Sermaye güç telaşında Demirel Hükümeti ve Demokrasi

Sermaye güç arıyordu. Güçlü, dayanakları sağlam, sosyal tabanı geniş ve beklentiler içine sokulmuş halka cevap verecek bir hükümet ihtiyacındaydı. Hem sermayenin kendi iç dalaşmalarına belirli bir çözüm sunacak hem de emekçileri oy tabam olarak kullanabilecek bir siyasal yönetim zorunluydu. Özal-muhalefet çekişmesiyle siyasal bir istikrarsızlık kendini ortaya koyuyor, burjuva gruplar arası üst boyutlu bir çatışma bir türlü giderilemiyordu. Oysa sermaye devasa sorunlarla yüz yüzeydi. Özal ve ANAP hükümetiyle hemen hiçbir sorun çözülemiyordu. Çözümsüzlük ise, sorunları biriktirip büyütüyor ve çözümsüzlüğün kangrene dönüşmesini, derinleşmesini dayatıyordu. Eski hükümet siyasal bir yönetsel güç oluşturmaktan uzaklaştıkça, sermaye kontrolü elden kaçırma tehlikesiyle yüz yüze kalıyordu.
Muhalefet bu nedenle ve ama siyasal istikrarsızlığın da bir unsuru olarak yıllardır erken seçimi gündemde tutmaktaydı. Sonunda sermaye bu noktaya geldi ve ANAP da seçim zorunluluğunu kabul etmek durumunda kaldı. Erken seçim, her derde deva olarak sunuldu. Sermayeden, onun düzeni ve siyasal sisteminden kopma eğilimi içinde olan emekçilere yeni bir çağrı çıkarılmaktaydı erken seçimle; aldatıcı unsur hemen tümüyle gözden çıkarılmıştı, yeniden önemle ele alınacaktı. “Halkın yönetimi”, “parlamento egemenliği”, “yasa ve hukukun üstünlüğü”, “sosyal adalet” gibi emekçileri düzene ve siyasal sisteme bağlayacağı düşünülen sloganlar bol bol kullanıldı. Burjuvazi çıkarlarının gerçekleşebileceği güçlü bir siyasal zemin yaratma peşindeydi. Başlıca, işçi hareketi ve ulusal hareketi düzen sınırlan içinde tutabilecek, dışına çıkan yönleriyle kesip alabilecek, yatıştırıcı ve bastırıcı olanaklara sahip güçlü bir seferberlik ve bunu başarabilecek bir güç gerekiyordu.
Seçim bu nedenle yapıldı ama bu sonucu vermedi.
Demirel ve DYP’si “oy patlaması” peşindeydi, olmadı, genel seçmen kitlesinin ancak % 22,1 oyunu alabildi DYP, geçerli oyların ise % 27’sini. Her türlü olanağı kullanan ANAP 2. parti olmayı başardı. Sosyal demokrasi kendini büyük bir moral bozukluğu içine iten önemli bir yenilgi aldı. SHP çok oy kaybetti, DSP fazla kazanamadı, barajı güç bela aştı. Refah içinde gerçekleşen şeriatçı-faşist ittifak “anti-emperyalizm” ve “düzen değişikliği” propagandalarıyla belirli bir başarı sağladı. Ancak sermaye amaçlarına ulaşamadı.
Yoğun propaganda ve para cezası tehdidine karşın oy kullanma oranı çok düşük oldu. Seçimlere katılmama oranı % 16,8’dir. Oysa 1987 genel seçiminde bu oran % 10 dolayındaydı. Yine geçersiz oy oranı oldukça yüksektir: % 2,2. Bu kitlenin, asıl gövdesi ya da çoğunluğuyla politikadan uzak olduğu söylenemez. Burada belirgin bir protesto ve düzenden, parlamento ve seçimlerden uzaklık eğilimini saptamak doğrudur.
