‘Millet Meclisi’nde yapılan yemin töreninde iki yurtsever Kürt milletvekilinin faşist ve şovenist içerikteki yemin metnini kendi tarzlarında okumaları, burjuvazi tarafından oluşturulan ‘Kamuoyu’ tarafından şiddetle kınandı. Bütün burjuva gazeteler, yapılan bu ‘küstahlığı’ manşetten vererek kamuoyunda oluşan üzüntü ve tepkiye ‘tercüman’ oldular. ‘Mecliste İnfial’, ‘Diyarbakır Milletvekilleri Yaşasın Kürdistan diye slogan attılar’… Günlük burjuva basının manşeti bu minval üzere gidiyordu.
Peki, mecliste ne olmuştu? İki yurtsever Kürt milletvekili Leyla Zana ve Hatip Dicle, Kürt’lerin ulusal varlığını yadsıyan, şovenist ve faşist içerikteki yemin metnini okumak istememişlerdi. Hatip Dicle, bu metni Anayasa’nın baskısıyla okuduğunu söylerken, Leyla Zana yemin metnini okuduktan sonra kendi dili Kürtçe olarak “Bu yemini Kürt ve Türk halklarının kardeşliği için okudum” demişti. Meclise Kürt bombası düşmüştü. Yekvücut olmuş milletvekilleri başta Demirel olmak üzere sıra kapaklarına vurarak protesto ettiler. Hatta DYP’li bazı işgüzar milletvekilleri Dicle’nin üzerine yürüyerek Devletin bölünmez bütünlüğünü savundular. SHP milletvekilleri sessizlikle tepkiye ortak olurken Özal, vakit geçirmeden “meclis çatısı altında cereyan eden bu çirkin hadiseyi” kınadı, İnönü bu milletvekillerini istifa etmiş saydı. Türkçeyi konuşamayan ulusal inkârcı geçici Meclis başkanı Septioğlu, Zana’ya ‘gel kız’ diye bağırdı…
Kürt milletvekillerinin bu haklı tutumu Kürt emekçilerinde büyük bir coşku yaratırken günlük basın olayı tersyüz ederek verdi. Günlerce günlük basın, TRT, STAR-1 el ele vererek bu çirkin davranışın kamuoyunda yarattığı tepkileri verdi. Türk halkı içinde şovenist dalgayı kabartmak için elinden ne geliyorsa yaptı.
“Anayasa’nın 81. maddesini okuyorum” diyerek metni okumaya başlayan RP milletvekili karşısında susan ‘meclis’, Kürt milletvekilleri söz konusu olunca ağız birliği halinde yerlerinde hop oturup kalktılar. Günlük basının en solcuları, Kürtlerin ulusal varlıklarını değil ama etnik varlıklarını kabul ettiklerini ama milli çatı altındaki bu küstahlığı da affedemeyeceklerini, bu milletvekillerinin PKK ile ilişkilerini yazıp durdular.
Bu olay, Kürt halkına düşmanlığın küçük de olsa bir ölçüsü olmuştu. Ve sonuç bütün partilerin ve besleme basının yeminli Kürt düşmanı olduğunu ortaya koyuyordu. Güçlerinin yettiği kadarıyla Kürtleri ve PKK’yı telin mitingleri yaparak, buna genişçe yer ayırarak Türk emekçilerini bu düşmanlığa ortak etmeye çalıştılar. Amaç bir şovenizm dalgası yükseltmek, Türk emekçilerini yedeklemek ve Kürt halkı üzerine yapılacak yeni ve geniş çaplı seferler için ‘haklı’ zemin yaratmaktı. Bu noktada Türk devrimcilerine büyük görevler düşüyor. Türk ve Kürt emekçilerinin çıkar birliğini, Kürt halkı üzerindeki zulmün Türk emekçilerine de baskı getireceğini inatla anlatmak. Bu şovenizm dalgasını geri çekmeye çalışmak.
125. MADDE’YE KARŞI OLUM ORUCU
Bir grup Kürt yurtsever, İstanbul’da HEP Küçükçekmece İlçe Binasında 125. Maddenin kaldırılması, bu maddeden hükümlü tutsakların serbest bırakılması talebiyle ölüm orucuna başladı.
Ölüm orucuna başlayan yurtseverler 28 Kasım günü yaptıkları basın açıklamasında, Eskişehir Tabutluklarının kapatılması için açlık grevi yaptıklarını ama Eskişehir’in boşaltılmasının küçük bir adım olduğunu, esas sorunun 125. Maddenin kaldırılması ve bu maddeden hüküm giyen tutsakların serbest bırakılması olduğunu, bunun için de açlık grevini 27 Kasım’da ölüm orucuna dönüştürdüklerini dile getirdiler. Ulusal direniş içindeki Kürt halkını “bölücülük”le suçlayan devletin Kürt tutsakları içerde tutarak gerçek bölücü olduğunu ortaya koyduğunu söyleyen direnişçiler eylemlerinde kararlı olduklarını ve taleplerini elde edene kadar sürdüreceklerini ifade ettiler. Çeşitli kitle örgütlerinden ziyaretçiler desteklerini bildirirken, direnişçiler devrimcilerin ve kamuoyunun ilgisini beklediklerini ifade ettiler. Burjuvazinin son günlerde Türk halkı içine Kürt halkı ve Kürt direnişçilerine karşı düşmanlık tohumları ekmeye çalıştığına dikkat çeken direnişçiler, Türk ve Kürt halklarının kardeşliğini savunduklarını dile getirdiler.
“KAYIP”LAR ZİNCİRİNE YENİ HALKALAR
Türkiye’nin “demokrasi vitrini” “yeni” hükümetlerle cilalı hale getirilirken aynı süreçte devletin çeşitli kurumları eliyle saldırıları da devam ediyor. Kürt halkı üzerindeki terör “olağan” görülüyor zaten. Öte yandan, ölü ele geçirmeler, sokakta kurşunlamalar devam ediyor. Devlet eliyle işlenen cinayetlerin bir türü de gözaltına alınan insanların “ortadan kaybolması”. Daha önce gözaltına alınan Yusuf Erişti, işkence edilerek öldürüldükten sonra, kendisinin hiç “gözaltına alınmadığı” söylenmişti.
“Kayıp”lar listesinin yeni isimleri Hüseyin Toraman ve Erhan Meydan.
Daha önceden polis tarafından aranan Hüseyin TORAMAN isimli devrimci, ailesi ve mahalle halkının gözleri önünde sivil polislerce dövülerek gözaltına alınıyor. Aradan bir ayı geçkin bir süre geçmesine rağmen polis ve diğer devlet yetkilileri “böyle bir şahsın gözaltına alınmadığını” söylüyorlar.
Daha önce birçok kez tutuklanan, en son ‘91 Nisan’ında evi basılan (bu baskında iki polis timi birbiriyle çatışmış, bir polis ölmüştü.) Hüseyin Toraman, üzerinde İsmail Çelik adına düzenlenmiş kimlikle 27 Ekim günü İstanbul Kocamustafapaşa’daki evinin önünden sivil polislerce silah zoruyla dövülerek beyaz renkli sivil bir Renault otoya bindirilerek götürülüyor. Mahalle halkının haber vermesi üzerine gelen karakol polisleri, Toraman’ı alanların polis olması nedeniyle müdahale etmiyorlar. Karakol polislerinin “1. Şube’de” demelerine, Toraman’ın Gebze Siyasi Şube’de görülmesine rağmen İstanbul polisi Hüseyin Toraman’ı gözaltına almadıklarını söylüyor.
Toraman’ın ailesi, oğullarından haber alabilmek için devletin bütün makamlarına başvuruyorlar; polis yetkililerinden, DGM savcılığından yeni hükümetin “İnsan Haklarından sorumlu” bakanlarına kadar. Cevap tek ve ortak: Böyle bir şahıs gözaltına alınmadı! Olayın üzerinden bir ayı aşkın bir süre geçmişken üstü örtülmeye çalışılan gerçek kesinleşmiş gibi: Hüseyin Toraman, bizzat devlet görevlileri, siyası polis, MİT ve Kontrgerilla tarafından kaçırıldı, işkence edilerek öldürüldü.
Bu olayın yankıları sürerken bu kez de Erhan MEYDAN isimli devrimci evinin önünden alındı ve gözaltında olmadığı söyleniyor. Ailesi ve avukatlarının girişimleri sonuçsuz. Erhan Meydan “kayıp”!
Çokça söylendiği gibi bu cinayetler, “devlet içine yuvalanmış karanlık güçlerin işi” değil, doğrudan devlet tarafından yönetilen MİT, Kontrgerilla, siyasi polis gibi kuruluşların doğalarına uygun cinayetleridir. Devletin tüm kurumlarıyla olayın üstünü örtmesi de bunun bir göstergesidir. Vedat Aydın, Yusuf Erişti, Hüseyin Toraman ve büyük ihtimalle Erhan Meydan bu cinayet zincirinin halkalarıdır.
