“Kaynak Sorunu” hep gündemde… Bankalardan İstedikleri Kadar Vergi

Burjuvazinin politik arenasında tartışılan konulardan bir tanesi de, kaynak sorunuydu. Bilinen, değişik kamu açıklarının sürekli artmasıydı.
* Tüketime ayrılan gelirin vergilendirilmesi olan dolaylı vergilerin artması; “az kazanandan çok, çok kazanandan az” vergi alınmasına neden oluyor.
* 100 liralık gelir vergisinin 80 lirayı aşan kısmını esas olarak maaş ve ücretliler ödüyor. Kalanı da sermayedarlar anlamında şirketlerin payını oluşturuyor.
* Bankalar vergi vermiyor. 1990’da liralı kazançlarının ancak 11 lirasını devlete vergi olarak ödemiş.
* 1990 yılında Ziraat Bankası 1000 Iiralık gelirinin 1 (evet bir) lirasını, Akbank ise 80 lirasını vergi olarak devlete ödemiş.
* Yasal vergi oranı, fonlar dâhil yüzde 48’i buluyor.
* Bankaların bu derece sermaye artırmaları ve iştiraklerinin artması, vergi ödemeden kaynaklanıyor.
* 1990 yılında sermaye birikimini teşvik gerekçesiyle devlete vergi olarak ödenmeyip bankalara kalan ise bir trilyon 648,7 milyar lira. Yani ödenen vergiden 3,36 misli daha büyük.

Geçtiğimiz üç ay içerisinde yeni bir seçimin yapılması ve arkasından hükümetin kurulması çalışmalarıyla birlikte, burjuvazinin politik arenasında bilinen, bıktırıcı propaganda malzemesinden birisi de harcamaları karşılayacak “para” yani “kaynak sorunuydu…”
“Biz” diyerek başlayıp devanı eden konuşmalarında parti sözcüleri, hep “mavi boncuk” dağıtıp, geleceğe yönelik “pembe tablolar” çizdiler. “Kurtarıcı” olduklarını sürekli tekrarladılar.
Zaman zaman diğer partiler için “Bunların söylediklerine inanmak mümkün değil” diyerek, “Neyle yapacaklarını?” ya da “Nasıl gerçekleştireceklerini?” soruyorlardı. Kendi vaatlerini nasıl yapacaklarını unuturcasına. Daha iyi politika belirledikleri iddiasıyla, kaynak sorununu çözmek için diğer partilere kıyasla daha az “zam yapacaklarını” ve de “vergi yükünü artıracaklarını” söylüyorlardı.
Tartışmanın odak noktası: “Değirmenin suyu nereden geliyor” sözünde ifadesini bulan, kaynak sorunuydu. Bir başka deyişle yeterli gelirin veya paranın bulunup bulunmayacağıydı. Esas olarak “İki yakası bir araya gelmeyen” kamu açıklarının varlığı, bu tanışmayı hep gündemde tutuyordu.
Seçim öncesinde partilerin vaat yarışında ANAP, bu seferlik biraz geride kaldı. Vaatte bulunacak “yüzleri” yoklu demek de safdillik olur. İki binli yıllar nutkuyla, sekiz yıldır icraatlarını hep hatırlattılar. Bugünlerde “özgür ve mutlu” yaşıyorsak bundandır diye de eklediler.
“Özgür ve mutlu” olan kimdir. Kimlerdir?
İşsiz kalan bir işçinin, özgürlüğü ne olabilir?
Okul masrafını, yakacak odun-kömürü nasıl alacağını “kara kara” düşünen bir emekçinin, mutluluğu ne olabilir?
Çocuğuna koyacağı isme bile müdahale edilen ve “dipçik politikasını” yegâne devlet hizmeti olarak yaşayan Kürt’ün özgürlüğü ve mutluluğu ne olabilir?
ANAP dışı diğer partilerin “özgürlük ve mutluluk” tanımlarının farklı olduğunu iddia etmek mümkün değil. Sermayedarların ekonomik ve siyasal yapılanımı olan bugünkü düzen, bu partilerin varlık koşulunu oluşturuyor.
Partilerin yapmış olduğu vaatlerin bedeli, Türkiye’nin ulusal gelirini aşıyordu. 1990 yılı ulusal geliri (GSMH) 380 trilyon lira. Vaat yarışında “iman gücüne” sahip Hoc’a’nın Refah’ı en öndeydi.
Bu haliyle partiler, esas olarak seçimde “vatandaş” kütlesini hatırlayan ve hemen sonrasında unutan politikanın canlı örneğini yaşattılar.
Balayları bitmeyen Demirel-İnönü ikilisi “Vaatlerimizi hemen gerçekleştiremeyiz” demeye başladılar. Seçim öncesinde öyle söylenmiyordu ama…
Vatandaşa “dünyalar” vaat eden partiler vc onların “yönetimindeki” devlet kurumları karşısına tek tek birer emekçi olarak çıktığınızda, her zaman sizleri neyin beklediğini bilmeyeniniz var mı?
Zaten vaatlerin büyüklüğü ve buna göre bazı “uygulamaların” olması, zamların ve verginin artması anlamına geliyor.