Hele büyük şehirlerde bu eğilim çok açık görülebilmektedir. Oy kullanmayan ve geçersiz oy kullananlar sosyal demokrat partilerden kopan ve ama sağ partilere de yönelmeyenler arasından çıkmaktadır. Rakamla konuşmak gerekirse, İstanbul’da 3 sağcı gerici parti, ANAP, DYP, RP, 1987’de toplam oyların % 51,2’sini alırken bu seçimde % 49’unu alabilmişler, yani oy kaybetmişlerdir. SHP ve DSP birlikte 1987’de % 34,9 oranında oy toplarken bu kez % 27’de kalmışlardır. Sosyal demokrasinin İstanbul’da oy kayıp oranı % 7,9’dur. Her ne kadar sosyal demokratların kendileri dâhil geniş bir çevre, Türkiye’nin sağa kaydığını söylemekteyse de, rakamlar bunu yalanlamaktadır; sağ partilerin de oyu artmamış, tersine eksilmiştir. Ve üstelik başta Erbakan ve Demirel olmak üzere sağ, sol söylem kullanarak oy toplayabilmiştir. Ama İstanbul’da oy oranı oldukça yükselen bir kategori vardır. Başlıca sosyal demokrasinin kaybettiği oylar esas ağırlığıyla düzen dışına kaymıştır. “Yüzer-gezer” oylar bir yana, sosyal demokrasi sağ partilere değil düzen dışılığa yönelik oyları elinden kaçırmıştır. 1987’de % 10,3 iken, erken seçimde İstanbul’da oy kullanmama oranı % 21,7 olmuştur. Kimse kendini aldatmasın. % 11,4 artış gösteren oy kullanmama oranının de-polotizasyon ifade ettiği kesinlikle söylenemez. Bu kitlenin büyük çoğunluğu sosyal demokrasiyi de yetersiz gören, düzen içi çözüm öneriyle tatmin edilemeyen emekçilerdir. Ve bu oranın özellikle İstanbul’da yüksek oluşu da anlamlıdır. İstanbul ülkenin her yönden, bu arada siyasal açıdan da en gelişkin bölgesidir. Burada kendisini ülke ortalamasının yaklaşık 5 puan üzerinde ortaya koyan oy kullanmama ve düzen dışına kayma eğilimi ülke çapında yayılacaktır. Üstelik İzmir’de de benzer bir durum görülmektedir. İzmir’de sağ partilerin toplam oyu % 49,3’den % 48,1’e, sosyal demokratların oyları % 41’den % 32,9’a gerilerken oy kullanmama oranı % 6,5’den % 15,8’e fırlamıştır.
Sağda ve sosyal demokraside gerileme ve ama düzen dışına kayışta % 9,3’lük bir artış.
Olanca çabasına, medyasına, reklâmcılığına, şimdiye kadarki en yüksek harcamalarına rağmen burjuvazi seçimlerde umduğunu bulamamıştır. Seçimlerle burjuvazi siyasal açıdan güçlenmemiş, tersine zayıflamıştır. Şimdi o, mutlak olarak zayıflayışını, rakamlarla ifade edilen güç kaybını nitelikle, izleyeceği siyasetlerle telafi etmek yoluna girecektir, girmiştir. Burjuvazi güç telaşındadır. Güçsüzlüğünü güç olarak sunma derdindedir. Güçsüz oluşunu gözlerden gizleyip tersine bir güçlülük görüntüsü çizmeye yönelmiştir. Bu kuşku yok, yanılsamaları körükleme ve geliştirme ile tümüyle, gerçek olmayan, hayali bir zemin yaratılarak sağlanabilir. Şimdi sermaye bunun peşinde. Buna şiddetle ihtiyacı var. Başka yolu yok. Ekonomi bozuktur, işçi hareketi nesnel temeline sahip önemli bir tehlike olarak kapıda durmaktadır. Kürt hareketinin önünü almak burjuvazi açısından yaşamsal önemdedir. Ve burjuvazi ancak hayaller yaratıp yayarak kavgasını yürütecek, çıkarlarını gerçekleştirebilecek durumdadır.
Ekonomik açıdan güçsüzdür. Kapitalist ekonominin köklü bir “tamir”e ihtiyacı vardır. Şimdi Demirel bu tamire taliptir. Onunki köksüz olacaktır, ne sonuç vereceğini göreceğiz. ANAP aşırılıklarının, yüksek oranlı asalaklığın bir parça törpülenmesi bile başarı sayılacaktır.
Burjuvazi özellikle siyasal açıdan güçsüzdür. Bu acz ve zayıflığın güçlülük olarak gösterilebilmesine en uygun düşeceği düşünülen bir hükümet kuruluşuna yönelinmiştir. Başka bir hükümet arayışına bile gidilmeden, görüşmelerine bile gerek duyulmadan DYP-SHP koalisyonu umut ilan edilmiş, beklenti ve hayaller yaratma yoluna gidilmiştir.