İŞKENCE SONUCU FELÇ OLAN HÜSEYİN ÖZLÜTAŞ’IN AÇIKLAMASI
1981 yılında İstanbul 1. Şube’de gördüğü ağır işkence sonucu felç olan, mahkeme önünde de bunu belgeleyerek maddi tazminata hak kazanan Hüseyin Özlütaş, kendisine verilen tazminatı reddederek Avrupa İnsan Hakları Komisyonu’na bireysel başvuru hakkını kullandı.
H. Özlütaş, konuyla ilgili Cumhuriyet gazetesinde yer alan habere ilişkin olarak dergimize bir açıklama yollayarak şu görüşlere yer yerdi:
“22 Kasım 1991 tarihli Cumhuriyet gazetesinde benimle ilgili yayınlanan haberde “Ben baha işkence edenlere kızmıyorum. Çünkü bu görev onlara devlet tarafından verilmişti.” denmektedir. Ben böyle bir şey söylemedim, söylediklerim yanlış anlaşılmış ve yorumlanmıştır.
Söylediklerim şudur: Bana işkence edenler Panama işkence eğitim merkezinde eğitilmişlerdir. Onca masrafı edip onları eğitime gönderen devlettir. Modern işkence aletlerini ithal eden devlettir. Benim felç olmamın birinci derecede sorumlusu ve suçlusu devlettir, işkenceciler arasında ast-üst ilişkisi vardır. Bu durumda açıkça gösteriyor ki işkence, söylendiği gibi “münferit olaylar” ya da bazı ” kötü niyetli kişilerin” işi değil devletin bir politikasıdır ve sistemli olarak uygulanmaktadır. Ayrıca ben Avrupa İnsan Hakları Komisyonu’na sadece para için başvurmadım. Böyle bir yönü olmakla beraber asıl amacım işkencenin kapitalist devletin bir uygulaması, politikası ve ideolojisi olduğunu göstermektir.”
LİSELİ ÖĞRENCİLERDEN FAŞİST EĞİTİME TEPKİ
Kasım ayı ortalarında İstanbul Milli Eğitim Müdürlüğü önünde toplanan çeşitli liselerin öğrencileri ve velilerden oluşan 100 kişilik bir grup okullardaki faşist eğitimi, faşist disiplin ve uygulamaları protesto ederek aşağıda kısaltarak yayınladığımız basın açıklamasını okudular.
Bizleri buraya toplayan sebepler, ortaöğretim kurumlarında yaşanan bazı sorunlardır. Bu sorunlar yıllardır dile getirilmesine rağmen çözülmedi, bugün de çözülmüyor.
Orta öğretimin başlıca sorunlarını şöyle sıralayabiliriz.
Anti-Laik ve Anti-Demokratik Uygulamalar: Bir eğitim kurumunda dayakla, küfürlü ve saldırılarla kişilikli insanlar yetiştirilebileceğini kim söyleyebilir? Çocuklarımıza dayak atılması, olur olmaz sebeplerle baskı altına alınmaları yasaklanmasına rağmen bu uygulamalar hala devam ediyor
Örneğin; sabahları beş on dakika geç kalan öğrencilerin içinden bir kişi seçilir ve bütün öğrencilere ibret olsun diye tekme tokat dövülür. Matematik dersinde din dersi veren öğretmene karşı gelen öğrenciler hakkında disiplin soruşturması açılır, artı dayak da ihmal edilmez. “Avcılar Endüstri Meslek Lisesinde” bir dersliği MESCİT yapan müdür yardımcısı BAKİ TEKİNTAŞ yemek paydoslarını, öğle namazına denk getiriyor ve öğrencileri mescitte namaz kılmaya zorluyor. Kılmayanlara ise tehditler savuruyor. İNSA LİSESİ Müdürü M. KORTİKOĞLU anti-laik, anti-demokratik uygulamaları eleştiren öğrencilere “Bugünkü durumunuza şükredin yoksa okulda kendi istediğim düzeni sağlamak için bir çok öğrencinin başını yakmaktan çekinmem.” şeklinde tehditler savuruyor.
Para Sorunu: Adı geçen liselerde ve diğer tüm eğitim kurumlarında sistematik olarak gerekli olmadığı halde zorla para toplanıyor. Bu durumda eğitimcilerin savundukları PARASIZ EĞİTİM ÖĞRETİMDE FIRSAT EŞİTLİĞİ’nin olmadığını açıkça kanıtlıyor. Tüm okullarda üniversiteye gitmek isteyen öğrencilerin, özel dershane zorunluluk olarak sunuluyor. Bu işi bizzat öğretmenler yapıyor. Devlet okulları üniversite sınavlarında çıkan soruları çözecek düzeyde bilgi vermiyorsa bu okullara ne gerek var? Bu durum eğitim sistemimizin bilimsel olmadığını kanıtlamıyor mu? Bütün öğrencilerin her yıl dershanelere 5-6 milyon verebileceğini kim söyleyebilir?
Meslek Lisesinde Staj Sorunu: Meslek lisesi öğrencileri staj gördükleri fabrikalarda kendi branş ve dalları dışında bir sürü işlerde hamal olarak kullanılmalarına rağmen okul bu duruma müdahale etmiyor…
Orta öğretim kurumlarında tüm bu anti-laik, anti-demokratik, bilim ve çağ dışı uygulamalar pervasızca sürüp giderken, öğrencileri koruyacak, sistemi düzeltecek hiç bir yasal olanak bulunmuyor. Orta öğretim kurumlarının “Anayasası” halindeki “Disiplin Yönetmeliği” bu uygulamalara olanak sağlıyor. Sorunların demokratik şekilde çözülmesi sürecine öğrencilerin de katılması için “ÖĞRENCİ BİRLİKLERİ” kurulmalıdır. Demokratik Kurum ve kuruluşları bu sorunların çözümü için çalışmaya davet ediyoruz.
Avcılar Endüstri Meslek Lisesi
Avcılar İnsa Lisesi
Avcılar S. Nazif Lisesi
Taksim Atatürk Lisesi
Bağcılar Dr Kemal Naci Ekşi Lisesi’nden
ÖĞRENCİLER VE VELİLERİ
KÜÇÜKÇEKMECE İŞÇİLERİ YİNE EYLEMDE
18 aydan beri kronik bir hal alan ücretlerin zamanında ödenmemesi, Küçük Çekmece Belediye İşçilerinin öfkesinin sık sık eyleme dönüşmesine neden oluyor. Daha önce de çeşitli biçimlerde bir çok eylem yapan belediye işçileri, Kasım ayında yine eyleme geçti.
Belediye-İş Sendikası 2 Nolu Şubeye bağlı işçiler, 25 Kasım günü bir araç konvoyu oluşturarak K. Çekmece bölgesini dolaşarak işçileri ve yöre halkını sorun hakkında duyarlı olmaya çağırdılar, çeşitli pankartlar taşıdılar.
Bir sonraki gün de ayrı üç merkezden kortej oluşturarak yürüyüşe geçen işçiler bir araya gelerek Başkanlık binası önünde toplandıklarında sayıları 1500 kişiye ulaşmıştı. İşçiler, yürüyüş ve toplantı sırasında coşkulu sloganlar haykırdılar.
Yürüyüşe K. Çekmece Belediye işçilerinin yanı sıra Bakırköy Belediyesi’nden işçiler ve temsilciler, Zeytinburnu Belediyesi’nden bir grup işçi, Belediye-İş Sendikasına bağlı 1 Nolu Şube, Mezbaha ve Anadolu Şube yöneticileriyle Deri-İş Kazlıçeşme Şube yöneticileri katıldılar.
Protesto toplantısında 2 Nolu Şube adına bir basın açıklaması okundu ve üretimi durdurma kararı açıklandı. Eminönü, Fatih, Zeytinburnu, Gaziosmanpaşa, Bakırköy ve Beyoğlu belediye işçileri de araç konvoyu oluşturarak işvereni protesto ettiler, sınıf kardeşleriyle dayanıştılar.
Halen hizmetin durdurulmaya devam ettiği Küçükçekmece Belediyesinde son 18 ayın yaklaşık 100 gününde işçiler ücret alacakları nedeniyle üretimi durdurmuş bulunuyorlar.
TERÖR EŞLİĞİNDE GECEKONDU YIKIMI
1 Ekim 1991 tarihinde İstanbul Gülsuyu mevkiindeki Esenkent İnönü Çiftliği civarında hazine arazisine diğer emekçilerle birlikte aşağıda imzası olan bizler başımızı sokacak bir barınağa sahip olmak amacıyla gecekondular yapmaya başladık. Biz evlerimizi yaparken 4 Kasım 91 tarihinde 600-700 civarında çevik kuvvet polisi, 100’e yakın sivil polis, 200-300 civarında zabıta buldozerlerle birlikte inşa halindeki gecekondularımızı yıktılar. Bütün tuğlalarımız kırıldı. Polisler tarafından çembere alındık; kadın-kız, çoluk-çocuk demeden dövüldük sövüldük, bir dizi hakarete uğradık. Gözaltına alınan 15 arkadaşımız karakolda sivil polisler tarafından işkenceye tabi tutuldular.