VERGİNİN KAYNAĞI

Burjuva ekonomi politiğine göre devletin en önemli gelir kaynağını vergiler oluşturuyor. Toplanmasına göre vergiler ikiye ayrılıyor. Dolaylı ve dolaysız vergiler olarak.
Mal ve hizmetin tüketilmesi veya kullanımı sırasında alınan vergilere dolaylı ya da vasıtalı vergiler deniyor. Örneğin KDV, taşıt alım vergisi… Kişi ve şirketlerin sağladıkları gelirden alınan vergiler de dolaysız vergiler.
Dolaylı vergiler tüketicilerin bütününü yani emekçi ve sermayedarı aynı oranda etkiliyor. Yani fakir-zengin, yoksul-varlıklı, emekçi-sermayedar ayırımı yapmıyor. Oysa verginin gelir dağılımını “adilleştirme” ilkesine göre “az kazanandan az, çok kazanandan çok vergi alınacak”tı?
Dolaylı vergiler bu ilkenin tersi yönde etkide bulunuyor.
Arçelik’te çalışan bir işçi gelirinin hemen hemen tümünü mal (giyecek, yiyecek…) ve hizmet (ulaşım, sağlık…) alımı için harcamasına karşın, Arçelik sermayedarı Vehbi Koç ise gelirinden tüketime çok küçük miktarını ayırıyor. Örneğin; işçi gelirinin tamamını, Koç da % 10’unu tüketim için harcıyor olsun. KDV’de % 10 ise, işçi gelirinin % 10’unu vergi olarak devlete ödüyor. Oysa bu oran Koç’ta %1’e iniyor.
KDV türünden dolaylı vergiler görünüşte % 10’luk eşitliği sağlıyor. Aslında toplam gelirden tüketime ayrılan kısım azaldıkça, dolaylı verginin gelire oranı azalmıyor. Aksine artıyor. Koç gelirinin % 10’unu değil de % 5’ini ayırmış olsa, gelirinin % 5’ini KDV olarak devlete vermiş oluyor. Yani her 100 Liralık gelirden işçi 10 Lira, Koç da 50 Kuruş devlete vergi ödemiş oluyor.
1980’li yılların başında dolaylı vergilerin, vergi gelirleri toplamında % 30’u aşan payı sonrası yıllarda sürekli arttı. Son yıllarda % 60’a yaklaştı. 100 Liralık verginin 60 Lirası dolaylı vergi. Ödeyen? Esas olarak emekçi halk. Vergi gelirlerinde dolaylı vergileri 1989’da % 56 olan payı, bir sonraki yılda % 57’ye yükseldi.
“Az kazanandan çok vergi almayı” öngören dolaylı vergilerin bu derece artmış olması, dar gelirli diye bilinen emekçilerin daha çok vergi ödediğini gösteriyor. Bu; bir yönden de sömürünün daha da arttığını ortaya koyuyor.

ŞİRKETLER VERGİ “VERMİYOR”
Dolaylı vergilerin dışında kalan dolaysız vergilerin esas yükünü kim taşıyor? Maaşlı ve ücretli olan bir kimsenin bilmemesi mümkün değil. Çünkü her ay sonunda aklıkları bordrolar bunun açık ispatıdır.
Esasını maaş ve ücretlilerin oluşturduğu gelir vergisiyle şirketlerden alınan kurumlar vergisi toplamında, gelir vergisinin payı sürekli arttı. 1988’de % 70’e yaklaşan oran iki yıl sonrasında % 80’i aştı. Yani 1990’da toplanmış olan gelir vergisinde 80 Lirasını aşan miktarı, maaşlı ve ücretliler ödemiş. Buna karşın şirketlerin, yani sermayedarların ödedikleri vergiler 20 Liranın altında kalmış.
Açık anlatımla sermayedarlar vergi vermiyor. Kazanamadığından hiç değil. Kazancında vergi matrahını küçültecek o kadar muafiyet ve istisnalar var ki, bunun sonucunda vermiyor denirse yeridir. Nitekim 1990 yılında gelir vergisi toplamında kurumların payı %20’nin allında kalıyor.
Sermaye birikimini teşvik etmek gerekçesiyle; 1990’da ücretliden ve maaşlıdan kurumların ödediklerinin dört misli daha fazla vergi alınmış.

