Haberler-Mektuplar: Mecliste Şovenizm Dalgası

‘Millet Meclisi’nde yapılan yemin töreninde iki yurtsever Kürt milletvekilinin faşist ve şovenist içerikteki yemin metnini kendi tarzlarında okumaları, burjuvazi tarafından oluşturulan ‘Kamuoyu’ tarafından şiddetle kınandı. Bütün burjuva gazeteler, yapılan bu ‘küstahlığı’ manşetten vererek kamuoyunda oluşan üzüntü ve tepkiye ‘tercüman’ oldular. ‘Mecliste İnfial’, ‘Diyarbakır Milletvekilleri Yaşasın Kürdistan diye slogan attılar’… Günlük burjuva basının manşeti bu minval üzere gidiyordu.
Peki, mecliste ne olmuştu? İki yurtsever Kürt milletvekili Leyla Zana ve Hatip Dicle, Kürt’lerin ulusal varlığını yadsıyan, şovenist ve faşist içerikteki yemin metnini okumak istememişlerdi. Hatip Dicle, bu metni Anayasa’nın baskısıyla okuduğunu söylerken, Leyla Zana yemin metnini okuduktan sonra kendi dili Kürtçe olarak “Bu yemini Kürt ve Türk halklarının kardeşliği için okudum” demişti. Meclise Kürt bombası düşmüştü. Yekvücut olmuş milletvekilleri başta Demirel olmak üzere sıra kapaklarına vurarak protesto ettiler. Hatta DYP’li bazı işgüzar milletvekilleri Dicle’nin üzerine yürüyerek Devletin bölünmez bütünlüğünü savundular. SHP milletvekilleri sessizlikle tepkiye ortak olurken Özal, vakit geçirmeden “meclis çatısı altında cereyan eden bu çirkin hadiseyi” kınadı, İnönü bu milletvekillerini istifa etmiş saydı. Türkçeyi konuşamayan ulusal inkârcı geçici Meclis başkanı Septioğlu, Zana’ya ‘gel kız’ diye bağırdı…
Kürt milletvekillerinin bu haklı tutumu Kürt emekçilerinde büyük bir coşku yaratırken günlük basın olayı tersyüz ederek verdi. Günlerce günlük basın, TRT, STAR-1 el ele vererek bu çirkin davranışın kamuoyunda yarattığı tepkileri verdi. Türk halkı içinde şovenist dalgayı kabartmak için elinden ne geliyorsa yaptı.
“Anayasa’nın 81. maddesini okuyorum” diyerek metni okumaya başlayan RP milletvekili karşısında susan ‘meclis’, Kürt milletvekilleri söz konusu olunca ağız birliği halinde yerlerinde hop oturup kalktılar. Günlük basının en solcuları, Kürtlerin ulusal varlıklarını değil ama etnik varlıklarını kabul ettiklerini ama milli çatı altındaki bu küstahlığı da affedemeyeceklerini, bu milletvekillerinin PKK ile ilişkilerini yazıp durdular.
Bu olay, Kürt halkına düşmanlığın küçük de olsa bir ölçüsü olmuştu. Ve sonuç bütün partilerin ve besleme basının yeminli Kürt düşmanı olduğunu ortaya koyuyordu. Güçlerinin yettiği kadarıyla Kürtleri ve PKK’yı telin mitingleri yaparak, buna genişçe yer ayırarak Türk emekçilerini bu düşmanlığa ortak etmeye çalıştılar. Amaç bir şovenizm dalgası yükseltmek, Türk emekçilerini yedeklemek ve Kürt halkı üzerine yapılacak yeni ve geniş çaplı seferler için ‘haklı’ zemin yaratmaktı. Bu noktada Türk devrimcilerine büyük görevler düşüyor. Türk ve Kürt emekçilerinin çıkar birliğini, Kürt halkı üzerindeki zulmün Türk emekçilerine de baskı getireceğini inatla anlatmak. Bu şovenizm dalgasını geri çekmeye çalışmak.

125. MADDE’YE KARŞI OLUM ORUCU
Bir grup Kürt yurtsever, İstanbul’da HEP Küçükçekmece İlçe Binasında 125. Maddenin kaldırılması, bu maddeden hükümlü tutsakların serbest bırakılması talebiyle ölüm orucuna başladı.
Ölüm orucuna başlayan yurtseverler 28 Kasım günü yaptıkları basın açıklamasında, Eskişehir Tabutluklarının kapatılması için açlık grevi yaptıklarını ama Eskişehir’in boşaltılmasının küçük bir adım olduğunu, esas sorunun 125. Maddenin kaldırılması ve bu maddeden hüküm giyen tutsakların serbest bırakılması olduğunu, bunun için de açlık grevini 27 Kasım’da ölüm orucuna dönüştürdüklerini dile getirdiler. Ulusal direniş içindeki Kürt halkını “bölücülük”le suçlayan devletin Kürt tutsakları içerde tutarak gerçek bölücü olduğunu ortaya koyduğunu söyleyen direnişçiler eylemlerinde kararlı olduklarını ve taleplerini elde edene kadar sürdüreceklerini ifade ettiler. Çeşitli kitle örgütlerinden ziyaretçiler desteklerini bildirirken, direnişçiler devrimcilerin ve kamuoyunun ilgisini beklediklerini ifade ettiler. Burjuvazinin son günlerde Türk halkı içine Kürt halkı ve Kürt direnişçilerine karşı düşmanlık tohumları ekmeye çalıştığına dikkat çeken direnişçiler, Türk ve Kürt halklarının kardeşliğini savunduklarını dile getirdiler.

“KAYIP”LAR ZİNCİRİNE YENİ HALKALAR
Türkiye’nin “demokrasi vitrini” “yeni” hükümetlerle cilalı hale getirilirken aynı süreçte devletin çeşitli kurumları eliyle saldırıları da devam ediyor. Kürt halkı üzerindeki terör “olağan” görülüyor zaten. Öte yandan, ölü ele geçirmeler, sokakta kurşunlamalar devam ediyor. Devlet eliyle işlenen cinayetlerin bir türü de gözaltına alınan insanların “ortadan kaybolması”. Daha önce gözaltına alınan Yusuf Erişti, işkence edilerek öldürüldükten sonra, kendisinin hiç “gözaltına alınmadığı” söylenmişti.
“Kayıp”lar listesinin yeni isimleri Hüseyin Toraman ve Erhan Meydan.
Daha önceden polis tarafından aranan Hüseyin TORAMAN isimli devrimci, ailesi ve mahalle halkının gözleri önünde sivil polislerce dövülerek gözaltına alınıyor. Aradan bir ayı geçkin bir süre geçmesine rağmen polis ve diğer devlet yetkilileri “böyle bir şahsın gözaltına alınmadığını” söylüyorlar.
Daha önce birçok kez tutuklanan, en son ‘91 Nisan’ında evi basılan (bu baskında iki polis timi birbiriyle çatışmış, bir polis ölmüştü.) Hüseyin Toraman, üzerinde İsmail Çelik adına düzenlenmiş kimlikle 27 Ekim günü İstanbul Kocamustafapaşa’daki evinin önünden sivil polislerce silah zoruyla dövülerek beyaz renkli sivil bir Renault otoya bindirilerek götürülüyor. Mahalle halkının haber vermesi üzerine gelen karakol polisleri, Toraman’ı alanların polis olması nedeniyle müdahale etmiyorlar. Karakol polislerinin “1. Şube’de” demelerine, Toraman’ın Gebze Siyasi Şube’de görülmesine rağmen İstanbul polisi Hüseyin Toraman’ı gözaltına almadıklarını söylüyor.
Toraman’ın ailesi, oğullarından haber alabilmek için devletin bütün makamlarına başvuruyorlar; polis yetkililerinden, DGM savcılığından yeni hükümetin “İnsan Haklarından sorumlu” bakanlarına kadar. Cevap tek ve ortak: Böyle bir şahıs gözaltına alınmadı! Olayın üzerinden bir ayı aşkın bir süre geçmişken üstü örtülmeye çalışılan gerçek kesinleşmiş gibi: Hüseyin Toraman, bizzat devlet görevlileri, siyası polis, MİT ve Kontrgerilla tarafından kaçırıldı, işkence edilerek öldürüldü.
Bu olayın yankıları sürerken bu kez de Erhan MEYDAN isimli devrimci evinin önünden alındı ve gözaltında olmadığı söyleniyor. Ailesi ve avukatlarının girişimleri sonuçsuz. Erhan Meydan “kayıp”!
Çokça söylendiği gibi bu cinayetler, “devlet içine yuvalanmış karanlık güçlerin işi” değil, doğrudan devlet tarafından yönetilen MİT, Kontrgerilla, siyasi polis gibi kuruluşların doğalarına uygun cinayetleridir. Devletin tüm kurumlarıyla olayın üstünü örtmesi de bunun bir göstergesidir. Vedat Aydın, Yusuf Erişti, Hüseyin Toraman ve büyük ihtimalle Erhan Meydan bu cinayet zincirinin halkalarıdır.

İŞKENCE SONUCU FELÇ OLAN HÜSEYİN ÖZLÜTAŞ’IN AÇIKLAMASI
1981 yılında İstanbul 1. Şube’de gördüğü ağır işkence sonucu felç olan, mahkeme önünde de bunu belgeleyerek maddi tazminata hak kazanan Hüseyin Özlütaş, kendisine verilen tazminatı reddederek Avrupa İnsan Hakları Komisyonu’na bireysel başvuru hakkını kullandı.
H. Özlütaş, konuyla ilgili Cumhuriyet gazetesinde yer alan habere ilişkin olarak dergimize bir açıklama yollayarak şu görüşlere yer yerdi:
“22 Kasım 1991 tarihli Cumhuriyet gazetesinde benimle ilgili yayınlanan haberde “Ben baha işkence edenlere kızmıyorum. Çünkü bu görev onlara devlet tarafından verilmişti.” denmektedir. Ben böyle bir şey söylemedim, söylediklerim yanlış anlaşılmış ve yorumlanmıştır.
Söylediklerim şudur: Bana işkence edenler Panama işkence eğitim merkezinde eğitilmişlerdir. Onca masrafı edip onları eğitime gönderen devlettir. Modern işkence aletlerini ithal eden devlettir. Benim felç olmamın birinci derecede sorumlusu ve suçlusu devlettir, işkenceciler arasında ast-üst ilişkisi vardır. Bu durumda açıkça gösteriyor ki işkence, söylendiği gibi “münferit olaylar” ya da bazı ” kötü niyetli kişilerin” işi değil devletin bir politikasıdır ve sistemli olarak uygulanmaktadır. Ayrıca ben Avrupa İnsan Hakları Komisyonu’na sadece para için başvurmadım. Böyle bir yönü olmakla beraber asıl amacım işkencenin kapitalist devletin bir uygulaması, politikası ve ideolojisi olduğunu göstermektir.”

LİSELİ ÖĞRENCİLERDEN FAŞİST EĞİTİME TEPKİ
Kasım ayı ortalarında İstanbul Milli Eğitim Müdürlüğü önünde toplanan çeşitli liselerin öğrencileri ve velilerden oluşan 100 kişilik bir grup okullardaki faşist eğitimi, faşist disiplin ve uygulamaları protesto ederek aşağıda kısaltarak yayınladığımız basın açıklamasını okudular.
Bizleri buraya toplayan sebepler, ortaöğretim kurumlarında yaşanan bazı sorunlardır. Bu sorunlar yıllardır dile getirilmesine rağmen çözülmedi, bugün de çözülmüyor.
Orta öğretimin başlıca sorunlarını şöyle sıralayabiliriz.
Anti-Laik ve Anti-Demokratik Uygulamalar: Bir eğitim kurumunda dayakla, küfürlü ve saldırılarla kişilikli insanlar yetiştirilebileceğini kim söyleyebilir? Çocuklarımıza dayak atılması, olur olmaz sebeplerle baskı altına alınmaları yasaklanmasına rağmen bu uygulamalar hala devam ediyor
Örneğin; sabahları beş on dakika geç kalan öğrencilerin içinden bir kişi seçilir ve bütün öğrencilere ibret olsun diye tekme tokat dövülür. Matematik dersinde din dersi veren öğretmene karşı gelen öğrenciler hakkında disiplin soruşturması açılır, artı dayak da ihmal edilmez. “Avcılar Endüstri Meslek Lisesinde” bir dersliği MESCİT yapan müdür yardımcısı BAKİ TEKİNTAŞ yemek paydoslarını, öğle namazına denk getiriyor ve öğrencileri mescitte namaz kılmaya zorluyor. Kılmayanlara ise tehditler savuruyor. İNSA LİSESİ Müdürü M. KORTİKOĞLU anti-laik, anti-demokratik uygulamaları eleştiren öğrencilere “Bugünkü durumunuza şükredin yoksa okulda kendi istediğim düzeni sağlamak için bir çok öğrencinin başını yakmaktan çekinmem.” şeklinde tehditler savuruyor.
Para Sorunu: Adı geçen liselerde ve diğer tüm eğitim kurumlarında sistematik olarak gerekli olmadığı halde zorla para toplanıyor. Bu durumda eğitimcilerin savundukları PARASIZ EĞİTİM ÖĞRETİMDE FIRSAT EŞİTLİĞİ’nin olmadığını açıkça kanıtlıyor. Tüm okullarda üniversiteye gitmek isteyen öğrencilerin, özel dershane zorunluluk olarak sunuluyor. Bu işi bizzat öğretmenler yapıyor. Devlet okulları üniversite sınavlarında çıkan soruları çözecek düzeyde bilgi vermiyorsa bu okullara ne gerek var? Bu durum eğitim sistemimizin bilimsel olmadığını kanıtlamıyor mu? Bütün öğrencilerin her yıl dershanelere 5-6 milyon verebileceğini kim söyleyebilir?
Meslek Lisesinde Staj Sorunu: Meslek lisesi öğrencileri staj gördükleri fabrikalarda kendi branş ve dalları dışında bir sürü işlerde hamal olarak kullanılmalarına rağmen okul bu duruma müdahale etmiyor…
Orta öğretim kurumlarında tüm bu anti-laik, anti-demokratik, bilim ve çağ dışı uygulamalar pervasızca sürüp giderken, öğrencileri koruyacak, sistemi düzeltecek hiç bir yasal olanak bulunmuyor. Orta öğretim kurumlarının “Anayasası” halindeki “Disiplin Yönetmeliği” bu uygulamalara olanak sağlıyor. Sorunların demokratik şekilde çözülmesi sürecine öğrencilerin de katılması için “ÖĞRENCİ BİRLİKLERİ” kurulmalıdır. Demokratik Kurum ve kuruluşları bu sorunların çözümü için çalışmaya davet ediyoruz.
Avcılar Endüstri Meslek Lisesi
Avcılar İnsa Lisesi
Avcılar S. Nazif Lisesi
Taksim Atatürk Lisesi
Bağcılar Dr Kemal Naci Ekşi Lisesi’nden
ÖĞRENCİLER VE VELİLERİ

KÜÇÜKÇEKMECE İŞÇİLERİ YİNE EYLEMDE
18 aydan beri kronik bir hal alan ücretlerin zamanında ödenmemesi, Küçük Çekmece Belediye İşçilerinin öfkesinin sık sık eyleme dönüşmesine neden oluyor. Daha önce de çeşitli biçimlerde bir çok eylem yapan belediye işçileri, Kasım ayında yine eyleme geçti.
Belediye-İş Sendikası 2 Nolu Şubeye bağlı işçiler, 25 Kasım günü bir araç konvoyu oluşturarak K. Çekmece bölgesini dolaşarak işçileri ve yöre halkını sorun hakkında duyarlı olmaya çağırdılar, çeşitli pankartlar taşıdılar.
Bir sonraki gün de ayrı üç merkezden kortej oluşturarak yürüyüşe geçen işçiler bir araya gelerek Başkanlık binası önünde toplandıklarında sayıları 1500 kişiye ulaşmıştı. İşçiler, yürüyüş ve toplantı sırasında coşkulu sloganlar haykırdılar.
Yürüyüşe K. Çekmece Belediye işçilerinin yanı sıra Bakırköy Belediyesi’nden işçiler ve temsilciler, Zeytinburnu Belediyesi’nden bir grup işçi, Belediye-İş Sendikasına bağlı 1 Nolu Şube, Mezbaha ve Anadolu Şube yöneticileriyle Deri-İş Kazlıçeşme Şube yöneticileri katıldılar.
Protesto toplantısında 2 Nolu Şube adına bir basın açıklaması okundu ve üretimi durdurma kararı açıklandı. Eminönü, Fatih, Zeytinburnu, Gaziosmanpaşa, Bakırköy ve Beyoğlu belediye işçileri de araç konvoyu oluşturarak işvereni protesto ettiler, sınıf kardeşleriyle dayanıştılar.
Halen hizmetin durdurulmaya devam ettiği Küçükçekmece Belediyesinde son 18 ayın yaklaşık 100 gününde işçiler ücret alacakları nedeniyle üretimi durdurmuş bulunuyorlar.

TERÖR EŞLİĞİNDE GECEKONDU YIKIMI
1 Ekim 1991 tarihinde İstanbul Gülsuyu mevkiindeki Esenkent İnönü Çiftliği civarında hazine arazisine diğer emekçilerle birlikte aşağıda imzası olan bizler başımızı sokacak bir barınağa sahip olmak amacıyla gecekondular yapmaya başladık. Biz evlerimizi yaparken 4 Kasım 91 tarihinde 600-700 civarında çevik kuvvet polisi, 100’e yakın sivil polis, 200-300 civarında zabıta buldozerlerle birlikte inşa halindeki gecekondularımızı yıktılar. Bütün tuğlalarımız kırıldı. Polisler tarafından çembere alındık; kadın-kız, çoluk-çocuk demeden dövüldük sövüldük, bir dizi hakarete uğradık. Gözaltına alınan 15 arkadaşımız karakolda sivil polisler tarafından işkenceye tabi tutuldular.
Bizler yılmadık, ikinci defa evlerimizi yaptık. Yine aynı şekilde yıkım gerçekleştirildi. Fakat bu defa yıkım daha da kanlı oldu. Polisler tarafından 2 arkadaşımızın kolu kırıldı. Bir kadının kafası copla yarıldı. Ve 10 kişi gözaltına alındı, bir arkadaşımız 17 gün tutuklu kaldı.
Barınacak yeri olmayan bizler bütün imkânsızlığımıza rağmen derme-çatma evlerimizi bir kez daha yaptık. Zabıta, resmi ve sivil polislerden oluşan güruh üçüncü kez gecekondularımızı başımıza yıktı. Bütün mahalle sakinlerini, çocuklar dâhil çember içine alıp herkesi dövüp hakaret ederek bizleri korkutmaya ve yıldırmaya çalıştılar.
Son ve büyük yıkım 26 Kasım günü gerçekleşti. Sabah saat 10.00 civarında yüzlerce sivil ve resmi polis, zabıtalar, 2 adet buldozer ev yaptığımız bölgeye geldiler. Gaddarca evlerimiz yıkıldı. Bütün ev eşyalarımız kasıtlı olarak dozerler tarafından ezilerek kullanılmaz hale getirildi. Evlerini terk etmek istemeyen insanlarımız, bir kişiye 5-10 polis düşmek üzere cop, kalkan ve tekmelerle dövüldü. Özellikle bir kadının ağzına cop sokularak çenesi ve kafası tekmelendi. Sivil polisler daha da saldırgandı. Mahallede oturan istisnasız bütün insanlar, yaşlısından çocuğuna kadar sopadan geçirildi. Bu saldırılarda Aysel YARDAK adlı kadın üç aylık bebeğini düşürdü, Kibriye KAŞIKÇI adlı başka bir kadının kolu kırıldı. Polislerce tekmelenerek hırpalanan, tahta coplarla ağır yaralanan Ayten İS adlı kadın Kartal Devlet Hastanesine kaldırıldı ve 7 gün rapor aldı. Bunlar dışında hemen herkes yara aldı. Bu saldırıyı kamuoyundan gizlemek için bölgeye gelen gazeteciler yıkım boyunca gözaltında tutuldu.
Saldırılardan sonra 36 kişi gözaltına alındı. Daha arabalarda iken bu insanlara işkence edilmeye başlandı. Karakolda da gözleri bağlanarak tekrar işkenceye tabi tutuldular ve işkence gören insanlara “Bizi zabıta dövdü” dedirtmeye çalıştılar. “Sizi, güvendiğiniz partiler kurtarsın.” dediler. Üç arkadaşımız tutuklanarak cezaevine gönderildi. Tutuklulukları devam ediyor. Diğerleri de 1. Şube, 2. Şube dolaştırıldıktan sonra serbest bırakıldı.
Şu anda gecekondu bölgesi bir harabeye dönmüş durumdadır, insanlar soğukta kendi olanaklarıyla gerdikleri naylonların altında barın maya çalışmaktadırlar. Diğer bazıları ise akrabalarının yanına sığınmıştır. Seçimlerden önce “Siz kondularınızı yapın, size karışmayacağız.” diyen SHP’liler, şimdi kendi belediyeleri eliyle gecekondularımızı başımıza yıkıyorlar.
İstanbul’un ortasında meydana gelen bu vahşet karşısında insanları duyarlı olmaya ve sorunlarımıza sahip çıkmaya çağırıyoruz.
7 gün rapor alan Ayten İS
Kolu kırılan Kibriye KAŞIKÇI
Düşük yapan Aysel YARDAK
Kolu kırılan Hasan AĞÇAN
İşkence gören dilsiz Gürsel YİĞİT
İşkence gören dilsiz İbrahim …
İşkence gören Necip ALTOSUN
İşkence gören Burhan YARDIMCI
İşkence gören Mehmet TORAMAN
İşkence gören Zatiye ŞAHİN
İşkence gören Fındık YARDAK
İşkence gören Kıymet GÜNGÖR
İşkence gören Hatice …
İşkence gören Alişan HIŞIM
İşkence gören Hıdır BAYIR
Ekrem GÜNGÖR
Latif BOZKURT

ÖZGÜRLÜK ÖRGÜTLÜ OLMAKTIR
Basın üstüne laf söylemeye kalkan burjuva gazeteciler ve bilim adamları: “Basın dördüncü kuvvet olarak hakkın, adaletin, emeğin ve doğrunun yanında, haksızlığın karşısındadır. Üstlendiği sorumluluk gereği haklının savunucusudur. Kamuoyuna doğru bilgiler verip, gerçekleri halka aktarmak ve uyarmaktır. Bu asli görevi yerine getirirken herhangi bir kişi, kurum ve kuruluşun baskısı altında olamaz. Aksi taktirde görevi kötüye kullanıp basın olmanın avantajını kullanarak haksız kazanç ve kişisel menfaatler elde etmekte kullanılan bir kurum olur.”derler. Ama gerçek böyle midir?
Bugünkü basının hangi görevi üstlendiği açıkça ortada durmaktadır. Mafyanın da içinde olduğu basın patronları ve üst düzey yöneticilerinin basın emekçilerine karşı azgınca saldırıya geçtiklerini yalnızca basın camiasında olanlar bilir. Son bir yılda 1000’e yakın basın emekçisi sokağa atılmış. Yüzlercesinin hak etmiş olduğu alacaklarına el konulmuştur. İş kanununun 17. maddesi basın emekçilerine karşı sıkça kullanılmaktadır. Ne acıdır ki herhangi bir gazeteci kendi meslektaşının dramını görüntüleyip haber yapamaz, çünkü oto sansürden asla geçmez ve nedeni de sorulamaz. Ancak gazete köşelerinde ve televizyon ekranlarında basının özgür olmadığını sıkça duyar, okuruz. Basının özgür olmadığı doğrudur. Ancak dinozorlara soruyoruz: Basın özgür olmak için ne yapıyor? Ağzına fermuar çekip, kulakları tıkayıp gözlerini kendi elleriyle bağlayan Basın,
Özgürlük konusunda ne kadar samimidir.
Özgürlükten yana olmanın ilk koşulu örgütlenmekten geçer. Sermayeye karşı emeğin saflarında olmaktan geçer. Emekçilerin birliği ve mücadelesini savunmaktan geçer. Bugün Türk basının merkezi olan Babıâli’de bunları görebilmek mümkün değil. Tersi uygulamalar ise alabildiğine kabarıktır. Örneğin 1991’in Haziran ayında Güneş gazetesinin Ankara ve İzmir bürolarında çalışan basın emekçileri hak etmiş oldukları maaş, sosyal hakları ve tazminatları ödenmeksizin sokağa atıldılar. Diğer basın mensupları hiç sesini çıkarmadı. Tercüman’da 100 kişi aynı şekilde işten atıldı haber niteliği bile taşımadı. Cumhuriyet, Milliyet, Günaydın ve diğer gazetelerden 13. madde ile işlerine son verilen gazeteci sayısı yüzlerle ifade edilecek sayılarda. Böyle bir tablonun sergilendiği camiada sözcülerinin ve temsilcilerinin emekten yana takındıkları tavır tam bir iki yüzlülüktür.
Türkiye’de 10.000 dolayında gazeteci var olduğu göz önüne alınınca diğer iş kollarına oranla oldukça az olduğunu görüyoruz. Buna karşılık iş kolumuzda bir sendika bir dernek birde cemiyet vardır. Bu kuruluşlar ne iş yaparlar? Niçin kurulmuşlar? Kimin hizmetindeler? Basın emekçilerinin yanında olmadıkları, yaşanan olaylar karşısında takındıkları tavırlardan anlaşılıyor.
Güneş gazetesi İstanbul çalışanları 2 Eylül 1991 tarihinde basın geleneğini bozup, sermayeye karşı emeğin onurunu savunarak direniş bayrağını açtı. Halen Babıâli’de pek alışılmamış bir yöntemle çadır kurup direnişi sürdürüyorlar. Kötü hava koşullarına, ekonomik sıkıntılara ve polis baskısına karşın mücadeleye devam ediyorlar. Ancak bu süre içerisinde ne TGS ne ÇGD ne de Gazeteciler Cemiyeti’nden bir yönetici veya temsilci onur çadırına gelme cesaretini gösteremediler. Bunlar özünde örgütlülüğün karşısındalar, basın özgürlüğünün savunucusu değiller. Bin bir türlü entrikalarla elde ettikleri mevkileri gazete sahiplerinin çıkarına uygun hale getirdiklerinden (aksi takdirde o mevkilere gelemezlerdi) emeğin yanında olmaları mümkün değil.
Bir patron gazetede çıkarsa yine patrondur, yine sermayenin temsilcisi ve emeğin düşmanıdır. Emekle sermaye arasındaki uzlaşmaz çelişki basında da mevcuttur. Basın patronları kendi çıkarları doğrultusunda birleşmelerine karşın, basın emekçileri örgütlenmeyi sadece sendika veya derneğe üye olmakla sınırlıyor. Dayanışma ruhunu geliştirip yaşatma yolunda şu zamana kadar önemli bir yol alınmamıştır, işverene tam destek sağlama hususunda kıyasıya bir yarış sürmektedir. Çünkü haklıyı savunmamak haksıza destek olmaktır. Bugün basında yaşanan krizin en önemli nedeni örgütsüzlüktür. Basın emekçileri birleşmediği sürece ücret vermeden çalışmanın ve işten atılmaların durması mümkün değil. İşten atılma korkusuyla yaşayan gazetecinin bağımsız ve özgür olması düşünülemez. Korkuyu üretenler özgür olamaz.
Bir Basın İşçisi

PERDECİ
Kaçamakla Kaçamayan Kurşun Asker… M. Esatoğlu
Gözümü hafifçe aralamak istedim. Parlak bir beyazlık gözbebeğime dokundu.
Burası neresi?.. Beyaz..
Beyazlığın egemen olduğu bir yer…
Siyah ne kadar derin, beyaz ne kadar sığ. Beyaz ve sığlık kirpiklerimi kitlediler. Açamıyorum.
Gündüz mü, gece mi?..
Ne fark eder kirpiklerim böyle kitli oldukça. Zamanın bir anlamı yok, kilitliyken.
Bu kadar beyaz neresi olabilir?
Cennet!..
Pöh! Cennete gidecek kadar alçaklık yapmadım..
Biri yaklaşıyor. Durdu.. Tam yanımda şimdi.. Uff!.. Kolumu bir şey soktu. Bir böcek mi? Yoo, böcek değil. Peki, damarıma akan ne?
Hiç bir şeye engel olamıyorum. Bir böceğe bile. Beyazlık silinmeye başladı. Renkler önümden hızla akıyor… Hızla… Hız… Hızzzz… İşte yine boşluk. Beyazla biten karanlık bir boşluk.
Beyazda, gövdemde, kollarımda acılar vardı. Boşluğa yolculukla silindiler. Tüy gibi hafifim şimdi.
Beyazlığa yeniden dönebilecek miyim? Yoksa karanlık mutlak mı? Beyaz ve siyah arasında bir yolculuk… Başlangıcı ve bitişi bilinmeyen.
Başlangıç noktasını arıyorum. Yok.. Arıyorum. Çünkü öykünün bütün düğümü orada. Kocaman bir kördüğüm.
Kördüğüm sözcüğü nedense beni çocukluğuma götürüyor. Bir şarkı yalıyor kulağımı:
“Ya her şeyim, ya hiçim
Sorma dünyam ne biçim
Bir kördüğüm ki içim Çözdükçe dolaşıyor.” Kalın sesli bir kadın söylerdi ben çocukken… Hümeyra.
“Ya her şeyim.. Ya hiçim.”
“Sen büyüyünce ne olacaksın?” “Subay.”
“Aferin yavrum.. Subay olunca ne yapacaksın?”
“Düşmanları bum., bum diye öldüreceğim.”
“Aferin yavrum.”
“Küçük asker.. Küçük asker.. Ne yapıyorsun bize göster.”
“Ne mi yapıyorum? .. Soyunuyorum. Bir tek donla kalacağım. Muayene olacağım.”
“Sağlamlar bir tarafa, çürükler öbür yana.”
Ne tuhaf bir yer burası. Sağlamlar mahzun, çürükler bayram ediyor.
Sağlam ya da çürük…
“Oğlum.. Sağlamlarından koysana.. Bak yine çürüklerini kakalıyorsun.”
“Yok be. Vallaha hepsi aynı.”
Hayır canım. Hepsi aynı değil. Değişik koşullarda geldiler bu yaşa. flynı olsalar, soymazlar böyle don paça.
“Ben vallaa verem geçirdim.”
“Benim gözüm miyop. Hem de ileri derece.”
“İnanın bu bacağım sakat.”
“Kesin ulan! Orospu karı gibi mızırdanmayı.”
“Çürük bulursan para yok.. Hadeee… Bin liraya…”
Karanlık toprak bir yol. Cemsenin ışıklarını üst tentenin yırtığından görüyorum. Sağlamlar bir tabutta gidiyoruz. Belki, az ilerde bir patlama bizi bekliyor. Çürükler ya da yoklar hanesine yazmak üzere.
Bu toprak yolda niçin gidiyoruz? Gecenin yarısı nereye gidiyoruz? Hangi köyde.. Kimler.. Gece yarısı?..
İnsanoğlunun sıcak yatağından zorla kaldırılmak yazgısı ne zaman bitecek bu topraklarda?.. Yeryüzünde.
Uykuya hasret gözleri, uykuya hasret gözlerimize dikili bakarken, bağırtılar hep aynı:
“Söyle.”
“Sakladın mı?”
“Ekmek verdin mi?”
“Su içirdin mi?”
İki şey bağırtıyı azgınlaştırıyor:
Korku ve yalvarma..
Birden vurma duygusu şahlanıyor. O anı çok iyi hesaplıyorum. Bazen kendimden kuşku duyuyorum. Onun yumrukladığı hırsta dipçikli-yemediğim için. Belki insanların gözleri beni durduruyor. Uykuya hasret gözleri.
Ne garip.. Bağırtının dışında iki taraf da uykusundan zorla kaldırıldı. Belki bağırtıyı da kaldıran bir zor var. Bizleri kaldıran zor, acaba birileri sıcak yatağında rahat uyuyabilsin diye mi?
Karanlık yoğunluğunu yitiriyor yine. Beyazın ucu göründü. Karanlık, grilik beyaza yenik düştü.
“Neredeyim”e kesin bir yanıt bulmuş değilim. Tahminlerden öte.
Bir ses geliyor kulaklarıma.. Bir darbuka sesi.. Yılışık, bozuk bir darbuka..
Dumçıkıdaktak.. Dumçak.. Dumçak..
“En büyük asker.. Bizim asker.”
Dumçıkıdaktak…
Çantanın fermuarını çekiyorum. Aşağı iniyorum. Apartmanın önü mahalle arkadaşlarımla dolmuş.
Bu yılışık darbuka bir uğurlama töreni.
Ensemdeki avuçlar ve “şanslısın” muhabbeti, bozuk bir plak gibi.
Şekerlemeleri elime tutuşturanlar, cebime elli bin sokanlar, sırtıma şaplak atanlar..
Otobüs terminalinde şamata biteceğine azgınlaşıyor. Birbirini uğurlayanların hüznünün üstüne sıçrayarak.
Otobüs uzaklaştıkça sırnaşık darbuka sesi uzaklaşmıyor. Uzun bir süre otomobillerde taşınarak beni izliyor.
İşte oraya geldim. Gözlerim kısık, şaşkın, dolanıyorum.
Acemiliğin ve bilmezliğin sürekli aşağılandığı bir ortam.
Acemi asker, usta asker.
Kıdemli, kıdemsiz.
Ast, üst.
Ölçü ne?
Bir sabah toprakta sürünürken, ortaokul coğrafya öğretmenim Ali İhsan Bey’in sözleri geldi aklıma:
“Askerlik ya da adam öldürme sanatı.”
“Büyüyünce ne olacaksın?”
Ağzıma dolan toprağı tükürürken düşünüyorum: “Ben bir küçük askerim”in ne kadar uzağındayım.
‘Hep böyle gidecek’ krizleriyle bunalırken, Yüksel Caddesi’nde (Bu, sana bir göndermedir.) rastladım bir lise arkadaşıma. Ankara’ya yerleşmiş, evlenince.
Evine götürdü beni. Sokakta başıboş dolaşılan bir çarşı izni birdenbire renkleniverdi.
Oh! Ev.
Koltuğa oturdum. Yumuşacık. Günler sonra. Temiz bir cam bardakta çay. Çay. Hoşaf değil. Resmen çay. Çay ne güzel.
Ev yemeği.. Sıcak ekmek.. Kahve…
Ne güzel, yaşıyorum işte. Karavanasız, emirsiz, ayak kokusuz bir gün.
İşte küçük bir ışık. Hafta sonu ya da çarşı izni. Bütün haftanın şiddetinden sonra küçücük bir kovuk.
“Hafta sonları bize gelsene.”
“Rahatsız etmeyeyim.” demedim..
“Oluuur.”
Gözkapaklarımın üzerindeki bin ton ağırlığı kaldırmağa çalışıyorum.. Zorluyorum.. Zorlu.. Zorr.
Kirpiğimin ucundan ilk görüntü bulanıkça sızıverdi:
Bu bir karyola başlığı.
Karyola ve beyazlığın kafamdaki ilk ve tek çağrışımı:
Burası bir hastane. Evdeki karyolamın hiç başlığı olmamıştı.
Görüntüyle birlikte belirginleşen sesler.. Bazıları konuşma, bazıları gülüşme. Peki, bu garip inlemeler, iç parçalayıcı gülüşler de ne? İçim ürperiyor.. Korkuyorum galiba.
Anneee… Korkuyorum… Sevgilim… Korkuyorum…
Bazen sana sevgili değil de, ablammış gibi sarılıyorum. Ne tuhaf!
Sarılma.. Korunma.. Sıcaklık..
Bu korkunç karabasanda o lise arkadaşımın evinde seninle tanışmak.. Aşk.. Sevişmek.. Ne kadar her şey hızla ve iç içe gelişti.
Bütün hafta yaşadığım şiddetin sığınağı önce hafta sonuydu, sonra sen oldun.
Bunalanlara dudak ucuyla gülüyorum artık. Zavallılar! Bir hafta sonları bile yok.. Bir ‘sen’leri yok. Oysa ben:
Bağırıyorlar, duymuyorum..
Küfrediyorlar, aldırmıyorum..
Vuruyorlar, acımıyor..
İzin kâğıdıma ulaştığım an ne güzel! Kolların boynumda mı? Hadi, uzat parmağını. Koğuşta “biz nişanlıyız, aman bre deryalar’ diye türkü mırıldanmak istiyorum.
Bir hastanedeyim.. Bu kesin.
Bileklerim bantlı. Bir kolumda serum var. Anlayamadığım; yaralıysam deliler koğuşunda işim ne? Şu karşıda çırılçıplak karyola demirine tünemiş adamla niçin aynı yerdeyim?
Bu ev ne güzel. Arkadaşımın evinde bir sığıntı gibi sevişmeyeceğiz artık sevgilim. Tükenmiş bir evliliğin ortasında sürekli öpüşen bir çift. Tedirgin oldular. Belki haklıydılar.
Yer yatağı, iki koltuk, elektrik sobası ve walkmene takılmış iki küçük kolon bütün malvarlığımız.
Elektrik sobası çok ısıtmasa da burada bütün tedirginliklerden uzak mutluyuz…
Burası bizim. Haydi, gelsin lüks menü: En çok sevdiğimiz pastırmalı yumurta ile şarap.
Koğuşta uyuyamıyorum. Çünkü kokuya dayanamıyorum. Arkadaşların şakaları bile boğuyor beni. Belki de hep seni istediğimden dayanamıyorum.
Bakkal telefonu sesini getiriyor bana. Üç küçük jeton. Birincisi sana çırakla haber yollamak, ikisi seninle konuşmak için.
Sana hasretim bakkalın iyi niyetini tüketiyor mu? Bilmiyorum. Bakkalın hasretimi anlaması zor. Sanki o geçmedi mi bu tezgâhlardan.
Telefonun hasretimi dindirmediği, hatta kamçıladığı bir gece, kaçıverdim.
Elbiselerimi kapının dibinde çıkardım. Işığı bile yakmadan yanına girdim. Elektrik sobasının ışıltısında seyrettiğim gövden ve şarabımız…
İlerleyen gece ile birlikte içimi saran firar korkusu.
Soluk soluğa gizlice daldım koğuştaki yatağıma. Koğuş arkadaşım görmezden gelmese, yakalanır mıydım?
Kaçamak, ne tuhaf bir duygu.
Her çığlık yeniden ürpertiyor beni. Damarıma şırıngalanan uyku sarmıyor gözlerimi. Açılmayan gözkapaklarım bu kez de kapanmamağa direniyor.
Çığlığın bedelinin dayak ve ilaç olduğu bir yerdeyim.
Biraz yemek olsa keşke. Kolumdan besleyen serumu istemiyorum. Ağzım ne kadar acı…
Dünyada saklı kalabilmiş bir kaçamak var mı?
Albay, parmağının ucunu masaya vura vura uyarıyor. Gözlerim dinliyor. Başım ‘evet’liyor. Yüreğim, hala serseri düşlerde. ‘Bir daha yaparsan’la başlayan cümleler -nedense- ürkütmüyor beni.
İki kez uyandan sonra ayaklarımı sana sürüklenirken, durdurdum. ‘Gece kaçamağı hafta sonunun bile sonu olabilir’ iknasıyla.
Akşam üstüleri bakışlarımı insanlardan kaçırıp, göğe bakıyorum. Eğleniyorlar benle. Aldırmıyorum.
Teşvik edenler var:
“Boş veeer.”
“Bir daha nerden duyacak?” Kapılmıyorum. Akıllı olmalıyım.
Garip bir perşembe akşamı. Burnumda pastırmalı yumurta kokusu, yüreğimde sen. Düşlerimde yaylı yatağımız ve şarabımız.
Uçuyorum. İki gün var. Düşümün önünü kesiyor bir rivayet
“Hafta sonu izinler nanay.”
Rivayeti soğuk espri sayıp dolanıyorum. Yine karşıma çıkıyor:
“Hafta sonu nanay.”
Yürüyorum.. Çılgın gibi yürüyorum. ‘Ne dolaşıyorsun orada, oğlum ‘lan bile duymadan.
Jeton alıyorum. Bakkalı arıyorum. Dakikalar yürümüyor. Gecikiyorsun. Bir jeton daha gidiyor. Hala gelmedin. Tek jetonum kalıyor. Anlatıyorum. Çok önemsemedin. Gideceğin bir film bile varmış. Alternatifin olarak.
Ben ya da o film.
Yoo, seviyorsun beni. İnanmıyorum. Senin için o kadar önemsiz olamam. Tüh! Jeton bitti.
İçimi giderek öfke sarıyor. Ooo.. Her şey ne kolay. Birlikteliğimiz, sevişmelerimiz ya da bir film.
Sorarım sana.
Uff! Bu teğmen ne kadar anlayışsız. “Ayrıcalık yok.” da ne demek? Ben onlar gibi değilim. İzin istiyorum, izin. Lütfen.. Nişanlıyım. Eee-eh! Yeter be. Hıyar gibi caddede dolanmayacağım. O’na gideceğim. Anlatabiliyor muyum, komutanım?
Dolanıyorum yeniden koridorlarda. Seni ve teğmeni öldürmek geçiyor içimden.
Nişan yüzüğümü iki kez çıkardım parmağımdan. Üçüncü de batıl bir inanış durdurdu beni.
Yeniden aradım bakkalı, sana öfkemi kusmak üzere. Dükkânın kalabalık oluşu, çırağı sana yollamayışına sövemedim. Uzlaştım, birtakım hesaplar içinde. ‘Kusura bakma’ ile telefonu kapayarak.
Koğuşun kokusu beni boğuyor. Kısa kısa dalıyorum. Her dalışım parçaladığım camlarla kesiliyor. Cam kırıklarını ezip sana koşarken, uyanıyorum..
Dayanamayacağım. Yüreğimdeki şeytan çıldırmış bağırıyor:
“Kaç… Kaç… Kaç…”
Ertesi gün yolda zincirlerimden boşanmış gibi koşuyorum. Beynime, beni engelleyecek bütün engellere karşı uyarıyor adeta:
“Şuradan geçme.”
“Dikkat! Geçen gün şu köşede inzibat vardı.”
“Aman az kaldı. Gayret.”
Kapıyı çalıyorum.. Yoksun.
Nereye gidecekler? .. Evdedirler.. Kırın kapıyı. Kapı çatırtısı, yanan çakmak.. Odaya dalışımız.. Ezilen yorgan.. Korku dolu gözler.. Yarı uykulu gözler…
Kapıyı anahtarla açıyorum. Postallarımı çıkarıyorum.
Uyuyor musun?
Uff! Yoksun.
Ayaklarımı yıkayıp, yaylı yatağımızın yanına oturuyorum. Oda ısınıncaya dek, çıkartmıyorum parkamı.
Elektrik sobasının yanında duran yarım kalmış şarabı yudumlarken, geceliğini kokluyorum.
Saatler geçiyor.. Sabahın ilk ışıkları.. Hala yoksun.. Dönmen lazım. Dönmüyorsun. Sana öfkem, sana hasretim, hangisi önde bilmiyorum?
Gövdemin yansı yatakta, yansı yerde. Üstümde parka, ayağımda pantolon yok. Elektrik sobasının karşısında uyuyakalmışım.
Öğleye doğru şaşkınlıkla seyreden gözlerin, uyandırdı beni.
Sarılıyorum sana.. Saatler akıyor.. Kollarımı çözmüyorum.
“Git artık.”
“Gitmeyeceğim.”
Albay öğüt vermiyor.
Daktilo… Şamar… Dağ başı…
Senden ne kadar uzağa düştüm. Gece kaçamak yok. Dışarıda ölüm ve karanlık iç içe.
Soğuk içime işledikçe, eski koğuşu özlüyorum.
Otuz sayfalık mektuplar yazıyorum sana. İki sayfasını yolluyorum. Yirmi sekiz sayfa hasret bana kalıyor.
Dağların ayazı dudağımı kurutuyor. “Çatladı dudaklarım, öpülmeyi.. öpülmeyi” Bu şiiri bilir misin?
Burada “bu toprakları vermeyiz.” diye bir bağırtı egemen.
Ne oluyor burada?
Bu savaş da ne?
Gazete manşetlerinden ne kadar farkı bir yaşam.
Bir yanda hamasi nutuklar, öte yanda ‘bitse de kurtulsak’.
Ayak sesi, kanat çırpıntısı, uçuşan çimento torbası yürek korkusu burada.
Savaş ne zaman başlamış? Bu öyküler ne zaman türemiş? Bu bölgede ölüm öyküleri, sıradan masal gibi. Kanla biten öyküleri dinlerken, her an kahramanı olma olasılığı.
Gece… Ortalıkta ‘bu gece gelecekler’ rivayeti dolanmakta. Gerginlik hava karardıkça artmakta.
Sana yazıyorum, her tıkırtıda duraklayarak. Tüfek, kalem ve parmak gergin…
Uzun saatler akıyor. Gece yarısına doğru ‘gelemezler’ duygusu yayılıyor.
Esen rüzgâr, senin kumral saçların gibi kokuyor.
İçerden biri ‘divane aşık gibi’ türküsünü mırıldanıyor.
Bir patlama. Suskunluk.
Patlama türküyü kesince, yeryüzünden yıldızlara her şey birdenbire gerildi.
‘Gelmez’ denenler, gelmişti. Dağın ve merminin sesi bütün sesleri silmişti.
Bir bu yandan, bir öbür yandan. Gece ölüm kokuyor.
Güneş, tepenin ardında yükselirken, yanımdaki on beş ölüyle yatıyoruz.
Sedyeye konurken, kımıldayan dudağımdan anlamışlar yaşadığımı, yalnızca yaralı olduğumu.
Yaram sızlıyor. Ama ayaktayım. Çünkü tören var. Övülüyorum. On beş ölü ve ben birer kahramanmışız. Kaçamak yapıp buralara sürülen ben, kahramanmışım.
Hah! Hah! Hah! Hahahaaaaaayyyyyy………..
Tören yapılan odanın kenarında duran camlı dolap canımı sıkıyor. On beş kişi öldü, ama şu sıçtığım dolap sağlam. Sağlam olmamalı. Övgü hala sürüyor. Madem bir savaştayız ve canımızın bir önemi yok, peki ama bu dolap neden sağlam?
Cam şangırtıları, şangırdamalar. Şangır… Şangır…
Uff! Bileklerim acıyor.
Burası bir hastane…
Övgü törenindeki kahramanlardan on beşi mezarda, biri deliler koğuşunda.
Sana gelmek istiyorum. Ama sen de çok uzaksın.

