaylar, burjuva parlamentosunun ve seçimlerin bir kurtuluş yolu olmadığı gerçeğinden hareketle, işçi ve emekçileri sahte vaatlerle aldatıp düzene bağlama peşinde koşan burjuva düzen partilerinin teşhirinde işçi ve emekçilerin sesi olmak için adaydır. İşçi sınıfının, tüm emekçilerin ve ezilen Kürt halkının burjuva partilerinden kopuşlarını ve kendi sınıf çıkarları etrafında birleşmelerini temsil eden bağımsız devrimci demokrat adaylar, seçildiklerinde de parlamento kürsüsünden işçi ve emekçi sınıflar mücadelesinin sesi ve desteği olacaklardır.

İstanbul 7. Bölge Bağımsız Milletvekili Adayı Hilmi KARAOĞLAN
İşçi sınıfının bir üyesiyim. 1956 Diyarbakır doğumlu, yoksul bir Kürt ailesinin çocuğuyum. 11 yıl belediye temizlik işçisi olarak çalıştım, aynı yıllarda işyeri baş temsilciliği yaptım. İki yılı aştan süredir Belediye-İş Sendikası 2 Nolu Şube Sekreteri olarak çalışıyorum.
Gerek 11 yıllık işçilik, gerekse de işçileri temsil ettiğim sendikacılık yaşamım boyunca işçi sınıfımızın yükselttiği ekmek mücadelesinin içinde ve önünde olmaya çalıştım. Ekmek mücadelesinin özgürlük mücadelesiyle, yani sendikal mücadelenin siyasal mücadeleyle kopmaz bağının bilincinde olarak, sendikal mücadelenin kapsam ve içeriğini siyasal mücadele yönünde genişletmeye çalıştım. Sekreteri olduğum 2 Nolu Şube, Yeniçeltek cinayetini protestoda, Zonguldak Direnişinde sınıf dayanışmasının örneklerini gösterdi. Paşabahçe Direnişini desteklemek amacıyla iş bırakma eylemi de yapan yine şubemizdi. 1990’da, 1 Mayıs’ı işçilerle birlikte sokakta kutladığım için gözaltına alındım, iki ay tutuklu kaldım. Bu davadan henüz kesinleşmemiş 15 ay ceza aldım.
Diğer emekçi sınıfların önderi olarak işçi sınıfımızın gerçek kurtuluşunun sosyalizmde olduğuna inanıyorum. Sosyalizm, partisi öncülüğünde sınıfın bütün değerleri yaratan güçlü kollarının eseri olacaktır. Sendika ağalarının etkisiyle işçi hareketindeki en temel zaafın, sendikalizm olduğunu düşünüyorum, diğer emekçi sınıfların taleplerini savunmadan, polisin zorbalığına karşı mücadele etmeden, Kürt halkı üzerindeki baskıya karşı çıkmadan işçi sınıfının kendisinin gerçek rolünün bilincine varması, kendisini kurtarması imkânsızdır.
Bağımsız aday’ım, ama tarafsız değilim. Düzen partileri karşısında bağımsızım, seçime katılan partilerin hiç biri işçi sınıfının taleplerinin gerçek savunucusu olmadığı için bağımsızım. Burjuvazinin parlamentosuna kan taşıyan burjuva partilerinin karşısında; işçi sınıfının, emekçilerin tarafındayım. Seçim meydanlarında devrim ve sosyalizm şiarlarını haykırmak için adayım. Haydi, dolalım meydanlara ve haykıralım: YAŞASIN AYDINLIK GELECEĞİMİZ SOSYALİZM!

Bursa 2. Bölge Bağımsız Milletvekili Adayı Recep SARI
1956 Yozgat doğumluyum. Orta öğrenimimi yanda keserek çalışma hayatına atıldım. Çeşitli fabrikalarda işçi olarak çalıştım. Sırasıyla, Ankara Elim-Saş Elektronik, Tepe Mobilya, Dörtel Tekstil San. ve son olarak Bursa ASF’den sendikal faaliyetlerimden dolayı işten atıldım. Ankara Battalgazi YDGD’de görev aldım. 1981’de tutuklanarak Mamak Askeri Cezaevine kondum ve 3 ay sonra tahliye oldum.
Seçim atmosferine girdiğimiz şu günlerde ülke ekonomisi tam bir batak durumunda. Kapitalizmin çürümüşlüğü, kokuşmuşluğu her tarafa yayılmış. Hangi taşın altına baksanız altından pislikler fışkırmaktadır.
Baskı ve terör yasaları ile halkımız sindirilmeye, silah yoluyla susturulmaya çalışılmaktadır. Anti-terör yasası adıyla bilinen yasayla, göstermelik olarak bulundurulan hak ve özgürlükler dahi yok edilmiştir. İşkenceler sürmekte, insanlarımız sorgusuz sualsiz kurşunlanmakta, anında infazlar gerçekleştirilmektedir, ülkemiz toprakları emperyalist orduların Ortadoğu’ya yönelik faaliyetlerinin üssü durumuna getirilmiştir. Emperyalistlerle yeni kölelik anlaşmaları imzalanmaktadır.
Bunlara karşın emekçi halkımızın tepkisi de büyümektedir. İşçiler ülkenin dört bir yanında grevlerle, çeşitli türde eylemlerle şanlı direnişler düzenleyerek sessizliği kırmakta, mücadele bayrakları altında toplanmaktadırlar. Kitlelerin uyanışının hızlandığını gören burjuvazi, işler sarpa sarmadan emekçi halkımızın öfkesini yatıştırabilmek, kafalarda yeni boş umutlar yaratabilmek için seçim oyununu yeniden sahneye koymaya karar verdi.
Sermayenin demokrasicilik oyununu boşa çıkarmak ve sömürüye, işkencelere, vahşete, zulme karşı İş-Ekmek-özgürlük mücadelesinde sosyalist bir düzen için el ele verelim.

DEVRİMCİ SEÇİM BLOKUNDAN KAMUOYUNA
28 Eylül 1991 günü, İstanbul’un dört ayrı bölgesinden bağımsız milletvekili adayı olduklarını ilan eden Necati KOTAN, Vahdettin ÖZKAN, Düzgün AKYOL ve A. Kadir AKBABA İstanbul Tabip Odası’nda bir basın toplantısı düzenleyerek, neden bağımsız aday olduklarını ve çeşitli konularda görüşlerini açıkladılar.
Aynı basın toplantısında Devrimci seçim Bloku da bir açıklama yaparak, bu dört adayı ve tüm devrimci, sosyalist, adayları desteklediğini duyurdu.

Düzgün AKYOL (6. Bölge)
Tunceli doğumlu. Pancar Motorda 16 yıllık işçi. Siyasal ve sendikal mücadeleye işçi olarak katıldı. Evli üç çocuklu.
“Ücretli kölelik sistemi olan kapitalizm, yaşadığımız bütün kötülüklerin ana kaynağıdır. İşsizlik, enflasyon, açlık, devlet baskı ve terörü, her şey sermaye düzeninden kaynaklanır. Kapitalizm aynı zamanda dünya pazarları için kızgın bir rekabet ve yıkıcı emperyalist savaşlar demektir. Bu sistemde, milyonlar çalışır, bir avuç mülk sahibi yaratılan tüm değerlere el koyar. Bu sistemin devleti tüm kurumlarıyla işçi ve emekçi halka karşı baskı örgütüdür. Biz emeği ile geçinenlerin, tüm insanlığın kurtuluşu için bu sistemi yerle bir etmek gerekir.
Öldü denilen sosyalizm, kapitalizmin hiçbir zaman baş edemediği sağlık, eğitim, konut, işsizlik vb. sorunlarını çözdü. Sosyalizm ölmedi, emperyalist kapitalizm karşısında geçici bir yenilgi aldı. Dünya işçi sınıfı sosyalizm bayrağını yeniden yükseltecek, insanlık mutlaka altın çağa varacaktır.”

Vahdettin ÖZKAN (4. Bölge)
1961 Paşabahçe doğumlu. TİP Beykoz ilçe üyesi olarak çalıştı. Hizmet işçisi. Evli.
Türkiye kapitalizminin genel saldırısından Kürt halkı da nasibini alıyor. Asimilasyon politikaları 12 Eylül rejimi ile korkunç boyutlara sıçramış, katliam ve imha halini almıştır. Kürt hareketi ideolojik olarak Marksizm’den esinlenmesine rağmen ağırlıklı olarak ulusal ölçekte bir mücadele yürütmektedir. Türkiye’de temel sorun proletaryanın örgütlenmesi ve sosyalizmin iktidarıdır. Türkiye sosyalist hareketi kendi kimliğini bulmalı ve önünü açmalıdır. Kimliksizlik ve örgütsüzlük sürdükçe sosyalistlerin Kürt hareketiyle dayanışma görevi söylevlerden öteye geçmeyecektir. Bilinmelidir ki, Türklerin de Kürtlerin de kurtuluşu sosyalizmdedir. Enternasyonalist dayanışmanın gereği, Türkiye sosyalist hareketi ile Kürt hareketi sınıfsız bir topluma birlikte yürümelidirler.”

A. Kadir AKBABA (8. BÖLGE)

1958 Adıyaman-Besni doğumlu. Çeşitli kereler gözaltı ve tutuklamalara uğradı. Konfeksiyon işçisi.
“Bütün kapitalist ülkelerde olduğu gibi Türkiye’de de parlamento göstermelik bir kurumdur. Üstelik Türkiye’de 12 Eylül faşizmiyle birlikte parlamento tamamen işlevsizleştirilmiştir. Toplumun geleceğini ilgilendiren önemli her karar parlamento dışındaki esas iktidar odaklarında alınmakta; parlamentoya ise bazen şeklen onay vermek düşmektedir. Gerçek iktidar işverenlerin örgütü TÜSİAD, MGK, CIA ile içice çalışan MİT ve Kontrgerilla, tekelci basındır. Bunun için halkların umut bağlayacağı yer, göstermelik parlamentolar değil, örgütlü mücadeleler olmak zorundadır.
Özgürce bir yaşama ulaşmanın yolu, birleşmek, örgütlenmek ve mücadele etmekten geçmektedir. Sömürüsüz, sınıfsız, savaşsız bir dünyaya ulaşmanın yolu da budur. Ben, böyle bir mücadelenin neferi olarak, sosyalizmin çare olduğunu göstermek için seçimlere katılıyorum.”
NOT; İstanbul 3. Bölge bağımsız Adayı Necati KOTAN’ın öz geçmişi ve açıklamalarına diğer sayfalarımızda yer verdiğimiz için burada ayrıca yer vermedik.

BASIN AÇIKLAMASI
Burjuvazi, içine yuvarlandığı ekonomik ve siyasi krizden kurtulmanın yollarından biri olarak “erken seçimi siyasal gündemin odağına oturtmuş bulunuyor.
Bu manevrayla burjuvazi, düzen dışına yönelmiş emekçi sınıfların hareketlerini parlamentonun kanallarına çekmeyi amaçlarken, aynı zamanda kendi güçlerini yenileyerek emekçi sınıflara, onların mücadelesine kısa vadede bir seçim kaygısı olmayan hükümet ve parlamentoyla saldırmayı amaçlıyor. Açıkça görülüyor ki; oy kaygısıyla ertelenen zamlar seçimden hemen sonra katlanarak uygulamaya sokulacak, Kürt ulusal mücadelesine karşı yürütülen terör ve özel savaş şiddetini artıracak, özgürlük isteyen gençlere, işçilere, kamu çalışanlarına karşı daha pervasız saldırılacak. Çünkü bu kokuşmuş düzenin şiddeti, sömürü ve baskıyı artırmaktan başka bir seçeneği yok. Çünkü daha iyi bir dünya isteyenlere vereceği bir şey yok.
Burjuva düzen partileri, emperyalist yeni dünya düzenine bağlanmış, her biri TÜSİAD’ın beğenisine sunulup onay almış programlarıyla emekçiler ve Kürtler için bir seçenek değildir. Bu yüzden de BURJUVA PARTİLERİNE OY YOK diyoruz. Ve seçim süresince, emperyalist yeni dünya düzeninin, sömürücü ve baskıcı kapitalizmin ipliğini pazara çıkaracak, kendi devletini kurma hakkı dahil ulusların kendi kaderini tayin hakkını savunarak Kürt ulusu üstündeki baskı, terör, asimilasyon ve özel savaş yöntemlerini teşhir edecek, cins ayırımcılığına karşı mücadele edecek, burjuva partileri ve onların parlamentosunun gerçek niteliğini ortaya koyacak, emekçilerin, ezilen ulusun sesi olacak bütün seçim çevrelerindeki bağımsız devrimci, sosyalist, yurtsever milletvekili adaylarını destekleyeceğiz.
Görüşlerinin bizim anlayışımıza uygun olduğunu gördüğümüz, İstanbul 3. bölgeden Necati KOTAN, İstanbul 4. Bölgeden Vahdettin ÖZKAN, İstanbul 6. Bölgeden Düzgün AKYOL, İstanbul 8. Bölgeden A. Kadir AKBABA’yı destekliyoruz.
Tüm emekçileri, sosyalist, devrimci/demokrat, yurtsever adayları desteklemeye çağırıyoruz.
DEVRİMCİ SEÇİM BLOKU

DEVRİMCİ SEÇİM BLOĞU’NDAN KAMUOYUNA
(Devrimci Seçim Bloku’nun, burjuva basını tarafından ilan olarak yayımlanmayan kamuoyu açıklaması)
Burjuvazi, içinde debelendiği iktisadi ve siyasal krizden kurtulmanın yollarından biri olarak “erken seçim”i siyasal gündemin odağına oturttu. Düzen sahipleri, bu taktik manevrayla, hem yönünü düzen dışına çeviren toplumsal muhalefetin temel dinamiklerini yeniden düzen içine çekmek, hem de bu yeni dönemdeki saldırıları için güç toplamayı amaçlıyorlar. Seçimleri yeni bir zam furyası izleyecek. Seçim ekonomisinin bedeli, siyasal zor yoluyla işçi sınıfı ve emekçi yığınlara fatura edilecek. Hangi biçimde olursa olsun, yeni hükümetin ilk icraatı, ezilen ve sömürülen milyonlara yönelik ekonomik ve siyasal baskıya yoğunlaştırmak olacak. Zira, düzen sahiplerinin başka seçenekleri yok. İçinde bulunduğumuz siyasal konjonktürde, sosyalizm, temel hak ve özgürlükler taleplerinin toplumun gündemine sokulması, devrim ve sosyalizm güçlerinin sorunu olarak gündemdedir. Düzen partilerinin hiçbiri bu işlevi yüklenecek kimliğe sahip değildir. Mevcut partiler içinde herhangi birini desteklemek işçi ve emekçi yığınların lehine olamaz. O halde bu seçimlerde de şiarımız, “BURJUVA PARTİLERİNE OY YOK!” olacaktır. Bu bakımdan, biz, seçimde işçi ve emekçilerin gerçek sesi olabilecek, devrim ve sosyalizm görevlerini işçi sınıfı ve diğer emekçilerin gündemine sokabilecek, devrimci-demokrat, yurtsever, sosyalist nitelikli bağımsız adayları destekleyeceğiz.
Seçim süresince düzen partilerinin yalan ve demagojilerinin açığa çıkarılması, kapitalizmin, emperyalizmin ve emperyalizmin “yeni” dünya düzeni planlarının tüm boyutlarıyla teşhirine özel önem verilmesi; Devrim ve sosyalizm propagandasının esas alınması;
Ayrı devlet kurma hakkı da dahil, UKKTH’nin savunulması ve ulusal baskı politikasının bütün yönleriyle teşhir edilmesi ve cins ayrımcılığına karşı mücadele yürütülmesi temeli üzerinde DEVRİMCİ SEÇİM BLOKU’nu oluşturduk.
Burjuva partileri ve parlamentarist çevreleri dışta tutarak, halklarımızın temel hak ve özgürlüklerine ilişkin ilkeler çerçevesinde, bizimle olmak isteyen herkesi bu mücadelede ve bütün süreç boyunca tüm faaliyetleri belirleyip birlikte uygulamaya ve işbirliğine çağırıyoruz.
İşçiler, emekçiler!
Bölgenizde DEVRİMCİ SEÇİM BLOKU’nun desteklediği adaylara güç verini
DEVRİMCİ SEÇİM BLOKU’nun bulunmadığı bölgelerde de bağımsız devrimci, sosyalist adayları destekleyin!
Kampanyamıza güç verin!
DEVRİMCİ SEÇİM BLOKU: Deng, Devrim, Emeğin Bayrağı, İşçi Partisi Yolunda Politika, Kurtuluş, Komün, Newroz, Özgürlük Dünyası

7 BAĞIMSIZ SOSYALİST MİLLETVEKİLİ ADAYININ BASIN AÇIKLAMASI
İstanbul, Ankara, İzmir, Adana, Bursa ve Kocaeli illerindeki çeşitli seçim çevrelerinden seçime katılan bağımsız sosyalist milletvekili adayları, 4 Ekim 1931 günü, İstanbul Tabip Odası’nın Konferans Salonu’nda bir basın toplantısı yaptılar. Kendi özgeçmişlerini anlatıp, neden seçime bağımsız aday olarak katıldıkların anlatan milletvekili adayları, aşağıda tam metnini yayımladığımız basın açıklamasını basına dağıttılar.
Onlarca yıldan bu yana burjuva partileri, her seçim döneminde emekçilerin karşısına geçip bol bol vaatte bulunup pembe tablolar çizdiler. Emekçilerin oyuyla kendilerini seçtirdikten sonra, hizmetlerini toprak ağalarına ve burjuvaziye sundular. Emekçilere sundukları şey sadece yoksulluk, işsizlik, baskı ve zulüm oldu.
Bugün de, içine yuvarlandıkları ekonomik ve siyasi bataktan kurtulmak için bir çare olarak reklâmını yaptıkları “erken genel seçim”de de aynı yöntem geçerli: Burjuva partilerinin her biri seçim meydanlarında, emekçileri ne kadar sevdiklerini, onlara hizmet için her şeyi yapacaklarını söylüyorlar. Kimisi “ev-araba” vaat ediyor; kimisi refah ve özgürlük. Meydanlarda söylediklerine bakarsanız hepsi de işçilerin, emekçilerin partisi; kendisini savunan partisi olmayan tek sınıf burjuvazi! Oysa; onlarca yıllık seçimlerin de açıkça kanıtladığı gibi gerçek tam tersidir. Seçimlerde işçi, emekçi, Kürt dostu geçinerek oy toplamaya çalışan bu partilerin tümü burjuvazinin partileridir; aralarında olmayan parti emekçilerin, işçilerin öz partisidir.
Değerli basın çalışanları;
Eğer bir ülkede, parlamentonun % 65’ini elinde tutan bir parti, oylan %15-20’lere düşmüşken, seçimlere bir yıl kala “erken seçim”e gitmek zorunda kalıyorsa, bunun anlamı savunulan düzenin ekonomik, siyasi, sosyal, kültürel alanda tam bir çıkmaza sürüklenmiş olunmasıdır.
Gerçekten de durum tam böyledir:
Kürt halkının özgürlük mücadelesi karşısında, özel timli, koruculu, askerli, polisti her türden terör ve yıldırma yöntemleri ve asimilasyon politikaları başarısızlığa uğramıştır.
Yasa ve yasaklarla kıpırdayamaz duruma getirdiklerini düşündükleri işçi sınıfı ve emekçi sınıfların mücadelesi, son 5 yılda bütün yasa ve yasaklan parçalayarak ilerlemiş, milyonlarca işçinin grev, direniş ve gösterileriyle şanlanan son 4-5 yıl, “3 Ocak”, Zonguldak, Ereğli, Paşabahçe işçilerinin mücadelesiyle taçlanmıştır. Burjuvazinin, “işçi sınıfı artık eskisi gibi mücadeleci, devrimci bir sınıf değildir” yaygarasına işçi sınıfımız kendi usulüyle yanıt vererek, haklan için sendika ağaları ve burjuva partilerinin barikatlarını yıkarak ilerleyeceğini göstermiştir.
Kamu çalışanları, bütün yasal engellere, polis ve idarenin baskılarına karşın örgütlenme ve mücadele yolunda büyük bir adım atarak mücadele etme kararlılığını göstermiştir. Artık onlar, burjuvazinin uysal köleleri, “devletin temsilcisi”, emekçilere yukardan bakan memurlar değillerdir. Bir emekçi olduklarının bilincine varmışlardır.
Üreticiler, hükümetlerin, tekeller ve büyük toprak sahipleri lehine tespit ettiği taban fiyatları artık açıkça reddetmektedir.
Parlamento ve hükümet, emekçiler nezdinde bütün itibarını yitirmiştir. Emekçilerin gözünde görünüşte de bir yasama organı olmaktan çıkmış, yasama ve yürütmenin Milli Güvenlik kurulunun elinde olduğu apaçık ortaya çıkmıştır.
Öte yandan enflasyon, önü alınamaz bir biçimde yükselmektedir ve son 12 yılda, enflasyonu önlemek için getirilen tüm önlemler iflas etmiştir. Ekonomi bütünüyle bir bataktadır.
Bütün bu temel sorunlar karşısında burjuva partileri; emperyalist yeni dünya düzenine entegre olacak, İMF, Dünya Bankası, TÜSİAD ve Amerikan Konsolosluğu’nun beğenisinden geçmiş bir programla bu sorunları çözeceklerini iddia etmektedirler. Birbirlerinden farkları tamamen ayrıntıdadır. Bu yüzden de, kendilerini politik olarak ifade etme yerine tanıtımlarını reklâm şirketlerinin cin fikirliliğine bırakmışlardır.
Değerli basın çalışanları;
Bizler hiç bir burjuva partisinin ülkeyi bugün içinde bulunulan çıkmazdan kurtaramayacağını biliyoruz. Bütün bu sorunları ancak emperyalizmin dayatmasına boyun eğmeyecek, kapitalist sömürüyü tümden ortadan kaldırmayı amaç edinen, ulusların kendi kaderini tayin hakkını her ulusun kendi devletinin kurabileceği hakkına kadar genişleten işçi sınıfının devrimci partisi çözebilir. Ne var ki bugün işçi sınıfının öz partisi seçimlere resmen girememektedir. Bizler, İstanbul, Ankara, İzmir, Adana, Bursa, Kocaeli gibi belli başlı sanayi merkezlerinin çeşitli seçim bölgelerinden aynı dünya görüşünü paylaşan milletvekili adayları olarak bu seçimlere katılıyoruz.
Bizler, ne burjuvazinin çıkarlarını savunmak, ne de kişisel çıkar için milletvekili adayı olduk. Bir burjuva partisinde listeye giremediğimiz için de aday olmadık.
Bizler, emekçilerden oy alarak seçtirilen ama egemen sınıflara hizmetten başka bir işlevi olmayan parlamentonun gerçek niteliğini sergilemek için aday olduk.
Bizler, emperyalizm ve gericiliğin hizmetindeki burjuva partilerinin sahte vaatlerini, emekçi düşmanı tutumlarını açığa çıkarmak için aday olduk.
Bizler, dünya halklarına dayatılmak istenen emperyalist yeni dünya düzeninin, “ebedi barış”, “evrensel adalet” ve “kapitalizmin ölümsüzlüğü” demagojisini teşhir etmek için aday olduk.
Bizler, kapitalizmin ister devletçi, ister serbest pazar ekonomisi adı altında, bütün biçimlerinin sömürücü, baskıcı, emekçiler için zam, zulüm, yoksulluk, işsizlik, eğitimsizlik, yağma, savaş ve özgürlüksüzlük olduğunu göstermek için aday olduk.
Bizler, en basit bir ekonomik hak için bile zorlu mücadeleler vermek zorunda bırakılan ve son yıllardaki eylemiyle düzen sınırlarını zorlayarak devrimci dinamizmini ortaya koyan işçi sınıfının sesini duyurmak, onun sömürüşüz, baskısız toplum ideali sosyalizmin propagandasını yapmak için aday olduk.
Bizler, her türlü örgütlenme ve mücadele olanakları yasaklanarak çağdaş köleliğe itilen kamu çalışanlarının sesi olmak için aday olduk.
Bizler, “potansiyel suçlu” muamelesi gören, eğitimsizliğe ve geleceksizliğe mahkûm edilen gençliğin taleplerini savunmak için aday olduk.
Bizler, kapitalizm tarafından çifte sömürüye tabi tutulan ve cinsiyeti metalaştırılan emekçi kadınların sesi olmak için aday olduk.
Bizler, emperyalistlerin, tekelci sermaye ve toprak ağalarının insafına terkedilmiş yoksul ve orta köylülüğün sesini duyurmak için aday olduk.
Bizler, emekçilere ve Kürt halkına yöneltilen baskıyı, zulmü, işkenceyi ve katliamları teşhir etmek, işçi sınıfımız ve tüm emekçilerin sömürüşüz ve baskısız bir dünya idealini haykırmak için aday olduk.
Buradan, basın aracılığı ile şu çağrıyı yapıyoruz:
İşçiler, emekçiler, ezilen Kürt ulusu, her milliyetten kadınlar ve gençler!
Seçim ortamının yarattığı duyarlılık çok önemlidir ve bu duyarlılıktan taleplerimizi haykırmak için yararlanmalıyız. Bizler bütün sömürülenlerin, bütün ezilenlerin taleplerini meydanlarda haykıracağız. Sesimiz gür çıkmalıdır. Bundan sadece komünistler değil, bütün ilericiler, devrimciler, demokratlar da yararlanacaktır. Bu yüzden de bütün emekçileri, devrimcileri, gerçek demokratları sesimize ses katmaya çağırıyoruz. Bizi destekleyin ki, sesimiz daha gür çıksın.
İŞ EKMEK ÖZGÜRLÜK! FAŞİZME ÖLÜM HALKA HÜRRİYET!

İstanbul 3. Bölge Bağımsız Adayı Necati KOTAN
İstanbul 7. Bölge Bağımsız Adayı Hilmi KARAOĞLAN
İzmir 1. Bölge Bağımsız Adayı Derviş ALTUN
Ankara 2. Bölge Bağımsız Adayı Cemal GELEŞ
Adana 2. Bölge Bağımsız Adayı M. Ferdi HIZLI
Bursa 2. Bölge Bağımsız Adayı Recep SARI
Kocaeli 2. Bölge Bağımsız Adayı Şerafettin ÖZCAN

Seçimlerde İki Taktik

Erken Genel Seçim” Türkiye’nin gündemine, egemen sınıfların ağır siyasi ve ekonomik sorunlarla yüz yüze olduğu koşullarda, işçi sınıfının, emekçilerin ve Kürt Ulusal Kurtuluş hareketinin yükselen muhalefetine karşı yeni saldırıların, sözde yeni hükümetler aracılığıyla gerçekleştirilmesini sağlamak amacıyla sokuldu.
Tekelci burjuvazi ve onun siyasal aygıtları (devlet ve siyasal partiler), seçimler aracılığıyla, işçi, emekçi ve Kürt yığınlarının değişik biçimler ve düzeylerde patlayan ve sokağa taşan öfkesini, parlamentarist yöntemlerle eritmek ve düzenin sınırlan içinde tutmak için seçim ortamının yaratacağı siyasal etkiyi ve olanakları kullanıyorlar.
Her seçim döneminde, olduğu gibi, burjuvazinin taktiklerine karşı işçi sınıfı ve emekçi halkın tutumunun ne olması gerektiği, bu arada büyük gelişmeler kaydetmiş bulunan Kurt ulusal hareketinin bu politik ortamda kendisine nasıl bir yol seçeceği, devrimci komünistlerin, devrimci demokrasi güçlerinin başlıca tartışma konusunu oluşturmaya devam ediyor.
Seçimlerde taktik sorunu, bugüne kadar iki biçim etrafında tartışılmıştır: Boykot ve devrim perspektifini, burjuva parlamentonun niteliğini göz ardı etmeksizin, seçime katılma.
Bu iki taktikten hangisinin tercih edileceğine, objektif kriterlere bakarak karar vermek gerekir. Ekonomik ve politik durum; işçi ve emekçi kitlelerin ruh hali, bilinç ve örgütlülük düzeyi ile içinde bulunulan süreçle bu kitlelerin yürüttükleri mücadelenin kapsam ve düzeyi, gelişme yönü ve bunun karşısında da egemen sınıfların genel durumu, karşılıklı güç ilişkileri, hangi taktiğin kullanılacağına karar verirken gözetilecek faktörlerdir. Bütün bu faktörler, devrimci ve demokratik hareketin ilerletilmesi, stratejik iktidar hedefine yaklaşılması perspektifi ile değerlendirilmelidir.
Ülke, sermayenin, gericiliğin ve diktatörlüğün derin bir çıkmaz içinde bulunduğu, buna karşılık, halk muhalefetinin yükseldiği bir dönemden geçiyor. Ne var ki, bu muhalefetin başını çekerek onu genel bir iktidar mücadelesine dönüştürmesi özlenen işçi sınıfı hareketi, henüz sendikalizmin sınırlarını aşamamış, parlamentarizmin etkisinden kurtulamamıştır. Sınıf hareketi, gerek talepleri, gerekse mücadele biçimleri bakımından, siyasal özgürlük ve siyasal iktidar hedefine yönelmiş değildir. Kürt ulusal kurtuluş mücadelesi ile Türkiye işçi sınıfı hareketi arasında olması gereken birlik, işçi sınıfının bilinç ve örgütlülük düzeyinin düşüklüğü nedeniyle henüz sağlanabilmiş değildir.
Bu durum karşısında, seçim taktiği olarak boykotun değil, seçimler dolayısıyla oluşmuş bulunan ortamdan çeşitli araçlarla yararlanmanın tercih edilmesi devrim ve demokrasi güçleri için daha elverişli koşullar yaratacaktır.
Boykot, günümüz koşullarında, işçi ve emekçi yığınların taleplerinin içeriğini ve mücadele biçimlerinin düzeyini yükseltmeyecek, aksine, burjuvazinin çeşitli partilerinin demagojik propagandasına meydanı tümüyle boş bırakacak ve yığınların muhalefetinin burjuva siyaset kanallarına akıtılmasın  kolaylaştırılması ve burjuva muhalefet partileri içinde eritilmesi için egemen sınıfların kullandıkları alanı genişletecektir. Boykot taktiğinde ısrar edenler, dönemin özelliklerini, burjuvazi ve gericilikle işçi sınıfı, halk ve demokrasi arasındaki güç ilişkilerini ve bunların karşılıklı konumlanışlarının doğurduğu siyasal ortamın ihtiyaçlarını yeterince ve doğru olarak değerlendirmiş değillerdir. Ülkede, demokrasi ya da burjuva demokratik hak ve özgürlüklerin bulunmaması, faşizm koşulları, her dönemde geçerli olabilecek mekanik ve değişmez bir taktik yorumuna yol açıyor. Aynı mantık, mücadelenin ilerletilmesi için taktiğin bir araç olduğunu, buna hizmet ettiği sürece her platformdan yararlanılabileceğini görmediği için, tersine çevrilmiş bir biçimde, burjuva demokrasinin bulunduğu koşullarda da, sürekli olarak seçimlere katılmayı önerebilecektir. Parlamentonun gerici bir kurum ve “burjuvazinin ahırı” olarak niteliğinin tespit edilmesi ve onun bir kurum olarak reddedilmesi ile en gerici kurumlar içinde de çalışarak mevziler ve kürsüler elde edilmesi için mücadele edilmesi, birbiriyle çelişen şeyler değildir. Zamanı ve yeri geldiğinde, koşullar gerektirdiğinde, bizzat burjuvazi tarafından açılmış olanakları, burjuvaziye karşı bir silah olarak kullanabilmeyi bilmek gerekir.
Burjuvazi bakımından, genel olarak parlamento seçimleri, bir hükümetin yerine hangisinin geçeceğini tespit etmekten ibaret değildir. Bu, yalnızca seçimlerin görünüşteki amacıdır. Bu türden seçimlerin, burjuva siyasal egemenliğin sosyal dayanaklarının sınanması, seçimleri araç olarak kullanarak burjuva hükümetler arkasındaki yığınsal gücün sağlamlaştırılması ve daha geniş bir sosyal tabana oturtulması ve bu tabanın yenilenmesi gibi daha kapsamlı amaçları da vardır. Bir başka deyişle seçimler, sınıflar mücadelesi içinde biçim kazanan, sosyal değişim dinamiklerinin sistem içindeki konumlarının korunup korunmadığını, bunların sistem dışına kayma eğilimlerinin bulunup bulunmadığını ölçmek için de imkân taşırlar. Bu anlamda da seçimler, politikayla uğraşan, iktidar için mücadele eden her sınıf için, en basit deyimle “kendi güçlerini sınamak”, sosyal ve siyasal etkisinin boyutlarını görmek fırsatını verirler. Ancak seçimlerin yarattığı siyasal ortam, bu ölçmenin ve sınamanın, sıradan bir anket ve değerlendirme süreci gibi geçmeyeceği, karmaşık ve çok yönlü bağlantıları, etkileşmeleri içeren bir sosyal ve siyasal süreç haline gelmesine yol açar. Burjuvazi açısından, siyasal egemenliğin temellerinin ve başlıca kurumlarının korunması için köklü yığın eyleminin engellenmesine hizmet edecek bir çarpık “demokrasi” bilincinin yığınlara şırınga edilmesinin yolları açılırken, halk muhalefetinin güçleri için de, bunun tersine çevrilmesinin imkânları doğar. Burjuvazi, kendi tasarılarını ve iktidar planlarını halk yığınlarının ilgilendiği, halk yığınlarının katıldığı ve onayladığı bir süreç olarak göstermek için seçimleri kullanmak isterken, işçi sınıfı ve emekçi halk da, kendi programlarını oluşturacak, geliştirecek ve kendi yığınlarının bunlara sahip çıkmasını sağlayacak girişimleri, aynı ortamda ve aynı süreçte gerçekleştirebilir. İyi örgütlenmiş, ısrar ve inatla, cesaretle sürdürülecek bir seçim kampanyası, genellikle devrimci politik propaganda ve ajitasyonun olağan koşullarda ulaşamadığı yığınlara, siyasal ilginin en yüksek olduğu bir anda ve siyasal etki gücünün en fazla olabileceği koşullarda, devrimin ve demokrasinin programını iletebilmek için yeni ve olağan koşullarda elde edilemeyecek mevziler kazandıracaktır. Böyle bir faaliyet, bugüne kadar genellikle kendisini burjuva politik saldırılar karşısında savunma durumunda hissetmiş olan devrimci harekete, dolaysız siyasal ilişkiler zemini üzerinde burjuvaziye saldırma imkânı verecek, bu faaliyetin başarısı oranında da burjuvaziyi savunma durumuna sokabilecektir. Kısacası, seçimler, bir yandan, burjuvaziye siyasal egemenliğinin sosyal ve ideolojik temellerini yeniden gözden geçirme, sağlamlaştırma ve sürekli kılma imkânını verirken, işçi sınıfı ve emekçi halka da, bu temellerin göründüğü kadar sağlam olmadığını, kendi eylemi ve iktidarı için de sosyal bir zemin bulunduğunu görme ve gösterme yolunu açar, bu alan üzerinde kendi güçlerini seferber etmek, yeni ve değişik çalışma ve mücadele biçimleri geliştirmek, yeni taraftarlar kazanmak ve kadrolarını eğitmek için kendini sınamasını, tecrübe kazanmasını sağlar.
Her seçim döneminde, halk yığınları, çeşidi burjuva partileri arasında bir tercihe zorlanır ve çok büyük bir seçmen kitlesi, daima “başka seçeneği olmadığı için” kötünün iyisine oy vermek zorunda kalır. Partilere derin çıkar bağları ile bağlanmamış, geleneksel taraftar kimliğinin dışında kalan ve büyük bir halk çoğunluğunu oluşturan her seçmen, özellikle programlan ve siyaset anlayışları arasındaki görünüşteki farklılıkların da gitgide azaldığını gördüğü burjuva siyasal partilere tam umutsuzluk ve kopuş duygusuyla bakmaya başlamıştır. Halk yığınları, burjuva siyasal partilerden hiçbirinin diğerinden daha iyi, daha ileri yada daha sorun çözücü olmadığına inanmaya başlamıştır. Bu, halkta genel bir hal alan hoşnutsuzluğun, sisteme karşı bir muhalefet, sistemden bir kopuş için potansiyel haline geldiğinin göstergesidir. Burjuva propaganda merkezlerinin “depolitizasyon” olarak adlandırdığı şey, aslında burjuva siyasete karşı ilgisizlik ve burjuva siyasal hayatın kurumlarından umut kesmiş olmaktan başka bir şey değildir, öyleyse, aynı anda, devrimci komünizmin, bütün burjuva seçeneklere karşı üstünlüğünün, kapitalizm koşullarında kurtuluş için artık bütün yolların tıkandığının, tek yolun devrimci demokratik halk iktidarını kurmak için ayağa kalkmak olduğunun anlaşılabilmesi için de artık çok daha güçlü bir sosyal ortam var demektir. Devrimci propaganda ve ajitasyon, politikanın bu hareketli alanında, gerçeğin apaçık gösterilmesi için kendisine güçlü imkanlar bulabilir.
Seçim platformu, kitlelerdeki siyasal ilgiyi uyarmış olmasının yanı sıra, çeşitli araçlar ve olanaklar sağlamaktadır. Bunların doğru değerlendirilmesi ve devrimci tarzda kullanılması, işçi ve emekçi yığınların bilinç ve örgütlülük düzeylerini yükseltmeye, mücadeleyi politik taleplerle ve siyasal iktidar hedefine doğru ilerletmeye hizmet edecek, devrimci öncü ile işçi sınıfı arasındaki bağları güçlendirecektir.