Yıllardır burjuvazi koalisyona karşı çıkar ve onun kötülükleri üzerinde, başlıca zayıflığı, dayanıksızlığı, çözüm üretmede yeteneksizliği üzerinde durulurdu. Şimdi koalisyon birdenbire güç ve güçlülük ifadesi oldu. Böyle varsayılıyor.
Demirel de İnönü de programlarının yakınlığından söz ediyor ve uyum tablosu yaratmaya çalışıyor. Bu aslında doğrudur. Programlar yalnızca yakın değil, birkaç ayrıntı dışında birbirinin aynısıdır. Hatta diğer partilerin programlan da onlarınkinden farksızdır. Farklı olduğu söylenebilecek süslemelere sahip olan şeriatçı faşist partininkidir. Bir de “sosyalist” söylem kullanan revizyonistlerinki. Ancak sorun uyum sağlama sorunu değildir. Güçlülük görüntüsü çizme ve böylelikle şu istikrarsızlık koşullarını atlatabilme sorunudur. Bu açıdan uyum üzerinde durulmaktadır ve bu açıdan konsensüs peşine düşülmüştür. ANAP “tek particiliği”nden sonra konsensüsçülüğün toplumdaki belli beklentileri karşılayacağı düşünülmektedir ve burjuvazi de kendi adamlarını, partilerini konsensüse yöneltmektedir. Sermayenin birliğe, siyasal uyum ve istikrara ihtiyacı vardır. Ve bu yolla emekçilerin yatıştırılabileceği de hesaplanmaktadır.
DYP-SHP koalisyonu bu nedenle tek seçenek olarak ortaya çıkmıştır. Bu nedenle hükümet programı doğru dürüst eleştiri almamış ve hatta başarı dileklerine mazhar olmuştur. Erbakan ve RP’si dışında görece sert karşılayan kimse ve parti olmamıştır hükümeti ve programını. Erbakan ise gereksiz sertlik içindeki “haşarı çocuk” muamelesi görmüştür. Ecevit, programın olumlu bulduğu yönleri üzerinde durarak başlamıştır. Eleştirisini, programın amaçlarını olumlayarak sürdürmüştür. ANAP’ın M. Yılmaz tarafından açıklanan görüşü de oldukça yumuşaktır, Yılmaz hükümetin başarısını istediklerini söylemiştir. Türkeş’in MÇP’si bile bu hükümete güvenoyu vermekte duraksamamıştır. Neden şudur: hükümet DYP-SHP koalisyonudur, ama program burjuvazinin programıdır ve şu an ne başka bir hükümet ve ne de başka bir program üretilememektedir. Bu temelde bir konsensüs sağlanmıştır. Çekişip duran Demirel ve İnönü ile Özal da artık bir araya gelmiştir.
DYP-SHP hükümetinin kendisi-burjuvazinin güçsüzlüğü ve güç ihtiyacının ifadesidir. Bu, “geniş tabanlı” bir hükümettir. Demirel’in örneğin hep söyleye-geldiği “geniş tabanlı” hükümet’in ancak en zor koşullarda kurulabileceğiydi. O’na göre sağ ve sol partiler ancak içinden çıkılmaz kriz ve onu aşmak için bu tür bir hükümetten başka çare olmadığı koşullarda doğru olurdu. Bugün böyle yapılmıştır. Ülkenin iki geleneksel burjuva eğilimi, DP ve CHP devamcıları şimdi koalisyon halindedir. Bizzat bu durum, bir birine zıt olduğu söylenen iki partinin koalisyon kurması, hem de bunun tek seçenek olarak ve kolaylıkla kurulması, burjuvazinin içinde bulunduğu zorluklar ve güçsüzlüğün kanıtıdır.
Güçsüzlük, kuşkusuz emekçilerin talepleri kullanılarak, hükümetin ve programının onların beklentilerine yanıt olduğu propagandası yapılarak, beklenti ve hayal yayılarak giderilebilir ve güçlülüğe dönüştürülebilir. Bu yapılmaya girişilmiştir.