BİR KATLİAM… BİR FERMAN… BİR GENÇ… BİR İDAM…
Sait EFE

Aylardan Aralık’tı. Aralık 1980. Erdal asıldığında.
Az gerisine gidelim zamanın. Bir iki yıl öncesine.
Bir cellât çıkar karşımıza. Keskin ağızlı bıçağı, sivri uçlu süngüsü ile, il il dolaşan bir cellat. Tuttuğunu keser üçer beşer. Sivas’ta, Çorum’da ve daha başka başka yerlerinde ülkenin. Derken bir gün yolu Maraş’a düşer. Kahraman Maraş’a!… Yıl 1978. Aylardan aralık. Gidiş kötü, zaman karanlık. Kurdun dumanlı havası gibi. Terör havası peşinde sermaye. Cellâdını salar sokaklarına Maraş’ın. Ön hazırlıklar yapılmış, gerekli ortamı hazırlamıştı onun için. İki öğretmen öldürülmüş, cenazelerinde yeterli kargaşa çıkarılmıştı. Kurbanların kapılarına da kırmızı işaretler vurulmuştu ayrıca.
Bir bulut çökmüştü Maraş’ın üstüne. Bir kara bulut. Yağmur öncesi gibi. Yağdı yağacak. Ama dumanı buhar, damlacıkları su değildi bu bulutun. Gazdı, kurşundu elementleri. Ölüm yağdırdı Maraş’ın üstüne, ölüm. Yağmur yerine. Bir ölüm ki; Saddam’ın bomba-i kimyasından, Hitler’in gaz odasından, militarizmin toplu tüfekli kırımından farklı bir ölüm. Görülmemiş bir katliam. Memeleri kesildi anaların. Memeler ki, içleri süt dolu bebeler için. Karnı yarıldı kuzulu kadınların. Yarıldı ki gebe kalmayalar bir daha alevi tohumlarına. Canlı kalmadı öldürüldü. Kırmızı işaretli kapıların ardında.
Aralık son ayıdır yılın. İlkine dönelim. Başına. Ocak’a. 24’üne Ocak’ın. Zemheri pufur pufur kapılarda. Çatılar, sokaklar bembeyaz kar. Kentlere, köylere inme hazırlığı içindeler. İnlerinde aç kalmış kurtlar. Başka bir kurt daha var. Aç mı aç. Yüreği ve karnı ile. Sermaye kurdu. Zaten doymak bilmez o. Kurt değil, bir meret. Lokması et, içkisi kan olan bir meret. Bir akşam evlere iner. Bir bir çalar kapıları. Her kapıyı değil ama. Belli kapıları. Maraş’ta olduğu gibi. İşçi, emekçi kapılarını. Birer ferman bırakır kapılara.
24 Ocak fermanı.
Adına da istikrar fermanı der. Kendini kurtarma planı aslında. Yerini genişletme, gölgesini serinletme planı. Açlığa, yalınkatlığa itme planı, halk kitlelerini.
Buraya kadar anlattıklarımızdan da anlaşılacağı gibi, iki kahramanı var öykümüzün. Biri emek, biri sermaye. Efendi ile köle, ağa ile köylü, patron ile işçi olarak yansımıştır dönem dönem günlük yaşama. Kurtla kuzu, tilki ile tavuk kadar da karşıdır kahramanlarımız birbirlerine.
-Kemer sık, der. Bu son fermanda sermaye.
-Sıktım der emek,
-Daha daha sık, der sermaye.
Kemeri kemiğinde zavallının. Sıkacak delik yok ki. İstenen kandır bundan sonrası için. Damardan damara boşalacak. Sülük gibi emdiği yetmedi. Oluk oluk içmek istiyor vampir gibi.
Dimdik durdu. Bu fermana karşı emek. Hayır dedi, zam kararlarına. İstemedi anti demokratik yasaları. Hayırlarla inledi sokaklar. Zamlara hayır!… DGM’ye hayır!… Grev kısıtlamalarına, işten atmalara hayır. Hayır!… Hayır!… Hayır!…
Durum farklıydı sermaye için. Göle maya atmıştı. Tutturacaktı. Zorla da olsa. Nasrettin Hoca değil, Sam Amcaydı bu yoğurdun ustası. Göl maya tutmadı. Kireç kattılar suyuna. Beyaz ettiler rengini. Yoğurt diye de yutturdular insanlara. Bu ilk aşa-maşıydı planın.
İkinci aşama, yutmayanlar içindi. Açlığı, yalınkatlığı kabullenmeyenler için.
-Dediğim dedik, çaldığım düdük- olacak diyordu sermaye.
Yekindi emek.
Bıçak kemikte, su gırtlakta diyerek. Ölümden öte köy yoktu onlar için. Varmış. Sonra anlaşıldı. 12 Eylül köyü.
Sopa aldı eline sermaye. Süngü taktı beline.
Dize getirecekti. Yoksa…
Ama böyle durup dururken de olmazdı bu iş. Dünyanın (kör) gözüne baka baka. Kılıf hazırlamalıydı. Kılıflar!… Minare kılıfları kadar. Daha büyükleri hatta. Altıncı filo sığacak, onlarca, yüzlerce, binlerce ceset alacak kadar geniş olmalıydı içi.
Yaşamı çekilmez kılıyordu ona. Gün gün büyüyen çıkmazlığı. Cennetine gölge düşürüyordu, katlanarak yansıyan dış bunalım. Can çekişiyor güzelim kapitalizm. Gitti, gidecek!.. Doku çürümesi, kemik erimesi var. Kurtuluş, daha taze, daha bol kanda. Zalim Dehak’ın çocuk beyni yemesi gibi.
Bu koşullar da yaşanır Maraş’ta insan kesimi.
Başta, sosyal demog(og)rat bir başbakan. Umudumuz Karaoğlan. Hükümet seyirci kalır bu katliama. Onun rolü de bu oyunda. Seyirci kalacak, ardından askeri yönetim kuracak. Kurdu da.
Gün döner, ay dolanır.
Nice gırtlaklar keser. Keskin bıçağı cellâdın.
Nice döşler deler sivri süngüsü. Ama bu kan yetmez ona. Doku, kemik kalmadı. Eriri. Çürüdü zavallı da. Sürü çevresinde dolanan aç kurt, kümes kapısında yalanan tilki gibi dolanır, durur halkın başında. Bir oyuna getirmeye çalışın.
Ama nasıl?…
Bir düdük çalınır bir gün. Yaşamı durduran bir düdük. İlk ayında son yazın.
Güneş doğmadı o gün. Ay kırıldı on ikisinde. Kuşlar uçmadı. Çiçekler açmadı. Sokaklar tutulu, parklar yasaktı çocuklara. Çocuklarsız çiçek açar mı bilmem. Kuşlar kanat çırpar mı uzaya?
En çok marşı o gün dinlediler çocuklar. Büyüklere anlatılan masallara tanık oldular istemeden. Çoğu ilk kez duydu süngü şangırtısını. İlk kez gördü panzeri. İlk kez tanıdı mavzeri. Askerlerin ellerinde çekili olarak. Karmaşık bir gürültü vardı sokaklar da. Karışık bir görüntü. Araba gürültüsü ile silah gümbürtüsü. O kadar soğuktu ki yüzler… Soğuk ve çirkin. Masallarda ki tüm kötü adamlar sokaklara boşalmış gibi.
Kapılara dayanmıştı korku. Güm, güm vuruyor, açılmakta az gecikenleri kırıyordu. “Rap, rap, rap”tı korkunun sesi. Ölümünde habercisi. Sokakların derinliklerinden duyulan.
İşte böyle. Aç kurtların kapılara, çalıcı çalağanların dallara üşüştüğü bu günlerde, 17 yaşında bir genç vardı. Zindan da yaşardı. Kapkaranlık odasında zindanın. Beton duvarlarla demir parmaklıklardı gördüğü koca dünyada yalnızca. Neferlerin gri rengi bir de. İnsan çığlığı, zincir şangırtılarıydı duyduğu tek ses. Rap, rap ölüm sesleri arasında faşizm. İner kalkardı coplar. Soğuk yüzlerin kanlı ellerinde. Zorba doluydu dört bir yanı zindanın. 17 yaşında bir genç bu zorbaların arasında işte. Kurt ininde körpe kuzu gibi. Diş gıcırtıları duyuluyor aç kurtların. Sabırsızlık fışkırıyor gözlerinden. Bu taze kuzuyu ne zaman yiyeceğiz diye. 17 yaşında bir gençse:
Arşınlar gün boyu. Boyuna beş, enine üç metrelik hücresini.
An olur. Arkadaşları aklında. An olur anası. Davası her zaman ama. Kuracakları güzel dünyanın yanında. Sav aşlar olmayacak, insanlar ölmeyecekti bir daha. Pılı, pırtısını toplayıp gidecekti açlık, işsizlik. Kuşlar cik cik nasıl ötüşüyorlarsa bir dalda, kumrular kardeş kardeş nasıl yüzüyorlarsa aynı gölde insanlarda öyle yaşamalıydı ona göre. Sevgi ve dostluk içinde. Sınıfsız toplumda.
Sıradan bir çocuk değildi çünkü.
Çölü aşan ırmaktı o. Sürgünü bozkırlardan koca koca kentlerin bağrına ulaşan bir güldü. Kırmızı, sarı, yeşil güller. Tohumu gelecek günlerin güzelliğine gebe.
Öfkesiydi bozkırların. Kini idi gecekonduların. Halkın dili, gençliğin sesi idi. Açlığa baskılara, ölümlere karşı. Ellerinde şeker, tabaklarında kara zeytin, umutlarında salkım salkım muzdu çocukların.
Gökyüzünde yıldızlar var ya. Dolu dolu hani. Dağılmışlar dört bir yanına uzayın. Samanyolu var bir de. Yıldızlardan oluşan yol. Işık yolu. Sonsuza giden yol. İnsanlarında böyle bir yollan var. Yıldızların Samanyolu gibi. Yaşam yolu. Kurtuluş yolu insanlığın. İş Ekmek Özgürlük için. Bu yolda bir yıldızdı o. Bunun için öldürdüler onu. Samanyolu’ndan bir yıldız düşürmüş olmak için. Adam öldürdü bahanesiyle. Oysa insan öldüren bir sürü insan vardı zindanlarda. Hangisini astılar?… Maraş’ta kıtır kıtır insan kesenler serbest dolaşıyorlar sokaklarda bugün. Meclise girenleri bile var.
Yanıldılar ama. Düşen yalnızca cesedi oldu Erdal’ın. Işığı yerinde kaldı. Daha da parladı. Kutup yıldızı gibi. O kuzeyi gösterir insanlara hep. Erdal, sosyalizmi… Kurtuluşu.
Işığa yenilmek zorunda karanlık. Dünya dolusu olsa da. Yenilir bir mum ışığına. Söndürememişse eğer. Işık canlı, karanlık ölüdür çünkü. İnsanlarda da bu böyledir. Düşünce olarak ölmemiş birini, otuz dokuz kez assan da…
Ağaçlar eğilir önünde. İpler kırılır boynunda.
Ölür ölür dirilir Pir Sultan.
Nerede?
Halkın yüreğinde. Cem bulur anaların karnında. Atlar kucaktan kucağa. Yaşar kuşaktan kuşağa. Kim bilir Pir Sultan, Şeyh Bedrettin’dir belki de. Kawa’dır. Spartaküs’tür. Birinden biri ya da.
Analar… Yaşamın zinciri. Analar. Halka halka yürekleriyle. Çağlar dereler. Sular toprağa. Güneş vurur, yeşertir yaprağı analarda öyle. Uzay kadar derin, güneş kadar sıcak yürekleriyle. Gürül gürül sevgi akar içlerinden. Çiçek koparılır ya dalından. (Sözde) Çiçek severlerce. Çiçek dalında güzeldir oysa. İki saate kalmaz solar. Çıkar çiçeklikten. Ana yüreği de. Kırılır, acıya keser sevgisi. Özleme… Ateşe.
Erdal ile anası gibi.
Anam benim. Anacağım… Ağlar durur sofradaki bu yerime. Yemeden içmeden kesilmiş. Yer yatağımı açar her akşam. Kardeşlerimle birlikte. Gecenin bir yarısına belki gelirim umuduna. Ya babam?… Lokmalar kaya gibi oturmuştur boğazına zavallının. Tırnağımın incinmesine dayanamazdı. Oturmuş, kellemin kesilmesini bekliyor şimdi.
“Başımı göğsüne koyabilsem aney”…. Duyabilsem yaşamı küt küt orada. Ağlamak geliyor içimden, ağlamak aney. Ağlayamıyorum burada. Zorbalar sevinirler diye.
Kurbanlar keser ya halkımız. Kafalardan koruna diye, malı, canı. Bende kurbanım aney. Gönüllü kurban. Şekerine, muzuna, oyuncağına, dahası kellesine dünya çocuklarının. Burada olmasam bile… İş kazaları, trafik kazaları faşist azmaları her gün her gün sayısız can alıyor sokaklarda. Onlarda insan. Ağırlığı insan eliyle olması benimkinin. Anının, biçiminin belli olması bir de. Dayanacağız aney!… Dayanacağız ki, kararlığımız korku sala cellâtların yüreğine. Korku sala ki gidemeyeler başka başka çocukların üzerine.
Bir gece yansı sabrı taşar aç kurtların.
Yüklenirler zincirine, demir parmaklıklı kapıların.
Oturmuş köşesinde O. Sessiz ve güvenli. Parka gidişi bekleyen çocuk gibi.
Oysa biliyordu başına gelecekleri birazdan.
Beyaz bir gömlek giydireceklerdi. Tepeden tırnağa. Bembeyaz. Deli gömleği gibi. (Ölüm gömleği demeye dili varmadı. Ölümü kabullenmiyordu.) Çarşafa bürünür ya çocuklar. Birbirlerini korkutmak için. Tıpkı onlar gibi. Gerçek korkutucu olacaktı bugün. Çocuklara değil ama. Cellâtlara… “Peh” derlerdi çocuklar birbirlerine. Slogan atacaktı bugün o. Cellâtların yüzüne. Partisi ve sosyalizm için. Deniz, Yusuf, Hüseyin’ler gibi.
Gözleri bağlanacaktı. Bağlansın. Körebe oynarken de bağlanırdı hep. Yinede yakalardı kaçardan. Bugün de yakalayacaktı. Çocukları değil ama çocukları öldürenleri. Tuttuğunu boğacaktı bir bir. Boğup boğup atacaktı lağım çukuruna. Hakları olan makama erişeler diye.
Yüksek bir yere çıkaracaklardı. Çıkarsınlar. Az mı tırmanmıştı ağaçlara, damlara. Ta tepelere çıkar, atlarlardı aşağıya. Masaya çıkmaktan mı korkacaktı? Masadan atlamaktan mı? Yaşamdan ölüme atlayacaktı. Ölümsüzlüğe bugün. Deniz, Yusuf, Hüseyin’lerin yanına. Belki de bekliyorlardı şimdi onu. Çay fokur fokur ocakta. Kitaplar dizi dizi raflarda. Ölüler çay içmez ki ama. Kitapta okumazlar. Doğru. Ölü değil ki onlar. Yaşıyorlar şimdi yüreklerde. Yurdumuzu çevreleyen üç deniz bilinir. Bir de Marmara. İç deniz olarak. İçimizde ki Denizler var ya? Anaların doğurduğu Denizler. İçimiz dışımız deniz doldu. Deniz Gezmiş’lerle. Tuzsuz, tatlı sulu hem de.
Elleri bağlanacaktı arkadan. Kötü bir durumdu bu. Elleri arkadan bağlı bir oyun bilmiyordu. Oynamamıştı çocukluğunda. Duymamıştı da hiç ne masallarda ne kitaplarda. İşkencecilerin oyunuydu bu. İşkence evlerinde oynanırdı. Ellerini bağlamasalar olmaz mıydı acaba? Son isteği bu olsa ellerimi bağlamayın dese onlara. Bırakmazlar ama. Korkarlar. Namlu sanırlar kollarımı. Tetiğe benzetirler parmaklarımı.
İpte vardı için içinde. Mumlu sicim. Ağaca asılı. Anasının salıncak ipi gibi. Ama çift katlı atardı anası ipi. Daldan dala. Tek katlı bu ip. Tek dala bağlı üstelik. Olsun. Salıncak salıncaktır. Oyunda gibi ölürüm. Güneşe gömülürüm. Işığım yırtar tüm karanlıkları.
Bir ses yükseldi. On üç Aralık şafağında. İnce bir genç sesi. Dosta sevgiyle seslenir gibi. Sözleri büyüktü ama. Büyük büyük başları korkutacak kadar büyük. Gözleri fırladı. Yürekleri oynadı cellâtların korkudan.
“Acele acele” diye bağırdılar ipçiye.
Kara bir el uzandı sehpaya.
Kısılmadı kesildi sesi gencin. Yankılanarak duvardan duvara.
“FAŞİZME ÖLÜM HALKA HÜRRİYET”


EVRENSEL KÜLTÜR’ÜN PARÇASI OLMAK.
..
Aylık sanat, edebiyat ve kültür dergisi EVRENSEL KÜLTÜR, ereklediği özellikler göz önünde tutulursa, “beklenmedik bir zamanda” yayın hayatına atılıyor;
Türkiye’de geniş bir yazar ve sanatçı kadrosunu çatısı altında toplayan, büyük okuyucu kitlelerine seslenen nitelikli sanat-edebiyat dergilerinin yayını hemen hemen yalnızca askeri darbe dönemlerinde gerçekleşebiliyor. Buna bakarak politik dergilerin kapatıldığı, politikanın ancak pek çok tehlike göze alınarak yapılabildiği zamanlarda, sanatın politikaya ikame edildiği söylenebilir. Böylece iç karartıcı bir çelişme ortaya çıkıyor; sanat ve edebiyat, ancak geçici ve koşullara bağlı bir alan ve bir başka etkinliğin örtüsü olarak ilgiye değer görüldüğünde, yani bir bakıma “tehlikesiz” ve “sakıncasız” bir eylem özelliğiyle hak etmediği bir biçime sokulup politika dışı bir görünüş kazandığında ve politika yerine yapılan bir şey olarak anlaşıldığında toparlayıcı ve etkin olabiliyor! Sanki sosyalist, devrimci demokrat yazar ve sanatçılar, ancak politika yasaklandığında kendi eylemlerinin zamanı geldiğine inanıyor ve sanki okuyucu, sanat ve edebiyata, daha “ciddi” bir anlatım aracı bulamadığı zaman ilgi gösteriyor! “Olağan” koşullar az çok geri geldiğinde ise, sanat okuyucusundan ayrılıyor ve sanki yeni bir yasaklar dalgasının gelmesini bekleyerek, aynı İlgisiz, sıradan ve “politikanın ötesindeki” yerine çekiliyor!
EVRENSEL KÜLTÜR, kendi işlevini ve etkinliğinin içeriğini, her şeyden önce bu yapay çelişmenin yadsınmasından yola çıkarak tanımlayacaktır. Sanat ve edebiyatı, politikanın yerine yapılan bir iş, ya da ikiyüzlü burjuva propagandanın iddia ettiği gibi “politikadan bağımsız” bir alan halinde ele almayacak; kültür, sanat ve edebiyatı, politikayla bağıntısı içinde gören, ama onun kendine özgü sürekliliğini ve etkisini gerçekleştirmeye özen gösteren bir çizgi izleyecektir.
EVRENSEL KÜLTÜR, hem büyük okuyucu kitlelerince kucaklanmayı hedefleyen içeriği ve yayın politikası ile hem de bir ölçüde özveri gerektiren biçim özellikleriyle, bugün yayınlanmakta olan pek çok derginin dolduramadığı bir boşluğu ortadan kaldırmak isteğindedir.
EVRENSEL KÜLTÜR, sosyalizmin insanlığın biricik umudu olarak kalmaya devam ettiğine inanan, ya da barbarlığın en karanlık biçimlerine -faşizme ve emperyalizme- karşı olan bütün sanatçı ve edebiyatçılara açıktır ve kendisini yalnız böyle “sınırlamaktadır”.
Yerel ve çevresel birçok dergi, çoğu kez nitelikli ürünler İçermelerine karşın, kimi olanaksızlıklar yüzünden tutsak oldukları baskı kalitesi ve dağıtım biçimleri dolayısıyla, kimi de dar bir çevre dışına ulaşmayı zaten hedeflemedikleri için, ancak bir kaç yüz adet basılıp dağıtılabilmektedir. Birçok il ve ilçede, sanat ve edebiyatla ilgilenen, ürün veren bir gençlik birikimi, sesini ülke çapında duyurabilmekten uzak, kendi yazıp kendi okur halde durmaktadır.
EVRENSEL KÜLTÜR bu birikimi canlandırmak, yerel ve çevresel grupları birbirleriyle ilişkiye geçirmek, aralarında bağlar kurmak ve ortak etkinlikler ekseninde etkili kılmak için bir araç olabilmeyi ummaktadır.
Aynı amaçla, EVRENSEL KÜLTÜR, sosyalist, devrimci demokrat yazar ve sanatçı kuşakları arasındaki ayrılığı, ilkeli ve sürekli bir İlişkiye döndürmenin yollarını araştıracaktır. Emeğinin verimini en yüksek düzeyde almış sanatçı ve yazarlarla, henüz işin başındaki yeteneği bir araya getirmeye çalışacaktır. Bu bağın dönemsel, geçici, rastlantısal ve koşullara bağlı olmaktan çıkarak, kalıcı ve genel kültür ortamına ve kültürel birikime en çok katkıyı sağlayacak bir ilişki düzeyi olarak gerçekleşmesi için çaba gösterecektir.
“Tarih ne zaman başladı?” sorusuna EVRENSEL KÜLTÜR, “benimle değil” yanıtını veriyor. Dünyada ve Türkiye’de işçi ve halk hareketinin yarattığı kültürel birikimin, sosyalist ve demokratik sanat-edebiyatın en has kültürlerinin mirasçısı olmak, onları yeni kuşaklara aktarmak ve birikimi zenginleştirmek, EVRENSEL KÜLTÜR’ün görevi olacaktır. EVRENSEL KÜLTÜR, dünyanın her köşesinde ilişkide olduğu sanatçılarla yardımlaşacak, enternasyonal birikimin ürünlerini ve günümüz sosyalist sanatçılarının çalışmalarını okuyucularına aktaracaktır.
Yalnızca uluslararası değil, ulusal çapta da sosyalist ve demokratik sanat ve edebiyatın birikimi, büyük zenginlik taşımaktadır. Sosyalist sanat ve edebiyatın çok tanınan doruklarını olduğu kadar, sarp patikaları açan, çetin yamaçları bin bir emek ve zahmetle bizim kılan unutulmuş emektarları anmak ve tanıtmak da, EVRENSEL KÜLTÜR’ün ereğidir.
EVRENSEL KÜLTÜR, yalnızca basılı yayın yapan aylık bir dergi olarak kalmak istemiyor. Her ay, ülkede ve dünyada olup biten kültür olaylarını tanıtacak, eleştirecek, okuyucunun tartışmasına sunacaktır; aynı zamanda, bu türden etkinlikleri örgütlemek, konferanslar, açık oturumlar, sergiler, yarışmalar düzenlemek için de çalışacaktır.
EVRENSEL KÜLTÜR, sosyalist ve demokrat bütün yazarları, edebiyatçıları, düşünürleri her türden ürünle kendisine katkıda bulunmaya çağırıyor…

Aralık 1991

Sermaye güç telaşında Demirel Hükümeti ve Demokrasi

Sermaye güç arıyordu. Güçlü, dayanakları sağlam, sosyal tabanı geniş ve beklentiler içine sokulmuş halka cevap verecek bir hükümet ihtiyacındaydı. Hem sermayenin kendi iç dalaşmalarına belirli bir çözüm sunacak hem de emekçileri oy tabam olarak kullanabilecek bir siyasal yönetim zorunluydu. Özal-muhalefet çekişmesiyle siyasal bir istikrarsızlık kendini ortaya koyuyor, burjuva gruplar arası üst boyutlu bir çatışma bir türlü giderilemiyordu. Oysa sermaye devasa sorunlarla yüz yüzeydi. Özal ve ANAP hükümetiyle hemen hiçbir sorun çözülemiyordu. Çözümsüzlük ise, sorunları biriktirip büyütüyor ve çözümsüzlüğün kangrene dönüşmesini, derinleşmesini dayatıyordu. Eski hükümet siyasal bir yönetsel güç oluşturmaktan uzaklaştıkça, sermaye kontrolü elden kaçırma tehlikesiyle yüz yüze kalıyordu.
Muhalefet bu nedenle ve ama siyasal istikrarsızlığın da bir unsuru olarak yıllardır erken seçimi gündemde tutmaktaydı. Sonunda sermaye bu noktaya geldi ve ANAP da seçim zorunluluğunu kabul etmek durumunda kaldı. Erken seçim, her derde deva olarak sunuldu. Sermayeden, onun düzeni ve siyasal sisteminden kopma eğilimi içinde olan emekçilere yeni bir çağrı çıkarılmaktaydı erken seçimle; aldatıcı unsur hemen tümüyle gözden çıkarılmıştı, yeniden önemle ele alınacaktı. “Halkın yönetimi”, “parlamento egemenliği”, “yasa ve hukukun üstünlüğü”, “sosyal adalet” gibi emekçileri düzene ve siyasal sisteme bağlayacağı düşünülen sloganlar bol bol kullanıldı. Burjuvazi çıkarlarının gerçekleşebileceği güçlü bir siyasal zemin yaratma peşindeydi. Başlıca, işçi hareketi ve ulusal hareketi düzen sınırlan içinde tutabilecek, dışına çıkan yönleriyle kesip alabilecek, yatıştırıcı ve bastırıcı olanaklara sahip güçlü bir seferberlik ve bunu başarabilecek bir güç gerekiyordu.
Seçim bu nedenle yapıldı ama bu sonucu vermedi.
Demirel ve DYP’si “oy patlaması” peşindeydi, olmadı, genel seçmen kitlesinin ancak % 22,1 oyunu alabildi DYP, geçerli oyların ise % 27’sini. Her türlü olanağı kullanan ANAP 2. parti olmayı başardı. Sosyal demokrasi kendini büyük bir moral bozukluğu içine iten önemli bir yenilgi aldı. SHP çok oy kaybetti, DSP fazla kazanamadı, barajı güç bela aştı. Refah içinde gerçekleşen şeriatçı-faşist ittifak “anti-emperyalizm” ve “düzen değişikliği” propagandalarıyla belirli bir başarı sağladı. Ancak sermaye amaçlarına ulaşamadı.
Yoğun propaganda ve para cezası tehdidine karşın oy kullanma oranı çok düşük oldu. Seçimlere katılmama oranı % 16,8’dir. Oysa 1987 genel seçiminde bu oran % 10 dolayındaydı. Yine geçersiz oy oranı oldukça yüksektir: % 2,2. Bu kitlenin, asıl gövdesi ya da çoğunluğuyla politikadan uzak olduğu söylenemez. Burada belirgin bir protesto ve düzenden, parlamento ve seçimlerden uzaklık eğilimini saptamak doğrudur.
Hele büyük şehirlerde bu eğilim çok açık görülebilmektedir. Oy kullanmayan ve geçersiz oy kullananlar sosyal demokrat partilerden kopan ve ama sağ partilere de yönelmeyenler arasından çıkmaktadır. Rakamla konuşmak gerekirse, İstanbul’da 3 sağcı gerici parti, ANAP, DYP, RP, 1987’de toplam oyların % 51,2’sini alırken bu seçimde % 49’unu alabilmişler, yani oy kaybetmişlerdir. SHP ve DSP birlikte 1987’de % 34,9 oranında oy toplarken bu kez % 27’de kalmışlardır. Sosyal demokrasinin İstanbul’da oy kayıp oranı % 7,9’dur. Her ne kadar sosyal demokratların kendileri dâhil geniş bir çevre, Türkiye’nin sağa kaydığını söylemekteyse de, rakamlar bunu yalanlamaktadır; sağ partilerin de oyu artmamış, tersine eksilmiştir. Ve üstelik başta Erbakan ve Demirel olmak üzere sağ, sol söylem kullanarak oy toplayabilmiştir. Ama İstanbul’da oy oranı oldukça yükselen bir kategori vardır. Başlıca sosyal demokrasinin kaybettiği oylar esas ağırlığıyla düzen dışına kaymıştır. “Yüzer-gezer” oylar bir yana, sosyal demokrasi sağ partilere değil düzen dışılığa yönelik oyları elinden kaçırmıştır. 1987’de % 10,3 iken, erken seçimde İstanbul’da oy kullanmama oranı % 21,7 olmuştur. Kimse kendini aldatmasın. % 11,4 artış gösteren oy kullanmama oranının de-polotizasyon ifade ettiği kesinlikle söylenemez. Bu kitlenin büyük çoğunluğu sosyal demokrasiyi de yetersiz gören, düzen içi çözüm öneriyle tatmin edilemeyen emekçilerdir. Ve bu oranın özellikle İstanbul’da yüksek oluşu da anlamlıdır. İstanbul ülkenin her yönden, bu arada siyasal açıdan da en gelişkin bölgesidir. Burada kendisini ülke ortalamasının yaklaşık 5 puan üzerinde ortaya koyan oy kullanmama ve düzen dışına kayma eğilimi ülke çapında yayılacaktır. Üstelik İzmir’de de benzer bir durum görülmektedir. İzmir’de sağ partilerin toplam oyu % 49,3’den % 48,1’e, sosyal demokratların oyları % 41’den % 32,9’a gerilerken oy kullanmama oranı % 6,5’den % 15,8’e fırlamıştır.
Sağda ve sosyal demokraside gerileme ve ama düzen dışına kayışta % 9,3’lük bir artış.
Olanca çabasına, medyasına, reklâmcılığına, şimdiye kadarki en yüksek harcamalarına rağmen burjuvazi seçimlerde umduğunu bulamamıştır. Seçimlerle burjuvazi siyasal açıdan güçlenmemiş, tersine zayıflamıştır. Şimdi o, mutlak olarak zayıflayışını, rakamlarla ifade edilen güç kaybını nitelikle, izleyeceği siyasetlerle telafi etmek yoluna girecektir, girmiştir. Burjuvazi güç telaşındadır. Güçsüzlüğünü güç olarak sunma derdindedir. Güçsüz oluşunu gözlerden gizleyip tersine bir güçlülük görüntüsü çizmeye yönelmiştir. Bu kuşku yok, yanılsamaları körükleme ve geliştirme ile tümüyle, gerçek olmayan, hayali bir zemin yaratılarak sağlanabilir. Şimdi sermaye bunun peşinde. Buna şiddetle ihtiyacı var. Başka yolu yok. Ekonomi bozuktur, işçi hareketi nesnel temeline sahip önemli bir tehlike olarak kapıda durmaktadır. Kürt hareketinin önünü almak burjuvazi açısından yaşamsal önemdedir. Ve burjuvazi ancak hayaller yaratıp yayarak kavgasını yürütecek, çıkarlarını gerçekleştirebilecek durumdadır.
Ekonomik açıdan güçsüzdür. Kapitalist ekonominin köklü bir “tamir”e ihtiyacı vardır. Şimdi Demirel bu tamire taliptir. Onunki köksüz olacaktır, ne sonuç vereceğini göreceğiz. ANAP aşırılıklarının, yüksek oranlı asalaklığın bir parça törpülenmesi bile başarı sayılacaktır.
Burjuvazi özellikle siyasal açıdan güçsüzdür. Bu acz ve zayıflığın güçlülük olarak gösterilebilmesine en uygun düşeceği düşünülen bir hükümet kuruluşuna yönelinmiştir. Başka bir hükümet arayışına bile gidilmeden, görüşmelerine bile gerek duyulmadan DYP-SHP koalisyonu umut ilan edilmiş, beklenti ve hayaller yaratma yoluna gidilmiştir.
Yıllardır burjuvazi koalisyona karşı çıkar ve onun kötülükleri üzerinde, başlıca zayıflığı, dayanıksızlığı, çözüm üretmede yeteneksizliği üzerinde durulurdu. Şimdi koalisyon birdenbire güç ve güçlülük ifadesi oldu. Böyle varsayılıyor.
Demirel de İnönü de programlarının yakınlığından söz ediyor ve uyum tablosu yaratmaya çalışıyor. Bu aslında doğrudur. Programlar yalnızca yakın değil, birkaç ayrıntı dışında birbirinin aynısıdır. Hatta diğer partilerin programlan da onlarınkinden farksızdır. Farklı olduğu söylenebilecek süslemelere sahip olan şeriatçı faşist partininkidir. Bir de “sosyalist” söylem kullanan revizyonistlerinki. Ancak sorun uyum sağlama sorunu değildir. Güçlülük görüntüsü çizme ve böylelikle şu istikrarsızlık koşullarını atlatabilme sorunudur. Bu açıdan uyum üzerinde durulmaktadır ve bu açıdan konsensüs peşine düşülmüştür. ANAP “tek particiliği”nden sonra konsensüsçülüğün toplumdaki belli beklentileri karşılayacağı düşünülmektedir ve burjuvazi de kendi adamlarını, partilerini konsensüse yöneltmektedir. Sermayenin birliğe, siyasal uyum ve istikrara ihtiyacı vardır. Ve bu yolla emekçilerin yatıştırılabileceği de hesaplanmaktadır.
DYP-SHP koalisyonu bu nedenle tek seçenek olarak ortaya çıkmıştır. Bu nedenle hükümet programı doğru dürüst eleştiri almamış ve hatta başarı dileklerine mazhar olmuştur. Erbakan ve RP’si dışında görece sert karşılayan kimse ve parti olmamıştır hükümeti ve programını. Erbakan ise gereksiz sertlik içindeki “haşarı çocuk” muamelesi görmüştür. Ecevit, programın olumlu bulduğu yönleri üzerinde durarak başlamıştır. Eleştirisini, programın amaçlarını olumlayarak sürdürmüştür. ANAP’ın M. Yılmaz tarafından açıklanan görüşü de oldukça yumuşaktır, Yılmaz hükümetin başarısını istediklerini söylemiştir. Türkeş’in MÇP’si bile bu hükümete güvenoyu vermekte duraksamamıştır. Neden şudur: hükümet DYP-SHP koalisyonudur, ama program burjuvazinin programıdır ve şu an ne başka bir hükümet ve ne de başka bir program üretilememektedir. Bu temelde bir konsensüs sağlanmıştır. Çekişip duran Demirel ve İnönü ile Özal da artık bir araya gelmiştir.
DYP-SHP hükümetinin kendisi-burjuvazinin güçsüzlüğü ve güç ihtiyacının ifadesidir. Bu, “geniş tabanlı” bir hükümettir. Demirel’in örneğin hep söyleye-geldiği “geniş tabanlı” hükümet’in ancak en zor koşullarda kurulabileceğiydi. O’na göre sağ ve sol partiler ancak içinden çıkılmaz kriz ve onu aşmak için bu tür bir hükümetten başka çare olmadığı koşullarda doğru olurdu. Bugün böyle yapılmıştır. Ülkenin iki geleneksel burjuva eğilimi, DP ve CHP devamcıları şimdi koalisyon halindedir. Bizzat bu durum, bir birine zıt olduğu söylenen iki partinin koalisyon kurması, hem de bunun tek seçenek olarak ve kolaylıkla kurulması, burjuvazinin içinde bulunduğu zorluklar ve güçsüzlüğün kanıtıdır.
Güçsüzlük, kuşkusuz emekçilerin talepleri kullanılarak, hükümetin ve programının onların beklentilerine yanıt olduğu propagandası yapılarak, beklenti ve hayal yayılarak giderilebilir ve güçlülüğe dönüştürülebilir. Bu yapılmaya girişilmiştir.
Demirel açıkça değiştiğini söylemektedir. Koşullar ve dünya da değişti demektedir. Eski Demirel’in emekçilerin beklentilerini karşılamayacağını bilerek yaratılmaya çalışılan “yeni Demirel” imajının, SHP’nin desteğinde iş yapacağı düşünülmektedir. Demirel açıkça merkeze kayma görüntüsü verme çabasındadır; bol bol sosyal adalet, hak-hukuk, insan hakları ve hatta sömürü karşıtlığı lafları etmektedir. Hükümet programı bu tür propagandayla doludur. Ekonominin 500 günde tamir edileceği, enflasyonun “makul” bir düzeye çekileceği, dar gelirlilere parasız sağlık hizmeti vb. kolaylıkları getirileceği söylenmektedir. Peşin verginin kaldırılacağı, Bağ-Kur borçları sorununa çözüm getirileceği üzerinde durulmakladır. Taban fiyatlar yükseltilecektir. Kaynak? Sistem içi, ama kullanılması pek de kolay olmayan, ancak yine de alternatif denebilecek tek kaynak, rant gelirlerinin aşağı çekilmesi, faizlerin giderek düşürülmesi, yolsuzluk vb. yoluyla arpalık kullanım oranının ve bilanço dışı gelirlerin azaltılmasıdır. Bu alanlarda küçük adımlarla bile beklentilerin körüklenmesi yoluna gidilebileceği düşünülebilir. Ancak emekçilerin asıl doyurulmaya çalışılacağı alan siyasal alandır. Siyasal ambar kullanılacaktır. Demokrasi, özgürlükler vb. propagandası, yeni hükümetin puan toplamaya ve aracılığıyla emekçileri yatıştırmaya yöneldiği esas unsuru oluşturuyor.
Eskişehir tabutluğunun kapatılması bu çerçevede değerlendirilmelidir. Ülke cezaevlerinde özellikle 125. madde nedeniyle binlerce tutuklu bulunurken ve programda bunların sözü edilmezken, hükümet ayağının tozuyla tabutluğu kapatarak “demokratlık”ını kanıtlama ve özgürlük beklentilerini sömürme yolunu tutmuştur. Memur sendikaları ikinci bir sömürü aracıdır. Memurlara sendika hakkı “verilecek”tir! İşin başında çarpıtmaya girişilmektedir. Alınma doğrultusunda önemli mesafe kat edilmiş olan memur sendikaları hakkı beklenti konusu haline getirilerek sömürülmektedir. Ve “verilecek” olanın kuşlaştırılmış olacağı, çeşitli sınırlamalara tabi tutulacağı şimdiden söylenebilir. Ama bu da bir “demokratlık” gösterisi olarak kullanılacaktır. Kartal Belediyesinde 35 işçi işten atılmıştı. SHP’li Belediye başkanı kendi özel politikasını yürütüyordu. “Demokrat” görünüm ihtiyacındaki hükümetin Çalışma Bakanı hemen işe el koyup sorunu çözümledi. Şimdi işten atmalarla ortalık bulandırılmamalı, hükümet hakkında ilk günlerden olumsuz bir imaj yaratılmamalı, ortalık bulandırılmamalıydı.
Bu ve benzeri uygulamalarla desteklenen hükümete ilişkin beklenti yaratma havasının şimdilik tuttuğu söylenebilir. Emekçi kitleler, Türk ve Kürt emekçiler, işçi, demokratik ve ulusal muhalefetin unsurları şahsında yaratılan beklenti, özlem ve talep istismarının sürdürülebileceği kuşkuludur. Bu havanın uzun süre sürdürülmesi, maddi ekonomik zeminde emekçiler lehine düzenlemelerle olanaklıdır. Bu alanda ufak-tefek gelişmelerle beklentiler bir süre sürdürülebilse bile, bu açıdan uzun süreli bir başarı hayaldir. Ancak aydınlarımız şimdiden demokrasi psikozuna kapıldılar bile. 40 yıllık faşistin değiştiği inancını en çok onlar yayıyorlar. SHP’den başka tutunacak dal bulamayan “solcu” aydınlarımız SHP’nin koalisyon ortağı olduğu hükümeti dışlamaktan özenle kaçınırken, baş ortak Demirel’i ve DYP’sini de kutsamak durumunda kalıyor ve beklenti ve hayal yayıcılığın başlıca taşıyıcılığını yapıyorlar. Temel yanılsama, demokrasi ve özgürlüklerin alınması yerine verilmesine rıza göstermek, burjuvazinin demokrasi beklentisi havası içinde güç toplaması ve saldırılarını geliştirmesine omuz vermiş duruma düşmektir. Burjuvazi, reformculuğu da seferber edip kullanarak, egemenliğini sürdürme ve buna yönelik tehdit ve karşı gelişme eğilimlerini boğmak için saldırı hazırlığındadır. Başlıca iki düşmanı, işçi hareketi ve ulusal direnişi bastırma ve yatıştırma, tehlike olmaktan çıkarma peşindedir. İkinci bir temel yönelimi, “yeni düzen” çerçevesinde yapmak durumunda olduklarını başarmaktır. Ülkenin başlamış olan tam bir Amerikan üssü haline getirilmesi ve ekonominin emperyalist talanın yoğunlaştırılması temelinde düzenlenmesi işinin sürdürülmesi ve yanı sıra Ortadoğu ve Kafkaslarda “yeni düzen” ile uyumlu yeni mevziler tutulmasıdır. Hükümet, kırık-dökük laflar dışında işçilere somut hiçbir şey vaat etmez ve “terör ezilecek” sloganıyla ulusal harekelin ezilmesini temel bir hedef olarak önüne koyarken, Ecevit’le Özal ve ANAP’ın da açık desteğiyle Dış Türkler sorununu gündem maddesi edinmektedir. PKK’nın ezilmesi amacıyla komşu ülkelere saldırı fikri açık olan yeni hükümetin dış Türkler konusunda da girişimci tutum içinde olması, onun “demokratik” açılımları hakkında bir fikir verebilir. Bugün PKK tasfiyesi jenosit olmadan düşünülemez, istendiği kadar sıradan Kürtlere, halka şefkatli davranılacağı üzerine laf üretilsin, “terörün ezilmesi” fikri, jenosit fikrini içerir. Yanı sıra Irak, Suriye, İran ile saldırganlık temelinde geliştirilecek ilişkiler ancak en gerici güçlerle birlik halinde uygulama şansı bulabilir. Dış Türkler sorunu da yine ancak, uluslararası alanda en gerici güçlerle birlik halinde ve onların çıkar ve politikalarının uzantısı olmakla birlikte düşünülebilir. Yeni hükümetin ve programının gerçek yüzünü ise bunlar oluşturuyor: işçilere, Kürtlere ve komşu halklara düşmanlık; içerde ve dışarıda emperyalist “yeni düzen” çerçevesinde saldırganlık. Demokrasi beklentisi, bu saldırganlığı örtmek için ve gerekli gücü oluşturmak için yaratılmakta ve kullanılmaktadır.
Demokratlık konusunda lafa değil, işe bakmak; laf ve vaatlere ilişkin kopuk kopuk düşünmemek, her şeyi yerli yerine oturtmak aydınlarımızın yapması gereken iş olmalıdır. Bir başka beklenticilik, SHP’nin desteklenmesiyle başlayıp “ateşkes” önermeye varan PKK tutumunda görülüyor. Reformizmin ve reformizm destekli yeni hükümetin demokrasi ve özgürlükler konusunda adım atacağı hesabıyla tutumlar geliştirilmemelidir; bu, başını aslanın ağzına sokmak demektir.
Hiç beklentiye kapılmadan, ileri sürülen vaat ve yaratılan beklentilerle oluşturulan ortamdan yararlanmak, bu ortamda yapılması gerekenleri yapıp kullanılması gereken araç ve yöntemleri kullanmak kuşkusuz devrimci ve komünistlerin görevidir. Bu ortamın yasal olanakların kullanılmasını kolaylaştıracağı şimdiden söylenebilir. Ve bütün olanakları kullanarak demokrasi ve özgürlükler beklentisinin gerçek dışılığını ortaya koymak, işçi ve emekçileri, toplumsal muhalefeti, ulusal ve sosyal kurtuluş hareketini geliştirmek, bunun için en uygun ve ama devrimci kanalları açmak, kuşkusuz yapılması gereken şeydir.
Beklentilerin çok küçük bir bölümünün gerçek olması için bile, devrimci radikal güçler, emekçiler mücadeleye çekilmek zorundadır. İnsanlık tarihinin bu en temel dersini görmezden gelenler ne aydın, ne devrimci ne de demokrat olmaya layık olamazlar. Tarih, aydınlarımızı, demokrat ve devrimcilerimizi bir kez daha sınıyor.