Ekim 1991

Seçim ve sendikalar

Türkiye’deki mevcut sendikal hareketin üst yönetim organı TÜRK-İş’in sınıf uzlaşmacı, gerici, bürokratik işçi düşmanı karakteri, somut her ekonomik-demokratik-siyasi ve askeri hareketliliği içeren durum ve olaylarda defalarca kamuoyunun gözleri önüne serilmiştir. Uzak geçmişine uzanmaya gerek yok, yakın geçmiş bu tür olayların tanıklığıyla dolu.
Körfez Krizinde ABD emperyalizminin ve onun işbirlikçisi tekelci kapitalizmin temsilcisi iktidarın Irak’a karşı saldırgan tavrı, savaşın sonuçlan itibariyle Türk-Kürt işçi ve emekçi kitlelere yönelen faturanın ağırlığını görmezden geldikleri yetmezmiş gibi, Körfez Krizi ile ilgili olarak Ocak ayının son günlerinde toplanan Türk-İş Başkanlar Kurulunda, Musul, Kerkük hayaller kuran gerici faşist sendikacıların yüreğine Ş. Yılmaz’ın sözleri su serpiyordu: “Savaş istemiyoruz ama çıkarsa işçilerimle birlikte cephede savaşırım.” Ş.Yılmaz’a bu sözleri söyleten mevut sendikal hareketin gerici söven niteliğinden başka bir şey değildir.
Sendikal örgütlenme, hak ve özgürlüklerinin önündeki anti-demokratik yasal ve fiili engellere rağmen işçi ve emekçi kitlelerin ekonomik-demokratik duyarlılığının ve haksızlıklara karşı sınıf hareketliliğinin üst sınırlara sıçradığı TİS dönemlerinde, grev ve direnişlerde de TÜRK-İş yönetimi, sınıfın öfkesini, tepkisini, sermayenin sendikal itfaiyesi olarak püskürtmek görevini Zonguldak direnişinden başlayarak tüm eylemliliklerde hakkını vererek yerine getirmeye çalıştı. TİS’lerden sonra yaşanan sayılan yüz binleri bulan işçi çıkarmalarında, hükümetin sendikasızlaştırma politikasına karşı göstermelik demeçlerin dışında yaptığı iş ise, T. Özal’ın ve TİSK başkanı R. Baydur’un söylediklerine katılmak oldu. “İşçi kıyımlarının nedeni işçilerin, işverenlerin karşılayamayacağı kadar yüksek ücreti talep etmeleri” imiş. TİS öncesi ücretlerin ve TİS sonrası ücretlerin ne olduğu, işçi kıyımlarının sendikasızlaştırma politikasının ifadesi olduğu gerçeğini, Türk-İş’in sorumsuzluğuyla da sınıf uzlaşmacı tavrını yeterince açıklıyordu.
Türkiye gibi, iş’in, ekmeğin, özgürlüğün kazanılmasının önünde ABD emperyalizminin ve işbirlikçi tekelci kapitalizmin sınıf temsilcilerinin, donanımlı saldırganlığının gücünün durduğu ülkelerde, sendikaların işlevi ve niteliği, kucakladığı kitlelerin, işçi sınıfı onuruna yaraşır olması gerekir. Sendikalar, bir yandan işçi sınıfının ekonomik-siyasi örgütlenme dayanışma ve mücadele merkezleri, diğer yandan, tüm toplumsal sosyal hareketliliklerde ve durumlarda üyeleri işçileri de aşarak tüm emekçi kitleleri uyandırmaya yönelik, yaptırım gücü olan muhalefet odakları olmak zorundadır. Her türden gerici, faşist, uzlaşmacı sendikacılığın yapıldığı bugünkü egemen sendikal hareket, söz konusu gerçek sendikal nitelik ve işlevlerin çok uzağındadır.
İki milyon işçi kitlesini temsil eden 32 sendika yönetiminin başkanlarını bir araya getiren TÜRK-İŞ yönetimi, ne salt Ş. Yılmaz’dan ne de 32 başkandan ibarettir.
Çok daha köklü ideolojik-siyasi bir içerikle beslenen TÜRK-İŞ yönetimi, tıkanan her sendikal sorunda işçilere ve kamuoyuna ilaç reçetesi gibi sunulan erken seçimde, parlamentonun küçültülmüş fotokopi nüshalarından biri olarak bir kez daha niteliğini gözler önüne seriyor.
20 Ekim’de oynanacak iktidar oyununda Türk-İş’in rolü nedir?
Erken seçim gündeme gelir gelmez Türk-İş yönetimi, dört siyasi parti liderine “çalışma hayatının sorunlarını konuşalım” çağrısı yaptı. Çağrı yanıtsız kalmadı, önce, 17 Eylül’de M. Yılmaz hemen bir nezaket ziyaretinde bulundu. Ardından Demirel, İnönü ve Ecevit ziyaret randevularını verdi ve ziyaretler gerçekleştirildi.
Ziyaretler, parti liderlerine duyulan yakınlıkla da ilişkin olarak alkış ve sayısal kalabalık değişse de protokolde kusur edilmeden gerçekleştirildi. Ziyaretler de Şevket Başkan tarafından dikte edilen usule ait kurallarda bir aksama olmadı. Gelen parti başkanı alkışa karşılanır, Şevket ağa sevgi ve saygıların sunulduğu açılış konuşmasını yapar, parti liderleri uzun uzun neler yapacaklarını anlatır ve kendilerini desteklemelerini ister. Bu törenler için “Şevket Başkan”, sendika başkanlarını uygun biçimde mızıkçılık, oyunbozanlık yapmamaları, soru sorma ve tartışmamaları için de uyarmıştır ki, böylesi usulsüzlükler olmaz. Demokrasilerin gereği budur! Birileri konuşacaktır birileri dinleyecektir ki birlik beraberlik bozulmasın… Böylece parti liderlerinin ziyaretleri kusursuzca bitirilir. İyi ama bu ziyaretlerde parti başkanları neler vaat ettiler? Sözü edilen, ANAP’ın 8 yıllık karartmasından sonra 21 Ekim’de aydınlanacak Türkiye için!
Burjuva partilerinin isimleri lider adları değişse de tümünün ayrı ayrı ama aynı şeyleri istedikleri ve söyledikleri bu ziyaretlerde net olarak ortaya çıkmıştır. Hepsinin ortak olduğu birinci nokta; hükümet olduklarında yabancı sermayenin Türkiye’ye dizginsiz ve sistemli akışı önünde engel olmayacakları, yani, emperyalistlerle ve günümüz “dünya efendisi” ABD ile ilişkileri ANAP’ın getirdiği kulluk noktasından geri değil daha ileri götürebilmek hepsinin ortak hedefi. Böyle bir hedef ise, yabancı sermayeli ve onların sınıf işbirlikçisi şirketlerin karlarına yeni karlar, ucuz işgücü olan Türk-Kürt işçi ve emekçi yığınlarının sınırsız sömürü ile kanlarının emilmesi ve cüce özgürlüklerinin tümünün elinden alınması demektir. Örgütlenme ve hak arayışlarının önüne zorbalığın daha pervasızca dikilmesi demektir. Demirel’in prensesi T. Çiller’in icadı herkese 2 anahtar vaadi, ekonomik ve siyasi olarak işçi, köylü ve emekçi yoksul kitlelerin yeniden iki kez sermaye tarafından kilitlenmesi demektir.
Ecevit GAP projesinin önemini bu ziyarette uzun uzun anlatmış, iki yıl sonra bitecek projeden yabancı sermayeyi getirerek yararlanmayı, bunun için de liseyi bitirmiş kültürlü, Kürtçe bilen gençlere iş vererek Güneydoğu halkına bu projenin yararlarını kavratacaklarını, söylüyor. Seçim propagandasında sınıf kardeşi SHP’yi “bölücü” HEP’le birleşti diye suçlayan aynı Ecevit Kürt halkına bu ‘hizmetiyle sahip çıkabileceklerini ifade etmekten geri durmuyor.
Yabancı sermayeye, ABD’ye kullukta ne DSP’nin, ne SHP’nin, ne DYP’nin, ne de diğer burjuva partilerinin hiç birisinin diğerinden farkının olmadığı, ancak en iyi hizmette yarışacakları da ziyaretlerde açıklık kazanıyor.
Burjuva parti liderlerinin TÜRK-İş ziyareti konuşmalarında ikinci önemli ortak noktası; Kürt sorunundaki tavırdır. Birlik bölünmezlik demagojisi ile kille kıyımlarını zorbalığı kendileri hükümet olduklarında ANAP’ın önleyemediği “bölücü terörü” kendi “yöntemleriyle” önleyecekleri konusudur.
Üçüncü olarak, tüm burjuva partileri T. Özal’ın serbest piyasa ve özelleştirme politikasının devam ettirileceğini vurguluyor. Dolayısıyla da sendikasızlaştırma politikalarının ve işçi kıyımlarının yeni hükümetler eliyle de yapılacağının güvencesi veriliyor. İş güvencesi ve işçi güvenliği konusunda ya da mevcut sınırlı sendikal yaşamı rahatlatacak herhangi bir ciddi önlem söz konusu değil. Sayıları yüz binleri bulan sözleşmeli çalışanların ve memurların sendikalaşma sorunları ise ya hiç sözü edilmeyen ya da seçim yatırımı olarak ucundan dokunulan konular.
Parti liderleri TÜRK-İŞ’e ziyarete gitmeden önce sermayenin sınıf örgütleri TÜSİAD ve TOBB’a gittiler. Çünkü hiç bir burjuva partisi ve liderinin onların gözünden kaçma şansı yoktur. Aksine, gelecekleri, oy’larını istedikleri işçi ve emekçi sınıflarla değil, diğerleriyle sağlayacakları uyuma bağlıdır. ANAP’ın yıllar sonra başarısızlığına ilk hükmünü verenler, “istikrar” için eski tas eski hamam demagojilerle yeni DYP, ya da ekonomik-siyasi buhran dönemlerinde olduğu gibi işçi emekçi yığınları, yeni bir aldatmacanın aracı olarak kullanılan sosyal-demokrat bir iktidar veya koalisyonlar vs. vs. iktidar arayışının, kendileri için en iyiyi tercih ve onu hükümet yapma bu kuruluşların varlık nedenidir. Güncel bir örnek (hatırlanacağı üzere) TÜSİAD başkanı B. Eczacıbaşı, TÜSİAD İstişare Konseyi üyesi Feyyaz Berker, TÜSİAD eski başkanı Ali Koçman ve diğer TÜSİAD üyelerinin Ecevit’in TÜSİAD’daki konuşmasının ekonomik eksikliklerini, en önemlisi de Ecevit’teki değişmenin kendileri ile olan yakınlıkları açısından önemli gelişme sayılması haberlerinin günlük basında boy boy işlenmesinin anlamı liderlerin bu kuruluşların sınavından aldıkları puan oranında burjuva politikasında gelecekleri olduğu ya da olmadığıdır.
İlginçtir ki, sermaye sınıfının temsilcileri de işçi sınıfının sözde temsilcileri de burjuva partilerinden muhtelif adaylara destekte birleşiyorlar. Bu da sendika yönetimlerinin çıkarlarının hangi sınıflarla uyum içinde olduğunu gösteriyor.
Parti liderlerinin Türk-İş’i ziyaretinde, TÜRK-İŞ’in de partilerden istekleri var kuşkusuz. Şevket Başkan’ın açılış konuşmalarında şöyle deniliyor: “… Kısaca; Anayasa ve yasalarda demokrasiye, temel insan hak ve özgürlüklerine aykırı bütün düzenlemeler ortadan kaldırılarak; çoğulcu, özgürlükçü, katılımcı parlamenter demokrasinin tüm kurum ve kuralları ile yeniden ve sağlıklı bir biçimde işlerliğe kavuşturulması sağlanmalıdır.” Dileklerinin gerçekleşebilmesi için olsa gerek Ş. Yılmaz, Türk-İş’e bağlı sendikalardan farklı siyasi partilerden aday olduklarını belirterek devam ediyor: “herkesin siyasi kanaatine hürmetimiz olduğuna göre, siyasi tercihleri doğrultusunda çeşitli siyasi partilere müracaat edenlere hayır diyemeyiz. Bizden müsaade almıyorlar. Bu tabanda bir bölünmeye yol açmaz, (neden açsın ki!) Biz şu ya da bu partiyi destekleyin demiyoruz. Adaylıklar sıkıntı yaratmaz. Herkes siyasi tercihine göre oyunu kullanır. Kimsenin oyuna kimsenin ipotek koymaya hakkı yoktur. Adaylık için müracaat etmek bir siyasal tercihtir. Bizde siyasi tercihlere müdahale demokrasiyi yanlış anlayanlara ait.” diyerek, TÜRK-İŞ erken şeçimdeki tavrını; tek arısı Segula, balı baldıran olan, çürümüşlüğünün hıncını işçi-köylü-emekçi kitlelerden alan ANAP’a, sandıktaki kokusunun işbirlikçi kapitalizme, dikenlerinin de Türk Kürt emekçi halkına düştüğü “gül bahçesi” SHP’ye, sabahı olmayan Günaydın’ın DS’sine, daha dün emperyalizme ve faşizme karşı mücadelenin bayrağı gençlik önderleri darağaçlarına gönderilirken, yükselen gençlik mücadelesi kanla yıkanırken şapkasını alıp kaçan, şimdilerde oy istemek için aynı şapkayı eline alan sabık faşist politikacı liderin DYP’sine adaylar vererek Türk-İş tüm burjuva partilerinin gönlünü alan tavrını sergiledi. Sonuçta, tekellerin karlarını sınırlamak gibi, emperyalist sömürü ve talana karşı koymak gibi, işçi ve dar gelirli emekçi yığınların yaşam koşullarında kısmi de olsa bir iyileştirme sağlamak gibi dertleri sıkıntıları programları olmayan partilere adaylar vererek, mevcut sendikal politika ve anlayışının ihanetçi, uzlaşmacı hakkını yemediğini bir kez daha gösterdi.
Kendi sınıfına kendilerini seçmiş insanlara tüm yaşam biçimleriyle yabancılaşmış sendika yönetimlerinin 20 Ekim’de oynanacak iktidar oyununda aldıkları rol; tebaası açlık ve kırbaç altında ezilen kralların mutfağında saray arıcılığıdır. Kral ölür. İyi aşçıları, gelen yeni kral da gözetir. Krallar değişse de saray alşçılarına mutfaktan az çok bir şeyler kalır.
Türk-İş’e bağlı sosyal demokrat sendikacıların umudu SHP’den aday olan sendikacılarda
Türk-İş’e bağlı sosyal demokrat sendikacıların SHP’den aday olan sendikacıların parlamentoda işçileri temsil edeceğini iddia ederek SHP’yi desteklemeleri aldatmacadan, işçi ve emekçilerin gözlerine düzen perdesini çekme çabasından başka bir şey değildir.
SHP’den milletvekili adayı olan sendikacılar, parlamentoda sınıfı temsil edecekler! Diğer partilerden aday olan sendikacılar da “aynı işi” yapmak için aday olduklarını söylemediler mi?
Hava-İş Sendikası yönetici eskisi İbrahim Öztürk ANAP’tan aday. Türk-İş’in ideolojik-siyasi mimarlarından Emin Kul ANAP İstanbul 2. Bölgeden aday. İstanbul 3. Bölgeden DYP’den Orhan Balla (son anda istifa etliği söylentileri var). Çimse-İş Başkanı Tamer Eralan DYP’den. Zonguldak 1. Bölgeden SHP’nin ilk sırada adayı Şemsi Denizer, Bartın 1. Bölge adayı Sabri Cebecik, SHP İstanbul 4. Bölgeden Yener Kaya bilinen yeni sendikacı milletvekili adayları, önceki seçimlerde milletvekili olan sendikacılar hariç.
SHP’den, ANAP’tan, DYP’den milletvekili olan adayların kendi alanlarında, yani sınıfın içinde sınıfın dışında yaşamış adaylar olup, sınıfa ne denli yararlı olabildikleri tartışmalıdır. Emin Kul ve İbrahim Öztürk’ün kim olduğunu işçi sınıfı özellikle iyi bilir. Orhan Balla yine öyle. Son anda istifasını verdiyse, o da kendisinin kim olduğunu bildiğindendir. Burjuva politikada yüzsüzlüğün, ikiyüzlülüğün sınırı olmadığına, işçi düşmanlarının milletvekili adaylıklarında yeniden tanık olunuyor.
SHP’nin milletvekili adayları sendikacılara gelince; herhangi bir ilin spor kulübünün futbolcusu tavırla önce SHP, sonra şantaj için herhalde DYP, ardından tekrar SHP’ye transfer olan Şemsi Denizer gibi sendikacılar mı parlamentoda sınıfı temsil edecekler! Burjuva partilerin herhangi birinde karar kılma iç tutarlılığından yoksun bir aday, üstelik de SHP içinde bu işi üstlenecek! İşçi sınıfının onurlu temsili ne Ş. Denizer’ler ne de SHP gibi burjuva partilerine emanet edilmiştir.
ANAP’ın 8 yıldır Türk-Kürt işçi, köylü, emekçi çoğunluğa karşı işlediği, hesabını tutmanın olanaklı olmadığı suçlarını kimler besledi, kimler destekledi, ANAP her şeye muktedir miydi?
– Körfez’e emperyalist saldırıda izlediği saldırgan politikayı, üslerin kullanımını, yalnızca Kürt’lere değil, emperyalizmin, tüm Ortadoğu halklarına saldırı odağı olarak kullanacağı Çekiç Güç’ün getirilip yerleştirilmesine,
– ANAP’ın izlediği ekonomik politikalara,
– SS Kararnamelerine, en son anti-terör yasası denen terör yaratmakla mükellef yasanın, basının ve halkların başına balyoz gibi indirilmesine, sistemli olarak sürdürülen işkence ve katliamlara… Evet, bugün ANAP’ın porsumuş koltuğuna talip olan hangi burjuva partisi adını aldıkları “muhalefet çıkışı”nı yaptı. Şimdi programları, vaatleri ikiz üçüz kardeşler kadar benzeyen partilerden SHP adayı olan sendikacılar SHP’yi atlayarak işçi sınıfının parlamentodaki sesi olacaklarmış. Sosyal demokrat sendikacılar burjuva partiler içinde sınıf temsilcisi olmak sözüyle geniş işçi-emekçi yığınlarının gözünün içine baka baka yalan söyleyerek kitleleri serlerin en kötüsü ehven-i şer’e davet ediyorlar.
Sosyal demokrat sendikacıların SHP’den aday olan sendikacıları destekleme gerekçelerinden biri de dünyanın değiştiği şu malum ağıt “sosyalizm öldü”, duvarlar yıkıldı, sosyalizm isteyemeyeceğimize göre bize en yakını SHP’dir, gibi sık başvurulan kolaycı anlayışa sığmıyorlar.
Türk-İş Başkanlar Kurulunda, Türk-İş yönetimine eleştirel tavır konusunda birkaç dürüst sendikacıya bile destek vermekten aciz sayıları 16 olan sosyal demokrat sendikacılar Türk-İş’in yarısı demektir. Türk-iş’in mevcut politika ve anlayışlarının sınıf düşmanı niteliğinden yalnızca üst yönetim değil, kaypaklıkları ile sınıfa olan güvensizlikleri, inançsızlıkları ile de kendine sosyal demokrat diyen sendikacılar da suçludur. Sosyal demokrat sendikacılardaki genel eğilim devrimcilerden, sınıf bilinçli işçi önder ve kitlelerinden uzak, kaçkın durmak ama o’nun dışında düzenin sınırları içinde kalan her türden uzlaşmacı, revizyonist sınıf düşmanı ideolojilerle ileri sözler ardına gizlenip bütünleşmektir. Biraz üzerlerine gidildiğinde ise, “yalnızız, desteğimiz yok, işçilerin durumu geri, ileri şeyleri savunursak dışlanırız” ifadeleriyle aslında kendilerinden geri olmayan, kendilerinin yabancılaşıp dışladığı sınıftan kaçarak burjuva türden içeriklerle bütünleşmektir. Bu tavır 1 Mayıs’larda, 3 Ocak’larda, sınıf hareketliliğini içeren tüm durumlarda olduğu gibi, şimdi de seçimlerde ehven-i şer mantığıyla SHP’ye sarılmaları aynı eğilimin uzantısından başka bir şey değildir.
TÜRK-İŞ’li sendikacıların faşist, gerici, uzlaşmacı seçim politikasına karşın, bugün Devrimci Komünistlerin seçim taktiğine destek veren işçi, işyeri temsilcileri ve devrimci sendikacıların tutumu gelecek için gerçek umuttur. Tüm güçlüklere rağmen birçok seçim bölgesinde adayların işçiler olması bunu gösteriyor.
20 Ekim seçimlerinde burjuva partileri dışında bağımsız devrimci, demokrat milletvekili adayları seçim oyununu bozacak tek seçenektir. Bağımsız devrimci, demokrat adaylar parlamentoda ayrıcalıklar peşinde, değil.
Bağımsız devrimci demokrat adaylar, on yıllardır burjuvazinin türlü yöntemlerle, omuzlarının üzerinden aldığı beyni yerine getirmenin, sormanın, düşünmenin, düşüncenin canlı tutulmasının, ezilen, soyulan yığınların çığlıklarının hedefini göstermek için parlamentoya aday oldular.
Bağımsız devrimci, demokrat adaylar, işçi sınıfının onurlu temsilini üstlenmek, burjuva partilerinin ikiyüzlülüğünü teşhir etmek için aday oldular.
Seçimlerde burjuva partilere oy yok, diyerek, bağımsız devrimci-demokrat adayların desteklenmesinden ürkmesi gerekenler işçi-köylü emekçi yığınları değil, burjuvazinin şu veya bu kesiminden çıkarı olanlardır. Sendikal hareket içinde de sosyal demokrat yelpazede yer alan sayıları az da olsa sosyal demokrasinin, reformizmin kaygan zeminine iyice yapışmamış dürüst namuslu sendikacıların da ürkmemesi gerekir.
Sosyalizmin şahlandığı yıllarda herkes sosyalistti ve yine öyle olur. Önemli olan geçici yenilgi döneminde yaşamın her alanında olduğu gibi güncel bu seçimlerde de sosyalist, devrimci-demokrat değerlerin savunulması, ona uygun davranılmasıdır. Bu zorunluluk, işçi, köylü, tüm emekçi sınıflar kadar, dürüst namuslu aydınlar, yazarlar, memurlar, sendikacılar için de vardır.

EK:
Şükran Ketenci, Türk-İş’in “partiler-üstü” politikasını SHP’den yana “değiştirmesini” istiyor!
Burjuva basının köşe yazarlarının, yazılmaya, söz söylemeye değer olaylarda ve durumlarda aldıkları tavır, burjuvazinin eli-gözü-kulağı-dili olmaktan ibaret.
Konu; seçim ve sendikalar olunca, Ş. Ketenci görmezden gelinemez. İşçi ve sendika sorunlarıyla ilgili köşe yazarlarının “ciddi kalemi” Ş. Ketenci, erken seçim gündeme gelir gelmez diğer meslektaşları gibi kalemine sarıldı. Sendikacıların duyarsızlığından, seçimlere ilgisizliğinden, işçi düşmanı ANAP’a tavır alınmamasından yakınıyor. Türk-İş’in “partiler-üstü” politikasına son vermesini istiyor.
Ş. Ketenci’ye sormak gerekir, Türk-İş’in partiler-üstü politikası ve tarafsızlığı hangi anlamdadır. Gerçekten tarafsız mıdır? Partiler-üstü tavır demagojiden başka bir şey midir? Emeğin, sermayenin, sömürenin, sömürülenin kim olduğu gibi basit gerçekleri bilen, düşünen her insan gibi, kişi bir de konumu işçiler ve sendikaları akıl hocalığı olursa, sorunun yanıtını bilmemesi olası mı!?
TÜRK-İŞ, TÜRK-İŞ olalı, ne tarafsız oldu, ne de partiler-üstü politika izledi. Aksine, tarafsızlığı ve politikasızlığı burjuvaziden yana olmak, sınıfa karşı burjuvazinin politikasını savunmaktı. Sınıfın ve emekçi kitlelerin yükselen hareketinin önünden kaçmak için “tarafsızlık” demagojisine sığındı.
TÜRK-İŞ’in tarafsız olmadığına binlerce örnek bulunabilir. Bellekler hala tazedir: 12 Eylül faşizminin özgürlüklerin kırıntısına tahammül göstermediği koşullarda, TÜRK-İŞ’i kapatma gereği duyulmadıysa, bu TÜRK-İŞ’in “tarafsız”, “partiler-üstü” faşizme verdiği desteğin bir ifadesidir. Ş. Ketenci’nin TÜRK-İŞ’in tarafsız politikasını terk etmesinden anladığı, ANAP’a karşı SHP’nin desteklenmesidir. TURK-İş her partiye aday vererek, bu konuda adil davrandı! İşçinin ve sendikal sorunların “bilincinde” olan yazar, sermayenin şu ya da bu gücünün iktidar oyununun sergilendiği göstermelik parlamentoya işçilerin bel bağlamalarını istiyor. Umudun SHP’de olduğunu hemen her yazısında vurguluyor. Her kursak kendi kavurgasını istermiş. Ş. Ketenci’nin kendini SHP’ye yakın bulması anlaşılır bir şey. Ama işçi sınıfı ve emekçi kitlelerin SHP’ye umut bağlamaları için değil, tüm düzen partilerine olduğu gibi SHP’ye de oy vermeyip, ders vermek için nedenleri vardır. Ş. Ketenci, Türkiye gibi ülkelerde, parlamentonun göstermelik rolünü, burjuva partilerin işçi ve emekçiler için çözüm olmadığını bilmez mi? SHP’den aday olan sendikacıların diğer düzen partilerinin adayları gibi sandalye sevdasını, işçi sınıfına uzaklığını bilmez mi? Hepsini bilir. Ama en çok da, Cumhuriyet Gazetesinde kendi köşesindeki rolünü bilir ki, işçi ve emekçileri kandırmanın, oyalamanın aracı oluyor.

Ekim 1991

Parlamenter Sistem Değil Sovyet Demokrasisi

Toplumsal örgütler ve siyasal kurumlar, altyapıda üretim ilişkilerinin düzeyine, ekonomik gelişmenin düzeyine, sosyal sınıflar arasındaki ilişki ve çelişkilerin seyrine ve tarihten gelen özelliklere bağlı olarak oluşurlar ve her zaman sınıfsal bir özellik gösterirler. Toplumsal-siyasal örgütlerin ve kurumların bir bölümüyle işlevsizleşmesi, bir bölümünün yetkinleşmesi de gene bu ilişkiler sisteminin bütünlüğüne ve toplumsal gelişmenin düzeyine göre şekillenir. Ekonomik-toplumsal formasyonlar, farklı üretim tarzları, aynı zamanda sahip oldukları örgüt modelleri ile de birbirlerinden ayrılırlar.
Burjuva-kapitalist kurumlar, feodal dönemin kurumlarına göre yetkin ve daha kompleks bir özellik gösterirler.
Bir kurum olarak parlamento ve bir sistem olarak parlamentarizm, feodal sistemden farklı olarak, burjuva toplumunda devlet-toplum ilişkisinin /çelişkisinin kesişme noktasında yer alıyor.

