Sorun enflasyon mu? Krizin yapısallığı ve içselliği

Ekonomiyle ilgili sorunlar gündem olduğunda, bitmeyen tartışmalar sürüp gidiyor. Başta fiyat artışları yani enflasyon olmak üzere sıralama devam ediyor. 1980’li yıllar böyle geçti.
İki yılı geride kalan 1990’ların da esasta farklı olacağını sanmıyoruz. Çünkü üretimde “istikrarsız” büyüme, yapısal bir nitelik kazandı. Bunun bir kaç yıl gibi kısa zamanda olabilecek fiyat artışının azalmasına karşın değişmesini düşünmek ham hayal olur.
Emek-değer kuramına göre analizin odağına üretim alınıyor ve buna göre değerleme yapılıyor. Buna karşın, genellikle yapılan değerlemede ise üretim yerine fiyatlar dikkate alındığı için yorumun kapsamı esasta daralıyor.
Yansımasını da, bir söylem olan ve gereğince içeriği ekonomik yönden tartışılmamış olan “derinleşen kriz” nitelendirmesinde buluyor.
İstanbul Sanayi Odası (İSO) tarafından her üç ayda bir “İmalat Sanayisi Sektörünün Durumu ve Üretim Kapasitesini Kullanma Oranı” adlı çalışması yayınlanıyor.
Bu, İSO üyesi özel sektörde faaliyet gösteren büyük imalat sanayi fabrikalarını kapsıyor. Çalışmanın böyle sınırlı ve özel alanı kapsamasına rağmen, sorunlu KİT’lerle birlikte çıkarılan sonuçların daha da olumsuzluğu anlamında derinleşeceğini düşünebiliriz.
Ayrıca verilerin hazırlanma tarifli tam olarak 1982 yılı başından itibaren başladığı için, belli bir zaman dilimiyle de sınırlanıyor. Fakat 1980’li yılları vermesi açısından kendi içinde bir bütünlüğünün varlığı da dikkate alınmalıdır. Burada sadece ve sadece imalat sanayisini yapısal inceleme esas alındı. Krizin olabilecek uluslararası ilişkileri üzerinde durulmadı.

Kapitalizm ve Kriz
Kapitalist “daha çok kar” amacıyla yatırım yapıyor. Her üretim birimini yani sermayedarı motive eden ve o anlamda yol gösteren en önemli ekonomi yasası budur. Böyle bir temel ilkeyi esas alan ekonomik yapılanımdan dolayı, makro olarak üretimin planlı yapılması imkânsızlaşır. Çünkü rekabet ve piyasa koşulları esas alınıyor. Her sermayedarın kendi açısından üretimde bir tür planlamayı öngörmesi de, bu genel durumla çelişmiyor. Kapitalist, üretime yatırmış olduğu sermayesi üzerinden hem çok kar elde etmeyi, hem de yatırımlarını genişletmeyi ve hatta üretilen metaların çeşidini artırmayı hedefliyor. Böylece üretimin çıkış ve sonuç noktası olan genişleme, kapitalizmin bir yandan itici gücü diğer yandan da amacı oluyor. Süreç içinde bu, yeniden üretimi tıkayan bir nedene dönüşebiliyor.
Üretim sürecinde sermayenin “daha çok kar” hedefi, verimlilikteki artışı sağlayacak bir düzenlemeyi öngörüyor. Bundan dolayı ilk olarak üretimde kullanılan teknoloji ya değiştiriliyor ya da tevsii yatırımlarla tespit edilen eksiklik giderilmeye çalışılıyor. Bu türden düzenlemelerin işçilere iki tür yansıması oluyor. Birincisi, işçinin günlük çalışma süresinde kendi ücretini karşılayan gerekli, emek süresinin azalmasıdır. Madalyonun diğer yüzü, sermayedara çalışmak zorunda kalması ve artı-emek süresinin büyümesidir. Buna nispi artı-değer denir. Yani günlük çalışma süresinin aynı kalmasına karşın, üretimin yeniden düzenlenmesi ile sömürü daha da artıyor. İkincisi, belli büyüklükte bir sermayeyi harekete geçirmek üzere, genellikle çalışan işçi sayısını azaltmaktır. Bildiğimiz gibi işçi çıkarmadır.
Gerek kriz şartlarında gerekse de krizin olmadığı dönemlerde kapitalistin “daha çok kar” amacına uygun davranışı verimliliğin artışını zorunlu kılıyor. Böyle bir zorunluluk ki, fabrikalarda işçiler dışında makine, bina vs. giderleri daha çok ve hızlı büyüyor. Bundan dolayı, yatırılan sermayeden işçiye ayrılan payın, diğer yatırım araçlarına ayrılan paya oranı sürekli artıyor. Çalıştığımız fabrikalardan biliriz, daha öncesine kıyasla daha teknik ve çok pahalı makineler kullanılıyor. Böylece daha çok üretim ve “daha çok kar” hedefleniyor. İşçilere ayrılan payın nispi olarak azalması sonunda ya ücretler daha az artıyor (belki de artmıyor) ya da işçi çıkartılıyor. Marksist ekonomi politikte emek-değer kuramından dolayı, toplam sermayenin ücretlere ayrılan kısmına değişen sermaye; binalar, hammaddeler, enerji vs. giderler yani sermayeden ücretlere ayrılan kısım dışındaki bütün harcamalara da değişmeyen sermaye deniyor, işte sermayenin değişmeyen bölümüyle, değişen arasındaki oran da sermayenin organik bileşimidir.