Aralık 1991

Kartal Belediye İşçileri Direndi ve Kazandı

Aylardır maaşlarının geç ödenmesine, sosyal haklarının hiçe sayılmasına karşı Kartal Belediyesi işçilerinin öfkesi doruğa çıkmıştı. 5 Kasım’da işyeri sendika temsilcileri toplanıp işverenin bu vurdumduymazlığına bir son vermek gerektiğini ve neler yapılacağını işçilerle tartışarak belirleme karan aldılar.
6 Kasım’da bütün, müdürlüklerde yapılan toplantıda genel olarak direniş eğilimi kendini gösterdi. İşçiler direnişten yana tavır koymakla beraber zamanını temsilcilere bırakmışlardı. Yapılan temsilci toplantısında uzun tartışmaların ardından 7 Kasım’da iki saat olarak başlamak üzere diğer günler de artarak devam eden hizmeti durdurma kararı aldılar. Zaten eylem kararını bekleyen işçiler bu durumda hemen kolları sıvadılar. Bir yandan kendi aralarında artık zamanı gelmişti vb. tartışmaları yapıyor, bir yandan da herkesin katılması yönünde çaba sarf ediyorlardı. Temsilciler işçilerle alınan bu kararı hemen şube yönetim kuruluna ilettiler. Şube yönetimi de kararı desteklediğini ve yanında olduklarını belirtiyordu.
7 Kasım’da hemen bütün birimlerde sabah saat 06:00’da temizlikle başlayan eylem atölye, garajlar, fen işleri, idari işler ve park-bahçeler müdürlüklerinde saat 08:00’dan itibaren uygulamaya kondu, işveren belediye başkanı M. Ali Büklü saat 09:00’da atölye garajlar müdürlüğüne gelerek, eylemin haksız olduğunu belirtiyor; eylemden dolayı sendikayı, temsilcileri karalayarak işçilere tehditler savuruyordu. Ardından noter çağırarak eylem yapanları tespit etmeye çalıştıysa da işçiler kanunsuz bir şey yapmadıklarını, sadece geciken alacaklarını beklediklerini söyleyince, noter bu durumda eylem olduğunu tespit yapamayacağını belirterek işverenin bu tehdidini boşa çıkarıyordu. Büklü, bir tehdit daha savuruyor ve bütün işçilere bir gün izin verdiğini söyleyerek eyleme katılan işçilere işbaşı yaptırmıyordu. İşçiler ise işyerini terk etmeden akşama kadar beklediler.
8 Kasım’da ise temizlik işçileri de diğer arkadaşlarına iş verilmemesi üzerine işe çıkmıyordu. Artık bütün işçiler kenetlenmiş ve hizmet tamamen durmuştu. Belediye işvereni ise bir yandan zabıta müdürü İsmet Erdem gibi kabadayılan aracılığıyla işçilere saldırıyor; karşılıklı sertleşmeler oluyordu. Ama işçilerin ve temsilcilerin ağırbaşlı tutumu sonucu bu gibi provokasyon arayıcılarının umudu boşa çıkıyordu. Bazı işçi arkadaşların zorla yerlerinden çıkarılmasına karşın şube yöneticileri ve temsilciler o işçileri tekrar aralarına oturtuyordu. İşveren artık kimseye tek tek saldırmaya cesaret edemiyordu.
9 Kasım’da işçiler müdürlükleri boşaltarak yeni bir tavır geliştirdiler. Bütün işçiler atölye garajlar müdürlüğünde toplandı, (araçların tamamı burada bulunuyordu.) İşveren polise müracaat ederek işyerinin işgal edildiğini ve boşaltmalarını isteyerek çevik kuvveti işçilere saldırtmaya çalışıyordu. Polis bir yandan boşaltmaya hazırlanırken, işçiler ise saldırıya çoktan hazırlık yapmışlardı. Hemen bütün kapılara çöp kamyonları çekiliyor, işyerine giriş neredeyse tamamen olanaksız hale getiriliyordu. Bu hareket öylesine ani gelişiyordu ki, herkes ne olup bittiğini anlamadan bütün kapılar girilebilecek bütün yerler kapatılmış oluyordu. Ve artık bin yüz işçinin büyük bölümü, kapı nöbetçileri yerlerini alıyor, bütün herkeste eylemin coşkusu görülüyordu. Gece boyunca işçiler uyanık ve herhangi bir müdahaleye karşı ayaktaydı; yemekler nöbetleşe yeniyordu.
10 Kasım günü kurulan komite aracılığıyla hemen çevrede kitle örgütleri, partiler, dergiler dolaşılıyor, onlara eylem nedenleri anlatılıyor, kamuoyu bilgilendiriliyordu. Ayrıca sendikalara gidilip destek vermeleri için ikna edilmeye çalışılıyordu. Sendikalar destek vereceklerini açıkladılar ama somut bir şey görülmedi. Ancak çevre fabrikalardan işçiler, çeşitli dernek yöneticileri ve Tüm Bel-Sen üye ve yöneticileri ziyaret ettiler. Fakat en anlamlısı direnişteki cam işçilerinin viziteye çıktıklarında belediyenin önünden geçerken “Büklü istifa” diye slogan atarak direnişçi kardeşlerini selamlıyorlardı. Bu durum işçilerde büyük bir moral kaynağı oluyordu. Kurulan basın komisyonu gelen ziyaretçilere ve basına anında bilgi veriyordu.
11 Kasım günü Anadolu yakasına bağlı Pendik, Kadıköy, Ümraniye, Beykoz, Üsküdar belediyelerinden temsilciler durumu tartışıyor; dayanışma için eylem ve destek kararı almaya çalışıyorlardı. Ayrıca Kartal’a gelerek bizzat bazı işlerde görev alıyor, öneriler getirerek eylemin başarısı için çaba harcıyorlardı. Hemen bir komisyon oluşturup sendika genel merkezine, diğer şubelere giderek onların da desteklemeleri için bilgi veriyor ve desteklemeleri gerektiğini anlatıyorlardı.
Bu arada işveren temizlik işini gayri yasal bir şekilde birkaç yakınına (Alaattin Taş vb.) ihale ettiğini açıkladı ve bazı işsiz insanları ‘belediyeye işçi alıyorum’ diye kandırarak eylemi kırmaya çalıştı. Fakat bunlara Kartal işçilerinin tahammülü yoktu. Hemen ekipler oluştu ve bu çöp toplayan insanlara yaptıkları işin yanlış olduğu anlatıldı. Kendilerinin kandırılarak işçilerle karşı karşıya getirilmek istendiği, yarın kapıya konulacakları söylendiğinde; çoğu hemen “böyle bilmiyorduk” deyip, süpürgeleri bıraktılar. Anlamayanlar da başka türlü ikna ediliyordu!
12 Kasım’da da çöp toplatılması devam ettirildi ama kalabalık bir zabıta resmi ve sivil polis eşliğinde yapılıyordu. Fakat böyle bir çalışmayla temizlik işini yapmak mümkün olamazdı. İşçiler buna kökten bir müdahale etmek gerektiğini söylüyor ama işyerinden fazla işçiyi dışarı göndererek işgalin zayıflamasını da göze alamıyorlardı. Bu arada işyerinin dışında sürekli çevik kuvvet ve polisler hazır bekliyorlardı. İşçiler ise kesinlikle buradan dışarı çıkmamak gerektiğini ama en olumsuz durumda başkanlık binasını işgal etmeyi planlamışlardı.
13, 14, 15, 16 ve 17 Kasım günlerinde aynı coşku ve inanç devam ediyordu. Bu günlerde en büyük eksiklik eylemin her gününün bir değerlendirilmesi, en geniş işçilerin katılımıyla yapılamamasıydı. Eğer böyle bir yol izlenmiş olsaydı, şüphesiz daha da verimli olacaktı, eksiklikler daha da çabuk giderilecekti.
Bu günlerde özellikle Pendikli işçiler bizi hemen her gün ziyaret ederek sınıf dayanışmasını sergiliyorlardı. Özellikle kalabalık ziyaretler işçileri daha da coşturuyor; sloganlarla, halaylarla bundan duydukları memnuniyeti ifade ediyorlardı.
Bir yandan böylesine güzel şeyler yaşanırken, diğer yandan da bazı diğer belediyelerden arkadaşlar eyleme ilişkin öneri getirmek adına özellikle olumsuzlukları abartarak işçiler arasında moral bozucu bir tartışmaya sebep olmaya çalıştılar. Bizim yerinde eleştirilerimizi ise yanlış değerlendirerek sanki destek istemiyormuşuz gibi göstermeye çalıştılar. Bu arkadaşlar destek deyince birkaç duyarlı insanı getirip Kartal’a pratik işlere koşturmak şeklinde sınırladıkları için kendi belediyelerinde daha çok işçinin katılacağı destek eylemini sağlayamadılar. Bunu da sınıfın duyarsızlığına dayandırarak, sınıfı çok az tanıdıklarını da ortaya koyuyorlardı. Destek için yapılacak en az iki saatlik genel hizmeti durdurma eyleminin işvereni geriletmeyeceğini ileri sürdüler. Oysa Kartal’daki işçi kardeşlerini desteklemek için iki saat de olsa, işe çıkmayan Kadıköy, Beykoz, Ümraniye… işçilerinin önümüzdeki dönem açısından da sınıf kardeşleriyle dayanışma içinde olmanın yaratacağı moral gücü ve dayanışma bilincini geliştireceğini göremedikleri gibi, sürekli uyarı ve eleştirilerimizi kendilerini küçümsediğimiz şeklinde yorumlayarak anlamak istemediler.
Bu arkadaşlar işgal sürerken özellikle atılan işçilerin hatta diğer işçilerin de katılımıyla açlık grevi yapılmasında ısrar ettiler. Ancak bu önerinin özellikle belli bir kesime dayanacağını, bütün işçilerin eylemini parçalayacağından ve katılmayan işçilerin kendi eylemini hem de nitelik olarak açlık grevinden daha kapsamlı ve görkemli olan hareketini gölgeleyeceğini belirttiğimizde; ısrarlı olmakla beraber rağbet görmediklerini anladılar. Üstelik bu arkadaşların kendi bölgelerinde dayanışma için genel işi bırakma gibi eylemleri işçilerin duyarsızlığına dayandırarak yapmamaları ayrı bir eleştiri konusuydu. Eski TBKP’li zatlar sınıfın eylemi yerine öteden beri duyarlı birkaç insanın eylemini kendilerini gösterebilecekleri eylemleri koymakla ünlü bu arkadaşların tavrı sınıf tavrı değildi ve olamazdı. Aynı kişilerin milletvekilinin ısrarı karşısında basın toplantısında tekrar yürüyerek gitmemizi engellemesi de işin cabasıydı.
İşveren bu günlerde iki bildiri yayınlayarak eylemin kanunsuz olduğunu, işçi atacağını açıklamaya ve kendini haklı çıkarmaya çabaladı.
18 Kasım’da beşi baş temsilci üçü temsilci olmak üzere, toplam 35 işçiyi işten attığını açıkladı. Akşam saat 17:00 civarında zabıta aracılığıyla tebliğ edilen liste işçilerin öfkesini taşırdı. Özellikle işçilerin atılan arkadaşlarına moral vermeye çalışarak kesinlikle bütün taleplerimiz kabul edilse dahi bir tek işçi de atılsa direnişe devam edeceğiz diyorlardı. Eylemi daha da sertleştirmek gerektiğini ve bu saldırıyı da geri püskürteceklerini biliyorlardı.
Anadolu yakasının bütün temsilcileri Kartal’da toplanıp destek eylemi kararlaştırmaya çalıştılar ama genelde eylem kararı çıkmadı. Diğer belediyelerden temsilcilerin katılımıyla oluşan bir komisyon hemen genel merkeze giderek diğer şubelere durumu ilettiler. Onlar da zaten kendi aralarında toplanıp bir şeyler yapmak için karar alacaklarını ve genelde eylemle destekleyeceklerini açıkladılar. Ancak 22’sinde belediyenin önünde basın toplantısı olacağını ve kitlesel katılımla basın toplantısını bir kitle gösterisine dönüştürme kararımızı duyunca hemen bunu destekleyeceklerini belirterek, işçileri katmak için çaba harcayacaklarını söylediler.
19 Kasım’dan 22 Kasım sabahına kadar gösteri hazırlıklarına girişildi. Bu arada çöp toplayanlara müdahalelerde bulunuldu; ama gerek bölgenin genişliği gerek işçilerin fazla sayıda dışarı çıkamaması ve toplayanların polis ve zabıta eşliğinde korumaya alınması yer yer engellense de tamamen durdurulamadı. Bu arada özellikle eşlerin ve çocukların da eylemin içine çekilmesi kararı daha önceden alınmasına ve sürekli anlatılmasına karşın pek başarılı olunamadı.
20-21 Kasım’da işyerinde nöbetçiler (yaklaşık 200 kişi) bırakılarak, eşlerin gösteriye getirilmeleri sağlandı.
22 Kasım sabahı her müdürlük bünyesinde gözcüler tespit edildi. 60’a yakın kişi bizzat görev aldı. Atılacak sloganlar belirlendi. İş-ekmek-özgürlük, işçi kıyımına son, işçiyiz-haklıyız kazanacağız, işçiler el ele genel greve, belediye halkındır, Büklü’nün değil, yazılı pankartlar yazılıp yürüyüşe geceden hazırlandı. Sabahtan itibaren işçi eşleri akın akın işyerine gelmeye başladılar. Kısa zamanda işyerimizin etrafı binlerce işçi ve emekçiyle doldu. Yürüyüşü saat 10’da başlatmak kararına rağmen diğer belediyelerden gelenlerin ulaşamaması nedeniyle iki saat gecikmeli başladık, Pendik belediyesi işçileri hem yarım gün üretimi durdurmuş hem de hemen hemen tamamı yürüyüşe katılmak için otobüslere gelmişlerdi. Onlarda dışarıda Kartal işçileri içerde erken saatlerde sloganlarını haykırmaya başlamışlardı. Yürüyüş kolu önde şube yöneticileri 2 nolu şube yönetimi, 3 nolu şube yönetimi, mezbahalar şubesi yöneticisi, Beyoğlu şubesi yönetimi, arkalarında işçi aileleri işçi kıyımına son pankartıyla onların arkasında iş ekmek özgürlük pankartıyla Kartal belediyesi işçileri işçiler el ele genel greve pankartıyla diğer belediyelerden gelen işçiler, işçiyiz haklıyız kazanacağız, pankartıyla Pendik belediyesi işçileri yürüyordu. Yaklaşık 3000 kişiden oluşan kortej tam bir disiplinle önden gelen sloganları haykırarak ilk adımlar atıldığında sayı daha da artıyordu. Alana varıldığında en az yürüyenler kadar da Kartal’dan ve çevre ilçelerden işçiler, emekçiler, esnaflar meydanı doldurmuştu. Kartal ilk defa böyle bir basın toplantısına sahne oluyordu. Meydanda şube başkanı basın bildirisini işçi kıyımına son, işçiyiz haklıyız kazanacağız diye bitiyordu. Ondan sonra SHP İl Başkanı B. Nuhoğlu işten atılmalara karşı olduklarını açıklıyordu. Siyah çelenk belediyenin önüne konulmadan önce şube başkanı toplantının bittiğini söyleyip işçileri dağıttı. Oysa daha önceden aynı şekilde yürünerek gidileceği kararlaştırılmasına rağmen böyle bir davranışı beklemeyen işçiler öfkelenerek dağılmaya başladılar. Fakat bir grup işçi tekrar geldikleri gibi sloganlarıyla işyerine kadar yürüdüler, yöneticiler eleştirildi ama öyle gerekiyordu denilerek geçiştirildi.
Özellikle bu gösteri işverenin gözünü korkutmuştu. Çalışma bakanı ve Anakent belediye başkanı N. Sözen’inde araya girmesiyle sendikayla görüşmem diyen Büklü sendika ve temsilcilerle görüştü.
23 Kasımda Çalışma Bakanı ve Sözen’in de hazır bulunacağı Anakent belediyesinde bir sonraki gün masaya oturulmasına kararlaştırıldı.
24 Kasımda sabah işyerinde şube yöneticileri ve işyeri temsilcileri bir toplantı yaparak görüşmelere bütün temsilcilerin de katılması istendi yapılan tartışmalarda her birimden bir temsilci katılması kararlaştırıldı ve saat 9.30’da genel merkez yöneticileriyle buluşmak üzere belediye il genel merkezine gidildi. Genel Başkan Fuat Alan diğer yöneticiler hazır bulunduğu, kısa bir görüşmeden sonra birlikte Anakent belediyesine gidildi. Orada genel başkan Fuat Alan, Çalışma Bakanı Mehmet Moğultay, Nurettin Sözen, SHP İl Başkanı B. Nuhoğlu, Kartal Belediye Başkanı M. Ali Büklü ve diğer yöneticilerle 20 dakika süren görüşme sonrasında yapılan basın toplantısında işçilerin işe başlayacağı hiç kimse hakkında yasal veya adli ve idari kovuşturma yapılmayacağı, çalıştırılmayan günlerin yevmiyelerinin ödeneceği kabul edilerek direniş kaldırıldı.
Bu direniş özellikle belediye işçileri ve genel olarak işçi sınıfı açısından oldukça olumlu bir deney olarak işçi sınıfı tarihine geçmiştir. Bir kez işçi sınıfının birlikte nelere kadir olduğu dosta ve düşmana açık bir biçimde gösterilmiştir.
Yasasın Kartal Belediye işçilerinin şanlı direnişi!
Yaşasın işçilerin birliği ve birlikte mücadelesi!
İş Ekmek Özgürlük!
Kartal Belediyesinden Direnişçi Bir İşçi

Aralık 1991

Seçimler Ve Propaganda

Bir seçim çalışmasından söz edildiğinde bir propaganda çalışmasından söz edilmiş olur. (Marksist literatürde propaganda kavramı, belirli bir konu üstünde ayrıntılı bir incelemenin aktarılması faaliyetidir. Ama gündelik dilde; bir düşüncenin ya da bir metanın tanıtılması için yürütülen her türden faaliyete propaganda deniyor. Bu yazımız boyunca, biz de, propaganda sözcüğünü bu, günlük dilde kullanıldığı anlamıyla kullanacağız.) Görünüşte başka türden çalışmalar da yapılı yormuş gibi gelirse de bütün diğer faaliyetler, sadece propagandanın etkinliğini arttırma çabalarından ibarettir. Bu yüzden de seçim değerlendirmesi denebilecek her değerlendirme, faaliyet içinde propagandanın biçim, içerik ve etkinlik bakımdan değerlendirmesini yapmak zorundadır.
Özgürlük Dünyası, bir önceki sayısında seçim taktiği ve sonuçlara ilişkin kısa değerlendirmeler yapmıştı. Bu sayımızda ise, seçime ilişkin yürütülen propagandanın biçim ve içeriği üstünde duracağız; gözlenebildiği kadarıyla, propaganda faaliyetinde ortaya Çıkan zaaflar üstünde duracağız.

Propagandada amaç ve araçlar
Her propaganda faaliyetinde amaç, belirli bir düşünceyi yığınlara mal etmektir. Konu secimse, bunu şöyle belirleyebiliriz: Her partinin kendi programını mümkün olan en geniş yığınlara benimsetmesi faaliyetidir, seçim propagandası.
Kuşkusuz, burjuva partileri için burada kullandığımız “kendi programı” sözcüğü son derece muğlâktır. Çünkü onlar, gerçek programlarını değil, yığınların o anda peşinde sürükleneceğini umdukları kimi sloganları öne çıkarıp “olumlu” bir imaj yaratmayı, bu imajın etkisiyle kitleleri kendi doğrultularında etkilemeyi amaçlamaktadırlar. Bu yüzden de burjuva partileri, gerçek programlarını sadece TÜSİAD önünde dile getirip onun “olur”unu aldıktan sonra emekçiler önüne, kendi programları ile değil, reklâmcıların önerdiği sloganlarla çıktılar. ANAP, propaganda yönetmenini ta Fransa’dan getirirken, diğerleri yerli reklâmcıları tercih ettiler. Ama amaçları aynıydı: bir an için yığınların kafasını karıştırıp, sandık başında “evet mühürü”nün kendi partilerinin ambleminin altına vurulması.
Burjuva düzen partilerini, böyle bir propagandaya zorlayan iki neden vardı: Birincisi, bu partilerin emekçilere vaat edebilecekleri hiç bir şey yoktur. Hemen hepsi yıllardır denenmiştir ve programlarının esası bugünkü soygun düzenini sürdürmekten ibarettir. Yığınların önüne çıkıp; “ben size zam, zulüm, yoksulluk, ulusal baskı ve terör vaat ediyorum” diyemezlerdi. İkincisi ise; bütün temel sorunlarda ortak politikalara sahip bu partilerin, programlarını anlatarak birbirinden farklı olduklarını kanıtlamaları olanaksızdı. Bu yüzden de burjuva düzen partileri, seçim kampanyalarındaki propagandalarına merkez olacak sloganları, belki partinin taraftarı bile olmayan reklâm ajanslarına havale ettiler. Böylece kendilerini, ancak çok güçlü bir reklâm kampanyasıyla satılabilecek sıradan bir meta yerine koydular. Ama olsun! Oy böyle gelecekse bir mal olmak da kabul edilebilirdi.
Burjuva partileri, propaganda araçları bakımından da sınırsız denebilecek olanaklara sahipti. Tirajı milyonlara varan burjuva basını, TV ve on milyarlarla ifade edilen “seçim bütçeleri” emekçileri bir kez daha yanıltmak için seferber edilmişti.
Kısacası, burjuva partilerin “oy almak” dışında bir kaygıları yoktu ve bu yüzden de onların propagandasının biçimi, içeriği ve propaganda araçlarını kullanma yöntemi bu amaçlarına uygundu.
Komünistler ve devrimci-demokratlar için durum burjuva partilerinden tamamen farklıydı: Onlar, yığınları aldatmak değil, gerçekleri kavramasını istiyorlardı. Bu yüzden de propagandanın içeriği ve biçimi buna uygun olmalıydı.
Komünistler, kendi taktiklerini yaşama geçirmek için, görüşleri kendi anlayışlarıyla uygunluk içinde plan, değişik seçim çevrelerinden bağımsız adayları desteklediler. Bu adayların seçim bildirgeleri başlıca şu amaçları güdüyordu:
1) Emperyalizmin yeni dünya düzeninin amaç ve niteliğini sergilemek,
2) Sosyalizmin propagandasını yapmak,
3) Kapitalist sömürü düzeninin ekonomik ve siyasi yapısının teşhiri,
4) Burjuva parlamentosunun burjuva partilerinin niteliklerini, işlevlerini ve vaatlerinin sahteliğini sergilemek.
Bu amaçlar; “Kahrolsun Emperyalizmin Yeni Dünya düzeni!”, “Yaşasın Sosyalizm!”, “Kahrolsun Kapitalizm!”, “iş Ekmek Özgürlük, Kahrolsun Faşist Diktatörlük”, “Kürt Halkına Özgürlük!” “Burjuva Partilerine Oy Yok!” vb: gibi sloganlarla ifade ediliyordu.
Elbette, devrimcilerin hizmetinde, ne günde yüz binlerce yazılı propaganda materyali hazırlayan rotatifler, ne de gün boyu yayın yapan radyo ve TV istasyonları vardı.Tersine, mali olanakları son derece sınırlıydı; dahası yasalar propaganda olanaklarını ve zamanını olabildiğince engelleyecek biçimde düzenlenmişti. Yasalara göre her şey on gün içinde yapılmalıydı.
Bu sınırlı olanaklar içinde devrimciler; afiş, pankart, bildiri, el ilanı, kuşlama, bülten, dergi, kahve toplantısı, kapalı salon toplantısı, ev toplantısı, grev ve direnişte olan işyerlerini ziyaret, konvoy ve miting gibi araçları kullandılar. Bu toplantılarda; yerine göre müzik, folklor, tiyatro gösterisi, konuşma, sohbet ya da bunların bir kaçı bir arada, devrimci düşünceyi emekçilere götürmenin vesilesi oluyordu.
Devrimcilerin gücü; birincisi, savunduklarının doğruluğundan, öne sürdükleri taleplerin emekçilerin çıkarlarıyla tam bir uyum içinde olmasından, ikincisi ise; emekçilerle iç içe yaşamak, onların ruh hallerini derinden hissetmekten geliyordu. Bundan ötesi, sınırsız bir enerji ile çalışma ve eldeki olanakların yaratıcı bir biçimde kullanılmasına kalıyordu. Bu ne ölçüde yapılabildi, güçler ne ölçüde seferber edilebildi; bugün üstünde durulması gereken asıl sorun budur.

Özel bir faaliyet olarak seçim propagandası
Bir siyasi parti ya da her hangi bir siyasi örgütlenme için propaganda faaliyeti, her gün, kesintisiz yapılması gereken bir faaliyettir. Hele komünist partisi gibi, var olan düzeni yıkıp yeni bir dünya kurmak isteyen bir parti için propaganda faaliyetinin, planlı, düzenli, üstünde düşünülmüş bir faaliyet olması zorunludur. Ve bu propagandanın özü her zaman sömürü ve zulüm düzeni kapitalizmin ekonomik ve siyasi yapısını teşhir etmek ve sosyalizmin propagandasını yapmak olmuştur. Ama bazı özel dönemlerde ve gündemde her hangi bir özel talep öne çıktığında, olağan propaganda faaliyeti mücadelenin ihtiyaçlarına yanıt veremez duruma gelir ve bu durumda faaliyetin hem örgütlenmesi, hem içeriği hem de araçları bakımından değiştirilmesi, o günün ihtiyaçlarına yanıt verir hale getirilmesi gerekir. İşte seçim dönemi, böyle “özel dönem”lerden birisiydi.
Propaganda faaliyeti için seçim dönemi neden özel bir dönemdi?
Her şeyden önce, burjuva partileri ve burjuva basın yayın organları, bu dönemde, eteklerinde yığınları kandırabileceklerini düşündükleri ne kadar vaat varsa ortaya dökerler ve bu vaatler propaganda merkezlerince renkli ambalajlarla piyasaya sürülür. Bu, yığınların ilgisini kendi güncel sorunlarından (iş, geçim derdi vb.) çekerek ülke ve dünya sorunlarına yöneltir. Gerçi burjuva partileri bunu pek istemezler, ama yapmak zorunda kaldıkları faaliyet ister istemez böyle bir durumu ortaya çıkarır. Yani kitlelerin kulağı ülkede, dünyada olup bitenlere açılır. Burjuva partileri bu durumu kendi lehlerine kullanmak istediği gibi, proletaryanın partisi de (diğer düzen muhalifi devrimci-demokrat örgüt ve partiler de aynı şeyi yapmak ister) yığınların politikaya duyduğu bu “olağandışı” ilgiden kendi dünya görüşü ve politikalarım yığınlara anlatmak için yararlanmak ister. Dahası seçim dönemi, ne kadar kısa olursa olsun; proletarya partisinin en geniş yığınlara seslenmesi için yeni olanaklar sunar. Olağan zamanda kullanamadığı açık kürsülerden, en azından bir bölümünden, yararlanma imkânları ortaya çıkar. Örneğin, adaylar çıkararak ya da çıkan adaylardan bazılarını destekleyip seçimlere katılarak, (ya da boykot ederek) sesini olabildiğince geniş kesimlere duyurmayı amaçlar. Bu seçimlerde ortaya çıkan durum ve olan da böyle bir durumdur.
İşte bu nedenledir ki; seçimlerle ilgili propaganda faaliyeti olağan zamanlardakinden farklı olmak zorundaydı, büyük ölçüde de öyle oldu.
Olağan bir dönemde bir büro kiralayıp hoparlörle devrimci propaganda yapılamazdı, ama bağımsız sosyalist ve devrimci adayların seçim büroları ya da arabaları sabahtan akşama, hatta gecenin geç saatlerine kadar diledikleri gibi propaganda yapabiliyordu. Yine gecenin on bir-on ikisine kadar kahvelerde propaganda yapılabiliyordu. Olağan zamanda dağıtıcıları köşe bucak aranacak içerikte bildiriler, seçim döneminde açıkça, çarşı-pazar her yerde dağıtılabilen bir şey haline gelmişti. Pankartlar ve afişler için de aynı şeyler söylenebilir.
Mitingler ve kapalı salon toplantıları ise; propaganda için daha büyük olanaklar sunan biçimlerdi. Yüzlerce insanı toplayıp propaganda yapmak olanaklıydı. Bizim gibi, miting için izin almanın çok güç, hatta olanaksız olduğu, sendikalar gibi örgütlere bile izinin nadiren verildiği bir ülkede miting elbette büyük bir olanaktı ve her seçim bölgesinde, 10 gün boyunca en azından bir kez miting yapılabilirdi.
Seçim süresi içinde yapılan ve komünistlerin, devrimcilerin amaçlarına yanıt vermesi bakımından ilginç faaliyetlerden birisi de, emekçi semtlerinde oldukça yaygın uygulama alanı bulan “ev toplantıları”ydı. Kadınlı erkekli emekçiler, çeşitli evlerde toplanarak komünistlerin seçimlerle, ülke ve dünyadaki gelişmelerle ilgili söylediklerini ilgiyle izlediler. Sorular sordular, aldıkları yanıtları irdelediler. Sadece seçimle ilgilenmekle de kalmayıp, sınıfın partisi, kendi bulundukları konum vb. konusunda da bilgi edinmeye çalıştılar; daha da ötesi seçimlerden sonra yapılması gerekenler üstüne düşüncelerini söylediler.
“Kahve toplantıları” da komünistler için yeni bir şeydi ve oldukça ilginç tartışmalara sahne oldu: Her şeyden önce emekçiler bağımsız devrimci adayların kahve toplantılarına olağanüstü bir ilgi gösterdiler. Genellikle akşam saat 7.00-8.00 sıralarında başlayan toplantılara, ortalama 70-80 kişi katılıyordu. Bazen saatlerce, gecenin 11.00-12.00’sine kadar süren konuşma ve söyleşileri emekçiler dikkatle izliyorlar, izlemekle de yetinmeyip kendileri de bu konuşmalara katılıyorlardı. Ve hemen her zaman, seçim ve burjuva partilerin niteliklerine ilişkin konulardan kalkan konuşmalar, ülke ve dünya sorunlarının tartışmasına kadar uzanıyor, aydınların, küçük burjuva devrimcilerinin “bunlar emekçileri ilgilendirmez” diyeceği pek çok konu bu söyleşilerin tartışma konuları haline geliyordu.
Emekçilerle en yakın temasın sağlandığı kahve ve ev toplantılarında sürdürülen söyleşilerde burada sözü edilmesi gereken iki ilginç nokta vardı: Birincisi “sosyalizm öldü” propagandasının emekçileri fazla etkilemediği, ikincisi ise; “SHP’nin oyları bölünür” endişesinin işçi ve emekçiler için geçerli olmadığı.
Gerçekten de, seçim çalışmaları boyunca, emekçiler tarafından, “sosyalizm iflas etmiştir, sosyalist bağımsız adaylar çıkarılması anlamsızdır” gibi bir tartışma açılmadığı gibi, buna benzer sorular da yöneltilmemiştir. Bu duruma çokbilmiş aydınlarımız, “emekçilerin dünyada olup bitenlere ilgisizliği” damgasını basabilirler; ama TV, radyo ve burjuva basınının, günün her saati bu konuyu gündeme getirdiği düşünülürse, bu konuda emekçilerin “bilgisizliği” anlamlı olamaz. Tersine burjuva propaganda merkezleri ve burjuva düzen partileri her gün, çarpık bilgi bombardımanına tutarak, emekçileri olumsuz bir biçimde koşullandırmaya çalışmaktadırlar. Burada olsa olsa, emekçilerin sosyalizmi şu ya da bu ülkede yenilgiye uğramasını önemsemediklerinden, ama kendi ülkelerinde sosyalizmin ancak kendi çabalarıyla kurulacağını, bunun için çaba gösterilmesi gerektiğini sezgisel olarak da olsa fark etmelerinden söz edilebilir. Ki bu içgüdü, herhangi bir küçük burjuva aydınında olamaz. Hele bizimki gibi, özgürlük ve bağımsızlık mücadelesini bile Avrupa Konseyi, uluslararası insan haklan komisyonlarının baskılarına devretmiş aydınların bunu anlaması olanaksızdır. Burada şunu söyleyebiliriz ki; burjuva propaganda makinası “sosyalizm ebediyen öldü” diye dünyayı ayağa kaldırıyor, ama emekçilerimiz bu propagandadan çeşitli burjuva aydın kesimler kadar derinden etkilenmiyor. Tersine sosyalizm onlar için “eski”, “ölmüş” bir şey değil, gelecekte kendi kollarıyla kuracakları bir sistem olmaya devam ediyor. Bu yüzden de bugün bu çaba içinde olanlarla birleşmek eğilimi gösteriyor, en azından onların çabalarına olumlu bakıyorlar.
Bu seçimlerde, önceki seçimlere göre son derece az öne sürülen sorulardan birisi de “SHP’nin oylarını bölüyorsunuz, bağımsız adaylara verilecek oylar boşa giden oylar olmaz mı?” sorusuydu. Elbette SHP ve onun açık ve gizli destekçileri bu kampanyayı yürüttüler, bazen kahve toplantılarına gelip kafa karıştırmaya da çalıştılar. Ama emekçilerle yakın ilişkilerin kurulabildiği her yerde bu soruyu soranlar, daha çok emekçilerden, gerekli yanıtı aldılar. Değişik yerlerde sorulan bu türden sorular ve bu görüşü destekleyenler, daha çok SHP ile işbirliğini savunan siyasi odaklara yakın olanlardan ya da doğrudan SHP’lilerden geldi. Ama orada bağımsız adayı dinlemeye gelmiş emekçileri bu tür konuşmaların etkilediği söylenemez. Burada şunu ekleyelim ki; önceden, bağımsız adayın toplantısının olduğu duyurulan kahvelere gelenler, çok azı dışında, “bağımsız devrimci aday ne söylüyor?” diye merak edip, ona göre tutum belirlemeye gelen insanlardı. Yani bunlar, ne bir politik akımın taraftarı, ne de özel olarak çağ irilmiş kişilerdi. Tek özellikleri emekçi olmak ve herhangi bir burjuva partisine angaje olmamış olmaktı. Bu yüzden de devrimci propaganda karşısındaki tutumlarını önemli bir kıstas olarak görmemek için hiç bir neden yoktur.
Kuşkusuz, SHP’ye duyulan ilginin azalmasında SHP’nin tutarsızlıkları, iç çatışmaları ve kamuoyuna yansıyan yüzünün cilasının dökülmüşlüğünün etkisi de vardır. Ama burada komünistler için asıl görülmesi gereken emekçilerin burjuva parlamentosu ve burjuva partilere karşı tutumunun değişmeye başlamasıdır. Bu değişiklik, Onlardan kopma, bu partilere oy vermekle durumlarında ciddi bir değişiklik olmayacağını fark etmeye başlamaları yönündedir.
Kısacası seçim dönemi, kendine has nedenlerden dolayı, devrimci propaganda için sayısız yeni olanaklar sundu ve bu olanaklar kullanılabildiği ölçüde de yeni kazanımların önünü açtı.