Burjuva Devleti ve Parlamentonun İşlevi
Ama parlamentarizm, yığınlara, devlet yönetimine katıldıkları izlenimini vermesinden dolayı, evrensel bir yanılsamayı yansıtıyor.
Parlamentarizme yöneltilen itibarın temelinde, parlamentonun temsili bir kurum olması yatmıyor. Feodal mutlakıyetçilikten temsili kurumlara yöneliş, tarihsel bir ilerlemeye dayanıyor. Temsili kurumların, proletarya diktatörlüğü altında vazgeçilmez olduğunun bilinmesi gerekiyor. İtiraz, temelinde parlamentonun devlet kurumları içerisinde bir vitrin olmasından kaynaklanıyor. Yaptığı yasalar üzerinde hiç bir denetim yetkisine sahip olmayan parlamento, yetkilerini yürütme organına devretmek suretiyle, özünde, sadece bir onay merkezi olma konumunda kalıyor. Ordu-polis ve bürokrasiden, mahkemelere ve cezaevlerine kadar uzanan bir dizi bürokratik ve militarist kurum, devletin temel güç organlarını oluşturuyor. Parlamento, devletin temel güç organları arasında yer almıyor. Demokrasi, her şeyden önce temsili organlarının üzerinde yükseliyor, temsili organlar olmaksızın. Temsili organlar olmaksızın, bir proletarya devleti düşünülemez bile. Ama parlamento, burjuva devleti için, olmazsa olmaz bir kurum değildir. Özellikle, belli geri kapitalist (ilkelerde, parlamentonun varlığı, burjuva devlet açısından bir kural değil, daha çok bir istisna oluşturuyor. ‘Demokrasi beşiği’ olarak anılan Batı demokrasilerinde, siyasal istikrarın gerçekleştirilmesinde artık bir işlev taşımaması koşullarında, tekelci burjuvazinin, demokratik parlamentarizmi devre dışı bırakması, temsili Organlarla burjuva demokrasisi arasındaki ilişkinin işlevini ve düzeyini somutlaması açısından önem taşıyor.
Parlamento bir vitrindir ve ‘yasa yapıcı’ bir kurum olarak, burjuva diktatörlüğüne demokratik bir görünüm kazandırmak gibi önemsiz olmayan bir işlevin taşıyıcısıdır. Asıl devlet işlevi hep kulislerde görülür, devlet daireleri, bakanlıklar ve genelkurmay tarafından yürütülür. Parlamento ise, asıl devlet organlarını tarafından yürütülen faaliyetler açısından bir onay merkezi olmanın ötesinde bir işlev taşımaz. Parlamento, asıl devlet organları tarafından yürütülen siyasal faaliyetlerin yasallaştırılması, onlara yasal ve meşru bir görünüm kazandırılması gibi görevleri yerine getirmekle yükümlüdür. Parlamento kendi çıkardığı yasaları bizzat kendisi yürütemez, yürütme organı işlevine sahip olamaz; yürütme görevini, kendi dışında ve kendi üzerinde yer alan bir organa devreder.
Burjuva devleti, burjuva demokrasisi, yasama ve yürütme görevlerinin, yasama ve yürütme organlarının birbirinden ayrılması esasına dayanır.
Burjuva devlet organlarının ikinci bir iktidar odağı olarak oluştuğu feodal mutlakıyetçiliğin çöküşe geçtiği evrede, kuvvetler ayrılığı ilkesi, tarihsel olarak ilerici bir işlev yerine getiriyordu. Yasama organının, yürütme organı karşısında burjuvazinin bir iktidar merkezine dönüştüğü ve mutlakıyetçi yürütmeden bağımsızlaştığı meşruti monarşi koşullarında, kuvvetler ayrılığı ilkesi, feodal devleti zayıflatan bir rol oynuyordu. Kuvvetler ayrılığı ilkesinin uygulanması, burjuvazinin iktidarını güçlendiriyor ve burjuva demokrasisinin oturmasına hizmet ediyordu.
Kuvvetler ayrılığı ilkesi, bugün, siyasal egemenliği parlamentodan alıp yürütme organına devretmek suretiyle, burjuvazinin siyasal egemenliğinin gerçekleşmesine en uygun ve uyumlu siyasal hukuk teorisini oluşturuyor. Burjuva demokrasisinin kurum ve normlarının teorik ve pratik çerçevesini çizmesi açısından kuvvetler ayrılığı ilkesi, artık gerici bir nitelik taşıyor.
Burjuvazinin asil siyasal iktidarı, devletin parlamento dışındaki iktidar organları aracılığıyla gerçeklik kazanıyor. Parlamentodaki herhangi bir hükümet değişikliği, devletin temel kurumlarını nitelik olarak etkilemiyor, parlamentonun eli temel iktidar organlarına kadar uzanamıyor. Daha önemlisi, en demokratik ortamlarda bile seçim oyunları, seçim yasasında yapılan değişiklikler ve milletvekili transferleri gibi yol ve yöntemlerle, istenmeyen güçlerin parlamento kanalıyla ‘iktidar olması sürekli bir biçimde engelleniyor. Daha da olmazsa, siyasal iktidarın bozulması ve burjuvazinin siyasal ve ekonomik iktidarının ‘tehlikeye’ sokulmaması için, gerektiğinde parlamento devre dışı bırakılıyor, sayısız örnekleri biliniyor.
Parlamentarizmin devrede olduğu dönemlerde dahi, burjuvazi, sınırlama üstüne sınırlama koyarak, yığınları, daha büyük ölçüde siyasetin, siyasete biçimsel katılmanın da dışına sürüyor. Parlamento, bütünüyle burjuvazinin kapalı bir av alanı haline dönüşüyor. Geniş kitlelerin, seçtikleri parlamento üyelerini denetleme ve geri çağırma hakkına sahip olmaması, parlamento üyeliğinin maddi ve manevi ayrıcalıklarla ve dokunulmazlık zırhıyla donatılmış olması ve parlamento üyeliğinin profesyonel bir meslek statüsüne dönüşmesi, seçilen parlamenterlerin niteliğinden bağımsız olarak, bu duruma yapısal temel oluşturuyor.
Yasama ve yürütmenin birbirinden ayrılması ve iktidarın bürokratik-askeri makinasının bütünü demek olan yürütme gücüne, aktarılmış olması, en tam burjuva cumhuriyetlerinde bile, demokrasinin bir hayale dönüşmesinin başlıca nedenini oluşturuyor. İktidar, yasamadan ve yığınlardan kopuk bir yürütme gücü aracılığıyla gerçekleşiyor. Yasama ve yürütme görevlerinin birbirinden ayrıldığı ve her ikisinin de doğrudan üreticiden koparıldığı burjuva demokrasisi, bir bütün olarak demokrasiyi bir hayale dönüştürüyor.
Parlamentarizm, burjuva demokrasisinin hayalinin somutlanmasını ifade ediyor.

Sosyalist Demokrasi: ‘Devlet Olmayan Devlet1
Sosyalist toplumun siyasal ve toplumsal örgütler sistemi, parlamento dâhil, burjuva toplumunun damgasını taşıyan örgütler bütünlüğünün anti-tezi olarak şekilleniyor.
Sosyalist demokrasi ile birlikte, yığınları siyasetin dışında tutan bürokratik burjuva devlet mekanizması, yerini, geniş yığınları doğrudan yönetici katına yükselten, halk inisiyatifini üretim birimleri temelinde, örgütlenmiş halk meclisleri, Sovyetler aracılığıyla harekete geçiren ve silah tekeline son veren, bürokratik olmayan yeni tipte bir devlete, ‘devlet olmayan bir devlet’e bırakıyor.
Yeni toplumsal-siyasal örgütler sistemi, eski sistemin bürokratik kastını, yöneten-yönetilen farkını ortadan kaldırıyor. Toplumun üzerinde yer alan eski örgütler sistemi, yerini, toplumun artık bir parçası olan yeni örgütler sistemine terk ederek, tarih sahnesinden çekiliyor.
Ortaya çıkan boşluk, merkezi ve yerel Sovyetler, merkezi ve yerel halk meclisleri tarafından dolduruluyor.
Merkezi ve yerel Sovyetik örgütler, halk meclisleri, yasama ve yürütme işlevlerini tek elde topladıkları ve halkın silahlı örgütlenmesine, halk milisine dayandıkları için, siyasal iktidarı doğrudan temsil etme özelliğini taşıyorlar. Merkezi ve yerel düzeydeki halk meclisleri, Sovyet sistemi dolaysız iktidar organları olarak, işçi sınıfının ve halkın kendi iktidarını, kendi dışında oluşturulmuş bürokratik kurumlarla paylaşmadığını ifade eder.
Sovyet sistemi, aynı zamanda, siyasal yabancılaşmanın yok edilmesinin, kafa emeği ile kol emeği arasındaki kopukluğun ve yabancılaşmanın aşılmasının siyasal temelini yaratıyor.
Sosyalizm, sadece üretim araçlarının toplumsallaştırması demek değildir, aynı zamanda ve konumuz açısından daha önemlisi sosyalist demokrasiyi, siyasal yabancılaşmanın aşılmasını ifade eder.
1917 Ekimi ile başlayan süreç, bugün biçimsel kalıntılarının da silinmesiyle tasfiye olmuşsa, yığınlar kendi ‘demokrasisini’ iter hale gelmişse, şüphesiz ki bunun temelinde, her düzeydeki Sovyet örgütlenmesinin, belirli bir tarihsel dönemden itibaren, adım adım ortadan kaldırılarak, yığınların siyaset dışına, karar alma süreçlerinin dışına itilmesi ve sürekli orduyu yeniden kurumlaştıran devletin bürokratik-parti diktatörlüğüne dönüşmesi gibi olguları aramak gerekiyor.
‘Sosyalist sistem’de 1990’lı yıllarda doruk noktasına ulaşan ‘yenilik’, siyasal anlamda, bürokratik-militarist parti diktatörlüklerinin, Batı Avrupa çoğulculuğu ve kurumlan temelinde, parlamenter diktatörlüklere dönüşmesinden ibarettir.
Üretim, somut, mahalle ye sokak birimlerine kadar örgütlenme esasına dayanan, karar alma ve uygulama işlevlerinin birleştiği, seçilen organ ve görevlilerin seçmenler tarafından istenildiğinde görevden alınabildiği, profesyonel sürekli görevliler sayısının asgari düzeye indirildiği, bir görevlinin ücretinin ortalama bir işçi ücreti düzeyi ile sınırlandığı, bütün kararların açık toplantılarda halk tarafından alındığı ve halk denetiminden geçirildiği ve tüm bunları gerçekleştirmek için fiziki-askeri gücü elinde tutan merkezi ve yerel Sovyet örgütlenmesinde, üretici doğrudan yönetime katılıyor, siyasetin, siyasal faaliyetin nesnesi olmaktan çıkıyor, öznesi katına yükseliyor.
Sosyalist çoğulculuk, kitle inisiyatifi, kitlelerin her alandaki siyasal örgütlenmesi esasına dayanıyor. Demokrasi ile burjuva liberalizminin çarpıttığı biçimiyle, parti çoğulculuğu arasına eşit işareti konamaz. Parti çoğulculuğunu da kapsayan bir model, ancak bu çerçevede, kitle inisiyatifi çoğunluğunun bir parçası olarak ve tarihten gelen geleneklerin etkisiyle, kendisine siyasal ve toplumsal bir temel bulabilir.

Alternatif propaganda ve örgütlenme
Proletarya devletinin iktidar organlarını, burjuva-kapitalist örgütler sistemi içerisinde oluşmadığı biliniyor. Burjuva-kapitalist siyasal iktidar mekanizmasının felce uğradığı, siyasal işlevini tamamladığı koşullarda, merkezi ve yerel halk konseyleri, işçi konseyleri pratik bir gerçeklik kazanıyor, ‘ikili iktidar’ tekleşiyor.
Bu durum, yerel halk meclislerinin, halk konseylerinin aynı zamanda birer başkaldırı, birer ayaklanma organı olması ile çelişmiyor, tersine bunu gerekli kılıyor. Halk meclisleri iktidarı, kaynağını, yığınların devrimci başkaldırısından alıyor, öncül nüvelerini, siyasal durgunluk dönemlerinin işçi komitelerinden, emekçi halk komitelerinden alan Sovyet örgütlenmesi, ‘ikili iktidar’ın ‘muhalefet kanadı’ olarak, halkın siyasal başkaldırı-ayaklanma organları olarak, burjuva devlet mekanizmasının alternatif kurumları olarak devreye giriyor.
Merkezi ve yerel düzeyde Sovyet-halk meclisi organları pratik bir durumdur ye kurulabilmesinin nesnel koşullarının pratik olarak oluştuğu toplumsal alt-üst oluş dönemlerinde, Sovyet organlarının örgütlenmesi, eylem sloganı düzeyine yükseliyor. Çok Özel ve istisnai belli koşulların oluşmasını dışlarsak, kapitalizm çerçevesinde, genel veya yerel seçimlerde siyasal boykot taktiği, halk meclisi organlarının ikinci iktidar organları olarak, pratik bakımdan örgütlenmesi durumlarında gündeme geliyor.
Elbette ki, burjuva düzeyde dahi asgari politik bilinç aşamasına ulaşmamış veya dünyevi işlere “kirli’ gözüyle baktığı için seçimlerde oy kullanmayan soyutlanmış birey veya grupların niceliğine ve toplam nüfus içerisindeki oranına bakarak, boykot taktiğinin başarısına veya başarısızlığına hükmetmemek gerekiyor.
Sovyet tipi örgütlenmeleri pratik olarak devreye girmediği nispeten “barışçıl’ dönemlerde, propaganda düzeyinde Sovyet örgütlenmesini savunmamak, sisteme ve sistemin merkezi veya yerel siyasal mekanizmalarına alternatif olarak Sovyet tipi organların propagandasını yapmamak, tersine seçim ve parlamento propagandasına sürekli vurgu yapmak, nesnel olarak bugün sisteme, sistemin siyasal organlarına doğrudan entegre olmanın dışında bir anlam ifade etmiyor.

Parlamentarizm karşısında tutum
“Sosyal-demokrasi, parlamentarizme (temsili meclislere katılmaya) proletaryayı aydınlatma, bilgilendirme ve eğitme aracı olarak ve onu bağımsız bir sınıf partisi halinde örgütlendirme aracı olarak, işçilerin boyunduruktan kurtuluşları uğruna siyasal savaşımın araçlarından biri olarak bakar. Bu Marksist anlayış, sosyal-demokrasiyi bir yandan burjuva demokrasisinden, öte yandan da anarşizmden kesin sınırlarla ayırır. Burjuva liberalleri ve radikalleri, parlamentarizmi, genellikle siyasal işleri yürütmenin, “doğal”, tek normal, tek meşru yolu olarak görürler; onlar sınıf savaşımını, ve modern parlamentarizmin sınıfsal niteliğini yadsırlar. Burjuvazi, işçilerin gözlerine perde çekmek ve onların parlamentarizmin ne bakımdan bir burjuva baskı aracı olduğunu görmelerini ve parlamentarizmin klasik tarihsel gerçek anlamını anlamalarını engellemek için her fırsatta ve her yola başvurarak elinden gelen her şeyi yapar. Anarşistler de parlamentarizmi belirli tarihsel anlamı içerisinde değerlendirmesini bilmezler ve genellikle, bu savaşım aracını yadsırlar. İşte bu yüzdendir ki, Rusya’da, sosyal-demokratlar, hem anarşizme karşı, hem de elden geldiğince en kısa zamanda devrime son vermek için parlamenter alanda eski düzenle uzlaşan burjuvazinin gösterdiği çabaya karşı kararlı bir biçimde savaşıyorlar. Sosyal-demokratlar, tüm parlamenter eylemlerini bütünüyle işçi sınıfı hareketinin çıkarlarına ve proletaryanın güncel burjuva demokratik devrimdeki özel görevlerine kesinlikle bağımlı kılıyorlar.
1906 Ekimi ikinci yarısında kaleme alınmıştır.
(Marks, Engels, Lenin Anarşizm ve Anarko Sendikalizm, sf. 255-256)
1. Devlet sistemi olarak parlamentarizm, halk temsili yutturmacasının belirli bir gelişme aşamasında, burjuvazinin ihtiyaç duyduğu ‘demokratik’ bir iktidar biçimi haline gelmiştir; bu, yüzeysel olarak sınıfların dışında duran bir ‘halk iradesi’ örgütüymüş gibi görünen, fakat özünde egemen sermayenin elinde bir baskı ve boyunduruk altına alma aygıtı olan bir sistemdir.
2. Parlamentarizm, devlet düzeninin belirli bir biçimidir, bu yüzden ne sınıflar ne sınıf mücadelesi ne de herhangi bir devlet iktidarı tanıyan komünist toplumun biçimi asla olamaz.
3. Parlamentarizm, burjuva diktatörlüğünden proletarya diktatörlüğüne geçiş döneminde de, proleter devlet yönetimi biçimi olamaz. Sınıf mücadelesinin keskinleşmesi anında, iç savaş içinde, proletarya, kendi devlet örgülünü kesinlikle-önceki egemen sınıfların temsilcilerinin içine alınmayacağı bir mücadele örgülü biçiminde inşa etmelidir. Bu dönemde, her türden ‘halk iradesi’ uydurmacası proletarya için zararlıdır. Proletaryanın parlamenter ‘yoldan iktidara’ katılmaya ihtiyacı yoktur, bu ona zararlıdır. Proletarya diktatörlüğünün biçimi Sovyet cumhuriyetidir.
4. Burjuva devlet mekanizmasının en önemli aygıtlarından biri olan burjuva parlamentolarını, kendi başlarına kalıcı olarak fethetmek mümkün değildir, tıpkı proletaryanın burjuva devletini fethedemeyeceği gibi. Proletaryanın görevi ve onunla birlikle cumhuriyetçi veya anayasal-monarşici olmaları hiçbir şeyi değiştirmeyen parlamento kurumlarını da parçalamak, yıkmaktır.
5. Burjuvazinin komünal düzenlemeleri için de aynı şey geçerlidir. Bunları devlet organlarının karşısına koymak teorik bir yanlıştır. Gerçekte bunlar da burjuvazinin devlet mekanizmasının benzer aygıtlarıdır; bunlar devrimci proletarya tarafından ortadan kaldırılacak ve yerlerine işçi temsilcilerinin yerel Sovyetleri geçirilecektir.
6. Bunların doğal sonucu olarak Komünizm, parlamentarizmi geleceğin toplum biçimi olarak kabul etmez. Onu, proletaryanın sınıf diktatörlüğünün biçimi olarak da yadsır. Parlamentoları sürekli biçimde fethetmeyi de kabul etmez; parlamentarizmin yıkılmasını hedef olarak alır. Bundan ölürü, ancak, onları yıkma amacı doğrultusunda burjuva devlet aygıtlarından yararlanmaktan söz edilebilir. Sorun bu biçimde ve ancak bu biçimde konulabilir.
(…)
9. Proletaryanın burjuvaziye, yani onun devlet iktidarına karşı en önemli mücadele yöntemi, her şeyden önce kitle eylemidir. Kitle eylemleri, bütünlüklü, disiplinli, merkezileşmiş bir Komünist Partisi’nin genel önderliği altında, proletaryanın devrimci kitle örgütleri (sendikalar, partiler, meclisler) tarafından örgütlenir ve yönetilir. İç savaş bir savaştır; bu savaşla proletarya, savaşın bütün alanlarındaki hareketleri yönetecek cesur bir siyasal komuta kadrosuna, güçlü bir siyasal genelkurmaya sahip olmak zorundadır.
(…)
10. Kitle mücadelesi, biçimleri bakımından giderek keskinleşen ve mantıki olarak kapitalist devlete karşı ayaklanmaya kadar uzanan, gitgide genişleyen eylemlerden oluşan bütün bir sistemdir. İç savaşa doğru gelişen bu kitle mücadelesinde proletaryanın önder partisi kural olarak, devrimci faaliyetine yardımcı üs noktaları oluşturduğu bütün legal konumları sağlamlaştırmak ve bu konumları ana seferin, kampanyanın, kitle mücadelesinin planının emrine vermek zorundadır.
11. Bu yardımcı üs noktalarından biri de burjuva parlamentosunun 3. Parlamentarizm, burjuva diktatörlüğünden proletarya diktatörlüğüne geçiş döneminde de, proleter devlet yönetimi biçimi olamaz. Sınıf mücadelesinin keskinleşmesi anında, iç savaş içinde, proletarya, kendi devlet örgütünü kesinlikle -önceki egemen sınıfların temsilcilerinin içine alınmayacağı- bir mücadele örgütü biçiminde inşa etmelidir. Bu dönemde, her türden ‘halk iradesi’ uydurmacası proletarya için zararlıdır. Proletaryanın parlamenter yoldan iktidara katılmaya ihtiyacı yoktur, bu ona zararlıdır. Proletarya diktatörlüğünün biçimi Sovyet cumhuriyetidir.
(…)
14. Seçim kampanyası, parlamentoda mümkün olduğu kadar çok sandalye kapma anlayışı ile yürütülmemeli, kitleleri proletarya devrimimin sloganlarıyla harekele geçirmeyi hedefleyerek yürütülmelidir. Seçim kampanyası bütün parti üyelerinin katılımıyla yürütülmeli ve bunda sadece partinin seçkinleri rol almamalıdır. Bu sırada yapılmakta olan bütün kitle eylemlerinden (grevler, gösteriler, askerler ve denizciler arasındaki huzursuzluklar) yararlanmak ve bunlarla yakın ilişkiye geçmek zorunludur. Bütün proleter kitle örgütlerini aktif faaliyete çekmek zorunludur.
(…)
16. Seçimlere katılmayı ve devrimci parlamentarist faaliyeti mutlak ve kategorik olarak reddeden, ilkesel ‘anti-parlamentarizm’ bu durumda parlamentonun politika yıldızlarına karşı sağlıklı bir nefrete dayanan, fakat aynı zamanda devrimci bir parlamentarizm imkânını görmeyen zayıf, çocukça, her türlü eleştiriye açık bir doktrindir. Bundan başka, bu doktrin genellikle, partinin rolü konusunda çok yanlış bir anlayışla da bağlantılıdır, bu anlayışa göre parti, işçilerin merkezi vurucu gücü değil, birbirine gevşek bağlarla bağlı gruplardan oluşan merkezsiz bir sistemdir.
(…)
19. Ancak bu sorunun görece önemsizliğini hiç bir zaman gözden ırak tutmamak gerekir. Ağırlık noktası, asıl parlamento dışında sürdürülen iktidar mücadelesinde olduğu için, proletarya diktatörlüğü ve bunun için verilen kille mücadelesi sorununun parlamentarizmden yararlanma gibi bir özel sorunla aynı kefeye konamayacağı kendiliğinden anlaşılır.
(2 Ağustos 1920- Komünist Enternasyonal 2. Dünya Kongresi Kararlarından)

‘Seçim Partileri’ni birleştiren ortak payda:
Toplumsal tepki birikimini parlamento kanalına akıtmak
Ecevit 12 Eylül’e beş kala, halkı ‘tribünlerden sahaya inmeye’ çağırıyordu. Halk tribünlerden sahaya inmedi. Eylül öncesinde anti-faşist mücadele, yığınların faşizme karşı, faşist saldırı ile cinayetlere karşı koyusu zaten sahada cereyan ediyordu. Ama tribünlerde yer alanlar anti-faşist tepkiyi ve demokratik birikimi, düzen içi kanallara akıtıyordu. Parlamento ve devlet organları sivil faşist örgütlenmelere, faşist harekete karşı ‘anne’ olarak sunuluyordu. CHP ve reformcu sendika bürokrasisi, reformcu sendika bürokrasisi içerisinde yuvalanmış revizyonist -reformist siyasal akımlar eliyle, sadece yığınsal birikimi düzen içi kanallara akıtılmıyordu, daha önemlisi yığınsal birikimin kendini açığa vurması çeşitli yollarla engelleniyordu. Bu politika, devletin temel güç organlarının, sıkıyönetim ilan edilmesi gibi yol ve yöntemlerle devreye sokulması ile tamamlanıyordu.
Eylül Rejimi böylesine bir siyasal ortamın üzerine oturdu. Reformcular tarafından kolu-kanadı kırılmış halkın, ‘saha’ya inmesi de mümkün olmadı, mümkün olamazdı.
Ama Eylül rejimi tepki biriktirdi, dahası kapitalist krize ve onun mantıki sonuçlarına karşı tepki kendisini birçok yönden açığa vurdu, işçi sınıfının ekonomik-toplumsal istemleriyle, Kürt halkının ulusal hak talepleriyle, halkın çeşitli kesimlerinin demokratik istemleriyle, cins ayrımcılığına karşı çıkmakla açığa vurdu, vuruyor.
Bütün kesimlerden halk bugün belki tribünlerden ‘saha’ya inmiyor, ama ‘saha’ya inmesinin ilk işaretlerini, ilk ipuçlarını veriyor. Ulusal ve kısmen toplumsal muhalefet gerek istemler, gerekse eylemlilik düzeyinde eşit olmayan bir biçimde gelişiyor ve farklı kanallara akma gibi, bugün için yapısal bir dezavantajı taşıyor; ama kitlesel tepkinin ilk işaretleri artık ‘tribün’lerde değil ‘sahalarda ortaya çıkıyor. Dün ‘Bahar Eylemleri’yle, 1 Mayıs eylemleriyle ve Zonguldak barikatlarıyla kendisini açığa vuran toplumsal tepki, bugün İkinci Bahar Eylemlerine ve lokal düzeydeki işçi grevlerine uzanıyor.
Kürdistan’da ise ulusal istemlerin ağır bastığı kitlesel bir mücadele, hep ‘saha’da cereyan ediyor.
12 Mart rejimi, kendi kanalları altında reformistleri besledi.
Ecevit reformizmi, 12 Mart döneminde biriken anti-faşist tepkiyi, peşinden sürükleyerek parlamentoya kanalize etti.
Kapitalizm, biçimsel katılım normları dışında, kitleleri siyasetin dışında tutar. Geniş yığınların siyasal katılımını gerçekleştirecek mekanizmalar, en demokratik burjuva toplumunun dahi doğal yapısına aykırıdır. Sadece tarihsel olarak oluşmuş siyasal rejimin mekanizmalarının varlığı değil, aynı zamanda buna eklenmiş olan ataerkil-pederşahi ilişkiler sistemi de, geniş yığınları siyasetin dışına iter. Genel oy hakkı dahi, Türkiye gibi ülkelerde, parlamentonun devreden çıkarıldığı dönemlerde, hak kapsamından çıkarılır.
Eylül Rejimi politik şiddeti ve politik baskıyı öne geçirerek depolitizasyon sürecini hızlandırmayı amaçlıyor. Dernek ve sendika kurma hakkının kısıtlanması, sendikalar ve anayasal partiler arasında organik/inorganik ilişki kurulmasının yasaklanması, siyasal partilerin kadın ve gençlik kolları kurmalarının dahi yasal olarak engellenmesi, depolitizasyon sürecinin tek tek belirli bileşenlerini oluşturuyor. Yığınları sisteme bağlayan eski kanallar dahi, radikalizme de yataklık yapabileceği kuşkusuyla, tırpanlanıyor. Eylül Rejimi, rejimin kendi normları açısından dahi, politik şiddet ve yasakçılık politikası dışında çözüm değil, çözümsüzlük üretiyor. Eylül Rejimi, reformcu kanalları tıkıyor. Reformcular, demagoji düzeyinde dahi, Eylül Düzeninin, Eylül politikalarının getirdiği yeni düzenlemelerin karşısında yer almıyor.
Tersine iktidarda ve muhalefette olmalarından bağımsız olarak bütün Eylül partileri, Eylül Düzenini ve Eylül politikalarını savunmayı temel bir politika düzeyine yükseltiyorlar. Karşı-devrimin bütün iç çatışmalarına ve kısmi yöntem farklılıklarına karşın, toplumsal muhalefetin gelişmesi ve ulusal direnişin boyutlanması karşısında, Eylül partileri Çankaya Zirvesi kararlarında birleşiyor. Zirve kararları, Hükümet kararnameleri biçimiyle hukukilik kazanıyor. Kararnameler Rejimi, artık parlamentonun biçimsel planda da işlevsiz hale geldiğinin göstergesini oluşturuyor. Parlamento, artık devletin temel güç organlarınca alınan kararların onay merkezi olma özelliğini dahi koruyamıyor. Parlamento, artık Sosyal Sigortalar Kurumu Kararnamesini, Vakıflar Genel Müdürlüğü gibi kuruluşların yasalarını karara bağlamakla yetiniyor.
Sistem, kendi yasallığını, kendi legalitesini, artık parlamento kanalıyla sağlama gereğini duymuyor.
Parlamento, önemli bir işlev erozyonuna uğramış durumda.

‘Devlet Partisi’ Operasyonu
Eylül Rejimi altında biriken toplumsal ve ulusal tepki, bugün parlamento kanalına akmıyor, parlamento dışı kanallara, kendi kanallarına akıyor.
Yığınları sisteme ve parlamentoya bağlayan kanalların, özellikle toplumsal ve ulusal memnuniyetsizliğin uç verdiği siyasal zeminde, artık kopmaya başladığı görülüyor. Daha 1990’ların başında ANAP, DYP ve SHP’nin Kürt milletvekillerinin, ‘olağanüstü bölge’de partilerinin, birer tabela partisine dönüştüğünü söyledikleri gazete sütunlarına kadar yansıyor. Demirel ‘çatışma bölgesinde ‘partilerin silindiğini’ itiraf etmek zorunda kalıyor. Kürt Konferansı’na katılan 7 milletvekilinin ihraç edilmesinden ve HEP’in kurulmasından sonra, ‘Çatışma bölgesi’nde, SHP tabanı adeta boşalıyor.
‘Çatışma bölgesi’nde Eylül partileri, ağaların ve korucuların örgütlerine dönüşüyor.
1990’daki Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Konferansı’na (AGİK) Türkiye’nin Kürt resmi tezini savunmak için görevli-uzman olarak götürülen Doğu Ergil, daha Haziran-1990 NOKTA dergisinin sorularını yanıtlarken ‘Doğu’da radikalizm tehlikesine dikkati çekiyor ve bunu yerleşik kurumların siyasal erozyona uğratılmış olması’na bağlıyor: “12 Eylülden sonra yerleşik kurumlar içinde siyaset yapmayı benimsemiş olan uzlaşma içindeki yasal kadrolar tasfiye edilmiş, ezilmiş, horlanmış, dışlanmış. SHP gibi bir partiden Doğulu milletvekillerini çıkarmak, dokunulmazlıklarını kaldırmak gibi bir hareket, kesinlikle çok kişiyi radikal çözümler aramaya yöneltiyor.”
Doğu Ergil, çözümü, ortaya çıkan hoşnutsuzluğun ve tepkinin ‘yerleşik kurumlar’ içerisine çekilmesinde görüyor, uyarılarını sıralıyor.
HEP, bünyesinde Kürt devrimci güçlerinin güçlenmesi üzerine, erken seçim kararından sonra bir operasyonla SHP’ye katılmasından önce, Kürt muhalefetini yerleşik kurumlara taşıma gibi tarihi bir görev üstleniyor. Zımni bir onay görüyor. Kürt halk hareketinin yarattığı birikimin, düzen içi kanallara akıtılması hedefleniyor. Cumhurbaşkanından başlayarak parlamentoda temsil edilen ve edilmeyen partilere kadar bütün düzen içi siyasal odaklar, ‘Kürt hamiliği’ne soyunuyor. Kürt-İslam sentezi gibi teorik formülasyonlar ve Refah Partisi gerçeği, ulus gerçeğinin ve ulusal bilinçlenmenin karşısına ideolojik-fiziki barikatlar olarak çıkarılıyor. Yetmediği yerde Alevilik kültüne vurgu yapılıyor.
Toplumsal tepkiyi ve ulusal radikalizmi yatıştırmada yetersiz kaldığı görülüyor.
1989’dan beri SHP ve DYP kanalıyla yapılan erken seçim çağrıları ANAP’ın da katılmasıyla ve Genelkurmay Başkanının basına da yansıyan ‘telkinleriyle’, erken seçim kararına dönüşüyor.
Erken seçim kararı, yığınlar arasında oluşan tepkiyi, Eylül partileri aracılığıyla yeniden parlamento kanalına akıtma ve akıtarak eritme ve bu sayede siyasal istikrarı gerçekleştirme amacına hizmet ediyor.
‘Seçim partileri’ parlamentonun uğramış olduğu itibar erozyonunu engellemeye, parlamentoyu yeniden bir çekim merkezine dönüştürmeye çalışıyorlar.
Toplumsal tepkinin ve ulusal başkaldırının, düzen içi kanallara, parlamento kanalına akıtılmasında en büyük görevlerden birinin SHP’ye düştüğü anlaşılıyor. SHP, kontenjan adaylarının birçoğu eski HEP yöneticilerinden, Kürt reformculuğunun ‘itibarlı’ isimlerinden ve radikal işçi muhalefetinin vitrine çıkardığı bir kısım reformcu sendikacılardan seçiliyor.