Bizler yılmadık, ikinci defa evlerimizi yaptık. Yine aynı şekilde yıkım gerçekleştirildi. Fakat bu defa yıkım daha da kanlı oldu. Polisler tarafından 2 arkadaşımızın kolu kırıldı. Bir kadının kafası copla yarıldı. Ve 10 kişi gözaltına alındı, bir arkadaşımız 17 gün tutuklu kaldı.
Barınacak yeri olmayan bizler bütün imkânsızlığımıza rağmen derme-çatma evlerimizi bir kez daha yaptık. Zabıta, resmi ve sivil polislerden oluşan güruh üçüncü kez gecekondularımızı başımıza yıktı. Bütün mahalle sakinlerini, çocuklar dâhil çember içine alıp herkesi dövüp hakaret ederek bizleri korkutmaya ve yıldırmaya çalıştılar.
Son ve büyük yıkım 26 Kasım günü gerçekleşti. Sabah saat 10.00 civarında yüzlerce sivil ve resmi polis, zabıtalar, 2 adet buldozer ev yaptığımız bölgeye geldiler. Gaddarca evlerimiz yıkıldı. Bütün ev eşyalarımız kasıtlı olarak dozerler tarafından ezilerek kullanılmaz hale getirildi. Evlerini terk etmek istemeyen insanlarımız, bir kişiye 5-10 polis düşmek üzere cop, kalkan ve tekmelerle dövüldü. Özellikle bir kadının ağzına cop sokularak çenesi ve kafası tekmelendi. Sivil polisler daha da saldırgandı. Mahallede oturan istisnasız bütün insanlar, yaşlısından çocuğuna kadar sopadan geçirildi. Bu saldırılarda Aysel YARDAK adlı kadın üç aylık bebeğini düşürdü, Kibriye KAŞIKÇI adlı başka bir kadının kolu kırıldı. Polislerce tekmelenerek hırpalanan, tahta coplarla ağır yaralanan Ayten İS adlı kadın Kartal Devlet Hastanesine kaldırıldı ve 7 gün rapor aldı. Bunlar dışında hemen herkes yara aldı. Bu saldırıyı kamuoyundan gizlemek için bölgeye gelen gazeteciler yıkım boyunca gözaltında tutuldu.
Saldırılardan sonra 36 kişi gözaltına alındı. Daha arabalarda iken bu insanlara işkence edilmeye başlandı. Karakolda da gözleri bağlanarak tekrar işkenceye tabi tutuldular ve işkence gören insanlara “Bizi zabıta dövdü” dedirtmeye çalıştılar. “Sizi, güvendiğiniz partiler kurtarsın.” dediler. Üç arkadaşımız tutuklanarak cezaevine gönderildi. Tutuklulukları devam ediyor. Diğerleri de 1. Şube, 2. Şube dolaştırıldıktan sonra serbest bırakıldı.
Şu anda gecekondu bölgesi bir harabeye dönmüş durumdadır, insanlar soğukta kendi olanaklarıyla gerdikleri naylonların altında barın maya çalışmaktadırlar. Diğer bazıları ise akrabalarının yanına sığınmıştır. Seçimlerden önce “Siz kondularınızı yapın, size karışmayacağız.” diyen SHP’liler, şimdi kendi belediyeleri eliyle gecekondularımızı başımıza yıkıyorlar.
İstanbul’un ortasında meydana gelen bu vahşet karşısında insanları duyarlı olmaya ve sorunlarımıza sahip çıkmaya çağırıyoruz.
7 gün rapor alan Ayten İS
Kolu kırılan Kibriye KAŞIKÇI
Düşük yapan Aysel YARDAK
Kolu kırılan Hasan AĞÇAN
İşkence gören dilsiz Gürsel YİĞİT
İşkence gören dilsiz İbrahim …
İşkence gören Necip ALTOSUN
İşkence gören Burhan YARDIMCI
İşkence gören Mehmet TORAMAN
İşkence gören Zatiye ŞAHİN
İşkence gören Fındık YARDAK
İşkence gören Kıymet GÜNGÖR
İşkence gören Hatice …
İşkence gören Alişan HIŞIM
İşkence gören Hıdır BAYIR
Ekrem GÜNGÖR
Latif BOZKURT
ÖZGÜRLÜK ÖRGÜTLÜ OLMAKTIR
Basın üstüne laf söylemeye kalkan burjuva gazeteciler ve bilim adamları: “Basın dördüncü kuvvet olarak hakkın, adaletin, emeğin ve doğrunun yanında, haksızlığın karşısındadır. Üstlendiği sorumluluk gereği haklının savunucusudur. Kamuoyuna doğru bilgiler verip, gerçekleri halka aktarmak ve uyarmaktır. Bu asli görevi yerine getirirken herhangi bir kişi, kurum ve kuruluşun baskısı altında olamaz. Aksi taktirde görevi kötüye kullanıp basın olmanın avantajını kullanarak haksız kazanç ve kişisel menfaatler elde etmekte kullanılan bir kurum olur.”derler. Ama gerçek böyle midir?
Bugünkü basının hangi görevi üstlendiği açıkça ortada durmaktadır. Mafyanın da içinde olduğu basın patronları ve üst düzey yöneticilerinin basın emekçilerine karşı azgınca saldırıya geçtiklerini yalnızca basın camiasında olanlar bilir. Son bir yılda 1000’e yakın basın emekçisi sokağa atılmış. Yüzlercesinin hak etmiş olduğu alacaklarına el konulmuştur. İş kanununun 17. maddesi basın emekçilerine karşı sıkça kullanılmaktadır. Ne acıdır ki herhangi bir gazeteci kendi meslektaşının dramını görüntüleyip haber yapamaz, çünkü oto sansürden asla geçmez ve nedeni de sorulamaz. Ancak gazete köşelerinde ve televizyon ekranlarında basının özgür olmadığını sıkça duyar, okuruz. Basının özgür olmadığı doğrudur. Ancak dinozorlara soruyoruz: Basın özgür olmak için ne yapıyor? Ağzına fermuar çekip, kulakları tıkayıp gözlerini kendi elleriyle bağlayan Basın,
Özgürlük konusunda ne kadar samimidir.
Özgürlükten yana olmanın ilk koşulu örgütlenmekten geçer. Sermayeye karşı emeğin saflarında olmaktan geçer. Emekçilerin birliği ve mücadelesini savunmaktan geçer. Bugün Türk basının merkezi olan Babıâli’de bunları görebilmek mümkün değil. Tersi uygulamalar ise alabildiğine kabarıktır. Örneğin 1991’in Haziran ayında Güneş gazetesinin Ankara ve İzmir bürolarında çalışan basın emekçileri hak etmiş oldukları maaş, sosyal hakları ve tazminatları ödenmeksizin sokağa atıldılar. Diğer basın mensupları hiç sesini çıkarmadı. Tercüman’da 100 kişi aynı şekilde işten atıldı haber niteliği bile taşımadı. Cumhuriyet, Milliyet, Günaydın ve diğer gazetelerden 13. madde ile işlerine son verilen gazeteci sayısı yüzlerle ifade edilecek sayılarda. Böyle bir tablonun sergilendiği camiada sözcülerinin ve temsilcilerinin emekten yana takındıkları tavır tam bir iki yüzlülüktür.
Türkiye’de 10.000 dolayında gazeteci var olduğu göz önüne alınınca diğer iş kollarına oranla oldukça az olduğunu görüyoruz. Buna karşılık iş kolumuzda bir sendika bir dernek birde cemiyet vardır. Bu kuruluşlar ne iş yaparlar? Niçin kurulmuşlar? Kimin hizmetindeler? Basın emekçilerinin yanında olmadıkları, yaşanan olaylar karşısında takındıkları tavırlardan anlaşılıyor.
Güneş gazetesi İstanbul çalışanları 2 Eylül 1991 tarihinde basın geleneğini bozup, sermayeye karşı emeğin onurunu savunarak direniş bayrağını açtı. Halen Babıâli’de pek alışılmamış bir yöntemle çadır kurup direnişi sürdürüyorlar. Kötü hava koşullarına, ekonomik sıkıntılara ve polis baskısına karşın mücadeleye devam ediyorlar. Ancak bu süre içerisinde ne TGS ne ÇGD ne de Gazeteciler Cemiyeti’nden bir yönetici veya temsilci onur çadırına gelme cesaretini gösteremediler. Bunlar özünde örgütlülüğün karşısındalar, basın özgürlüğünün savunucusu değiller. Bin bir türlü entrikalarla elde ettikleri mevkileri gazete sahiplerinin çıkarına uygun hale getirdiklerinden (aksi takdirde o mevkilere gelemezlerdi) emeğin yanında olmaları mümkün değil.