Seçim dönemi propagandasında görülen belli başlı zaaflar
Devrimci çalışma içinde yapılan işin değerlendirilmesi, daha sonra yapılacaklar için dersler çıkarılması, ayrıca sözü edilmeye gerek olmayacak kadar bilinen bir tutumdur. Ama özellikle belirli bir kampanya yürütüldüğünde, olağan çalışma içinde pek de belli olmayan, ama kökleri derinlerde olabilen zaaflar çok daha açık bir biçimde kendini gösterir. Bu son yaşanan seçim dönemi de, nispeten kısa, ama son derece yoğun çalışmalara sahne olan bir kampanyaydı. Bu yüzden de, inisiyatif, esneklik, yaratıcılık, ataklık, girişkenlik, fedakarlık ruhu, çalışkanlık gibi her devrimci örgütte ve kişide olması gereken nitelikleri bir kez daha sınavdan geçirdi.
Elbette, bu özellikler açısından çalışmanın bütün boyutlarında ortaya çıkan yanlış ve doğruları ele alıp değerlendirmek Özgürlük Dünyası’nın konumunu çok aşan bir şeydir. Bu yüzden de burada sadece propaganda faaliyeti açısından, izlenebildiği kadarıyla, görülen yanlışlar ve eksikler üstünde duracağız.
Her şeyden önce belli bir kampanya dönemi içinde yürütülen bir propaganda faaliyeti (hele konu seçimler gibi son derece geniş bir konuysa) iki özelliği son derece başarılı bir biçimde birleştirmek zorundadır: genellik ve özellik. Propaganda genel olmak zorundadır: Çünkü emperyalist dünya sistemi karşısında sosyalist bir dünya sistemi, kapitalist bir ülke düzeni karşısında sosyalist bir düzen savunulmaktadır. Burjuva parlamentosunun köklü bir eleştirisi karşısına proletaryanın devleti ve demokrasisi konulacaktır. Aynı zamanda propaganda özel olmak zorundadır: çünkü emekçiler, bir yandan günlük sorunları (işsizlik, enflasyon, düşük ücret, sendikal hak ve özgürlükler vb.) içinde boğulurken, burjuva partileri tarafından sahte vaatlerle kafaları karıştırılmakta, seçimden hemen sonra girecekleri bir “cennet” hayaline kapılmakta, buna pek inanmasalar bile, inanmak da istemektedirler. Bu yüzden de devrimci propaganda emekçileri kavramak için onların kafasını dolduran bütün bu özel sorunları ele alarak işe başlamak, en azından bu sorunlarla genelin bir ilişkisini kurmak zorundadır. Kuşkusuz burada, genelle özelin birliği derken, genel ve özel sorunların hepsini, bir yerde, sayıp döküp bunlar arasında düz bağlantılar kurulması kastedilmiyor. Tersine, burada kastedilen, her özel sorunun genel sorunlar perspektifiyle değerlendirilmesi ve en özel sayılacak, mahalli bir sorunun bile genelle içsel bağlantısının kavranıp sorunların böyle bir perspektiften dile getirilmesidir.
Öte yandan zaman çok kısa ve burjuva partilerin olanaklarıyla karşılaştırıldığında devrimci propagandanın olanakları son derece sınırlıdır.
Bu zorlukları aşmanın, varolan koşullarda, yolu tektir: Üstünde iyi düşünülmüş, içerikleri herkesin anlayacağı bir biçimde açıklanmış sloganlar ve eldeki güçleri en verimli bir piçimde harekete geçirecek bir planlama.
Seçimlerde yürütülen propaganda faaliyetine bu açıdan bakıldığında iç açıcı şeyler söylenemez.
Her şeyden önce propaganda faaliyeti bazen çok genel, soyut kimi ideallerin propagandası olarak yansırken, kimi zamanda bir sendika çalışması kadar güncel sorunlar arasında boğulup kalmıştır. Kuşkusuz, faaliyete katılanlar, her konuda bir şeyler söylemeye çalışmışlardır, ama bunlar, gidilen yerin özel sorunları, burjuva partilerin o bölgede yürüttüğü propagandanın hangi motifleri kullandığı vb. önceden bilinmediğinden, en önemlisi de; nasıl bir propaganda yapılacağı üstüne önceden kafa yorulmadığından, konuşmalarda dünya ve ülke sorunlarıyla emekçi sorunlarının bağlantısının kurulmasında yetersiz kalınmıştır. Bu durum, genel sorunlarda belirli cümlelerin yinelenmesi, özel konularda da yabancılık ve yeterli bilgiye sahip olmama gibi yansımıştır. Örneğin, çoğu zaman, burjuva partilerinin propagandalarına çekicilik kazandıran sloganlar ve vaatleri bir kaç cümleyle eleştirilerek, ya da “hepsi kötüdür, hiç bir şey yapamazlar” denilerek, burjuva partilerinin vaatleri çürütülmüş sayılmıştır.
Sosyalizmin propagandası ise; hemen her zaman “sosyalizm öldü” propagandasının antitezi gibi “sosyalizm ölmedi” yinelemesi ile yanıtlanmış, sosyalizmin emekçilere ne getireceği, nasıl bir dünya düzeni gerçekleştireceği gibi konulara pek girilememiştir.
Yine Kürt sorununda, asimilasyon ve Kürtler üstündeki terör lanetlenmiş, Kürtlerin ağır baskı altında olduğu vurgulanmış, ama asıl yapılması gereken yapılmamış, Türk işçi ve emekçilere düşen görevler üstünde, en azından vurgu yapılarak durulmamıştır. Oysa işçi sınıfı açısından sorunun asıl önemli yanı bu yanıydı ve Türk şovenizmine ve Kürt milliyetçiliğine karşı tutum da ancak böyle netleşebilirdi.
Benzer şeyleri, emperyalist yeni dünya düzeni ve ülkedeki siyasi ve ekonomik düzenin teşhirine ilişkin propaganda için söylemek de olanaklı.
Propagandada kullanılan materyaller ve propaganda olanakları açısından bakıldığında; seçim ortamının bu açıdan da gereği gibi kullanılmadığı görülür. Propagandanın “serbest” olduğu 10 günlük süre göz önüne alındığında (sürenin kısalığı çok hızlı çalışmayı gerektiriyordu); bir günde birden fazla aracın kullanıldığı nadiren görülen bir durumdur. Örneğin, bir seçim bölgesinde (istisnaları olabilirdir günde ancak bir kahve toplantısı yapılabildiği bir gerçektir. Oysa güç ve olanakların doğru seferber edilmesi durumunda bu sayı artırılabilirdi. Bir aday, bir akşamda birinden ötekine geçerek,3-4 kahvede konuşma yapabilecekken, etrafındaki 8-10 kişiyle birlikte 3-4 saat boyunca bir kahvede kalıyordu. Sanki aday bizzat orada bulunmazsa propaganda yapılamaz gibi bir tutum egemendi. Aynı anlayış, diğer propaganda faaliyetleri içinde de gözleniyor: değişik mahallerdeki seçim “irtibat büroları” inisiyatifli bir biçimde çalışamıyor, çalışmasını, asıl olarak, adayın gelip konuşma yapacağı günlerle sınırlıyorlardı.
Propaganda faaliyetleri içinde eksikliği en çok duyulan özelikler, inisiyitatif ve yaratıcılıktı denebilir. Çalışma içinde yer alanların önemli bir çoğunluğunun, gerek varolan propaganda araçlarının dağıtılmasında, gerekse bölge özellikleri ve ilişkilerden yararlanarak yeni olanaklar yaratılmasında başarılı oldukları söylenemez. Çoğunluk, adayın ne diyeceğini, neyin nasıl yapılması gerektiğini birilerinin söylemesini bekledi. Yeni propaganda olanakları ve mekânlarının ortaya çıkarılmasında yeterince çaba harcanmadı.
Propagandada görülen bir diğer eksiklik de, seçimler döneminde de propagandanın asıl yönelmesi gereken işçi sınıfı olduğu gerçeğinin belirsizliğiydi. Seçim bölgeleri genellikle işçi semtleriydi, ama yine de her komünist propagandacının fabrikalara, doğrudan işçilere yönelik bir propaganda için özel bir çabası olması gerekirdi. Bunun da ötesinde, adayların büyük çoğunluğunun işçi olması bile özel çağrılan zorunlu kılıyordu ve fabrika çıkışları, direniş ve grev alanları daha çok ziyaret edilen yerler olmak durumundaydı. Kaldı ki; düzenin en radikal muhalefeti olarak işçi sınıfı bu çağrıya en çabuk yanıt verebilecek sınıftı.
Propagandayı zayıflatan etkenlerden birisi “de yığınlardan bağımsız adaylara oy isterken gösterilen çekingenlikti. Oysa bir emekçinin bir burjuva partisine değil, bir bağımsız devrimci adaya oy vermesi, “bir oy”dan çok öte, burjuva partilerine açıkça tutum alması, onlardan kopmasını ilan anlamına gelirdi ki; bu, çok önemliydi. Ama propaganda da bu motif işlenmediği gibi, bu perspektifte belirsiz kalıyordu. Nitekim “iptal oylar”ın böyle çok ve hemen bütün bölgelerde yüksek oranlı olmasında bu perspektif yanlışlığının önemli rol oynadığını da saptamak gerekir.
Öte yandan, seçim bölgelerinde çalışma, seferber edilen insan sayısının azlığı, zamanın iyi kullanılamaması, planlamanın iyi yapılamaması vb. nedenlerle dar bölgeler içine sıkışmış, o seçim bölgesindeki nüfusun nispeten az bir bölümü devrimci propagandayla yüz yüze gelebilmiştir. Nitekim çalışmaların yoğunlaştığı bölgelerde, bağımsız devrimci adaylar yüzlerle ifade edilen oylar alırken, aynı nüfus bileşeninde olan bir başka bölgede oy sayısı son derece düşük olabilmiştir. Bu alandaki bir diğer eksiklik de, eskiden beri devrimci çalışmanın zaten var olduğu bölgelerde yoğunlaştırılması olmuş, yeni ve daha geniş alanlara açılmak amacı güdülmemiş, güdülse bile yerine getirilememiştir. Bunun başarıldığı kimi bölgelerde ise; seçim çalışması, yeni pek çok kişinin devrimci düşünceyle yüz yüze gelmesi olanağını sağlarken, bu bölgelerdeki potansiyelin, devrim ve sosyalizm propagandasına açıklığın, diğer yerlerden hiç de geri olmadığını göstermiştir.
Bunlara, propagandanın diğer unsurları olan afiş ve pankartların zamanlama, miktar ve içerik olarak ihtiyaca yanıt verecek düzeyde olmadığı, yazılı propaganda materyalleri olan broşür, bildiri gibi araçların da, bölge nüfusu ve burjuva partilerin faaliyetleri düşünüldüğünde çeşit ve miktar olarak son derece sınırlı kullanıldığını da eklemeliyiz.
Hiç kuşkusuz; seçim çalışması gibi bir çalışma bir aday ve onun etrafındaki bir kaç kişiyle başarılacak bir şey değildir. Bu kendi başına özel bir organizasyon ve koordinasyonu gerektirirdi. Ama bu organizasyonun, olanaklar ve insan gücü açısından yeterince birleştirilebildiği {bölgeden bölgeye farklılıklar taşısa da) söylenemez. Bu yüzden de seçimler, aynı zamanda, farklı alanlardaki çalışmaların birleştirilmesi, esneklik ve kavrayışların niteliği bakımından da önemli bir deney, bu yönden de üstünde durulup, dersler çıkarılması gereken bir faaliyet olmuştur.

Bazı saptamalar
Bir seçim dönemi yaşandı. Olumlu yapılan şeyler olduğu kadar olumsuzluklar da vardı; ama emekçilerin devrime, sosyalizme yönelişi açısından çok önemli veriler ortaya çıkardı.
Burjuva partilerinin ve devletin, sınırsız olanaklarla emekçileri devrim ve sosyalizmden soğutmak için başvurduğu alçakça kampanyalara karşın emekçiler, (iptal edilen oylar da göz önüne alındığında) her seçim bölgesinde, bütün olumsuz koşullara karşın, bağımsız adayları bir kaç bini aşan oylarla desteklediler. Bu asla küçümsenmemesi gereken, tersine çok önemsenmesi gereken bir destektir. Çünkü bu oylar, başka herhangi bir nedenle değil doğrudan, bağımsız aday devrimci, sosyalist, yani burjuva düzenine karşı olduğu için, üstelik bu oyların, bir bağımsız adayın parlamentoya girmesine yetmeyeceği bile bile verilmiştir.
Öte yandan, bağımsız adaylara oy verilen sandıkların seçmenlerinin sosyal statüsüne bakıldığında; bunların aydınlar, gençler, küçük burjuva devrimci çevreler değil işçiler, en yoksul semtlerin emekçileri olduğu görülür. .Bu durum, ülkemiz için son derece önemlidir. Çünkü devrimci propagandanın en yüksek olduğu, ‘70’li yılların sonunda bile devrim ve sosyalizm düşüncesi küçük burjuvazi ve aydınlar tarafından desteklenen bir düşünceydi. Ancak 80’lerin ikinci yarısından sonradır ki bu düşünce işçi sınıfı temeline yönelebilmişti. İşte son seçimlerde, bağımsız sosyalist ve devrimci adaylara çıkan oyların emekçi ve işçi oyu olması bu yönelişin bir ifadesi olup, ülkemizde Marksist düşüncenin, ilk kez, kendisini büyütüp güçlendirecek toprağı bulduğunun bir göstergesi olması bakımından önemlidir.
Burada şunu söylemek hiç abartma olmayacaktır: Burjuva propagandacıların bütün, “Devrim ve sosyalizm öldü!” propagandalarına, devrimci saflarda karamsarlık ve umutsuzluk yayma çabalarına karşın işçiler ve emekçilerimizin yönelişi devrim ve sosyalizme doğrudur. Devrimci propagandayla yüz yüze geldiği her yerde ona olumlu yanıt vermektedir. Öyleyse yapılması gereken, bu konuda burjuvazinin dalkavuklarının, emperyalist propaganda merkezlerinin neler söylediği üstünde tartışmak değil, devrim ve sosyalizm düşüncesini daha büyük enerjiyle işçilere, emekçilere taşımaktır. Seçim bunu açıkça göstermiştir.

Aralık 1991

Proletarya Partisi ve Çalışma Tarzı: (2) İşçi Sınıfı Partisinin Kitle İçinde Çalışması

Kapitalist bir toplumda, Proletaryanın devrimci komünist partisinin esas görevi; işçi sınıfı başta olmak üzere, emekçi yığınları devrim için eğitmektir biçiminde kısaca ifade edilebilir.
Bu kısa tanımlama; sınıf partisinin, merkez komitesinden en alt hücrelerine kadar bütününün faaliyetinin amacını açıkça ortaya koyar. Bu amaç; sınıf partisinin her kademedeki faaliyetinin emekçi sınıfları eğitip seferber etmeye yönelik bir perspektifle yürütülmesini zorunlu kılar. Partinin kitle çalışması, bu amacın gerçekleştirilmesi faaliyetinden ibarettir.
Böyle bir yaklaşım, devrimci komünist partiyle her türden oportünist ve küçük burjuva akım, örgüt ve partileri birbirinden ayıran başlıca ayıraçlardan birisidir. Çünkü; çeşitli türden küçük burjuva ihtilalci akımlarda örgütlenme perspektifi, yığınların örgütlenip seferber edilmesi değil, kendi dar gruplarının örgütlenip, kimi “önemli işleri” başaracak düzeye gelmeleriyle sındıyken, çeşitli türden oportünist ve reformcular için yığınların eğitilip seferber edilmesi düzen sınırlan içinde kimi hakları elde edecek, bu reformcu politikacıların peşine takılacak, onlara oy verecek kadar bir “bilinç”le yetinmeleriyle sınırlıdır. Gerçekte böyle bir amaç, şöyle ya da böyle parlamentoların bulunduğu ülkelerde katıksız burjuva partileri için de geçerlidir. Burjuva partileri de, emekçileri kendi doğrultularında “eğitmek”, düzenlerinin dayanağını genişletmek için kullanmak isterler.
Soruna daha genel perspektiften bakıldığında şöyle bir görünüş vardır: Bütün burjuva partileri ve değişik türden oportünist, reformcu, kendisine sosyalist, komünist vb. adını yakıştıran küçük burjuva parti ve örgütler, emekçileri kendi doğrultularına çekmek için her yolla etkilemeye, sözcüğün geniş anlamıyla onları “eğitmeye” çalışırlar. Ama onların yığınları eğitmesiyle devrimci komünist partisinin eğitmesi arasında özde bir karşıtlık vardır. Bu farkı anlayabilmek için eğitimin ne olduğuna kısaca değinelim.
Eğitimi, en genel anlamıyla insanların belirli bir dünya görüşü doğrultusunda, düşüncelerinin, yaşama tarzı ve alışkanlıklarının biçimlendirilmesi olarak tanımlarsak, bu eğitimin daha insanın doğduğu andan itibaren aile, toplumsal çevre, din, gelenek ve görenekler tarafından, egemen sınıf ve partilerinin özel bir çabası olmadan başlatıldığını, resmi eğitim kurumları, TV, basın vb. iletişim organları tarafından pekiştirilip yönlendirildiğini söylemek gerçeğin kendisini ifade etmek olur. Bu durumun kaçınılmaz sonucu olarak, sınıflı bir toplum içinde yetişen bir insanın; bu insan ister egemen isterse emekçi olsun, kendiliğinden dünya görüşü, egemen sınıfın dünya görüşüdür. Söz konusu olan kapitalist toplum olduğunda, kapitalist toplumun insanı ister burjuva ister proleter olsun, onun kendiliğinden dünya görüşü burjuva dünya görüşüdür. Bu yüzdendir ki, burjuva partilerin emekçileri eğitmesinden söz ederken, eğitmek sözcüğünü tırnak içinde kullandık. Çünkü gerçekte burjuva partilerinin, emekçileri eğitmeye ihtiyacı yoktur. Emekçiler, daha yetişkin çağa gelmeden burjuva dünya görüşüyle doldurulmuşlardır. Burada burjuva partilerinin yaptığı, onları yeni bir dünya görüşüyle biçimlendirmek değil, onları kendi politikalarına çekmek çabasından ibarettir. Bu nedenledir ki, burjuva partileri yığınları kendi doğrultularında etkileme işini “uzmanlara”, reklâmcılara havale edebiliyorlar.
Kapitalist toplumda kişinin düşünce ve davranışlarını belirleyen, kapitalist üretim ilişkileri olup, daha doğduğu günden itibaren bu ilişkilerin biçimlendirdiği toplumsal ortamda yaşayan kişi içip bu ilişkiler olağan ve başka bir tarzda olamaz gibi görülür. Burjuva partilerinin asıl işlevi bu düşüncenin, kapitalizmin olabilir en iyi sistem olduğu düşüncesini pekiştirmektir. Bunların aralarındaki çatışma sistemin şöyle ya da böyle işletilmesi gerektiğinden ibarettir. Bu yüzden de, en emekçi yanlısı görünen burjuva partileri için bile amaç, düzenin en göze batan çelişmelerini törpülemek, yumuşatmaktan ibaret kalır.
Demek ki burjuva partileri için, emekçi yığınların bilincinde köklü bir değişiklik yaratma, onların geleneksel olarak yerleşmiş olan bilinç ve alışkanlıklarını değiştirme gibi bir sorun yoktur. Onlar için olabilecek en ileri amaç, yığınların diğer burjuva partilerine kendisini tercih edecek kadar bir “bilince” sahip olmasıyla sınırlıdır. Çalışma tarzları, yığınlara yönelik faaliyetlerinin içerik ve biçimi de bu yaklaşımla uyumludur.
Proletarya partisi için durum tamamen farklıdır: O, yığınların içinde yaşadıkları toplumsal koşullar tarafından belirlenen ve burjuva eğitim ve partileri tarafından biçimlendirilen bilincini değiştirmek, dünyaya değişik bir dünya görüşü açısından, proletaryanın dünya görüşü açısından bakmasını sağlamak zorundadır. Yığınlara yönelik parti faaliyetinin özü budur. Yığınları kazanma faaliyetinin temeli olan propaganda ve ajitasyonun içerik ve biçimi, izlenen taktikler bu temel amacı gerçekleştirmeye hizmet etmek zorundadır.
Elbette, yığınlara yönelik parti faaliyetinin niteliği, sadece propaganda-ajitasyon faaliyetinin içeriği, taklitler vb.ni belirlemekle de kalmaz; partinin örgüt biçimini de doğrudan belirler.

Devrimci komünist partisinin örgütsel ilkeleri ve biçimi, hiç kuşkusuz bir anda ortaya çıkmadı. Tersine bu normlar, proletaryanın burjuvaziye ve kapitalizme karşı mücadelesi içinde ortaya çıktı ve Marksizm-Leninizm’in büyük öğretmenleri tarafından biçimlendirilip genelleştirildi. Özellikle Bolşevik Partisinin deneyimi, devrimci komünist partisinin evrensel normlarının belirlenmesinin başlıca dayanağı oldu. 20. yüzyılın ilk yıllarında Iskra etrafında profesyonel devrimcilerden oluşan, “partinin iskeleti” olarak biçimlenen Bolşevik Partisi, 1905 Devrimi sonrasında, parti hücreleriyle ete ve cana kavuştu. O zamandan beri de hücre, proletaryanın devrimci komünist partilerinin temel örgütü oldu.
Hücre, proletarya partisinin yığınlara açıldığı ve aynı zamanda yığınları partiye bağlayan parti örgütüdür. Bu yüzden de Merkez komitesinden başlayarak bütün parti organlarının faaliyeti, hücrenin yığınlara yönelik faaliyetine hizmet edecek biçimde düzenlenir.
Nasıl biyolojide hücre canlılığın bütün özelliklerini taşıyan canlı biri-miyse, parti hücresi de partinin bütün özelliklerini taşıyan bir organdır. Yani, nasıl ki parti; proletaryanın örgütlü, öncü, her koşul altında proletaryanın çıkarlarını savunup mücadelesine önderlik eden vb. nitelikleri taşımak zorundaysa, parti hücresi de, bulunduğu birimin öncü, örgütlü, her koşul altında mücadeleye önderlik eden, birimdeki bütün parti faaliyetini şahsında toplayan vb. niteliklere sahip olmak zorundadır.
Yukardan beri söylenenler göz önüne alındığında, hücrenin görevi için, şunları söyleyebiliriz:
1) Hücre, partiyi yığınlara, yığınları partiye bağlayan partinin temel örgütüdür.
2) Partinin yığınlara yönelik ajitasyon-propaganda, örgütlenme, önderlik vb. bütün faaliyetinin gerçekleştiricisi parti hücresidir.
3) Her hücre, bulunduğu birimde, bütün parti faaliyetinin merkezidir.
Proletarya partisinin hücre temelinde örgütlenmesinin ve hücrenin görevlerinin mantıksal temelini anlamak için partinin kille çalışması amacı üstünde biraz daha durmak gerekir.
Yukarıda, parti çalışmasının asıl amacının yığınları eğitmek, burjuva dünya görüşü yerine proletaryanın dünya görüşünü egemen kılmak, yığınları proletarya partisinin çizgisine çekmek, kısacası yığınların devrim için eğitilip seferber edilmesi olduğunu vurgulamıştık. İşçi ve emekçilerin, daha doğdukları günden başlayarak egemen sınıfın dünya görüşü doğrultusunda eğitildiği, bu eğitimin okul ve kitle iletişim araçlarıyla biçimlendirildiği, burjuva partilerince yığınların her gün ve her saat kafalarının karıştırıldığı göz önüne alındığında, proletarya partisi burjuvaziye karşı, yığınları kendi çizgisine çekmek için, emekçiler üstündeki burjuva etkiyi kırmak zorundadır. Burjuvazinin elindeki propaganda olanakları göz önüne alındığında, proletarya partisinin aynı yöntemlerle burjuvazinin emekçiler üstündeki etkisini kırması, onları devrim mücadelesine çekmesi olanaksızdır. Bu nedenledir ki; proletarya partisi, yığınlarla her an yüz yüze olacağı, onları gündelik mücadele içinde eğitip seferber edeceği bir örgütlenme biçimini geliştirmek zorundaydı. İşte bu örgüt biçimi, üretim birimlerinde örgütlenmiş hücreler temelinde yükselen (bu partinin özelliklerinin ne olduğuna bir önceki yazımızda değinmiştik) proletaryanın devrimci partisidir.
Lenin, sınıfın partisini şöyle tanımlıyor:
“Parti, mümkün olduğu kadar çok şubesi olan çeşitli yasal işçi kuruluşlarından oluşan bir şebekeyi mümkün olduğu kadar geliştirmek suretiyle, kitle içindeki çalışma için kendisine ‘dayanak noktalan’ sağlamak zorunda olan yasa-dışı sos-yal-demokrat hücrelerden oluşmuştur.” (Lenin, Yasa Dışı Parti Yasal Çalışma, s.154 Evren Yayınları, 1977)
Burada, “Burjuvazinin devasa olanakları karşısında hücreyi güçlü kılan, onu alt etme olanağı sağlayan şey nedir?” sorusu karşımıza çıkar.
Hiç kuşkusuz, her şeyden önce, burjuvazinin olanakları karşısında hücreyi (ve tabii partiyi) güçlü kılan bizzat kapitalist sistemin niteliğidir. Kapitalist toplumda egemen ideoloji, burjuva ideolojisidir ve bir proleter de kendiliğinden bilinciyle bir burjuva bilince sahiptir. Buna yukarda değindik. Ama bu yan sorunun sadece bir yanıdır, öte yandan proleterler ve diğer emekçiler, kapitalist düzenin sömürü ve baskısı altında olmak gibi temel bir nedenden dolayı her hangi bir burjuvadan farklı bir durumdadır. Bu yüzden de proleter ve emekçilerin burjuva bilince sahip olmaları, onların toplumsal statüleriyle çelişir. Bu çelişki proleteri burjuva dünya görüşü ve tabii burjuva partilerin politikalarıyla çatışmaya sürükler. Proletarya partisini güçlü kılan, yığınları kazanmada avantajlı hale getiren en önemli temel, bu çelişmedir.
Demek ki, her şeyden proletarya partisi, proletarya başta olmak üzere emekçi sınıfların yakın ve uzak çıkarlarının en tutarlı savunucusu olduğu için burjuva dünya görüşü ve onun partilerinin etkisini kırmak için güçlü bir dayanağa sahiptir. Aynı nedenle devrimci komünist partisinin hücresi de, kendi çalıştığı birimde yığınların yakın ve uzak çıkarlarının en tutarlı savunucusu olarak, burjuvazi ve onun partileri karşısında güçlü bir dayanağa bir sahip olur.
Ancak, partinin sınıfın çıkarlarını savunuyor olması ve bunların bir biçimde propaganda edilmesi, belki yığınlar üstünde az çok bir etki yaratır, ama bu etki burjuva partileri ve burjuva dünya görüşünün emekçiler içinden tecridini sağlayamaz. Tam bu noktada hücre ve onun faaliyeti devreye girmek, propagandanın etkisini derinleştirmek, bu etki maddi güce dönüştüğü ölçüde yığınları örgütlemek, yığınları devrim mücadelesine çekmek, her gün her saat yeniden yeniden bu etkiyi derinleştirmek çabasını sürdürmek durumundadır.
İşte bu faaliyetin muhtevası hücrenin çalışmasını, onun örgütlenmesinin nitelik ve biçimini belirler.

Son yıllarda en çok tartışılan konulardan birisi de, proletaryanın devrimci komünist partisinin yasal olup olamayacağıdır. Hemen bütün reformcular, revizyonist artıklar ve her türden tasfiyeci için partinin yasal ya da yasa dışı olması “hukuki bir sorun”dur; eğer yasalar komünist partisinin kurulmasına izin veriyorsa partinin yasa-dışılığı gereksiz bir fantezidir! Oysa gerçek tamamen farklıdır ve proletaryanın devrimci partisinin “her çekirdeğinde yasa-dışı” olması, dolaysız bir biçimde, onun “eyleminin muhtevasından” gelir.
Nedir proletarya partisinin eyleminin muhtevası? Proletarya partisinin eyleminin muhtevası, merkezinde sömürücü, baskıcı bir sistem olan kapitalizmi yıkmak, sınıfsız sömürüşüz, baskısız bir toplum yaratma, komünizmin yolunu açma amacı olan ve bu uğurda bütün ezilen ve sömürülenleri varolan düzene karşı mücadeleye seferber etmektir. Bu eylem, egemen sınıfların tepeden tırnağa örgütlü olduğu, düzenini ayakta tutmak için polis ve ordular beslediği ve her yolla kendi düzenini savunmaya hazır olduğu bir kapitalist dünyada gerçekleştirecektir. Böyle bir dünyanın yasaları ne kadar “demokratik” olursa olsun, kendisini yıkmaya yönelik bir eyleme izin vermeyecektir, vermiyor da. Nitekim bugün dünyanın en demokratik ülkelerinde bile burjuva devletler ancak düzene temelden karşı olmayan muhalefetlerin varlığına izin veriyorlar (radikal muhalefeti ise düzen dışı, terörist ilan edip, terör yasalarıyla ezmeyi amaçlıyorlar) ve düzenlerinin tehlikeye düştüğü her durumda şiddetin ve terörün en akıl almaz biçimde uygulanmasından geri durmuyorlar.
Bugün Avrupa ülkeleri ve dünyanın birçok ülkesinde komünist partisi adı altında çeşitli türden revizyonist partiler var ve kapitalizm koşulları altında faaliyet sürdürüyorlar. Ama bu partiler ya açıkça burjuva düzeni onaylayan sıradan reformcu partilerdir ya da üstü kapalı bir biçimde düzene karşı olmaktan vazgeçmiş olanlardır. Üstelik bunların varlığı ile burjuvazi bir taşla iki kuş vurmakta, bir yandan demokrasisinin genişliğini propaganda etmekte, öte yandan da bu partiler aracılığı ile emekçi sınıflar üstünde etkinliğini pekiştirmektedir. Bu yüzden de bu partilerin varlıklarına bakılarak, devrimci komünist partinin yasal ya da yasa-dışı olmasını “hukuksal bir sorun” olarak görmek anlamsızdır.
Elbette, henüz kapitalist düzen bütünüyle yıkılmadan devrimci komünist partilerin açıkça faaliyet gösterdiği dönemler olmuştur (2. Dünya savaşı sonrası Fransa, İtalya vb. ülkeler, 1917 Şubat-Temmuz arası Rusya’sı gibi); ama bu dönemler burjuvazinin iktidara bütünüyle sahip olamadığı, kendi düzenini oluşturamadığı dönemlerdir.
Öte yandan devrimci komünist partiler, bugün de kimi ülkelerde legal olarak kendilerini ifade etmektedirler ama bu durumda olan partinin faaliyetinin bütününün legal olması değildir ve asıl faaliyetin yasa-dışı planda sürüyor olmasıyla (sürmesi gerektiği) açıklanabilir. Kısacası gerçek bir komünist partisi, düzene karşı savaşacaksa; program olarak olduğu kadar, bu programı yaşama geçiren parti örgütleri bakımından da düzen-dışı olmak, hiç bir yasa ve düzen kuralıyla kendisini sınırlamamak zorundadır. Aksi halde, öne sürdüğü talepler ne kadar radikal olursa olsun bunları yığınlara mal etme, kapitalist sömürü düzenini yıkma şansını elde edemeyecektir.
İlk bakışta yasal bir partinin pek çok olanaklarının var olduğu, yasa-dışılığın ise yığınlarla bağ kurmada son derece sınırlı olanaklar sunduğu sanılır. Özellikle de reformcular ve revizyonistler bu “sanı”yı güçlendirmek için yasalcılığı allayıp pullar, sayısız yararlarından söz ederler. Bunlar için çalışma zaten düzen sınırlarıyla sınırlı olduğu için haklı da sayılırlar. Ama gerçek tamamen tersinedir. Eğer hücrenin faaliyeti gerçekten devrimci bir faaliyetse; yasalarla sınırlı bir faaliyet hücreyi sınırlarken, yasa-dışılık ona sınırsız olanaklar sunar. Çünkü, en demokratik burjuva ülkelerde bile yasal çerçevede sistemli bir devrimci ajitasyon örgütlemek olanaksızdır. Daha doğrusu yasal alanda çok az şey söylenebilir. Bu yüzden de yasal faaliyet yasadışı ile tamamlanmadıkça yığınların devrim için eğitilip örgütlenmesi olanaksızdır. Elbette bundan hücrenin yasal olanaklardan yararlanmayacağı, yararlanmaması gerektiği çıkmaz. Tersine hücre yasal ve yasadışı tüm olanakları sonuna kadar değerlendirdiği ölçüde adına ve görevine layık olabilir.
Yukarıda sözünü ettiğimiz yanlış “sanı”nın, bir nedeni reformcu ve revizyonistlerin istismarıysa, bir nedeni de hücre kavrayışının, birkaç kişinin gizli-kapalı birliğinden, dış dünyadan yalıtılmış bir komplo örgütü gibi algılanmasından gelmektedir. Oysa hücre; partinin bir organı olarak, belirli sayıda partililerden meydana gelen, sınırları belli bir organdır; ama faaliyet olarak kendisini sayısız legal ve yarı-legal işçi örgütleriyle çevrelemiş bir organizasyondur. Nitekim Lenin, hücrenin faaliyetiyle ilgili olarak şöyle tanımlamalar yapar:
“Örgütümüzün mümkün olduğu kadar çok şubesi olan yasal kuruluşlardan oluşan bir şebeke ile çevrili yasa-dışı hücrelerden kurulmuş olduğunu parti dört yıldır söylemektedir.

Bundan, organizasyon biçimlerinin değişmesinin, ‘hücrelerin’ biçiminin daha esnek olması gerektiği ve çoğu kez, bu hücrelerin gelişmesinin doğrudan doğruya değil, fakat yasal yan örgütler aracılığı ile temin edileceği sonucunu çıkartmaktayız. Bütün bunlar parti kararlarında birçok kez tekrarlanmıştır.

“Gerçekten yasa-dışı olan sadece ‘tüm olarak’ Sosyal-Demokrat Parti değil, ‘hücreleri’nden her birisi ve -önemli olan nokta budur- devrimi örgütleyen ve hazırlayan çalışmanın muhtevasıdır.” (Alıntılar, Lenin, Yasa Dışı Parti ve Yasal Çalışma, Evren Yayınları)
Demek ki, hücre yığınlardan yalıtılmış bir örgüt değil, çeşitli yasal örgütlerle çevrelenmiş, onlar için derinlemesine bir parti çalışması yürüten bir örgüttür

Hücre ve kitle içindeki çalışması
Yukarıdan beri söylenenlerden açıkça anlaşılacağı gibi, partinin kitlelere yönelik faaliyetinin asıl organı hücredir ve bu çalışmasıyla hücre, çalıştığı birimde emekçiler üstündeki burjuva dünya görüşü ve burjuva partilerinin etkilerini kırmak, yığınları devrim mücadelesi için örgütlemekle yükümlüdür.
Devasa iletişim araçları ve burjuvazinin egemen sınıf olmaktan gelen avantajları göz önüne alındığında, hücrenin burjuva propagandasını alt etmesinin rast gele bir ajitasyon ve örgütleme faaliyetiyle olamayacağı açıktır. Bu yüzden de hücrenin yığınlar içindeki faaliyeti sistemli, sürekli, elindeki araçları yaratıcı bir biçimde kullanan, yığınları mücadele içinde eğiten bir faaliyet olmak zorundadır.
Hücrenin faaliyetine taşıması gereken özellikler açısından bakıldığında şunlar söylenebilir:
* Her şeyden önce hücre, yığınlar içindeki parti örgütü olarak, bir partinin yapması gereken bütün faaliyeti yapmakla yükümlüdür. Yani; salt sendikal faaliyet yürüten, salt sendikal demokrasi faaliyeti yürüten, salt ideolojik konulara yönelik bir faaliyet yürüten, daha da pratik olarak; salt bildiri, gazete vb. dağıtan ya da bunların bir kaçını dışlayarak çalışma yürüten bir parti hücresi adına layık olamaz. (Taban örgütleri, çeşitli mahalli örgütler ve uzmanlık birimlerinin birliği olarak biçimlenen ve son derece değişik işlerin gerçekleştirilmek zorunda olduğu bir organizasyon olarak partide, elbette özel görevli hücreler (dağıtım, baskı, bilimsel araştırma, askeri vb. hücreler) olabilir. Burada sözünü ettiğimiz bu özel görevli hücreler değildir. Burada sözü edilen hücreler, doğrudan üretim birimlerinde örgütlenmiş, yığınları eğitip örgütlemekle yükümlü, taban örgütü olarak nitelenen hücrelerdir. Bu yazı boyunca da hücre denildiğinde; bu, Marksist-Leninist literatürde hücre olarak nitelenen taban örgütlerini kastettik.) Tersine hücre; bir birimdeki parti olarak, bütün bu ve burada sayılmayan diğer faaliyetlerin örgütlenip yürütüldüğü, bütün birim faaliyetinin şahsında toplandığı bir merkez olmak durumundadır. Aksi bir durum, hücrenin yığınlar içinde parti faaliyeti yürüten parti örgütü olma düşüncesiyle bağdaşmaz.
Kısacası her parti hücresi, parti faaliyetinin bütün yönlerini kendi şahsında birleştirmek durumundadır. Örneğin bir üretim birimindeki hücre, ajitasyonu dağıtım gruplarına devretmiş, kendisi sadece sendikal mücadeleyle sınırlı bir uğraşa vermişse sendikalist-ekonomist bir çizgiye düşmenin bütün koşullarını hazırlamış demektir. Ya da tersine, sendikal çalışmayı “özel” gruplara devreden, kendisi salt dağıtım vb. işlerle sınırlayan bir parti hücresi de yığınlarla birleşme, onları örgütleme şansını yitirir.
*Burjuvazinin işçi sınıfı ve diğer emekçiler içinde yürüttüğü faaliyetin boyutları düşünüldüğünde, proletarya partisinin faaliyetinin etkin olabilmesi için, hücre faaliyetinin son derece sistemli ve sürekli olmak zorunda olduğu açıkça görülür. Burada, sistemli ve sürekli olmaktan kasıt sadece ajitasyonun sistemli ve sürekli olması, her gün sürdürülen bir faaliyet olması değil, aynı zamanda çalışmanın bütün yönlerinin birbirini destekleyecek biçimde koordineli olması da demektir. Örneğin bir TİS döneminde yürütülen propaganda-ajitasyon faaliyetiyle örgütleme faaliyetleri belirli bir uyum içinde olmak zorundadır.
* Burjuvazi ve burjuva partilerinin faaliyeti karşısında hücre, sadece sistemli değil, aynı zamanda planlı bir faaliyet de sürdürmek zorundadır. Bu planın yakın ve uzak amaçları birbiriyle uyum içinde olmalıdır. Örneğin kitleye genel propaganda yapmak her zaman gerçekleşirken, o birimin özelliklerini göz önüne alan bir faaliyet sürdürülmek zorundadır. Birimdeki işçilerin bilinç durumu, burjuva partilerin hangisinin daha etkin olduğu, örgütlü sendikanın tutumu vb. bu planda ayrıntılarıyla belirlenip sürdürülen özel çalışma bu etkenlere göre yürütülmek durumundadır. Dinci-faşist etkinin yoğun olduğu bir birimdeki çalışmanın ağırlıklı olarak hedef alacağı politikalar, çalışmanın biçim ve içeriği ile sosyal-demokratların ağırlıkta olduğu bir birimde sürdürülen çalışma arasında bir fark olması gerekir. Elbette bu farklılık ancak birimin özelliklerinin ve partinin döneme ilişkin taktiğinin iyice kavranıp kaynaştırılmasının ürünü olduğu ölçüde gerçeklere uygun olacaktır.
Yine bu planlar içinde işçi önderlerinin kazanılması konusunda özel bir yer ayrılmak durumundadır. Çünkü işçi önderlerini kazanmak her ülkede proletarya partilerinin başlıca amaçlarından biridir. Eğer parti, sınıfın en ileri, en deneyimli, en fedakâr unsurlarını bağrında toplayan bir örgütse -ki öyledir- varolan koşullarda bu unsurlar, her şeyden önce kendiliğinden mücadelenin öne çıkardığı proleter ve emekçilerdir. Bilinçleri belki burjuvadır, ama mücadele içinde onlar yığınlara kendisini kabul ettirecek yetenekleri olduğunu ortaya koymuşlar, bu yüzden de “doğal önder” olmuşlardır. Bu niteliklerinden dolayı da, sıradan işçiyi etkileyen, heyecanlandıran ajitasyonla bu unsurların kazanılması zordur. Onlar, ancak daha özel bir ilişki ve daha derinlemesine bir etkileme ile örneğin, sendikal mücadele alanıyla sınırlı bir çalışma içinde bu unsurlar kazanılamaz, çünkü bu alanda onlara söylenebilecek çok şey yoktur. Bu yüzden de onlar ancak siyasal mücadele alanına çekilerek etkilenip kazanılabilir. Yüzlerce kişinin çalıştığı bir birimde sıradan pek çok işçiyi kazanmak işyerinde belirli bir etki yaratamaz, ama bir kaç işçi önderini kazanmak bütün yığını ayağa kaldıracak bir gücü ortaya çıkarabilir. Az çok mücadele deneyimi olan herkes bunu yaşamı boyunca sayısız kez görmüştür. Bu yüzden proletarya partisi için önderleri kazanmak hayati bir öneme sahip olmuştur. Önderleri kazanamayan bir devrimci komünist partisi ne kadar doğru şiarlar öne sürmüş olursa olsun sınıf mücadelesini yürütme, yığınları devrim mücadelesine seferber etme olanağını ele geçiremez. Proletaryanın devrimci partisi de, ancak işçi önderlerini kazanıp onların üstünde yükseldiği ölçüde adına layık olabilir.
* Dünya işçi sınıfının mücadelesi açıkça göstermiştir ki, yığınlar ancak mücadele içinde eğitilebilir.
Çoğu zaman eğitim denince, insanların kitap okuması, okula gidip öğretmenlerden bir şeyler öğrenmesi anlaşılır. Elbette bu da bir eğitim biçimidir, ama kapitalizm koşullarında proleter ve emekçilerin bu yollarla öğrenmesi olanaksızdır. Bu yüzden de işçi sınıfının eğitimi asıl olarak mücadele içinde gerçekleşir. Harekete geçen yığınlar (grevler, gösteriler, sokak çatışmaları vb.), bu mücadele içinde kendilerine, sınıfını birlik ve gücüne güvenlerini kazanır, dostlarını ve düşmanlarını fark ederler. Devrimci ajitasyon ise onların izlenimlerinin, bölük pörçük bilgilerinin bilince dönüşmesine yardım eder. Elbette kitaplar, bültenler, broşürler, konferans, panel vb etkinlikler bilincin derinleşmesinin unsurlarıdır ve hücre bu türden etkinlikleri düzenlemekten, işçiler arasında kitap okumanın yaygınlaşması için çaba harcamaktan geri duramaz, durmamalıdır. Ama bilmek zorundadır ki, sınıfın mücadele içinde kendi deneyimiyle öğrendikleri asıldır ve tüm diğer araçlar bu bilincin derinleşmesinin yardımcı unsurlarıdır. Bu nedenledir ki, Marksizm’in ustaları “Grevler işçi sınıfının savaş okuludur.” derler.
Parti ya da onun hücresi, mücadele içinde sadece sınıfı eğitmez kendisini de eğitir. Taktiklerini, elemanlarının yetenek ve yaratıcılıklarını mücadele içinde sınar onlardan yeni bilgiler çıkarır. Dahası parti (ya da hücresi) yığınlardan öğrenir ve öğrendiklerini yeniden yığınlara aktararak onların pratiğinin bir bilince dönüşmesine yardımcı olur. Kitlelerden öğrenme perspektifi olmayan, onlara tepeden seslenmeyi alışkanlık haline getiren, her şeyi kendi kendisine öğrenebileceğini sanan bir parti ya da hücre yığınlarla birleşme, onlara önderlik edebilme şansını hiç bir zaman elde edemez.
* Hücre, yığınları mücadele içinde eğitmeyi amaçladığına göre, canlı, yaratıcı bir faaliyet yürütmek zorundadır. Ancak, sıcağı sıcağına yapılan bir ajitasyon yığınları etkileme olanağına sahip olur. Canlı bir ajitasyon, somuttan kalkan, somut olanla geneli birleştirmeyi, partinin mücadele çizgisini yığınlara kavratmayı başaran ajitasyondur. Ajitasyon, ister yazılı isterse sözlü olsun bu özellikleri taşımak zorundadır. Ne sadece somut olguları sayıp döken, ne de genel çağrılar, sloganlar ve ‘tahliller’ yapan ajitasyon doğru olur. Bu iki alan birleştirilebildiği ölçüde ajitasyon kendisinden beklenen işlevi yerine getirebilir. Her zaman aynı sözleri tekrarlayan, teşhirde “şu kötüdür” demekle sınırlı bir ajitasyon, tekdüze, yüzeysel bir ajitasyondur ve adına layık bir parti hücresi böyle bir ajitasyonu reddeder.
Hücre, ajitasyonu ile yığınlarla diyalog kurabiliyorsa onlara söylediklerini dinletebilir. Bu yüzden de ajitasyon, yığınlarla adeta sohbet eder gibi, materyallerin birbirine içerik ve zaman olarak bağlı olmak durumundadır.
Ajitasyonun kalktığı konular sadece işyeriyle ilgili sorunlarla sınırlı olmamalı, daha çok ta toplumun diğer kesimlerinin, parlamentonun, burjuva partilerinin durumları da teşhirin konusu olarak almak durumundadır. Sadece bu da değil, sınıf partisinin (teknik sorunlar dışında) mücadele çizgisi olduğu kadar partinin karşısındaki Sorunların da gündeme getirilip yığınlarla tartışılması, parti faaliyetinin bir parçasıdır. Ancak böylesi kapsamlı bir ajitasyon ve propaganda faaliyeti canlı bir ajitasyon niteliği taşıyabilir.
* Hücre, inisiyatifli bir birim olmak zorundadır. Sadece üst organların söylediklerini yineleyen bir hücre proletaryanın devrimci partisinin hücresi olamaz. Tersine hücre parti taktiğini özümlemişse, karar ve direktifleri yorumlayıp kendi biriminde, bu doğrultuda, yığınları en derinden etkileyecek biçimde bunları yaşama geçirmeye yönelmek durumundadır. Ani gelişen durumlarda -ki sınıf içinde her an böyle durumlarla karşılaşılabilir- hücre, kimseden direktif beklemeden tutumunu ortaya koyabilmelidir. Partinin mücadele çizgisini ve dönem taktiğini özümlemiş bir hücre için bu hiçte zor olmasa gerekir. Ya da uzun zaman bağları kopmuş, tek başına kalmış hücre de ancak aynı yolu izleyerek, gelişen duruma göre, parti belgelerine dayanarak mücadeleyi sürdürmek durumundadır. Her durumda “yukarıdan” özel direktifler bekleyen bir hücre mücadeleye, önderlik niteliklerini taşımıyor demektir.
Kısacası, ortaya çıkacak her durumda hücre, hiç bir tereddüde düşmeden tutumunu ortaya koyabildiği, yığınların yol göstericiliğe ihtiyaç duyduğunda onlara önderlik edebilen bir hücre görevini yapmış bir hücredir.
Demek ki, partinin kitleler içindeki organı hücre, partinin kitle çalışması da asıl olarak hücrenin kitlelere yönelik faaliyetidir.