Kapitalist karını maksimize etmek ve rakiplerine rağmen piyasa payını artırmak için verimliliği artırmaya yönelik yatırımlar yapar. Diğer bir deyişle üretim tekniğinin yenileştirilmesi gerekiyor. Böyle bir yapısal durumdan, toplam sermayede, değişmeyen sermaye payı değişen sermayeye kıyasla artıyor. Sonunda böyle bir eğilim kar oranının düşmesine neden oluyor. Aslında oranın düşmesi verimliliği artırmaya yönelik bir yatırımın göstergesidir. Üretici güçlerin gelişmesi de böyle bir çelişkiyi zorunlu kılıyor. Böylece sermayenin yeniden üretim sürecinde tıkanıklıklar yaşanıyor. Kapitalizmde bu çelişkiye ek olarak meta değişimin gelişmesi, ekonomik yapılanmanın doğal bir sonucudur. Metalara talebin olmamasının ya da alıcı bulunamamasının koşulları da sistemde vardır. Üretilen değerlerin paraya çevrilmesinde tıkanıklıklar olabilir. Yani kapitalizmde üretim şartları, artı-değerin dolaşımda gerçekleşme şartıyla uyum halinde olmayabiliyor. Öte yandan tüketim ise üretime paralel bir gelişme gösteremiyor. İşte kapitalizmde temel çelişkisinin görünüş biçimlerinden önemlisi, üretim ile tüketim arasındaki çelişkide somutlanıyor. Üretimin plansız ve piyasa için yapılmasından, dönemsel olarak yoğunlukla talebi “aşa”biliyor.
Emekçiler “meta piyasasında metaları talep etmesi anlamında kapitalist pazar için önem taşır. Fakat aynı emekçiler, “emek gücü piyasası”nda kendi metası emek-gücünü arz eden durumdadır. Talep eden sermayedarsa asgari fiyatla almaya çalışır. Bundan meta piyasası” talebi olumsuz yönde etkilenir. Kapitalizmde üretim güçlerinin geliştirilmesi, verimliliği artırmanın bir gereği olarak gerçekleşiyor. Buna ek olarak yığınların yoksulluğu yani metaların talep edecek gelir düzeyine sahip olmaması da kapitalizmin onulmaz hastalığıdır. Bir başka deyişle üretimin sınırsız genişletilmesine karşın sınırlı tüketimin var olmasıdır. Böylece metaların talep edilemiyor olması ve sermaye devrinin tamamlanamaması, kapitalizmde bunalımın varlığım somutluyor.
Bu, kapitalizm açısından bilinen adıyla nispi aşırı üretim bunalımıdır. Geçmişte Kautsky’de, Togan Boranovoski’de olan ve Keynes’in cilaladığı “eksik tüketim” iye aynileştirilemez. “Bunalımlara, fiili tüketim ya da fiili tüketim azlığının neden olduğunu söylemek, boş bir yinelemeden başka bir şey değildir”. (Marx, Kapital, Sol Yay, Ankara, Cilt-2, sf 435).
Sermayenin yoğunlaşması ve nispi yoksullaşma, kapitalizmde varolan kutuplaşmayı ortaya koyuyor. Sermayenin yoğunlaşması, nispi olarak yoksullaşan proleterlerin gelir düzeyini aşan üretim kapasitesine ve dolayısıyla nispi aşırı üretime neden oluyor. Kapitalist üretim tarzı böyle bir çelişkiyi bağrında taşıyor ve besliyor. Aslında böyle bir durum, mülkiyetin özel biçimi ile üretimin toplumsal karakteri arasındaki çelişkiden kaynaklanıyor; emek-sermaye çelişkisinden.
Çalıştığımız fabrikalarda duyuyoruz: “Satıyoruz, parasını alamıyoruz. Hep batağa gidiyoruz” ya da “Üretiyoruz ama satamıyoruz”. Genel eğilim böyle olmakla birlikte, karını artırmak anlamında “vurgun vuran” firmalar da az değil. Aslında yaşanılmakta olan tıkanıklığın yani krizin sermayedar açısından tarifi başkaca ne olabilir?
Böyle bir durum, üretimin tamamen durdurulması anlamına gelmeyebilir. Tıkanıklıkla birlikte yaşanılan kar oranında düşme eğilimine karşı kapitalistler şu tür politikaları hâkim kılmaya çalışır. Açık anlatımla emekçiye çıkan “piyango” ise iki işçinin işini bir işçinin ya da üç-dört işçinin işini bir-iki işçinin, daha az ücret gideriyle yapmasına zorlamadır. Zorlamanın bir yönü fabrika içinde sermayedarın dayatması, ” bu ücretle ve koşullarla ya çalışırsın ya da gidersin”, gündeme gelir; diğer yönü de fabrika dışındaki işsizliktir. Böylece üretilen değerden emekçiye düşen payın nispi olarak azaltılması ile sömürünün şiddeti artırılır.