Bir patron gazetede çıkarsa yine patrondur, yine sermayenin temsilcisi ve emeğin düşmanıdır. Emekle sermaye arasındaki uzlaşmaz çelişki basında da mevcuttur. Basın patronları kendi çıkarları doğrultusunda birleşmelerine karşın, basın emekçileri örgütlenmeyi sadece sendika veya derneğe üye olmakla sınırlıyor. Dayanışma ruhunu geliştirip yaşatma yolunda şu zamana kadar önemli bir yol alınmamıştır, işverene tam destek sağlama hususunda kıyasıya bir yarış sürmektedir. Çünkü haklıyı savunmamak haksıza destek olmaktır. Bugün basında yaşanan krizin en önemli nedeni örgütsüzlüktür. Basın emekçileri birleşmediği sürece ücret vermeden çalışmanın ve işten atılmaların durması mümkün değil. İşten atılma korkusuyla yaşayan gazetecinin bağımsız ve özgür olması düşünülemez. Korkuyu üretenler özgür olamaz.
Bir Basın İşçisi
PERDECİ
Kaçamakla Kaçamayan Kurşun Asker… M. Esatoğlu
Gözümü hafifçe aralamak istedim. Parlak bir beyazlık gözbebeğime dokundu.
Burası neresi?.. Beyaz..
Beyazlığın egemen olduğu bir yer…
Siyah ne kadar derin, beyaz ne kadar sığ. Beyaz ve sığlık kirpiklerimi kitlediler. Açamıyorum.
Gündüz mü, gece mi?..
Ne fark eder kirpiklerim böyle kitli oldukça. Zamanın bir anlamı yok, kilitliyken.
Bu kadar beyaz neresi olabilir?
Cennet!..
Pöh! Cennete gidecek kadar alçaklık yapmadım..
Biri yaklaşıyor. Durdu.. Tam yanımda şimdi.. Uff!.. Kolumu bir şey soktu. Bir böcek mi? Yoo, böcek değil. Peki, damarıma akan ne?
Hiç bir şeye engel olamıyorum. Bir böceğe bile. Beyazlık silinmeye başladı. Renkler önümden hızla akıyor… Hızla… Hız… Hızzzz… İşte yine boşluk. Beyazla biten karanlık bir boşluk.
Beyazda, gövdemde, kollarımda acılar vardı. Boşluğa yolculukla silindiler. Tüy gibi hafifim şimdi.
Beyazlığa yeniden dönebilecek miyim? Yoksa karanlık mutlak mı? Beyaz ve siyah arasında bir yolculuk… Başlangıcı ve bitişi bilinmeyen.
Başlangıç noktasını arıyorum. Yok.. Arıyorum. Çünkü öykünün bütün düğümü orada. Kocaman bir kördüğüm.
Kördüğüm sözcüğü nedense beni çocukluğuma götürüyor. Bir şarkı yalıyor kulağımı:
“Ya her şeyim, ya hiçim
Sorma dünyam ne biçim
Bir kördüğüm ki içim Çözdükçe dolaşıyor.” Kalın sesli bir kadın söylerdi ben çocukken… Hümeyra.
“Ya her şeyim.. Ya hiçim.”
“Sen büyüyünce ne olacaksın?” “Subay.”
“Aferin yavrum.. Subay olunca ne yapacaksın?”
“Düşmanları bum., bum diye öldüreceğim.”
“Aferin yavrum.”
“Küçük asker.. Küçük asker.. Ne yapıyorsun bize göster.”
“Ne mi yapıyorum? .. Soyunuyorum. Bir tek donla kalacağım. Muayene olacağım.”
“Sağlamlar bir tarafa, çürükler öbür yana.”
Ne tuhaf bir yer burası. Sağlamlar mahzun, çürükler bayram ediyor.
Sağlam ya da çürük…
“Oğlum.. Sağlamlarından koysana.. Bak yine çürüklerini kakalıyorsun.”
“Yok be. Vallaha hepsi aynı.”
Hayır canım. Hepsi aynı değil. Değişik koşullarda geldiler bu yaşa. flynı olsalar, soymazlar böyle don paça.
“Ben vallaa verem geçirdim.”
“Benim gözüm miyop. Hem de ileri derece.”
“İnanın bu bacağım sakat.”
“Kesin ulan! Orospu karı gibi mızırdanmayı.”
“Çürük bulursan para yok.. Hadeee… Bin liraya…”
Karanlık toprak bir yol. Cemsenin ışıklarını üst tentenin yırtığından görüyorum. Sağlamlar bir tabutta gidiyoruz. Belki, az ilerde bir patlama bizi bekliyor. Çürükler ya da yoklar hanesine yazmak üzere.
Bu toprak yolda niçin gidiyoruz? Gecenin yarısı nereye gidiyoruz? Hangi köyde.. Kimler.. Gece yarısı?..
İnsanoğlunun sıcak yatağından zorla kaldırılmak yazgısı ne zaman bitecek bu topraklarda?.. Yeryüzünde.
Uykuya hasret gözleri, uykuya hasret gözlerimize dikili bakarken, bağırtılar hep aynı:
“Söyle.”
“Sakladın mı?”
“Ekmek verdin mi?”
“Su içirdin mi?”
İki şey bağırtıyı azgınlaştırıyor:
Korku ve yalvarma..
Birden vurma duygusu şahlanıyor. O anı çok iyi hesaplıyorum. Bazen kendimden kuşku duyuyorum. Onun yumrukladığı hırsta dipçikli-yemediğim için. Belki insanların gözleri beni durduruyor. Uykuya hasret gözleri.
Ne garip.. Bağırtının dışında iki taraf da uykusundan zorla kaldırıldı. Belki bağırtıyı da kaldıran bir zor var. Bizleri kaldıran zor, acaba birileri sıcak yatağında rahat uyuyabilsin diye mi?
Karanlık yoğunluğunu yitiriyor yine. Beyazın ucu göründü. Karanlık, grilik beyaza yenik düştü.
“Neredeyim”e kesin bir yanıt bulmuş değilim. Tahminlerden öte.
Bir ses geliyor kulaklarıma.. Bir darbuka sesi.. Yılışık, bozuk bir darbuka..
Dumçıkıdaktak.. Dumçak.. Dumçak..
“En büyük asker.. Bizim asker.”
Dumçıkıdaktak…
Çantanın fermuarını çekiyorum. Aşağı iniyorum. Apartmanın önü mahalle arkadaşlarımla dolmuş.
Bu yılışık darbuka bir uğurlama töreni.
Ensemdeki avuçlar ve “şanslısın” muhabbeti, bozuk bir plak gibi.
Şekerlemeleri elime tutuşturanlar, cebime elli bin sokanlar, sırtıma şaplak atanlar..
Otobüs terminalinde şamata biteceğine azgınlaşıyor. Birbirini uğurlayanların hüznünün üstüne sıçrayarak.
Otobüs uzaklaştıkça sırnaşık darbuka sesi uzaklaşmıyor. Uzun bir süre otomobillerde taşınarak beni izliyor.
İşte oraya geldim. Gözlerim kısık, şaşkın, dolanıyorum.
Acemiliğin ve bilmezliğin sürekli aşağılandığı bir ortam.
Acemi asker, usta asker.
Kıdemli, kıdemsiz.
Ast, üst.
Ölçü ne?
Bir sabah toprakta sürünürken, ortaokul coğrafya öğretmenim Ali İhsan Bey’in sözleri geldi aklıma:
“Askerlik ya da adam öldürme sanatı.”
“Büyüyünce ne olacaksın?”
Ağzıma dolan toprağı tükürürken düşünüyorum: “Ben bir küçük askerim”in ne kadar uzağındayım.
‘Hep böyle gidecek’ krizleriyle bunalırken, Yüksel Caddesi’nde (Bu, sana bir göndermedir.) rastladım bir lise arkadaşıma. Ankara’ya yerleşmiş, evlenince.
Evine götürdü beni. Sokakta başıboş dolaşılan bir çarşı izni birdenbire renkleniverdi.
Oh! Ev.
Koltuğa oturdum. Yumuşacık. Günler sonra. Temiz bir cam bardakta çay. Çay. Hoşaf değil. Resmen çay. Çay ne güzel.
Ev yemeği.. Sıcak ekmek.. Kahve…
Ne güzel, yaşıyorum işte. Karavanasız, emirsiz, ayak kokusuz bir gün.
İşte küçük bir ışık. Hafta sonu ya da çarşı izni. Bütün haftanın şiddetinden sonra küçücük bir kovuk.
“Hafta sonları bize gelsene.”
“Rahatsız etmeyeyim.” demedim..
“Oluuur.”
Gözkapaklarımın üzerindeki bin ton ağırlığı kaldırmağa çalışıyorum.. Zorluyorum.. Zorlu.. Zorr.
Kirpiğimin ucundan ilk görüntü bulanıkça sızıverdi:
Bu bir karyola başlığı.