Parlamentarizm ‘sol’dan destek buluyor

Parlamentoya ve parlamentarizmle yeniden itibar kazandırılması için girişilen devlet operasyonunda, sol-reformculuğun üzerine düşen tarihsel görevi kavramakta gecikmediği anlaşılıyor.
Reformculuk, soldan bu politikaya propaganda düzeyinde de olsa omuz vermeye soyunuyor.
Anayasa Mahkemesi kararıyla kapatılmadan önce TBKP, Eylül partilerinden daha hararetli bir biçimde parlamentarizm propagandası yürütüyordu. Yığınsal tepkinin, Eylül partilerinden ve Eylül parlamentosundan kopuş sürecine girdiği ve burjuvazinin parlamentoyu artık bir vitrin olarak bile kullanma gereğini duymadığı bir yapısal ortamda, TBKP’nin, parlamentonun her şeyin üzerinde tutulmasını savunan çizgisinin, diplomasi üsluplarındaki farklılıklara karşı bugün SBP ve SP tarafından temsil edildiği görülüyor.
Dün TBKP, parlamentarizmin tutarlı bir parçası olduğunu göstermek için, geçmişle anti-parlamentarizm ve radikalizm olarak gördüğü bütün günahlarından arınmaya çalışıyordu. Nabi Yağcı, Yeni Açılım dergisinin 17. sayısında, 1973-80 döneminde, TKP’nin ‘sol sekler çizgi’ ile ‘aşırı muhalefet partisi’ konumuna sürüklendiğini ve CHP ile daha ileri ölçüde ‘işbirliği’ yapmadığını söylüyordu.
Geçmişte TKP’nin tam anlamıyla gerçekleştirmeyi başaramadığı görevi, bugün SBP başarıyor ve ‘aday pazarlığı’ yapmayı dahi ‘ilkesizlik’ saydığını açıklayarak SHP’ye seçimlerde ilkeli destek verdiğini ilan ediyor.
SP ise, Kürt ve Türk devrimcilerinden ve oluşturulan seçim ittifaklarından soyutlanmış bir kulvarda, yürüttüğü parlamentarizm propagandasını ‘kitle harekelini seçim mücadelesinde mevzilendirmek’ zannederek, sürdürüyor.

Basın ve Politika Pazarı
Darbe destekçiliğinden ‘demokrasi’ savunuculuğuna

Basında ve politika pazarında, darbe destekçiliği bugün büyük bir ‘demokrasi ayıbı’ sayılıyor.
Seçim ortamı ile birlikte partiler arasındaki siyasal rekabetin alabildiğince hızlandığı koşullarda, bütün partilerin ve parti liderlerinin anti-darbeci, anti-cuntacı bir görüntü sağlamaya özel bir özen gösterdikleri görülüyor. Siyasal istikrarın sağlanmasında ve yeni bir askeri darbeye doğru gidişin durdurulmasında 20 Ekim seçimlerinin yeni bir noktası oluşturacağı varsayılıyor. Sosyalist Parti ve temsilcisi 2000’e Doğru Dergisi, seçimlere gidilmiş olmasını, darbe olasılığı karşısına bir barikat olarak çıkarıyor. Bugün basında ve politika pazarında anti-Eylülcülük, özel bir vurgu noktası olarak netlik kazanıyor. 12 Eylüle karşı parlamentonun erdemlerine dizilen övgüler, siyasal propagandada ortak bir perde oluşturmuyor. KGB+ordu+parti bürokrasisinin Sovyetler Birliği’ndeki başarısız askeri darbe girişimine ve bürokrasinin Yeltsin kanadının başarılı sivil darbesinin oturmasına, darbe girişimi ve karşı-darbe basının ve politikacıların askeri darbelere karşı radikalizm yarışı sergilemelerinde somut bir siyasal malzeme kaynağı sağladığı için, tarihsel bir önem yükleniyor. Başlı başına siyasal bir edebiyat türünün gelişmesine yol açacak kadar mizah malzemesi ortaya çıkıyor. Sistemin ekonomik politikasını Eylül Rejiminin Başbakan Yardımcılığı koltuğunda yürüten ve kurulmasına öncülük ettiği son Eylül Partisi ile Eylül Rejiminin sivil bir görüntü altında sürdüren bugünkü Cumhurbaşkanı, sivil yöneticileri, 12 Eylül’e karşı ‘Yeltsin tavrı sergilemedikleri için, gazete sütunlarının hedef tahtasına yerleştiriyor. Demirel ise, Gorbaçov’un tavrı ve konumu ile kendi tavrı arasında siyasal paralellik kurma gereğini duyuyor.
Farklı tonlardan da olsa basının ve politikacıların, anti-darbecilik zemininde, düşünce ve davranış birliği ortak paydasında birleştikleri gözleniyor.
Bir görüntü sergilenmesi önemli görünüyor.
Ve örnek olsun, ‘aykırı’ bir davranış örneği oluşturarak ‘düşünce-davranış birliği’ni bozan ve Sovyetler Birliğindeki Ağustos askeri darbesine destek verdiğini açıklayan Mümtaz Soysal ve Mümtaz Hoca’yı kontenjandan milletvekili adayı gösteren SHP, gazete sütunlarında yaylım ateşine tutuluyor.
Ağustos’taki başarısız askeri darbenin, Sovyetler Birliği’nde sosyalizmi yeniden kuracağı hayaline kapılan Yalçın Küçük ile darbenin, dünyanın tek süper devletin egemenliğine girmesinin önüne set çekeceği ve bu yönüyle de askeri ve politik dengelerin yeniden yerli yerine oturmasında yeni bir kalkış noktası oluşturacağı gerekçesiyle darbeye destek veren Doğu Perinçek, on yıl öncesinde siyasal bir parti olarak Eylül Rejiminin askeri mahkemelerinde, 12 Eylül öncesinde ‘terör örgütlerinin ‘suç’ listelerini yayınlayarak yönetime yardımcı olmaya çalıştıklarını savunan ve yeni rejimin kendilerini ödüllendirmesini isteyen Doğu Perinçek, Mümtaz Hoca’nın yanında, marjinal örnekler olarak hedef tahtasına alınıyor.
Tekelci basın ve tekelleşmiş politikacılar, eski/eskimiş bir politik taktiğin uygulanmasında ustalaşmış olduklarını gösterdiler: Olumsuz marjinal davranışları, marjinal örnekleri öne çıkararak temel olumsuzluğun üzerini örtmek…
Tekelci basın ve tekelleşmiş politikacılar, marjinal örnekleri hedef tahtasına yatırarak, bunu darbe karşıtı, ya da demokrasi savunucusu bir konumda yer almalarının, demokratlıklarının bir kanılı olarak sunmaya çalışıyorlar.
Propaganda yöntemleri ve propaganda üslubundaki başarıları teslim etmek gerekiyor.
Ama önemli bir ayırım noktası var: Sovyetler Birliği’nde, uygulanmakta olan kapitalist piyasa ekonomisini sivil politika ve yöntemlerle değil, Pinochet Şili’si, Çin, Güney Kore ve Eylül Türkiye’sine benzer bir şekilde askeri yöntem ve yöneticilerle sürdürme, piyasaya tankların desteğinde yumuşak iniş yapma hedefini taşıyan darbe girişimine karşı gösterilen, keskin radikalizm ve Yeltsin Darbesi ile bütünleşen tutum, tekelci basının ve politikacıların darbe-karşıtlığını ve insan haklarının bütünüyle ortadan kaldırılması karşısındaki duyarlığını yansıtmıyor, tersine Sovyetler Birliği’ndeki başarısız askeri darbe girişimi ve ABD destekli Yeltsin-Gorbaçov ekibinin siyasal başarısı, sistemin, Soğuk Savaş dönemini çağrıştıracak yöntemlerle anti-komünizm edebiyatını ve mevcut kapitalist sistemin ve değerlerinin ebediliği propagandasını, kutlayarak sürdürmesine yeni bir siyasal vesile tanıdığı için önem taşıyor.
Tekelci basın organlarının renkli-renksiz sütunlarının ve siyasal tekeli elinde tutan profesyonel politikacıların tutumunun resmi ideoloji çerçevesinde, sistemin güncel politikalarını hemen hemen birebir ölçülerde yansıtmasının ötesinde çok farklı bir işlev tanımadığı görülüyor.
Resmi ideolojinin ve resmi politikaların çerçevesi, basın ve düşünce özgürlüğünün, politik davranışlar bütünlüğünün dış sınırını oluşturuyor.
Resmi ideolojinin ve resmi politikaların çerçevesinin, ahlaki olarak çürümenin ve soysuzlaşmanın, aynı nitelikteki olguları farklı ölçülerle değerlendirmenin, resmi ideolojiye ilişkin değerler sistemini içselleştirmenin ideolojik kaynağı olarak önemli bir işleve sahip olduğu anlaşılıyor.
Çifte standartlar, gelenekleşmiş politik ahlakın ve basın ahlak ilkelerinin temel yapı taşlarından en önemlisi.
Tekelci basın ve tekelleşmiş politikacılar, şovenizm-ırkçılık ölçülerinde ve kışkırtıcılık düzeyinde Sovyetler Birliği’ndeki, Bulgaristan ve Yunanistan’daki Türklerin, Irak’taki Türkmenlerin ulusal haklarının en büyük destekçisi, daha cılız ölçülerde de olsa dönem dönem de Irak Kürtlerinin…
Sıra Türkiye’deki Kürtlerin ulusal hak istemlerine gelince, basın ve politikacılar, böyle bir sorunu yok kabul ediyorlar.
‘Komşu Kürdü zaman zaman destekle, kendi Kürtünü sürekli ez’ sloganında ifadesini bulan pratik politika, tarihsel bir geleneği yansıtıyor.
Resmi ideolojinin, pratik yönden diğer bir yansıyış biçimi de ‘komşu darbeye karşı çık, kendi darbeni destekle’ ortak sloganında ifadesini buluyor.
Basının ve sivil politikacıların, örnek olsun, kendilerini darbenin doğrudan hedefleri olarak ilan eden
Ecevit ve Demirel gibi ‘parlamenter demokrasi’ savunucusu politikacıların, Eylül Darbesine karşı etkili bir karşı-tutum sergiledikleri propagandası, sonradan yazılmış bütünlüklü bir senaryonun bir bölümünden başka bir şey değildir.
Bir yanılgıyı ifade ediyor.
Sovyetler Birliği’ndeki askeri darbe karşısında ‘en kararlı’ tutumu sergileyen tekelci basın ve politikacılar, Eylül Darbesinin yanında yer aldılar, Eylülcü çözümün destek güçlerini oluşturdular.
Basının, Eylül Rejimine en az ve kerhen destek veren kalemleri, kendilerine ‘askerlere yardımcı olmak’ gibi mütevazı bir rol biçiyor, fiili destek veremeyenler ‘duacılık’la yetiniyor.
Ecevit ve Demirel gibi isimlerde somutlanan politikacıların ve basının etkili kalemlerinin, sadece bir kısım politik hakları ve fiilen kullanılabilen basın ve düşünce özgürlüğünü, var olduğu kadarıyla insan haklarını ortadan kaldırmakla yetinmeyen, dahası insanın fiziki ve sosyal varlığına da yönelen Eylül Rejimi karşısındaki tutumlarının, Türkiye’de politik hakların, özgür düşüncenin, basın özgürlüğünün, gelişme dinamiklerinin oturduğu zeminin irdelenmesi ve daha önemlisi de, belirli siyasal dönemlerdeki resmi çözümlerin ve resmi ideolojinin, sistemin kuvvet odakları arasında nasıl birleştirici bir payda oluşturduğunun, örnek olarak yeniden çözümlenmesine katkı sağlayacağını düşündüğümüz için, Özgürlük Dünyası’nın Haziran 1990 tarihli 20. sayısında yer alan ‘Burjuva Devletin Çelişkili Birliği ve Faşizm’ ana başlıklı yazıya, tekrar olmaması için buraya almıyoruz, yeniden bakılmasını öneriyoruz.

Eylül basının basın ahlak ilkeleri: Darbe Destekçiliği
Eylül Rejimi, en büyük desteği basın cephesinden aldı. Daha Eylülün hazırlık döneminde, Eylül Rejiminin gerekli olduğu propagandası tekelci basın organlarının renkli sütunlarında yürütüldü. Tekelci basının belirli kalemleri aracılığıyla, Eylül Rejimi daha 1980’in ilk yarısında, ‘anarşi ve terör’ edebiyatıyla, ‘milli birlik ve beraberlik’ propagandasıyla kamuoyunda meşrulaştırıldı. Dahası, darbenin Anayasası ve hukuki-siyasi çerçevesi, darbe öncesinde, basının belirli kalemlerinin de katılımıyla hazır hale getirildi.
Arşivlerden görmek mümkün, Eylül Darbesi ve Eylül Rejimi, kurulma ve yerleşme süreçlerinde, basın organlarında gönüllü veya değil, ‘devlet ve ülke çıkarları’ gerekçe gösterilerek desteklendi. Bir kısım yayın organları, en gericileri ve bugünün basın ve düşünce özgürlüğü savunucusu gazeteci-yazarları, el öpme kuyruklarına da girmeyi ihmal etmeksizin, Eylül Rejiminin gönüllü basın sözcülüğünü savundular. Etkili yayın organları, basını cendereye alan yeni tedbirleri, Babıâli-dışı basına uygulanacağı sözünü alarak desteklemeyi, Basın Yasasındaki yeni düzenlemelere dahi destek vermeyi onurlu bir davranış saydılar.
Eylül Rejimi, resmi gazete sayışını artırdı. Resmi düşüncenin ve politikacıların yoğunlaştırılmış ve merkezileştirilmiş ahlaki ilke ve normları, basın ahlak ilkeleri ile yer değiştirdi.
Bugün darbenin 11. yıldönümünde, sütunlarında darbeci generalleri artık hicveden yazı ve fotoğraflara yer veren ve Sovyetlerdeki darbe karşısında amansız bir karşıtlık sergileyen, Ecevitlerden Yeltsin imal etmeye çalışan bir kısım basın organları, Eylül Darbesiyle birlikte, Eylülden çok Eylülcü bir role soyunmayı basın ahlak ilkelerinin ilk sırasına yerleştirmeyi ‘basın özgürlüğüne’ saydılar.
Eylül basının Eylülcü karakteri, sosyal bir araştırma dalına konu olacak kadar geniş boyutludur.
Yurt yayınları listesinden Zeki Saral imzasıyla ‘Kalemlerin İhaneti’ başlığı allında yayınlanan kitapta, Eylül basının Eylülcülüğü konusunda, bir derginin sayfalarına sığmayacak kadar bol ve çeşitli örnekler bulabilmek mümkün.
Unutkan bellekler için, ‘Kalemlerin İhaneti’ne giren seçmeleri kaynak göstermek yetiyor.

Ekim 1991

Doğumunun 83. Yılında Enver Hoca Gerçek Marksist-Leninistlerle yaşıyor

Marksizm’in en temel önermelerinden biri; devrim kitlelerin eseridir, der. Bu, kitlelerin kendiliğinden devrim yapacağı anlamına gelmez.Kitleler, tarihin zorunlu koşulları sonucu devrime yönelirken, kendi örgütlerini ve önderlerini de yaratırlar. Marks ve Engels, tarihi yorumlarken, toplumsal gelişmelerin ve sınıf mücadelelerinin tarihini, devrimlerin tarihini, yığınların inisiyatifiyle geliştiğini öne çıkararak önemli bir noktaya parmak basarlar. Ama devrimin, yığınların başıbozuk ve örgütsüz bir ayaklanışı ile başarıya ulaşacağı hayaline de karşı çıkarlar. Yığın hareketleri, yukardan aşağı askeri bir biçimde disipline edilmiş ve bilinçli bir önderlik çatısı altında birleşmiş bir iradi yönetimden, devrimci bir komünist partisinden yoksunsa, amacına ulaşamaz. Dünya devrim tarihi, yığınların mücadelelerinin tarihidir, ama aynı zamanda yığınlara mal olmuş ve yığınlar İçinden çıkmış parti ve önderlerinin de tarihidir. Lenin, Stalin, Enver Hoca ve onların içinden çıktığı komünist partileri gibi.
Yığınların hareketi, aynı zamanda, kendilerine önderlik eden parti ve önderlerinin, diyalektik ve tarihsel materyalizmin uzlaşmaz savunucuları oldukları takdirde başarıya ulaşabilir.
Çağımızda, kendinden başka diğer sınıf ve tabakaları da kurtarma görevi üstlenen proletarya, kendi ideolojisini en iyi ve en doğru uygulayan parti ve önderlerini yaratmak zorundadır. Çağımızda emperyalist saldırganlığa karşı ayaklanan halkların ve işçi sınıfının tepkisini, devrime kanalize edebilecek yegâne güç, M-L komünist partileri ve onların yılmaz savunucuları olabilir.
Arnavutluk Emek Partisi ve Enver Hoca, Arnavutluk halkının İtalyan faşizminin işgali altında inlediği tarihi bir koşulda, ulusal bağımsızlık talebi ile ayaklanan yığınların ve faşizme ve gericiliğe karşı verilen kahramanca bir mücadelenin bağrından çıkmıştır.
Enver Hoca, yüksek öğrenimini sürdürdüğü Fransa’da, Komünist Partisi ile tanıştıktan sonra, kendi ülkesinin anti-faşist mücadelesine katılarak, Kral Zogo despotizminin ve emperyalizmin saldırganlığına karşı halkının yanında yer alarak ulusal direnişin örgütlenmesine önderlik eder. Anti-faşist savaşım içinde ortaya çıkan komünist grupları bir araya getirerek (1941) AEP’i, Marksist-Leninist ilkeler doğrultusunda hareket eden tek bir merkezi mücadele örgütü halinde toparlar. 3 yıllık bir direnişten sonra işgalci güçlerle birlikte Kral Zogo’nun da Arnavutluk’tan kovulması, Arnavutluk Halk Sosyalist Cumhuriyetinin kurulması O’nun komünist önderliği altındaki AEP’in başarısı olmuştur. (1944)
Bağımsızlığından önce Arnavutluk, sanayisi yok denecek kadar az, topakları bir avuç toprak ağasının tahakkümünde, halkın büyük çoğunluğu yoksulluk içinde olan dünyanın en geri kalmış ülkelerinden biri durumundaydı. Sosyalizmin zaferi ile birlikte, işsizlik, enflasyon, vergi, fiyat artışı, dış borçlanma v.s. gibi kapitalizmin soygun ve talan düzenini yok etme mücadelesi verilmiş, sanayi geliştirilmiş, toprak ağaları bertaraf edilerek topraklar verimli hale getirilmiş, eğitim, sağlık, kültür alanında halkın tüm kesimlerine sosyalist gelişmenin yolu açılmıştır.
Enver Hoca, 55 yıllık devrimci mücadelesiyle yalnız Arnavutluk halkının değil, tüm dünya halklarının da en sarsılmaz dostluğunu ve güvenini kazanmıştır Çünkü yaşamı boyunca, yalnız kendi ülkesinin komünistlerinin değil, tüm dünya halklarının komünistlerinin, bağımsızlık, demokrasi ve sosyalizm yolunda yürüyen partilerinin, M-L’den sapmalarına karşı uzlaşmaz bir mücadele sürdürmüştür.
17 Ekim Devrimi’nin, dünya ölçüsünde sosyalizme sağladığı prestij ve güven, tüm dünya halklarına olduğu gibi Arnavutluk halkına da yürüyecekleri bağımsızlık, demokrasi ve sosyalizm mücadelelerinde, küçümsenemeyecek olanaklar sağlamıştır. Lenin ve Stalin dönemlerinde, sadece Sovyetler Birliği’nde değil, Arnavutluk, Doğu Avrupa ülkeleri ve geri kalmış ülkelerin proletaryası ve ve halkları, başarıdan başarıya koşan sosyalizmin önderlik ve ideolojik etkisinden büyük ölçüde etkilenmişler ve kendi ülkelerinde bağımsızlık ve sosyalizm yolunda önemli adımlar atmışlardır.
Stalin’den sonra SSCB’deki geri dönüşle birlikte dünya gericiliğinin estirdiği karşı devrimci rüzgarlara karşı, E.Hoca ve AEP, 30 yıl süresince, hem kendi ülkesinde, hem de Avrupa, Asya ve G. Amerika halklarının ve dünya proletaryasının mücadelesinin tek sağlam kalesi olarak ayakta kalmıştır.
II. Dünya savaşının hemen sonrasında Titoculuğa karşı açtığı M-L kampanya, Kruşçev’le başlayan ve Doğu Avrupa ülkelerindeki komünist partileri de etkileyen revizyonizm ye “Avrupa Komünizmine karşı verdiği mücadeleyi, geniş bir platforma yayarak, tüm revizyonist kampla hesaplaşma biçimine dönüştürdü. Tüm düşüncesi ve uğraşını, Lenin ve Stalin’in açtığı yolda komünizm bayrağını yükseltmek, tek başına sosyalist bir devlet olarak kalmanın zorluklarına göğüs germek ve kapitalizme, dünya gericiliğine meydan okumak oluşturdu.
O, halkların ve işçi sınıfının ezeli düşmanı olan emperyalist saldırganlığı ve bunun proletaryanın saflarındaki uzantıları olan revizyonizm, oportünizm ve troçkizm’in dünya halklarının mücadelelerinin önündeki engellerini, M-L’nin bilimsel tezleriyle, tüm cepheleriyle ortaya çıkarmış ve teşhir etmiştir.  ,
Kautsky İle başlayan çok renkli revizyonizmin, Batı Avrupa ülkeleri komünist partileri içindeki Troçkist, Buharincl sapmanın Sovyetler Birliği’ndeki sosyalist inşaya darbe vuran Kruşçev-Brejnevci ihanetin, dünya proletaryasının mücadelesine,  Arnavutluk Emek Partisi ve Arnavutluk’a karşı yürüttükleri saldırılara karşı inatçı bir direniş göstermiştir.
Revizyonist yola giren Sovyetler Birliği’ndeki Kruşçev-Brejnev kliğini, kapitalist yolcu Troçkist-Buharinci kliği, Tito kliğini, Çinli revizyonistleri mahkum eder.
Dünya gericiliğinin emperyalist-kapitalist kampının, SBKP, Avrupa komünist partileri, ulusal bağımsızlık savaşı veren anti -emperyalist cephe örgütleri İçindeki kirli oyunlarını sergiler. Bu kitaplardan dilimize çevrilen belli başlıcaları şunlardır: “Tltocular” “KruşçevcIler”, “Avrupa Komünizmi Anti-Komünlzmdir”, “Çin Üzerine Düşünceler” .”Emperyalizm ve Devrim”, “Ortadoğu Üzerine Düşünceler”, “Sosyalist Arnavutluk’un Temelleri”, “Arnavutluk Üstünde Angola-Amerikan Baskıları”, “İki Dost Halk”, sayısız yazı ve makaleler.
Revizyonizmin “Barış içinde bir arada yaşama”, “Barışçıl geçiş”,”Kapitalist olmayan yoldan kalkınma”, “özyönetimci demokrasi”, “Avrupa Komünizmi”, Çin revizyonistlerine özgü “Yeni demokrasi” teorilerine karşı, E. Hoca, M-L’nin en kararlı savunucusu olmuştur.
Çinli revizyonistlerin, pragmacı ve uzlaşmacı politikalarına karşı, “kültür devrimi” adıyla kitlelerin arasına sokulan ideolojik kargaşayı teşhir eden uzlaşmaz bir tavır aldı.
Ulusal ve sosyal kurtuluş mücadelelerinin hızla yükseldiği dönemde, 1976 yılında topladığı 7 Kongre’de, devrimleri boğmaya çalışan emperyalist ideolojinin, komünist, devrimci, ilerici önderlikler içindeki bozguncu etkisine karşı uzlaşmaz bir tavır takınarak, revizyonizmin etkisini kırmaya çalışmıştır. Angola, Mozambik, Ortadoğu, Kamboçya, Vietnam, Latin Amerika v.s. bir dizi ülke halkları, emperyalizme başkaldırmış ve devrim ateşi tüm halkları sardığı bir dönemde O devrimlerin önünü tıkayan revizyonist “sis”i dağıtmak için, Marksist-Leninistlerin önüne, anti-revizyonist mücadele hedefini koymuştur.
Bugün, E. Hoca’ya ve AEP’in 1985 yılına kadar verdiği sosyalizm mücadelesine saldıranlar, emperyalistler ve emperyalizmin uzantısı yolundaki mihraklar, aynı zamanda halkların ve onların bağımsızlık ve sosyalizm mücadelelerinin önünü tıkamaya ve devrimlerin aydınlık yolunu karartmaya çalışıyorlar. Sovyetler Birliği’ndeki revizyonist ihanetin emperyalist-kapitalist sisteme entegrasyonu ile başlayan ve dünya kapitalist cephesine “sosyalizm öldü” çığırtkanlığı yaptıran, anti-Marksist cephe, kapitalizmin geniş bir cepheden emekçi ve işçi kesimine saldırganlığına zemin hazırlamıştır. Her türden oportünist ihanetin, kapitalist sisteme sağladığı prestij geçicidir. Çünkü esas olarak kapitalizm, bütün verileri ile can çekişmektedir. Ekonomik kriz, dünya ölçüsünde yalnız geri kalmış ülke halklarını etkilemiyor, gelişmiş kapitalist ülkelerde bile kendini hissettiren boyutlara ulaşmıştır.
Halkların, emperyalizmin boyunduruğundan kurtulmaları için, emperyalizme başkaldırmaktan ve kapitalist düzenlerini alt-üst etmekten başka hiç bir yolu yoktur.
Enver Hoca, bize ve bizim gibi emperyalizmin boyunduruğundaki halklara emperyalizme karşı başkaldırmanın yolu ve yöntemleri hakkında yadsınamaz ve çok değerli bir miras bırakmıştır. O’nun yaşamı ve eserleri bize, emperyalizme boyun eğmemeyi, emperyalizmin uzantıları olan revizyonizm, reformizm ve troçkizme karşı amansız bir mücadele vermeden devrim, sosyalizm ve bağımsızlık yolunda bir adım bile atılamayacağını öğretmiştir.
E. Hoca’nın yaşamı ve Arnavutluk halkına kazandırdıkları, emperyalist saldırganlığa karşı koyan her halk ve devrimciler için unutulmaması gereken ve küçümsenmeyecek değerde derslerle doludur. Yeter ki; halklar ve devrimciler, gerçekten emperyalist-kapitalist sisteme ve sömürü ye baş eğmemeyi ve devrim ateşini söndürmemeyi gerçekten istesinler.
Bugün Enver Hoca’nın ülkesinde emperyalistler ve gericiler tarafından kışkırtılan Zogocu, gerici, faşist güçler ayaklanma halindedir. Baş hedefleri de M-L ve Enver Hoca’dır. Gericilik, uluslararası anti-komünist kampanyayla tam bir birlik halinde M-L ve E. Hoca ilgili her şeye saldırmakta, E. Hoca’nın yapıtları yakılmakta, heykelleri yıkılmaktadır. AEP ise, emperyalizme olduğu kadar iç gericiliğe de boyun eğmiş, azgın gericiliğin peşinden sürüklenip gitmektedir.
Tek başına bu gelişme bile, E. Hoca’nın, emperyalizme karşı aldığı uzlaşmaz tutumunun, proletarya diktatörlüğünde direnmesinin, sınıf mücadelesini yaşamın her alanında sürdürmede ısrar etmesinin en açık kanıtıdır.
Emperyalist-revizyonist birleşmiş gericilik Marks, Engels, Lenin, Stalin, Enver Hoca’ya, onların şahsında Marksizm-Leninizm’e azgınca saldırıyor. Ama Marksizm’in bu büyük önderleri, dünyanın her köşesinde gerçek kurtuluş mücadelesi veren halklar, sömürüyü kaldırmak için proletarya ve tüm gerçek Marksist-Leninistlerle yaşamaya devam ediyorlar, yeryüzünde ezilen halklar, baskı ve sömürü var olduğu sürece de yaşayacaklar. Çünkü baskıya, zulme, sömürüye başkaldırmak ihtiyacı duyan herkesin onların düşüncelerine, Marksizm-Leninizm’e ihtiyacı vardır.