“İSTEDİKLERİ KADAR VERGİ”
Mali sektörün hemen hemen tek kurumu bankalar, getirilen muafiyet ve istisnalar sonucunda kazancının çok küçük miktarını vergi olarak devlete ödüyorlar. Açık anlatımla, istedikleri kadar devlete vergi verdiklerini söylemek, hiç de abartma olmayacaktır.
Geçtiğimiz beş yılda bankaların ödediği verginin tutan, gelirleri toplamında % 15’lerde kalıyor.
Peki, mali mevzuatta öngörülen vergi oranı ne kadar?
Fonlarla birlikte % 48.
Fakat bir önceki yılda (1990) bankaların ödedikleri vergiye oranı, ancak % 11’e yaklaşıyor. Demek ki devletin olması gereken % 37’lik pay; bankalara hibe edilmiş. Yani bankaların devlete verdiği 476,8 milyar Lira iken, kalan ise 1 trilyon 648,7 milyar Lira. Sermaye birikimi amacıyla bankalara kalan, ödenen vergiden 3,36 misli daha büyük.
Bu kime fatura ediliyor? Vay haline ay sonunda elindeki bordroya bakanlara ve zam fırtınasına yakalananlara! İşte rant ekonomisinin bir “mucizesi…”
Nasıl mı?
Vergilerin artırılması, yaygınlaştırılması ve zamlarla…
Banka grupları açısından, ödedikleri verginin yıllık karına oranı en büyük olan yabancı bankalar. 1986’da % 26 olan oran ’90’da % 15,1’e gerilemiş. Yabancı bankaları, özel ticari bankalar izliyor. Sonuncu olan grup kamu bankaları. Genel olarak oranlar, azalma eğilimi gösteriyor.
Bir işçi en az 100 Liralık gelirinin, 25 Lirasını vergi olarak devlete hemen veriyor. Gelirin artmasına bağlı olarak o oran da artıyor. Buna karşın bankalar ise (1990 için) 100 Liralık gelirinin 11 Lirasını vergi olarak devlete bir yıl sonrasında ödüyor. Yani işçi, ayın sonunda ödüyorken, banka, bir yıl sonrasında dört taksitle devlete ödemede bulunuyor.
Ziraat Bankası’nınl990’da yıllık kazancı bir trilyon Lirayı biraz geçiyor. Ama ödediği vergi 1 milyar 200 milyon Lira. Kazancının binde birini devlete vergi olarak ödemiş. Her bin liralık gelirinden bir liralık vergi ayırmış.
Kalan?
Günlük dilde kullanıldığı biçimiyle “cebe cukka…”
Akbank’ın vergi oranı da sürekli azalmış. 1990’da % 8,2’ye gerilemiş. Toplam kazancı 800 milyar Liraya yaklaştığı halde, bunun sadece 66 milyarını vergi olarak ödemiş.
Bankalar tek tek incelendiğinde hiç birinin, kurumlar için öngörülen % 48 oranında vergi ödemediği anlaşılıyor.
Bunun sonucu olarak bankalar her yıl gerek ödenmiş sermayesini, gerekse de öz-kaynaklarını, genel olarak yıllık enflasyon oranı üzerinde artırıyor. Sadece bunlar mı? Hayır! İştirakleri de nasipleniyor. Sürekli büyüyor.

BANKALARIN ÖZKAYNAKLARI (Milyar TL)
1988         1989         1990
Ziraat Bankası            583,9        1112,5        2316,6
Akbank            824,6        1220        2121,4
Yapı Kredi            308,5        453,2        882,3
İş Bankası            534,9        951,6        1542,9
Garanti Bankası        208,7        355,5        684,5
Finansbank            23        61,5        130,5
BNP-AK            26,4        42,2        63,1
TOPLAM (Sektör)        6214,4        10263        17765,3
AÇIKLAMA: Miktar; Milyar TL olarak ödenen vergi tutarı.
Oran; yüzde olarak banka gruplarının toplam kazancında ödedikleri vergi payı.