Öte yandan sermayedar açısından yeni pazar arayışları ve reklâmlarla piyasa payını artırma gayretleri gündeme gelir. Kastelli’nin 1980’li yıllarda neler yaşadığını hatırlayanlar bilir. Kastelli ne zaman çok ünlü aktör ve aktrisleri (Cüneyt Arkın, Fikret Hakan, Ekrem Bora, Selma Güneri vs.) reklâmlarda sıkça kullandığı ve kampanyayı yoğunlaştırdığı dönem sonunda battı. 1982 yılının Haziran ayında milyarlarla yurt dışına uçtu. İkincisinde “bir günde şu kadar daireyi daha proje aşamasında sattık” reklâmlarını verdiğinin ayında gitti. Bahsedilen proje Topkapı’daki Tercüman Mahallesi olup, halen üç-dört yıldır kaba inşaatı bile bitirilmiş değil, projeyi bir başka şirket sürdürüyor. Bir diğer iflasçı DYP’den milletvekili İsmail Amasyalı. Amasyalı sobalarının sahibi. Genellikle küçük sermayedar diye nitelendirilen kapitalistler piyasada esamisi okunmaz bir duruma gelirken, büyük olan sermayedarlar ise küçülerek krizi atlatmaya çalışıyorlar. 1980’lerin yıldızı Transtürk Holding, Anadolu Endüstri Holding, bugünlerde Net Holding vs… kurtuluşlarını küçülmede görüyorlar.
Krizi atlatma çabası, sermayenin yeniden yapılanmasında somutlanıyor.

ÜRETİM: “İki İleri, Bir Geri”
1982 yılından 1991’in son üç ayına kadar olan dönemde imalat sanayi üretimi istikrarlı büyümesini sürdüremedi. Yıllık hatta aynı yılın üçer aylık dönemlerinde gerçekleşen sanayi üretim kimi zaman düştü ve kimi zaman da arttı. İmalat sanayi üretimi genel olarak yılın üçer aylık dilimlerinden birinci ve üçüncü dönemlerinde bir önceki çeyrek döneme kıyasla sürekli azaldı. Buna karşın diğer dönemlerde ise arttı. Bu anlamda sanayi üretiminin bir “istikrarının” olduğunu söylemek mümkün.
Sanayi üretimi bazı dönemlerde yüzde 6,94 ile yüzde 17,61 arasında değişen oranlarda geriledi.
1990’ın dördüncü çeyreğine göre bir sonraki yılın ilk çeyreğinde üretim yüzde 17,61 oranıyla en fazla düşmeyi gerçekleştirdi. Bunu, 1988’in ikinci çeyreğinden üçüncü çeyreğine yüzde 16,35’lik; 1984’ün dördüncü çeyreğinden 1985’in birinci çeyreğine yüzde 13,19’luk düşme izledi. Öte yandan, kimi dönemlerde de endüstriyel yani sanayi üretim hacimlerinde de yüzde 3,33 ile yüzde 30,81 arasında değişen oranlarda büyüdü. 1985’in üçüncü çeyreğinden dördüncü çeyreğine yüzde 30,81’lik artışla sanayi üretimi adeta zıpladı. Bunu yine üçüncü üç aylık dönemden dördüncü üç aylık döneme 1987’deki yüzde 29,86’lık; 1984’deki 26,75’lik ve 1989’daki yüzde 24,07’lik artış oranı takip etti.

İMALAT SANAYİ KAPASİTE KULLANMAMA NEDENLERİ (Yüzde olarak-1991 Yılı üç dönemi kapsıyor)

TALEP YETERSİZLİĞİ     HAMMADDE YETERSİZLİĞİ
İç    Dış    Topl.    Yerli    İthal    Toplam    İşçi    Mali    Enerji    Diğer
1982    35,8    13,5    49,3    7,5    10,0    17,5        2,8    25,8    2,7    1,9   
1983    31,8    13,6    45,4    10,0    10,0    20,0        2,7    25,1    5,7    1,1
1984    34,7    14,7    49,4    9,3    8,2    17,5        2,8    25,9    3,8    0,6
1985    36,6    16,7    53,3    8,4    6,4    14,8        3,4    25,1    2,7    0,7
1986    36,0    17,7    53,7    9,6    6,5    16,1        3,1    23,9    2,7    0,5
1987    32,3    17,8    50,1    11,6    7,0    18,6        4,6    23,3    2,8    0,6
1988    36,7    18,7    55,4    8,7    5,8    14,5        4,7    22,7    2,2    0,5
1989    38,4    20,2    58,6    7,8    5,7    13,5        5,4    20,1    2,0    0,4
1990    36,2    21,1    57,3    6,6    4,9    11,5        6,9    20,2    1,9    2,2
1991    35,4    19,5    54,9    6,4    5,2    11,6        10,2    17,3    2,9    3,1

Yılın çeyrek dönemleri açısından sanayi üretiminin artış trendi dikkate alındığında bir önceki döneme kıyasla birincisinde ve üçüncüsünde sürekli azalırken ikincisinde ve dördüncüsünde yükseldi. Maksimum ve minimum üretim düzeyleri dikkate alındığında, yüzde 12,5 ile yüzde 37,6 arasında değişen oranlarda üretim sürekli azaldı. 1987’nin dördüncü çeyreğinden bir yıl sonrasının üçüncü çeyreği arasında yüzde 37,6’lık düşme ile fazla gerilemeyi yaşadı.