Aralık 1991

Özgür Halk ve Sosyalizm

Düşünce tarihi, maddi gerçekliğin insan beynindeki yansılanışının gelişme tarihidir.
Bu yansılanış, somutluğu içinde bir sınırlılık, mutlak bir yansıma olamayış olarak belirir. Maddi gerçeklik, çok yönlü bir çelişmeler yumağı olarak sürekli hareket halindedir çünkü ve değişme durumundaki gerçeklik, somut olarak zaman boyutunun belirli bir kesitinde ve algılama ve çözümleme yeteneği, bilgi birikimi sınırlı tek tek insanların beyinlerinde yansır. Gerçekliğin görece doğru bilgisine, tarihsel ardıllık içinde ve birbirleriyle çelişme ve mücadele durumundaki bir insan dizisinin zihinsel faaliyeti sürecinde ulaşılabilir.
Doğal ve toplumsal olayların gelişme yasaları olduğu gibi, bunların insan beynindeki yansıları olarak oluşan düşüncenin de kendi gelişme yasaları vardır. Ancak, hem maddi gerçeğin hem de düşüncenin gelişme yasalarının farkında olan ya da olmayan birçok insan düşünce oluşumu sürecine katılır. Görece doğru ve yanlış bir dizi düşünce, gerçek tarafından tekrar ve tekrar doğrulanıncaya dek bir çelişme ve çatışma içinde buluna-gelir. En halisane idealist düşünceler bile yine gerçeğin bir yansısını oluştururlar. Gerçeği düşünce ya da bilincin belirlediği iddiasındaki bu tür düşünceler, başka yerden değil yine maddi gerçekten kaynaklanıp yansırlar; ama gerçeğin yanılsamalı bir kavranışını ifade ederler.
Üstelik toplumsal olayların insan beyninde yansımasında, doğal bilimlerin ve bu alanda düşüncenin gelişmesinde rol oynayanlardan farklı bir faktörün de varlığından söz etmek zorunludur. İnsanların düşüncelerinin gelişmesindeki kesin bir etken, onların maddi toplumsal yaşamda tuttukları yerdir. İnsanlık parçalanmış bir bütündür, sınıflara bölünük haldedir ve insanların toplumsal üretim içindeki yerleri, insanların toplumsal bilimlere ilişkin yaklaşımlarını ve bu alandaki düşüncelerini belirler. “Sarayda başka kulübede başka düşünülür.”
Sosyalizm, Sovyetler Birliği ve diğer eski sosyalist ülkelerin deneyleri ve “yeni” “sosyalizm” arayışları sorunu etrafındaki tartışmalar, düşüncenin doğru ve yanlışlarla yüklü çelişmeli ve çatışmalı gelişmesinin, farklı sınıfsal konum ve tutumların farklı düşünceleri şekillendirişinin, hayalhanelerde üretilmesine girişilen “yeni” arayış ve projelerin yine maddi gerçeğin ama bu kez yanılsamalı yansıları oluşunun belirgin bir örneğini oluşturuyor.
Bugün eski sosyalist ülkelerin bulunduğu nokta artık tartışma kaldırmıyor. Bu ülkelerin “sosyalistliği” ya da toplumsal bir devrime ihtiyaç duymadan sosyalizm yönünde yeni bir atılım yapabilecekleri konusunda hala umut besleyen az sayıda insan olmakla birlikte, sağ ve solda ezici çoğunluk, sevinç ya da üzüntüyle eski sosyalist ülkelerin yerinde arlık farklı türden başka ülkeler olduğunu teslim etmek durumundadır.
Çeşitli ideolog, tarihçi, ekonomist ve propagandacılarıyla ve sağ ve sol bir dizi ideolojik biçim ve görünümlerle burjuvazi, sosyalizmin öldüğü iddiasındadır. Ona göre, bu ülkelerde yaşanan iflas, “sosyalizmin iflası”dır; sosyalizm zaten tarihsel bir yanlışlıktı, çıkmaz bir yol olarak denenmiş ve kapitalizmin ebediliğini kanıtlamak üzere bugüne gelinmişti! Burjuvazinin, has adamlarınca dile getirilen düşüncesi açık ve nettir.
Bir başka açık ve net düşünce, proletaryaya, onun devrimci komünist öncüsüne aittir. Devrimci komünistler ortaya çıktıkları andan itibaren -tarih 75’lere denk düşmektedir- Sovyetler Birliği ve diğer eski sosyalist ülkelerde kapitalizmin restore edildiği, bu ülkelerde iktidarın bürokrat kapitalist bir sınıf tarafından ele geçirildiği ve tekelci devlet kapitalizminin geliştiği düşüncesini savunmuşlardı. Kapitalizmden komünizme geçiş dönemini oluşturan proletarya diktatörlüğü koşullarında, denetim altına alınmış ve sınırlandırılmış olmakla birlikte bir vuruşta tasfiye edilmesi olanağı bulunmayan kalıntı unsur ve yasaları, fikir, özlem, alışkanlık ve çeşitli örgütlenmeleri somutunda kapitalizmle hesaplaşmasını tamamlamamış ve onu bütünüyle yok etme sürecinde olan sosyalizm, bu ülkelerde, geçici olarak da olsa, yenilgiye uğratılmış, sosyalizmin inşası ve komünizme doğru gelişme süreci durdurulmuş, tersine dönmüş ve yerini kapitalizmin restorasyonu sürecine bırakmıştı. Eski sosyalist ülkelerde gelişen kapitalizmin özgünlüğü, kastlaşarak süreç içinde bürokratik burjuva karakterde yeni bir sömürücü sınıf oluşturan askeri ve sivil bürokrasi ve teknokrasiye dayanarak ve dayanaklarını geliştirip güçlendirerek, önce yozlaşma ve sosyalizmden her alanda (ideoloji, politika, ekonomik inşa, kültür, örgüt vb. alanlarda) vazgeçme ve ona karşı mücadele ve tasfiyesine girişme ve kapitalizmin unsurlarının geliştirilmesi aracılığıyla kapitalizmin restorasyonuna yönelen revizyonizmin elinde, ideoloji, politika, ekonomi, kültürün örgütlenmesinde, özellikle devlet ve ekonominin örgütlenmesinde, yozlaştırılmış ve kendisi olmaktan çıkarılmış, ancak kalıntılar olarak varlıklarını sürdürmelerine olanak tanınmış sosyalist, biçimler ve zarfların, içeriğinden soyundurulmuş sosyalist lafız ve söylemin kullanılmaya devam edilmesidir. Örneğin uzun süre özel bireysel mülkiyet lafızda reddedilmiştir; ancak devlet mülkiyetinin yeni kapitalist sınıfın tekelci devlet mülkiyeti haline dönüştürülmekte olduğu ve dönüştürüldüğü koşullarda, artık kapitalist mülkiyetin sosyalist zarfla çerçevelenmeye çalışılmasının bir anlam taşımayacağı ve sosyalistlik iddiasını karşılamayacağı bugün açıkça anlaşılmış bulunuyor. Yine örneğin tüm burjuva önlemleri almasına ve en temelde işçilerin emek ürünlerinin gaspının başla gelen gerçekleştiricisi ve gerçekleşme koşullarının sağlayıcısı olmasına rağmen, “proletarya devleti”, “bütün halkın devleti” vb. laflarıyla ve öncü ve tek yönetici güç olarak -artık burjuvazinin eline geçmiş olan- parti ve devlet aracılığıyla politika ve ekonomide merkeziliği koruyarak proletarya diktatörlüğünün varlığını sürdürmekte olduğu iddiasının bir anlam taşımadığı da bugün açıkça anlaşılmış bulunuyor.
Geçmişte, daha birkaç yıl öncesine kadar -hatta Sovyetlerdeki son darbe teşebbüsünün bazılarının “sosyalist” yeni bir düzenlenme hayallerini depreştirmesi düşünüldüğünde bugün bile- geniş bir sol kesim ne genel olarak devrim ve sosyalizmden ne de bürokratik, tekelci kapitalist dayanaklarıyla revizyonizmden kopuyor; yalnız politik değil, ideolojik alanda da ortada durmada ısrar ediyordu. Orta yolculuğun gelenekselleşeceği, çünkü onu olanaklı kılan zeminin sürgit devam edeceği düşünülüyordu. Bugün orta yolculuk nesnel olarak olanaksızlaşmıştır. Ortasında durulmaya çalışılan taraflardan biri kapitalist özünü dışa vurmuştur çünkü. Bugün Sovyetler Birliği ve diğer eski sosyalist ülkelerde kapitalist bir restorasyondan söz etmeyen kalmamıştır. (Oysa bir restorasyon ihtimalinin bulunmadığı, bunun nesnel olarak olanaksız olduğu üzerine hem de diyalektik materyalizm tanık gösterilerek az ürün verilmemişti.) Restorasyon süreci bu ülkelerde öylesine son noktasına dek ilerlemiştir ki, artık özel mülkiyet savunulmadan, pazar ekonomisinin kapitalist niteliği açıktan reddedilmeden, bu ülkelerde yaşanan kapitalist restorasyon görmezlikten gelinemez, dolayısıyla devrimcilik ve sosyalistlik iddiasında bulunulamazdı.
Ancak, iş, kapitalist restorasyonun gerçekleşebilirliğinin ve gerçekleştiğinin teslim edilmesiyle bitmiyor. Bir yanıyla maddi gerçeğin beyinlerdeki yanılsamalı yansıması, kafa karışıklığı ve yaklaşım yanlışları, diğer yanıyla burjuva, küçük burjuva konumlardan, daha çok da küçük burjuva konumdan burjuvaziden etkilenerek yapılan değerlendirmeler devam ediyor. Bu ikisi genellikle birlikte bulunuyor.
Restorasyon saptaması yapma noktasına gelenler, çoğunlukla, “sosyalizm öldü”nün bir türevini oluşturan, Marksizm’le revizyonizmi sosyalizmle kapitalizmi ayrıştırmayan, geçiş döneminin kapitalizmle komünizmin hesaplaşma ve birinden birinin galebe çalmasıyla sonuçlanacak bir süreç olduğunu anlamayan ya da anlamak istemeyen; örneğin Gorbaçov’u Stalin ve -biraz ürkekçe söylenmekle birlikte- Lenin’in devamı, devamcısı olarak tanıyıp tanıtan, Kruşçev’de Stalin’den farklı pek az şey bulan; yanlışlığı ve suçu, “reel sosyalizm”, “uygulanan sosyalizm” adı takılarak teoride öngörülenden farklılığı belirtilen ve Lenin’den başlayarak Gorbaçov dâhil bugüne kadar geldiğine hükmolunan -Kruşçev’den bu yana sözde-sosyalist uygulamalara, Lenin’e, Stalin’e, Ekim Devrimine, sosyalist inşaya izafe eden; uygulamadaki yanlışlıkları düzeltmek adına “yeni” arayışlara girip “yeni” projeler tasavvur eden; tam da bu noktada teoriyi gözden geçirmeye yönelip “suçu” Marks’a kadar bulaştıran düşünce ve tutumlar geliştiriyorlar. Bu, hem kafa karışıklığının hem de belirli bir sınıf konum ve tutumunun ürünüdür ve birçok çevrenin, örneğin işçilerin Sesi’nin, Kurtuluş’un, Özgür Halk’ın, Toplumsal Kurtuluş’un ve daha başkalarının ortak yönüdür.

Özgür Halk’ta Ali Fırat imzasıyla yayınlanan “Gerçekleşen sosyalizmin dönüm noktasında yeni sosyalizm arayışları üzerine” başlıklı yazı örnek alınırsa…
Yazı, eski sosyalist ülkelerde kapitalist bir restorasyon yaşandığını ortaya koymak üzere, genel olarak restorasyonun olabilirliğinden söz açarak başlıyor. Eskiden restorasyonun olabilirliği yadsınırken, bu kez, olan-biten karşısında çan sıkıntısı ve moral bozukluğundan olsa gerek, tersten aşırıya kaçılarak, tarihsel süreçlerde restorasyonlar “normal” ve neredeyse kaçınılmazlık olarak düşünülüyor:
“Tarihte sosyal mücadeleler her zaman düz bir hat üzerinde gelişmezler. Bazen sıçramalı ileriye açılımları olduğu gibi, asın gitmenin tıkandığı, tökezlediği ve aynı biçimde restorasyon, yani yeniyi (‘eskiyi’ olmalı -Ö.D) yeniden inşa etme süreçlerinin de yaşandığını görmekteyiz. Normal olan da budur. Sürekli geriye gidiş ne olağandır ne de ileriye doğru hep gidilir. Ender olarak bunlar ortaya çıkar.”
Evet, bir “restorasyon” sözü edilmektedir. Ama ona yüklenen anlam nedir? Gerçekleşme zemini nedir, nasıl gerçekleşmiştir? Üstelik henüz gerçekleşmiş midir gerçekleşmemiş midir?
“Ekim Devrimi ve sonuçlarına baktığımızda, şüphesiz insanlık tarihinin önemli bir sıçrama noktasıdır” diyor Ali Fırat ve devam ediyor:
“Devrimde yarım da olsa, başarı sağlanmıştır. Özellikle kapitalist sistemin en zayıf halkası olarak Çarlık Rusya’sında devrim, üstyapı ve altyapıyı yıkmıştır. Yoğun mücadeleler pahasına da olsa, sosyalizmin inşasına ve onun üstyapısının sağlamlaşmasına, sağlamca gelişmesine başarıyla geçilmiştir.” ve,
“… bu devrim gerçekten özgürlük, eşitlik, kardeşlik anlamında daha önceki devrimleri katbekat aşan bir özellikte olarak gerçekleşir.”
Başlangıçta bir devrim var ve Ali Fırat “yarım da olsa” bir başarıdan söz etmektedir. Kuşkusuz, tartışmasına burada girmeyeceğimiz bir yanlış içindedir ve proleter devrimi içeriği ya da sloganları açısından burjuva devrimine indirgemektedir. Sosyalist dayanışma anlamına gelmek üzere “kardeşlik” bir tarafa bırakılırsa, proletarya ve proleter devrimi açısından “özgürlük”ün devletin sönmesine, “eşitlik”in ise sınıfların ortadan kalkışına, yani her ikisinin de komünizmin zaferine bağlandığı ve “özgürlük, eşitlik, kardeşlik” sloganının burjuva devrimleri çağında burjuvazinin sloganları olduğu bilinmektedir. Ancak, içeriğine ilişkin yorumu bir yana A. Fırat’ın Ekim Devrimine sahip çıktığı görülüyor.
Ve Fırat, “kitaba göre” başlayan devrimin gelişmesini, sonrasını, başlıca iki ilkeye göre yargılamaya girişmektedir: “ulusal eşitlik ilkesi” ve “sınıfsal eşitlik ilkesi”.
“O zaman bir proletarya enternasyonalizmi ilkesi vardır. Bu ilkeye göre, tüm ulusların bağımsızlığı ve özgürlüğü şarttır. Dünyanın neresinde olursa olsun ezilen halkların başkaldırısı desteklenecektir. Bu ilkedir, öyle ki devletin politik çıkarı, dış ilişkilerin ihtiyacı gibi herhangi bir oportünist yaklaşımla lekelenemeyecek kadar ciddi bir ilkedir. Ve daha sonra kurulan devletlerin politikaları ile alakası olmayan, devlet çıkarı ile alakası olmayan yüce bir ilkedir. Saptırılmıştır.”
Ve diğer ilke:
“Sınıfsal eşitlik için de böyledir. Yani sınıfların tasfiyesi çok belirgin bir tanıma sahiptir, ulusların eşitliği kadar sınıfların eşitliği, hatta sınıfların ortadan kalkışı, Ekim Devrimi’nin en tarihi gerçeklerinden birisidir.”…
“Ekim Devrimi’nin evrenselliğinden bahsedeceksek, bu iki alandaki eşitliğe birinci planda yer vermeliyiz. Bu, sonuna kadar ulusların bağımsız, özgür ve eşit temeldeki birliğinin, yani enternasyonalin ve bunu mümkün kılan sınıf temelindeki sınıflar-arası eşitliğin -sınıfların tasfiyesinin gerçekleştirilmesidir. Buna sonuna kadar bağlı kalınması, Ekim Devrimi’nin sürekliliği ve evrenselliğidir.”
(Yine not edip geçiyoruz: sınıfların eşitliği diye bir şeyi proletarya ne ilke edinir ne de hedef alır, hele “sınıflar-arası eşitlik”in sınıfların tasfiyesi ile özdeşleştirilmesi bütünüyle burjuvazinin işi ve uğraşıdır. Burjuvazi, egemenliğini ve proletaryanın sömürülüyor oluşunu gizlemek için ya -Kemal’in “kaynaşmış kitle” örneğinde olduğu gibi- sınıfların varlığını reddeder ya da burjuvaziyle proletaryanın eşitliğini öne sürer. Proletaryanın talebi sınıfların ortadan kaldırılmasıdır ve bu talep sınıfların eşitliği vb. olarak muğlâklaştırılamaz.)
Bu ilkeler “kitaba göre sosyalizm”in ana hatlarını vermektedir, A. Fırat’a göre. Ama iktidarın alındığı ülkelerde bir de sosyalizmin somut gerçekleşmesi vardır; sosyalizmin “realitesi” ya da “reel sosyalizm”, “gerçekleşen sosyalizm” vardır. Yazının aslı-esasını ise, belirlenen bu iki “kitaba göre” ilke temelinde, Ekim Devrimi’nden bugüne, Lenin-Stalin ile Kruşçev-Brejnev-Gorbaçov ve sosyalizmle kapitalizm ayrımı yapmadan, Lenin’den Gorbaçov’a bir bütün olarak “reel sosyalizm” olarak nitelenen “şey”in “yargılanması” oluşturmaktadır. Gerçek o ki, yazı, aslında “yargılama”yı yalnızca “ulusların özgürlüğü, eşitliği, bağımsızlığı ilkesi” temelinde, yani milliyetçi bir yaklaşımla yapmaktadır. Uzunca bir aktarma yapmak zorundayız:
“Ekim Devrimi’nde eşitlik uğruna savaşım yeren partiyi ve… devleti, belli bir ulusun reel sosyalizminin kuruluşu ile sınırlandırdınız mı ve de bu ulusun bünyesinde yapmanız gereken tek işin, ekonomik kalkınma çelişkisi olduğu, kapitalist emperyalist ülkelere ulaşma ve gerekirse, bunun için devrimi değil de baş çelişkisini, yani emperyalizmle uzlaşma ve hatta giderek sonsuz barış içinde yaşamayı kabul ettiniz mi, Ekim Devrimi’nin ilkesi ile ters düşmüşsünüzdür. Hele hele birçok sınıf belirtisine, en başta parti içinde, devlet içinde meydan verdiniz mi, ulusların eşitsizliğine göz yumdunuz mu; dış politika uğruna… devrimleri de sınırlandırdınız mı, devrimden vazgeçtiniz mi, Elcim Devrimi’nin temel ilkesinden vazgeçmişsinizdir. Ve ortada kalan, aslında belli ölçüde devrimsel bir gelişme temelinde ortaya çıkılsa da, sosyalizmin belli bir gelişmesine tanık olunsa da, devrimle sürekli beslenmediği için, devrim evrenselleşmediği için bir yozlaşmadır. Bu, devrimci temelin giderek aşınması ve giderek onun aşınması oranında bunun ideolojide oportünist revizyonist bir tutum alması ile başlatılır. Daha sonra devletin, partinin içinde bir bürokratik aygıta hâkim olmakla ve buna süreklilik vermekle biraz daha hayatiyet bulur. Dış politikada devrimlerden vazgeçmeye, politikada sınıfsal eşitsizlikleri geliştirme ile karşılık verdiniz mi, artık oportünizme ve revizyonizme, politikada da bir geri dönüşe, ekonomik alanda kapitalizme yol veren, ona umut veren çekişmeye yol açmış olursunuz. Devrim tamamen durur. İçte sınıfsal eşitsizlikleri kaldıramazsa, daha da gelişmeye başlar. Sonuç olarak bu ülkelerde, değişik bir tarzda da olsa, belli bir gelişme aşamasından sonra da gelişse, bir geriye dönüş, hem altyapıda, hem üstyapıda gelişmeye başlamıştır. Öncelikle ideolojiktir, sonra politik, giderek ekonomik hal alır. Sovyet tipi sosyalizmin gelişmesini, bu durumda görüyoruz.”
Burada, adı anılmayıp biraz ürkekçe ima edilen Lenin’i de kapsamak üzere başlıca Stalin ve O’nunla aynı kefeye konulan, takipçileri varsayılan revizyonistler birlikte, sosyalizmle revizyonizmin iktidarında zarf olarak sosyalist biçimler tümüyle bir kenara itilmeden/itilemeden gelişen/geliştirilen kapitalizm -ayrıntıdaki farklarla- aynı şey olarak anlaşılıp yargılanmaktadır. Yargılanan kişiler -Stalin, Kruşçev vb.- oportünist, revizyonist, yargılanan şeyse “reel sosyalizm” olmaktadır.
“Netekim”ci paşa örneğinde olduğu gibi her şeyi ve her şeyin en iyisini bildiğini düşünüp çalakalem konuşup yazmamak en doğrusudur. Marksizm adına konuşulduğunda Marksizm’in terminolojisinin kullanılması zorunludur en başta. Sonra, geriye dönüşleri politika ve özellikle dış politika alanında izaha girişmemek gereklidir. Politika önünde sonunda ekonominin yoğunlaşmış ifadesidir. Geri dönüşün politika ve ideoloji alanının yanında ve ötesinde ekonomik alanda nesnel koşulları vardır. Herhangi bir alanda yanlış politika izlendiği için değil, bu yanlışlığı da koşullandırmak üzere her alanda ve başta ekonomik alanda kapitalizmle sosyalizm arasında bir mücadele yaşanmaya geçiş döneminde de devam edildiği ve bu kapitalizm maddi unsurlarıyla kısa sürede ve kolaylıkla tasfiye edilemediği için, bu koşullar bürokrasi vb. tehlikesinin sürekli gündemde oluşuna yol açtığı ve “yanlış” politikalar bürokrasinin de içinde bulunduğu kapitalist kalıntı ve unsurlara dayandığı, onlardan kaynaklandığı, onlardan güç aldığı ve güç verdiği için ve daha bir çok yönüyle geri dönüş gündemdedir ve gerçekleşebilmiştir. Dış politikada devrimlerin desteklenmesinden vazgeçilmesi ne tür bir sınıfsal çıkarın ifadesidir? Bu, ister “kitabi” ister “reel” olsun, sosyalizmle, sosyalistlikle izah edilebilir mi? Kuşkusuz edilemez. Burjuvazi ve kapitalizm, kapitalist unsurlar ve kapitalist restorasyon sözü edilmeden devrim karşıtlığı açıklanamaz. “Öncelikle ideolojik, sonra politik, giderek ekonomik hal alan” geri dönüş yaklaşımı, yanılsamadır. Ancak kolay görülebilme ve farkına varma önceliği açısından böyle bir sıralama yapılabilir. Bu bir yana…
Somut duruma, restorasyonun ne olduğu ve nasıl gerçekleştiğine gelince, kafa karışıklığı geneldir. Yazıyı özetlemek gerekirse: Lenin’le “yarım bir başarı” sağlayarak başlayan Ekim Devrimi, Stalin’le, O’nun döneminde bir yandan önemli basanlar kazanmış ama öte yandan yine önemli hatalar ve ilkesel sorunlarda tavizlerle “gerçekleşen sosyalizm”, “reel sosyalizm” olarak gelişmiştir. “… Uygulamada başarı ve başarısızlıklarla dolu da olsa, Sovyetlerde reel sosyalizmin gerçek kurucusu Stalin’dir denebilir.” (“Gerçek kurucu”nun Lenin değil de Stalin olmasının nedeni, Lenin’in yaşamında kuruculuk ve inşa faaliyetine fırsat bulunamadan, yıkma işiyle, iç savaşla uğraşılması, sonra da bir geri çekilme olan NEP’in uygulanmasıdır.) Sapma ve tıkanma, “kitap” ile “uygulama” ya da “gerçekleşen”, “reel olan” arasındaki ayrılık ve aykırılaşma Stalin döneminde başlamıştır!
Aslında A. Fırat “tıkanma”nın daha Ekim Devrimi’nin başlangıcında olduğunu düşünüp yazıyor. Lenin’in “vasiyeti”ni yorumlayarak, O’nun eserini emanet edecek kimse bulamadığını, sürdürücülüğün Stalin ve “Bolşevik hizbe” zorunlu olarak kaldığını söyleyerek “tıkanma”ya Lenin’i de ortak ediyor:
“Lenin Stalin’in kabalığından bahseder. Aslında sonunda çok iyi görüyor ki, Stalin pratikçiliği, Bolşevik hizbinin varlık nedenidir. Ve Bolşevik hizbi de olmasa, Ekim Devrimi aslında fazla sürdürülemez. Dolayısıyla bir yerde O, pragmatizme mahkûm; kaba, bürokrat, hatta büyük Rus şovenizmi etkilerini etkilerini taşıyor dese de, ciddi eleştirileri olsa da, önemli oranda Bolşevikliğin, Bolşevik kadroların gerçeği de budur. Ve denebilir ki, o zaman Politbüroyu teşkil edenlerin hemen hepsine eleştirileri olmakla birlikte, Lenin de başka bir çıkış göremiyor. Bu ne demektir? Ekim Devrimi’nin daha o zamandan bir tıkanıklıkla karşı karşıya olduğunu gösteriyor. Aslında Lenin devrime inanıyor, devrim kendisinin eseridir… Politbüro, kendisinin sorumluluğu altında kurulmuştur… Bunlardan gelebilecek tehlikeyi görüyor, … Ekim Devrimi’nin başına -şimdi daha iyi ortaya çıktığı gibi- belaların gelmesinin kaçınılmaz olduğunu söylemek istiyor.”
Bu tür bir yaklaşımla hiçbir şeyin açıklanamayacağı kesindir; ama yüklenen anlam önemlidir: Tıkanma Lenin zamanından kalmadır, bugünkü belalar Ekim Devriminin kaçınılmaz bir kaderidir!
Stalin’in yaptığı, bu kötü kaderi, tıkanmışlığı, iyi niyetle devrime bağlı kalarak yaşayıp meşum sonucuna doğru götürmektir, “Ekim Devrimi’ni, onun Sovyetlerdeki gerçekleşişini, reel sosyalizmi sürdürmedir.” Fırat’ın Stalin ve dönemi üzerine değerlendirmesi şöyle:
“Kısaca Stalin dönemi için şu saptamayı yapmak yerindedir: Her ne kadar devrim sürdürülmek işlenmişse de, devrimin sürdürülmesine, onun alt ve üst yapısının kurulmasına içten inanılmış ve temel iç ve dış politikalar bu devrime göre belirlenmişse de, aşırı taviz verilmiştir. “
Dönemler izlenmeye devam edilirse:
“Daha sonraki dönem biraz daha değişiktir. Bürokrasinin güç aldığı bir dönemdir… Kruşçev ve Brejnev dönemleri, tipik olarak, artık Ekim Devrimi’nin sonuna gelindiğinin itiraf edildiği yıllardır… Bu yılların Ekim Devrimi’nde restorasyon yıllarının başlangıcı olarak da görülmesi fazla abartılı değildir. İzlerini hiç şüphesiz Stalin uygulamacılığından alır. Yani Stalin’in temeldeki politikası, bu sefer sağ temelde geliştirilir.”
“1980’lere doğru geldiğimizde bakıyoruz ki, bir yol ayrımına gelinmiştir. Bu aynı zamanda bir tıkanmadır.”
Ve sürece yaklaşımın içeriğini belirten önemli bir veri olarak Andropov üzerine söylenenler:
“1980’ler sonrası Sovyetler Birliği’nde Andropov yönetimi biraz daha radikaldir ve devrime yönelmeyi amaçlamış olabilir. Onun ortaya çıkışını, tasfiyesini iyi bilemiyoruz, ama böyle bir istemden bahsedilebilir. Tamamen kapitalizme savrularak değil de, devrime sarılarak bir adım alma çabası başarısızdır veya başaramamıştır.”
Son olarak Gorbaçov:
“Brejnev döneminde Gorbaçov beslenmiştir… devrime sarılmayı değil, daha da sağa savrulmayı öngörüyor. Yaptığı kapitalizmi daha da geliştirmedir… başta ABD olmak üzere, emperyalist ülkelerden medet umuyor… sosyalist kazanımları peşkeş çekmekte tereddüt etmiyor… hatta uzlaşma da demeyelim, bir yerde teslimiyet var… İçerde taviz veriyor… Restorasyonu tamamlıyor. Dönemece doğru gelirdi.”
“Restorasyon”un, kapitalizmin restorasyonu olup olmadığı belli değil. Açık değil bu. Hep muğlâk kalıyor. Evet, Gorbaçov’un “kapitalizmi daha da geliştirdiği”nden söz ediliyor. Ama üzerinde durulan, “taviz verilmesi”dir. “Tavizler”, Stalin tarafından verilmeye başlanıyor, böyle iddia ediliyor; sonra Kruşçev ve Brejnev “taviz” veriyorlar ve ardından onların “beslemesi” Gorbaçov veriyor “tavizler”i. Fark “gözetiliyor” Stalin’le diğerleri arasında; Stalin “uzlaşıyor”, Gorbaçov “bir yerde teslimiyet” içinde. Aradakiler “geçiş süreci”nde olmalı! Sorun, “taviz” ise bile, taviz vardır taviz vardır. Hiçbir devrim dümdüz gitmez, tavizler de verilir; ancak bunların devrimci olması, devrime hizmet etmesi gereklidir. Diğerlerininki ise taviz değil, kapitalizmin kendisidir, onun geliştirilmesidir. Fırat’ın söz konusu ettiği, genel olarak, içeriği önem taşımadan tavizler ve tavizcilik.
Fırat’a göre, “tavizler”i alanlar, emperyalistler -ve içerde son dönemlerde ve geliştikçe kapitalistler; “tavizler”, kapitalizmin gelişmesine yönelik olarak veriliyor. Verenler ise, “az hatalı” ya da “çok hatalı” “sosyalistler”! Stalin sosyalist, ama Gorbaçov da öyle! Sonradan gelenler, “Stalin’in temeldeki politikasını” geliştirerek sürdürüyorlar! Ekim Devrimi’nin daha başlangıcında baş gösteren “tıkanma” sürüp geliyor. Son günlerde Gorbaçov “restorasyonu tamamlıyor”. Ancak, bu “restorasyon”, göreceğimiz gibi, bizzat kapitalizm yapılması, kapitalizmin geliştirilmesi değil, “kötü sosyalistler” tarafından kapitalistlerin önünün açılması türündendir. Ve bu arada Andropov gibi “iyi” denebilecek “sosyalistler” de çıkmakta ve Stalin’e benzer şekilde (!), “tavizler” vermekle birlikte, “devrim”e ve “sosyalizm”e sarılmaya da yönelmektedir! (Çavuşesku da Andropov’a benzer şekilde değerlendirilmektedir.) Gorbaçov’u Kruşçev ile Brejnev beslemiştir, ama sanki “devrime sarılan” Andropov’u başkaları beslemiştir ve sanki o kapitalizmin restore edildiği bir ülkede, restorasyoncu mekanizmanın içinden gelerek onun başına geçmemiştir! Andropov’un bu değerlendirilmesinden de pekişerek anlaşılan, Ekim Devrimi’nden bugüne dek “tavizler” ile bir sosyalizm sürecinin yaşandığıdır. Bu “sosyalizm”, “reel sosyalizm”dir; “kurucusu” Stalin’dir, sonuna vardırmakta olan ise Gorbaçov…
Ideolojik-politik ilkelere, başlıca iki ilkeye, en başta da dış politikaya göre bu “tıkanma”, “restorasyon” ya da “reel sosyalizm” yargılaması özelleştiğinde, “Stalin’in temeldeki politikası” ve onun “sağ temelde geliştirilmesi” şöyledir:
“(Stalin -Ö.D) sadece kapitalizmin düzeyine ulaşmayı amaçlıyor. Stalin pratiğinde karşımıza çıkan temel noksanlık, kapitalizme ulaşma, onunla denge kurmayı taktikte de olsa, amaçlamadır. Bütün gücünü buna harcamadır. Yapılan, bunun yerine devrimi süreklileştirmeyi, evrenselleştirmeyi ikinci plana düşürmedir. Zaten Çin Devrimi’ne bakışında da bunu görmek mümkündür… Burada mühim olan; devrime yaklaşımda daha çok hakim olan anlayışın, varolanı biraz koruma veya buna aşırı rol verme; gerekirse… her şeyi bir yerde Sovyet Rusya’daki sosyalizmin yaşatılmasına göre değerlendirmedir, bu sosyalizmin yaşatılması için devrimlerden de vazgeçilir. Emperyalizmle uzlaşma mantığına daha çok yer verilir. İkisi de yapılmıştır. Aslında Çin Devrimi’nden vazgeçme ve daha o zaman hem Hitler’le, hem de İngiliz-ABD ittifakı ile uzlaşmayı arama durumu vardır… Daha sonraki gelişmelerden görüyoruz ki, aslında başlangıçta sınırlı, geçici amaçlar için geliştirilen bu ilişkiler daha sonra temel Sovyet politikası olarak karşımıza çıktı. Günümüzde de artık dış politika olmaktan da çıkıp neredeyse bir dünya görüşü haline geldiğini görmekteyiz.”
Başlangıçtaki Stalin dönemi değerlendirmesiyle birlikte ele alındığında eklektizm açıkça görülebiliyor. “Devrim sürdürülmek isteniyor”, buna ve devrimin “alt ve üst yapısının kurulmasına içten inanılıyor ve temel iç ve dış politikalar devrime göre belirleniyor”; ama önce “sınırlı ve geçici amaçlar için” ve giderek devlet politikası olarak “da olsa”, “devrimlerden vazgeçiliyor”, “devrimi süreklileştirme ve evrenselleştirme ikinci plana düşürülüyor”! Hem içerde ve hem de dışarıda! Çin Devrimi örneğinde dışarıda “devrimi desteklemekten vazgeçiliyor”, içerideyse, “kapitalizme ulaşma” ile yetiniliyor, onu “aşma, tasfiye etme” ile ilgilenilmiyor! “Stalin Sovyet Rusya merkezli sosyalizmin inşasına o kadar gömülmüştür ki”, her şeyi “tek ülkede sosyalizmin zaferine” bağlayarak içerde ve dışarıda, bu amaçla her şeyden vazgeçebilmektedir! Bu Stalin’e yöneltilmiş Troçkist suçlamanın tekrarlanmasıdır. Katkı, Stalin’in kapitalizmi aşmayı hedeflemediği noktasında yapılmaktadır. Oysa kapitalizmi yarışta geçme hedefini önüne koyan ve bunu birçok alanda, örneğin uzay teknolojisi ve pratiği, demir üretimi gibi alanlarda ve ayrıca birçok ülkede sosyalist sürecin başlatılmasına temel bir katkıyla başaran da aynı Stalin’dir.
Stalin’in ülke içinde kapitalizmi tasfiye sürecini sekteye uğrattığını kimse iddia edemez, Fırat da bu konuda çok ısrarlı ve iddialı değil, değiniyor yalnızca. Çünkü sosyalist sanayileşme, kulakların tasfiyesi, genel olarak inşa faaliyeti görmezlikten gelinemez, bunları Fırat da belirtiyor. Kapitalizm, Stalin döneminde çeşitli unsur ve kalıntılarıyla sürekli giderilmiştir. “Kapitalizme ulaşma” eleştirisinin de ciddiye alınabilir yanı yoktur. Çünkü aşmayı hedeflemeden bir şeye ulaşmak da olanaksızdır. “Yarış” geçmek için yapılır ve yapılmıştır.
Yunanistan, İspanya ve Çin Devrimlerini desteklememiş olma suçlaması Stalin’e öteden beri yapılır; ancak emperyalizmle uzlaşmaya bağlı olarak bu devrimlerden uzak durulduğu hiç bir zaman kanıtlanamamıştır. Bu konudaki Troçkist suçlamanın aslı, hayalci, ihraççı bir yaklaşımla, koşulları ve güçlerinin oluşmasına bakılmadan dünya devrimi peşinde koşulmamış olmasıdır.
Bir sosyalist ülkenin başka ülkelerdeki devrimleri desteklemesi, kuşkusuz sosyalizmin yıkılması pahasına olamaz; uygun şekillerde ve güç yettiğince yapılabilir bir şeydir. Örneğin İspanya Devrimi’ne destek verilmiştir, ancak İspanya Cumhuriyeti’nin yanında faşist kampa karşı hemen bir savaşa girilmemiştir; kapitalizmle sosyalizm ve emperyalistler arası çelişme de gözetilmiştir. Eleştirilen buysa, burada ya düşüncesizce davranılıyor ya da haksızlık yapılıyor demektir. Çin Devrimi için de benzer şeyler söylenebilir. Ayrıca, Çin Devrimi üzerine Stalin ile Mao arasında farklı yaklaşım ve görüş ayrılıkları olduğu da bilinmektedir. Üstelik yalnızca Çin Devrimi değil, ardından Kore Devrimi de uygun şekillerde desteklenmiştir Stalin tarafından.
“Ulusal sosyalizmin çıkarına görelik”, aslında, daha işin başında, Brest-Litovsk’la Polonya’ya saldırmayı reddedip O’nu Alman emperyalizmine “terk eden” Lenin’e Troçky tarafından yöneltilmiş bir suçlamadır. Sorun, belirli bir ülkede iktidarı elde etmiş proletaryanın, “sürekli devrim” Troçkist masalı doğrultusunda dört bir yana saldırıya geçip devrim ihracına mı yöneleceği, yoksa sosyalizmi inşa edip sosyalist anavatanı savunurken onu aynı zamanda dünya devriminin bir üssü haline getirmesi mi gerektiği sorunudur. Bu sorunun her iki tek yanlı yanıtı da yanlıştır. Öte yandan Hitler ve Anglo-Amerikan emperyalizmiyle devrime rağmen, devrimci olmayan uzlaşma suçlamasının üzerinde durmak bile gerekmiyor. Bu ikisi, emperyalistler arası çelişkilerden yararlanmanın en iyi iki tarihsel örneğidir.
Ama A. Fırat, Stalin’in, devrime inanmak ve sarılmakla birlikte, temel politikasının, “ulusal sosyalizmin, “belli bir ulusun reel sosyalizminin kuruluşu ile sınırlanmak”, Sovyet “ekonomik kalkınmasını tek iş olarak görmek” ve “kapitalizme ulaşmak için, gerekirse, içerde ve dışarıda devrimin desteklenmesinden vazgeçilip emperyalizmle uzlaşma” olduğunu ve bunun “devrimin sürekliliği ve evrenselliği ilkesi”ne olduğu gibi, “ulusal ve sınıfsal eşitlik ilkesi”ne de aykırı düştüğünü düşünmektedir. Ona göre, Stalin, revizyonizme, kapitalizm yolculuğuna, Kruşçev, Brejnev ve Gorbaçov’a temel oluşturmakla damgalıdır ve suçludur! Revizyonizm ve kapitalizm yolculuğu, Stalin’in “kurucusu” olduğu “reel sosyalizmin geliştiriciliği ve “Stalin’in politikasının sağ temelde sürdürücülüğü” olarak şekillenmiştir! Arada temel bir ayrım, Marksizm ile revizyonizm, sosyalizm ile kapitalizm ayrımı yoktur. Kapitalizm ve emperyalizmden dünyanın üçte birini koparıp almaya en değerli katkıda bulunmak da emperyalizmle uzlaşma ve “taviz”dir, Kruşçev’in ABD’den aman dilemesi ya da Brejnev’in ABD ile dünyayı bölüşmesi de Stalin’in kulakları ve genel olarak kapitalistleri proleter amansızlıkla tasfiyesi ve sosyalizmi inşada olağanüstü başarılara öncülük etmesi de kapitalizmle uzlaşma ve ona ulaşmayla yetinmedir. Kruşçev’den bu yana özel mülkiyetin ihyası ve yeniden ve hızla geliştirilmesi, piyasa ekonomisine dönülmesi de! Strateji-taktik tartışması bir yana, Stalin de “tutarsızlığına”(!) rağmen devrimleri ve ulusal kurtuluş hareketlerini desteklemiştir revizyonistler de! Kapitalizm ve emperyalizme karşı her alanda dişe diş mücadele ve onunla birleşmek, onu geliştirmek -bu ikisi de, iyi kötü Marksizm ve sosyalizm oluyor! Bu, Marksizm’e revizyonizmi, sosyalizmle kapitalizmi kuşkusuz birbirine karıştırmaktır (ve zaten göreceğiz, Fırat, sosyalizmle kapitalizmin birbirine “karıştırılması” ve “buluşması”nı açıkça bir düşünce olarak ifade de etmektedir). Bu temelde ise, “restorasyon” anlamsızlaşmakta, anlaşılıp açıklanabilmesi mümkün olmaktan çıkmaktadır. Burada, yalnızca, kafa karışıklığı kadar, ideolojisi, politikası, ekonomisi vb. ile iki uzlaşmaz karşıt dünyayı, sosyalizmle kapitalizmi birbirinden ayırt etmeyen, edemeyen burjuva bir yaklaşım olabilir ve vardır.
A. Fırat, Stalin ile revizyonistler, Marksizm’le revizyonizm ve sosyalizmle kapitalizm arasında, taktiği stratejiye dönüştürme gibi bir farklılık belirtmekle birlikte, temelde bir fark görmemektedir:
“Stalin’de önemli oranda taktik endişelerden kaynaklanan emperyalizmle uzlaşma Kruşçev ve Brejnev dönemlerinde stratejik bir anlama, sürekli birlikte yaşama anlamına kavuşur (Stalin’de de kapitalizme ulaşmayla sınırlanma, onu aşmaya yönelmeme ve dolayısıyla ‘sürekli birlikte yaşama’ yaklaşımı olduğu iddia edilmişti! -Ö.D)… Bu yıllar aynı zamanda giderek emperyalist kapitalist ilişkilerin ön plana alındığı, ulusal kurtuluş hareketlerinin bu sefer stratejik olarak değil taktik olarak desteklendiği yıllardır. Daha önce taktik olarak düşünülen kapitalist-emperyalist ülkelerle ilişkiler, stratejik bir hal almaya başlarken, daha önce stratejik olan ulusal kurtuluş hareketlerini destekleme de bu dönemde laktik bir ilişkiye indirgenmiştir. Yani bu dönemde ulusal kurtuluş hareketleri, ancak Sovyet devletinin çıkarına uygunsa desteklenir, değilse desteklenmez… Sovyetler önderliğindeki sosyalizmin, Sovyet devletinin dış politikasına yararlı olup olmadığına bakılıyor. Yararlıysa destekleniyor… Her şey ABD’ye karşı denge kazanmak içindir; denge kazanılıp da bir denge dönemine girildi mi, bu devrimlerden de vazgeçiliyor.”
Temel aynı, temel yaklaşım aynı, öyle düşünülüyor: Devrimler karşısındaki tutum açısından, “ulusal sosyalizm”in, “reel sosyalizmin, “Sovyet devletinin dış politikası”nın ihtiyaçları belirleyicidir. Burada, revizyonizmin “kötü” de olsa, Marksizm ve sosyalizm düzeyine yükseltildiği açıktır. Taktik-stratejik ayrılık açıklaması bir yana, revizyonizmin de devrimleri desteklediği ve devrimci olduğu ileri sürülüyor. Oysa Kruşçev ve Brejnev’de söz konusu olan, ulusal kurtuluş hareketleri ve devrimleri desteklemek değil; birincisi açısından emperyalizmle uzlaşmaya bağlı olarak satmak, ikincisi açısından ise, emperyalistlerle hegemonya yarışında, onları sosyal emperyalist amaçlara alet etmek, yozlaştırarak karşı devrime dönüştürmeye yönelmektir. Revizyonizm karşı devrimdir; ulusal kurtuluş hareketlerine karşı devrimci amaçlarla yaklaşmıştır. Stalin ise devrimci ve komünisttir; yaklaşımı devrimcidir ve proletaryanın uluslararası çıkarları temelinde olmuştur.
A. Fırat’ın “reel sosyalizm” ve “restorasyon” değerlendirme ve yargılamaları, maddi gerçeklikten, Marksizm-revizyonizm ve sosyalizm-kapitalizm, proletarya-burjuvazi karşıtlığından kaynaklanmamaktadır. Onda, Stalin’e izafe ettiği ulusalcı bakış egemendir. Bu, ulusal kurtuluş hareketlerinin desteklenip desteklenmemesine, yargılamasının tayin edici bir faktörü olarak verdiği önemde ye “restorasyon”u başlıca dış politika alanında açıklamaya çalışmasında belirginleşmektedir. A. Fırat Marksizm’le revizyonizm ve sosyalizmle kapitalizmi öylesine birbirinden ayırt etmemektedir ki, özel mülkiyetçi Gorbaçov’u Marksizm ve sosyalizm içinde varsaydığı gibi, geriye dönüşü, “restorasyon” dediği şeyi olumlamakta; sistemlerin, Gorbaçov’un “sosyalist sistemi” ile kapitalizmin “karıştırılması” ve “buluşması”nı yararlı bulmakta ve öngörmektedir.
Kuşku yok, Gorbaçov’a iltimas yapmamakta, O’na güvenmediğini belirtmekte, O’nu “kötü sosyalist” saymaktadır; ama yine de “sosyalist”tir! “Gorbaçov alternatifine sonuna kadar güvenilmez” diyor. Son günlerde ortaya çıkan ayaklanmaları kışkırtıp destekleyenleri, doğrudan mülk edinenler ve onların muhtemelen Yeltsin gibi siyasal temsilcilerini kapitalist ya da kapitalizm yanlısı olarak saptıyor A. Fırat, Gorbaçov’u “sosyalizm” safına dâhil ediyor; Gorbaçov, yalnızca, (Stalin gibi (!) ) zemin hazırlama durumundadır:
“Kapitalizmi bilinçli olarak geliştirmek isteyenler var. Bunlar halkın tepkilerini kötüye kullanmak istiyorlar… Devlete ve partiye egemen olan aygıt (ve doğal ki, başındaki Gorbaçov -Ö.D), halkın müthiş tepkisini çekmiştir. Halkın çıkarlarına ters düşmüştür. Bu daha çok kapitalizm yolcularına zemin hazırlamıştır… Proletarya önderliğindeki partiler ve devlet halktan kopuk ve kapı kapitalizm yolcularına ardına kadar açık.”
Böyle “restorasyon” ve açıklaması olmayacağı, olamayacağı kesin. Parti ve devlet hala proletaryanın önderliğinde, bu demektir ki, sistemin de hala sosyalist olduğu düşünülüyor. Halktan kopuk proletarya partisi ve devleti… Ama bu, tam da azınlığın diktatörlüğü, burjuva diktatörlüğü tanımına uyuyor. Ve tüm bu kokuşmuşluğa “reel sosyalizm deniyor. Öyle “restorasyon” ki, kapitalizm uygulanmıyor, yalnızca kapitalist yolculara zemin hazırlanıyor! Bu kafa karışıklığıyla restorasyon izahına girişmek hatadır. Sosyalizmle kapitalizmin farklılığını anlamayan burjuva bir konumdan yaklaşımı ortaya koymaktadır.
Burjuva yaklaşım, hala var olduğu düşünülen “sosyalist” ve kapitalist sistemlerin kaynaştırılması, sosyalizmin kapitalizm içinde erimesi fikrinin savunulmasında daha belirgindir:
“Sosyalizm, reel sosyalizm biçiminde de olsa, içine girdiği bunalımı aşmak istiyorsa, kendini biraz kapitalizm içine savurmalıdır. Daha doğrusu, kapitalizmin içine yerleştirmelidir… Komünizme ulaşmak bir hayaldir, kendini aldatmadır. Bunalım kesindir.”
Açık: söz konusu edilen restorasyon, restore edilen kapitalizm değildir; sosyalizmdir. Bunalım, sosyalizmin bunalımı olarak gösterilmektedir.
“Reel sosyalizm” olarak tanımlayıp “sosyalizm” sandığı şeyin bunalım ve çöküntü içinde olduğu saptamasını yapan Fırat, bu noktadan devam ederek komünizme varılmasını olanaksız görüyor. Sosyalizm olarak ifade edilmesi düşünsel bir yanılsama, ancak maddi gerçeklik açısından saptama doğru. Ancak bu karışıklıkta çıkarılan sonuç vahim. “Sosyalizm” ile “komünizme ulaşma”nın “hayalciliği”ni bir arada anmanın vahameti bir yana, çıkmazdan kurtulmak adına sözde sosyalist yıkıntının kapitalizm içine taşınması ve “sosyalizm” olarak ifade edilen şeyin onun içinde erimesinin savunulması, sosyalist bir önerme olarak görülemez. Amaç, “reel sosyalizm”in -ileride göreceğiz- sosyal demokrasi, “sosyal kapitalizm” gibi “kazanımları”na dayanarak kapitalizm içinde güç oluşturmak ve bu yolla “sosyalist sistem”in de kendini “yenilemesi”ne olanak sağlamaktır. Ek olarak, bu durumda, “her şeyi ulusal sosyalizmin çıkarlarına bağlı kılma” ve “kapitalizme ulaşma için emperyalizmle uzlaşma” vb. gibi hatalı dayatılmalardan da kurtulunacağı düşünülmektedir. Emperyalizme tavizden kaçınmak için onun içinde erime… Bunlar ilginçtir.
“Bu haliyle bile, yani sağa savrulma, kapitalizm yolcularının önderliğinde bile, sosyalist ülkeler kapitalizmle tarihi bir buluşmayı yaşarlarsa, bundan devrim yarar görür. Çünkü aşırı kopma, hem hayalciliğe, hem de gerçek dışı ütopyalar üretmeye ve de bunu politika haline getirmeye götürüyordu… Sistemleri karşılaştıralım (‘karıştıralım’, olmalı -Ö.D), sistemlerin karıştırılmasından kapitalizmden daha çok sosyalizm yarar görür. Sosyalizmin zararı, sistemlerin birbirinden uzaklaşmasıdır… Dünya çapında henüz kapitalist-emperyalist sistem daha güçlü olduğu için, geriye dönüşten, birçok doğruyu bünyesinde barındırması nedeniyle sosyalizm yarar görür… Gorbaçov biraz daha bu temelde ilerleseydi iyi olurdu. Biraz daha bu temelde taviz diyorum. Fakat gerisi tamamlamak da gereklidir. Sosyalizm daha diri uygulanabilir; kendini yenileme temelinde de olsa, daha da güçlenebilir bir biçimde eşlik ettirseydi, bu gerçekten sosyalizmin yenilenmesi olurdu… Bu süreç daha da gelişebilir ve gelişmelidir… Sistemlerin buluşmasında, yoğunlaşmasında her ne kadar kapitalizm de güç bulacaksa da, sosyalizmin yenilenmesi de güç bulur. Sınıf mücadelesi, daha şimdiden görüldüğü gibi, kendine yeni kanallar açmak zorunluluğunu hisseder. Bu, yeni programlara, yeni örgütlenmelere mutlaka götürür.”
Evet, götürmüştür bile. Örneğin TBKP ve sonra SBP. Ama bunlar örgütler ve programlar değil, örgütsüzlükler ve programsızlıklardır.
İnsan ne söyleyeceğini bilemiyor! Bir kez “reel” ya da her neyse, Sovyetlerde ve diğer eski sosyalist ülkelerde hala sosyalizmin yaşandığı ve buralarda proletarya diktatörlüklerinin bulunduğu varsayılıyor. Ve “restorasyon”, laf olarak, bu yönlerden bir durum değişikliği olmaksızın ortaya atılıyor. Üstelik yanlış bir taktik ya da strateji ve ulusalcı bir devlet (dış) politikası izlemekten kaçınmak için sosyalizmin kapitalizmle “buluşması” öngörülüyor. “Pire için yorgan yakmak” buna denir. Ve ilginçtir, “tavizler” eleştirilirken, bunun en son noktaya vardırılması, emperyalizmle kaynaşma ve kapitalizmle “buluşma” aracılığıyla “sosyalizm”in “yenilenebileceği” düşünülüyor. Böyle ise, Stalin bir yana, Kruşçev, Brejnev ve Gorbaçov’a neden onca eleştiri ve suçlama yöneltilerek haksizine ediliyor? Öyle anlaşılıyor ki, kafada NEP örneği var; çok daha değişik boyut ve ölçüde bugüne aktarılmaya çalışılıyor.
Fırat, hem “reel sosyalizm”in kapitalizmle buluşmasının olanaklı ve pek de o kadar kötü olmayacak oluşu ve hem de bu temelde “yenilenebileceği” üzerine de şunları yazıyor:
“…reel sosyalizm, bir anlamda önemli kapitalist öğeleri ideolojik ve politik yansımalarıyla birlikte bu biçimde gerçekleştirdikten sonra, acaba yenilenmiş sosyalizme verecek bir şeyi kalmış mıdır? Yani reel sosyalizm tam bir iflastan mı ibarettir? … Bunu söylemek için hem erkendir, hem de olanaksızdır. Zaman erkendir, gelişmeler bunu olanaksız kılıyor”
Restorasyon falan olduğu yoktur, üstelik hala “reel”liğin yenilenme ihtimali vardır; hatta tersi olanaksızdır!
“Bir defa, Ekim Devrimi’nin günümüze ulaştığımızda sonuçları… her şeyden önce kapitalizmi dönüşüme uğratmıştır. Kapitalizm artık 19. yüzyıl sonlarındaki ile 20. yüzyıl başlarındaki amansız baskı ve sömürü aracı olmaktan çıkarılmıştır. Sosyal demokrasi örneğinde ortaya çıktığı ve Avrupa’daki uygulamalarda kendini gösterdiği gibi, kapitalizmin bir dönüşümü yaşanmıştır; yani ifadesini sosyal refah devletinde bulan, sosyal demokratların öncülük ettiği bir akımla kendini yenilemiştir. Bugünkü kapitalizm eski kapitalizm değildir. Ekim Devrimi’nin önemli bir sonucu, kapitalizmi yumuşatma, kapitalizmi emekçiler açısından yaşanılır bir hale getirmedir… (Sosyal demokratlar -Ö.D) tamda tipik klasik kapitalizmi temsil ediyorlar diyemeyiz. Kapitalizmin dönüşümüne, sosyalizmin uzlaşmasına, esasta nezaret ediyorlar, önderlik ediyorlar… Bu… (‘Sovyetlerin başını çektiği sosyalistlerin’) sosyal demokratlarla daha çok iş yapacakları bir sürecin gelişmesi demektir. Bu kapitalizmi daha da dönüştürecektir. Onun iç ve dış politikasını, içte insan hakları ve demokrasi, dışta sömürgeciliğin biraz daha aşılması yönünde etkileyecektir. Zengin Kuzey’in yoksul Güney’le çelişkisinin yumuşatılmasına, çevre kirliliğinin önlenmesine özen göstereceklerdir… ‘Reel sosyalizm’in ikinci önemli tarihi sonucu, ulusal kurtuluş hareketlerine kazandırdığı tarihi ivmedir… Bu iki temel sonuca bağlı olarak bazı diğer sonuçlarından da bahsedilebilir. Hem kapitalist ülkeler için, hem bağımsızlığına kavuşan uluslar için her ne kadar bugün çok sözü edilen insan hakları, demokrasi sorunu kapitalizmin-emperyalizmin öz meselesiymiş gibi gözüküyorsa da, bu ilke gerçekte bilimsel sosyalizmle ilintilidir. İnsan haklarını ve demokrasiyi en çok bilimsel sosyalizm geliştirmiştir.”
Pasajdan bilimsel sosyalizmle, Ekim Devrimi ile “reel sosyalizm”in aynı anlamda kullanıldığı görülüyor. Böyle düşünülüyor çünkü. İçerik üzerine bir şey söylemek gerekeceğini ise sanmıyoruz. TKP-TBKP eleştirilerinde, Gorbaçov eleştirilerinde bu görüşler bolca eleştirildi. Kapitalizmin değiştiğine, sosyal refah devletine, sosyal demokrasiyle birlik ve ittifak sorununa ilişkin ileri sürülenler, bütünüyle, eleştirilen ve “tipik orta yolcu” olduğu söylenen, aslında revizyonistliğini bile reddeden, burjuva karşı devrimci Gorbaçov’un görüşleridir. Söylem bile aynıdır. Ve özellikle kapitalizmden, emperyalizmden insan hakları, demokrasi ve sömürgeciliğin yumuşatılmasını beklemek bir ulusal kurtuluşçu açısından çok tehlikeli sonuçlar doğurmaya adaydır. Kapitalizm bir yana bırakılsa bile, bir ulusal kurtuluşçu için, emperyalizmle ve sosyal demokrasiyle dişe diş mücadele ve bunu öngören düşünceler hayati önemdedir. Hele Talabani ve Barzani örneğinde olduğu gibi emperyalizm ve gericilikle uzlaşma üzerine görüş ve pratiklerin ortalıkta bunca dolandığı bir dönemde…
Sağlam ve kararlı bir ulusal kurtuluşçuluk kapitalizm karşıtlığını ve kuşkusuz komünizm perspektifini gerektiriyor.