BANKA GRUPLARININ ÖDEDİKLERİ VERGİ MİKTARI VE ORANI
Kamu         Özel Tic.     Yabancı     Toplam (sektör)
Miktar    Oran    Miktar    Oran    Miktar    Oran    Miktar    Oran
1986    51,2    19,4    29,6    10,7    10,5    26    91,5    15,7
1987    83,9    17,6    31,3    6,1    8,4    14,1    123,6    11,8
1988    98,1    11,2    104,8    10,4    28,2    17,1    231,2    11,3
1989    162,6    16,6    181,8    17,7    33,1    19,4    377,5    16,3
1990    138,7    8    303,5    12,1    34,6    15,1    476,8    10,7

BANKALARIN VERGİ ORANLARI
1986     1987     1988     1989     1990
Ziraat Bankası    0    0    0    0,4    0,1
Akbank        14,4    10,3    9,4    11,4    8,2
Finansbank        –    –    7    10,6    7,6
Yapı Kredi        0    0    5,4    10,9    7,6
Dışbank        29,4    0    22,8    17,6    11,6
Osmanlı Bank    16    1,1    9,4    19,5    16,3
BNP-AK        16,1    0    12,2    14,9    14,1
AÇIKLAMA: Oranların yüzde 48’den çıkarılması ile bulunan fark, bankalar kalan oranı gösteriyor. Finansbank 1987’de kuruldu
(TABOLAR: T. BANKALAR BİRLİĞİ YILLIK RAPORU)

Ocak 1992

Sorun enflasyon mu? Krizin yapısallığı ve içselliği

Ekonomiyle ilgili sorunlar gündem olduğunda, bitmeyen tartışmalar sürüp gidiyor. Başta fiyat artışları yani enflasyon olmak üzere sıralama devam ediyor. 1980’li yıllar böyle geçti.
İki yılı geride kalan 1990’ların da esasta farklı olacağını sanmıyoruz. Çünkü üretimde “istikrarsız” büyüme, yapısal bir nitelik kazandı. Bunun bir kaç yıl gibi kısa zamanda olabilecek fiyat artışının azalmasına karşın değişmesini düşünmek ham hayal olur.
Emek-değer kuramına göre analizin odağına üretim alınıyor ve buna göre değerleme yapılıyor. Buna karşın, genellikle yapılan değerlemede ise üretim yerine fiyatlar dikkate alındığı için yorumun kapsamı esasta daralıyor.
Yansımasını da, bir söylem olan ve gereğince içeriği ekonomik yönden tartışılmamış olan “derinleşen kriz” nitelendirmesinde buluyor.
İstanbul Sanayi Odası (İSO) tarafından her üç ayda bir “İmalat Sanayisi Sektörünün Durumu ve Üretim Kapasitesini Kullanma Oranı” adlı çalışması yayınlanıyor.
Bu, İSO üyesi özel sektörde faaliyet gösteren büyük imalat sanayi fabrikalarını kapsıyor. Çalışmanın böyle sınırlı ve özel alanı kapsamasına rağmen, sorunlu KİT’lerle birlikte çıkarılan sonuçların daha da olumsuzluğu anlamında derinleşeceğini düşünebiliriz.
Ayrıca verilerin hazırlanma tarifli tam olarak 1982 yılı başından itibaren başladığı için, belli bir zaman dilimiyle de sınırlanıyor. Fakat 1980’li yılları vermesi açısından kendi içinde bir bütünlüğünün varlığı da dikkate alınmalıdır. Burada sadece ve sadece imalat sanayisini yapısal inceleme esas alındı. Krizin olabilecek uluslararası ilişkileri üzerinde durulmadı.