Karyola ve beyazlığın kafamdaki ilk ve tek çağrışımı:
Burası bir hastane. Evdeki karyolamın hiç başlığı olmamıştı.
Görüntüyle birlikte belirginleşen sesler.. Bazıları konuşma, bazıları gülüşme. Peki, bu garip inlemeler, iç parçalayıcı gülüşler de ne? İçim ürperiyor.. Korkuyorum galiba.
Anneee… Korkuyorum… Sevgilim… Korkuyorum…
Bazen sana sevgili değil de, ablammış gibi sarılıyorum. Ne tuhaf!
Sarılma.. Korunma.. Sıcaklık..
Bu korkunç karabasanda o lise arkadaşımın evinde seninle tanışmak.. Aşk.. Sevişmek.. Ne kadar her şey hızla ve iç içe gelişti.
Bütün hafta yaşadığım şiddetin sığınağı önce hafta sonuydu, sonra sen oldun.
Bunalanlara dudak ucuyla gülüyorum artık. Zavallılar! Bir hafta sonları bile yok.. Bir ‘sen’leri yok. Oysa ben:
Bağırıyorlar, duymuyorum..
Küfrediyorlar, aldırmıyorum..
Vuruyorlar, acımıyor..
İzin kâğıdıma ulaştığım an ne güzel! Kolların boynumda mı? Hadi, uzat parmağını. Koğuşta “biz nişanlıyız, aman bre deryalar’ diye türkü mırıldanmak istiyorum.
Bir hastanedeyim.. Bu kesin.
Bileklerim bantlı. Bir kolumda serum var. Anlayamadığım; yaralıysam deliler koğuşunda işim ne? Şu karşıda çırılçıplak karyola demirine tünemiş adamla niçin aynı yerdeyim?
Bu ev ne güzel. Arkadaşımın evinde bir sığıntı gibi sevişmeyeceğiz artık sevgilim. Tükenmiş bir evliliğin ortasında sürekli öpüşen bir çift. Tedirgin oldular. Belki haklıydılar.
Yer yatağı, iki koltuk, elektrik sobası ve walkmene takılmış iki küçük kolon bütün malvarlığımız.
Elektrik sobası çok ısıtmasa da burada bütün tedirginliklerden uzak mutluyuz…
Burası bizim. Haydi, gelsin lüks menü: En çok sevdiğimiz pastırmalı yumurta ile şarap.
Koğuşta uyuyamıyorum. Çünkü kokuya dayanamıyorum. Arkadaşların şakaları bile boğuyor beni. Belki de hep seni istediğimden dayanamıyorum.
Bakkal telefonu sesini getiriyor bana. Üç küçük jeton. Birincisi sana çırakla haber yollamak, ikisi seninle konuşmak için.
Sana hasretim bakkalın iyi niyetini tüketiyor mu? Bilmiyorum. Bakkalın hasretimi anlaması zor. Sanki o geçmedi mi bu tezgâhlardan.
Telefonun hasretimi dindirmediği, hatta kamçıladığı bir gece, kaçıverdim.
Elbiselerimi kapının dibinde çıkardım. Işığı bile yakmadan yanına girdim. Elektrik sobasının ışıltısında seyrettiğim gövden ve şarabımız…
İlerleyen gece ile birlikte içimi saran firar korkusu.
Soluk soluğa gizlice daldım koğuştaki yatağıma. Koğuş arkadaşım görmezden gelmese, yakalanır mıydım?
Kaçamak, ne tuhaf bir duygu.
Her çığlık yeniden ürpertiyor beni. Damarıma şırıngalanan uyku sarmıyor gözlerimi. Açılmayan gözkapaklarım bu kez de kapanmamağa direniyor.
Çığlığın bedelinin dayak ve ilaç olduğu bir yerdeyim.
Biraz yemek olsa keşke. Kolumdan besleyen serumu istemiyorum. Ağzım ne kadar acı…
Dünyada saklı kalabilmiş bir kaçamak var mı?
Albay, parmağının ucunu masaya vura vura uyarıyor. Gözlerim dinliyor. Başım ‘evet’liyor. Yüreğim, hala serseri düşlerde. ‘Bir daha yaparsan’la başlayan cümleler -nedense- ürkütmüyor beni.
İki kez uyandan sonra ayaklarımı sana sürüklenirken, durdurdum. ‘Gece kaçamağı hafta sonunun bile sonu olabilir’ iknasıyla.
Akşam üstüleri bakışlarımı insanlardan kaçırıp, göğe bakıyorum. Eğleniyorlar benle. Aldırmıyorum.
Teşvik edenler var:
“Boş veeer.”
“Bir daha nerden duyacak?” Kapılmıyorum. Akıllı olmalıyım.
Garip bir perşembe akşamı. Burnumda pastırmalı yumurta kokusu, yüreğimde sen. Düşlerimde yaylı yatağımız ve şarabımız.
Uçuyorum. İki gün var. Düşümün önünü kesiyor bir rivayet
“Hafta sonu izinler nanay.”
Rivayeti soğuk espri sayıp dolanıyorum. Yine karşıma çıkıyor:
“Hafta sonu nanay.”
Yürüyorum.. Çılgın gibi yürüyorum. ‘Ne dolaşıyorsun orada, oğlum ‘lan bile duymadan.
Jeton alıyorum. Bakkalı arıyorum. Dakikalar yürümüyor. Gecikiyorsun. Bir jeton daha gidiyor. Hala gelmedin. Tek jetonum kalıyor. Anlatıyorum. Çok önemsemedin. Gideceğin bir film bile varmış. Alternatifin olarak.
Ben ya da o film.
Yoo, seviyorsun beni. İnanmıyorum. Senin için o kadar önemsiz olamam. Tüh! Jeton bitti.
İçimi giderek öfke sarıyor. Ooo.. Her şey ne kolay. Birlikteliğimiz, sevişmelerimiz ya da bir film.
Sorarım sana.
Uff! Bu teğmen ne kadar anlayışsız. “Ayrıcalık yok.” da ne demek? Ben onlar gibi değilim. İzin istiyorum, izin. Lütfen.. Nişanlıyım. Eee-eh! Yeter be. Hıyar gibi caddede dolanmayacağım. O’na gideceğim. Anlatabiliyor muyum, komutanım?
Dolanıyorum yeniden koridorlarda. Seni ve teğmeni öldürmek geçiyor içimden.
Nişan yüzüğümü iki kez çıkardım parmağımdan. Üçüncü de batıl bir inanış durdurdu beni.
Yeniden aradım bakkalı, sana öfkemi kusmak üzere. Dükkânın kalabalık oluşu, çırağı sana yollamayışına sövemedim. Uzlaştım, birtakım hesaplar içinde. ‘Kusura bakma’ ile telefonu kapayarak.
Koğuşun kokusu beni boğuyor. Kısa kısa dalıyorum. Her dalışım parçaladığım camlarla kesiliyor. Cam kırıklarını ezip sana koşarken, uyanıyorum..
Dayanamayacağım. Yüreğimdeki şeytan çıldırmış bağırıyor:
“Kaç… Kaç… Kaç…”
Ertesi gün yolda zincirlerimden boşanmış gibi koşuyorum. Beynime, beni engelleyecek bütün engellere karşı uyarıyor adeta:
“Şuradan geçme.”
“Dikkat! Geçen gün şu köşede inzibat vardı.”
“Aman az kaldı. Gayret.”
Kapıyı çalıyorum.. Yoksun.
Nereye gidecekler? .. Evdedirler.. Kırın kapıyı. Kapı çatırtısı, yanan çakmak.. Odaya dalışımız.. Ezilen yorgan.. Korku dolu gözler.. Yarı uykulu gözler…
Kapıyı anahtarla açıyorum. Postallarımı çıkarıyorum.
Uyuyor musun?
Uff! Yoksun.
Ayaklarımı yıkayıp, yaylı yatağımızın yanına oturuyorum. Oda ısınıncaya dek, çıkartmıyorum parkamı.
Elektrik sobasının yanında duran yarım kalmış şarabı yudumlarken, geceliğini kokluyorum.
Saatler geçiyor.. Sabahın ilk ışıkları.. Hala yoksun.. Dönmen lazım. Dönmüyorsun. Sana öfkem, sana hasretim, hangisi önde bilmiyorum?
Gövdemin yansı yatakta, yansı yerde. Üstümde parka, ayağımda pantolon yok. Elektrik sobasının karşısında uyuyakalmışım.
Öğleye doğru şaşkınlıkla seyreden gözlerin, uyandırdı beni.
Sarılıyorum sana.. Saatler akıyor.. Kollarımı çözmüyorum.
“Git artık.”
“Gitmeyeceğim.”
Albay öğüt vermiyor.
Daktilo… Şamar… Dağ başı…
Senden ne kadar uzağa düştüm. Gece kaçamak yok. Dışarıda ölüm ve karanlık iç içe.
Soğuk içime işledikçe, eski koğuşu özlüyorum.