Aralık 1991

Gençlik Mücadelesi ve Bazı Dersler (3)

12 Mart darbesine gelen süreçte; gençlik hareketinin zaaflarının öğrenci gençlik mücadelesini engelleyen boyutlara doğru hızla ilerlediğine değinmiş, bunların nedenleri üstünde 37. sayımızda durmuştuk.
12 Mart darbecileri, darbelerine “meşruiyet” kazandırmak için daha ilk günden itibaren devrimci gençliği ve onların önderlerini “anarşist”, “terörist” ilan etmişti. Ve ilk saldırı da devrimci gençliğin ileri unsurlarına ve devrimci gençlik örgütlerine oldu. Dernekler kapatıldı, Gözaltılar, tutuklamalar, işkence tezgâhları, yüzlerce kişilik davalar, kurşunlamalar ve nihayet öğrenci gençlik hareketinin simgesi haline gelmiş Deniz, Yusuf ve Hüseyin’in idamları, Kızıldere’de olduğu gibi katliamlarla gençlik yıldırılmaya, emekçi sınıflardan tecrit edilmeye çalışıldı. Darbecilerin yürüttüğü propagandanın merkezinde, devrimci gençliğin hedef tahtası ilan edilmesi vardı. İki yıl boyunca üniversite ve yüksek okullar bir kışla disipliniyle yönetildi ve sonradan 12 Eylülcülerin deneyeceği yöntemlerle gençlik kazanılmaya, kazanılmayanlar da hizaya getirilmeye çalışıldı. Yüksek öğrenim gençliği bu baskılara karşı direnmeyi başardı ve darbeciler, gençlik örgütlerini dağıttılar, mücadeleyi engellediler, ama gençlik yığınlarını kendi saflarına çekmeyi başaramadılar. Nitekim 72 sonlarında mücadele yeniden bir yükseliş aşamasına yöneldiğinde ilk toparlanan öğrenci gençlik oldu.
12 Mart darbesi öncesinde, polis ve MİT’le ortak çalışan şeriatçılar ve MHP’li faşistler zaten örgütlü birer cinayet örgütü olarak çalışıyorlardı. 12 Mart darbesiyle bunlar, özellikle de MHP’li faşistler adeta sıkıyönetim emrinde faaliyet gösteren gruplara dönüştü. Faşistler, sıkıyönetim mahkemelerinin başlıca ve güvenilir tanıkları olarak duruşmalara çıktılar, ihbarcılık yaptılar, gençlik içinde provokasyonlar tezgâhladılar vb. Sıkıyönetimin kanatlan altında silah vb. bakımdan teçhizatlanıp örgütlerini sağlamlaştırdılar. Devrimci gençlik mücadele için yeniden toparlanmaya yöneldiğinde, faşist çeteler de karşı saldırı için hazırdı.
1973 yılına gelindiğinde, yüksek öğrenim gençliği 71-72 yenilgisinin ardından henüz dağınık ve örgütsüzdür. Ne var ki, 71 hareketi geniş gençlik kesimleri içinde prestij ve etkisini sürdürmektedir. Dağınıklık, örgütsel plandadır; gençliğin ileri unsurları hızla örgütlenme isteği içindedirler ve bu doğrultuda çalışmaya yönelirler.

İYÖKD (İstanbul Yüksek Öğrenim Kültür Derneği) dönemi
1973 Kasım’ında İstanbul Yüksek Öğrenim Kültür Derneği (İYÖKD) kurulur. Yüksek öğrenim gençliğinin derneklerde örgütlenme eğilimi çok yüksektir ilk yıllar. İYÖKD adından anlaşıldığı gibi yalnızca İstanbul yüksek öğrenim gençliğini kapsıyordu. Ancak gençliğin örgütlenme çabalan İstanbul’la sınırlı kalmıyordu. Başta İzmir ve Ankara olmak üzere üniversite ve yüksek okulların olduğu diğer illerde de süreç ilerledikçe dernek ve benzeri tipte örgütlenmelere gidilir.
İYÖKD tek tek birimlerde, okullar ve fakültelerde oluşturulan birim derneklerinin üzerinde yükselen bir oluşum olmadı. İstanbul’un değişik yüksek okul ve fakültelerindeki farklı siyasal görüşler etrafında kümelenmiş ileri öğrencilerin yürüttükleri bir dizi tartışmanın ardından (tartışmalarda mevcut koşullarda böylesi yasal bir derneğin kurulup kurulamayacağı ve bunun mücadeleye getirecekleri yer alıyor), il düzeyinde merkezi bir bir öğrenci derneğinin kurulması kararlaştırılıyor.
İYÖKD kurulduktan sonra, tek tek okul ve fakültelerde birim örgütlerinin oluşturulması yoluna gidilir.
1. Kongre’ye kadar İYÖKD’nin temel faaliyeti bildiri ve bülten çıkarmak yoluyla yürüttüğü propaganda faaliyetidir. Propaganda çalışmalarının içeriğini, yüksek öğrenim gençliğinin akademik-demokratik sorun ve taleplerinin yanı sıra; örneğin 1974 Nisan’ında otuzuncu kuruluş yıldönümünde NATO’yu protesto kampanyasında olduğu gibi anti-emperyalist talepler de yer almaktadır. Yine, “Tüm siyasi tutuklulara koşulsuz özgürlük” adı altında doğrudan siyasi talepler için de kampanya yürütülmüştür. Bu tür kampanyalarda çalışma, yalnızca öğrenci gençlik içinde kalmamış, diğer halk kesimlerine yönelik olarak da propaganda ve çağrılar yapılmıştır.
İYÖKD’nin birinci kongreye kadar yürüttüğü çalışmalar yukarıda da belirtildiği gibi propagandayla sınırlıydı. Bunun dışında, öğrencilerin somut talepleri için eylem ve benzeri faaliyetler, genel çalışmalar içinde fazlaca yer almaz.
Propaganda çalışmaları, kısa bir süre içinde yankısını bulur, öğrenciler derneğe daha çok ilgi duymaya başlar. Diğer illerdeki yüksek öğrenim gençliği de İstanbul’daki gelişmeleri yakından izlemeye başlar. Propaganda çalışmaları ve kampanyalar, gençlik içindeki potansiyelin açığa çıkmasında önemli bir rol oynamıştır. Öyle ki, Birinci Kongre’ye diğer illerden de temsilciler gelir.
İYÖKD geliştikçe pratik faaliyetleri de artara Çalışmalar yüksek öğrenim gençliğinin temel akademik ve demokratik sorunlarını kapsadığı gibi siyasi talep ye tavırları da içermektedir. Birinci Kongre ile İkinci Kongre arasındaki bazı çalışmalar şöyledir.
-İETT zamlarına karşı protesto kampanyası: 1974 baharında İETT’nin otobüs biletlerine zam kararı alması karşısında, İYÖKD zamlara ve hatlara göre bilet uygulamasına karşı bir kampanya yürütür. Bu kampanyanın içerisinde yazılı ve sözlü propaganda faaliyetinin yanı Sıra, 1973 sonrası İstanbul’da ilk izinsiz gösteri de gerçekleştirilir. Laleli’den Aksaray’a kadar yapılan yürüyüşe bin dolayında öğrenci katılır. Mitingden birkaç gün sonra İETT, öğrenci biletlerine getirilen zam ve hat uygulaması kararını geri aldığını açıklar.
– Kıbrıs Askeri Harekatı üzerine tavır: İYÖKD, Kıbrıs’a Türk ordusunun girmesini işgal olarak nitelendirir ve şovenizmi kışkırtan işgale karşı “Bağımsız, birleşik Kıbrıs” şiarıyla karşı çıkar. İşgalin ABD emperyalizminin işine gelen bir yan taşıdığına da işaret ederek anti-emperyalist, anti-şovenist bir propaganda faaliyeti yürütür.
– Yüksek Okullar Boykotu: 70’ler Türkiye’sinde yüksek öğrenim gençliğini ilgilendiren önemli sorunlardan biri de, eğitimdeki eşitsizliktir. Yüksek öğrenim gençliği, özel statü ve paralı öğretime karşı büyük bir tepki içindedir. Bu koşullarda İYÖKD, “Ayrıcalıklı ve paralı eğitime son” temalı, tüm yüksek okulları kapsayan bir boykot örgütler. Boykot başarılı olur, tüm yüksek okullarda öğretim durur. Paralı öğretime karşı boykot yukarıdaki temadan başka, bazı demokratik istemleri de kapsar. Boykotun taşıdığı önem başarılı olmasının dışında, 12 Mart sonrası sivil faşist çetelerin, gençliğin mücadelesine karşı doğrudan ilk tavır almaları, sahneye ilk kez konulmalarıdır. Sivil faşistler, boykotu kırmak amacıyla okullara girmek için saldırılarda bulunurlar, kavga çıkarırlar. Faşist çetelerin terörüne rağmen boykot sürer ve zamanın Milli Eğitim Bakanı Mustafa Üstündağ’ın öğrencilerle görüşüp isteklerini kabul etmesiyle sona erer. Boykot, 12 Mart sonrası yüksek öğrenim gençliğine büyük bir moral kaynağı olur.
Bundan sonra sivil faşist saldırılar artarak yoğunlaşacaktır. Sivil faşist çetelerin ortaya çıkışı ne ilk ne de tesadüfîdir. Yıllardır hazırlanan ve 12 Mart darbesi içinde militarist bir örgütlenmeye dönüştürülen faşist çeteler, yükselen öğrenci gençlik mücadelesi karşısında bir barikat oluşturmak amacıyla, MİT-MHP ve öteki devlet güçlerince bilinçli ve planlı bir biçimde sahneye sürülmüşlerdir.
– Şahin Aydın ve Kerim Yaman’ın öldürülmesini protesto eylemi: Gençliğin mücadelesini engellemek için dozunu artırarak süren faşist saldırılar sonucu İYÖKD’li Şahin Aydın (19 Aralık 1974’te) Kerim Yaman (23 Ocak 1975’de) öldürülür. Her iki öldürme olayına da öğrenciler kitlesel olarak tepki gösterirler. Şahin Aydın’ın öldürülmesi arkasından boykotlar, Kerim Yaman’ın öldürülmesinden sonra ise boykot ve işgallerle tepkilerini dile getirirler. Oldukça büyük kalabalıkların katıldığı gösteriler yapılır. Bunlar, 12 Mart sonrasının ilk işgal ve kitlesel gösterileri olması bakımından önemlidir.
Döneme özgü eylemleri uzatmak mümkün. Ancak yazının amaç ve kapsamı açısından bu gerekmiyor. Yukarıda sıraladığımız örnekler, yüksek öğrenim gençliğinin faşist saldırılara karşı topyekûn karşı koyuşunu ifade ettiği gibi, gençlikteki devrimci potansiyeli de açığa vurmuştur. Söz konusu eylemler (özellikle işgal ve boykotlar), gençliğin yalnızca faşizme karşı mücadelesini yükselttiği eylemler değil, aynı zamanda eylem içinde yüksek öğrenim yapısından, kapitalizm ve sosyalizmin vb tartışıldığı bir ortamı da geliştirip olgunlaştırmıştı.
Şahin Aydın ve Kerim Yaman’ın öldürülmeleri, 12 Mart sonrasının ilk cinayetleridir ve bundan sonra giderek artan bir sıklıkla devrimcilere yönelik faşist cinayetler sürecektir.
Kasım 1974’te “İleri” adlı bir gazete çıkartır İYÖKD. Ancak 6 sayı çıkabilen gazetenin bürosu polis tarafından basılır ve Şubat 1975 tarihinde gazetenin yayın hayatı sona erer.
Homojen bir yapıya sahip olmayan İYÖKD içindeki farklı grupların tartışmaları ve yönetim kurulu üyelerinin bir kısmının tutuklu olması nedeniyle seçimleri yenileme yoluna gidilir. İYÖKD’nin İkinci Kongresi buna yöneliktir. Bütün okul ve fakültelerde seçimlere gidilir. Ne var ki, seçimler daha güçlenmiş bir örgüt, gençliğin ortak bir platformda birliğini sağlamaz; tam tersine gençliğin mücadelesini zayıflatan bir ayrışmayı doğurur.
Ayrışmanın nedeni kuşkusuz ki, kongrenin kendisi değil, 12 Mart darbesi öncesi mirasının olumsuz yanının hortlatılmasıdır: İYÖKD, kuruluşunda farklı görüşlere mensup gençlik kesimlerinin ortak çabasıyla kurulmuş olma gibi olumlu bir özellik taşıyordu. Yine, İstanbul yüksek öğrenim gençliğinin anti-faşist mücadele platformunu ifade etmesi ve militan tutum ve çizgisiyle İYÖKD olumlu yanlar taşımasına karşın bir takım zaaflara da sahipti.
İYÖKD’nin, kuşkusuz en temel zaafı, öğrenci gençliğin kitlesel bir örgütü değil, bir devrimci gençlik örgütü olmasıydı. Üstelik bu devrimci gençlik örgütü, Dev-Genç gibi, birimler temelinde örgütlenerek yığınlarla organik bağlara da sahip değildi. Bu durum, örgüt içinde grupçuluk eğilimlerini kışkırtıcı bir durumdu. Gruplar arası rekabet örgüt içinde demokrasi yokluğu ile birleşince, homojen bir yapıya sahip İYÖKD kaçınılmaz olarak parçalanma sürecine girdi.
1960 sonunda olduğu gibi, ‘72 sonrasında da asıl zaaf birimler temelinde örgütlenen kitlesel öğrenci gençlik derneklerinin olmaması, ya da sadece görünürde olmasıydı. Salt devrimci öğrencilerden oluşan, kitlelerin denetiminden uzak bir İYÖKD, eninde sonunda grup çatışmalarına mahkûm olarak doğmuş, gruplar-arası çatışmalar yumuşak bir düzeyde seyrettiği sürece varlığını sürdürebilmiştir. Mücadelenin şiddetlenmesiyle birlikte (mücadelede her şiddetlenme, birbirine ne kadar yakın olursa olsun, siyasi gruplar arasındaki ideolojik mücadeleyi de şiddetlendirir) İYÖKD içindeki birlik de çökmüştür.
Günümüzün, geçmiş devrimci gençlik mücadelesi üstüne, iddialı kitaplar yazan yazarları (Celalettin Can gibi) bu dönemdeki parçalanmayı “sosyal emperyalizm tezini savunan” grupların varlığına bağlıyor ve “sosyal emperyalizm tezi savunulduğu” için devrimci gençlik örgütünün parçalandığını iddia ediyorlar. Her zamanki gibi, gerçek nedenlerle değil, görüntülerle bahanelerle olayları açıklama yolunu seçiyorlar. İYÖKD gibi, değişik siyasal çevrelerin kümelenmesinden meydana gelen her örgütlenmenin yaşamasının ilk koşulunun örgüt içinde her siyasi görüşün kendisini ifade etmesinin olanaklarının yaratılması olduğunu görmek istemiyorlar. Çoğunluk olmak, seçilmiş olmak diğer görüşlerin varlığını ortadan kaldırmaz, kaldırmamalı da. Bu dün de, bugün de böyledir. Eğer bir kitle örgütü içinde-varolan grup ya da kişilerin propaganda özgürlükleri yok edilirse o örgüt eninde sonunda parçalanır. Görünüşte parçalanmasa bile, gerçekte parçalanır ve işlemez hale gelir. Nitekim sonraki yıllarda Dev-Genç içinde “sosyal emperyalizm tezi’ni savunan kimse olmadığı halde, Önce Kurtuluşçular ayrılıp kendi “Dev-Genç”lerini, arkasından “Dev-Sol” kendi Dev-Genç’ini kurmak zorunda kalmıştır. Çünkü “çoğunluk ne derse örgütte o olur, onun görüşleri dışında görüşler propaganda yapamaz” anlayışının mantıksal sonucu, heterojen bir örgütü son atomuna kadar parçalamayı zorunlu kılar. İYÖKD’de başlayan sürecin sonraki yıllardaki gelişmesinin, devrimci gençlik örgüt ve eyleminin çok parçaya ayrılmasının açıklaması bundan ibarettir.
Özellikle “cepheci” grup, İYÖKD’nin esasen (açıkça değilse de aldıkları tutumla) homojen bir yapıda olması gerektiğini savunuyor; heterojenliğini ortak mücadeleyi etkileyen bir etken olarak değerlendiriyordu. Bu nedenle de; ajitasyon-propaganda özgürlüğüne karşı çıkıyordu. Yine aynı nedenle, mevcut yapısal koşullarda faaliyet programının ancak tam olarak çoğunluk halinde uygulanabileceğini savunarak, yönetimin homojen olması gerektiğini ileri sürüyordu. Bu perspektif, pratikte grupların kendi propagandalarını yapmalarına yasak getirme ve kendi görüşünü dayatma olarak ifadesini bölüyordu.
“Cepheci” grup, dünya sorunları ve Türkiye devriminin yoluna ilişkin görüş ayrılıklarını ayrılmanın temel nedeni olarak gördü ve buna uygun, farklı olanı dıştalama, hayat hakkı tanımama ve kendisini ifade etmesine engel olma şeklinde bir çizgi izleyerek, iyice ayrışmanın yolunu açtı. Kuşkusuz bu yalnızca bir tek grubun tutumuyla açıklanacak bir şey değildir, ama yönetimi elinde bulunduranların diğerlerine söz ve yaşam hakkı tanımaması ağırlıklı faktörü oluşturuyor. Çünkü cepheci grup, İYÖKD örgütlülüğünü ya da genel olarak gençliğin kitlevi örgütlülüğünü bir parti örgütüyle karıştırıyordu.
Oysa gençlik içinde farklı siyasal kümelenmelerin olması yanlış bir şey değildir. Zaten böyle bir kümelenme “doğru-yanlış” zemininde değerlendirilemez. Gençliğin farklı siyasal görüşler etrafında toplanması, kaçınılmaz bir şeydir. Çünkü sınıflı toplumlarda farklı sınıflara karşılık düşen farklı ideolojilerin olması ne kadar doğalsa, farklı sınıflarla ilişkisi/bağlantısı olan gençliğin de farklı görüşleri benimsemesi ve kümelenmesi de o kadar doğaldır. Gençliğin farklı siyasal görüşler etrafında kümelenmesi onun ortak bir platformda, siyasal örgütlenme açısından anti-emperyalist, anti-faşist ve birimlerinde kendi temel sorunları etrafında mücadele etmesine engel değildir. Doğru olan, gençliğin kendi içinde demokrasiyi uygulaması ve siyasi grupların kendini ifade etme hakkının tanınması temelinde ortak talepler, asgari müşterekler için, bütün gençliği ilgilendiren sorunlar için birlikte mücadele etmeleridir. Kısacası, ayrışma farklı siyasal görüşlerin varlığından değil; farklı siyasal görüşlerin ifade edilmesi zemininin olmamasından kaynaklanıyordu. Farklı görüşlerin varlığını öne çıkarma, ortak hareket zeminini yanlış kavramayı ifade eder. ’68 gençliği ve Dev-Genç kesinlikle homojen bir yapıda değildi, ama kitlesel ve birlikte mücadelenin, zaaflarına karşın olumlu bir örneğiydi.

ÖTK (Öğrenci Temsilciler Konseyi)
İYÖKD sonrası gelişmelere geçmeden önce, farklı bir deneyimi değerlendirmek istiyoruz. Bu deneyim döneminin gençlik örgütlenmesinden bazı farklılıklar taşıyan ODTÜ-ÖTK örgütlenmesidir.
ÖTK (Öğrenci Temsilciler Konseyi)’lar yalnızca Ortadoğu Teknik Üniversitesinde değil, Boğaziçi Üniversitesi ve Gazi Eğitim Enstitüsü’nde (1978 yılında) ve hatta Ankara’daki kimi liselerde de uygulandığı halde, adının Ortadoğu Teknik Üniversitesi ile anılmasının ve bilinmesinin nedeni doğuşunun ve en iyi uygulanışının burada olmasından kaynaklanıyor.
1975 Nisan’ında ODTÜ gençliği, mütevelli heyetlerine karşı özerk-demokratik üniversite talebiyle sekiz ay süren büyük bir boykot yapar. ÖTK’nın doğuşu bu boykotla olur. Sekiz ây gibi uzunca bir süre süren boykotun organizasyonu, boykot süresince üniversitedeki faaliyetin düzenlenmesi vs. belli birtakım mekanizmaları ve işleyişi gereksinir. Olayın bir de ilginç bir yanı vardır. ÖTK’nın isim babalığı şerefine rektör Tarık Somer nail olur. ODTÜ-DER’i kapatmak isteyen rektör Tarık Somer, “ODTÜ-DER bir avuç anarşistin yeridir, öğrencileri temsil edemez” gerekçesiyle ODTÜ-DER’den kurtulmak ister. ODTÜ-DER’i kapatma kararını meşru göstermek için de, “öğrencileri ancak demokratik bir temsilcilik kurumunun temsil edebileceği”ni söyler. Rektörün bu açıklaması ODTÜ öğrencilerinin eline iyi bir fırsat verir. Temsilcilik hakkı ileri sürülür ve rektör kabul etmek zorunda kalır.
ÖTK, birimler temelinde, sırasıyla sınıf, bölüm, yurt, fakülte temsilciler konseyi gibi kademeli bir mekanizmadan oluşur. Her birimde seçilmiş temsilciler, bağlı ana bölümün (fakülte ya da yurdun) temsilciler konseyini oluşturur. Bunun üzerinde de ÖTK Yürütme Konseyi yer alır. Yürütme Konseyi koordinasyon ve organizasyon göreviyle yükümlüdür.
İlk genel (kampus) ÖTK’sı, temsilciler konseyinin seçtiği temsilciler ile ODTÜ-DER’in yönetim kurulundan oluşur. (ODTÜ-DER yönetim kurulu da seçimlere katılır. ÖTK seçimleri, hem birim temsilciliğinin hem de kampus konseyinin seçimi için iki oy kullanımıyla yapılır.) Seçimlere cepheciler bir grup olarak girerken, ayrıca iki grup daha vardır. Bunlar Devrimci Muhalefet Birliği (ki, HK, HY ve Halkın Gücü taraftarlarından oluşur) ve CHP reformistlerinin de yer aldığı TKP, TİP’ten oluşan revizyonist-reformcuların bloğudur.
ODTÜ-ÖTK’nın gerçekleştirdiği başlıca iki büyük eylem ve etkinlik vardır. Birincisi, mütevelli heyeti tarafından ODTÜ gençliğinin mücadelesini engellemek ve kampusa jandarmanın yanı sıra sivil faşist çetelerin girmesini sağlamak için bir faşist olan Hasan Tan’ın rektörlüğe getirilmesini protesto eylemidir. Ki, bu çerçevede amatörce bir hiciv çalışması başlar ve bu çalışmadan giderek uluslararası bir organizasyon yaratılır. ODTÜ tarihinin ikinci büyük boykotu olan ve 6 ay süren boykot faşistlerin kampus önünde öğrencilere karşı giriştikleri saldırıyı protesto için başlar. Boykot, geniş bir katılımla ve “derslere girmeme” veya “okula gelmeme” gibi pasif bir tarzda değil; eylem boyunca üniversite etkinliklerinin gerçekleştirildiği ve dar bir kadronun etkinliği yerine kitlenin aktif katılım ve etkinliğinin sağlandığı bir eylem olarak gerçekleşir. Boykot süresince karikatür yarışmasından, futbol turnuvasına; boykot sırasında memleketlerinde bulunan öğrencileri boykota katmak ve boykot hakkında halkı bilgilendirmek için hemen hemen bütün illere dağıtımının sağlanabildiği gazete çıkarmaya, sokak sokak bildiri dağıtmaya kadar bir dizi etkinlik ve çalışmada bulunulur.
Sıkıyönetim altında ÖTK seçimleri yapılır. Ne var ki, üniversite yönetimi temsilciliği kabul etmez. Bunun üzerine ÖTK yarı-legal bir konuma geçer ve faaliyetini sürdürür. Ta ki, 12 Eylül askeri darbesi gelene kadar, hatta ondan bir süre sonraya, 81 yılına kadar yasadışı olarak ÖTK faaliyetini yürütmeye çalışır.
ÖTK’yı gençliğin örgütlenmesi ve mücadelesi açısından önemli kılan özelliklerinden burada söz etmek gerekiyor. Her şeyden önce ÖTK, bir kitle hareketi içinde ve tabandan, aşağıdan yukarıya doğru doğmuştur. (ÖTK da bir örgüt olarak bir araçtır; her koşul ve durumda ÖTK’nın izlediği seyir ve tarzın mutlak olarak uygulanması zorunlu değildir. Fakat temel bazı özellikleri nedeniyle ÖTK gençlik hareketi ve örgütlenmesi için önem taşımaktadır.) Aşağıdan yukarıya doğru örgütlenme bir kitle örgütü için ideal olandır, fakat bu kesenkes bir zorunluluk değildir. ÖTK oluşum biçim ve süreciyle bulunduğu alanın koşul ve ihtiyaçlarına uygun düşmüştür. Oluşum ve örgütlenme biçimiyle demokratiktir ve kitlesel bir karaktere sahiptir. Tüm kararlar haftada bir toplanan genel kurul niteliğindeki ÖTK konseyinde alınırdı. ÖTK yürütme kurulu koordinasyon ve organizasyondan sorumluydu. Acilen karar alınması gereken konu ve durumlar dışında, uzun veya kısa dönemli her türlü program ve anlayış komiteler aracılığıyla en geniş katılım içerisinde oluşturulmaya çalışılmıştır. ÖTK’nın bu kitlevi karakter ve yapısı, onun değişen koşullara hızla uyum sağlayabilmesini ve gerektiğinde yarı-legal hatta yasadışı biçimde faaliyetini sürdürmesine olanak taşıyacak esnekliktedir.
Bu olumlu özelliklerinin yanında, ODTÜ-ÖTK’da D.Yol’cular yönetimdeki sayısal çoğunluklarını, diğer gruplara siyaset yasakçılığı şeklinde anti-demokratik baskıcı uygulamalarını dayatma yönünde kullandıklarından, ÖTK’nın yukarıda sözü edilen karar alma mekanizmasındaki demokratik işleyişin tavsamasına yol açmış; zamanla kitle katılım oranının % 90’lardan % 70’lere düşmesine etkide bulunmuştur. Siyaset yasakçılığı ve birimlerin bağımsız bildiri, propaganda çalışmaları vs. türünden etkinliklerine vesayet makamı gibi kısıtlama getirme, gençliğin ortak mücadele platformunu sınırlayan ve daraltan bir etkiye de yol açmıştır. Ama örgütün kitlesel karakteri ve her siyasi yoğunluğun kitlelerle her an yüz yüze ve davranışlarının hesabını vermek zorunda oluşu grupçu tutumları geriletiri bir etken olmuştur. Bu yüzden de diğer fakülte ve yüksek okullarda görülen bölünme ve devrimci gençlik hareketinin yığınlardan tecridi ODTÜ içinde (elbette ODTÜ’nün bir kampus içinde toplu olması ve uzunca bir devrimci gençlik mücadelesi geleneğinin bulunması gibi özelliklerle birlikte) diğer fakülte ve yüksek okullardaki kadar derin olmamıştır.