Yine sanayi üretimi (1982:100) endeksi çıkıp, inmeli bir gelişmeyle 1987 yılının son çeyreğinde en yüksek noktası 180,9’a çıkarken, 1988’in üçüncü çeyreğinde 131,5’e indi. Bu halde üretim yüzde 37,6 oranında düştü. Sonrasında dönem dönem endeks düşüp, çıktı ve 1987 yılı dördüncü çeyreğindeki düzeyini, ancak bir önceki yılın (1990) son çeyreğinde yakalayabildi. Sonrasında yine düştü. Yani, bir ileri bir geri.
İmalat sanayi üretim hacmindeki bu tarz bir gelişmeyi istikrarlı nitelendirmek mümkün değil. Endüstriyel üretimin bu tarzda büyümesi, imalat sanayinin içsel sorunlarını çözemediği gerçeğini ortaya koyuyor. İçselliğin yapısal boyutunun dikkate alınması halinde çözmesinin imkânsızlığı sonucu da açıklık kazanıyor.

Kullanılmayan Kapasite
İmalat sanayinde kurulu kapasitenin kullanım oranı 1980’li yılların sonuna doğru arttı. 1986 yılı öncesinde yüzde 58 ile yüzde 63 arasında değişen kapasite kullanım oranlan özellikle 1988 yılında dikkat çeken bir artışı gerçekleştirdi. 1986’da yıllık ortalama yüzde 63,3 olan kapasite kullanım oranı, bir yıl sonrasında yüzde 68’e yaklaştı. Devamı iki yılda biraz olsun azalan kapasite kullanım oranı 1990’da rekor bir seviyeye çıktı; yüzde 68,3 oldu. Yıllık ortalama kapasite kullanımı açısından bakıldığında değişik oranlarda da olsa arttığı halde sadece 1988 yılında azaldı. Geçtiğimiz yılda ortalamanın azalacağı talimin ediliyor.
Bir başka deyişle kurulu toplam kapasite yüzde 33 ile yüzde 40 arasında değişen oranlarda kullanılamadı. Yani kapasitenin üçte biri atıl kaldı. Aynı dönemde değişik nedenlerin sonucunda kurulu hazır kapasitenin eksik çalışmış olduğu gerçeğini ortaya koyuyor.
Her yıl üçer aylık dilimler halinde dikkate alındığında kapasite kullanım oranı yüzde 56,7 ile yüzde 71,3 arasında değişti. Buna göre kapasite kulamı yüzde 25,7 değişime uğradı. Dönem açısından bakıldığında kapasite kullanım oranı yüzde 57,1 ile başladı ve de 67,1 oranıyla bitti. Dönemsel artış yüzde 13,5 oranında gerçekleşti.
1980 yılının üçüncü çeyreğinde yüzde 56,7 ile kapasite kullanımı en düşük düzeyde iken, 1988’in ilk üç ayında yüzde 71,3’le en yüksek düzeyine ulaştı. Fakat aynı yılın sonunda ise yüzde 63,6’ya düştü. Aynı yılın ilk ve son üçer aylık dönemlerinde kapasite kullanımının yüzde 10,8 oranında gerilemesi dikkat çekiyor. Sonrasında tekrar artarak 1989’un son çeyreğinde yüzde 68,6’ya çıktığı halde, diğer dönemlerde azaldı. Halta geçen yılın ilk üç ayında kapasite kullanımı yüzde 63,5’e inmesine karşın, devamı dönemlerde yükselme kaydetti.
Kapasite kullanımına üçer aylık dönemler açısından bakıldığında en büyük oranda artış yüzde 5,78’le 1988’in ilk çeyreğinde ve en fazla gerileme de yüzde 7,03 ile geçtiğimiz yılın birinci üç ayında oldu. 1989 yılının her döneminde az da olsa sürekli artış kaydeden kapasite kullanım oranı, diğer yılların bir, iki ve hatta üçüncü döneminde geriledi.

“Talep Yetersizliği”
1980’li yılların başlarından itibaren imalat sanayinde kapasite kullanımını sınırlayan etmenlerin başında talep yetersizliği yer aldı. İstanbul Sanayi Odası, tersizliğinin üretim kapasitesini tam olarak kullanamama nedenleri içinde payı, özellikle 1985 sonrasında sürekli yüzde 50’nin üzerinde gerçekleşti. Daha öncesinde ise 1983 yılı hariç talep yetersizliğinin payı yüzde 50’ye çok yakındı. Yun içinde oluşan taleple, ihracat nedeniyle oluşan dış talep toplamı sektör açısından toplam talebi veriyor. Buna göre iç talebin payı daha büyük. Dış talebin yetersiz kalmasından dolayı kapasite özellikle 1982 yılından itibaren arttı. Daha öncesinde yüzde 13,5 olan payı 1990’da yüzde 21,1’e çıktı. İçsel talebin yetersiz olmasının payı ise 1983, 1984 ve 1987 yılı hariç diğer yıllarda sürekli yüzde 35’in üzerinde kaldı. Hatta 1989’da yüzde 38,4’e kadar çıktı. Bu haliyle bile yurt içi talebin yetersizliği, kapasite kullanamama nedenleri içinde en büyük paya sahip.