Kapitalizm ve Kriz
Kapitalist “daha çok kar” amacıyla yatırım yapıyor. Her üretim birimini yani sermayedarı motive eden ve o anlamda yol gösteren en önemli ekonomi yasası budur. Böyle bir temel ilkeyi esas alan ekonomik yapılanımdan dolayı, makro olarak üretimin planlı yapılması imkânsızlaşır. Çünkü rekabet ve piyasa koşulları esas alınıyor. Her sermayedarın kendi açısından üretimde bir tür planlamayı öngörmesi de, bu genel durumla çelişmiyor. Kapitalist, üretime yatırmış olduğu sermayesi üzerinden hem çok kar elde etmeyi, hem de yatırımlarını genişletmeyi ve hatta üretilen metaların çeşidini artırmayı hedefliyor. Böylece üretimin çıkış ve sonuç noktası olan genişleme, kapitalizmin bir yandan itici gücü diğer yandan da amacı oluyor. Süreç içinde bu, yeniden üretimi tıkayan bir nedene dönüşebiliyor.
Üretim sürecinde sermayenin “daha çok kar” hedefi, verimlilikteki artışı sağlayacak bir düzenlemeyi öngörüyor. Bundan dolayı ilk olarak üretimde kullanılan teknoloji ya değiştiriliyor ya da tevsii yatırımlarla tespit edilen eksiklik giderilmeye çalışılıyor. Bu türden düzenlemelerin işçilere iki tür yansıması oluyor. Birincisi, işçinin günlük çalışma süresinde kendi ücretini karşılayan gerekli, emek süresinin azalmasıdır. Madalyonun diğer yüzü, sermayedara çalışmak zorunda kalması ve artı-emek süresinin büyümesidir. Buna nispi artı-değer denir. Yani günlük çalışma süresinin aynı kalmasına karşın, üretimin yeniden düzenlenmesi ile sömürü daha da artıyor. İkincisi, belli büyüklükte bir sermayeyi harekete geçirmek üzere, genellikle çalışan işçi sayısını azaltmaktır. Bildiğimiz gibi işçi çıkarmadır.
Gerek kriz şartlarında gerekse de krizin olmadığı dönemlerde kapitalistin “daha çok kar” amacına uygun davranışı verimliliğin artışını zorunlu kılıyor. Böyle bir zorunluluk ki, fabrikalarda işçiler dışında makine, bina vs. giderleri daha çok ve hızlı büyüyor. Bundan dolayı, yatırılan sermayeden işçiye ayrılan payın, diğer yatırım araçlarına ayrılan paya oranı sürekli artıyor. Çalıştığımız fabrikalardan biliriz, daha öncesine kıyasla daha teknik ve çok pahalı makineler kullanılıyor. Böylece daha çok üretim ve “daha çok kar” hedefleniyor. İşçilere ayrılan payın nispi olarak azalması sonunda ya ücretler daha az artıyor (belki de artmıyor) ya da işçi çıkartılıyor. Marksist ekonomi politikte emek-değer kuramından dolayı, toplam sermayenin ücretlere ayrılan kısmına değişen sermaye; binalar, hammaddeler, enerji vs. giderler yani sermayeden ücretlere ayrılan kısım dışındaki bütün harcamalara da değişmeyen sermaye deniyor, işte sermayenin değişmeyen bölümüyle, değişen arasındaki oran da sermayenin organik bileşimidir.
Kapitalist karını maksimize etmek ve rakiplerine rağmen piyasa payını artırmak için verimliliği artırmaya yönelik yatırımlar yapar. Diğer bir deyişle üretim tekniğinin yenileştirilmesi gerekiyor. Böyle bir yapısal durumdan, toplam sermayede, değişmeyen sermaye payı değişen sermayeye kıyasla artıyor. Sonunda böyle bir eğilim kar oranının düşmesine neden oluyor. Aslında oranın düşmesi verimliliği artırmaya yönelik bir yatırımın göstergesidir. Üretici güçlerin gelişmesi de böyle bir çelişkiyi zorunlu kılıyor. Böylece sermayenin yeniden üretim sürecinde tıkanıklıklar yaşanıyor. Kapitalizmde bu çelişkiye ek olarak meta değişimin gelişmesi, ekonomik yapılanmanın doğal bir sonucudur. Metalara talebin olmamasının ya da alıcı bulunamamasının koşulları da sistemde vardır. Üretilen değerlerin paraya çevrilmesinde tıkanıklıklar olabilir. Yani kapitalizmde üretim şartları, artı-değerin dolaşımda gerçekleşme şartıyla uyum halinde olmayabiliyor. Öte yandan tüketim ise üretime paralel bir gelişme gösteremiyor. İşte kapitalizmde temel çelişkisinin görünüş biçimlerinden önemlisi, üretim ile tüketim arasındaki çelişkide somutlanıyor. Üretimin plansız ve piyasa için yapılmasından, dönemsel olarak yoğunlukla talebi “aşa”biliyor.
Emekçiler “meta piyasasında metaları talep etmesi anlamında kapitalist pazar için önem taşır. Fakat aynı emekçiler, “emek gücü piyasası”nda kendi metası emek-gücünü arz eden durumdadır. Talep eden sermayedarsa asgari fiyatla almaya çalışır. Bundan meta piyasası” talebi olumsuz yönde etkilenir. Kapitalizmde üretim güçlerinin geliştirilmesi, verimliliği artırmanın bir gereği olarak gerçekleşiyor. Buna ek olarak yığınların yoksulluğu yani metaların talep edecek gelir düzeyine sahip olmaması da kapitalizmin onulmaz hastalığıdır. Bir başka deyişle üretimin sınırsız genişletilmesine karşın sınırlı tüketimin var olmasıdır. Böylece metaların talep edilemiyor olması ve sermaye devrinin tamamlanamaması, kapitalizmde bunalımın varlığım somutluyor.
Bu, kapitalizm açısından bilinen adıyla nispi aşırı üretim bunalımıdır. Geçmişte Kautsky’de, Togan Boranovoski’de olan ve Keynes’in cilaladığı “eksik tüketim” iye aynileştirilemez. “Bunalımlara, fiili tüketim ya da fiili tüketim azlığının neden olduğunu söylemek, boş bir yinelemeden başka bir şey değildir”. (Marx, Kapital, Sol Yay, Ankara, Cilt-2, sf 435).
Sermayenin yoğunlaşması ve nispi yoksullaşma, kapitalizmde varolan kutuplaşmayı ortaya koyuyor. Sermayenin yoğunlaşması, nispi olarak yoksullaşan proleterlerin gelir düzeyini aşan üretim kapasitesine ve dolayısıyla nispi aşırı üretime neden oluyor. Kapitalist üretim tarzı böyle bir çelişkiyi bağrında taşıyor ve besliyor. Aslında böyle bir durum, mülkiyetin özel biçimi ile üretimin toplumsal karakteri arasındaki çelişkiden kaynaklanıyor; emek-sermaye çelişkisinden.
Çalıştığımız fabrikalarda duyuyoruz: “Satıyoruz, parasını alamıyoruz. Hep batağa gidiyoruz” ya da “Üretiyoruz ama satamıyoruz”. Genel eğilim böyle olmakla birlikte, karını artırmak anlamında “vurgun vuran” firmalar da az değil. Aslında yaşanılmakta olan tıkanıklığın yani krizin sermayedar açısından tarifi başkaca ne olabilir?
Böyle bir durum, üretimin tamamen durdurulması anlamına gelmeyebilir. Tıkanıklıkla birlikte yaşanılan kar oranında düşme eğilimine karşı kapitalistler şu tür politikaları hâkim kılmaya çalışır. Açık anlatımla emekçiye çıkan “piyango” ise iki işçinin işini bir işçinin ya da üç-dört işçinin işini bir-iki işçinin, daha az ücret gideriyle yapmasına zorlamadır. Zorlamanın bir yönü fabrika içinde sermayedarın dayatması, ” bu ücretle ve koşullarla ya çalışırsın ya da gidersin”, gündeme gelir; diğer yönü de fabrika dışındaki işsizliktir. Böylece üretilen değerden emekçiye düşen payın nispi olarak azaltılması ile sömürünün şiddeti artırılır.
Öte yandan sermayedar açısından yeni pazar arayışları ve reklâmlarla piyasa payını artırma gayretleri gündeme gelir. Kastelli’nin 1980’li yıllarda neler yaşadığını hatırlayanlar bilir. Kastelli ne zaman çok ünlü aktör ve aktrisleri (Cüneyt Arkın, Fikret Hakan, Ekrem Bora, Selma Güneri vs.) reklâmlarda sıkça kullandığı ve kampanyayı yoğunlaştırdığı dönem sonunda battı. 1982 yılının Haziran ayında milyarlarla yurt dışına uçtu. İkincisinde “bir günde şu kadar daireyi daha proje aşamasında sattık” reklâmlarını verdiğinin ayında gitti. Bahsedilen proje Topkapı’daki Tercüman Mahallesi olup, halen üç-dört yıldır kaba inşaatı bile bitirilmiş değil, projeyi bir başka şirket sürdürüyor. Bir diğer iflasçı DYP’den milletvekili İsmail Amasyalı. Amasyalı sobalarının sahibi. Genellikle küçük sermayedar diye nitelendirilen kapitalistler piyasada esamisi okunmaz bir duruma gelirken, büyük olan sermayedarlar ise küçülerek krizi atlatmaya çalışıyorlar. 1980’lerin yıldızı Transtürk Holding, Anadolu Endüstri Holding, bugünlerde Net Holding vs… kurtuluşlarını küçülmede görüyorlar.
Krizi atlatma çabası, sermayenin yeniden yapılanmasında somutlanıyor.