İYÖD ve Yeni Gruplaşmalar
İYÖKD’nin kapatılmasından sonra, yeni bir derneğin hemen açılması çalışmalarına başlanır. İstanbul’da tek bir kitle örgütünde fikir birliğine varılır. Ancak daha önce de belirtildiği gibi, “cepheci” grubun dernek yönetiminde homojenlikte ısrar etmesi, nispi temsile karşı çıkması ve bir kitle örgütü ile parti arasındaki ayırımı kaldırıp kitle örgütüne parti misyonu yüklemesi ve kendi anlayışını dayatmaya çalışması karşısında, İYÖD yalnızca cepheci görüşe mensup kesim tarafından 1976 yılında kurulur.
Aynı yıl Devrimci Gençlik dergisi yayın hayatına başlar ve siyasi-ideolojik perspektif etrafında bir örgütlenme yaratmaya yönelir. Bu dönemde cepheci grup içinde ilk ayrışmalar sonradan her biri ayrı birer siyasal örgüt olan MLSPB, Acilciler ve Kurtuluş’çular şeklinde yaşanır. Bir tarafta bu gelişmeler yaşanırken, öte yandan 1976 Kasım’ında İstanbul, Ankara ve Erzurum yüksek öğrenim gençlik derneklerinin birleşmesiyle Devrimci Gençlik Dernekleri Federasyonu DGDF kurulur. Federasyondan önce çıkan Devrimci Gençlik dergisi bu adımı hızlandırır.
DGDF, Dev-Genç adını kullanır. Ne var ki, bu Dev-Genç 70’lerin Dev-Genç’i değildir; ondan çok farklıdır. DGDF yüksek öğrenim gençliğinin farklı siyasal görüşlere mensup tüm kesimlerini kucaklayan Ve anti-faşizm, anti-emperyalizm ve akademik mücadeleyi birleştiren ’70 yıllar Dev-Genç’i değildir. O, yalnızca “cepheci” görüş yanlısı gençliğin örgütüdür. Ve gelişim seyriyle tek bir siyasi hareketin gençlik örgütü niteliğini kazanmıştır. DGDF’nin gerek oluşum süreci, gerek işleyişi, tüzüğü ve en önemlisi izlediği çizgi ile 70’lerden farklıdır. 1976’nın Dev-Genç’ini yaratan şey, devrimin stratejisinin ne olacağıdır. Dolayısıyla DGDF, 70’lerdeki gibi bir kitlesel bir gençlik örgütü değil, daha çok bir parti, ya da olmayan bir partinin yan örgütü niteliğindedir. Oluşumunda, ülke yapısının tahlili, devrimin yolu-stratejisi, sosyalizmin sorunları, vs. hep belirleyici olmuş; oluşumundan kısa bir süre sonra yaşanan bölünme ve ayrışmalar da bunlar üzerinden yürütülmüştür. Nitekim 1978 yılındaki D.Sol, D. Yol ayrışması da bu nedenle olmuştur. Ayrışmadan, ortaya çıkan iki ayrı siyasal örgüttür; yaşananların gençliğin kitlevi örgütü ve bunun problemleriyle hiç bir ilgisi/ilişkisi yoktur.
YDGD’lerin ortaya çıkması ve faaliyetine geçmeden dönemin özelliklerine ilişkin bir noktaya kısaca değinmekte yarar var. Hareket içindeki ayrışma üniversiteli gençliğin sorunlarının çözümü konusundaki tartışmalardan değil de, Türkiye devriminin yoluna ilişkin görüş ayrılıklarından doğduğu için; doğallıkla da öğrenci hareketi, üniversite yaşamına ilişkin somut talepleri içeren sloganları, anti-faşist, anti-emperyalist gençlik mücadelesinin sorunlarını bir kenara bırakarak, soyut ve çeşitli sol grupların kimliklerini dışa vuran sloganlara yöneldi.
Dev-Genç’in kendi içindeki bu ayrışmasının dışında, İYÖKD’den İYÖD’e geçiş evresinde ayrılmak durumunda kalan kesimler de Yurtsever Devrimci Gençlik Dernekleri Federasyonunu oluştururlar. THKO, THKP-C/M-L (Halkın Yolu-Militan Gençlik) ve Halkın Gücü (Partizan) taraftarlarının birlikte oluşturdukları ve yüksek öğrenim gençliğinin yanı sıra liseli öğrenci gençliği ve işçi ve köylü gençliği de kucaklamayı amaçlayan örgütlerdir YDGD’ler (1977). Ne var ki, farklı siyasal grupların yer alması sürekli olmamıştır; yığınların taleplerinden çok grupların talep ve kısa vadeli çıkarlarının öne çıkarılması, tüm gençliği kazanma perspektifinin yaşama geçmemesi ve kazanılacak kitlenin siyasileşmiş öğrencilerle (diğer gruplardan farklı olarak genç işçi ve köylüler, ama onların en ilerileri) sınırlı olması grup çatışmalarını kaçınılmaz olarak gündeme getirmiştir. Ve YDGD’ler THKO taraftarı işçi, öğrenci ve köylü anti-faşist, anti-emperyalist gençliğin örgütü oldular.
YDGD’ler gençlik hareketi içindeki bölünmeye paralel olarak doğmuşsalar da, gerek kuruluş ve ilk dönemlerindeki farklı eğilimlerden gençliği kapsıyor olması ve, gerekse gençlik örgütlenmesini yüksek öğrenim-üniversite gençliğinin dışına orta öğretim öğrenci gençliğine ve köylü ve işçi gençliğine doğru yaygınlaştırması açısından, 77-80 döneminin öteki gençlik örgütlerinden ayrılır, îşçi gençliği gençlik hareketi ve örgütlenmesinin merkezine koyma ve bunu temel alma, YDGD’ler döneminde ileri sürülmüş ve savunulmuş, uygulamaya sokulmuştur.
Üniversiteli gençlik dışındaki gençlik kesimlerini kapsamak için “Liseliler Birliği” çalışmasına yönelinirken, işçi gençliği kapsamak için de YDGD bünyesinde Emekçi Gençlik büroları ve Emekçi Gençlik Dernekleri çalışmaları yürütüldü. Teorik tartışmalarda işçi gençliğin esas alınması fikrinin savunulmasına karşın aynı güçlülükte bir pratik örgütlenme içine girilemedi; daha çok çırak gençliğe yönelindi. Köylü gençlik, iş, toprak ve eğitim talepleri etrafında örgütlenmeye çalışıldı, ideolojik planda yürütülen tartışmalarla gençliği öğrenci gençlikle sınırlı gören anlayış yıkılarak işçi ve köylü gençliğin de ortak bir örgütlenmede birleştirilmesi görüşü yaşama geçirilmeye çalışıldı.
Kuruluşundan bir yıl sonra YDGD’ler işçi, öğrenci ve köylü gençlerden oluşan binlerce üyeye sahipti ve etkilediği ve harekete geçirdiği gençlik bundan çok daha fazlaydı. 1978 Aralık’ı sıkıyönetimiyle birlikte bütün dernekler ve diğer örgütler gibi YDGF ve birçok şubesi kapatıldı. Bu yasa-dışı koşullarda bile YDGF’nin ülke çapında 60 binin üzerinde üyesi vardır. YDGD’ler yarı legal olarak faaliyetlerini sürdürürler. Ve son YDGF kongresi yasa-dışı olarak yapıldı.

76-80 arası anti-faşîst mücadele
76-77 “Milliyetçi Cephe” hükümetinin işbaşında olduğu koşullarda sivil faşist hareket gelişimini hızlandırır. Saldırılar kitlesel katliamlara dönüşür. Öğrenim ve can güvenliği kalmamıştır ve bu yüzden birçok öğrenci üniversiteyi bırakıp evine dönmektedir. Devrimci gençlik, sivil faşistlerin saldırılarına karşı koyabilmek ve kendisini savunmak için elindeki sınırlı olanaklarla direnmektedir.
Onlarca insanın ölümüne rağmen, gençlik faşist çetelerin okul ve yurtlardaki işgal ve etkinliğini kırmada kararlı bir mücadele gösterdikçe, saldırılar artar. Giderek her gün bir kaç kişinin faşist çetelerin cinayetlerinin kurbanı olması “olağanlaşır”. Ancak, faşist çetelerin arkasında MHP’den tekellere, devlet kurumlarına uzanan çeşitli güç odaklan yükselen kitle hareketini ezmek için ellerindeki polis, sıkıyönetim MİT vb. her gücü devreye sokmakta kararlıdırlar. Faşist cinayet şebekeleri de vurucu güçlerdir. Birer öldürmelerle fazla bir şey elde edemeyeceklerini anlayınca kitle katliamlarına yönelirler ve ilk kitlesel katliam İstanbul Üniversitesinde gerçekleştirilir: 16 Mart 1978’de, İstanbul Üniversitesi önünde, okuldan çıkmakta olan öğrenci kitlesinin üzerine bombalarla ve silahlarla saldırılır; 7 öğrenci hayatını kaybederken, onlarcası yaralanır. Katliamın hemen ardından, 2 bin öğrenci İstanbul Üniversitesi merkez binasında işgale başlar. Katliam duyulur duyulmaz, İstanbul’un dört bir yanından bütün üniversite ve çeşitli liselerden pek çok anti-faşist insan üniversiteye koşar. Beyazıt’tan Sirkeci’ye yapılan yürüyüş büyük bir anti-faşist gösteriye dönüşür.
1978 yılında devrimci gençliğin militan ve kararlı mücadelesi sonucu, okul ve yurtlardaki sivil faşistlerin işgal ve etkinliği kırılır. Ne var ki, buralar hala devletin egemenlik ve etkinliği altındadır. Gözlerden kaçan nokta da burasıdır. Baskı ve terör bitmeyecektir.
Üniversitelerde saldırılar yoğunlaşırken faşist saldırılar semtlere, küçük kent ve kasabalara, hatta köylere kadar yayılır. Devlet destekli faşist çeteler açıkça, çoğu yerde polisle birlikte ilericilere, devrimcilere, sıradan, herhangi politik görüşü olmayan, kısacası kendilerinden olmayan herkesi kurşunlarının hedefi yaparak yığınları terörize etmeye çalışırlar. Faşist terör, Maraş ve Çorum katliamlarıyla doruğa çıkar.
Faşist terör ve sivil faşist çetelerin ilk hedefi yüksek öğrenim gençliğinin mücadelesi olmuştur. Ama terörün hedefi asla gençlik değildi. Tersine asıl hedef ülke çapında yükselen emekçi sınıfların mücadelesiydi. Yükselen devrimci hareket karşısında karşı devriminde yükselmesiyle birlikte gelişiyordu. Bu yüzden de anti-faşist mücadelenin sorunlarının gençlik ve onun örgütleri tarafından çözülmesi elbette beklenemezdi. Bu yüzden de, dönemin anti-faşist mücadelesinin emekçileri faşizme karşı seferber edememesinden şu ya da bu gençlik örgütü elbette sorumlu tutulamaz. Ama bu, gençlik hareketinin biraz sonra sözünü edeceğimiz zaaflarının görmezden gelinmesini engellememelidir.
Sivil faşistlerle mücadelenin sıcaklığında, gözlerden kaçan iki şey vardır. Birincisi, anti-faşist mücadele sivil faşist çetelere karşı mücadeleyle sınırlı kalmış, onların arkasındaki devlet, maşayı tutan el yeterince görülüp mücadelenin asıl ucu buraya yönetilmemiştir. İkincisi, üniversiteli gençliğin öğrenim görme talebi ve daha birçok akademik ve demokratik talep gerektiğince görülememiştir. Esas hedef sivil-faşist işgali kırmak olduğundan, hedef ve çalışmalar işgalin kırılması ile sınırlı kalmış; işgalin kırılması sonrasına ilişkin politika üretme, gençliğin akademik ve demokratik istem ve problemlerine politik yaklaşım ve çözümler pek getirilememiştir. Marksist gençlik, 79’lara gelindiğinde bu eksikleri görüp üniversiteli gençliğin öğrenim ve diğer talepleriyle ilgilenmeye ve bunlar için politikalar üretmeye yönelmişse de, 12 Eylül darbesi süreci kesmiş ve devrimci gençlik kesimleri dışında kalan öğrenci kitlesiyle ilişkilerin gelişmesi arzulanan düzeyde olamamıştır. Bu konuda aşağıda daha geniş değerlendirmelerde bulunmaya çalışacağız.
Ortaöğrenim gençliğinin örgütlenmesi biraz daha geç başlar. İlk tohum üniversite ve yüksekokullarda atılmıştır ve buralardan liselere ve semtlere doğru yaygınlaşmıştır. Ortaöğretim gençliğinin üzerinde milliyetçi-şoven eğitim politikasının bütün baskıcılığıyla yüklenilmiş ve yaşamdan uzak ders müfredatları, ezberci not baskısıyla donatılmış eğitim, belirsiz gelecek kaygısının baskısı, okullardaki disiplin kurullarıyla uygulanan faşist-feodal uygulamalar vs. vs. bir dolu sorun vardır.
Liselerde de sivil faşist hareketin gelişimi ’73’ten itibaren başlar. Liseli gençliğin katmerleşen sorunlarına bir de bu eklenir. Ortaöğretim gençliği 1975 yılından itibaren örgütlenmeye ve mücadele etmeye başlar. Çeşitli adlar altında lise örgütleri ortaya çıkarsa da, yüksek öğrenim gençliğinin mücadelesini baltalayan bütün sorunlar o alanda da yaşanır. Mücadeleye atılıp onun içinde eğitilmesi gereken çok sayıda liseli genç daha baştan “örgüt” ve “grup” disiplini adına dar çevrelere çekilerek enerjisi boşa harcanır, gelişme yönü saptırılır. Bu büyük potansiyel anti-faşist mücadelenin kanallarına akıtılamaz.

74-80 arası gençlik hareketinin kısa bir değerlendirmesi
1974-80 arasında gerek ‘68’le gerek bugünle kıyaslandığında, gençlik hareketi daha siyasileşmiş ve militandır; daha kitleseldir. Bu dönemde toplumun genç kuşağının yüz binleri kucaklayan ileri kitlesi mücadele içindedir. Anti-faşist ve doğrudan siyasi talepler uğruna mücadele daha gelişkindir. Gençlik, militan geleneğini sivil faşist harekete karşı silahlanma eğilimde olduğu gibi, daha ileri aşamalara taşıyarak sürdürür. Düzen karşıtlığı daha bir bilince çıkarılmış ve gelişmiştir.
Yüz binlerce gencin siyasi mücadele içinde olmasına karşın, bütün gençlik faşizme ve sermayenin saldırılarına karşı mücadele talep ve hedeflerinde ve devrimci bir temelde birleştirecek bir siyasi platform gençliğin bütün kesimlerine yol gösterecek etkinliği kazanamadı. Bunda anti-faşist mücadelenin o dönemki karakter ve içeriği, anti-emperyalist mücadelenin giderek tali plana düşmesi ve belirginsizleşmesi, gençliğin akademik, ekonomik ve demokratik istemlerinin yeterince kucaklanamaması, gençlik hareketindeki gruplaşmanın sonucu yaşanan gruplar arası rekabet ve anti-demokratik eğilimlerin gelişmesi, revizyonizm ve reformizmin gençlik üzerindeki özellikle ideolojik plandaki etkilerinin kınlamaması vs. etkin oldu.
74-80 arası gençliğin mücadelesinde anti-faşist yön daha öne çıkmıştır. Başta TKP ve PDA olmak üzere revizyonistler gençliği faşizme karşı mücadeleden alı koymaya, uzlaşma teorilerini hâkim kılmaya çalışmışlarsa da, devrimci gençlik revizyonizmin yolunu izlememiştir. Aktif bir anti-faşist mücadele yürütür ve bu mücadeleye gençliğin on binleri bulan ileri kesimini kucaklar.
74-80 arası anti-faşist mücadelenin önemli bir eksikliği, devrimci gençliğin büyük bir bölümünün faşizme karşı mücadelede MHP’li faşistlere ve faşist hükümetlere karşı mücadeleyle sınırlayan bir platformda kalması; devlete karşı yönelmemesi oldu. Devrimci gençliğin MHP’li faşistlere karşı aktif mücadelesi yanlış değildi; tersine militanlığı, cesareti ile mücadeleye çok şey katmıştır. Fakat, 75-76’lara değin anti-faşist mücadeleye katılan devrimci gençliğin dışında kalan kesimlerin 77-80 arasında bu mücadelenin dışında kalması, çarpışmaların devrimci gençlikle sivil faşistler arasında bu* “düelloca dönüşmesi anti-faşist mücadeleyi zayıflatan bir faktördü. Bu da, “sağ-sol çatışması” şeklindeki demagojinin etkili olmasına yol açtı. Yine, okul ve yurtlardaki faşist işgalin kırılması perspektifinden öteye geçememe, anti-faşist mücadelenin hedefinin devrimci gençliğin faşist işgali kırmasıyla sınırlanması mücadeleyi zayıflatıcı olmuştur. Bu bakış açısı ” üniversiteler kalem izdir” anlayışıyla ifade edilmiş, görünüşte keskin bu politika gençlik mücadelesiyle emekçi sınıflar mücadelesi arasındaki hayati bağı belirsizleştirirken, aynı zamanda diktatörlüğe yönelmesi gereken hareketin hedeflerini daraltıcı bir rol oynamıştır. “Kurtarılmış bölgeler” mantığı öğrenci gençliğin anti-faşist mücadelesinde zayıf yan olarak sürüp gitmiştir. 12 Eylül darbesiyle birlikte bu kalelerin ya da kurtarmış bölgelerin bir gün dahi dayanmadığı görülmüştür. Gençliğin son derece somut ve yakıcı, öğrenim yapma gibi taleplerine politik yaklaşım ve çözüm getirmede, belli bir zaman süren ilgisizlik ve eksiklik, anti-faşist mücadele ile ekonomik-akademik haklar için mücadelenin bir arada ele alınışını zayıflattı.
1974 yılından sonra anti-emperyalist muhteva ve yönelim gençliğin mücadelesinde geri planda kalmıştır. Bunda anti-faşist mücadelenin öne çıkmasının rolü olduğu gibi, daha çok anti-faşist ve anti-emperyalist mücadelenin hatalı ve eksik kavranışı, birbiriyle sıkı bağının görülememesi ve apayrı iki mücadele gibi ele alınışının da etkisi vardır. Devrimci gençliğin bir bölümü, emperyalizme karşı mücadeleyi Amerikan ya da başka bir emperyalist ülkenin konsolosluğu önünde korsan gösteri yapmak ya da binalarına molotof atmak şeklinde görürken; sosyal emperyalizm konusunda revizyonistlerle yürütülen mücadelenin ideolojik platformun dışına da taşması, izlenen taktik ve yöntemlerdeki kimi hatalar da etkili oldu. Ancak anti-emperyalist mücadeledeki esas eksiklik, devletin emperyalizme bağımlılığına, emperyalizm yanlısı ekonomik, siyasi, askeri ve kültürel politikaların öne çıkarılmasının gerektiğini görememede yatar. Emperyalizme bağımlılığın üniversitelerdeki, eğitim ve öğretim vs.deki politikalarının açıklanıp bunlara karşı somut talepler ileri sürülerek geniş kitlelerin harekete geçirilmemesi hem anti-emperyalist mücadeleyi zayıflatmış; hem de geniş kitlelerin mücadeleye çekile-memesini etkilemiştir.
1974 ve sonrası yıllar Kürt gençliğinin, ulusal istemler için uyanışa geçtiği yıllar oldu. 68 gençlik hareketi, Türk ve Kürt milliyetinden gençliğin demokrasi ve özgürlük için ortak hareketi olmuş; bu hareket her iki ulustan ve çeşitli milliyetlerden gelen gençlik içinde bir yakınlaşmaya yol açmış ve gericiliğe karşı ortak mücadelenin siyasal temelini genişletmişti. ’73-74 sonrası yıllarda Kürt ulusal uyanışına paralel olarak Kürt gençlik içinde de milliyetçi eğilimler, doğal olarak, güç kazanır. Ama bu durum Türk kökenli gençlik kesimleri tarafından doğru değerlendirilemez; milliyetçilik arkasındaki taleplerin demokratik ve özgürlükçü muhtevasının görülmesi yerine dıştaki milliyetçi zarf öne çıkarılır. Bu tutum milliyetçi eğilimleri daha da kışkırtır ve Kürt kökenli politik örgütlerin etkisindeki gençlik kesimleri giderek süren anti-faşist mücadeleye ilgisizleşir ve “metropolde olanlar bizi ilgilendirmez” düşüncesi güçlenir. Bu eğilim, anti-faşist mücadele ve Kürt mücadelesi bakımından olumsuz bir etken olarak büyür, düşmanca tutumların boy vermesine zemin hazırlar.
Dönemin gençlik örgütlerinin durumu daha da kötüdür. Gerçi, bir kaç devrimci gençlik federasyonu içinde on binlerce öğrenci, işçi, köylü genç örgütlenmiş yiğitçe mücadeleye atılmıştır, ama ülke çapında devrimci kabarış göz önüne alındığında bu sayı katılabilecek potansiyele göre çok azdır. Her şeyden önce YDGF dışındaki federasyon ve bağlı örgütlerin emekçi gençlik kesimlerini örgütlemek gibi bir perspektifi yoktur. Elbette bunların içinde de emekçi gençler vardır, ama bu gençler, bilinçle yürütülmüş özel bir ajitasyonla kazanılmış olmayıp, genel olarak esen devrimci rüzgârın bu örgütlere ittiği gençlerdir.
Dönemin anti-faşist gençlik örgütlerinden her biri tüzüklerinde ve sözlü ifadelerinde en geniş anti-faşist gençlik yığınlarını örgütlemeyi amaçladıklarına söylemesine karşın pratikte sadece kendi siyasi etkinlik alanı olan gençlik kesimlerinin tümünü bile kucaklamaktan uzak kalmışlardır. Üyelerini ve üye olmak isteyenleri seçmeci bir tutumla yargılamışlar, ahlaki, politik, militanlık vb. ölçülerine uymayanları örgüt dışına atma tutumunu benimsemişlerdir. Örneğin, “burjuvaca” zevkleri olanlar, giyim kuşamıyla “normlara uymayan” ya da bir gösteri ya da yazılamaya “geçerli nedeni olmadan” katılmayan “korkaklar” ya da politik bakımdan “istikrarsızlık gösterenler” çeşitli yollarla dışlanmıştır. Bu tutum, en geniş anti-faşist gençlik yığınlarını kucaklayıp eğitmesi gereken bu gençlik örgütlerini darlaştırmış; örneğin YDGF ile GKB’nin farkını ortadan kaldıracak bir platforma yöneltmiştir. Diğer anti-faşist gençlik örgütleri içinde durum çok farklı değildir.
Aynı amaçlı ve nitelikleri birbirinden çok farklı olmayan anti-faşist gençlik örgütünün ortaya çıkması gençlik mücadelesi için olumsuz etken olmuş, bütün anti-faşist güçlerin aynı hedefe yönelmesini büyük ölçüde engellemiştir. Aynı birimlerde mücadele sürdüren gençlerin ayrı örgütler içinde yer alması grupçuluğu, rekabetçiliği kışkırtan bir etken olmuştur.
Dönem içinde, birçok fakülte ve yüksek okullarda birim örgütleri kurulmuştur. Ama başlangıçta nispeten kitlesel olan bu örgütler kısa bir süre sonra farklı siyasi eğilimler arasındaki çatışmalara bağlı olarak bölünmüş, örgüt yönetimini ele geçiren grubun kendi örgütüne dönüşmüştür. Buna polis ve okul yöneticilerinin baskıları eklenince, birim örgütleri işlevlerini yitirmiş, kitleden tecrit sözde birim örgütlerine dönüşmüştür. Bu nedenle de birim örgütleriyle anti-faşist örgütler arasında olması gereken ilişki yerini, birim örgütünün anti-faşist örgütün şubesine dönüşmesi ilişkisine terk etmiştir.
‘68 mücadelesinin deneyimlerinin açıkça gösterdiği gibi, birim örgütleri yığınların en geri kesimlerinin de mücadeleye katılmasının araçlarıdır. Bu işlevlerini yerine getirmek için en geniş yığınların talepleri temelinde bir mücadelenin dolaysız örgütleri olmak zorundadırlar. Bu özelliklerinden uzaklaştıkları anda da yığınlardan tecrit olma sürecine girerler. ‘68’in bu en önemli dersi ‘70 kuşağı gençliği tarafından görmezden gelinmiş, bu yüzden de dönemin birim örgütleri göstermelik birim örgütlerinden öteye geçememişlerdir. Bu durumun kaçınılmaz sonucu olarak yığınlar mücadelenin dışına düşmüş, faşistlerle devrimciler arasındaki çatışmanın “seyircisi” olarak kalmışlardır. Öğrencilerin okula gelmelerini sağlamak için bile “muhafızlar” örgütlemek gerekmiş, bu taşıma suyla kuyu doldurma yöntemi de ideolojik ve pratik sayısız sorun çıkarmış, kısa ya da nispeten uzun bir sürede başarısızlığa uğramıştır.
Süreç, 12 Eylül’e gelip dayandığında, gençlik mücadelesi faşistlerle çatışma kısır döngüsüne sıkışıp kalmış, kitlelerle bağ, varolan gençlik potansiyelini harekete geçirme, siyasi parti ve gençlik ilişkisi, birim örgütleri ve anti-faşist gençlik örgütleri-komünist gençlik örgütü ilişkisi, her koşul altında mücadele edecek bir anti-faşist gençlik örgütünün özellikleri, gençliğe önderlik gibi pek çok önemli sorun çözülememişti. Darbeyle birlikte, YDGF-GKB dışındaki hemen tüm gençlik örgütleri fiilen de ortadan kalktı. On binlerce anti-faşist genç ne yapacağını bilmez bir halde Cuntanın pençesine düştü. YDGF, gerek ideolojik gerekse politik bakımdan nispeten daha hazırlıklı olduğundan faaliyetinin bir zaman daha sürdürmeyi başardı. Ama o da, bir süre sonra, kendi iç ve dışından gelen baskı ve sorunlar karşısında varlığını sürdüremez duruma geldi.
12 Eylül darbesi ve sonrası karanlık dönemi gençliği kendi safına çekmek için her yola başvurdu ve eskinin mirasını unutmuş “yeni” bir gençlik kuşağı yaratmayı amaç edindi. Bunda ne ölçüde başardı oldu ve gençlik geçmiş mücadelenin deneyimlerini hangi ölçüde öğrenip yaşama geçirdi. Bunları bu yazı dizisinin son bölümünde inceleyeceğiz.
(Devam edecek)

Aralık 1991

Ölenler dövüşerek öldüler Sinan… Erdal… Ercan… Güneşe gömüldüler…

İstanbul, Diyarbakır, Zonguldak, Şili, Angola, Etiyopya, dünyanın neresinde olursa olsun, işkence ve cinayetlerin amacı aynı. Egemenlik kurmak istedikleri ülkeleri boyunduruk altına almak, ezmek ve sömürmek. Hangi ağız açıldığında “barış güvercinleri” teranesi sayıklıyorsa, şiddet ve zorbalığa karşı çıkmanın korkusunu ta içinde hissediyor demektir.
Nereye bakarsan bak, kavga ve isyan sesleri duyulur, kulakları tıkamadığın sürece. Kavgayı körükleyen el, isyanın sesini boğma peşinde.
Yıl 1980, Mamak’ta isyan var. Yüzyıllara dayanan emek sömürüsüne, işkenceye, yoksulluğa, toplumsal cinayetlere isyan ediyor bir genç, idama giderken.
Danimarka Komünist Partisi’nin Gençlik örgütündeki bir hücre ERDAL EREN HÜCRESİ olarak adlandırılıyor. Kanada komünist Parti-si(ML), Kanada Komünist Gençlik Birliği, ABD komünist partisi (ML),Britanya Gençlik Birliği, Britanya Komünist Partisi (ML),Alman Komünist Partisi ile Avrupa’daki diğer ülkelerin komünist partileri (İtalya, Fransa, ispanya, Avusturya) ve devrimci demokrat halkları, Erdal Eren’in idamı ile ilgili protesto gösterileri yaptılar ve telgraflarla Türk Hükümetini protesto ettiler. Türkiye’de de birçok il ve ilçede bu cinayeti protesto eden gösteriler, yazılı ve sözlü protestolar yapıldı. Bugün bile, Erdal Eren’in idamının üstünden 11 yıl geçmesine rağmen hala ülkemiz gençliği ve devrimci komünistleri tarafından bu olay bir mücadele günü olarak kabul edilmekte ve gösteri ve protestolar yapılmaktadır. Dünya kamuoyu ve Türkiye halkı ve komünistleri açısından Erdal Eren’in önemi nedir ve niçin komünizmin, devrim ve demokrasi mücadelesinin simgelerinden biri haline gelmiştir?
Ekonomik krizini 24 Ocak kararlarıyla atlatma çabasına giren, ’80 öncesi hükümetlerine karşı, ezilen ve yoksullaşan kitlelerin devrim mücadelesi yükseliyordu. Pentagon generalleri, kabaran demokrasi ve sosyalizm mücadelesini bastırmak, kitleleri yıldırmak için emekçi halkını baş düşmanı, generaller çetesini görev başına çağırdı. 12 Eylül darbesi olarak bilinen ve bugün de uygulama alanından kalkmayan baskı politikası, burjuvazinin vazgeçemeyeceği bir şeydir.
Dışa bağımlı, güdümlü ekonominin her cinsten mimarları, başarılarını halka zulüm ve işkence yapmanın yöntemlerini geliştirerek sağlamaya çalışıyorlar. Bunun en bariz kanıtını da halkın yanında veya önünde, bağımsızlık ve demokrasi mücadelesine omuz veren halkı emekçi ve demokratları kurşunlayarak, işkence tezgâhlarında katlederek, uydurma yargı yöntemleriyle idam ederek, on yıllarca cezaevlerinde, sürgünlerde, işkence ve baskılara maruz bırakarak gösteriyorlar. Devletin bütün kurumlan gibi, Adalet ve Emniyet teşkilatları da, burjuva düzeninin -her gün gazetelerde okuduğumuz gibi- terör ve zorbalığın kılıcı olarak kullanılmaktadır. Sözde devletin bir kesimi bu pisliklere bulanmış, diğer kesimi ise demokrat ve ilerici bir görünüme bürünme çabasına girmiştir.
Bugün de, devletin sömürücü, baskıcı ve emperyalizme bağımlı politikasında hiçbir şey değişmemiştir. Aksine “yeni bir 24 Ocak kararları” gündeme sokulmaktadır ki, buna eskisini mumla aratacak bir işsizlik, yoksulluk ve ulusal baskıya, terör ve şiddet eşlik edecektir. Devletin adalet mekanizması ve emniyet teşkilatının güvenilirliği, halka, istemleri açısından hiçbir zaman güvence verememektedir. Aksine bugün sokaktaki terör, en masum vatandaşın bile korkulu rüyası haline gelmiştir. Gün geçmiyor ki gazetelerde polis tarafından öldürülen, evinden ya da sokaktan kaçırılan bir devrimci-demokratın “kayıp” ilanı çıkmasın.
Burjuvazinin ve onun aynı zamanda bir terör örgütü olan devletinin, bundan 11 yıl önceki uygulamaları ile bugünkü uygulamaları arasında özünde hiçbir fark yoktur. Değişen sadece isimler ve örgüt adları olmaktadır. Demokrat görünüme bürünen devlet “kuzu postuna sarılmış Kurt” misali kanlı bir post olmaktan kurtulamayacaktır. 12 Eylül öncesi ordu, polis, MİT, kontrgerilla gibi örgütlere ek MHP militan faşist örgütü halka dehşet saçıyordu.
Bugün aynı örgütler icraatlarını aynen sürdürüyorlar, sadece MHP militanlarının, polis teşkilatına entegre oluşu gibi bir farklılık var. Çünkü yine sokaktaki insanlar sivil giyimli cinayet çeteleri tarafından kurşunlanıyor, önleri kesilerek soyuluyor, kimliği emniyet teşkilatı tarafından “bulunmayan!” kişilerce evlerde masum insanlar tecavüze uğruyor ve katlediliyor. Devletin bu gizli güçlerinin kimler olduğu ise saklanıyor. Oysa dünya alem bu eli kanlı canilerin kimler olduğunu çok iyi biliyor!
Bundan 11 yıl önce ODTÜ öğrencisi ve Yurtsever Devrimci Gençlik Derneği üyesi olan Sinan Suner, sokakta kurşunlanarak öldürüldü. Bu yargısız infaza tepki gösteren devrimci ve duyarlı gençler bu cinayeti protesto eden bir gösteri düzenlediler. Aralarında, henüz 17 yaşındaki Erdal Eren, 3. 2 .1980 günkü bu gösteride ölen eri öldürdüğü savıyla, idama mahkum edildi. Göstermelik bir mahkeme ve alelacele çıkarılan bir kararla da idamı onaylanarak, askeri cuntanın hışmıyla üç ay gibi kısa bir sürede infazı gerçekleştirildi. Onun idamını protesto eden Ercan Koca (17’sinde) “Erdal Eren’in hesabını Faşist Cuntadan Soralım YDGF” yazılı pankartı asarken yakalanmış vahşice dövülerek ve kafasına tabanca kabzasıyla vurularak katledilmişti.
10 ay gibi kısa bir sürede, yargılayan makamlar tarafından bile hak etmediği bir cezaya çarptırıldığı kabul edilen E. Eren, böylesine cuntacıları korkutacak ne yapmıştı?
Cuntanın başı K. Evren, aldığı görevi layıkıyla yerine getirmenin telaşıyla, hak-hukuk dinlemiyor, “asın şunları asın” diye tepmiyordu
E. Eren’in askeri garnizonlukta kendisine yapılan işkenceleri mahkemede sorgularken, cezaevinde devrimci onur ve gururun sesini haykırırken, sesi bir an önce kesilsin istiyordu. Çünkü O, Türkiye halkının ve mücadelesinin önünü açan militan ve devrim mücadelesinin en yılmaz savaşçısıydı. Halkının gözünde, kurtuluşa giden yolu aydınlatan bir fener, acı ve yoksulluğunun çaresiydi. O’nun ve mücadelesinin yolunda giden, işçi ve emekçilerin gözünü korkutmak ve yıldırmak için kurban istiyordu cunta. Amerikan generalleri ve onların sadık uşakları verilen emirleri, yerine getirmenin telaşına düşmüşlerdi. Böylece hem devrim mücadelesini boğmak, hem de devrimcilere, demokratlara, emperyalizme karşı çıkanlara gözdağı vermekti amaçları.
1984’te cinayetlerine kılıf bulmak için, şunları söylüyordu cunta şefi: “idam yalnız kanunlarımızda değil, dinimizde de vardır. İncil de idamı kabul etmiştir. Allahın gönderdiği kitapta bu var sevgili vatandaşlarım. O halde, Allahın gönderdiği kitapta bu var da biz kendi kendimize mi kaldıracağız”.
Erdal Eren mahkemede şöyle yargılıyor yargılayanları:
“Hâkim sınıflar ve uşakları kan isteklerini benim idamımla tatmin etmeyi düşünüyorlar…
Bugün devrimcileri ve onların bir parçası olan beni, aldığınız emirlere uygun olarak yargılayabilir ve ölüm cezası verebilirsiniz. Fakat bu ilelebet sürmeyecektir. Bir gün mutlaka sizin yerinizde halkımız, sizi ve koruduğunuz düzeni yargılayacak ve doğru karar verecektir.”
Bugün Sinan’ın, Erdal’ın ve Ercan’ın katilleri ellerini sallayarak dolaşıyorlar. Yeni cinayetler peşinde iz sürüyorlar. Çünkü Türkiye halkının işkence ve cinayetlere, faşizme ve gericiliğe karşı mücadelesi sürüyor.
Bugün Erdal Eren’in idamını biraz inceleyecek olanların görüp görecekleri yalnızca 12 Eylül faşist diktatörlüğünün açık yüzüdür. Gerçek yüzünü zaman zaman gizleyen faşizm, Erdal’ın katledilişinde ne kadar da çırılçıplak! Burjuva demokrat hümanistleri Erdal’ın idamı için “korkunç bir yanlış, adli bir hata” derler
17 yaşındaki bu genç komünisti yok etmek için; 17 yaş engelini kaldırmak faşist diktatörlüğün yasalarında olsa olsa bir küçük ayrıntıdır yalnızca. Hümanizmin o acıklı, insan-sever bir o kadarda gerçek dışı dünyasını faşizmin o çıplak gerçeklerden örülü duvarı tuzla buz eder. “Erdal Eren’in idamı: Bir Dreyfus davasıdır” diyor Avukat Nihat Toktay. Nedir Dreyfus Davası? Bir İngiliz ajanı olmakla suçlanan Fransız subayı Dreyfus olayına yazar Emile Zola el atar. Zola’nın araştırmasıyla Deryfus’un suçsuzluğunu gün ışığına çıkaran kanıtlar zinciri başka bir suçlar zincirini ortaya çıkarır. Dreyfus’un suçsuzluğu anlaşılıp, Dreyfus’un mahkûmiyetiyle gölgelenmiş kapitalist toplumun kirli çamaşırları ortaya döküldükçe, Zola’nın halkın bağrında haksızlığa karşı tutuşturduğu öfke neredeyse bir devrim alevine dönüşecekti. Burada Lenin’in şu ünlü sözünü hemen hatırlamak gerekiyor. “Bir skandal bir devrime yol açabilir.”. Görüldüğü üzere bizim ülkemizde skandallar daha bir katmerli; önce Sinan sonra Erdal ve arkasından Ercan… Bütün bunları bilerek her devrimcinin görevi faşist diktatörlüğün açmazını sergileyen haksızlıklardan, sömürüden, baskıdan bir devrim alevi tutuşturmakta yararlanmak olmalıdır. Erdal’da ipe giderken biliyor bunu; urganın o sıkan yakıcılığından daha bir yakıcılık bulanmış “Faşizme Ölüm Halka Hürriyet” diyen sesinde; bu devrimin yakıcı ateşidir. Tutuşturulan her devrim kıvılcımında, Paşabahçe direnişinde bildiri dağıtan genç bir komünistin coşkusunda, mahkemede “80’in yalnız Eylül’ü değil bir de Şubat’ı var” diye haykıran genç komünistlerin sesinde yaşıyor Erdal. “Çünkü bu ses, işçinin sesi, yoksul köylülüğün sesi, yiğit gençliğin sesi… yaklaşan büyük fırtınanın sesi, devrimin sesidir…”

Aralık 1991

“Yeni dünya düzeni” için sonuçsuz bir adım daha: Madrid Barış Konferansı

Türkiye gündeminin iç politika açısından hayli yüklü olduğu bir zamanda ve kamuoyu ilgisinin özellikle seçimler üzerinde yoğunlaştığı günlerde, uluslararası ilişkiler planında, büyük bir reklâm kampanyasıyla sunulan yeni bir emperyalist etkinlik gerçekleşti. SSCB ve ABD devlet başkanlarının kişiliğinde vitrine çıkarılan ve “Yeni Dünya Düzeni” programını oluşturan bir dizi zirveden sonra, Madrid Ortadoğu Barış Konferansı, doğrudan doğruya iki emperyalist şefin buluşmasından farklı olarak, onların bölgede denetledikleri güçlerin karşılıklı sınandığı bir alan oldu. Bundan önceki zirveler, genellikle SSCB ve ABD’nin birbirleriyle dolaysız ilişkilerinin bir yansıması olmuşlardı. Ortadoğu Barış Konferansı ise, söz konusu bölgedeki devletlerin ve örgütlerin karşısında ABD ve SSCB’nin birlikte ve neredeyse kamuoyu odaklarının göstermeye çalıştığı gibi “aynı taraf” olarak katıldığı bir toplantı havasında geçti. Bütün dünya, iki süper devletin, dünyanın bu en hareketli ve “huzursuz” köşesinin barışa kavuşturulması için, savaşan tarafların başında ve tarafsız bir güç olarak konferansa katıldıklarına inandırılmak istendi. Böylece, aynı mesaj değişik iki açıdan verilmiş olacaktı: Birincisi, bölgedeki huzursuzluğun kaynağı iki süper devletin çekişmesi değildir; ikincisi, anlaşmazlığı, diğer bütün dünya sorunlarında olduğu gibi ancak ABD ve SSCB’nin beraberce oluşturacakları bir etki ortadan kaldırabilir!
Dünyanın siyasi, iktisadi ve sosyal ilişkiler bakımından en karmaşık ve hareketlendiği zaman yalnızca birbirine komşu ülkeleri ve halkları değil, çeşitli bağlarla bölgede olup biten her olaya içten bağlanmış bulunan pek çok ülkeyi ve halkı da etkileyen bölgesi olan Ortadoğu, “Yeni Dünya Düzeni”nin kurulması sürecinde, kendine özgü problemleriyle özel bir yer tutuyor. Bunun kolay anlaşılır bir nedeni var: Özellikle son on-on iki yıldır, bir zamanlar dünya çapında sosyal hareket ve değişmenin etkili alanları denilince ilk akla gelen diğer bölgeler, Asya, Afrika ve Latin Amerika görece önemsizleşirken, Ortadoğu, devrim, savaş ve hegemonya kavramlarıyla ifade edilebilecek bütün hareketlerin, çekişmelerin odak noktası haline geldi. “Yeni Dünya Düzeni” denilen şeyin, devrimsiz ve sosyalizm idealini kaybetmiş bir dünya anlamına geldiği hatırlanacak olursa, yeryüzünün görece bu en sıcak ve hareketli bölgesinin soğuk ve dengeli bir hal almasının iki süper güç bakımından önemi daha da anlaşılır.
“Yeni Dünya Düzeni”nin temel, stratejik hedefi, “tek kutuplu” bir dünya yaratmaktır. Bu, dünyanın kapitalist ve sosyalist sistemler halinde ikiye bölünmüş olmasının sona erdirilmesi anlamına gelmektedir ve pratik ifadesini, SSCB ile ABD arasında bir dizi anlaşmanın yapılmasında bulmaktadır. Görünüşte, bu hedef SSCB ve Doğu Avrupa ülkelerindeki rejimlerin tasfiyesi ile gerçekleşmiş gibidir. Ancak iki süper devlet açısından “tek kutuplu dünya”nın gerçekleşebilmesi başka bir anlama geliyor: Bütün anlaşmaların ve uzlaşmaların temelinde, elbirliği ile sosyalizmin dünya çapında tasfiyesiyle yetinmemek, sosyalizmin imkânlarının da ortadan kaldırılması için gerekenlerin yapılması… Bu yüzden, örneğin anti-nazi savaşın birleştirdiği Yugoslavya halklarının birbirini boğazlar hale gelmesi, Sovyetler Birliği’nin bir zamanlar sosyalizm hedefiyle birleştirdiği halkların, küçük ulusal devletçikler hedefiyle bölünmesi iki tarafı da uzun vadeli planlar yapmanın dışında pek fazla heyecanlandırmıyor, ama Arap ulusal birliğinin kurulması için imkân teşkil eden her hareketlenme potansiyel birer tehlike değeri taşımaya devam ediyor. Şu anda dünya, değişik milliyetlerden halkların bir arada yaşayamayacağını öne süren aşırı milliyetçi propagandalar için uygun bir görünüş çiziyor. Milliyetçi ayrılıkçılık, yani burjuva dünya görüşünün bu en katı siyasal ifadesi, her türden birlik ideolojisinden daha güçlü, halkların kardeşliği düşüncesinden daha geçerli ise, sosyalizmin bütün insanlığın birliği hedefi de gerçekleşemez demektir! İşte bu noktada Ortadoğu’nun, bütün potansiyelleri bu tezin aleyhine işliyor. Gerçi Ortadoğu’da da, genel olarak ulusal hareketler bölgedeki halk muhalefetinin esasını oluşturuyor; fakat ulusal devletlerin kurulmasına yönelik bütün Ortadoğu hareketliliği, sonuçta büyük birliklerin potansiyelini taşıyor ve Ortadoğu bu bakımdan, Balkanlardan, Kafkasya’dan, Baltık ve Orta Asya-dan daha farklı bir eğilimi temsil ediyor. Eğer bölgede ekonomik ve siyasal hâkimiyet peşinde koşan emperyalistlerin kışkırtmalarına, bölgenin gerici devletlerinin çıkar çatışmalarına ve halkların birbirine düşman edilmesine yol açan politikalara karşı açık devrimci mücadele ile cevap verilebilirse, ulusal hareketlerin sosyalist işçi hareketiyle birleşmesi çok zor olmayacaktır. Şu anda Ortadoğu’da, Filistin ve Kürt halklarının başlıca iki dinamiğini oluşturduğu bu büyük ulusal potansiyel, kendi topraklarında sürgün hayatı yaşayan bu iki halkın mücadelesi, egemen devletlerin ve bölgede çıkarları bulunan emperyalist güçlerin de başlıca ilgi odağıdır. Emperyalizmin Ortadoğu planları, devrimci mücadelenin olanaklarının kısıtlanmasına ve varolan halk muhalefeti öğelerinin, özellikle de bölgenin başlıca iki dinamik halkının mücadelesinin, egemen devletlerin politikaları ekseninde çürütülmesine dayanıyor.