Kapasite kullanımını sınırlayan ikinci neden de firmaların karşılaştıkları mali sorunlardan oluşuyor. Mali sorunların kapasiteyi kullanamama nedenleri içinde payı yüzde 20,2 ile yüzde 25,9 arasında değişti. Özellikle 1984 yılı sonrasında mali sorunların toplamda payı sürekli azaldı. Geçtiğimiz yılda yüzde 20,2 oldu. Firmanın üretim faaliyetini sürdürmesi açısından kredi faizlerinden bu kadar yüksek olduğu ve yakınıldığı dönemde, kapasiteyi kullanamama nedeni olarak mali sorunların payı ancak yüzde 20’leri geçiyor.
Gerek yerli ve gerekse ithal edilen hammaddenin yetersizliği kapasite kullanımını sınırlayan üçüncü etmeni oluşturuyor. 1983 yılı sonrasında 1987 yılı hariç sürekli payının küçülmesi dikkati çekiyor. 1983’de kapasiteyi kullanamamanın nedenleri toplamında hammadde yetersizliğinin payı yüzde 20 ile yüzde 11,5 arasında değişti. Hammadde ve imalat sanayi üretiminde kapasite kullanımını sınırlayan etmenlerden dördüncüsünü işçilerden kaynaklanan sorunlar meydana getiriyor. Payı sürekli büyüdü. Artış özellikle 1988 yılı sonrasında hızlandı. Bunun toplam kapasiteyi kullanamama nedeniyle payı yüzde 2,7 ile yüzde 6,9 arasında değişiyor. Geçtiğimiz yılın ilk dokuz ayı itibariyle ortalaması ise yüzde 10,2. Demek ki 1991’dc payının daha da artacağı gözleniyor. Bu durumda işçi sorunları, hammadde yetersizliğinin yerini almaya aday.
Kapasite kullanımını sınırlayan bir diğer etmen de enerji sorunları. Sıralamada beşinci. Toplam payı yüzde 5,7 ile yüzde 1,9 arasında değişen oranlarda gerçekleşti. 1983 yılında kapasiteyi kullanamama nedeninde enerji sorunlarının yüzde 5,7 olan payı sonrası yıllarda sürekli azaldı. 1985’in yılı sonrasında payında düşme daha öncesi yıllara kıyasla biraz daha yavaş oldu. 1990’da en düşük düzey yüzde 1,9 olan payı, 1991 ilk dokuz aylık ortalaması 2,9’a çıktı. Bir artış eğiliminde olduğunu ortaya koyuyor. Bunlar dışında kalanlar, diğer nedenler olarak toplanmış. Toplamda payı yüzde 0,4 ile yüzde 2,2 arasında gerçekleşti. Payı 1989’a kadar sürekli azaldığı halde, 1990’da yükseldi. 1991’in ilk dokuz aylık ortalaması da 3,1. Bunlar diğer sorunların da önem kazanmakta olduğunu gösteriyor.

FİYATLAR: “Hep Zıplıyor”
Yine aynı dönem açısından imalat sanayinin üretim fiyatları sürekli zıpladı. Üçer aylık dönemler itibariyle fiyatlar yüzde 4,15 ile yüzde 28,31 arasında değişik oranlarda sürekli arttı. Eğilim olarak artış oranları 1987 yılı ve sonrasında daha büyük oldu Daha öncesinde yıllık yüzde 40’ların altında kalan fiyatların artış oranı, daha sonrası yıllarda artarak, 1988’de yüzde 80’i ve bir yıl sonrasında da yüzde 65’i geçti. Üretim endeksi gibi imalat sanayi fiyatları (1982:100) endeksi dikkate alındığında fiyatların dönemsel olarak yaklaşık 42 misli artmış olduğu görülüyor. Çünkü dönem sonu olan 1991’in üçüncü çeyreğinde fiyat endeksi 4070,1’e çıktı. Daha 1987 yılı sonunda 664,9 olan endeksin özellikle geçtiğimiz son iki yılda büyük oranlarda artış sağladığı görülüyor.
1987’nin son çeyreğine göre bir yıl sonrasının ilk çeyreğinde fiyatlar yüzde 28,31 oranında yükseldi. Bu, incelenen dönemin en büyük artış oranı. Bunu yine aynı bir dönemsel gelişme sonunda 1989’un birinci çeyreğinde olan yüzde 20,41’lik artış oram izledi. Fiyatların en düşük oranda artışı ise 1984’ün birinci üç ayında gerçekleşti. Oran yüzde 4,15’de kaldı.
Dönemsel olarak fiyatlar, özellikle yılın ikinci ve üçüncü üçer aylık dönemlerinde diğer dönemlere kıyasla daha az artış kaydetti. Fiyatlar yılın ilk ve son üçer aylık dönemlerinde daha büyük oranda artan bir özellik hazandı.

Krizin Varlığı
Bir değişim, bir transformasyon dönemi olarak nitelendirilen geçmiş on yıllık dönemde üretim hacminin vardığı en yüksek noktada ancak yüzde 96’lık bir artışı gerçekleştirdi. Dönem sonu olan 1991’in üçüncü çeyreğine göre ise bu oran ancak yüzde 69 olabildi. Yani bir önceki yılın dördüncü üç ayına göre 1991’in üçüncü ayında üretim hacmi yüzde 14 geriledi. 1991 yılsonu itibariyle üretim hacminde pozitif büyüme gerçekleşmiş olabilir. Fakat üçer aylık dönemler açısından bakıldığında ise bazen arttığı bazen de gerilediği gözleniyor. Böyle bir eğilim istikrarlı bir büyümenin sağlanamadığını ortaya koyuyor. Nitekim dönemsel olarak gerek üretim hacmi grafiği gerekse de üretim hacmindeki değişmenin grafiği bundan dolayı sürekli olarak aniden kırılan ve çıkan bir trend oluşturuyor.