Otuz sayfalık mektuplar yazıyorum sana. İki sayfasını yolluyorum. Yirmi sekiz sayfa hasret bana kalıyor.
Dağların ayazı dudağımı kurutuyor. “Çatladı dudaklarım, öpülmeyi.. öpülmeyi” Bu şiiri bilir misin?
Burada “bu toprakları vermeyiz.” diye bir bağırtı egemen.
Ne oluyor burada?
Bu savaş da ne?
Gazete manşetlerinden ne kadar farkı bir yaşam.
Bir yanda hamasi nutuklar, öte yanda ‘bitse de kurtulsak’.
Ayak sesi, kanat çırpıntısı, uçuşan çimento torbası yürek korkusu burada.
Savaş ne zaman başlamış? Bu öyküler ne zaman türemiş? Bu bölgede ölüm öyküleri, sıradan masal gibi. Kanla biten öyküleri dinlerken, her an kahramanı olma olasılığı.
Gece… Ortalıkta ‘bu gece gelecekler’ rivayeti dolanmakta. Gerginlik hava karardıkça artmakta.
Sana yazıyorum, her tıkırtıda duraklayarak. Tüfek, kalem ve parmak gergin…
Uzun saatler akıyor. Gece yarısına doğru ‘gelemezler’ duygusu yayılıyor.
Esen rüzgâr, senin kumral saçların gibi kokuyor.
İçerden biri ‘divane aşık gibi’ türküsünü mırıldanıyor.
Bir patlama. Suskunluk.
Patlama türküyü kesince, yeryüzünden yıldızlara her şey birdenbire gerildi.
‘Gelmez’ denenler, gelmişti. Dağın ve merminin sesi bütün sesleri silmişti.
Bir bu yandan, bir öbür yandan. Gece ölüm kokuyor.
Güneş, tepenin ardında yükselirken, yanımdaki on beş ölüyle yatıyoruz.
Sedyeye konurken, kımıldayan dudağımdan anlamışlar yaşadığımı, yalnızca yaralı olduğumu.
Yaram sızlıyor. Ama ayaktayım. Çünkü tören var. Övülüyorum. On beş ölü ve ben birer kahramanmışız. Kaçamak yapıp buralara sürülen ben, kahramanmışım.
Hah! Hah! Hah! Hahahaaaaaayyyyyy………..
Tören yapılan odanın kenarında duran camlı dolap canımı sıkıyor. On beş kişi öldü, ama şu sıçtığım dolap sağlam. Sağlam olmamalı. Övgü hala sürüyor. Madem bir savaştayız ve canımızın bir önemi yok, peki ama bu dolap neden sağlam?
Cam şangırtıları, şangırdamalar. Şangır… Şangır…
Uff! Bileklerim acıyor.
Burası bir hastane…
Övgü törenindeki kahramanlardan on beşi mezarda, biri deliler koğuşunda.
Sana gelmek istiyorum. Ama sen de çok uzaksın.
BİR KATLİAM… BİR FERMAN… BİR GENÇ… BİR İDAM…
Sait EFE
Aylardan Aralık’tı. Aralık 1980. Erdal asıldığında.
Az gerisine gidelim zamanın. Bir iki yıl öncesine.
Bir cellât çıkar karşımıza. Keskin ağızlı bıçağı, sivri uçlu süngüsü ile, il il dolaşan bir cellat. Tuttuğunu keser üçer beşer. Sivas’ta, Çorum’da ve daha başka başka yerlerinde ülkenin. Derken bir gün yolu Maraş’a düşer. Kahraman Maraş’a!… Yıl 1978. Aylardan aralık. Gidiş kötü, zaman karanlık. Kurdun dumanlı havası gibi. Terör havası peşinde sermaye. Cellâdını salar sokaklarına Maraş’ın. Ön hazırlıklar yapılmış, gerekli ortamı hazırlamıştı onun için. İki öğretmen öldürülmüş, cenazelerinde yeterli kargaşa çıkarılmıştı. Kurbanların kapılarına da kırmızı işaretler vurulmuştu ayrıca.
Bir bulut çökmüştü Maraş’ın üstüne. Bir kara bulut. Yağmur öncesi gibi. Yağdı yağacak. Ama dumanı buhar, damlacıkları su değildi bu bulutun. Gazdı, kurşundu elementleri. Ölüm yağdırdı Maraş’ın üstüne, ölüm. Yağmur yerine. Bir ölüm ki; Saddam’ın bomba-i kimyasından, Hitler’in gaz odasından, militarizmin toplu tüfekli kırımından farklı bir ölüm. Görülmemiş bir katliam. Memeleri kesildi anaların. Memeler ki, içleri süt dolu bebeler için. Karnı yarıldı kuzulu kadınların. Yarıldı ki gebe kalmayalar bir daha alevi tohumlarına. Canlı kalmadı öldürüldü. Kırmızı işaretli kapıların ardında.
Aralık son ayıdır yılın. İlkine dönelim. Başına. Ocak’a. 24’üne Ocak’ın. Zemheri pufur pufur kapılarda. Çatılar, sokaklar bembeyaz kar. Kentlere, köylere inme hazırlığı içindeler. İnlerinde aç kalmış kurtlar. Başka bir kurt daha var. Aç mı aç. Yüreği ve karnı ile. Sermaye kurdu. Zaten doymak bilmez o. Kurt değil, bir meret. Lokması et, içkisi kan olan bir meret. Bir akşam evlere iner. Bir bir çalar kapıları. Her kapıyı değil ama. Belli kapıları. Maraş’ta olduğu gibi. İşçi, emekçi kapılarını. Birer ferman bırakır kapılara.
24 Ocak fermanı.
Adına da istikrar fermanı der. Kendini kurtarma planı aslında. Yerini genişletme, gölgesini serinletme planı. Açlığa, yalınkatlığa itme planı, halk kitlelerini.
Buraya kadar anlattıklarımızdan da anlaşılacağı gibi, iki kahramanı var öykümüzün. Biri emek, biri sermaye. Efendi ile köle, ağa ile köylü, patron ile işçi olarak yansımıştır dönem dönem günlük yaşama. Kurtla kuzu, tilki ile tavuk kadar da karşıdır kahramanlarımız birbirlerine.
-Kemer sık, der. Bu son fermanda sermaye.
-Sıktım der emek,
-Daha daha sık, der sermaye.
Kemeri kemiğinde zavallının. Sıkacak delik yok ki. İstenen kandır bundan sonrası için. Damardan damara boşalacak. Sülük gibi emdiği yetmedi. Oluk oluk içmek istiyor vampir gibi.
Dimdik durdu. Bu fermana karşı emek. Hayır dedi, zam kararlarına. İstemedi anti demokratik yasaları. Hayırlarla inledi sokaklar. Zamlara hayır!… DGM’ye hayır!… Grev kısıtlamalarına, işten atmalara hayır. Hayır!… Hayır!… Hayır!…
Durum farklıydı sermaye için. Göle maya atmıştı. Tutturacaktı. Zorla da olsa. Nasrettin Hoca değil, Sam Amcaydı bu yoğurdun ustası. Göl maya tutmadı. Kireç kattılar suyuna. Beyaz ettiler rengini. Yoğurt diye de yutturdular insanlara. Bu ilk aşa-maşıydı planın.
İkinci aşama, yutmayanlar içindi. Açlığı, yalınkatlığı kabullenmeyenler için.
-Dediğim dedik, çaldığım düdük- olacak diyordu sermaye.
Yekindi emek.
Bıçak kemikte, su gırtlakta diyerek. Ölümden öte köy yoktu onlar için. Varmış. Sonra anlaşıldı. 12 Eylül köyü.
Sopa aldı eline sermaye. Süngü taktı beline.
Dize getirecekti. Yoksa…
Ama böyle durup dururken de olmazdı bu iş. Dünyanın (kör) gözüne baka baka. Kılıf hazırlamalıydı. Kılıflar!… Minare kılıfları kadar. Daha büyükleri hatta. Altıncı filo sığacak, onlarca, yüzlerce, binlerce ceset alacak kadar geniş olmalıydı içi.
Yaşamı çekilmez kılıyordu ona. Gün gün büyüyen çıkmazlığı. Cennetine gölge düşürüyordu, katlanarak yansıyan dış bunalım. Can çekişiyor güzelim kapitalizm. Gitti, gidecek!.. Doku çürümesi, kemik erimesi var. Kurtuluş, daha taze, daha bol kanda. Zalim Dehak’ın çocuk beyni yemesi gibi.
Bu koşullar da yaşanır Maraş’ta insan kesimi.
Başta, sosyal demog(og)rat bir başbakan. Umudumuz Karaoğlan. Hükümet seyirci kalır bu katliama. Onun rolü de bu oyunda. Seyirci kalacak, ardından askeri yönetim kuracak. Kurdu da.
Gün döner, ay dolanır.
Nice gırtlaklar keser. Keskin bıçağı cellâdın.