KONFERANS, YALNIZCA BİR GÖSTERİ Mİ?
Madrid Ortadoğu Barış Konferansı, bu genel plan çerçevesinde değerlendirildiğinde, sonuçları bakımından yakın vadeli bir başarı sağlamış gibi görünmemektedir. Konferansa zemin teşkil eden siyasal soyutlamada, Ortadoğu sorunu, Araplar ve Yahudilerle onların arkasındaki SSCB ve ABD’nin sorunları olarak basitleştirilmiştir. Bu yüzden de, denklemin çözülmesiyle sorunların da ortadan kalkacağı kanısı doğmuştur. Madrid Barış Konferansı’ndan beklenen sonuç da, buna uygun olarak iki süper devlet anlaştığına göre Arapların ve Yahudilerin de artık anlaşması gerektiğiydi.
Konferans, ABD’nin bütün medya ilişkilerini kullanarak reklâm ettiği bir iyimserlik havası içinde başladı. ABD tarafının aksine, Gorbaçov çok fazla umut vaat etmiyor, “hemen olumlu sonuçlar beklenmemesi gerektiğini” söyleyerek ihtiyatlı konuşuyordu. Konferansın esas içeriğinden çok daha genel dünya sorunları ve özel olarak da SSCB’nin Batı gözünde şimdi ne anlam taşıdığı ile ilgili gibiydi. Gorbaçov, Madrid’de, Batının SSCB’nin dağılmasını istemediğini görmüştü! Şimdilik bu kadarı yeterince barışçı bir sonuç sayılmalıydı herhalde. Konferans hakkındaki genel değerlendirmesi ise, taraflar arasındaki diyalogun başlamasının en önemli gelişme sayılması yolundaydı. Merakla beklenen açış konuşmasında da, Ortadoğu sorununa bir çözüm bulunurken, İsrail de dâhil olmak üzere, bölgedeki bütün devletlerin ve halkların eşit haklara ve güvenliğe sahip olması gerektiğine ilişkin Sovyet görüşünü tekrarlamaktan ötesine geçmedi. Konferansın olumlu sonuçlar doğuracağı konusunda bir güvence veremeyeceğini tekrarladı, bununla birlikte konferansın bölgede olumlu bir atmosfer doğuracağını ve bölge ülkeleri arasındaki psikolojik engellerin kalkmasına katkıda bulunacağını söyledi. Pravda, Gorbaçov’un açış konuşmasını değerlendirirken, bilinen kotluları tekrarladığı için ilgi çekici olmaktan uzak bulunduğunu yazdı. Konferans, Sovyet tarafı için katılmak zorunda olduğu bir gösteriden başka bir şey ifade etmiyor gibiydi. Katılmak zorunluluğu, katkısı olmaksızın bu konferansın yapılamayacağı gerçeğinden kaynaklanıyordu. Gerçekten, Sovyetler Birliğinin hiç olmazsa sembolik bir desteği olmaksızın, Araplar konferans sürecinde en azından görüntü bakımından yalnız başlarına kalacaklardı ve İsrail’le aynı masaya oturmalarının kendi kamuoylarında savunulması daha da güçleşecekti. Şema, başlangıçta böyle çizilmişti çünkü.
ABD, rolünün bilincinde ve konferansın düzenleyicisi olarak sahnedeydi. Konferans’ın gerçekten kalıcı ve tarafları tatmin edici bir barış getiremeyeceği, diğer pek çok tarihi ve siyasi sebep bir yana, en azından konferansa katılan bütün tarafların başlangıçtaki tavırlarından belli olmasına rağmen, Bush düzenlediği gösterinin şatafatına uygun bir konuşma yaparak, tarihin gidişine olan etkisini pazarlamaya çalışıyordu. Ev sahibi İspanya’nın Başbakanı Gonzales de, bu turistik konferansın havasına ağır ve ibretlerle dolu bir konuşmayla katkıda bulunmaya çalışırken, sıradan propaganda sloganlarının bayağı havasından öteye geçemiyordu: “Barış için umut vardır, bu yok edilmemelidir. Tarih, insanların öğretmeni olmalıdır.” vs. Bush, açış konuşmasında, konferanstan bekledikleri sonucu, “Filistin halkının kendi kaderini tayin edebilmesi, İsrail’in güvenliğinin sağlanması” olarak özetledi. “Barış mümkündür. Amacımız sadece savaşı sone erdirmek değil, gerçek barışı sağlamaktır” dedi. Ona göre bunun koşulu, İsrail’in toprak vermeyi, Arapların da İsrail’le barış içinde yaşamayı kabul etmeleriydi, ikinci koşul, esasen başta FKÖ olmak üzere, konferansın çok öncesinde verilen demeçlerle yerine gelmiş gibiydi. 1988’de Filistin Ulusal Konseyi, Bağımsız Filistin Devletini ilan ettiğinde Filistin Devlet Başkanlığına seçilen Yaser Arafat, İsrail’e belirli sınırlar içinde güvenli varolma hakkını tanımış ve terörizmi reddetmişti. Bunun üzerine Washington, FKÖ ile diyaloga başlamış, ancak ABD bir süre sonra görüşmeleri kesmişti. Arap tarafı, Konferansa Filistin Ulusal Konseyinde dile getirilen programı zaten kabul ederek gelmişti; ne var ki, birinci koşul yerine gelecek gibi görünmüyordu: İsrail’in işgal ettiği topraklardan çekilmeye, bunun için söz vermeye ya da en azından bir eğilim belirtmeye bile hiç niyeti yoktu. Bu sorun, daha konferans öncesinde ABD- İsrail ilişkilerini gerginleştirmişti. Zira ABD, konferansın her ne şekilde sonuçlanırsa sonuçlansın mutlaka gerçekleşmesini istiyor, İsrail’in toprak tavizine yanaşmamasının Arapları da konferansa karşı tavır almaya iteceğinden endişe ediyordu. Nitekim, Konferansın hemen öncesinde FKÖ’nün Madrid temsilcisi, İsaam El Salem, Amerikan Dışişleri Bakanı James Baker’i tanık göstererek, İsrail’in işgali altında tuttuğu topraklardan çekilmeyi kabul etmediği taktirde barışın mümkün olamayacağını söyledi. Konferansın açılışından hemen önce, Suriye Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Zübeyir Canan da, “eğer İsrail işgal altındaki Arap topraklarından çekilmezse, bu Bush’un açtığı bir törensel konferans olur ve konferanstan çekiliriz” dedi. Durum açıktı: Araplar topraklarını istiyorlardı ve İsrail’in bir karış toprak vermeye niyeti yoktu. 1967’de İsrail, Mısır’dan Sina yarımadası ile Gazze Şeridini, Ürdün’den Batı Şeria ve Doğu Kudüs’ü, Suriye’den Golan Tepelerini almıştı. Kudüs’ün Ürdün’e ait kısmını da ilhak eden İsrail, .işgal ettiği yerlerde bir de Yahudi yerleşim birimleri kurmuştu. BM Güvenlik Konseyi’nin 242. sayılı kararı ise, İsrail’e geri çekilme çağrısında bulunmasına rağmen, hangi toprakların terk edilmesi gerektiğini belirsiz bırakmış, Filistin sorununu da bir mülteci sorunu olarak tanımlamıştı. 1973’de Mısır ve Suriye, Süveyş kanalı ve Golan tepelerinde harekete geçmişler, ancak karşı darbeyi vuran İsrail, her iki cephede de yeni topraklar ele geçirmişti.
1982’de İsrail, Lübnan’ı da işgal etti. FKÖ, kuşatma altındaki Beyrut’un Müslüman kesimini terk etti, Tunus’a taşındı. Arapların bütün bunları bir yana bırakıp, soyut bir barış görüşmesine girişmesi beklenemezdi. Uzun süredir, Sovyetler Birliğinin Ortadoğu politikalarında aktivitesini kaybetmesi sonucunda, ABD’nin Arap devletleri üzerindeki etkisi artmış, Mısır’ın öteden beri yandaşlığını yaptığı ABD politikaları, artık daha geniş bir cephede kabul görmeye başlamıştı. Arapların da kendilerine özgü, üzerinde anlaşmaya vardıkları genel bir çizgileri hemen hemen yok gibiydi. Bu durumda ABD, katıksız İsrail yanlısı politikalarını değiştirerek, Arap Ret Cephesini parçalamaya ve en azından daraltmaya yönelik taktikler izlemeye girişti, İsrail’in siyasi ve ekonomik bakımdan sıkıştırılması, geçici bir süre de olsa FKÖ ile diyaloga başlanması, Filistin kamplarına karşı girişilen terörist İsrail eylemlerinin kınanması, bu taktiğin değişik öğeleriydi. Konferans boyunca ABD’nin gerçek ev sahibi gibi davranmasının sağlam gerekçeleri arasında bu etkili pozisyon yatıyordu. Ama bu etkili pozisyon, konferansın sıradan insanda çağrıştırdığı gerçekleşme beklentisi uyandırdığı her şeyin önünde de en önemli engeli oluşturuyordu. Konferans ile ilgili propaganda, artık Ortadoğu’da da barışın egemen olacağı, Berlin Duvarının yıkılmasına benzer bir genel iyimserlik ve barış havasının doğacağı yolundaydı. Oysa bölgede sürekli ve kalıcı bir etkisi bulunan ulusal Arap direnişinin ana teması, anti-Amerikan motiflerden oluşuyordu ve Amerika’nın etkili olduğu, Amerika’nın belirlediği herhangi bir planın Arap kamuoyonda hoşnutlukla karşılanması olasılığı oldukça zayıftı. Amerika’nın son yıllarda Arap dünyasıyla ilgili girişimleri de onun esas olarak İsrail yanlısı olan politik imajını değiştirmeye yetmemişti. Ancak bölgedeki öteden beri açık Amerikan işbirlikçisi roller oynayan gerici Arap rejimlerinin, bir zamanlar Sovyet yanlısı olan Suriye ve ikiyüzlü bir tarafsızlık politikasını kendisine maske edinmiş olan Ürdün ile yeni türden bir kombinasyon oluşturmaları, Amerika’nın durumunu güçlendirmesinde başlıca etken olmuştu. Bir zamanlar ABD’nin bölgedeki sacayağını oluşturan Suudi Arabistan-Mısır-İsrail üçgeni, son zamanlarda, Suriye’nin de katılmasıyla güçlenmiş ve bölgenin tek aykırı gücü olmak isteyen Irak’ın etkisizleştirilmesi böylece gerçekleşmişti. Irak’ın politik ve diplomatik sahneden silinişi ile geleneksel Arap muhalefetinin örgütlü bir ifade kazanamamış olması, birbirini tamamlayarak, Amerikan politikalarının etki alanının genişlemesini kolaylaştırdı. Geriye kala kala, “eski tüfeklerin” ve çoğunlukla İran tarafından hem ideoloji ve politika bakımından hem de mali bakımdan beslenen, İran tarafından denetlenen ve yönlendirilen ve başlıca politik araç olarak terörü kullanan ama ciddiye alınır bir kitle temeli bulunmayan grupların muhalefeti kalmıştı. “Eski Tüfekler”, George Habbaş ve Hayef Havatme ise, önemli ölçüde Sovyet desteğine bağlı varlıklarını ve dünyadaki genel devrimci havadan alan etkilerini giderek yitirmeye başlamışlar, ama gerek FKÖ içindeki etkilerinden, gerekse kitle tabanları bakımından fazlaca kayba uğramamışlardı. Son konferans sırasında bu grupların başlıca muhalefetleri ortak bir bildiri imzalamak, kısmi ve artık Ortadoğu için sıradan sayılabilecek terör eylemleri düzenlemek ve bazı mülteci kamplarında genel grev çağrısı yapmak oldu.
Daha konferans başlamadan önce, üçü FKÖ’ye üye toplam on Filistinli örgüt, yayınladıkları bildiride, Madrid’de yapılacak konferansı kınamış ve bu konferansa Filistinlilerin ve Arapların katılmasının Filistin davasının ortadan kaldırılmasına neden olacağını duyurmuştular. Bildiriye imza koyan örgütler arasında, George Habbaş liderliğindeki Filistin Halk Kurtuluş Cephesi (FPLP), Hayef Navatme liderliğindeki Filistin Demokratik Kurtuluş Cephesi, İslamcı Hamas örgütü, Ahmet Cibril yönetimindeki FPLP- Genel Komutanlık ve Ebu Nidal önderliğindeki Fetih-Devrimci Konseyi dikkat çekiyordu. Madrid Barış Konferansı sürerken, Konferansa karşı olan Filistinli örgütlerin yandaşlarıyla, Konferansı resmen destekleyen FKÖ taraftarları arasında işgal edilmiş topraklarda çatışmalar çıktı. Çatışmalarda, çok sayıda Filistinli yaralandı. Basın bu çatışmaların El Fetih yandaşlarının, Hamas (İslami Direniş Örgütü) ile FHKC, FDKC adlı radikal örgütler tarafından işgal altındaki topraklarda ilan edilen genel grevi kırmak istemeleri üzerine çıktığını yazdı. Çatışmaların, en şiddetlisi, Gazze kentinde oldu; taş, sopa ve bıçakların kullanıldığı çatışmalarda, en az kırk Filistinlinin yaralandığı kaydedildi. Diğer çatışmalar, Gazze’deki Nuseyrat, Han Yunus sığınma kampları ile Batı Şeria’daki Kalkiliye kasabasında meydana geldi. Beklendiği gibi, İsrail güvenlik kuvvetleri, çatışmalara seyirci kaldı.
İran eski Dışişleri Bakanı ve Hizbullah örgütünün kurucusu olarak tanınan Ali Ekber Muhteşemi’nin Cuma namazında yaptığı konuşmada Madrid’de yapılan Konferansı engellemek için dünyadaki İsrail çıkarlarına intihar saldırıları düzenleyecekleri tehdidinde bulunmasının hemen ardından, Batı Şeria ve Güney Lübnan’da ikisi asker dört İsrailli öldürüldü. Batı Şeria’da bir İsrail otobüsü tarandı, iki kişi öldü, beş kişi yaralandı. Sınırda Arap gerillalarının eylemleri sonucunda da üç İsrail askeri öldü, on biri yaralandı. Ayrıca iki Arap gerilla hayatını kaybetti.
Konferansa muhalefetin en dinamik ve öteden beri Irak’ın Arap dünyasında kaybettiği yeri ve prestiji ele geçirmek için çalışan unsuru olan İran’ın Cumhurbaşkanı Hamaney de, muhalefetin başında kalma çabasını ifade eden şu demeci verdi: “Konferans, Müslümanlara karşı zorbalıktır. Amerikan Barış Konferansına katılanlar, milletlerinin kin ve nefretini kazanacaktır. İran, Siyonizm’in ve dünya emperyalizminin kendisine karşı yürüttüğü yoğun propagandaya karşın, haklı Filistin davasını sonuna kadar ve hiç kimseye aldırmadan savunmaya devam edecektir.”
Bunu İran Meclis Başkan yardımcısı Asadullah Bayat’ın, konferansta alınacak kararların Müslümanlar için değer taşımayacağını savunan demeci izledi. Bayat, aynı demecinde Filistin’in tek kurtuluş yolunun intifadayı desteklemek olduğunu belirterek, tüm İslam ülkelerinin olanaklarını Filistin İslam Devrimi için kullanılmasını önerdi.
Körfez savaşından sonra bölgedeki askeri ve siyasi etkisinin yanı sıra, Arap muhalefetinin öncüsü ve “en tehlikeli İsrail düşmanı” rolünü de yitirmiş bulunan Irak parlamentosu, muhalefet içindeki yerini korumak amacıyla, en azından bir bildiri yayınlamak ihtiyacını duydu. Madrid Barış Konferansı’nın ABD tarafından Arap dünyasına karşı düzenlenen bir komplo olduğunu öne sürdü.
Bununla birlikte, Hizbullah’ın eylemleri dışında kayda değer hiçbir kitlesel muhalefet belirtisi dünya basınında yer almadı.
Bütün bunlar, ABD ve SSCB işbirliğinin, Filistinlilerin etkili örgütlerini ve bunlara siyasal destek veren Filistinli halk kitlelerini önemli ölçüde Konferans’a angaje ettiğinin işareti olarak yorumlanmaya açıktı. Konferansın hedefi, Araplar açısından oldukça şatafatlı bir biçimde sunulmuş ve bu içerik, en azından konferansa katılan değişik Arap ülkelerinin temsilcileri arasında bir birlik doğurmuştu. Araplar adına konuşan Suriye Dışişleri bakanı Faruk el Şara, Araplar açısından konferansın hedefini şöyle özetledi: “Esas amaçlarımız, İsrail’in Kudüs de dâhil olmak üzere bütün işgal ettiği Arap topraklarından çıkarılmasının sağlanması, İsrail’in yerleşim merkezleri kurmasının hemen durdurulması ve Filistin halkının meşru haklarının sağlanmasıdır.” Buna, Arap kamuoyuna en azından şimdilik tatmin edici görünecek olan şu slogan da eklenmişti: başkenti doğu Kudüs olan bir Ürdün-Filistin konfederasyonu! Ayrıca bu örgütler ve Konferansa resmen katılan Arap devletleri, söz konusu angajmanı, “Yeteri kadar acı çekildiği, adaletli bir barışın kendi hakları olduğu” yolundaki propagandaya eşlik eden “Dünya kamuoyuna bir kez daha sesimizi duyuralım” pragmatizmiyle örtmeyi ve muhalefet hareketini sınırlı radikal gruplara özgü bir azınlık hareketi olarak göstermeyi başardılar.
ABD ve SSCB’nin asıl istediği de buydu. Konferansın son gününde yaşanan bunalımın, iki süper devletin gayretleriyle önlenmesi de bu imajın sağlam tutulmasına hizmet etti. Bush, Konferans sırasında, Madrid toplantısının bir son değil, bütün işlevsizliğine rağmen bir başlangıç sayılması gerektiğini anlatmak için özel çaba sarf etti. Öyle ki, henüz taraflar bu konferansın bitip bitmeyeceğinden bile kuşku duyarken, o ikinci adımın programını açıkladı: Filistinlilerin Batı Şeria ve Gazze’de sınırlı olarak kendi kaderlerini tayin hakkına sahip olmalarını öngören anlaşmanın bir yıl içinde imzalanması çağrısında bulundu. Bu plana göre, Filistinlilere, Batı Şeria ve Gazze’de daha fazla söz hakkı tanınacak ve gene plan uyarınca, 5 yıl boyunca uygulanacak bu statüye geçtikten 3 yıl sonra, Arap ve İsrail tarafları yeniden masaya oturup kalıcı bir anlaşmanın şartlarını görüşeceklerdi.

SONUÇLAR
Konferansın son günü, tarafların karşılıklı olarak birbirlerine en ağır biçimde saldırmalarına sahne oldu. Fakat buna rağmen, Konferansın ikinci adımının neleri içereceği ve hatta nerede yapılacağı az çok belirlendi. Şimdiki durumda, ABD, başlattığı girişimin devam edeceği ve hedeflenen sonuçlara ulaşılacağı beklentisini ayakta tutmayı başardı. Bunun en önemli sonucu ise, Konferansa resmen ve kendi temsilcisi ile katılmasa bile dışarıdan destekleyen FKÖ’nün Filistin halkı içindeki gücünü gösterdiği intifada hareketini Konferans hedefleri doğrultusunda artık askıya alması olacaktır. Ayrıca, Filistin Ulusal Konseyi ve FKÖ içindeki radikal gruplar, bu araçla siyasi platformların dışında tutulacaktır ki, bu da ABD’nin başlıca hedeflerinden birini teşkil ediyordu. Buna rağmen, Filistin halkının Ortadoğu süreçleri içindeki dinamik rolü henüz ortadan kaldırılabilmiş değildir. Bu yönde atılacak önemli bir adım olmaya aday olan Ürdün-Filistin ortak Federasyonu planının gerçekleşebilmesi, İsrail’in işgal ettiği topraklardan çekilmesi koşuluna bağlıdır. Bu, ayrıca Filistin sorununu Ürdün’ün iç sorunu olarak lokalize etme ve İsrail’i Arap dünyasının başlıca hedefi yapan bir unsuru köreltme hedefini de içerdiği için, daha geniş bir anlaşma zeminini ve bölge devletlerinin kendilerine özgü diğer planlarının bununla uyumlu olması koşulunu da gerektirmektedir.
Dünyanın neresinde olursa olsun, hangi karmaşık tarihsel, ekonomik ya da psikolojik sorunları içeriyor olursa olsun, uluslar ya da devletlerarasındaki sorunların çözümünde, emperyalistlerin müdahalesinin doğuracağı tek sonuç, emperyalist statükonun korunması olacaktır. Filistin ya da diğer Ortadoğu sorunlarının çözümünde halkların öz çıkarlarını dile getiren siyasal yapıların bulunmaması, sonuç olarak tarihin tekrarlanmasından öteye geçmeyen çözümlerden başkasına imkân vermiyor. Gene emperyalistler, kendi çıkarlarının gerektirdiği gibi planlar hazırlıyorlar, şu ya da bu halkın diğerine karşı pozisyonunu esas alan, ama asla halkların birlikte ve barış içinde yaşamasına, kendi kendilerini yönetmesine imkân tanımayan çözümleri dayatıyorlar. Bağımsız bir politik hat izlemek için her halk, kendisini emperyalist -kapitalist sisteme bağlayan bütün tarihsel ilişkilerden kopmuş bir sınıfın önderliğine muhtaçtır. Sistem içi bütün çözümlerin eninde sonunda ya bir egemen bölge devletinin ya da emperyalizmin denetimine yol açacağı denenmiş bir derstir. Filistin halkı, kendi içinden bağımsız bir devrimci komünist işçi hareketini çıkartmakta ve onun yön verdiği ulusal kurtuluş savaşı çizgisini inşa etmekte binlerce engelle karşılaşmış ve sonuçta “kurtuluşunu” Arap burjuvazisinin uzlaşmacı ve kendi geleceğini emperyalistlerin geleceği ile bir bütün olarak kavrayan temsilcilerin eline bırakmak zorunda kalmıştır. Şu anda en etkili Filistinli lider konumunda bulunan Yaser Arafat’ın şu sözleri, bu bağımlılık ilişkisini sergilemesi bakımından ilginçtir: “Başkan Bush’a, topla bütün donanmanı, yarım milyon askerini gel İsrail’i çıkart demiyorum; ancak, en azından siyasal baskı, ekonomik baskı yapmasını istiyorum. Körfezdeki savaşın kahramanıydı, Filistin’deki barışın da kahramanı olacak mı, olmayacak mı?” Filistin halkı için barışın kahramanı olma şansını, bir olasılık olarak dahi Bush’a bırakan bu sözler, tarihi büyük mücadelelerle dolu olan gerçekten kahraman bir halk için büyük bir talihsizliktir. Madrid Barış Konferansının basın tarafından bir şov olarak nitelenerek üstü örtülen en önemli başarısı, öyle görünüyor ki, emperyalistlerin Filistin halkının oyalanması bakımından elde ettikleri sonuçtur.
Ortadoğu Barış Konferansı, bölgenin diğer dinamiği olan Kürt hareketi bakımından da önemli sonuçlar içeriyor. Kürt halkının şu anda bölgedeki egemen devletler bakımından birleşik bir tehdit gücü taşıdığı söylenemez. Fakat her parçadaki, özellikle de Türkiye bölümündeki mücadelenin kendine özgü gelişme tarzının yarattığı genel bir etki var ki, bu başta Türkiye olmak üzere, bütün bölge devletlerini ilgilendiriyor.
Başta ABD olmak üzere, Alman, Fransız ve İngiliz emperyalizmleri, Ortadoğu’da çok eski tarihlere dayanan ilişkilerini ve çıkarlarını korumak ve geliştirmek için çok yönlü, uzun ve kısa vadeli birçok plana sahiptirler. Ancak Madrid Barış Konferansı, dolaysız olarak bu konuya ilişkin herhangi bir görüşmeye ya da faaliyete sahne olmamıştır. Ne var ki, konferansın ana çerçevesi ve bölgede tasarlanan değişikliklerin sonuçları, doğrudan doğruya Filistin halk hareketini olduğu kadar Kürt hareketini de ilgilendirecektir.

Aralık 1991

Özgürlükçü Kadınlar Cinsler Eşitliğinin Devrimci İklimini Yaratıyor

Eşitlik taklidi yapmayı eşitlik ilkesi sayan ataerkil diktatorya darboğazda. Erkek yanlı siyasal-toplumsal düzenin uşaklaştırma politikası iflas ediyor. Bugüne dek hizmetine koşullandırdığı kadın desteğini hızla yitirme sürecine girmiş bulunuyor. Kadınlar, burjuva erkek partileriyle olan ideolojik bağlarını koparıyorlar. Erkek şovenizminin zorbalığından kurtuluş ülküsü ve uğraşı, özgürlük ve bağımsızlığa susayan kadının yürekli sesinde kendi eylem sloganını yürürlüğe koymaya hazırlanıyor. Kadın, cinsler eşitliğini çiğneyen kurumlara, ideolojilere ve uygulamalara karşı her zamankinden daha yoğun bir duyarlık, tepki ve atılganlıkla, kendisini özgürleştirecek bir kavgayı kararlılık ve ısrarla göze alıyor. Erkek şovenizminin yükselişi ve gönenci için belkemiğini basamak, “saçını süpürge” yapmamaya sözlü. Onun can yakan tırmanışını durdurmak, reklâmcı maskesini düşürmek ve layık olduğu yere göndermek için elverişli iklim koşullarını yaratmaya bileniyor.
Ekmek ve özgürlük kırıntısı ile avunması öğütlenen, öğütlerin yetmediği yerde kontrgerilla hukukuyla cezalandırılan kadın, “erkek” partilerin kısmetine çıkan oylardan demokrasi ummuyor. Şoven erkek çetesinin oyalayıcı vaatlerine, altın ve pırlantalarla kaplı emperyalist ideolojinin soysuz propagandalarına, “demokrat” kadifelere bürünmüş coplara, gümüş bardaklar içinde sunulan lağım sularına, dolar süzgecinden geçmiş demokrasi nutuklarına aldanmıyor artık. Erkek devletin kapitalist gemisinde gölge personel olmayı reddediyor. Yurttaşları “üstün cins, aşağı cins” olarak sınıflandıran faşist teori ve uygulamaları can pahasına da olsa protesto ediyor. (*) Onurunun ayaklar altına alınmasını, köleleştirici ekonomik toplumsal düzenin devletçe dayatılmasını, kan kusturan kocaların emrine sunulması yoluyla seçeneksiz bırakılışını sineye çekmiyor. Karakollarda, mahkemelerde ve iş kapılarında zulmün katmerli biçimine uğrayan kadın, başvuracak adalet kurumundan yoksun olduğuna her geçen gün daha çok tanık oluyor. Katillerin ve işkencecilerin, soyguncuların ve fahişelerin devleti, yaşamı ve toplumu kendi çıkarlarına uygun olarak düzenler çünkü. Bu aşağılık “işbölümünde” sırasını alan her şoven erkek, kapitalistler çetesinin kurallarını ayin haline getirerek özgürlüğün kanına ekmek doğrar, tüten ocakları acımasızca söndürür, adalet isteyen canların kanını kurutur, kontrgerillacılara ayak uydurur.
Kadının yaşamı bu zulmü bütün şiddetiyle duyuyor. Burjuva erkek partilerince öteden beri aldatılarak dolandırıldığını, erkek yanlı adaletin türküsünü çağırmayacağını, katillerin adliye kapısına cesedini fırlatarak kanıtlıyor: Yaşam işkenceyle ödüllendiriliyorsa hukuk canilerin yol arkadaşıdır.
“Proleterin proleteri” bütün çalışanlar arasında en fazla çalışanı ve yine en fazla yağmalanıp, itilip kakılanı kadın, ürettiği tüm maddi-manevi değerlerin karşılığını istiyor. Ataerkil diktatorya tarafından gasp edilmiş haklarının, zincire vurulmuş özgürlüğünün, “erkek”‘gönenciyle örtbas edilmiş yaratıcı öz benliğinin geri verilmesini istiyor. Bireysel-toplumsal varoluşunun sevinçlerini, kapitalist baskı ve sömürüden, “erkek” zulmü ve tehditlerinden arındırılmış bir dünyada yaşayıp çalışma onurunu eksiksiz duymak istiyor.
Ataerkil buyruklarla yöneltilen, ataerkil ideolojilerle biçimlenen sahte eşitlik düzenine bu yüzden başkaldırıyor kadın.
Yılların devrimci-demokrat birikimine, şanlı yurtsever geleneklere ve uluslararası sosyalist mirasın yüce esinine dayanan köklü bir uyanış sürecinin parıltılı ışığıdır bu olgu ve aynı zamanda gerici ekonomik, toplumsal, ideolojik dayatmaların sonunun başlangıcı.
Kadının hakları ile erkeğin hakları arasında var olduğu iddia edilen uyumun yanılsamadan öteye gitmeyen allı-pullu dipçiklerin demokrasisi oluşu gözden kaçmıyor artık. Baskı ve eşitsizliğin çok yönlü ayrımına varan kadın, özgürlüğünü boğan, eşitlik savaşımını yaralayıp, yıpratmaya çalışan ataerkil kanatların sığınağına yüz vermiyor artık. Erkek devlet ve onun baskıcı tüm kurumları birer birer gözden düşüyor: “Yalancının mumu yatsıya kadar yanar.”
Uyanan kadın, kendi yazgısının kendi ellerince belirlenmesi istemini içtenlikle dışa vuruyor. Hileli propagandalara kulak asmadan bu sürecin geri dönülmez yoluna girişini bilinçle algılıyor.
Özünde devrimci-demokrat motifler barındıran bu uyanışın toplumsal içeriğini göz ardı eden, amacından saptırmak ya da yozlaşmasına çanak tutmak ereğiyle pornografik yorumlara başvurarak çarpıtmaya kalkışan burjuva propaganda ne derse desin; acıların toprağında yeşeren bu özgürlük ve demokratik kültür bilinci geleceğin sosyalist yıldızını esinliyor. Köleleştirici din ve burjuva-emperyalist ideolojilerle özdeşleşmiş ataerkil ideolojiden bağımsız olarak ortaya çıkışı ve ataerkil diktatoryanın devrilmesi amacına yönelmesi, onun devrimci-demokrat niteliğinin bugünkü merkezi örgütsüzlük koşullarında dile geliş biçimdir. Kendi öz sesinin rengini yaratmaya adaydır. Çünkü erkek hegemonyasına karşı savaş kadının kurtuluşunun vazgeçilmez stratejisidir; kusursuz tanımını devrim ve sosyalist demokrasinin yolunda bulur.
Bu savaşım, kimi yüzeysel kavrayışların algıladığı gibi ufak-tefek yontmalarla “eşitsizlik pürüzlerinin” giderilmesi ya da sığınılan keskin sloganlarla ataerkil psikolojinin üzerinin örtülmesi ile açıklanamaz. Kadın hak ve özgürlüklerine düşman ataerkil yorumlamalarda ifade edildiği gibi bu savaşım, “cinslerin savaşı” değil, cinsler eşitliğine yandaş olanlarla karşı olan güçlerin savaşımıdır. Her ilerici adımı kokuşmuş ataerkil ölçeğinden geçirmeye koşullanmış erkek şovenistleri, her komünist hareketi ya da ulusal isteklerinin doyurulmasını isteyen ezilen ulus istemlerini “ulusal birliğin bozguncuları” olarak adlandırdıkları gibi, hak ve özgürlüğünü isteyen ezilen cinsin eylemini de aynı şoven mantıkla yargılayarak gülünç durumlara düşüyor.
Kadınlardaki uyanışın demokratik niteliğini görmezlikten gelen bir başka “sol” söylem, öznel beklentisine karşılık düşmediği için “burjuva içerikle” .damgalayarak, önemsememe yanlışına düşüyor. Çiçeklenmek için kendine gerekli iklim koşullarını arayan bir fidana, sosyalist çiçekler açmadığı için sitem ediyor hala; daha da ileri giderek henüz feodal toprağından kurtulamamış, sızılı ama direşken bir ağacı sorguya çekmeyi deniyor: Niçin sosyalist meyveler vermiyorsun?
“Feodal sosyalizme” denk düşen bu anlayış, ataerkil ideoloji ve kurumlara, onunla biçimlenmiş psikoloji ve türlü yansımalarına karşı etkili demokrat savaşımı gereksiz buluyor. Ve dolayısıyla, kadınların demokratik hak ve özgürlük savaşımını “düzen sınırlarında işlevlendiği” gerekçesiyle dışlıyor. Bu tutum, ezilenlerin demokratik haklarının yadsınmasıyla aynı anlama gelir. Yasalarda ve yaşamda varolan cins ayrımının üstü örtülü biçimde, kurcalanmadan onaylanması anlamına gelir. Bu anlayışa göre kadın, burjuva üstünceliklerine sahip erkek baskısına karşı savaşmadan “Tuba ağacının dallarında olgunlaşan ürünlerini bir dokunuşla sosyalistleştirebilir ve tadabilir”
Oysa kadının bilinç özgürlüğü laik, demokratik, sosyalist düşünce demokrasisine kavuşmadan olanaksızdır. Burjuva-ataerkil ideolojik kuşatma yarılmadan devrimci kurtuluşun yolu açılamaz. Kadın, erkek şovenizminin baskısından kurtulamadığı sürece toplumsal-kültürel demokratikleşmeden söz edilemez; elbette devrimcileşmeden de. Kadının toplumsal konumu ile erkeğin toplumsal konumu arasındaki keskin çelişkiden doğan çalışmanın özü, cins ayrımına dayanan erkek yanlı sömürü düzeninden kaynaklanır. Dolayısıyla çelişkinin niteliği, biçimleri ve süreçleri bütünüyle sınıfsaldır. En uç noktasını “cinslerin çatışmasında” yansıtır. İç içe geçmiş karmaşık çelişkilerin derinliğine inerek, biçimde çeşitlilik gösteren özsel yanını göremeyen bir göz için -kaba bir yorumla- bu olgu, “cinslerin savaşımı” nitelemesine indirgeniyorsa, bu tanım devrimci değil, reformcu yaklaşımın ürünüdür.” Tarihte kendini gösteren ilk sınıf çatışması, erkekle kadın arasındaki uzlaşmaz karşıtlığın karı-koca evliliği içindeki gelişmesiyle ve ilk sınıf baskısı da dişi cinsin erkek cins tarafından baskı altına alınmasıyla düşümdeştir.” Engels (Marks, Engels, Seçme yapıtlar, Cilt III, Sol Yayınlar, 1979) Kadın cinsin çıkan ile erkek cinsin çıkan arasındaki çelişki ve erek baskısı, tarihin kaydettiği bütün sınıflı toplumların (Köleci, feodal, kapitalist) tarihi kadar eskidir. Ataerkil ideolojiyi kendi varoluş biçimine uyarlayarak sürdüren kapitalizmle birlikte etkili savaşım araçlarının doğum ortamını sağlamıştır.
Çağdaş kapitalizm ataerkilliği ortadan kaldırmadı; onun feodal biçimini silip süpürdü ama yerini boş bırakmadı, kendi ideolojisine uygun görünüşte eskisine oranla daha yumuşatılmış gerici özünü yaşatmaya devam etti; kendi çıkarlarıyla kaynaştırdı.
Bu nedenlerle kadının erkek hegemonyasına karşı savaşımı, proletaryanın burjuvaziye karşı savaşımı ile özdeşleşmiştir. Burjuva iktidarın devrilerek yerine sosyalizmin kurulması amacıyla, ataerkil diktatoryanın devrilmesi ve yerine cinsler eşitliğinin kurulması amacı -öznel hedeflerden bağımsız olarak- birbirinden kopmaz iç bağlarına sahiptir. Erkek hegemonyasını onaylayan ya da göz ardı eden bir proleter ideoloji var olmamışsa, burjuva hegemonyasını ön gören cinsler eşitliği de varolamaz. Cinslerin burjuva eşitliğinin erkek cinsin çıkarlarına denk düşmesinin nedeni budur.
Cinslerin sosyalist eşitliğine giden yol erkek diktatoryasının yıkılmasından geçer. Bu uğurda atılan her ilerici adım, yürünen her demokratik yol, devrim ve sosyalist demokrasi için bir güvencedir.
Ülkemizde kadının erkekle tam eşit haklar, özgürlük ve kurtuluş için uğraşı, derinlik ve yaygınlık boyutlarına kavuşuyor. İdeolojik, siyasal ve kültürel kimlik edinme eğilimi, çabası, özlemi ve yönelimi geçmişe oranla bugün, yurt düzeyinde, gözle görülür bir atılım kaydetti. Özgürleşme yolunda göze çarpan bu canlılık, gelecek günler adına umut verici, olumlu bir gelişme olarak nitelenmeyi hak ediyor. Çünkü kadın, şoven erkeği ve onun devletini saymıyor artık: “Eski çamlar bardak oldu. 3 Kadının soldurulmuş yaşamı üzerinde etiketlerini parlatan ataerkil ağızların tedirginliğe kapılıp saldırganlaşması, esip savurması bundan; ağız değiştirip, “Emret fındıkkabuğuna gireyim” yalanına başvuran seçim propagandalarının göbek havası bundan.
Yaşamın her alanında, ulaşabildiği her yerde terör estirmeye devam eden ataerkil diktatorya, insanlık değerlerinden yalıtılmış dünyasına katılımı için kadını ortakçılığa çağırıyor. Burjuva-erkek merkezli politikalarla kadını bilincinin köreltilmesi ve güdümlendirilmesi hedefine uygun olarak, süre-giden faşist uygulamaların görmezlikten gelinmesini salık veriyor. Gaye her başkaldıranı uşaklaştırmak. Çünkü kadınların devrimci-demokrat uyanış sürecini durdurmaya güç yetiremiyor artık. Kapitalist baskı ve sömürüyü lanetleyen kadınların günden güne çoğalmasını, aralarında kurulan dayanışmayı büsbütün durduramıyor.
Kendi kurtuluşunun şanlı yolunu açmaya yönelen devrimci, demokrat, yurtsever, ilerici her kadın, kişilik ve yaşamının soldurulup karartılmasına, sosyalist özlemlerinin söndürülüp küllendirilmesine, burjuva ataerkil ideolojilerle boyunduruk altına alınmasına, işsizlik ve açlıkla tehdit edilmesine, silah ve copla özgürlük yolunun kesilmesine, kocalara kul köle edilmesine göz yummuyor. Kapitalist patronların kanlı düzenine başkaldıran emekçi kadının özgürlük bilinci, evdeki koca zulmüne başkaldıran kadının insanlık duyusuyla buluşuyor; sokaktaki şoven erkek terörüyle korkusuzca çarpışıyor; özsaygısını korumak için karşılaştığı her ataerkil tuzakla kıyasıya dövüşüyor; faşist diktatörlüğün yıkılışına uzanan yolda gözü-pek adımlarla boyutlanıyor.
Bu bilinç, cinslerin sosyalist eşitliğinin toplumsal kıvılcımlarıdır; köklenmeye elverişli kalıcı motiflerine sahip.
Kadın hak ve özgürlüklerinin baş düşmanı burjuva erkek devlet ve organları, zalimlerin ve adaletsizlerin iktidar aracı bir kurum olarak, kitlelerin demokrasisini gereksinen bu bilince çarparak kadınların gözünde adım adım güvenirliğini yitiriyor. Sendika üyesi kadından üniversite öğrencisine, profesör kadından küçük memura, ressam kadından tütün üreticisi kadına, etkin politikacı kadından sıradan seçmene, bilimsel çalışma yapan kadından çiçek üreticisine, keman çalan kadından ekmek pişiren kadına… Öğrenim, meslek, entelektüel gelenek siyasal eğilim ve kazanç ayrımına karşın pek çok kadın, “erkek hegemonyasına hayır!” diyor.
Kadına devrimci sağduyu yolunu işaret eden bu olgu, geçtiğimiz seçim ortamında daha da belirginleşti.
Oy toplama yansına giren erkek partileri, ataerkil diktatoryada öz adını bulan kapitalizmin ömrünü uzatmak için kadınların siyasete olan ilgilerini, özgürlük ve bağımsızlık düşlerini kendi iktidarları doğrultusunda yönlendirmeye kalkıştılar. Yüzü kasap süngeriyle silinmiş faşist katiller ve yardakçıları, kadın hak ve özgürlüklerinin yeminli gaspçıları, insan haklarıyla birlikte kadının tüm dokunulmaz haklarını da kontrgerilla emrine veren 12 Eylül sürdürümcüleri, laiklik ve demokrasi düşmanları, iç yüzleri öteden beri demokratik kamuoyunca bilinen adalet düşmanları bu propagandanın başında yer aldılar. Hiç yüzleri kızarmadan kadının valilik hakkını bile bu faaliyetlerinde malzeme olarak kullandılar. Seçimlere katılan bütün erkek partileri, burjuva eşitliğinin ne olduğunu kendi saflarında yer alan kadın adaylara ve etkin üyelere bir kez daha kanıtladılar. Kendi parti örgütlerinde bile “kadın-erkek eşitliğini” yürürlüğe koymamak için ataerkil çıkarlara uygun düşen tüm ikiyüzlü deneyimlerini var güçleriyle seferber ettiler. Böylelikle milletvekili adayı kadınların önemli bir çoğunluğu listelerden dışlandı. Oy kullanma yanlısı olmayan bütün seçmenler için öngörülen 50 bin liralık ceza tehdidi ceplere karakol kurdu. Koca sopasıyla sandık başına götürülen pek çok yoksul kadın “özgür seçmenler” sınıfından sayıldı.
Şimdi hep birlikte koalisyon sıtmasına yakalanan erkek partilerin sözcüleri, bütün bu anti demokratik uygulamaların sonucunu, 342 erkek milletvekiline karşılık yalnızca 8 kadın milletvekilinin meclise girme olanağı bulmuş olmasını, büyük bir utanmazlıkla “ulusun iradesi” olarak yorumladılar. “Dünya tükenir, yalan tükenmez.”
Kadınlar, gerçekle bağdaşmayan yorumların yorum değil adaletsizlik ve gözdağının, kaypaklık ve kokuşmuşluğun bir karikatürü olmaktan öteye gidemediğini apaçık görüyorlar. 20 Ekimde yapılan seçimlerin sonucu “ulusun iradesi” değil, burjuva erkek partilerin ahlaksal ikiyüzlülüğünün iradesidir.
Adalet, özgürlük ve demokrasi tutkunları, kadın haklarının militanları ve dostları, cinsler eşitliğini savunan Türkiye’nin bütün onurlu kadınları ve erkekleri, cinsler eşitliğinin düşmanlarını ve dalkavuklarını nefretle kınıyor, burjuva ikiyüzlülüğü sindirmeyeceğini bütün benliğiyle vurguluyor: iktidardaki ataerkil diktatorya cinsler eşitliğinin devrimci savaşımı ile yıkılacaktır.

Aralık 1991

DÜZELTME: Özgürlük Dünyasının Kasım ayı sayısında yayınlanan “Alçalmışlar Dünyasının Mekke’si Manukyan’ın Huzuru Nereden Geliyor?” başlıklı yazıda bir yanlışlık olmuştur. Söz konusu yazının 3. paragrafının sonunda yer alan cümle “En iyi kadın, ateist diktatoryanın yasalarını sindiren kadındır!” değil; “En iyi kadın ataerkil diktatoryanın yasalarını sindiren kadındır!” olacaktır. Düzeltir okurlardan özür dileriz.
S. Senem

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