Yıllık bazda artışlar dikkate alındığında, 1983’de yüzde 3,6 ve 1987de yüzde 7,3 olan kapasite kullanımı artış oranı diğer yıllarda (1988 hariç) yüzde 1’in biraz üzerinde veya altında kaldı. 1988’de yüzde 1.03 oranında düştü. Kapasite kullanımının azaldığı bu yılda imalat sanayi ürünleri fiyatı en büyük oranda yüzde 81,3 artış sağladı. Diğer yıllarda yüzde 33,9 ile yüzde 65,8 arasında gerçekleşti. Fiyatların sürekli arttığı 1985-1988 yıllarında üretim hacmi de yüzde 10 civarında büyüdü. Bu ara dönemde yüzde 1’lerde kalan kapasite kullanım oranında artış oranı 1987’de yüzde 7,3’e çıktığı halde, bir yıl sonrasında yüzde 1,03 oranında geriledi.
Üretimdeki bu duruma karşın imalat sanayi fiyat endeksi sürekli zıpladı. Dönem açısından imalat sanayi fiyatların artışı ise tam tamına 43 misli oldu. On yıllık dönemde sanayi üretiminde artışın ancak yüzde 69 olmasına karşın fiyatlarda artış yüzde 4221 (tam tamına yüzde 4221) oranında gerçekleşti. Fiyatlardaki artış oranı üretimdekinden 61 misli daha büyük. Şöyle yorumlamak da mümkün: İmalat sanayinde bir birim üretim artışına karşın yine aynı sanayide fiyatlar 61 birim arttı. Paranın değer kaybettiğinin yorumsuz örneği. Üretim pire fiyatlar deve. Evet, piyasanın ve rekabetin “kerameti…”” Dönemsel olarak imalat sanayi fiyatları bazen artan ve bazen de azalan bir oranda sürekli büyüdü. Bir yönüyle dönemsel olarak fiyatlardaki değişimler, üretimdeki değişim oranlarıyla karşılaştırıldığında; üretimin azaldığı dönemlerdeki fiyat artışı, üretimin arttığı dönemlerdeki fiyat artışından biraz daha küçük oluyor. Hatta şöyle bir paradoks da var: Üretim hacminin en çok daraldığı yılın birinci üç ayında fiyatlar da hemen hemen en büyük oranda zıpladı. Üretimin en çok arttığı yılın son çeyreğinde ise fiyatlar bir kaç yıl hariç, o yılda büyük oranda yükseldi. Bu, birinci çeyrekten sonra ikinci büyüklükte olan fiyat artışıydı.
Kapasite kullanım oranları, üretim hacmindeki değişime paralel olarak bazı dönemlerde birlikte büyüdü ve birlikte düştü. Bazı dönemlerde ise tersi yönde bir gelişme yaşandı. Biri artarken, diğeri indi. Üretim hacminin arttığı 1983 ile 1986 yılları arasında, kapasite kullanamama nedenlerinden talep yetersizliği payı da sürekli büyüdü. Sonrasında sanayi üretimi bazı yıllarda artıp ve bazı yıllarda azaldığı halde, talep yetersizliği payı yüzde 57’yi aştı. Dikkat çeken şu ki, üretimin çok hızlı arttığı yıllarda talep yetersizliği payı da arttı. Fakat sanayi üretiminin daha öncesine kıyasla daha az büyüdüğü yıllarda ise talep yetersizliği önemini korudu.

Ne Anlaşıldı?
Gerek ekonomik, gerekse siyasi yazımlarda sıkça başvurulan nitelendirme: “Derinleşen kriz…”
Böylece genel kabul görmüş bir yorum aracı olduğu izlenimi verildi. Bir yönüyle yapılan gözlemi doğrulamanın ispatı olarak da kullanıldı. Bazen de öyle bir içerik yüklendi ki yetersiz kalınan noktaları tamamlamanın ya da koşulları açığa kavuşturmanın sihirli formülüymüş gibi hep tekrarlandı.
Böyle bir yaklaşımdan krizin derinleşmesi ile mücadelenin boyutunun keskinleşmesi, bire bir ilişkilendirildi. Hatta zaman zaman mücadelenin yükselmekte olduğunun nedeni olarak da savunulduğu oldu. Özellikle kısa dönem açısından birinin varlığı, diğerini de zorunlu kılıyormuş gibi gerekçelendirildi ileri sürüldü…
Toplumun sınıfsal dinamiğine denk düşen bu tarz yaklaşım, kabaca ve yüzeysel benimsenmesi, sınıfsal kültürün yeniden üretimini köstekleyen bir nitelik kazandı. Sonucu olarak yeniden üretimi engelleyen sorunların esasta neler olduğunu gündeme alan tartışmayı daralttı. Bundan özgül kültürün geliştirilmesi de nasiplendi.