ENVER HOCA Adı ve Komünist Ülküleri Ölümsüzdür
S. SENEM

Ünlü Arnavut kişiliklerinden genç şair MİCENİ (1), ortaçağ koşulları içinde kıvranan ülkesinin katmerli acısını, sömürü ve zulmü, kölelik ve baskıyı derinden duyup yaşayan bir şair olarak halkının direnişini ve yeni yaşam için duyduğu özlemlerini yüreğinden fışkıran ateşli dizelerde billurlaştırıyordu:
“Biraz ışık, biraz ışık,
Büyük ve yanık bir çıran varsa bu gecenin göklerinde…”

Arnavutluk’un bir başka ünlü şairi Naim Frasheri (2), halkın mutluluğu için emek üretenleri sevgi dağının doruklarına çıkarıyordu:
“O güle koku verdi
ve güzelliğe ışık”

Soylu insansal duyarlık ve ateşli yurtseverlik, toplumsal ilerleme ve ulusal özgürlüğe duyulan tutkulu istek, Arnavutluk’taki sanat yaratıcılığının ana motiflerini oluşturuyordu. Bu halka özgü estetik duyuş, düşünsel değerlerle iç içe örülmüş sanat yaratımlarının içeriğinde ve mesajında simgeleşiyordu. Akranları arasından sivrilerde ses tonunu yükselten Miceni, okurlarına, şu çağrıyı yapmaktan geri kalmıyordu: “Halk, mutlu ve haklı bir savaş için ayağa kalkmalıdır.”
Fırtınalar içinde çalkalanan engin denizlerden taşan güçlü dalgalar gibi bu çağrı her yere, her şeye şiddetle çarptı; tüm uyuyan güçleri sarstı ve en büyük alıcısını komünist ülkülerle yoğrulmuş Enver Hoca’da buldu.
16 Ekim 1908’de Jirokastra’da dünyaya gelen Enver Hoca, halkının, ilerici, devrimci komünist aydınların ve sanatçılarının ulusal özgürlük, toplumsal ilerleme ve adalet, çağdaşlaşma ve kültürel benliğe ulaşma rüyalarının gerçekleştirici önderi olarak simgeletti.
7 Nisan 1939’da faşist İtalya’nın Arnavutluk’u işgalini, 1943’te Nazilerin işgali izledi. Mussolini’nin siyasal, askeri ve ekonomik baskısına boyun eğerek Arnavutluk’u tam anlamıyla İtalya’nın kölesi durumuna getiren Kral Zogo’nun iktidarı ve işgalci faşistler Arnavutluk halkının baş düşmanları olmuşlardı.
İşgalcilere ve yerli hainlere karşı savaşımda en ileri komünistler, siyasal ve silahlı savaşımın en önünde yer aldılar. Bu militan kişiler arasında içten komünist duyarlığı, güçlükler ve engeller karşısında açık somut perspektif sunan ileri görüşlülük ve üstün örgütçü nitelikleriyle göze çarpan efsanevi kişi Enver Hoca’ydı. 8 Kasım 1941’de kurulan Arnavutluk Komünist Partisi (daha sonra Arnavutluk Emek Partisi adını alan parti)nin Merkez Komitesi’nin Başkanlığıyla görevlendirilen 33 yaşındaki Enver Hoca, “devrimin önderi, yeni sosyalist Arnavutluk’un mimari, ileri görüşlü ideolog ve siyaset adamı, ulusal tarihin ünlü kişisi, büyük sosyalist diplomat” olarak halkının ve partisinin yüksek onur ve erdemlerinin simgesi, dünya komünist ve yurtsever hareketlerinin, bütün ilerici insanların canlı esinleyicisi oldu.
Enver Hoca’nın önderliğindeki Arnavutluk Komünist Partisi, 1944 Mayıs’ının kurtarılmış Permet (3) kentinde Ulusal Kurtuluş 1. Anti-faşist Kongresi’ni yaptı. Yeni Arnavutluk Halk Devleti’nin temellerinin atıldığı bu kongre, Arnavutluk Emek Partisi ve Enver Hoca’nın bütün siyasal yaşamının yönlendirici ilk önemli etkeni oldu. Enver Hoca’nın kurup önderlik ettiği, Arnavutluk kadın ve erkeklerinin bağrından doğan parti, ülkeyi düşmanlardan kurtardı; devrim ve sosyalist inşanın görkemli faaliyetini örgütleyip yönetti; ülkenin sanayileşmesi, tarımın modernleşmesi, eğitim, kültür ve sanatın gelişmesi, sağlık ağının kurulması yolunda verilen bütün uğraşların eşsiz, kararlı yönlendiricisi ve derin esinleyicisi oldu. Karanlıktan aydınlığa, feodalizmden sosyalizme doğru benzeri görülmemiş, büyük, devrimci adımlar attı. Parti ve Enver Hoca’nın yaşatkan azmi ve ışık yağmuru ile beslenen uğraşı, 1912 yılında kazanılmış kısa süreli ulusal bağımsızlığa kadar, yaklaşık 500 yıla yakın Osmanlı işgali dönemi yaşayan Arnavutluk’u yeniden dış düşmanların desteğiyle ele geçiren Kral Zogo ve Nazi-faşist işgalinin geride bıraktığı ağır ekonomik-toplumsal koşulları ortadan kaldırıp, halkın yüzyıllardır birikmiş acılarını dindirdi. Dost, düşman herkese parmak ısırtan, derin sosyalist dönüşümler gerçekleştirdi; dünya yüzünde parmakla gösterilen özgür, egemen, bağımsız çağdaş sosyalist Arnavutluk’u yarattı.
Enver Hoca’nın önderliğindeki parti ve Arnavutluk halkı, bütün bu görkemli faaliyetlerin aşamalarında kapitalist-emperyalist dünyanın iç gericilikle birleşen kesintisiz azgın karşı devrimci saldırılan ve komploları ile sürekli çarpışmak ve geri püskürtmek için bir an bile duraksamadı. Uluslararası emperyalist burjuvazinin ekonomik ve siyasal, diplomatik ve askeri tehditleri, yıkıcı eylemleri ve ideolojik dayatmaları karşısında asla yolunu şaşırmadı; emperyalist krediler uğruna ilkelerini çiğnemeye yanaşmadı. Arnavutluk’un tam özgürlüğünü ve sosyalizmi korumak için, varolan bütün tehlikeleri bilinçle kavrayarak, hiçbir zaman, hiçbir koşulda yılgınlığa düşmeden, örnek bir cesaretle gericiliğin üzerine gitti.
Çağlar boyunca halkının düşlerinde kök salmış özgür Arnavutluk idealinin canlı kişiliği olan Enver Hoca, “Parti Enver, her zaman hazırız!” diyen özverili bireylerin soylu ülkülerinde vücut bulmuş bir kimliktir. O, halkının ruhunu okuma yetkinliğine ulaşabilen, duyumsadığı çağın ruhunu ince bir ışıkla bu kaynağa yansıtabilen, dünyanın tanıdığı sayılı önderlerden biridir.
Enver Hoca, sahip olduğu üstün devrimci yeteneklerini, yeri doldurulmaz özgün karakterinin özenli ürünlerini, kısacası maddi-manevi tüm varlığını halkına ve insanlığın hizmetine sunmanın yüce bir örneğidir.
Enver Hoca ve Arnavutluk Emek Partisi, Arnavut ulusunun varlığını inkâr eden pek çok ırkçı göz ve kulağa karşı “Partinin ışığı” kadar berrak, proletaryanın sesi kadar keskin gür bir ses oldu. Enver Hoca, özgürlük-sever dünya halkları birliğinin eşit, özgür, adil ve onurlu bir üyesi, dünya sosyalist ailesinin bir parçası olarak gördüğü kendi halkının maddi-manevi kaynaklarının keşfedilmesi, bezginlik bilmez bir kolektif çaba ile bulguların işlenip gün yüzüne çıkarılması faaliyetinin etkin, özverili, olağanüstü saygılı bir emekçisi; parlak komünist duyarlık ve özsaygıya sahip bir önderdi. Bütün yaşam faaliyeti boyunca bu iki özlü özellik -ateşli sosyalist yurtseverlik ve proleter enternasyonalist ilkelere bağlılık, özü, sözü ve eylemi ayrılmaz bir biçimde iç içe geçmiş Enver Hoca’nın ahlaksal tutumu, hiçbir gücün silemeyeceği biçimde tarihin şanlı dönemine kaydedildi.
Arnavutluk, AEP ve Enver Hoca adı birbirinden asla ayrılmaz biçimde kaynaşıp özleşmiştir. Arnavutluk Emek Partisi ve Enver Hoca, Arnavutluk’un son yarım yüzyıllık yaşamının gölgesiz denizinde şan ve onurla dalgalanmış bir kızıl bayrak olarak daima anılacaktır; sevgi, saygı ve hayranlıkla selamlanacaktır.
Bu yarım yüzyıllık derin izleri Arnavutluk toplumunun ruhundan silmeye yönelen karşı-devrimin ABD ve öteki emperyalist kurtların kanalizasyon şebekesinden beslenen azgın anti-komünist aktörleri ve dalkavuklarının CİA okulundan öğrenilmiş dilleri, bu gerçeği asla değiştiremez! Enver Hoca’nın önderliğindeki şanlı Emek Partisi, dünyanın beş kıtasındaki Marksist-Leninistlerin, özgürlük-sever halkların, anti-emperyalist güçlerin, bütün ilerici, dürüst insanların en içten sevgi duygularını ve sıcak saygılarını hak etmiştir. “Bütün kıtalardan gerçek komünistler ve devrimciler, Enver Hoca’da büyük bir enternasyonalist dost ve ateşli bir destekçi bulmuştur.” Çünkü O, dünya proletaryasının ve ezilen halkların, bütün emekçi kadınların ve erkeklerin can dostu bir komünist, sosyalist yurtseverliğin yıldızlaşmış bir simgesidir. Arnavutluk denilince Enver Hoca, Enver Hoca denilince sosyalist Arnavutluk… Irmağı susuz düşünemezsek, Arnavutluk’u Enver Hoca’sız düşünemeyiz. Arnavutluk topraklarında gerçekleştirilmiş bütün ilerlemelerde ve toplumsal gelişmelerde Enver Hoca’nın önderliğindeki Arnavutluk Emek Parti’sinin sosyalist ışığı görülür.
Arnavutluk’un ünlü opera sanatçısı, yalnız kendi ülkesinde değil, dünyanın pek çok ülkesinde opera sahnelerine çıkmış Mentol Cemali (4), “sanat yaşamınım en sevindirici, en unutulmaz anısı” olarak şunları anlatıyor:
-Şarkıdan dolayı yaşamımın en unutulmaz olaylarından birini yaşamıştım; Enver Hoca yoldaşla görüşmüştüm. Ulusal Müzik Etkinlikleri’nde söylediğim Pitir Gaçi’nin “Senin için anayurt şarkısı” çok beğenildi. Enver Hoca yoldaş bu şarkıyı “ölümsüz şarkı, sosyalist anayurt ve halk için bir marş, yüksek iyimserlik ve devrimci ruhlu şarkı, beni esinleyen bir şarkı” diye niteledi.
-“Senin için anayurt şarkısını” söyleyişimden bir süre sonra, yılbaşı nedeniyle Enver Hoca yoldaş evime geldi. O’na “hoş geldiniz” dedim. El sıkıştık, kucaklaştık. Uzun uzun konuştuk. O’na, benim bir ırgatın oğlu olduğumu, partinin beni şarkıcı, halk sanatçısı yaptığını anlattım. “Dinle Mentol” dedi bana, “Senin sesinde bir hazine var, bu hazineyi korumalısın; halkın, anayurdun hizmetine koymalısın.” (5)
-Bu sözler bütün faaliyetlerimde yol gösterici oldu. “Senin için anayurt şarkısı”ndan sonra sosyalist anayurda ve halka adanan yeni şarkılar söylersem de, bu şarkı en fazla sevdiğim şarkıdır; onu canımla söylerim.
Bir toplumun gelişmişlik derecesi kadının gelişmişlik derecesiyle ölçülür; demokrasinin düzeyi ve içeriği de, kadının bireysel toplumsal kişilik düzeyiyle. Arnavutluk Emek Partisi yönetimindeki Arnavutluk kadınının eriştiği yüksek başarılara bakınca, bu göstergelerde Enver Hoca’nın rolü kesinlikle yadsınamaz. Arnavutluk’ta kadınlar, yüksek öğrenimli emekçiler sayısının % 42’sini, bilimsel araştırma enstitülerinde çalışan emekçiler sayısının % 54’ünü, Bilimler Akademisi’nin bölümlerinde çalışan emekçiler sayısının % 40’tan fazlasını oluşturuyor.
Toplam tüm emekçi sayısının % 47’si kadındır.
Yüksekokul öğrencilerinin % 50’si, kadroların % 44’ü ve ülkenin en yüksek devlet organı olan Halk Meclisi milletvekillerinin % 30’u, Halk Konseylerine seçilenlerin % 40’ı, Anayasa Mahkemesi üyelerinin % 26’sı, kitle örgütleri önderlerinin % 41,2’si, parti üyelerinin % 33’ü kadındır. (6)
Bu başarılardan geriye dönüp bakıldığında, kaydedilen yüksek başarıların kaynağının sosyalizmin zaferlerinde yattığını görmemek olanaksızdır. 20. yüzyılın ilk 40 yılına ait istatistik yıllığı şu sayılan veriyor: Bütün ülkede 668 kadın çalışıyor. Her 100 kadından 94’ü okuma-yazma bilmiyor. Ziraatçı, mühendis, yönetici kadınların var olması söz konusu bile değildir.
Enver Hoca’nın ülkesi Arnavutluk’ta kadınlar, sosyalist demokrasiye bağlı olarak, yaşamın bütün alanlarında; bilimde, sanatta, ekonomide, üretimde, yönelimde eğitimde, yeni sosyalist ailede, en gelişmiş kapitalist ülkelerde bile ulaşılamamış zaferlere ulaştılar.
Arnavutluk’taki bir evin balkonunda çiçek açmışsa onun renginde Enver Hoca’nın estetik duyusu ve sezgisi, bir Arnavutluk köyü gecelerini ışıkla karşılıyorsa onun sevincinde partinin devrimci yüreği vardır.
Arnavutluk halkı ve Jirokastra, dünyaya büyük bir insan verdi, O’nunla birlikte unutulmaz bir ses oldu. 83. doğum gününde, çok sevdiği kırmızı karanfilleri soldurmadan yaşatmak, Enver Hoca’ya duyulan saygı ve sevginin ifadesidir. Bu güzel günde Enver Hoca ve onun devrimci partisi AEP’e şan olsun!

DİPNOTLAR:
(1) MİCENİ (Miloş Cerc Nikola) 1911-1938 yılları arasında yaşamıştır. Arnavutluk şiirinin “harika çocuğu” Arnavut edebiyatının “büyük yıldızı” diye nitelenmiş, çağından sorumluluk duymuş ve kuşağını etkilemiştir. Miceni, Arnavut sosyalist gerçekçi sanat ve edebiyatının öncülü olarak değerlendirilmektedir

(2) Naim Frasheri (1840-1900) Sanat ve siyasal yaşamı iç içe geçmiştir. Arnavut edebiyatının ilk Rönesans’ının etkili kişiliklerinden ve öncüllerinden biridir. Dünyanın çeşitli ülkelerine dağılmış Arnavutları anayurtlarında toplamak için çaba göstermiş, Osmanlı işgaline karşı ülkesinin özgürlüğünü savunmuştur. Bu eylemin önemli tarihsel adımı olan, 1878 Prizren Birliği’nin kurulması, siyasal faaliyetinin başında yer alır.

(3) Geçen Şubat ayında, Enver Hoca’nın ölümünden (1985) sonra Tiran İskender Bey Meydanı’na konan Enver Hoca anıtına saldıran karşı devrimcileri protesto eden yaygın öfkeli direnişlerin ilkinin Permet halkından gelmesi anlamlıdır. Permetliler, gecenin geç saatlerine dek, günlerce, Enver Hoca’yı savunma gösterilerinde bulundular; işçiler greve gitti Tiran kentini protesto ettiler. İşçiler, kooperatifçi köylülük, öğretmenler, her düzeydeki okul öğrencileri ve askerler “Enver Hoca yaşıyor! Enver Hoca aramızda.” diyerek, Enver Hoca’ya adanmış şarkılar söylediler. Aynı gün Permet’in bir alanına Enver Hoca adını verdiler ve ardından sevgili önderlerinin büstünü yerleştirdiler. İskender Bey Meydanı’nda devrilen Enver Hoca anıtının iki gün içinde yerine konulması isteğiyle, hükümete ültimatom verdiler; aralarında 800 çocuğun yer aldığı büyük bir kitle Enver Hoca anıtının yeniden yerine konulması için açlık grevine gittiler.
Enver Hoca subay okulu öğrencileri, önderlerine bağlılık andı içtiler. Enver Hoca gönüllüler Birliği Örgütü (700 bin üyeli) Jirokastra’da koyduğu mitingde Enver Hoca’ya karşı girişilen saldırıyı nefretle kınadı.
Ülkenin hemen bütün kentlerine yayılan Enver Hoca’yı savunma eylemleri bir haftayı aşkın bir süre, hükümet engeline karşın devam etti. Ama burjuva basın ve TRT bunlardan tek bir söz olsun etmedi.

(4) 1924 Permet doğumlu. 18 yaşında partizan olarak dağa çıktı. 1946’da Halk Ordusu Korosu’na girdi. 1951’de 3. Uluslararası Berlin Festivali’ne katıldı ve seslendirdiği “Şehit Asim Zeneri Şarkısı” ile birincilik ödülünü aldı. Viyana Festivali’nde Rossini’nin “Sevil Berberi” operasında söylediği arya ile altın madalya kazandı. Arnavutluk ve yabancı bestecilerin 20’den fazla operasında şarkı söyleyip, rol aldı. 30 yıllık opera şarkıcısı olan Mentol Cemali, Arnavutluk sosyalist gerçekçi müziğinin temellerini atan sanatçılar kuşağına mensuptur.

(5) O yıllarda Arnavutluk’ta konservatuar yoktu. Enver Hoca, M. Cemali’ye müzik eğitimi için yurtdışına gitmesini bundan dolayı önermektedir. Arnavutluk’ta içinde konservatuar da bulunan Yüksek Sanatlar Enstitüsü, 1961 yılında açılmıştır.

(6) Bu göstergeler 1988-1990 yıllarına aittir.

İşçi sınıfı mücadelesi ve anti-emperyalizm

20. yüzyıl, proleter devrimleri çağı olmadan önce emperyalizm çağı olmuştu. Ekim devrimi, emperyalizm çağını proleter devrimleri çağına çevirdi. Ama emperyalizme karşı mücadelenin önemini ortadan kaldırmadı. Tersine, emperyalizme karşı mücadeleleri de sosyalizm mücadelesine bağlayarak onu daha da anlamlı ve radikal bir konuma getirdi. Bu yüzden, Ekim devriminden bu yana, dünyanın her köşesinde, işçi sınıfının mücadelesinin en önemli bileşenlerinden birisi anti-emperyalizm olmuştur.
Anti-emperyalizm, emperyalist ülkelerin proletaryası için emperyalist sömürgeciliğe, kendi burjuvazilerine, doğrudan kapitalizme karşı savaş, sömürgelerin, yarı-sömürgelerin proletarya ve halklarının mücadelesine destek olurken, geri ülkelerin proletaryası için ülkenin emperyalist baskı ve sömürüden kurtulması, bağımsızlık ve özgürlük mücadelesi olmuştur.
Ekim devriminden bu yana, anti-emperyalist mücadele, hem uluslararası proletarya için, hem de birer birer ülkelerin proletaryası için sosyalizmi kurma mücadelesinin başlıca bileşenlerinden birisi olmuştur. Ve bu süre içindeki pratikte göstermiştir ki; anti-emperyalist mücadeleyi ihmal eden bir parti devrime önderlik etme şansını asla elde edememiş, ya küçük bir grup olmaya mahkûm olmuş, ya da yozlaşıp dağılmıştır.
20. yüzyılın başından bu yana da; emperyalizme karşı tutum gerçek Marksistlerle her türden revizyonizm uç reformizmi ayıran başlıca ayıraçlardan olmuştur. Gerçekten de o zamandan bu yana bütün sapmalar önce emperyalizm karşısında diz çökerek, onunla uzlaşmaya girişerek, uzlaşmanın teorisini yapıp, emperyalizmde olmayan olumlu nitelikler keşfederek Marksizm’den kopmuş, revizyonizmin, reformculuğun saflarına geçmiştir. Bernstein, Kautsky, Troçki, Buharin, Tito, Kruşçev, Mao Zedung, Gorbaçov, Ramiz Alia ve onların her ülkeden izleyicileri gibi.

TÜRKİYE’DE ANTİ-EMPERYALİST MÜCADELE VE İŞÇİ SINIFI
Türkiye işçi sınıfı, Kurtuluş Savaşı’ndaki anti-emperyalist tutumu bir yana bırakılırsa, emperyalizme karşı mücadelede yer alması ancak 1960’II yıllarda olanaklı olmuştur. Ne var ki bu dönem görkemli işçi ve gençlik eylemleriyle başlayan ama reformcu ve revizyonist çevreler tarafından düzen sınırları içine çekilerek mücadelenin kısırlaştırıldığı bir dönem olmuştur. Anti-emperyalist ve aynı anlama gelmek üzere anti-Amerikan sloganların işçi ve diğer emekçi sınıflar içinde yaygınlaşıp gösterilere dönüştüğü bu dönem, kısa da sürse, bugün için önemli dersler içeren bir dönem olmuştur. İşçiler ve yüksek öğrenim gençliğinin doğrudan anti-emperyalist amaçlı gösterileri ve ekonomik amaçlı gösteriler içinde bile sık sık anti-emperyalist sloganların herkesi birleştiren bir öğe olarak öne çıkması, sınıf hareketine yeni bir nitelik ve canlılık kazandırıyordu.
1970’lerin sonuna doğru mücadelenin anti-emperyalist “bileşenine” karşı belirli bir ilgisizlik ortaya çıkmıştı, ama yine de, emekçi yığınlar ve gençlik bugünle kıyaslanamayacak ölçüde anti-emperyalist bir duyarlılığa sahipti.
Özellikle 1960’lı yılların sonlarında Küba, Vietnam ve dünyanın her köşesindeki anti-emperyalist mücadele işçi sınıfı, gençlik ve diğer emekçi sınıflar tarafından yakından izleniyor, onların başarılarıyla gururlanılıyor, onların başarıları için destek eylemlerine başvuruluyordu.
Bu anti-emperyalist duyarlılık, bir yandan ülke çapında emperyalist mücadeleyi güçlendirirken, işçi sınıfımız için enternasyonalist dayanışmanın bir ifadesi, onun enternasyonalist bir ruhla eğitilmesinin de vesilesi oluyordu. İşçi ve emekçi sınıflarımızın mücadelesi içindeki bu olumlu eğilim, giderek azalan bir seyir izlese de 1980,12 Eylül darbesine kadar sürdü.
12 Eylül darbesinin arkasından uzun bir sessizlik dönemi yaşayan işçi sınıfı mücadelesi, 1985’lerden başlayarak yeniden yükseldi. 1988’den itibaren ise; kitlesellik ve eylemdeki çeşitlilik bakımdan 1970’li yılları geride bıraktı. 1988-1991 arasında milyonlarca işçi grevlerden sokak gösterilerine kadar değişik eylem biçimleri içinde yer aldı. Bu, dönemin olumlu, bundan böyle sınıf hareketinin üstünde yükseleceği çok önemli bir zemindi.
Öte yandan işçi sınıfı hareketi, bu tarihinin en yoğun kitlesel eylemlere sahne olan döneminde adeta bir çemberin içine hapsoldu: gündelik ekonomik çıkarların. Daha doğrusu daha da dar bir çembere, ücret artışına… Son bir kaç aylık döneme kadar işyeri ve işkollarında işçileri ilgilendiren en önemli şey TİS ve TİS içinde de en önemli madde ücretlerle ilgili maddeydi. Patronlar ve sendikacılar da işçilerin bu zaaflarını iyi biliyorlardı, iyi de değerlendirdiler. Oldukça yüksek rakamlarla bağıtlanan TİS’lerle işçileri oyalayıp, hızlı fiyat artışı ve işçi kıyımına başvurarak dolaylı yoldan ücretleri aşağı çektiler. Daha sözleşme döneminin yarısında işçilerin “yüksek ücret”leri anlamsızlaştı, yeni TİS dönemi için daha “yüksek ücret” istemekten başka bir şey düşünülmemesi sendikacılar ve reformcu “sol” çevrelerce körüklendi.
Bu son derece hareketli döneminde işçi sınıfımız ekonomik mücadelenin sorunlarıyla “ilgilendi”, özgürlük, demokrasi, sömürünün ve sınıfların ortadan kaldırılması için mücadele onun gündeminde fazla bir yer tutmadı. Marksist hareketin sınıfla ilişkisinin düzeyi ve işçi sınıfına bilinç götürdüğünü iddia eden çeşitli küçük burjuva örgütlerin durumu göz önüne alındığında, sınıfın siyasal konulara yönelmesi için çabalar yetmemiştir denebilir. Ama konu anti-emperyalizm olduğunda şu söylenebilir: sorun çaba yetmezliği değildir, konunun sınıfın gündemine sokulması ihmal edilmiştir. Elbette ki sınıfın partisinin bu konuda çabaları olmuştur, ama bunun yeterli olduğu söylenebilir mi? Oysa yaşadığımız yıllar emperyalizmin ülke içinde ve dünya ölçüsünde eylemlerinin son derece arttığı, emekçilerin yaşamına doğrudan müdahalede bulunduğu yıllardı: Dünya Bankası ve IMF’nin dayatmaları, “yeni dünya düzeni”, Körfez savaşı vb.
Anti-emperyalist mücadele ile bugün işçi sınıfı mücadelesinin kaçınılmaz iç içeliğine değinmeden önce, 1960-1970’lerdeki işçi sınıfının anti-emperyalist mücadelesine ve bu mücadelenin sınıf hareketine getirdiği dinamizme kısaca değinmekte yarar var.
İşçi sınıfının emperyalizme karşı mücadelesinden tarihsel bir kesit
1960’ların ortasından itibaren, tüm dünyada olduğu gibi Türkiye’de de anti-emperyalist mücadele hızla yükselir. Dünya ölçüsünde ABD’ye ve onun şahsında emperyalizme karşı i yürütülen mücadeleler, Vietnam devriminin de etkisiyle, sıradan tepkiyi aşarak yığınsal mücadelelere dönüşür.
Türkiye’de bu tepki, “Petrollerin ulusallaştırılması” -sloganıyla, yabancı sermayeye tepki olarak başlar, 1966-67’lerde ABD ve emperyalizm damgası taşıyan her şeye yönelir: “ABD Üsleri Kapatılsın”, NATO’ya Hayır!”, “6. Filo Defol!”, “Yanke Go Home”, “Ortak Pazara Hayır!”, “İkili Anlaşmalar Açıklansın ve İptal Edilsin!'” vb. sloganlar dönemin en yaygın sloganlarıdır.
Önceleri değişik gösterilerin içinde dar gruplar tarafından atılan bu sloganlar, bütün öğrenci gençliğe, sonra da işçilere mal olur. İşçi grevleri anti-emperyalist sloganlarla yeni bir canlılık kazanır. Fabrika işgalleri ve direnişlerde ise; ABD ve emperyalizm karşıtlığı her türden başkaldırı eyleminin alametifarikası olur.
Bu dönemdeki işçi grev ve direnişlerinde, fabrika işgallerinde (1967-70 arası dönemin tipik eylemlerindendir) diğer günlük taleplerin yanı sıra, “NATO’ya Hayır”, “Kahrolsun ABD Emperyalizmi”, “6. Filo Defol” gibi sloganlar da sürekli haykırılan, ya da fabrika binalarının en görünür yerlerine asılan sloganlardı.
Anti-emperyalist mücadele bu dönem gençlik mücadelesinin merkezindedir. ABD’nin Türkiye üstündeki baskıları ve 6. Filo ise, adeta mücadelenin dinamiti olur. 6. Filo’nun Türk limanlarına gelmesi demek ülke çağında anti-emperyalist eylemlerin yoğunlaşması demektir. Bu dönemde İşçiler de, anti-emperyalist mücadelede hayli yoğun bir biçimde yer aldı. Sendikalar ya da tek tek işçiler anti-emperyalist eylemlerde, gösterilerde aktif olarak yer aldılar. Örneğin, Kanlı Pazar olarak bilinen ve ABD 6. Filosu’nun protesto edildiği, büyük bir çoğunluğunu işçilerin oluşturduğu 30 bin kişilik görkemli gösteri gerici ve faşistlerin polis destekli saldırısına uğradı. Üç emekçi öldürüldü, onlarcası yaralandı. Ama gösterilerin arkası da kesilmedi. Giderek ABD 6. Filosu Türkiye limanlarını “ziyaret edemez” oldu.
Bu gelişmeler içinde ilerici-gerici saflaşması, çok doğru olarak anti-emperyalist bir platformda gerçekleşti. Emperyalizme karşı olanlar ilerici, emperyalizmden yana olanlar gericiydi. Bugünkü gibi, gazete köşesinde yabancı sermayenin nimetlerinden söz edip, emperyalist dünya barışının övgüsünü yapıp sonra da ilerici geçinmek olanaksızdı. Çünkü sadece gençlerin değil, emekçilerin de beynine emperyalizmin dünya gericiliğinin asıl ocağı olduğu çakılmıştı. Bu yüzden de ABD’ni protesto edenlere gericiler ve polis birlikte saldırırken, devrimciler ve geniş emekçi kesimler aynı safta birleşip mücadeleye atılıyordu.
Bu dönem anti-emperyalizmi, emperyalizmi ABD’nin dünya jandarmalığında, 6. Filo ve üslerde, doğrudan yabancı sermayede vb. ele alan bir anti-emperyalizmdir. Ama bu yaklaşım bile emperyalizmin işbirlikçisi egemen sınıflar ve yabancı sermaye yanlısı çevreleri fazlasıyla ürkütmüştü. AP’ye başkan olurken, Nixon’la kol kola çektirdiği resimleri delegelere dağıtarak (Bugün Özal’ın, Reagan ya da Bush’la “dost” olduğu için övünmesi gibi) oy toplayan Demirel, 1968’lerde bu ilişkisini gizlemeye çalışır. “Morrison Süleyman” olmadığını kanıtlamak için bin dereden su getirmek zorunda kalır. Yabancı sermaye savunucuları bu görüşlerini açıkça savunamaz duruma düşerler. Bir aydına, bir politikacıya yapılabilecek en büyük suçlamalardan biri “yabancı sermaye (ya da NATO) yanlısı”, “ABD’nin İşbirlikçisi” olması suçlamasıdır. Dahası 1970’lerden itibaren, ABD 6. Filosu’na bağlı savaş gemileri Türkiye limanlarını ziyaret edemez duruma düşerler. Öyle ki, 27 Mayıs ihtilalcileri ilk açıklamalarında “NATO’ya CENTO’ya bağlılık” yemini ederken, onlardan çok daha geri bir çizginin savunucusu faşist 12 Martçılar, anti-emperyalist, yabancı sermaye karşıtı bir tutum benimsiyor havası vermek zorunda kalırlar kendilerine.
1970’lerin ortalarına kadar, anti-emperyalist bilinç yükselmeye devam eder. Gerçi işçiler 1960’lerin sonuna kadar giderek daha az anti-emperyalist şiarları kullanır, (burada DİSK’in işçileri anti-emperyalist eylemlerden ekonomik mücadelenin sorunlarına çekme çabasının etkili olduğu gerçektir) eylemlere daha az katılır olurlar, ama anti-emperyalist bilinç ve emperyalizme karşı öfke artarak sürer. 1970 sonlarında ortaya çıkan THKO ve THKP-C’de şiddetin asıl keskin yanının emperyalizme yönelmesi, emperyalizme karşılığın öne çıkarılması bir rastlantı değildir.
70’lerin İkinci yarısı İçin, gerek işçiler gerekse gençlik ve aydınlarda, önceki yılların uyanıklığı kalmaz. (Elbette bu yıllarda anti-emperyalist uyanıklığın azalmasının nedenleri vardır. Ama burada, bu yazı çerçevesinde bulunan nedenlerine girmek yazının hacmini fazlaca artıracağından, bunu gereksiz görüyoruz.) Ama 12 Eylül sonrasıyla kıyaslandığında yine de son derece yüksek bir anti-emperyalist mücadele vardır demek hiç de abartma olmayacaktır.