Nice döşler deler sivri süngüsü. Ama bu kan yetmez ona. Doku, kemik kalmadı. Eriri. Çürüdü zavallı da. Sürü çevresinde dolanan aç kurt, kümes kapısında yalanan tilki gibi dolanır, durur halkın başında. Bir oyuna getirmeye çalışın.
Ama nasıl?…
Bir düdük çalınır bir gün. Yaşamı durduran bir düdük. İlk ayında son yazın.
Güneş doğmadı o gün. Ay kırıldı on ikisinde. Kuşlar uçmadı. Çiçekler açmadı. Sokaklar tutulu, parklar yasaktı çocuklara. Çocuklarsız çiçek açar mı bilmem. Kuşlar kanat çırpar mı uzaya?
En çok marşı o gün dinlediler çocuklar. Büyüklere anlatılan masallara tanık oldular istemeden. Çoğu ilk kez duydu süngü şangırtısını. İlk kez gördü panzeri. İlk kez tanıdı mavzeri. Askerlerin ellerinde çekili olarak. Karmaşık bir gürültü vardı sokaklar da. Karışık bir görüntü. Araba gürültüsü ile silah gümbürtüsü. O kadar soğuktu ki yüzler… Soğuk ve çirkin. Masallarda ki tüm kötü adamlar sokaklara boşalmış gibi.
Kapılara dayanmıştı korku. Güm, güm vuruyor, açılmakta az gecikenleri kırıyordu. “Rap, rap, rap”tı korkunun sesi. Ölümünde habercisi. Sokakların derinliklerinden duyulan.
İşte böyle. Aç kurtların kapılara, çalıcı çalağanların dallara üşüştüğü bu günlerde, 17 yaşında bir genç vardı. Zindan da yaşardı. Kapkaranlık odasında zindanın. Beton duvarlarla demir parmaklıklardı gördüğü koca dünyada yalnızca. Neferlerin gri rengi bir de. İnsan çığlığı, zincir şangırtılarıydı duyduğu tek ses. Rap, rap ölüm sesleri arasında faşizm. İner kalkardı coplar. Soğuk yüzlerin kanlı ellerinde. Zorba doluydu dört bir yanı zindanın. 17 yaşında bir genç bu zorbaların arasında işte. Kurt ininde körpe kuzu gibi. Diş gıcırtıları duyuluyor aç kurtların. Sabırsızlık fışkırıyor gözlerinden. Bu taze kuzuyu ne zaman yiyeceğiz diye. 17 yaşında bir gençse:
Arşınlar gün boyu. Boyuna beş, enine üç metrelik hücresini.
An olur. Arkadaşları aklında. An olur anası. Davası her zaman ama. Kuracakları güzel dünyanın yanında. Sav aşlar olmayacak, insanlar ölmeyecekti bir daha. Pılı, pırtısını toplayıp gidecekti açlık, işsizlik. Kuşlar cik cik nasıl ötüşüyorlarsa bir dalda, kumrular kardeş kardeş nasıl yüzüyorlarsa aynı gölde insanlarda öyle yaşamalıydı ona göre. Sevgi ve dostluk içinde. Sınıfsız toplumda.
Sıradan bir çocuk değildi çünkü.
Çölü aşan ırmaktı o. Sürgünü bozkırlardan koca koca kentlerin bağrına ulaşan bir güldü. Kırmızı, sarı, yeşil güller. Tohumu gelecek günlerin güzelliğine gebe.
Öfkesiydi bozkırların. Kini idi gecekonduların. Halkın dili, gençliğin sesi idi. Açlığa baskılara, ölümlere karşı. Ellerinde şeker, tabaklarında kara zeytin, umutlarında salkım salkım muzdu çocukların.
Gökyüzünde yıldızlar var ya. Dolu dolu hani. Dağılmışlar dört bir yanına uzayın. Samanyolu var bir de. Yıldızlardan oluşan yol. Işık yolu. Sonsuza giden yol. İnsanlarında böyle bir yollan var. Yıldızların Samanyolu gibi. Yaşam yolu. Kurtuluş yolu insanlığın. İş Ekmek Özgürlük için. Bu yolda bir yıldızdı o. Bunun için öldürdüler onu. Samanyolu’ndan bir yıldız düşürmüş olmak için. Adam öldürdü bahanesiyle. Oysa insan öldüren bir sürü insan vardı zindanlarda. Hangisini astılar?… Maraş’ta kıtır kıtır insan kesenler serbest dolaşıyorlar sokaklarda bugün. Meclise girenleri bile var.
Yanıldılar ama. Düşen yalnızca cesedi oldu Erdal’ın. Işığı yerinde kaldı. Daha da parladı. Kutup yıldızı gibi. O kuzeyi gösterir insanlara hep. Erdal, sosyalizmi… Kurtuluşu.
Işığa yenilmek zorunda karanlık. Dünya dolusu olsa da. Yenilir bir mum ışığına. Söndürememişse eğer. Işık canlı, karanlık ölüdür çünkü. İnsanlarda da bu böyledir. Düşünce olarak ölmemiş birini, otuz dokuz kez assan da…
Ağaçlar eğilir önünde. İpler kırılır boynunda.
Ölür ölür dirilir Pir Sultan.
Nerede?
Halkın yüreğinde. Cem bulur anaların karnında. Atlar kucaktan kucağa. Yaşar kuşaktan kuşağa. Kim bilir Pir Sultan, Şeyh Bedrettin’dir belki de. Kawa’dır. Spartaküs’tür. Birinden biri ya da.
Analar… Yaşamın zinciri. Analar. Halka halka yürekleriyle. Çağlar dereler. Sular toprağa. Güneş vurur, yeşertir yaprağı analarda öyle. Uzay kadar derin, güneş kadar sıcak yürekleriyle. Gürül gürül sevgi akar içlerinden. Çiçek koparılır ya dalından. (Sözde) Çiçek severlerce. Çiçek dalında güzeldir oysa. İki saate kalmaz solar. Çıkar çiçeklikten. Ana yüreği de. Kırılır, acıya keser sevgisi. Özleme… Ateşe.
Erdal ile anası gibi.
Anam benim. Anacağım… Ağlar durur sofradaki bu yerime. Yemeden içmeden kesilmiş. Yer yatağımı açar her akşam. Kardeşlerimle birlikte. Gecenin bir yarısına belki gelirim umuduna. Ya babam?… Lokmalar kaya gibi oturmuştur boğazına zavallının. Tırnağımın incinmesine dayanamazdı. Oturmuş, kellemin kesilmesini bekliyor şimdi.
“Başımı göğsüne koyabilsem aney”…. Duyabilsem yaşamı küt küt orada. Ağlamak geliyor içimden, ağlamak aney. Ağlayamıyorum burada. Zorbalar sevinirler diye.
Kurbanlar keser ya halkımız. Kafalardan koruna diye, malı, canı. Bende kurbanım aney. Gönüllü kurban. Şekerine, muzuna, oyuncağına, dahası kellesine dünya çocuklarının. Burada olmasam bile… İş kazaları, trafik kazaları faşist azmaları her gün her gün sayısız can alıyor sokaklarda. Onlarda insan. Ağırlığı insan eliyle olması benimkinin. Anının, biçiminin belli olması bir de. Dayanacağız aney!… Dayanacağız ki, kararlığımız korku sala cellâtların yüreğine. Korku sala ki gidemeyeler başka başka çocukların üzerine.
Bir gece yansı sabrı taşar aç kurtların.
Yüklenirler zincirine, demir parmaklıklı kapıların.
Oturmuş köşesinde O. Sessiz ve güvenli. Parka gidişi bekleyen çocuk gibi.
Oysa biliyordu başına gelecekleri birazdan.
Beyaz bir gömlek giydireceklerdi. Tepeden tırnağa. Bembeyaz. Deli gömleği gibi. (Ölüm gömleği demeye dili varmadı. Ölümü kabullenmiyordu.) Çarşafa bürünür ya çocuklar. Birbirlerini korkutmak için. Tıpkı onlar gibi. Gerçek korkutucu olacaktı bugün. Çocuklara değil ama. Cellâtlara… “Peh” derlerdi çocuklar birbirlerine. Slogan atacaktı bugün o. Cellâtların yüzüne. Partisi ve sosyalizm için. Deniz, Yusuf, Hüseyin’ler gibi.
Gözleri bağlanacaktı. Bağlansın. Körebe oynarken de bağlanırdı hep. Yinede yakalardı kaçardan. Bugün de yakalayacaktı. Çocukları değil ama çocukları öldürenleri. Tuttuğunu boğacaktı bir bir. Boğup boğup atacaktı lağım çukuruna. Hakları olan makama erişeler diye.