Ekonomik yapılanmada derinleşen kriz nedeniyle, mücadelenin yükseldiğini gözlemlemekle “indirgemeci” yaklaşım benimsendi. Öyle ki, ülke içinde sermayenin sınıfsal egemenliğin yıkılmasının veya uluslararası planda emperyalist ülkeler arasında savaşın çıkmasına kısa zaman içinde gerçekleşecekmiş gibi düşünülmesine neden oldu. Bundan sermayenin ekonomik yapılanmasına yönelik eleştirel yaklaşım, olumsuz yönde etkilendi. Bu, sadece anılan konuyla sınırlı kalmadı. Mücadelenin dinamiği olarak ekonomik bilgilenme, tercih sıralamasında en altta yer aldı.
Bütün bunlardan “derinleşen kriz” nitelendirmesinin inandırıcılığı bazen bireysel, bazen de gereğince açıklığa kavuşturulamaması anlamında tartışılması hiç gündemden düşmedi.

Krizin Niteliği
Krizin varlığını sermayedarından politikacısına kadar herkes kabul ediyor. Teşhisleri doğrultusunda kriz politikaları benimseniyor ve uygulanıyor. Sonunda işyerinde işten atılmak, bakkalda ve manavda fiyatların ürkütücülüğünü yaşamak, giymeden ve yemeden çok bakmak, soğuk kış günlerinde hep hastalanmak zorunda kalan emekçiler faturayı ödüyor. Doğrusu; hapishanesiyle, işkencesiyle kısacası tüm devlet kurumların bil fiil zor uygulamasıyla fatura emekçiye ödettiriliyor. Yoksa gönüllü evet; ipi boğazına kendi ellerine takmaktır.
Enflasyon için son tahlilde söylenen şudur: Talebin arzdan fazla olması nedeniyle fiyatlar artıyor. Ancak böyle bir gelişme sonrasında meta piyasasında, fiyatlar dengeye gelebiliyor. Dolayısıyla diğer piyasalarda da bir hareketlenme başlıyor. Devam ediyor. Rekabetin ve piyasanın dinamiği böyle bir yükselmeyi zorunlu kılıyor. İhanetin ve soysuzluğun varlık politikası haline geldiği eski Sovyetler Birliği ve Doğu Avrupa ülkeleri de, rekabetin ve piyasanın bedelini ödüyor.
Şimdi moda “Rekabetin ve piyasanın ışıklı yolu… ” Erken sevinç…
Benzer nakaratlar, ekonomik hayatın tüm yalınlığına karşın yapılıyor. Aslında yukarda sıralanan fiyat, rekabet ve piyasa üçgeni ile yapılan tüm açıklamalarla, faturayı ödeyen emekçiler propaganda bombasına tutuluyor. “Hepimiz birlikte fedakârlık yapmak zorundayız” deniyor ama sermayenin payına düşenin ne olduğu hiç mi hiç söylenmiyor. Fabrikalardan hatırlayınız, işçileri sömürü zincirleriyle tutsaklayan, açlığa ve sürekli bir yarın endişesine iten kim? Patronunuz, yani sermayedarınız. Hâkim olduğu ücretli kölelik düzenin koşullarıyla sana faturayı ödettiriyor. Bazı sermayedarların kriz ve rekabetten iflası, onların da varlıklarını kaybetme anlamında “bedel” ödediğini ortaya koyuyor. Ama bu çalışan, çalıştıran ilişkisinde olduğu gibi değil; rakip sermayedarlar arasındaki “daha çok kar” amacı için yapılan bir kavganın sonucudur.
İmalat sanayinin kurulu kapasitesinin yüzde 33 ile yüzde 40’lık kısmı kullanılmıyor. Diğer bir deyişle kapasitenin ancak yüzde 60 ile yüzde 67 arasında değişen kısmı kullanılabiliyor. 1982-1985 yılları arasında yüzde 40 civarında gerçekleşen kullanılmayan kapasite oranı 1986’da yüzde 37’ye; 1987 ile 1990 arasında ise yüzde 33’e indi. Yıllar itibariyle bakıldığında kapasite kullanım oranı arttı. Özellikle 1987’de yaptığı atağın yerini sonrası yıllarda durağanlık aldı.
Varolan üretken kapasitenin üçte biri hemen hemen sürekli kullanılmıyor. Sermaye cephesinde bir birikim yapılmış ki, kurulu kapasiteden ancak üçte ikisinin altında kalan bir kısmı değerlendiriliyor.
Peki, geriye kalan artığı nasıl nitelendireceğiz?
Bir; üretici güçler açısından kullanılabilecek kapasitenin üzerinde bir yoğunlaşmayı tespit edebiliriz. Yani aşırı üretim kapasitesinin varlığı. Düşük kapasite kullanımı nedeniyle birim parça başı maliyet payı artıyor. Böyle bir üretim yapısı da kar oranlarına olumsuz yönde etkide bulunuyor.
İki; kapasiteyi kullanamamanın esas nedeni, büyük payı yurt içi talep olmak üzere genel olarak talep yetersizliğidir. Kullanamama nedeninde payı yüzde 50’yi geçiyor. Hem de rekabete ve piyasaya rağmen… Ulusal gelirde kar, rant, kira ve faiz payının son yıllarda biraz gerilemesine rağmen yine de büyük dilimi oluşturduğu dikkate alınırsa, özellikle ücretliler payının düşük düzeyde kalması; satmalına gücünün ve dolayısıyla talebin de düştüğünü ortaya koyuyor. Şu anlaşılmamalı, ihtiyaçlar tamamen mutlak olarak giderilmiş ve bunun sonucu talep olmadığı anlaşılmamalı. Alım gücünün düşmesinden doğan eksiklik.