ÜRETİM: “İki İleri, Bir Geri”
1982 yılından 1991’in son üç ayına kadar olan dönemde imalat sanayi üretimi istikrarlı büyümesini sürdüremedi. Yıllık hatta aynı yılın üçer aylık dönemlerinde gerçekleşen sanayi üretim kimi zaman düştü ve kimi zaman da arttı. İmalat sanayi üretimi genel olarak yılın üçer aylık dilimlerinden birinci ve üçüncü dönemlerinde bir önceki çeyrek döneme kıyasla sürekli azaldı. Buna karşın diğer dönemlerde ise arttı. Bu anlamda sanayi üretiminin bir “istikrarının” olduğunu söylemek mümkün.
Sanayi üretimi bazı dönemlerde yüzde 6,94 ile yüzde 17,61 arasında değişen oranlarda geriledi.
1990’ın dördüncü çeyreğine göre bir sonraki yılın ilk çeyreğinde üretim yüzde 17,61 oranıyla en fazla düşmeyi gerçekleştirdi. Bunu, 1988’in ikinci çeyreğinden üçüncü çeyreğine yüzde 16,35’lik; 1984’ün dördüncü çeyreğinden 1985’in birinci çeyreğine yüzde 13,19’luk düşme izledi. Öte yandan, kimi dönemlerde de endüstriyel yani sanayi üretim hacimlerinde de yüzde 3,33 ile yüzde 30,81 arasında değişen oranlarda büyüdü. 1985’in üçüncü çeyreğinden dördüncü çeyreğine yüzde 30,81’lik artışla sanayi üretimi adeta zıpladı. Bunu yine üçüncü üç aylık dönemden dördüncü üç aylık döneme 1987’deki yüzde 29,86’lık; 1984’deki 26,75’lik ve 1989’daki yüzde 24,07’lik artış oranı takip etti.