1980-90’LARDA ANTİ-EMPERYALİST MÜCADELENİN SORUNLARI
1980 sonrasında anti-emperyalist mücadelenin gerilemesinde elbette 12 Eylül darbesinin devrimci ve Marksist hareket başta olmak üzere tüm ilerici güçlere saldırısının, bu saflarda korku ve tedirginlik yaymasının rolü vardır. Ancak, soruna dünya ölçüsünde yaklaşıldığında asıl ne; denin 12 Eylül terörünün dışından geldiği görülür.
Emperyalizm çağıyla birlikte anti-emperyalizm sorunu sömürgeler sorunuyla birleşir. Ekim devrimi ise emperyalizme karşı ulusal kurtuluş mücadelen için gerçek bir dayanak ve ilham kaynağı olur. 2. Dünya Savaşı eski sömürgecilik sistemini tümüyle çözerken dünyanın her köşesinde emperyalizme, onun eski ve yeni sömürgeciliğine karşı değişik boyutta mücadeleler yükselir. Genel göz önüne alındığında, emperyalizme karşı mücadele eden ulusal kurtuluşçu hareketler için tek dost mihrak dünya sosyalist sistemi ve SB’dir. İdeolojik tutumları ne olursa olsun emperyalizme karşı tutum alan herkes yönünü SB’ne ve sosyalizme dönmek zorunda hissediyordu kendisini. Bu hem sosyalizmi güçlendiren, dünya Çapında ona prestij sağlayan bir şeydi, hem de anti-emperyalist mücadeleleri ileri atılmak için yüreklendiren olumlu bir etkendi. Bu durum, Kruşçevcilerin ulusal kurtuluş hareketlerini küçümseyen, emperyalizme teslim olan tutumlarına kadar sürdü. Ama Kruşçevcilerin anti-emperyalist mücadeleyi arkadan hançerlemesinden sonra da anti-emperyalist mücadelenin yönünü sosyalizme dönme eğilimi sürdü. 1960’lı yıllarda Vietnam’ın kahramanca yürütülen anti-emperyalist savaşı, ulusal kurtuluşçu ve sosyalist güçler için büyük moral kaynağı olmaya devam etti.
Ancak, SB gibi, dünyada anti-emperyalist mücadelenin en sağlam kalesindeki geri dönüş ve bunun politikalara sosyal emperyalizm ve anti-emperyalist hareketleri baltalama olarak yansımasının anti-emperyalist hareketlerde olumsuz etkiler uyandırmaması beklenemezdi. Öyle de oldu. Anti-emperyalist mücadeleler kısırlaşarak genel olarak emperyalizme değil, şu ya da bu emperyalizme yönelik bir biçim kazandı. Dahası 1960’lardan itibaren Euro-komünizm ve Kruşçevci revizyonistler tarafından, “askeri güçlerle sağa sola saldırmaya (ABD emperyalizmi tanımlanıyordu) indirgenen emperyalizm tanımlamasıyla Avrupalı emperyalistler emperyalist kategorisinden çıkarılmıştı. 70’li yıllarda ise Maoculuk bunu teorileştirdi ve Avrupalı emperyalistleri, hatta ABD’ni anti-emperyalist ülkeler safına soktu!
Bu ideolojik ve politik zemin emperyaliste karşı, ama bir başka emperyalistin icazetine bağlanma eğilimini geçirdi.
Bu durum, özellikle son 30 yılda, anti-emperyalist mücadelelerin hedefini daraltırken onları zayıflattı, emperyalizme karışı uluslararası ittifakı parçaladı, emperyalistlerin onlar içinde bölücü faaliyetler yürütmesini kolaylaştırdı. Genel olarak emperyalizme karşı savaşın yerine, en iyimser yorumla, bir emperyaliste karşı savaşı geçirdi. Genel olarak emperyalizmle uzlaşma yoluna giren anti-emperyalist bir güç, bu mücadele sırasında bir başka emperyaliste dayanmak, onun çıkarlarının aleti olmakta hiçbir sakınca görmedi. Ya da gerektiğinde dayandığı gücün artık emperyalist olmadığını iddia edebilecek savları benimsemeye yöneldi. 1960’lı yıllarda Afrika ve Asya’daki kurtuluş mücadeleleri hemen tümüyle bu biçimde gelişti. 1970’lerde Afrika’daki Portekiz sömürgelerindeki gelişmeler de, önce sadece Portekiz sömürgeciliğine karşı, bazı (ABD, Fransa, İngiltere, SB) emperyalistlerle birlikte, sonra da çeşitli emperyalist (SB ve Batılı emperyalistler arasında) mihraklar arasındaki çatışmaya dönüştü.
Bu gelişmeler, cunta ve darbelerin destekçisi ABD emperyalizmine karşı, “demokrasi yanlısı” AET’nin yanında yer almak, ya da en tehlikeli emperyalist SB’ne karşı ABD ve Avrupalı emperyalistleri anti-emperyalist mücadelenin gücü görmek gibi eğilimlerin gelişmesine, anti-emperyalist cephenin parçalanmasına yol açtı.
Batılı emperyalistlerin SB ile girdikleri yarışta SB’nin teslim bayrağını çekmesi; son otuz yılda ortaya çıkan ve anti-emperyalist cephe içinde biriken olumsuzlukların da biçimlenmesine vardı. Ve anti-emperyalist cephe içinde genel olarak emperyalizme karşı çıkma, yerini, şu ya da bu emperyaliste karşı öteki emperyalistle birleşme eğilimine açıkça terk etti. Anti-emperyalizmin vazgeçilmez unsuru olan bütün emperyalistlerden bağımsız ulusal devletlerin oluşması istemi, yerini; şu, son 5-6 yılda sıkça görüldüğü gibi, bağımsızlık mücadelesi veren ulusal kurtuluşçu hareketler, geleceklerini emperyalist yeni dünya düzenine bağlamış, emperyalistlerin izin vereceği sınırlar içinde bir bağımsızlığa razı olur durumdadırlar. Bugün en sıcak kurtuluş mücadelelerinden birinin sürdüğü Irak Kürdistan’ında Barzani ve Talabani önderliğindeki Kürt kurtuluş hareketleri, Kürtlerin kendi kaderlerini tayin etme hakkını Ortadoğu’da emperyalistlerin kendilerine biçtiği rol içinde gerçekleştirmeye yönelmişler, emperyalizmin bölgedeki çıkarlarının gerçek bir sıçrama tahtası durumuna gelmişlerdir. Iran Kürdistan’ında da durum çok farklı değildir. Bu genel durumdan ayrılan tek farklı tutum Kuzey Kürdistan’daki Kürt mücadelesinde olup, anti-emperyalist, tutumunu sürdürmektedir.
Özellikle 80’li yıllardaki gelişmeler göz önüne alındığında şu açıkça söylenebilir: Dünyanın her köşesindeki anti-emperyalist mücadeleler çok büyük çoğunluğu ile kendilerine emperyalist yeni dünya düzeni içinde bir yer aramaya yönelmişlerdir. Buna bağlı olarak da, eski radikal anti-emperyalist çizgilerini, bağımsızlık ve özgürlük isteklerinden vazgeçerek, emperyalistlerin kabul edebilecekleri bir programı benimsemişlerdir. Bu durum mücadele çizgilerine de yansımış, silahlı mücadele ve emekçi sınıfların yığın eylemleriyle emperyalizmi alt etme yerine, diplomasi ve taviz politikasını geçirmişlerdir. Gelişmenin sınıfsal plandaki ifadesi ise; anti-emperyalist mücadelenin ve hareketlerin emekçi sınıflardan koparak burjuvazi ve emperyalizme yaklaşması, görünüşte bile anti-emperyalist olmaktan uzaklaşma yoluna girmeleri olmuştur.
Son olarak şu önemli etkene de dikkat çekmek gerekiyor: Son yüz yıl içinde sosyalizmin yükseliş ve zaferleriyle anti-emperyalist mücadelelerin radikalliği ve yükselişi arasında kaçınılmaz bir paralellik dikkati çeker. Ne zaman sosyalizmin prestiji yüksek, dünya politikası içinde etkinliği yüksekse, anti-emperyalist mücadeleler de daha radikal ve devrimci bir çizgide yoğunlaşır. Ne zaman sosyalizm güç kaybetmişse anti-emperyalist mücadele içinde gericiliğin etkinliği artmış, mücadelede, reformcu, uzlaşmacı eğilimler güç kazanmıştır. Özellikle son kırk yıl içinde bu durum kendisini daha çok duyurduğu gibi, Gorbaçovcuların iktidarı ele alması ve sosyalizme karşı yürütülen emperyalist-revizyonist birleşik kampanyanın güç kazanmasıyla iyice açığa çıkmıştır.
1980-90’lardaTürkiye’de anti-emperyalist mücadele
1980’lere Türkiye yoğun bir anti-faşist mücadele ve giderek geri plana itilen bir anti-emperyalist mücadele içinde geldi.
12 Eylül darbesi ülke çapında mücadeleyi büyük ölçüde tahrip ettiği gibi mücadelenin kazanımlarını da yok etti. Uzunca bir zaman dilimini kapsayan bu karanlık dönem, emperyalizm konusundaki en pespaye iyimserliklerin her türden reformcu ve revizyonist görüşle mayalanıp emperyalist ideoloji ile kaynaştığı dönem oldu.
12 Eylülcülerin terörü karşısında sinen geçmiş yılların düzen muhalifi çevreleri, sahip olduklarını iddia ettikleri devrimci çizgilerini terk ederek kendilerini düzene uyum sağlatacak bir mevzi edinmeye yöneldiler. Önce, burun kıvırarak baktıkları parlamentarizme övgüler dizmeye başladılar ve bunun da kendilerine ancak Batı Avrupa’dan geleceğine karar vererek oraya yöneldiler. Ama bu Batı Avrupa, emperyalistti. Bu çelişkiyi çözmek için de emperyalizmi sadece 12 Eylül cuntasının açık destekçisi ABD’ne indirgeyen görüşlere yöneldiler. Euro-komünizm üstünden Kautsy’ciliğin Bernsteincılığın çığırtkanlığına soyundular. “Yeni” olguların “tahlil”ine girişerek kendilerinin kurulan zorbalık düzeniyle uyuşmasını sağlayacak, ama kendi geçmişlerine de pek halel getirmeyecek kurumlar oluşturmaya giriştiler. Emperyalist propagandacıların “emperyalizmin ve kapitalizmin yeni nitelikleri” üstüne ileri sürdükleri saçmaları bilimsel doğrular, ebedi gerçekler olarak yüksek perdeden yenilediler. Stalin’e, Lenin’e veryansın ederken Marks’ın anlaşılmamasına, yanlış anlaşılmasına hayıflandılar vb. vb. Bütün bu karmaşadan, sosyalizmin kapitalizm karşısında kesin ve bir daha dirilemeyecek biçimde yenilgiye uğradığı, kapitalizmin de artık eski çelişik ve sömürücü niteliğini aşarak baskısız ve savaşsız bir dünya yaratacağı, “yeni düzen”in adil ve barışçıl bir dünya düzeni olacağı sonucuna vardılar.
12 Eylül yılları boyunca, devrime, devrimcilere (başlarını belaya soktuğu, “cuntanın gelmesine yol açan eylemleri” nedeniyle) küfreden, işçi sınıfının (cuntaya karşı çıkmama ve DİSK yöneticilerine sahip çıkmamasını gerekçe göstererek) devrimci niteliğini yok saymak için her vesileyi kullananlar, önce Avrupa konseyi’nin “demokrasi” yanlılığından işe başlayıp, Türkiye’deki demokrasinin garantisini Türkiye’nin AT’a girmesinde bulmaya kadar vardılar. Eğer Türkiye AT’a girerse, Cuntacılar darbe yapmaya cesaret edemezmiş, vb. vb.
Bu görüşlerin çeşitli türden savunucuları, 60-70’lerin “Ortak Pazara Hayır”, “AET Avrupa emperyalizminin ABD emperyalizmine karşı kurduğu bir ortaklıktır, o da emperyalisttir” diyenleri, bu ülkenin burnundan kıl aldırmayan Kemalistleri, kendisine komünist sosyalist demekten geri kalmayan eski devrimci çevreleri ya da aydınlarıydı.
SB ve Doğu Avrupa’da Gorbaçovculuğun zaferi bu çevrelerin açıkça emperyalist “yeni düzenin kollarına atılmasını kolaylaştırdı, onlara cesaret verdi.
Bu çevreler, nasıl ki geçmişte dünya ölçüsünde yükselen devrim dalgasının etkisiyle kendilerine “devrimci”, “anti-emperyalist”, “sosyalist” demişlerse, şimdi de karşı devrim dalgası karşısında diz çöküp onun değirmenine su taşımaya koyulmuşlardı.Kısacası, önceki on yıllarda, anti emperyalist bir tutumla yönünü devrimden sosyalizmden yana dönen aydın küçük burjuvazi, emperyalistlerin oltasındaki yeme “demokrasi” ve “evrensel barış”a takılarak yönünü emperyalist yeni düzene dönmüş, onun kendisine vereceği bir “demokrasi” ve “barışa” razı olmuştu.
Bu koşullarda, ‘80 ortalarından itibaren bir yükseliş içine giren işçi sınıfı, gençlik ve öteki emekçi sınıfların mücadelesi anti-emperyalist bir içerikten yoksun olarak gelişti.
Oysa 1980’lerin dünyasında emperyalizm olgusu, geçmiş yıllara göre çok daha etkin, emperyalist sömürü çok daha geniş, ülkelerin iç işlerine emperyalist müdahaleler çok daha dolaysızdı. Özellikle de Türkiye için böyleydi: Emperyalistler ‘80’den başlayarak,  IMF ve Dünya Bankası aracılığı ile ekonominin bütünün planlar oldukları gibi, memur maaşlarından işçi ücretlerine, sağlık hizmetlerinden eğitime her alanda, yakın ve uzun vadeli planları denetim altına almışlardı. Ekonomi bütünüyle emperyalizmin uluslararası çıkarlarına hizmet edecek biçimde yönlendirilirken, iç politik baskılar da bu ekonominin ihtiyaçlarına göre belirleniyordu. Kısacası emperyalizm, üsler, bir kaç yabancı yatırım ve 6. Filo gemileri ötesinde doğrudan İşçilerin ücretine, köylünün taban fiyatlarına, memurun maaşına uzanan bir eldi. Ama ücret mücadelesi veren işçi, daha yüksek maaş ve sendikal haklar edinmek isteyen memur, özgür ve demokratik eğitim isteyen öğrenci, yüksek taban fiyatı isteyen üretici hakları için mücadeleye atılırken artık sofrasına kadar uzanan bu eli hesap etmiyordu. Bunun için de onca emek, bazen kan akıtılarak alınan haklar kısa sürede yok oluyor, mücadele kısır bir döngüye giriyordu. Çünkü mücadelenin anti-emperyalizm ayağı eksikti. Bunun anlamıysa şuydu: Ben patrondan yüksek ücret ve daha iyi çalışma koşulları isterim. Ama bunun dışında kasten enflasyonist politika izleniyormuş, ülkede yaratılan değerlere emperyalistler el koyuyormuş, emekçilerin 70 yıllık alın terinin ürünü olan KİT’ler yok pahasına yabancı ve yerli patronlara satılıyormuş, hayali ihracat kışkırtılıp kara para aklanıyormuş, gerçek ihracata aşırı destek verilerek, vergi diye toplanan gelirler üç beş patronun cebine giderken dövizler üretici olmayan alanlara aktarılıyormuş, emperyalist yeni dünya düzenini oluşturmak İçin emperyalistler dünyanın her köşesinde silahlı saldırılarda, bulunuyor, bölgesel çatışmaları kışkırtıyormuş, yeni dünya düzenine aykırı olarak silahlı savaş yürüten Kürtler yok ediliyor, emperyalistlerle ortak olarak sınır içi ve ötesi askeri eylemler düzenleniyormuş, kısacası dünya üstünde sömürünün, zulmün, adaletsizliğin kaynağı olan kapitalizmin ebedileştirilme-si için emperyalistler ve gericiler tam bir işbirliği içinde davranıyormuş bunlar beni ilgilendirmez demektir.
Bu uzun cümleyi kısaca şöyle de ifade edebiliriz: Ben çalışırım, üretirim, dünyada ne olup bitiyormuş bunu yönetenler düşünsün, yönetenlerin nasıl olsa bana ihtiyacı var, öyleyse bana da bir şeyler verirler; az verdiklerinde biraz yakınır sitem ederim, hakkımı arttırmak için çaba harcarım, ölmeyecek kadar bir ücreti de elde ederim. Niyet ne kadar bu olmazsa olmasın, anti-emperyalist mücadele perspektifi olmayan bir işçi sınıfı mücadelesi bunun ötesine geçemez.
Bugün ileri işçiler, Marksistler, komünistler, devrimci ve demokratlar, sınıfın çıkarları için mücadele ettiğini samimiyetle söyleyen sendikacılar şunu anlamak zorundadırlar; bırakalım işçi sınıfının siyasal iktidarı elde etme mücadelesini, kalıcı başarılar elde etmek isteyen sendikal mücadele alanında bile anti-emperyalist bir içerik olmadıkça başarı şansı yoktur. Sınıfın ilgisini anti-emperyalist mücadeleye çekmedikçe, talepleri anti-emperyalist mücadelenin alanına kadar genişletmedikçe, uzun ve militan grevler, direnişler örgütlense bili bugünkü Ş. Yılmaz sendikacılığı aşılmış olmaz. Örneğin “Çekiç Güç”ün Ortadoğu’ya (hem de Silopi’ye) üslendirilmesi, Kürt sorunu, emperyalizmin Ortadoğu’ya müdahalesi ve “yeni düzen” kurma çabaları, IMF’nin ekonomi ve siyasete müdahalesi, ABD’nin Türkiye’yi ikinci İsrail rolüne itmesi, KİT’lerin özelleştirilmesi, Türkiye’de ABD üslerinin varlığı, yabancı sermayeyi teşvik girişimleri vb.nin sınıfı ücret, işten çıkarmalar, iş güvenliği gibi konulardan daha az ilgilendirir diye düşünen, komünist, sendikacı, devrimci ve demokrat, kendisine bunlardan hangi sıfatı yakıştırırsa yakıştırsın adına layık değildir. O, sıradan bir reformcu, emperyalist dünya düzeninin aşağılık bir hizmetkârıdır.
Bugün sorun sadece bu konuların işçilerin ilgilendirip ilgilendirmesi meselesinin de ötesinde, bunların işçi sınıfının somut mücadele konuları haline getirilmesi, sınıfın anti-emperyalist talepler uğruna mücadeleye çekilmesidir.
Son 5-6 yıllık mücadele deneyimi bile şunu açıkça gösterir ki; sınıfın talepleri bu alanı da kapsayacak biçimde genişletilmedikçe kısır döngüden kurtulmak olanaksızdır. (Burada konumuz işçi sınıfının anti-emperyalist mücadelesi olduğu için sürekli olarak işçi sınıfı vurgusu yapıyoruz. Ama gençlik ve tüm emekçi sınıflar için de durum farklı değildir. Bugün, tıpkı işçi sınıfı mücadelesi gibi, anti-emperyalist bileşeni olmayan bir gençlik ya da herhangi bir emekçi sınıf mücadelesinin başarılı olma şansı yoktur. Tersine anti-emperyalist mücadele her emekçi sınıf hareketini diğer emekçi sınıflarla birleştirebilecek, onları başarıya götürebilecek, (demokrasi mücadelesinin yanı sıra) başlıca iki alandan birisidir.) Dahası sınıfın yaşadığı dünyanın ilişki ve çelişkileri konusunda eğitilmesi, sınıfın sınıf bilincini edinmesi de olanaksızdır. Çünkü bugünkü dünya sistemi emperyalist bir dünya sistemidir ve bütün öteki ilişki ve çelişkiler ancak bu sistem kavranırsa anlaşılabilir. Bunu kavramanın yolu da sınıfı anti-emperyalist mücadeleye çekmekten geçer. Unutulmamalıdır ki; yığınlar ancak kendi mücadelesinden öğrenebilir; kitaplar, dergiler, bildiriler vb. yığınların eğitilmesinde ancak yardımcı araçlardır.
Sınıfın taleplerinin anti-emperyalist platformu da içine alacak biçimde genişletilmesinin nedeni sadece sınıfın eğitilmesi, onun dünya hakkında bilgisinin artırılması, siyasal bilincinin geliştirilmesi için zorunlu değildir. Bununla birlikte ve aynı zamanda sınıf hareketinin diğer emekçi sınıfların hareketiyle birleşmesi ve onlara önderlik etmesinin ön koşulu olarak da ortaya çıkmaktadır. Aksi halde işçi sınıfımız, bugünkü salt ekonomik mücadele alanında kalması durumuyla, içinde bulunduğu diğer emekçi sınıflarla bağ kuramama durumunu sürdürecektir. Oysa gençlik ve bugün hızla örgütlenme çabasına giren memurlar, kapitalist, emperyalist kıskaca alınan köylülük işçi sınıfımızın mücadelesine sıcak bakmakta, onun birleştirici ve dinamik eylemine ihtiyaç duymaktadır. Bugünkü koşullarda mücadele taleplerinin anti-emperyalist taleplere genişletilmesi emekçi sınıfların birliğinin harcı olacak tek seçenektir. Bu başarıldığı ölçüde işçi sınıfı ve tüm emekçilerin mücadelesine yeni bir atılım vermek olanaklı olacaktır. İşçi sınıfı içinde mücadele eden devrimciler, demokratlar, komünistler, ileri işçiler ve gerçek sendikacılar her şeyden önce bu gerçeği fark etmek zorundadırlar.

Ekim 1991

Din Ve Komünizm

Eğer yazarının siyasal etkisi ve konumu söz konusu olmasaydı, “Din Sorununa Devrimci Yaklaşım” adını taşıyan bir küçük broşür, üzerinde ciddiyetle durulmayı gerektirmeyecek ve geçmişte ve bugün yazılan diğer pek çok küçük broşür gibi hiç okunmadan ve üzerinde konuşulmadan, genel ilgisizliğin tozlu raflarına kaldırılacaktı. Ama söz konusu kitapçık, günümüz siyasal olaylarından en önemlilerinden birini temsil eden bir siyasal hareketin özel bir konudaki politikasını belirleyen en yetkili kişinin görüşlerini iletmektedir ve bu bakımdan benzeri kapsam ve içerikteki diğer broşürlerden ayrı bir önem taşımaktadır.
Hemen belirtmek gerekir ki, elimizdeki broşürde dile getirilen görüşler, tarih, politika, teori ve ideoloji bakımından pek çok eleştiriyi hak etmekte, hatta üzülerek söylemek gerekirse, bazen eleştirinin nutkunun tutulacağı kadar geri platformlara savrulmaktadır. Bu kadar ağır ve kaba hatanın bir arada yapılamayacağını, gerçeklerin bu kadar açık saptırılmasının ancak ve olsa olsa özel bir politikanın gereği olabileceğini düşünmek ise, ayrı bir siyasal kaygının ve endişenin kaynağı olmak tadır.
İşçi sınıfının hegemon bir güç olarak devrime damgasını basamadığı ulusal kurtuluş koşullarında ideolojik zafiyetin bu boyutta olması çok şaşırtıcı değildir. Her ulusal kurtuluş hareketi, kendisine yön veren başlıca sosyal tabakaların ideolojisini, kendi kurtuluş ideolojisi halinde geliştirmekte de, bunu diğer sınıf ve tabakalara kabul ettirmeye çalışmakta da mazurdur. Buna karşılık, birbirlerinin hatalarını görmekte ve göze batırmakta mahir Türkiye solu, hareketin ideolojik zayıflığını, pragmatizmini ve özellikle hassas olunması gereken teorinin saflığının bozulması çabasını eleştirmekte tek kelimeyle korkak davranıyor. Tüfek sesi ve barut dumanı, yanlışların üstünü örtüyor, kaba saba ve rasgele sözde analizlerin sosyalizm adına yapılmış olmasını çoğu kez sineye çektiriyor, cehaletin hoş görülmesine, karanlığa ve geriliğe prim verilmesine, teorinin tahrif edilmesine sessiz kalmaya yol açıyor. Ama karşımızda duran bu en açık küçük burjuva pragmatizminin, feodal gelenekler ve geri bilinç düzeyleriyle bu apaçık uzlaşmasının sonucunda doğan bozulma ve çarpılmayı “bilimsel sosyalizm” olarak sunmasının kabul edilebilecek hiç bir yanı yoktur. Ulusal kurtuluş hareketinin gerçekten dostu olduğunu ileri süren herkes, hareketin geleceği karşısındaki sorumluluklarını eleştiri silahını keskinleştirerek yerine getirmek zorundadır.
Ulusal kurtuluş hareketi, kendi yolunu kendisi seçmek, kendi amaçlarını formüle etmek ve bu amaçlara uygun araçları geliştirmekte elbette serbesttir. Karşı devrim tarafından kendisine yöneltilen tecrit etme ve yalnızlaştırma politikalarına cevap verirken seçeceği yolda da öyledir. Bunu kendi özelliklerine göre, kendi sınıf bileşeninin dengelerine ve ihtiyaçlarına göre ayarlayacaktır. Ama bu ulusal zeminin, işçi sınıfı zemini olduğunu, bu amaçların tespit edilmesinde ve bu amaçlara uygun araçların seçilmesinde kendisine yol gösteren dünya görüşünün proletaryanın evrensel düşüncesi olduğunu iddia etmeye kalkıştığında, söylenen her şeyin sosyalizm ve Marksizm-Leninizm adına söylendiğini iddia ettiğinde, buna müdahale etmek, doğrusunu göstermek ve yanlışlarını reddetmek de bizim hakkımız ve görevimizdir.
Her ulusal kurtuluş hareketi, kendi öz kaynaklarından gelen bir de düşünce geleneği ve tarzı oluşturarak ilerler: bu yapı, harekette egemen olan sınıfın kendine özgü dünya görüşünün izlerini taşır ve ulusal hareketin kapsadığı diğer bütün sınıfların az çok sistemli dünya görüşlerinin etkisine açık bir gelişme çizgisi izler. Ulusal hareketlerin genel karakteristiği, ulusun tümünü kucaklayarak, öyleyse ulusu oluşturan bütün sınıflardan her birinin özelliklerini içinden geçmekte olduğu tarihsel koşulların etkisiyle bir araya getirerek ilerlemesidir. Ama bu bileşim, hiç bir zaman ulusal kurtuluş yolunda ilerleyen halkın içindeki sınıf mücadelelerinin, değişik dünya görüşlerinin çelişmesiz hale geldiği, aralarındaki farklılıkların silindiği ya da bunlardan birinin diğerlerinin tümünü kendisine benzer kılma gücünü sürekli kılabileceği anlamına gelmez. Kürt ulusal kurtuluş savaşının tam bir kurtuluşla sonuçlanabilmesinin tek koşulu, ona işçi sınıfının her alanda kendi sınıf karakterinin damgasını vurmaktan geçmektedir. Din sorununa yaklaşımın ortaya koyduğu gibi, bu başarılamadığı sürece, şimdi kendisini ele aldığımız konuyla sınırlı olarak söyleyecek olursak, ideolojik plandaki bu tavizkâr ve uzlaşmacı tutum, yarın, siyasi ve ekonomik alanlarda, Kürt hâkim sınıflarıyla her türden uzlaşmanın kapısının açık tutulacağının da bugünden görülen bir işareti olma özelliğini taşımaktadır. Elimizdeki broşüre bakarak, hiç çekinmeden söyleyebiliriz ki, ulusal kurtuluşu sosyal kurtuluşa çevirmek isteyen işçi sınıfı, karşısında mülkiyetin kutsallığına dair Kuran ayetleri okuyan bir partiyi, hâkim sınıfların kendi din kardeşleri olduğunu öğütleyen parti imamlarını, “dürüst din adamlarını” bulduğunda şaşırmayacaktır.

DİN KARŞISINDA TÜRKİYE SOSYALİST HAREKETİNİN TUTUMU
A.Fırat’a göre, Türkiye’de ilk sosyalizm tartışmaları yapıldığı dönemde, işe dine küfürle başlandığı “bilinmekteymiş”! Bu gerçekten bilinmeyen bir şeydir! Çünkü gerçekte, Türkiye’de sosyalizm tartışmaları dine küfretmekle başlamak bir yana, Türk Ulusal Kurtuluş Savaşı dönemi boyunca, yani TKF’nin kendisine bir varlık alanı, sosyal bir ilişki zemini bulabildiği en çetin tarihsel koşullarda, “kızıl”ın yerine “yeşil”in tercih edildiği daha çok bilinen bir şeydir. TKP, din düşmanlığı yapmak bir yana, bütün tarihi boyunca, halkın geri bilinç düzeyine, hem siyasi hem de ideolojik anlamda sürekli ödün verme yolunu seçmiştir: O’nun burjuva liberalizmi karşısındaki oportünist tavrı ile geri ideolojik eğilimler karşısındaki tavrı birbirini tamamlamıştır.
Ne var ki, özellikle Kemalizm’le yakın ideolojik ilişkisi dolayısıyla, ve kendi ideolojik tutumunu netleştirememekten gelen bir yalpalamayla, burjuva laisizm ve devlet politikalarına biçtiği “ilericilik” değeri dolayısıyla da, bu tavrı, örneğin bugün yapılabildiği kadar açık bir dinsel ideoloji yardakçılığına dönüştürememiştir. Bununla birlikte, TKP ve onun varyasyonları, hiçbir zaman militan bir ateizmi, tutarlı bir materyalizmi savunmak becerisini ve ideoloji cesaretini de gösterememiştir. Türkiye’de açık bir tanrıtanımazlık ve din düşmanlığı, komünistlerin dışından o da bir tek örnekle, bütün emeği saygıyla anılacak olan Turan Dursun’dan gelmiştir.
Dinle uzlaşma çabalarının listesi ise oldukça kabarıktır.
Ortadoğu’da komünistlerin başarısızlığının nedenlerini, bu arada TKP’nin tecrit olmasının kaynaklarını, yanlış olarak din karşısında “kaba materyalist” bir tutum takınmış olmalarında değil, mücadele kaçkını olmalarında, sınıfı ve halkı örgütlemede isteksizlik ve korkaklık göstermelerinde, devlet ve hâkim sınıf ideolojileri ve politikaları ile sürekli uzlaşmalarında aramak gerekir.

DİNİN ÖZÜ
A. Fırat, “…halkımızın, İran devriminde görüldüğü gibi, anti-emperyalist, anti-kapitalist İslami duygularını, moral değerlerini, eşitlik anlayışını, İslam’ın doğru yorumu, doğru değerlendirilmesi ve doğru sahiplenilmesi biçiminde halka götürmek, bu temelde halkı bilinçlendirme, kaba materyalist yaklaşımı bu biçimde aşarak bilimsel sosyalizmin Ortadoğu halk gerçeğine ve kendi halk gerçekliğimize başarıyla uygulamasını bilmek gerekir” diyor.(age, s.61)
Hemen görülebileceği gibi, A. Fırat, Iran halkının anti-emperyalist halta anti-kapitalist mücadelesinin İslami inançlardan kaynaklandığına, İran’daki sosyal hareketliliğin kaynağında İslamiyet’in bulunduğuna inanmaktadır. O’nun, kitabın diğer bölümlerinde de sıkça vurgu yaptığı, “dinin devrimci özü” fikri, bir bütün olarak dinin tarihteki rolü hakkındaki düşünceleri, sosyal varlık ile sosyal bilinç biçimleri arasındaki ilişkiyi, Marksizm’in aynı konudaki tezleriyle hiç uyuşmayan bir biçimde, bütünüyle tersinden kurduğunu göstermektedir.
Hiç bir din, ne özünde, ne biçiminde hiçbir zaman, dolaysız olarak kendisinden kaynaklanan devrimci bir yan taşımamıştır. Her din, eninde sonunda, bir sosyal olayın kendisinde bir ifade biçimi bulmasından, sosyal harekelin kendisini ortaya koyusunda bir araç rolü üstlenmesinden, ya da bir sosyal hareketin hedeflerinin formüle edilmesinde kolaylıklar sağlamasından dolayı, sosyal hareketin içeriğini teşkil ediyormuş gibi görünebilir. Ama bu onun “özünden gelen” bir şey değildir ve sosyal hareketin önceli olacak tarzda kendi başına bir hareket yeteneği taşıdığı anlamına gelmez. Dinin, tarihte sosyal olayların kaynağında bulunduğunu gösterecek biçimde özel olarak seçilmiş örnekler bile az çok sosyal hareket yasalarından anlayan birisi için, yalnızca görünüşteki bir çakışmaya işaret eder.
Hıristiyanlığın “kölelerin dini” olarak, onların isyancı ideolojisi olarak doğduğunu söylemek başka bir şeydir, onun köleleri isyancı yaptığını, köle isyanlarının Hıristiyanlıktan kaynaklandığını söylemek başka bir şeydir. Yahudiliğin Yahudilerin Firavunlardan kurtuluşunun yolunu açtığını söylemek de, İslamiyet’in Arap kavminin kurtuluşunun ve “gerçekten muazzam bir uygarlık” yaratışlarının sebebini oluşturduğu nu söylemek kadar anlamsızdır. A. Fırat, tarihsel hareketin kendisini dinde ifade etme yolları bulması olgusuna bakarak, dinin tarihsel olayların kaynağında bulunduğu sonucuna, hem de materyalizmin iyisini yaptığını ileri sürerek ulaşıyor.
Hıristiyanlık, Romalı sömürgecilere karşı duran Yahudi emekçilerinin, kendi din adamlarının işbirlikçiliğine karşı oluşturduğu bir siyasi kuruluşun örgütlenmesi ve yaygınlaşması için yardımcı olmuşsa eğer, bu, onun özünden gelen bir şey değildir: aksine, Hıristiyanlığa eğer bir nebze halkçı karakter veren bir şey varsa, o da bu sosyal hareketin kendisidir: yoksa Hıristiyanlık, bu harekete halkçı ve isyancı bir karakter vermiş değildir. Dinin tarih içindeki yerine bakarken, onun kendi kendine bir gerçekliği olduğunu sanmak, A. Fırat’ın çokça sözünü ettiği “kaba materyalizm “in, özel olarak da Feuerbachcılığın özelliğidir.
Eğer Marksist materyalizmin devrimci özüne dair herhangi bir bilinç taşınıyorsa, “dinin bir tarihi olmadığını” bilmek gerekir. Dinin kendi başına bağımsız bir tarihi olduğunu düşünmek, ya da aynı anlama gelmek üzere, tarihsel hareketi doğuran bir güç olarak dinde “devrimci bir öz” bulmak, sosyo-tarihsel hareketten bağımsız bir düşünce tarihi olmadığı, dinlerin, ideolojilerin, kültürün diğer öğelerinin kendi başlarına ve sosyal bir form kazanmaksızın hareket edemeyeceklerini ileri süren Marksizm’in materyalist tarih görüşüne tamamen aykırıdır. A. Fırat, bütün “semavi dinlerin” tarihi yapan güç olduğuna samimiyetle inandığı izlenimi veriyor. Belki bu inanca, her türden inanca saygı gösterenler tarafından bir saygı gösterilebilir. Ama bunun Marksizm’le, militan materyalizmle ilgisi olmadığının da belirtilmesi gerekiyor.
Din, Marks’ın sözlerini hatırlayacak olursak, acı çeken bir dünyanın hıçkırığıdır. Hayatın çarpılmış bir görüntüsünü, ama gene de bir görüntüsünü verir. Bu onda, ister istemez gerçek ilişkilerin kırılmış ve bozulmuş da olsa bir yansımasını, öyleyse, gerçek hayatın acılarından kaynaklanan ve onların dindirilmesi vaadini içinde taşıyan bir takım kavramlara dayanılması gereğini doğurmuştur. Yığınlara seslenen, onları belli bir ilkeler topluluğu etrafında toparlamak ve yönlendirmek amacı güden bir ideoloji, elbette yığınların özlemlerine yer vermek, kendisine bağlanması istenen insanların dilini konuşmak zorundadır. Dinler bir yana, faşist propaganda mekanizmaları, metanın reklâm edilmesinin psikolojik ve edebi içeriği, burjuva siyasal partilerin seçim propagandaları bile buna özen gösterir. Ama kim kalkıp, bunlardan herhangi birinde adalet, eşitlik, kardeşlik, fedakârlık gibi kavramların kullanılmış olmasına bakarak, bunlardan herhangi birinin devrimci bir öz taşıdığını söyleyebilir?
Yığınların tarihsel eylemi içinde, her eski kurum kendi eski biçiminden ayrılarak, o hareketin özellikleriyle donanmaya başlar. Tarihsel hareket, kendi dönüştürücü özelliklerini, eskiden bütünüyle dönüşmenin ve değişmenin karşısında yer almak üzere kurumlaşmış bulunan sosyal kategorilere yapıştırır. Güncel ilişkileri ve kurumları değiştirirken, geçmişteki olayları, ilişkileri ve nesneleri de kendisinin geçmişteki kökleri olarak görünecek tarzda kendi parçası haline getirir. Ama bu bütün o kurum ve ilişkilerin, ta doğuşlarından bugüne aynı özü taşıdıkları, hep bu tarihsel hareketin oluşumu için derinden gelen bir etkiyi taşıdıkları yanılsamasına yol açmamalıdır.
Komünizmin geleneğinde, “dinin devrimci özüne” sahip çıkmak diye bir şey yoktur. Aksine, komünistler, her ülkede, mutlak olarak; din karşıtı ne varsa onun takipçisi olmuşlardır ve kendi geleneklerini ateist, kilise karşıtı, din tarafından sapkınlık olarak suçlanmış düşünce hareketleri içinden seçmeye özen göstermişlerdir. A.Fırat’a göre, örneğin, on sekizinci yüzyılın ateist literatürünü çevirmeyi ve propaganda etmeyi Alman proletaryasına öğütleyen Engels, bir “kaba materyalisttir!