Bu iki noktanın birleşmesi krizin niteliğinin Marksist kriz çözümlemesinde olan nispi aşırı üretim bunalımına uygun düşüyor. Kimi yıllarda yoğunlaşan ve kimi yıllarda da biraz etkisizleşen bir nispi aşırı üretim krizi yaşanıyor. İmalat sanayin bu verilerini çarpıtmadıkça aksi yorum yapmak mümkün değil. Gelir dağılımında ücretlilerin payını artıran bir eğilimin olmamasına karşın, bir yönüyle kredilendirme ile talebin desteklenmesi böyle bir yapılanımdan kaynaklanıyor. Uluslararası Para Fonu (IMF), Dünya Bankası ve emperyalist ülkeler hem krizi yaşıyor hem de buna rağmen kredi verecek fonu buluyor. Kahire borç vermekle bir yönüyle de mallarına talebin desteklenmesi hedefleniyor. Onun için “para şunlar karşılığında veriliyor…” diye ekliyorlar. Ülkemizde bankaların tüketici kredi vermesinin de benzer yönde etkisi var. Burjuva ekonomi politiğe göre aşırı talebin enflasyona neden olduğu tezini kötü bir karikatür olarak yorumlanabilir. Emeğin toplumsal verimliliğinde gelişme; bir, birikmiş olan üretken sermayenin mutlak büyüklüğü; iki, toplam sermayeden ücretlere yatırılan kısmın nispi küçüklüğün bağlı olarak sağlanıyor. Böyle bir eğilim sermayenin yoğunlaşmasını zorunlu kılıyor. Kar oranın düşmesi kapitalizm açısından genel bunalımı somutluyor. Öte yandan nispi aşırı üretim ise, bunalımın yoğunlaşması ve bu somutta yaşanmasıdır.
Temel bölüşüm ilişkisi, aynı süreçte farklı iki sınıfı kapsıyor. Türkiye.’de temel bölüşüm ilişkisini belirleyen birden fazla üretim ilişkisi var. Belirgin iki kutbu kapitalist ve yarı-feodal üretim ilişkisi oluşturuyor. Bir anlamda bunlar arasında kalmış gibi olan küçük meta üretimini de unutmayalım. Üçü birden var olduğu veya ağırlıklı birisinin etkin olduğu bölgeler olabilir.
Hâkim ve temel bölüşüm ilişkisi hangisi?
Ekonomiye sektörel ve gelir dağılımı açısından bakınca yönlendirenin yarı-feodal olduğunu söyleyebilir miyiz? Ya da küçük meta üretimi mi? İliç biriyse kapitalist üretim ilişkileri mi? Krizin niteliğinin belirlenmesinde etkin olan ana faktörler dikkate alındığında, hâkim ve etkin olan üretim ilişkisinin kapitalist olduğunu ortaya koyuyor. Yoksa yel değirmenleriyle kavga eder duruma düşeriz.
1929 Genel Bunalımı nispi aşırı üretim kriziydi. Durgunluk ve fiyatların düşmesi bir aradaydı.
Günümüz kapitalist dünyasında ve onun bir parçası olan Türkiye’de durgunlukla birlikte fiyatların düşmesi yaşanmıyor. Çünkü fiyatlar artıyor. Onun için durgunluk içinde fiyatların artması anlamına gelen stagflasyondan bahsediliyor.
Somut durumun bir yönü aşırı üretim kapasitesinin varlığı ve neden olduğu durgunluk, diğer yönü de fiyatların yükselmesi ve paranın satın alma gücünün düşmesidir.
Dikkat çeken şu; devletin yıllık ekonomi programında fiyatların ne kadar artacağı daha yılın başında belirleniyor. Bunu da dikkate alan ve ekonomik verileri kendince değerlendiren özel sektör de üretilen metaların fiyatını ona göre belirliyor. İşte aşırı üretim kapasitesine rağmen fiyat artışının devam etmesi, çöküntüye yol açabilecek daha etkin bir düşüşü engellemenin aracı, bir politikası olarak uygulanıyor. Bunun ekonomide tekelci yapılanımın olduğu bir dönemde gerçekleşmesi hiç de tesadüf değil.
Durgunlukla birlikte önceleri fiyat artışlarının, üretim faaliyeti üzerinde karın artması anlamında teşvik edici etkisi giderek azaldığı ve hatta ters yönde etkide bulunmasından denetimin o kadar kolay olmadığı sıkça tekrarlanıyor. Büyümenin ve canlanmanın bedeli enflasyon olduğu yorumu bundan yapılıyor. Tam kapasite ile üretim yapmak için talep yetersizliğini gidermek, yani talebi uyarmak, giderek daha yüksek enflasyonu gerektiriyor. Nitekim aylık enflasyon yüzde 10’u hatta yüzde 100’ü geçen dönemler yaşandı: Meksika, Brezilya, Arjantin, İsrail ve küçük örneği Türkiye. Geçtiğimiz bir kaç yılda gerek İsrail’de ve model olarak sunulan Arjantin’de fiyatların nasıl düştüğü ve krizin boyutu ayrıca incelenebilir.

Mart 1992

Yorumlar kapatıldı.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