İMALAT SANAYİ KAPASİTE KULLANMAMA NEDENLERİ (Yüzde olarak-1991 Yılı üç dönemi kapsıyor)

TALEP YETERSİZLİĞİ     HAMMADDE YETERSİZLİĞİ
İç    Dış    Topl.    Yerli    İthal    Toplam    İşçi    Mali    Enerji    Diğer
1982    35,8    13,5    49,3    7,5    10,0    17,5        2,8    25,8    2,7    1,9   
1983    31,8    13,6    45,4    10,0    10,0    20,0        2,7    25,1    5,7    1,1
1984    34,7    14,7    49,4    9,3    8,2    17,5        2,8    25,9    3,8    0,6
1985    36,6    16,7    53,3    8,4    6,4    14,8        3,4    25,1    2,7    0,7
1986    36,0    17,7    53,7    9,6    6,5    16,1        3,1    23,9    2,7    0,5
1987    32,3    17,8    50,1    11,6    7,0    18,6        4,6    23,3    2,8    0,6
1988    36,7    18,7    55,4    8,7    5,8    14,5        4,7    22,7    2,2    0,5
1989    38,4    20,2    58,6    7,8    5,7    13,5        5,4    20,1    2,0    0,4
1990    36,2    21,1    57,3    6,6    4,9    11,5        6,9    20,2    1,9    2,2
1991    35,4    19,5    54,9    6,4    5,2    11,6        10,2    17,3    2,9    3,1