KOMÜNİSTLER DİNSİZ MİDİR?
Bir komünist, evet tam da A.Fırat’ın karşı olduğu kadar militan bir ateisttir. “Komünistler dinsizdir”‘ sözünün gericilerin bir uydurması, olduğunu söyleyerek, neyin kurtarılmak islendiğini anlamak mümkün değildir. Apaçık söylemekte yarar var: bir komünist, geleceğin insanının bugünkü bir modelidir ve geleceğin insanının her türden yabancılaşmadan tam kurtuluşu simgelediği ölçüde, dinden de tam kurtulmuş olması koşuldur. Dindar bir “komünist”, ya bir ikiyüzlüdür, ya da komünizmi yalnızca adalet, eşitlik, fedakârlık gibi aslında geçmişe ait olan kavramlarla indirgeyen, bu yüzden de dinin vazettiği kavramlarla bu acayip komünizm ülküsü arasında olmadık bir ilişkiyi mümkün gören Ortadoğulu bir politikacıdır: ama her iki halde de bir komünist değildir.
Mülkiyetin bütün biçimleriyle yabancılaşmanın bütün biçimleri arasındaki dolaysız ilişkiyi gören her komünist, militan bir ateist olarak kalmaya devam edecektir. Din’ sorunu, insan olmakla ilgili bir sorun olarak konulduğunda, bir komünistin kabul edemeyeceği en aykırı önerme şudur: “Din insanlık kadar eskidir, insanlığın oluşumunun ayrılmaz bir parçasıdır”. Bu açıkça, din yoksa insan da olmaz demektir ki, bir komünist için vazgeçemeyeceği temel gerçek, bunun lam aksidir: dinden kurtulmadıkça insan, hayvanlıktan da tam kurtulmuş sayılamaz. Komünistlerin dine saygılı olduğunu söyleyerek itibarın kurtarılmak istenmesi, aslında komünizmin saflığına yönelmiş oportünist bir saldırı biçimini almaktadır.
A.Fırat’ın, sık tekrarlamaktan hoşlandığı bir fikri var: Din insanlık kadar eskidir! Bu tez, bütün teologların, ilahiyatçıların, bu arada papazların, imamların, yani dinle ister inceleme-araştırma amacıyla, isterse onu en basit kalıplar içinde halka sunmak amacıyla ilgilensin, her din adamının başlıca dayanağını, en inandırıcı olduğunu düşündükleri temel “gerçeklerini” ifade eder “İnsan dinsiz olamaz, çünkü din insanlık kadar eskidir.”!
A.Fırat, bu propaganda cümlesini, kendince “maddi ve nesnel” koşullarla açıklıyor: “Gerçekten, o dönem insanı, ruhen, fiziksel yönden ve düşünce itibariyle, böyle çırçıplak olan, iki sözcüğü, iki ağaç dalını bile bir araya getiremeyen konumdadır, fakat düşünmeye cesaret ediyor, ruhen de bir ürperti duyuyor. Doğruluk, iyilik ve güzellik kavramları onu etkiliyor” (DSDY, s. 14) Tabii, iki sözcüğü iki ağaç dalını yan yana getiremeyen birinin düşünmeye kalkışması gerçekten cesaret ister! Çünkü düşüncenin işten önce gelemeyeceğini, nesne ile ilişkinin ve onu dönüştürme eyleminin öncesinde insanoğlunun en sıradan kavram oluşturma etkinliğini bile gerçekleştirmeyeceği, materyalizmin, bilip bildirdiği en temel gerçeklerden biridir. İki ağaç dalı, iki sözcük yan yana gelmeden, iyilik, doğruluk, güzellik kavramlarının oluşmayacağını kendisini az çok materyalist sayan herkes bilir. Ama bir idealist, yani dinin ve bu anlamda düşüncenin işe, nesnel etkinliğe, üretken insan emeğine öncel olduğuna inanan birisi için, bunu ileri sürmek o kadar zor değildir. Çünkü kutsal kitaplar da, „ idealist filozoflar da, her şeyden önce “ruhu ürperten” kavramların geldiğini, her şeyin öncesinde sözün bulunduğunu ileri süren geleneksel metafiziğin yolunu izlerler. Ama bunu, din karşısındaki materyalist tutumu “kaba materyalizm” olarak damgalayıp, daha incelmişini önerdiği iddiasıyla ortaya çıkan bir “bilimsel sosyalist”in söylemesi en azından yadırgatıcı oluyor. Bu düşünceyi bu kadar açıklıkla ve idealist metafiziğin temel argümanlarını kullanarak ileri süren birinin materyalist olup olmadığı konusunda çok ciddi kuşkular doğuruyor.
Hangi dine mensup olursa olsun, her din adamı, her ilahiyatçı, kendi dininin en yüksek gerçekleri kapsadığını, insanlığın en eski zamanlarından beri her düşünce biçiminde kendi dininin izlerinin bulunabileceğini ileri sürer. Bir Hıristiyan, animizmde ruh-ül Kudüs fikrinin izlerini bulabilir, bir Müslüman, hele bir de tasavvufa inanıyorsa, animizmin kendi dininin biraz ilkel bir aşaması olduğundan kuşku duymaz. Dinsel düşünce ve tavrın her değişiminde, kendi dinine doğru tarihsel bir yönelim bulur. Bütün idealist felsefe ve ideoloji biçimleri, kendi varol uslarını, geçmiş bütün düşünce biçimlerinin bir aşılması, tamamlanması olarak ileri sürerken aynı temel düşünceden yola çıkarlar: varolan şey, var olmuş olanların gelişmesinin ve tamamlanmasının her aşamasında, bir biçimde onların içinde bulunur. Sonuçta da her geçmiş olay ve olgu, varolanın ortaya çıkması için o son ve en gelişmiş aşamanın tamamlanması için kendilerinde bir erek taşırlar. Örneğin putperestlik, İslamiyet’e varmak için bir aşamadır: çünkü orada bile bir tanrı inancı vardır ve o ilkel inancın amacı, ereği, gerçek Allah kavramına varmak için bir basamaktır vs. Dolayısıyla, ilkellerin, ilk insanların düşünceye benzer bir şeyler taşımış olmalarına dair her işaret, bugünün ihtiyaçları ve bugünün egemen kılınmak istenen ideolojileri açısından kökendeki geçmiş olarak yeniden yorumlanır.
“Din insanlık kadar eskidir, insanlığın oluşumundan ayrılmaz bir parçadır, insanın varlığı dinsel bir varlıktır” vs. biçimindeki sözlerin ardında yatan felsefi yorum tarzının içeriği, ilahiyatçılarınkinden farklı değildir.
Din, gündelik hayat içinde insanlara hükmeden pek çok kuvvetin, insan zihninde fantastik tarzda yansımasının ürünüdür. Bu düşünüş tarzında, nesnel dünyanın bütün ilişkileri tersine çevrilir, nesne dışı bir içerik kazanır ve kendisine nesnel ilişkilerde karşılığı dolaysızca bulunamayacak görünümler ve ifade biçimleri bulur. Ancak teolojik bir bakış açısı, dinin bu çarpılmış ve defalarca kırılarak nesnel kaynağından uzaklaşmış görünümünü, insanın iç dünyasının ebedi biçimlerinden birisi sayar: böylece kaynağını aldığı dünyadan bu kopuş, insanoğlunun ezelden beri içinde taşıdığı manevi değerler olarak yorumlanır. Ona niteliğini veren ve en kaba çizgileriyle bütün dinlerin karakteristiği durumunda olan metafizik tarzda dünyayı yorumlama çabası, yalnızca kör inanca karşılık düşen duygular ve gerçek dünyadan kopuşu koyulaştıran ritueller, büyü törenleri, tapınma biçimleri, eninde sonunda, doğa üstüne inancın organik bileşenlerini, ve dinin sosyal bir işlev kazanmasının araçlarını temsil ederler.
Bütün bu karakteristikler, her sosyal kuruluş aşamasının özelliklerine, her toplumun maddi dünya ile ilişki içinde belirlenmiş özelliklerine, kültürel biçimlenmenin geçmişe uzanan köklerinin etkilerine vs. bağlı olarak, koşullu ve geçici bin bir özellik gösterir. Bu bakımdan Marksizm, eğer hâlâ birileri için bir değer ifade edecekse, şu belirlemeyi yapar: Din sosyo-tarihsel bakımdan koşullanmış geçici bir fenomendir.
Dinin kaynağında, doğa güçleri karşısındaki acizlik vardır. A.Fırat’ın görmek ve göstermek istediği gibi, insanın yücelişinin değil, onun yoksunluğunun ve güçsüzlüğünün bir işaretidir. Dinin sosyal köklerinde, toplumsal gelişmenin çeşitli unsurlarının yanı sıra, sömürü ve yoksullukla karşı karşıya gelen insanın çaresizliği ve daha iyi bir dünyaya -ama bu dünya, üzerinde yaşadığımız dünyada gerçekleşemeyecek bir “öte dünya”dır- özlem vardır. Bu yüzden din, insan için bir kurtuluş vaat etmek bir yana, onun mümkün sosyal kurtuluş yollarının tıkanmasının, ertelenmesinin veya en azından saptırılmasının ifadesidir. Lenin, “devamlı olarak başkaları hesabına çalışmaktan bunalmış halk kitlelerinin, yalnız başlarına kalışlarından ve sefaletlerinden doğan ve onlar üzerinde her an ağırlığını hissettiren manevi baskı biçimlerinden biri” olarak nitelediği dinin, ancak proleter devrimiyle bu olumsuz gücünü kaybedebileceği umudunu da bize miras bırakmıştır. Dinin insan hayatından silinebileceği, insanın dinsiz de yaşayabileceği, daha doğrusu ancak dinsiz olduğu takdirde insan olabileceği görüşü ile A. Fırat’ın, “insanin varlığı dinsel bir varlıktır” (DSDY. s. 15) tarzındaki düşüncesi kıyaslansın. Bu söz, yalnızca bugünün politik ihtiyaçlarının pragmatik tarzda yorumlanmasıyla ilgili bir içerikte kalsa, hareketin ulusal -ve bu yüzden en genel anlamda burjuva- karakteri de göz önünde tutularak bir dereceye kadar hoşgörü sınırlan içinde ele alınabilirdi. Oysa A. Fırat, bunu bilimsel sosyalizm adına ve geçmiş bütün sosyalist pratik ve teoriyi mahkûm ederek, onun yerine daha doğrusunu koyma iddiasıyla ileri sürüyor.

DİN HALKIN AFYONU MUDUR?
A.Fırat’ın “klasik değerlendirme” olarak bir kenara bırakılmasını önerdiği en ünlü Marksist aforizmalardan birisi olan “Din halkın afyonudur” cümlesinin içeriği, basitçe dinin uyuşturucu etkisine, halkın kendi gerçeklerinin farkına varmasının önündeki bir engel olarak taşıdığı anlama işaret etmekle kalmaz.
Marks, din karşısındaki insanlık durumunu, yalnızca dinin uyuşturucu etkisine indirgeyerek açıklayan basit bir propagandacı değildir. Marks’ın eleştirisi, çok derin bir analize dayanır: din ve insan arasındaki ilişki, tıpkı mülkiyet ve insan arasındaki ilişki gibi, insanın insan olmasının önündeki engellerden birini teşkil eder.
Daha 1844 El Yazmaları’nda, “Eğer ben dinin insanın yabancılaşmış kendinin bilinci olduğunu biliyorsam, din olarak dinde doğrulamasını bulan şeyin, benim kendimin bilinci değil, ama benim yabancılaşmış kendimin bilinci olduğunu da biliyorum demektir. Demek ki, o zaman, benim kendi kendime, kendi özüne bağlı bulunan kendimin bilincimin, kendini dinde değil, ama tersine, yıkılmış, kaldırılmış dinde olurladığını da biliyorum demektir” diyordu.
Kendi “halkının yüce değerleri” olarak olumladığı din karşısında pragmatist bir uzlaşmayı seçen ve bunun politik hareketinin en önemli bir varlık biçimi almasını öneren birisi için bu cümle oldukça anlamsız bir felsefi sayıklama gibi görünecektir. İnsanın kendi bilincini dinde değil, aksine dinin yıkılışında ve kaldırılışında görmek, dinin insani varoluşun temeli olduğunu söyleyen birisine elbette yabancı ve anlamsız gelecektir. Ve bu durumda Marks da, Engels ve Lenin gibi bir kaba materyalist olarak damgalanmayı hak edecektir. Çünkü onlar, kendi tarihsel eylemini dünyayı dönüştürerek sürdüren insanın, eninde sonunda bu dünyayı bir başkasının yaratığı olarak görmekten, kendi yarattığı bir şey olarak görmeye geçebileceğini, böylece doğa karşısındaki güçsüzlüğünün ve yenilgisinin bir ifadesi olan dinden kurtularak gerçek bir insan halinde ayakları üzerine dikilebileceğini söylüyorlar: insanın ayaklarının üzerinde dikilişinin dinin, dinsel kavramların ürünü olduğunu ise “kabaca” reddediyorlar. Evet, onlar katı ve bükülmez materyalistlerdir: gündelik politikaların tarihsel zafere feda edilmesini kabul edemeyecek kadar “esneklikten yoksun” ve “izole olmayı” kabul etmiş ihtilalcilerdir. İnsanın ebedi kurtuluşunun ancak sosyalizmle mümkün olacağına inandıkları için, sosyalizmi güncel gerekçelerle sulandırmayacak kadar “kaba”dırlar. Bu yüzden bir kez “halkın afyonu” olarak lanetledikleri bir çarpık bilinç biçimini, sonradan yerden kaldırıp gökyüzüne, ilahiyatçıların oturttuğu yere koymamışlar, böylece de “dinin devrimci özü”nü keşfedemeyerek A.Fırat’ın gözünde “aciz kalmışlar”dır!
Hiçbir komünist, gündelik taktiklerin içinde dinin başlıca hedef alınarak, cepheden ve anarşistçe din düşmanlığı yapılmasını önermiyor. Devrimci mücadelenin önündeki fiziki ve siyasi engelleri pratik politika bakımından önemseyen ve mücadelesinin ihtiyaçlarını, halkın gerçek ihtiyaçlarıyla birleştirmesini bilen hiç bir ihtilalci böyle saçma bir yolu seçmeyecektir elbette. Ama bunun karşısında dine övgüler düzmek, dini kendi öz niteliklerden soyarak onu devrimci bir araç haline getirmeye çalışmak gibi bir oportünizme de prim vermeyecektir. Sosyalizm, uzak hedefleri belirleyen ilkeleri, temel proleter ideolojik değerleri çiğneyerek, onları günlük politikanın önünde yerlere sererek değil: Yeni bir insan yaratmanın bütün gereklerini, geleceğin dünyasında yaşayan insanın sahip olması düşünülen bütün temel özelliklerini gözeterek ve bunlardan hiç bir nedenle taviz vermeden gerçekleştirilebilir. Çünkü din, eğer sözleri hala bir değer taşıyorsa, Marks’a göre, insanın kendisinin yitirilmesinden, başka bir şey değildir ve öyleyse, dinin temel bir insani değer sayılmasına dayanan bir politikanın, aynı biçimde yalnızca kendisinin hiç bulunamamasına yol açacak olan bir bağımlılığa dönüşebileceği, bundan ötesini hiç vaat etmediği de çok gizli ve görünmez bir şey olmaktan çıkar.

ENTERNASYONALİZM ve ÜMMETÇİLİK
Aynı düşüncenin bir başka biçimde, kendisini Ortadoğu halklarının uluslararası ilişkilerinin yorumlanışı sırasında, daha derin ve artık kesin bir siyasal biçim kazanmış olarak gösterdiğine tanık oluyoruz.
A. Öcalan, “2000’E DOĞRU” dergisinin 30. sayısında yayınlanan bir demecinde, PKK’nın “en iyi Müslüman hareket” ve Ümmetçiliğin de “aslında enternasyonalizm” olduğunu söylüyor.
Kuşkusuz komünistlerin PKK’nın “en iyi Müslüman hareket” olduğu iddiasına söyleyebilecekleri fazlaca bir söz olamaz; bu onun sorunudur. Ama ümmetçilik ve enternasyonalizm arasında kurulan ilişkiye çok esaslı itirazları olacaktır; çünkü bu da komünistlerin sorunudur.
Bilineni tekrar etmek zorundayız. Ümmet kavramı, tarihsel olarak ulus kavramından daha geri bir topluluk ilişkisini dile getirir. Henüz uluslaşmasının öncesinde, kavimler ve milliyetler arasında, yalnızca aynı dinden olmalarından ötürü bir birliğin oluşabileceğini varsayan bir ideolojinin dile gelmesidir. Gerçekte, ne bu kavramın ortaya atıldığı çağda, ne de sonrasında, gerçek anlamda din birliği, halkların birlikte hareketinin ve aynı hedeflere sahip olmalarının nedeni olmamıştır. Ümmet kavramı ve ümmetçilik ideolojisi, daha çok ve esas olarak, aynı dine mensup farklı milliyetlerden halkları bir arada tutmak ve aralarında egemen devlet aleyhine birlikler oluşturmalarını önlemek amacıyla, etkili biçimde özellikle Osmanlı İmparatorluğu tarafından kullanılmıştır. “Dinin özü” tarafından ve var olduğu ileri sürülen devrimci niteliği dolayısıyla değil, doğrudan doğruya, sömürgeci amaçların bir uzantısı olarak toplumsal hayata girmiştir. Bu açıdan bakılınca, ümmet kavramının ve ümmetçilik ideolojisinin politik bir karakter taşıdığı ve bunun bugün de gene proletarya dışındaki bir sınıf tarafından politik amaçlarla kullanılabileceği sonucuna ulaşılabilir. Ne var ki, bu kavramla ifade edilen ilişkilerin, özellikle de siyasi literatürde özel olarak proletaryanın devrimci hareketinin bir boyutunu dile getirmek üzere kullanılagelen enternasyonalizm kavramına eşlenmesi son derece yanlıştır.
“Ümmetçilik, aslında enternasyonalizm” değildir. Tarihsel gerekçeler bir yana, işçi sınıfını devriminin öncüsü ve devrimini de sosyalizme kadar götürmek niyetinde olan bir politik hareket, bu iki kavramı birbirine özdeş olarak göstermekten mutlaka kaçınmalıdır. Biraz esnek bir yorumla, ümmetçiliği enternasyonalizm olarak gösteren bu anlayışın, örneğin, burjuvalar arasında da uluslararası çitleri ortadan kaldıran, onların ulusal çıkarlarından çok sermayenin uluslararası ilişkilerini ve çıkarlarım ön plana koyan bir anlayışla hareket etmelerinde olduğu gibi bir enternasyonalizmden söz ettiğini düşünmek de mümkün değildir, Öcalan, ümmet ve ümmetçilik kavramlarına kesinlikle olumlu bir anlam yüklemek üzere onları enternasyonalizmle eşitliyor. Ve bunu yaparken, halklar-arası kardeşlik temasını da, dinsel temele dayandırıyor. Ortadoğu halkları arasındaki kardeşliğin aynı dine mensup olmaktan kaynaklandığına işaret ediyor. Böyle bir “enternasyonalizm” anlayışının komünist enternasyonalizm anlayışıyla uzak yakın hiçbir ilişkisi yoktur. Komünist enternasyonalizm, ayrı uluslara mensup işçilerin kardeşliğinde tek bir kıstas tanın Aynı sınıfa mensup olmak, ayrı dinlerden, ayrı uluslardan, ayrı ırklardan işçileri kardeş yapar. Ayrı ve özellikle de karşıt sınıflardan insanlar, “din kardeşi” olabilirler, ama bu, kardeşliğin, sosyalizmi hedefleyen bir politik hareket bakımından, koyu bir pragmatizme saplanmadıkça ciddiye alınabilir hiç bir yanı yoktur. Ulusal hareket ve ulusal hareketin bölge çapındaki ilişkilerini devrimci sınıfın sosyal ve ideolojik ekseni etrafında yorumlayan bir politika, bu gibi terimlere ancak ifade ettikleri gerçek ilişkiler bakımından, yani egemen sınıfların egemenliğinin bir aracı olarak, sınıf farklarını örten rolleri bakımından bir değer biçebilir. Bu içeriği tersine çevirmek ve onu karşı devrimci rolünden soyarak, devrimci bir araç haline getirmek, en azından komünist bir hareket bakımından düşünülecek bir şey olamaz. PKK, bunu düşünebilir ve gündelik taktikleri bakımından bu yaklaşım, ona gerçekten büyük güncel ama tarih açısından bakıldığında geçici faydalar sağlıyor görünebilir. Ama böyle davranan bir politik partinin, komünizm, sosyalizm gibi nitelikleri, kendi niteliği olarak ileri sürmesine razı olunamaz. Böyle bir politikanın, komünist geleneklerin en değerlisi, işçi hareketinin en yüksek biçimi olan enternasyonalist hareketin adına bağlanması ise, hiç kabul edilemez.

Ekim 1991

Gençlik mücadelesi ve bazı dersler (1)

Türkiye tarihinin son 150 yıllık dönemi içinde gençlik (Ülkemizde, gençlik dendiğinde daha çok öğrenci gençlik, öğrenci gençlik içinde de üniversite gençliği anlaşılırsa da gerçekte gençlikten kasıt tüm emekçi sınıfların gençliği, öğrenci, işçi, köylü vb. gençliktir. Bu nedenle biz bu yazı boyunca, gençlik derken, özel olarak belirtmedikçe bütün emekçi sınıfların gençliğini kastedeceğiz.) en dinamik güçlerden birisidir. Bu da çok doğaldır. Çünkü gençlik; dinamizm demektir, ataklık demektir, gözünü budaktan sakınmayan demektir, yaşlı kuşakların hesapçılığı, ikircikliliği karşısında cesaretle ileri atılmak demektir, eskiyen çürüyen değerlere tepki, yeni, ileri olanı benimseyip, yeni bir dünya kurma coşkusu demektir. Gençlik bu evrensel niteliklerini, son birkaç yüzyılın ulusal kurtuluş mücadelelerinde en önde yer alarak, işçi sınıfı grevleri, direnişleri ve ayaklanmalarının en öne fırlayan kesimi olarak pek çok ülkede sayısız kez kanıtlamıştır. Zaman zaman gerici güçlerin yedeğine düşmesine karşın Kürt ve Türk her milliyetten gençlerimiz bu özelliklerini her fırsatta açığa vurmasını bilmiştir, bugün de vurmaktadır.
Marksizm, daha oluşumunun başında, gençliğin yeni bir dünya yaratma coşkusunu fark ederek, dikkatini özellikle işçi gençliğe yöneltmiştir. Ama sadece Marksizm ve Marksizm’in öğretmenleri değil burjuvazi de gençliğin bu özelliğinin farkındadır. Bu yüzden de burjuvazi kendi gericileşmesine paralel olarak, gençliği çeşitli yol ve yöntemlerle baştan çıkarmayı, onu sahte vaatlerle oyalamayı, onu kendi düzenine bağlamayı başlıca görev edinmiştir. Çünkü “gençliği kaşanan geleceği kazanır”. Eğer, gençliği kazanan ilerici, devrimci güçlerse gençlikte kendi geleceğini kazanır, ama gençliği kendi peşine takan gericilerse egemen sınıflar kendi kokuşmuş düzenlerini sürdürmek için yeni bir dayanak edinmiş olurlar. Bu nedenledir ki; ilericilik ve gericilik arasında yaşamın her alanında süren mücadele gençliğin kazanılması konusunda, diğer alanlardan daha da şiddetli bir biçimde, kendisini göstermiştir, göstermektedir. Bu yazı bir yanıyla da bu çatışmanın, Türkiye gençliği ile sınırlı “öyküsü”nün ideolojik-politik yanının bir değerlendirmesi sayılabilir.
Genç kuşak, az çok olup biteni anlamaya başladığı andan itibaren, kendisini önceki kuşaklar tarafından oluşturulmuş maddi ve manevi bir yaşama ortamı içinde bulur. Gelenekler, görenekler, oluşturulmuş aile yaşamı, eğitim-öğretim yöntem ve kurumlan, yasalar vb. ona dayatılan ebedi doğrulardır. İçinde “dünyayı fethetme coşkusu” taşıyan genç, yaşlı kuşakların, ne yaparım da şu gençleri zapturapt altına alırım diye iyice düşünerek oluşturduğu kural, kurum, yasa, din ve ahlak değerleri ile kendisini sıkıca çevrilmiş bulur. Bu çevrilmişliğe karşı tepkisi eski değerlere başkaldırmaktır. Bu durum onu özgür kılacak, kendi gönlünce yaşayabileceği bir dünya özlemine sürükler. Yaşlı kuşaklar tarafından bin bir kuşkuyla karşılanan devrimci kuram ve çabalar, gençler için, sabırsızca uygulamaya sokulması, tereddütsüz katılınması gereken kaçınılmaz gerçeklerdir. Bu yüzden de, insanlık tarihi boyunca, her yeni kuram, insanlığa ileri atilim sağlayan her devrimci başkaldırıya öncelikle gençler sahip çıkmıştır. Fransız devriminde ayaklanmanın en radikal yanlılarının genç kadın ve erkek emekçiler, 1848 ayaklanmalarında silaha sarılanların en ön sinerlerinde çarpışanların, Paris Komünü’nde burjuvazinin kurşunlarına hedef olanların, ya da Ekim Devrimi’nde başkaldırının silahlı öncülerinin genç işçiler olması bir rastlantı değildir. Öyleyse dünyayı değiştirme, toplumu ileri götürme iddiasındaki herkes gençliğin dinamizmini görmek onun kazanılması için layık olduğu çabayı göstermek zorunda-da.
Ülkemiz gençliği, mücadelenin kaderinin belirlendiği önemli dönemeçlerde büyük özverilerle mücadeleye atılmıştır, ama onun bu devrimci tutumunun devrimci politik mihraklar tarafından yeterince değerlendirildiği, onun mirasının olumlu yanlarının bugüne yeterince taşındığı, değerlendirildiği ve taşındığı kadarıyla da uygulamaya sokulabildiği söylenemez. Bu yüzden de Türkiye gençliğinin mücadelesinin bugüne aktarılması gereken devrimci mirası ve en önemli yanlarıyla bugünkü sorunları üstünde bir kez daha durmak son derece önemli gözükmektedir.

TÜRKİYE’DE GENÇLİK MÜCADELESİ
Türkiye’de gençlik mücadelesinin tarihi köklerini Jön Türkler’e kadar uzatmak mümkün. Çünkü Jön Türkler, aristokratik-bürokratik sınıf kökenlerinden gelen İmparatorluğun şaaşalı dönemlerine hayranlık duyan, onu yeniden diriltmek isteyen özlemlerine karşın despotizme karşı olmak, özgürlük istemek gibi bir tutumun temsilcisi gençlerdi. Onların düşünceleri kısa zamanda o günün laik öğretim yapan kurumlarında kısa zamanda yayılır ve daha sonra İttihat ve Terakki’nin kadroları olacak olan bir genç kuşak yetişir. Jön Türklerle girilen süreç, İmparatorluğun yıkılmasına kadar doğrultusunda önemli bir değişiklik olmadan sürer.
Elbette ki ne Jön Türk hareketinin kendisi, ne de ardılları bir gençlik hareketi değildir. Yani bunlar, bağımsız gelişen bir gençlik hareketinin ürünü olarak ortaya çıkmadıkları gibi kendileri de az çok kitlesel bir gençlik hareketi yaratmamışlar, yaratamamışlardır. Bu yüzden de konumuz açısından bu dönemin tek önemi, İmparatorluk içinde ilerici sayılabilecek düşünceleri savunan bu oluşumların büyük çoğunluğuunun gençlerden meydana gelmesi, yeni düşünceleri kabul etme ve yeni düşünceler uğruna mücadele etmede gençliğin olumlu niteliğini yinelemeleridir.   .
Gençliğin bir kategori olarak dikkat çekmesi ve gençliğe yönelik özel faaliyetlerin örgüdenmesi Cumhuriyetten sonradır. Gerçi Kurtuluş Savaşı yıllarında çok sayıda genç ulusal kurtuluş mücadelesine katılmış, anti-emperyalist eylemlerde bulunmuşsa da bunlar burada sözü edilebilecek bir miras oluşturmamışta*.
1923’den 1960’Iarın ikinci yarısına gençlik hareketi
Cumhuriyet sonrasında Kemalistler, yeni bir düzen kurmak mücadelesinde gençliğe özel önem vermişleri Kemalist bir gençlik yetiştirmeyi, haklı olarak, geleceğin garantisi görmüşlerdir. Bunda da önemli ölçüde başarılı olmuşlar, kemalizmin yayılması için okulları doğrudan örgüüenme ve propaganda merkezi olarak kullanarak, resmi ideolojiye sıkısıkıya bağlı bir gençlik yetiştirmişlerdir. Gençler, ülkenin her yanına yayılan Halkevleri ve Halk Odalarında Kemalist düşüncenin yayılması için enerjik bir biçimde çalışmışlardır.
1916 kurulan MTTB (Milli Türk Talebe Birliği) Cumhuriyet sonrasında bir devlet gençlik örgütü haline getirilerek hükümet ve devletin eylemlerinin destekçisi olarak faaliyet göstermiştir. “Yerli malı kullan”, “Vatandaş Türkçe konuş”, “Hatay Türktür” gibi kampanyalar örgütleyerek devletin politikalarının yaygın-laştırılıp desteklenmesinin bir aracı olarak işlev görmüştür. Yine devlet politikasına bağlı olarak laiklik karşıtı eylemlere, Kürt ayaklanmalarına, devlet tarafından kışkırtılan anti-komünist kampanyalara karşı gençlik seferber edilmiştir.
Kemalist milliyetçilikle ırkçılık arasındaki çizgi çok belirsizdi. Özellikle 1930’lardan başlayarak dünya ölçüsünde güçlenen ırkçılık ve “Güneş Dil” kuramıyla açıkça ırkçılığa varan Kemalizmin açtığı yoldan Turancı ırkçılar yararlanarak gençlik içinde önemli mevziler elde ettiİer.(*) Irkçılar, sonraki yıllarda bu mevzilerini güçlendirerek gençlik içinde sayısal olarak az ama ideolojik olarak etkin, militan faşist bir odak olarak varlıklarını sürdürdüler.

(*) 1934 yûınâa, basında çıkan, “Bulgaristanda, Bulgarların Türk mezarlarım tahrip ettikleri” haberi üzerine MTTB, valiliğin yasaklamasına karşın, Bulgaristanı protesto eden bir miting düzenledi ve gençler ilk kez polisle çatıştılar.