Demirel açıkça değiştiğini söylemektedir. Koşullar ve dünya da değişti demektedir. Eski Demirel’in emekçilerin beklentilerini karşılamayacağını bilerek yaratılmaya çalışılan “yeni Demirel” imajının, SHP’nin desteğinde iş yapacağı düşünülmektedir. Demirel açıkça merkeze kayma görüntüsü verme çabasındadır; bol bol sosyal adalet, hak-hukuk, insan hakları ve hatta sömürü karşıtlığı lafları etmektedir. Hükümet programı bu tür propagandayla doludur. Ekonominin 500 günde tamir edileceği, enflasyonun “makul” bir düzeye çekileceği, dar gelirlilere parasız sağlık hizmeti vb. kolaylıkları getirileceği söylenmektedir. Peşin verginin kaldırılacağı, Bağ-Kur borçları sorununa çözüm getirileceği üzerinde durulmakladır. Taban fiyatlar yükseltilecektir. Kaynak? Sistem içi, ama kullanılması pek de kolay olmayan, ancak yine de alternatif denebilecek tek kaynak, rant gelirlerinin aşağı çekilmesi, faizlerin giderek düşürülmesi, yolsuzluk vb. yoluyla arpalık kullanım oranının ve bilanço dışı gelirlerin azaltılmasıdır. Bu alanlarda küçük adımlarla bile beklentilerin körüklenmesi yoluna gidilebileceği düşünülebilir. Ancak emekçilerin asıl doyurulmaya çalışılacağı alan siyasal alandır. Siyasal ambar kullanılacaktır. Demokrasi, özgürlükler vb. propagandası, yeni hükümetin puan toplamaya ve aracılığıyla emekçileri yatıştırmaya yöneldiği esas unsuru oluşturuyor.
Eskişehir tabutluğunun kapatılması bu çerçevede değerlendirilmelidir. Ülke cezaevlerinde özellikle 125. madde nedeniyle binlerce tutuklu bulunurken ve programda bunların sözü edilmezken, hükümet ayağının tozuyla tabutluğu kapatarak “demokratlık”ını kanıtlama ve özgürlük beklentilerini sömürme yolunu tutmuştur. Memur sendikaları ikinci bir sömürü aracıdır. Memurlara sendika hakkı “verilecek”tir! İşin başında çarpıtmaya girişilmektedir. Alınma doğrultusunda önemli mesafe kat edilmiş olan memur sendikaları hakkı beklenti konusu haline getirilerek sömürülmektedir. Ve “verilecek” olanın kuşlaştırılmış olacağı, çeşitli sınırlamalara tabi tutulacağı şimdiden söylenebilir. Ama bu da bir “demokratlık” gösterisi olarak kullanılacaktır. Kartal Belediyesinde 35 işçi işten atılmıştı. SHP’li Belediye başkanı kendi özel politikasını yürütüyordu. “Demokrat” görünüm ihtiyacındaki hükümetin Çalışma Bakanı hemen işe el koyup sorunu çözümledi. Şimdi işten atmalarla ortalık bulandırılmamalı, hükümet hakkında ilk günlerden olumsuz bir imaj yaratılmamalı, ortalık bulandırılmamalıydı.
Bu ve benzeri uygulamalarla desteklenen hükümete ilişkin beklenti yaratma havasının şimdilik tuttuğu söylenebilir. Emekçi kitleler, Türk ve Kürt emekçiler, işçi, demokratik ve ulusal muhalefetin unsurları şahsında yaratılan beklenti, özlem ve talep istismarının sürdürülebileceği kuşkuludur. Bu havanın uzun süre sürdürülmesi, maddi ekonomik zeminde emekçiler lehine düzenlemelerle olanaklıdır. Bu alanda ufak-tefek gelişmelerle beklentiler bir süre sürdürülebilse bile, bu açıdan uzun süreli bir başarı hayaldir. Ancak aydınlarımız şimdiden demokrasi psikozuna kapıldılar bile. 40 yıllık faşistin değiştiği inancını en çok onlar yayıyorlar. SHP’den başka tutunacak dal bulamayan “solcu” aydınlarımız SHP’nin koalisyon ortağı olduğu hükümeti dışlamaktan özenle kaçınırken, baş ortak Demirel’i ve DYP’sini de kutsamak durumunda kalıyor ve beklenti ve hayal yayıcılığın başlıca taşıyıcılığını yapıyorlar. Temel yanılsama, demokrasi ve özgürlüklerin alınması yerine verilmesine rıza göstermek, burjuvazinin demokrasi beklentisi