Yüksek bir yere çıkaracaklardı. Çıkarsınlar. Az mı tırmanmıştı ağaçlara, damlara. Ta tepelere çıkar, atlarlardı aşağıya. Masaya çıkmaktan mı korkacaktı? Masadan atlamaktan mı? Yaşamdan ölüme atlayacaktı. Ölümsüzlüğe bugün. Deniz, Yusuf, Hüseyin’lerin yanına. Belki de bekliyorlardı şimdi onu. Çay fokur fokur ocakta. Kitaplar dizi dizi raflarda. Ölüler çay içmez ki ama. Kitapta okumazlar. Doğru. Ölü değil ki onlar. Yaşıyorlar şimdi yüreklerde. Yurdumuzu çevreleyen üç deniz bilinir. Bir de Marmara. İç deniz olarak. İçimizde ki Denizler var ya? Anaların doğurduğu Denizler. İçimiz dışımız deniz doldu. Deniz Gezmiş’lerle. Tuzsuz, tatlı sulu hem de.
Elleri bağlanacaktı arkadan. Kötü bir durumdu bu. Elleri arkadan bağlı bir oyun bilmiyordu. Oynamamıştı çocukluğunda. Duymamıştı da hiç ne masallarda ne kitaplarda. İşkencecilerin oyunuydu bu. İşkence evlerinde oynanırdı. Ellerini bağlamasalar olmaz mıydı acaba? Son isteği bu olsa ellerimi bağlamayın dese onlara. Bırakmazlar ama. Korkarlar. Namlu sanırlar kollarımı. Tetiğe benzetirler parmaklarımı.
İpte vardı için içinde. Mumlu sicim. Ağaca asılı. Anasının salıncak ipi gibi. Ama çift katlı atardı anası ipi. Daldan dala. Tek katlı bu ip. Tek dala bağlı üstelik. Olsun. Salıncak salıncaktır. Oyunda gibi ölürüm. Güneşe gömülürüm. Işığım yırtar tüm karanlıkları.
Bir ses yükseldi. On üç Aralık şafağında. İnce bir genç sesi. Dosta sevgiyle seslenir gibi. Sözleri büyüktü ama. Büyük büyük başları korkutacak kadar büyük. Gözleri fırladı. Yürekleri oynadı cellâtların korkudan.
“Acele acele” diye bağırdılar ipçiye.
Kara bir el uzandı sehpaya.
Kısılmadı kesildi sesi gencin. Yankılanarak duvardan duvara.
“FAŞİZME ÖLÜM HALKA HÜRRİYET”
EVRENSEL KÜLTÜR’ÜN PARÇASI OLMAK...
Aylık sanat, edebiyat ve kültür dergisi EVRENSEL KÜLTÜR, ereklediği özellikler göz önünde tutulursa, “beklenmedik bir zamanda” yayın hayatına atılıyor;
Türkiye’de geniş bir yazar ve sanatçı kadrosunu çatısı altında toplayan, büyük okuyucu kitlelerine seslenen nitelikli sanat-edebiyat dergilerinin yayını hemen hemen yalnızca askeri darbe dönemlerinde gerçekleşebiliyor. Buna bakarak politik dergilerin kapatıldığı, politikanın ancak pek çok tehlike göze alınarak yapılabildiği zamanlarda, sanatın politikaya ikame edildiği söylenebilir. Böylece iç karartıcı bir çelişme ortaya çıkıyor; sanat ve edebiyat, ancak geçici ve koşullara bağlı bir alan ve bir başka etkinliğin örtüsü olarak ilgiye değer görüldüğünde, yani bir bakıma “tehlikesiz” ve “sakıncasız” bir eylem özelliğiyle hak etmediği bir biçime sokulup politika dışı bir görünüş kazandığında ve politika yerine yapılan bir şey olarak anlaşıldığında toparlayıcı ve etkin olabiliyor! Sanki sosyalist, devrimci demokrat yazar ve sanatçılar, ancak politika yasaklandığında kendi eylemlerinin zamanı geldiğine inanıyor ve sanki okuyucu, sanat ve edebiyata, daha “ciddi” bir anlatım aracı bulamadığı zaman ilgi gösteriyor! “Olağan” koşullar az çok geri geldiğinde ise, sanat okuyucusundan ayrılıyor ve sanki yeni bir yasaklar dalgasının gelmesini bekleyerek, aynı İlgisiz, sıradan ve “politikanın ötesindeki” yerine çekiliyor!
EVRENSEL KÜLTÜR, kendi işlevini ve etkinliğinin içeriğini, her şeyden önce bu yapay çelişmenin yadsınmasından yola çıkarak tanımlayacaktır. Sanat ve edebiyatı, politikanın yerine yapılan bir iş, ya da ikiyüzlü burjuva propagandanın iddia ettiği gibi “politikadan bağımsız” bir alan halinde ele almayacak; kültür, sanat ve edebiyatı, politikayla bağıntısı içinde gören, ama onun kendine özgü sürekliliğini ve etkisini gerçekleştirmeye özen gösteren bir çizgi izleyecektir.
EVRENSEL KÜLTÜR, hem büyük okuyucu kitlelerince kucaklanmayı hedefleyen içeriği ve yayın politikası ile hem de bir ölçüde özveri gerektiren biçim özellikleriyle, bugün yayınlanmakta olan pek çok derginin dolduramadığı bir boşluğu ortadan kaldırmak isteğindedir.
EVRENSEL KÜLTÜR, sosyalizmin insanlığın biricik umudu olarak kalmaya devam ettiğine inanan, ya da barbarlığın en karanlık biçimlerine -faşizme ve emperyalizme- karşı olan bütün sanatçı ve edebiyatçılara açıktır ve kendisini yalnız böyle “sınırlamaktadır”.
Yerel ve çevresel birçok dergi, çoğu kez nitelikli ürünler İçermelerine karşın, kimi olanaksızlıklar yüzünden tutsak oldukları baskı kalitesi ve dağıtım biçimleri dolayısıyla, kimi de dar bir çevre dışına ulaşmayı zaten hedeflemedikleri için, ancak bir kaç yüz adet basılıp dağıtılabilmektedir. Birçok il ve ilçede, sanat ve edebiyatla ilgilenen, ürün veren bir gençlik birikimi, sesini ülke çapında duyurabilmekten uzak, kendi yazıp kendi okur halde durmaktadır.
EVRENSEL KÜLTÜR bu birikimi canlandırmak, yerel ve çevresel grupları birbirleriyle ilişkiye geçirmek, aralarında bağlar kurmak ve ortak etkinlikler ekseninde etkili kılmak için bir araç olabilmeyi ummaktadır.
Aynı amaçla, EVRENSEL KÜLTÜR, sosyalist, devrimci demokrat yazar ve sanatçı kuşakları arasındaki ayrılığı, ilkeli ve sürekli bir İlişkiye döndürmenin yollarını araştıracaktır. Emeğinin verimini en yüksek düzeyde almış sanatçı ve yazarlarla, henüz işin başındaki yeteneği bir araya getirmeye çalışacaktır. Bu bağın dönemsel, geçici, rastlantısal ve koşullara bağlı olmaktan çıkarak, kalıcı ve genel kültür ortamına ve kültürel birikime en çok katkıyı sağlayacak bir ilişki düzeyi olarak gerçekleşmesi için çaba gösterecektir.
“Tarih ne zaman başladı?” sorusuna EVRENSEL KÜLTÜR, “benimle değil” yanıtını veriyor. Dünyada ve Türkiye’de işçi ve halk hareketinin yarattığı kültürel birikimin, sosyalist ve demokratik sanat-edebiyatın en has kültürlerinin mirasçısı olmak, onları yeni kuşaklara aktarmak ve birikimi zenginleştirmek, EVRENSEL KÜLTÜR’ün görevi olacaktır. EVRENSEL KÜLTÜR, dünyanın her köşesinde ilişkide olduğu sanatçılarla yardımlaşacak, enternasyonal birikimin ürünlerini ve günümüz sosyalist sanatçılarının çalışmalarını okuyucularına aktaracaktır.
Yalnızca uluslararası değil, ulusal çapta da sosyalist ve demokratik sanat ve edebiyatın birikimi, büyük zenginlik taşımaktadır. Sosyalist sanat ve edebiyatın çok tanınan doruklarını olduğu kadar, sarp patikaları açan, çetin yamaçları bin bir emek ve zahmetle bizim kılan unutulmuş emektarları anmak ve tanıtmak da, EVRENSEL KÜLTÜR’ün ereğidir.
EVRENSEL KÜLTÜR, yalnızca basılı yayın yapan aylık bir dergi olarak kalmak istemiyor. Her ay, ülkede ve dünyada olup biten kültür olaylarını tanıtacak, eleştirecek, okuyucunun tartışmasına sunacaktır; aynı zamanda, bu türden etkinlikleri örgütlemek, konferanslar, açık oturumlar, sergiler, yarışmalar düzenlemek için de çalışacaktır.
EVRENSEL KÜLTÜR, sosyalist ve demokrat bütün yazarları, edebiyatçıları, düşünürleri her türden ürünle kendisine katkıda bulunmaya çağırıyor…
Aralık 1991