Kemalizmin sol kanadından başka bir şey olmayan TKP ise, Kemalizm destekçisi tutumuyla gençlik için, Kemalizmin dışında bir seçenek olamadığı için az sayıda genci, her 5-10 yılda bir, polis operasyonlarının konusu yapmaktan öte bir işleve sahip olmamıştı.
Bu yıllarda öğrenci gençlik, yukarda sözünü ettiğimiz, Kemalizmden küçük nüanslarla ayrılan iki eğilim dışında doğrudan Kemalizmin etkisi altında biçimlendi; “yüce “, “sınıflar üstü” bir devlet ve ona bağlılık, devletin, devletle aynı anlama gelmek üzere hükümet ve CHP’nin politikalarına bağlılık, ulusal çıkarların her şeyin üstünde görülmesi anlayışıyla eğitildi. Otuz yıl içinde yetişen kuşaklar başka herhangi bir etki alttında kalmadan bu görüşlerle biçimlendirildiler. 60’lı yıllardan sonra gelişen sosyalizmden etkilenen, hatta kendisini M-L sayan gençlik yığınları bile bu yıllardaki eğitimin etkisiyle “devlet saygısını” taşımaya devam ettiler. Hükümetlere saldırdılar, ama bunu bile devletin çıkarları için yaptıklarım savundular.
1950’lerden başlayarak, Kemalizmin tek yanlı, baskıcı etkisinin hafiflemesiyle birlikte gençlik içinde dinci ve ırkçı-şovenist eğilimler güç kazandı. Ama öğrenci gençliğin önemli bir kesimi Kemalist tutumu sürdürmeye devam etti. İktidar ve muhalefet arasındaki çekişme gençlik içine de yansıdı. Cumhuriyet tarihi boyunca bütün öğrenci gençliğin tek örgütü görünümündeki MTTB bölündü ve gençliğin DP’ne muhalif kesimleri TMTF (Türkiye Milli Talebe Federasyonu) adı altında toparlandı. Ek olarak; CHP, gençlik üstünde Kemalizmin etkinliğinden yararlanarak, 1954 Ocağın’da, Siyasal Bilgiler Fakültesinde, SBF-FK’nü (Siyasal Bilgiler Fakültesi Fikir Kulübü) kurdurdu. (*) Fîkir Klübü etrafında toplanan gençler ve öğretim üyeleri, seminerler, paneller, sanatsal etkinlikler yoluyla gençlik ve aydınlar içinde CHP doğrultusunda ama ondan daha radikal bir muhalefet yürütmeye koyuldular. Basın’ın DP’ne muhalif kesimi ise bu panelleri bile bir olay halinde yansıtarak gençliği ayrı bir muhalefet odağı gibi lanse etti. Muhalefete gittikçe tahammülsüz hale gelen DP hükümeti Klüp ve.üyeleri üstüne yoğun baskılara yöneldi. Bir grup öğretim üyesi görevlerinden istifa ederek hükümetin baskılarını protesto ederken öğrenciler de dersleri boykot ettiler. Hükümet ise sert önlemlere başvurdu. Fikir Klübünün binasını yıkarak tutumunu ortaya koydu. 27 Mayıs’a giden yol böylece açılmış oldu.
Bu yıllarda öğrenci gençlik hükümetin baskılarından hoşnutsuzdur ve özgürlük mücadelesi yürütmek için ör-gütlenmektedir, ama 1956’dan sonra ortaya çıkan “Kıbrıs sorunu”nda da geleneksel “devletçi” ve “ulusçu” tutumunu sürdürerek DP’nin politikası peşinde sokaklara dökülür. Hükümetin iç hoşnutsuzlukları örtmek için kullandığı Kıbrıs mitinglerinde ya da gençlik örgütlerinin hükümetin kışkırtmasıyla örgütledikleri miting ve gösterilere “Kıbrıs Türktür Türk Kalacaktır”, “Ya Taksim ya Ölüm” sloganlarını haykırır. Niyetinden bağımsız olarak gençlik, devletçi ve şoven-milliyetçi şekilleni-şinin kurbanı olur, gerici egemen sınıfların ve hükümetin politikalarının dolgu maddesi olarak kullanılır.
Fikir Klübünün kapatılması, gençler ve öğrenciler üstündeki baskılar CHP’nin de desteklemesiyle tüm yüksek öğrenim gençliği, öğretim üyeleri ve aydınlar arasında geniş tepkilere yol açtı. Kısa bir süre sonra öğrenci gösterileri baş gösterdi, istanbul ve Ankara’da gösterilere başvuran öğrencilere polis sert davranınca işler iyice kızıştı. 28-29 Nisan olayları (İstanbul Üniversitesi öğrencilerinin yaptığı gösteriye polis saldırır, Turan Emeksiz öldürülür, bir genç de sakat kalır) olarak bilinen olaylar ile 555 K (**)eylemleri toplumsal etkisi geniş, cumhuriyet tarihi boyunca gerçekleşmiş en yığınsal gençlik eylemleriydi. Kemalist ideolojinin biçimlendirdiği memurlar, aydınlar ve subaylar gençlerin bu eylemlerini hararetle destekler.
Kuşkusuz ki, özgürlük ve demokrasi istemiyle sokaklara dökülen gençler, art niyetsizdir, üstlerindeki

(*) SBF-FK’nîn kurucuları; FORUM dergisi etrafında toplanmış, Turhan Feyzoğlu, Aydm Yalçın, Muammer Aksoy gibi öğretim üyeleri ve onların etkilediği öğrencilerdi Bu çevre 27 Mayıs İhtilalinin fikir babalığını yaptığı gibi, 12 Martçıtarın düşünsel lideri ve baş destekçisi oldu. 12 Eylül öncesinde, Muammer Aksoy’un dışında. Aydın Yalçın rc Turhan Feyzoğlu, bu sefer yanlarına Coşkun Kırca ve Adnan Başer Kafaoğlu ‘nu da alarak, yine ellerinde Forum der* gisi olarak 12 Eylülcülerin kapısını çalıp Cuntayı kışkırttılar. Bu üçlü, bugün de, “yüce devlet çıkarları” uğruna politi-kocalara “yolgöstermeye”, “devlet çıkarlarını” görmezden gelenleri azarlamaya devam ediyorlar.
(**)…

baskının kaldırtmasını istemektedirler. Ama onları gerçekten özgürlüğü kazanma yoluna sokacak bir bilinç ve önderlikten yoksun oldukları gibi, artık miyadı dolan DP’den kurtulmak isteyen CHP, egemen sınıflar ve ABD emperyalizminin planlarını parçalayacak kadar ileri gidemezler.
Bu kargaşa içinde, “NATO’ya, CENTO’ya bağlı” 27 Mayıs darbesi gerçekleşir. Gençlik bunu kendi zaferi olarak yorumlayarak askeri darbeyi coşkuyla destekler. Ama asıl sevinenler ABD emperyalisüeri ve bugün asılan DP önderlerine ağıüar yakan, duygusal TV dizileri hazırlatan çevrelerdir. 27 Mayısçüar, “NATO’ya CENTO’ya bağlıyız” yemini etmişlerdir, ama akıl hocaları bilmektedir ki, toplumsal bunalımı aşmak için bu bağlılık yetmez, ayağa kalkanları yatıştırmak için bazı tavizler verilmek zorundadır. Bu koşullarda 1961 Anayasasına bazı kişi hak ve özgürlükleri ile grev, TİS hakkı konmak zorunda kalınır. 1960 ortalarında yemden yükselişe geçecek gençlik ve emekçi sınıflar mücadelesi bu hak ve özgürlükleri kendilerine önemli ölçüde dayanak ederek yollarına yürüyeceklerdir.
Toplumsal mücadele alanında yönetenler için en zor şeylerden birisi de bir kere hak almak için ayağa kalkmış, mücadeleyle hak almış yığınları tekrardan yerlerine oturtup uysal yurttaşlar haline getirmektir. 1960’ta Türkiye öğrenci gençliği bunu yaşadı. Baskı ve zulme karşı başkaldırmayı, özgürlük için mücadele etmek gerktiğini gördü. “Zaferi” belki bir yanılsamaydı, ama başkaldırı ve mücadelesi gerçekti. Gençlik bu olumlu deneyimini bir daha unutmayacak, yeni gençlik kuşaklarına bu olumlu miras aktarılacaktı.
27 Mayıs sonrasının askeri idaresini kendi hükümeti gibi gören öğrenci gençlik seçimlerden sonra kurulan CHP-AP koalisyonu hükümetini endişeyle karşıladı. CHP Atatürk’ün, o gün kü özellikle söylenişiyle Af. Kemal’in partisi, Cumhuriyetin kurucusuydu, bu nedenle de iyiydi, ama AP; kan, can verilerek yıkılan DPnin mirasçısı, el altından gençliği ve “zinde güçleri” düşman jlan etmiş bir partiydi. CHP nasıl onu hükümete ortak ederdi vs.
Biriken hoşnutsuzluk, 1965 seçimlerinde AP’nin tek başına iktidar olmasıyla yeniden patlak verdi. Ama bu sefer “Olur mu böyle olur mul Kardeş kardeşi vurur mu’ türküsüyle değil “Petrollerin Ulusallaştırılması”, “İkili Anlaşmaların Feshedilmesi”, “Kahrolsun Amerikan emperyalizmi ve işbirlikçileri” gibi anti emperyalist sloganlarla sokaklardaydı öğrenci gençlik.
Bu Türkiye gençlik hareketinin, düzen partilerinden bağımsız, özünde hepsine birden karşı da çıktığı bir durumdu. Artık gençlik hareketi yeni bir döneme girmişti.
Gençlik hareketinin bu yeni, devrimci dönemine geçmeden, önceki dönemin önemli özelliklerini saptamak sonraki dönemin anlaşılması için önemli olduğundan burada durup kısa bir değerlendirme yapmak doğru olacaktır.
Döneme bir bütün olarak bakıldığında:
* 1923-50 arasında gençlik Kemalist ideoloji ile biçimlendirilen, içindeki ufak tefek ayrılıklara karşın Ke^ malizmin ihtiyaçlarına göre davranan bir gençliktir. Gençlik örgütleri ise tümüyle hükümet ve CHP’nin güdümünde, onun yan örgütleri gibi faaliyet gösteren örgütlerdir. Bu dönemin gençlik kuşaklan, “ulusçu” ve “devletçi”, ulusal sorunları ve devletin çıkarlarını kişi ve sınıf haklarının üstünde tutmayı ilke edinmişlerdi. Bu ideolojik tutum 1960-70’lerin devrimci gençliğinin, hatta günümüz gençliğinin tutumuna da sinmiş olması bakımından çok önemlidir. Bu haliyle gençlik hükümet politikalarının destekçiliği Ötesine geçmediği için kendine has özellikler taşıyan bir gençlik hareketi geleneği yaratmaktan da uzak kalmıştır.
* 1950 sonrasında ise, gençliğin özgürlük isteği DP’de muhalefet olarak biçimlenmiş, gençliğin geleneksel Kemalist tutumundan yararlanan CHP onun bu eğilimini kendi politik çıkarları doğrultusunda kullanmıştır. Ancak 1960’a doğru gençlik yığınsal ve aktif eylemlerle kendi gücünü duymaya başlamışsa da, 27 Mayıs darbesiyle bu gelişim yarı yolda kalmıştır.
* Bütün bu dönem boyunca gençlik Marksist ya da devrimci bir önderlikten yoksundur. Gençliğin önderi olarak öne çıkan gençlik liderleri CHP’nin gençlik önderleri, ideolojik tutum ise, yıllar ilerledikçe anti-emperyalist niteliğini de yitirip daha da gerici bir konuma düşen Kemalizm’dir.
* Dönem boyunca gençlik hareketi; gerici-burjuva partilerin etkinlik alanı olmaktan, özellikle CHP’nin av alanı olmaktan kurtulup bağımsız bir gelişim seyri izleyememiştir. Bu nedenle de gençlik dinamizm kazanamadığı gibi, olabildiği kadarıyla da dinamizmden devlet, düzen yararlanmış, gençliğin özlemlerinin tersine bir yönelişe sürüklenmiştir.
Dünyayı anlayıp kavramak için en uygun konumda bulunan öğrenci gençlik, içinde biçimlendiği koşullar nedeniyle, özgürlüksüzlüğünün, geleceksizliğinin nedenini cumhuriyet Türkiye’sinin girdiği kapitalistleşmede, burjuva yolda aramak yerine Kemalizm’den sapmada, Kemalizm’in mükemmelleştirilmemesinde aramıştır. Kemalizm’in mükemmelleşmesinin kaçınılmaz biçimde içinde yaşadığı, değiştirmek istediği koşulları yarattığını dönem boyunca hiç bir zaman anlayamamıştır.
* Kemalizm’in dar milliyetçi penceresinden dünyaya bakmaya mahkûm edilen öğrenci gençlik, içerde de “sınıfsız kaynaşmış bir zümreyiz” demagojisi arkasında sürüklenerek, emekçi gençliğin yetenekleri ve mücadeleyi geliştirme potansiyelini hiç anlayamamış; emekçilere tepeden bakan tutumuyla hep emekçi gençliğin ve halkın karşısında, baskıcı, zorba devletin savunucusu bir konumda olmuştur. Bu konum, onun gelişip serpilememesinin, milyonlarca emekçi genci gençlik mücadelesine çekememesinin başlıca nedenlerinden birisi olagelmiştir.
1960’ların ortasından 12 Mart 1971’e gençlik mücadelesi
1960’ların ortasından başlayıp 12 Mart 1971’de noktalanan 5-6 yıllık süre gençliğimiz için “üç güne sığan yirmi yıllar”dandır. Bu kısa dönem içinde gençliğimiz, 50 yıllık birikimini eyleme dönüştürerek, düzen partileri burjuva düzeninden kopma yoluna girerek, düzene karşı veya muhalif en radikal güçlerden biri konumuna yükselmiştir.
Cuntalar yoluyla toplumsal değişimi savunan sözde ilericiler, 1960 sonrası gençliğin devrimci atılımını, “1961 Anayasanın getirdiği özgürlük ortamına” bağlarlarsa da gerçek tam tersidir. Eğer, 1961 Anayasası kimi özgürlük kırıntıları taşıdıysa (ki taşımıştır), bu gençliğin ve aydınların ‘50’li yıllar sonunda kazandığı dinamizm ve özgürlük isteğini dayatmasındandı. 1961 Anayasası kimi sınıfsal ve kişisel özgürlükleri vermese de gençlik o dinamizmini açığa vuracak, özgürlük mücadelesini sürdürecekti. Çünkü bir kez kendi bağımsız eyleminin gücünü fark etmiş, CHP ya da bir başka düzen partisiyle, dahası Kemalizm’le bir yere varmayacağının henüz bilincinde olmasa da, derinden hissetmişti. 60’lı yıllar bu “hissin” açığa çıkıp bilince geçirildiği yıllar oldu.
Türkiye gençliğinin burjuva partilerinden kopma sürecinde dünyadaki önemli bir gelişme onun yönünü sosyalizme doğru çevirdi. Bu dünya ölçüsünde etkin olan anti-emperyalist fırtınaydı. Bu fırtına; Küba devriminin ABD emperyalizminin burnunun dibinde zafere ulaşması, Vietnam’ın kahramanca yürüttüğü halk savaşı ve genel olarak ulusal kurtuluş mücadelelerinin dünyanın her köşesinde sömürgeciliğe vurduğu darbelerden besleniyordu. Bu anti-emperyalist mücadeleler ise, özellikle Küba ve Vietnam mücadeleleri, sosyalizm adına yürütülen mücadelelerdi. Dahası, Kruşçevizmin geri dönüş sürecini başlatmış olmasına, dünya komünist hareketini bölmüş olmasına karşın sosyalizmin prestiji henüz çok yüksekti. Bu durum bütün dünya gençliğini olduğu kadar Türkiye’deki her milliyetten gençliği de derinden etkiledi. Anti-emperyalizm ve sosyalizm düşüncesi gençliğe (ulusalcılığa fazlasıyla batmış bir anti-emperyalizm ve eşitlik, özgürlük ve kardeşliğe indirgenip bulanıklaşmış bir sosyalizm olarak da olsa) dünya ölçüsündeki bu dalgayla geldi. Gençliği sarmış olan Kemalizm zırhı bu dalgayla kırıldı. Bu ortamda Marksist klasiklerin ve Marksizm’den esinlenen bilim ve sanat yapıtlarının yayımlanmaya başlaması gençlik içinde Marksist dünya görüşünün hızla yayılmasının önünü açtı. Gerçi, bu yayınların çok büyük çoğunluğu, Che, Castro, Mao gibi Marksizm’in “yorumcuları”nın ve revizyonist kuramcıların eserleriydi, ama gençlik bunları gerçek sosyalistler olarak benimsedi. Bunun acısı sonraki yıllarda çıkacaktır.
Dalgadan ilk etkilenen gençliğin en ileri kesimleri oldu ve anti-emperyalist, “sosyalist” gençler, Siyasal Bilgiler Fakültesinde, ‘50’lerdeki ilk muhalif gençlik örgütü olan Fikir Kulübü’nü yeniden kurdular. Ama bu kulüp, artık ‘50’lerin Feyzioğlu’larının kulübü değildi. (Fikir kulüplerinin ilk kurucuları TİP içinde ya da çevresindeki gençlerdi; ama bu dönemde henüz TİP’in ne menem bir parlamentarizmci, reformcu, sözde sosyalist olduğu görülemiyordu. Onun yeni fikirler savunması, diğer partilerden farklı bir imaj vermesi gençleri aldatıyordu. Zaten aradan birkaç yıl geçmeden gençliğin dinamik kesimleri ve gerçek gençlik önderleri TİP’in sıradan bir düzen partisi niteliğini görüp ondan kopacaklardı.) Kulüplerin kuruluşu birbirini izledi. AÜ Fen Fakültesi, DTCF, ZF, İTİA, İstanbul Üniversitesi Fen fakültesi vb. birçok fikir kulübü kuruldu. Bu kulüplerin bir araya gelmesiyle de Fikir Kulüpleri Federasyonu doğdu. Tarih, 17 Aralık 1965.
FKF çatısı altında anti-emperyalist ve “sosyalist” gençleri, özellikle de öğrenci gençleri toplamıştı. Ve bu gençlerin büyük bir çoğunluğu kendisine parlamentarist, reformcu-revizyonist bir çizgi belirleme sürecinde hayli ileri bir noktaya gelmiş olan TİP’in çevresindeki gençlerdi.
1960’ların başından itibaren, anti-emperyalist ve “sosyalist” bir yönelişe giren gençler, kendileriyle bir terminoloji benzerliği içinde gördükleri TİP’in etrafına koşmuşlar, kendi düşündükleri dünyayı TİP’in savunduğunu sanmışlardı. Ama bir kaç yıl içinde TİP’in kimi reformlar uğruna mücadele etmekten öte bir niyeti olmadığı görülünce FKF içinde TİP’e muhalif eğilimler ortaya çıkmış, FKF daha ülke çapında bir gençlik örgütü haline gelemeden TİP’in FKF’si ve ona muhalif devrimci FKF olarak fiilen ikiye bölünmüştü. Ankara FKF’de TİP yanlıları yenilgiye uğrarken, İstanbul’da darbeci yöntemlerle FKF yönetimini ele alan TİP yanlıları devrimci gençleri tasfiyeye yönelmiş, sadece bu da değil yükselen öğrenci gençlik mücadelesi önüne tam bir barikat oluşturmak için her yolu denemeye koyulmuştu. Bu durumda tek seçenek FKF dışında örgütlenmekti. Deniz GEZMİŞ ve Cihan ALPTEKİN’in başını çektiği gençler FKF’den koparak DÖB’ü (Devrimcî öğrenci Birliği) kurdular. Resmi kuruluş tarihi Ekim 1968.
DÖB’ün kurucularının ve içinde faaliyet sürdürenlerin çoğunluğu FKF içinden kopup gelmişlerdi, ama DÖB ve FKF farklı yapıda örgütlenmelerdi.(*     ) Sonraki gelişmelere ışık tutması bakımından bu farklılık üstünde burada kısaca durmak gerekiyor.
FKF, kendisinden önceki öğrenci gençlik mücadelesinin birikiminin bir ürünü olmakla birlikte büyük ölçüde TKP’nin uzlaşmacı, reformcu, revizyonist mirasının üstünde şekillenen TİP’in etkisiyle, bir mücadele örgütünden çok bir tartışma kulübü, TİPin yan kolu olarak biçimlendirilmeye çalışılmıştı. TİP, bu amacına tam olarak ulaşamasa da önemli ölçüde de başarılı olmuştu. Pratik mücadeleden kopuk laf ebeleri, TİP bürokrasisinin temsilcileri, TKP’nin yukardan emredici önderlik anlayışım gençliğin içine taşımışlardı. Bu biçimleniş FKFyi, belki gençliğin o andaki en ileri örgüt biçimi haline getirmişti, ama en doğru örgüt biçiminden de uzaklaştırın iş, mücadelenin gerçek önderlerini örgüt yönetiminin uzağında tutmuştu. Dahası, TİP’in uzlaşmacı çizgisine soğuk bakan gençlik önderlerini el altından ya da açıkça bozguncu, anarşist, goşist karalamasıyla, sonraki yıllarda çok daha açık yürütülecek kampanyanın hedefi yapmıştı. Bu durumun kaçınılmaz sonucu olarak FKF, geniş gençlik yığınlarını kucaklayıp seferber etmek perspektifinin hep uzağında kalmış, şu ya da bu biçimde ortaya çıkan eylemler hakkında fikir yürüten, onları tartıya vuran bir kulüp niteliğini önde tutmuştu. Yani gençlik yığınlarına kendisini kapatarak, onun eyleminden kan almak, yeni yığınları kazanmak, yeni kadroların dinamizmiyle eskilerin deneyimini birleştirmek yerine eylemlerin gözlemcisi olmayı tercih eden bir konumu benimsemişti.
FKF ile DÖB’ü ayıran ikinci önemli etken ise “sosyalizm” anlayışlarıydı.
FKF ve yukarıda belirtildiği gibi TİP tarafından savunulan “sosyalizm”, Kruşçev revizyonizminin daha da sulandırılmışıydı. Açıkça parlamentarist, reformcu bir anlayıştı. Esinlendiği kaynak TKP’nin 40 yıllık uzlaşmacılığı ve Kruşçev revizyonizmiydi. Bu yüzdende devrime, düzen dışına çıkma eğilimi taşıyan her türden mücadeleye saldırıyor, kaba eşitlikçilik ve yoksulluk edebiyatıyla kusurlarının üstünü örtmeye, gençleri ve emekçileri duygu sömürüsüyle etrafına toplamaya çalışıyordu.
DÖB ise; FKF’nin tam tersine bürokratik bir kuruluş olarak değil, doğrudan öğrenci gençlik eyleminin sıcak mücadelesi içinde biçimlendi. 1967-68’de İstanbul’daki yoğun gençlik eylemleri, 6-7 Haziran olayları, 1968 üniversite işgalleri, Dolmabahçe eylemleri ve Vedat Demircioğlu’nun tabutuyla Valiliğe yürünmesi eylemleri henüz bir kuruluş olarak resmen kurulmamış DÖB’ün önderlik ettiği eylemlerdi. İşte DÖB böylesi bir eylemli dönemin ürünü oldu ve ancak 1968 Ekim’inde resmen kuruldu. Bu, gençlik mücadele tarihimize 68 eylemleri diye geçen dönemde FKF’nin bütün yaptığı, eylemleri engellemek için “yasalar çerçevesinde bir eylem” için öneri üretmek, parazit yapmak ve “aman yapmayın” demekle de kalmayıp Dolmabahçe gösterisinde olduğu gibi gençlerin önüne çıkıp onları engellemeye çalışmak, eylemlere egemen sınıfların ağzıyla alçakça saldırmak olmuştur. Bu tutumun karşılığı ise; FKF’nin içinin boşalması, iflah olmaz, gençlikle yaş olarak bile ilgisi kalmamış bir avuç bürokratın, kulübün dört duvarı arasında içki masası kurup “gençliğim eyvah!” türküleri söylemesi olmuştur.
DÖB, resmi olarak kuruluşundan sonra da hiç bir zaman bir masa başı bürokratı üretmemiş, örgütün resmi yöneticileri ve bütün militanları her zaman mücadelenin en önünde olmuştur. Bu yüzden de DÖB, öğrenci gençlik içinde FKF’nin hiç bir zaman edinemediği bir saygınlık kazanmıştır. Yığınların nabzını elinde tutan önder öğrenciler, her yeni durumda yeni öneriler ve mücadele biçimleriyle yığınları peşlerinden sürüklemiş, bir avuç önder binlerce genci, bazen bir anti-emperyalist talep uğruna, bazen bir akademik hak için sokaklara dökmeyi başarmıştır. FKF’nin masa başı “eylem üreticiliği”, kendi ruh hallerinden ve çıkarlarından kalkarak, “bu kitle şunu yapar, bunu yapamaz”, “şöyle yaparsak rektörle aramız açılır, böyle yaparsak polis saldırır” gibi yığın mücadelesini eczacı terazisinde tartmaları, ayağı kalkan kitlelerin nereye kadar gideceği konusunda kötümser tablolar çizmeleri, DÖB’e yabancıydı. Bu yanıyla gençliğin TKP’nin mirasından kopup gerçekten devrimci bir gelenek oluşturma sürecinin başlaması DÖB’le olmuştur demek doğru bir saptama olur.
İkinci farka, “sosyalizm” sorununa gelince burada da önemli farklılık vardır. FKF yukarıda belirttiğimiz gibi, Kruşçevci revizyonizmden feyiz almaktadır ve politik tutumu da “barış içinde geçiş”, “kapitalist olmayan yoldan sosyalizme geçiş”, “parlamenter yoldan devrim” vb. gibi revizyonist tezlere uygundur. Dahası genel olarak da Kruşçevci “sosyalizm” anlayışıyla biçimlenmiştir. DÖB ise, aynı kaynaktan etkilenmekle birlikte, “barış içinde sosyalizme geçiş”, parlamentarizm vb. konusunda Kruşçevciliğe açıkça bir tavır içindedir ve sürekli olarak, ötekilerin ağzına almak zorunda kaldıkları zaman pek iğreti duran DEVRİM’i en içten ve var gücüyle haykırmaktadır. Bu yüzden de sosyalizmi Kruşçevcilerden değil Vietnamlı (Ho Şi Mihn, Giap), Küba’lı (Castro, Che Guevara), Çinli (Mao Zedong, Lin Piao), Latin Amerikalı (Mariguella) devrimcilerden öğrenmişlerdir. Elbette Marks, Engels, Lenin, Stalin de okunmakta, onlara büyük ve içten bir saygı duyulmaktadır ama onları asıl yüreklerinden yakalayan çağdaşları, mücadelelerini heyecanlı bir roman gibi izledikleri ya da okudukları diğerleridir. Marksizm’i de asıl kaynaklarından çok bunların  yorumlarından  öğrenmek  hoşlarına gitmektedir. (İşçi sınıfı mücadelesinin boyutu, M-L bir önderliğin olmaması ve bu genç devrimcilerin sosyal konumları göz önüne alındığında bu da çok doğaldı) Bu yüzden de DÖB kuşağı diyebileceğimiz devrimci kuşak, sosyalizminin esinlendiği odakların tutumunu izleyerek mücadeleci bir “sosyalizm” anlayışını benimsedi ve kaçınılmaz olarak da anti-emperyalizme fazlaca bulaşan bir sosyalizm anlayışına, ama çok radikal bir anti-emperyalist tutuma sahip oldu. Bu “sosyalizm” anlayışı, SB’yi izlediği politikalara bakarak revizyonist diye adlandırıyor, onların savunduğu sosyalizme kuşkuyla bakıyordu ki; bu, bu kuşağın sürdürücülerini sonraki yıllarda, revizyonizmin batağına çekilmekten koruyup Marksizm-Leninizm’e varmalarının başlıca dayanaklarından birisi olması bakımından çok önemliydi.
DÖB’ün (1970 ortalarına kadar Dev-Genç’in) öğrenci gençlik yığınları içinde saygınlığı, çoğu zaman sanıldığı ya da mahkûm edilmek için öyle gösterilmeye çalışıldığı gibi onun bir avuç militanının kahramanca bir eylem çizgisi izlemesinden değildi. Asıl neden DÖB’ün bir yandan anti-emperyalist mücadelenin en önünde yer alırken öğrenci gençliğin akademik sorunlarını küçümsememesi, ona sırtını dönmemesiydi. Tersine DÖB, geniş öğrenci gençlik yığınlarının akademik taleplerini savunmayı, onlar için mücadele örgütlemeyi çok ciddiye alıyor, bu taleplerle anti-emperyalist ve demokrasi taleplerini kendi basit yapısından umulmayacak bir ustalıkla birleştiriyordu, örneğin salt akademik talepler temelinde başlayan 1968 üniversite işgalleri, anti-emperyalist ve demokrasi taleplerinin yaygınlaştırılmasının da bir vesilesi oluyor; binlerce genç tartışmalara çekilerek, eğitim düzeni ile ülkedeki ekonomik ve siyasi düzen, emperyalizmin dayattığı bir düzen olarak eğitimin niteliği ve biçimi, demokratik ve sosyalist eğitimin ne olduğu üzerine ciddi bir propaganda ve ajitasyonun hedefi oluyordu. İşgal öncesi ve sonrası sayısız tartışmalara binlerce öğrenci katılıyor, değişik eylem biçimleri içinde taleplerini haykırmayı öğrenerek kendi güçlerini kullanma zeminini yaratıyordu. Bürokratik bir önderlik anlayışına sahip olmayan DÖB, bu mücadelelerde en önde yer alırken, hiçbir zaman yığınlarla birlikte yürümeyi göz ardı etmiyor, gençliğin ruh halini kavrıyor, kendi mücadeleci ruh halini gençliğe aktarma yolunu sezgisel bir biçimde de olsa buluyordu. Ama bunu yaparken DÖB, ne geri bilince teslim oluyor, pasifizmin teorisini yapıp yığınların inisiyatifini engelliyor, nede yığınların ruh halini ve mücadele isteklerinin durumunu göz ardı ediyordu. DÖB, yığınları harekete geçirmek için hiç bir fırsatı kaçırmadığı gibi, kaba slogancılık ve kendi eylemini yığınların eyleminin yerine koymaktan da özenle kaçınmaya çalışıyordu. Bu yüzden de, bugünün, kitle çalışması ve kitle mücadelesini en gerilerin istemleriyle birleştirmenin teorisini yapan laf ebelerinin ve yığınların talepleri yerine kafasında tasarladığı üç beş sloganı geçirip, kendi eylemini yığının eylemi yerine geçiren iradeci, “öncü savaşçıların” çeyrek yüzyıl öncesinin DÖB’ünden öğrenmeleri gereken hala çok şey vardır.
Bugünkü ‘öğrenci gençlik hareketi ve onun önderliğine soyunanların, DÖB’ün yukarda sözünü ettiğimiz üstü örtülmüş mirasını kavrayıp özümsemesi çok önemlidir. Dahası DÖB’ün yığın ve önderlik arasında kurmayı başardığı bağı, buyuruculuğu, bürokratizmi reddetme tutumunu benimsemedikçe gerçek bir öğrenci gençlik hareketini yaratamayacağı anlaşılmak zorundadır. Bu başarılamadıkça gençlik mücadelesi bugün içinde bulunduğu handikaptan çıkamayacaktır. Bunlar, bugün DÖB’ün öğrenmeye çalışmamız gereken deneyimidir. Ve DÖB bunu bir kaç yıl içinde başarmıştır. Ancak DÖB, sadece bu olumlu yanlarından ibaret değildir. DÖB, bürokratizmi, buyuruculuğu reddederken önderliğin örgütlenmesini de (bu durumun teorisini yapmamakla birlikte) reddeden bir konumda olmuştur. Bu yüzden de örgütsel birlikten çok, aralarında sıcak mücadele “dostlukları doğmuş, çok dar bir çekirdek etrafında toplanan gevşek bir çevre örgütü görünümündedir. Dahası pratik içinde ve pratik için gerçekleştirilen bu örgüt, ideolojik ve politik olarak yığınları kazanma bakımından belirlenmiş bir amaca sahip değildir. Başka türlü de olamazdı. Çünkü bu genç ve inançlı devrimcilere yol gösterecek gerçek bir devrimci komünist partisi yokluğu ve geçmiş gençlik hareketinin onların karşılaştığı bu sorunları çözecek bir deneyim bırakmamış olması DÖB’ün başlıca handikabıydı.
Öte yandan DÖB, genel olarak bir emekçi-öğrenci gençlik hareketi olarak doğup gelişen hareket değil, bir öğrenci gençlik hareketiydi ve bundan kaynaklanan pek çok zaaflar da taşıyordu. Sorunun bu yanına bir sonraki yazımızda değineceğiz.
Kuşkusuz DÖB deneyimi, sonuna kadar varmamış bir süreçtir. Bu yüzden de onun zaaflarını ve basanlarım kendi koşullarında ve olguları ortaya çıktığı kadarıyla değerlendirmek olanaklıdır. Ama bu süreç Dev-Genç’te sürüp olgular daha açık bir biçimde ortaya çıkar.
Günümüz devrimci ve komünist gençlik hareketinin bugün gençlik yığınlarından kopukluğu ve yığınları mücadeleye çekmekte karşılaştığı sorunlar göz önüne alındığında, sözünü ettiğimiz DÖB’ün olumlu özelliklerinden öğrenecekleri çok şey vardır.
“Yazımızın ikinci bölümünde 1968’den 12 Mart 1971’e gençlik eylemini konu edip bu dönem mücadelesinin dersleri üstünde duracağız. (Sürecek

Ekim 1991

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