havası içinde güç toplaması ve saldırılarını geliştirmesine omuz vermiş duruma düşmektir. Burjuvazi, reformculuğu da seferber edip kullanarak, egemenliğini sürdürme ve buna yönelik tehdit ve karşı gelişme eğilimlerini boğmak için saldırı hazırlığındadır. Başlıca iki düşmanı, işçi hareketi ve ulusal direnişi bastırma ve yatıştırma, tehlike olmaktan çıkarma peşindedir. İkinci bir temel yönelimi, “yeni düzen” çerçevesinde yapmak durumunda olduklarını başarmaktır. Ülkenin başlamış olan tam bir Amerikan üssü haline getirilmesi ve ekonominin emperyalist talanın yoğunlaştırılması temelinde düzenlenmesi işinin sürdürülmesi ve yanı sıra Ortadoğu ve Kafkaslarda “yeni düzen” ile uyumlu yeni mevziler tutulmasıdır. Hükümet, kırık-dökük laflar dışında işçilere somut hiçbir şey vaat etmez ve “terör ezilecek” sloganıyla ulusal harekelin ezilmesini temel bir hedef olarak önüne koyarken, Ecevit’le Özal ve ANAP’ın da açık desteğiyle Dış Türkler sorununu gündem maddesi edinmektedir. PKK’nın ezilmesi amacıyla komşu ülkelere saldırı fikri açık olan yeni hükümetin dış Türkler konusunda da girişimci tutum içinde olması, onun “demokratik” açılımları hakkında bir fikir verebilir. Bugün PKK tasfiyesi jenosit olmadan düşünülemez, istendiği kadar sıradan Kürtlere, halka şefkatli davranılacağı üzerine laf üretilsin, “terörün ezilmesi” fikri, jenosit fikrini içerir. Yanı sıra Irak, Suriye, İran ile saldırganlık temelinde geliştirilecek ilişkiler ancak en gerici güçlerle birlik halinde uygulama şansı bulabilir. Dış Türkler sorunu da yine ancak, uluslararası alanda en gerici güçlerle birlik halinde ve onların çıkar ve politikalarının uzantısı olmakla birlikte düşünülebilir. Yeni hükümetin ve programının gerçek yüzünü ise bunlar oluşturuyor: işçilere, Kürtlere ve komşu halklara düşmanlık; içerde ve dışarıda emperyalist “yeni düzen” çerçevesinde saldırganlık. Demokrasi beklentisi, bu saldırganlığı örtmek için ve gerekli gücü oluşturmak için yaratılmakta ve kullanılmaktadır.
Demokratlık konusunda lafa değil, işe bakmak; laf ve vaatlere ilişkin kopuk kopuk düşünmemek, her şeyi yerli yerine oturtmak aydınlarımızın yapması gereken iş olmalıdır. Bir başka beklenticilik, SHP’nin desteklenmesiyle başlayıp “ateşkes” önermeye varan PKK tutumunda görülüyor. Reformizmin ve reformizm destekli yeni hükümetin demokrasi ve özgürlükler konusunda adım atacağı hesabıyla tutumlar geliştirilmemelidir; bu, başını aslanın ağzına sokmak demektir.
Hiç beklentiye kapılmadan, ileri sürülen vaat ve yaratılan beklentilerle oluşturulan ortamdan yararlanmak, bu ortamda yapılması gerekenleri yapıp kullanılması gereken araç ve yöntemleri kullanmak kuşkusuz devrimci ve komünistlerin görevidir. Bu ortamın yasal olanakların kullanılmasını kolaylaştıracağı şimdiden söylenebilir. Ve bütün olanakları kullanarak demokrasi ve özgürlükler beklentisinin gerçek dışılığını ortaya koymak, işçi ve emekçileri, toplumsal muhalefeti, ulusal ve sosyal kurtuluş hareketini geliştirmek, bunun için en uygun ve ama devrimci kanalları açmak, kuşkusuz yapılması gereken şeydir.
Beklentilerin çok küçük bir bölümünün gerçek olması için bile, devrimci radikal güçler, emekçiler mücadeleye çekilmek zorundadır. İnsanlık tarihinin bu en temel dersini görmezden gelenler ne aydın, ne devrimci ne de demokrat olmaya layık olamazlar. Tarih, aydınlarımızı, demokrat ve devrimcilerimizi bir kez daha sınıyor.

Aralık 1991

Yorumlar kapatıldı.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