Yılın çeyrek dönemleri açısından sanayi üretiminin artış trendi dikkate alındığında bir önceki döneme kıyasla birincisinde ve üçüncüsünde sürekli azalırken ikincisinde ve dördüncüsünde yükseldi. Maksimum ve minimum üretim düzeyleri dikkate alındığında, yüzde 12,5 ile yüzde 37,6 arasında değişen oranlarda üretim sürekli azaldı. 1987’nin dördüncü çeyreğinden bir yıl sonrasının üçüncü çeyreği arasında yüzde 37,6’lık düşme ile fazla gerilemeyi yaşadı.
Yine sanayi üretimi (1982:100) endeksi çıkıp, inmeli bir gelişmeyle 1987 yılının son çeyreğinde en yüksek noktası 180,9’a çıkarken, 1988’in üçüncü çeyreğinde 131,5’e indi. Bu halde üretim yüzde 37,6 oranında düştü. Sonrasında dönem dönem endeks düşüp, çıktı ve 1987 yılı dördüncü çeyreğindeki düzeyini, ancak bir önceki yılın (1990) son çeyreğinde yakalayabildi. Sonrasında yine düştü. Yani, bir ileri bir geri.
İmalat sanayi üretim hacmindeki bu tarz bir gelişmeyi istikrarlı nitelendirmek mümkün değil. Endüstriyel üretimin bu tarzda büyümesi, imalat sanayinin içsel sorunlarını çözemediği gerçeğini ortaya koyuyor. İçselliğin yapısal boyutunun dikkate alınması halinde çözmesinin imkânsızlığı sonucu da açıklık kazanıyor.

Kullanılmayan Kapasite
İmalat sanayinde kurulu kapasitenin kullanım oranı 1980’li yılların sonuna doğru arttı. 1986 yılı öncesinde yüzde 58 ile yüzde 63 arasında değişen kapasite kullanım oranlan özellikle 1988 yılında dikkat çeken bir artışı gerçekleştirdi. 1986’da yıllık ortalama yüzde 63,3 olan kapasite kullanım oranı, bir yıl sonrasında yüzde 68’e yaklaştı. Devamı iki yılda biraz olsun azalan kapasite kullanım oranı 1990’da rekor bir seviyeye çıktı; yüzde 68,3 oldu. Yıllık ortalama kapasite kullanımı açısından bakıldığında değişik oranlarda da olsa arttığı halde sadece 1988 yılında azaldı. Geçtiğimiz yılda ortalamanın azalacağı talimin ediliyor.
Bir başka deyişle kurulu toplam kapasite yüzde 33 ile yüzde 40 arasında değişen oranlarda kullanılamadı. Yani kapasitenin üçte biri atıl kaldı. Aynı dönemde değişik nedenlerin sonucunda kurulu hazır kapasitenin eksik çalışmış olduğu gerçeğini ortaya koyuyor.
Her yıl üçer aylık dilimler halinde dikkate alındığında kapasite kullanım oranı yüzde 56,7 ile yüzde 71,3 arasında değişti. Buna göre kapasite kulamı yüzde 25,7 değişime uğradı. Dönem açısından bakıldığında kapasite kullanım oranı yüzde 57,1 ile başladı ve de 67,1 oranıyla bitti. Dönemsel artış yüzde 13,5 oranında gerçekleşti.
1980 yılının üçüncü çeyreğinde yüzde 56,7 ile kapasite kullanımı en düşük düzeyde iken, 1988’in ilk üç ayında yüzde 71,3’le en yüksek düzeyine ulaştı. Fakat aynı yılın sonunda ise yüzde 63,6’ya düştü. Aynı yılın ilk ve son üçer aylık dönemlerinde kapasite kullanımının yüzde 10,8 oranında gerilemesi dikkat çekiyor. Sonrasında tekrar artarak 1989’un son çeyreğinde yüzde 68,6’ya çıktığı halde, diğer dönemlerde azaldı. Halta geçen yılın ilk üç ayında kapasite kullanımı yüzde 63,5’e inmesine karşın, devamı dönemlerde yükselme kaydetti.
Kapasite kullanımına üçer aylık dönemler açısından bakıldığında en büyük oranda artış yüzde 5,78’le 1988’in ilk çeyreğinde ve en fazla gerileme de yüzde 7,03 ile geçtiğimiz yılın birinci üç ayında oldu. 1989 yılının her döneminde az da olsa sürekli artış kaydeden kapasite kullanım oranı, diğer yılların bir, iki ve hatta üçüncü döneminde geriledi.

“Talep Yetersizliği”
1980’li yılların başlarından itibaren imalat sanayinde kapasite kullanımını sınırlayan etmenlerin başında talep yetersizliği yer aldı. İstanbul Sanayi Odası, tersizliğinin üretim kapasitesini tam olarak kullanamama nedenleri içinde payı, özellikle 1985 sonrasında sürekli yüzde 50’nin üzerinde gerçekleşti. Daha öncesinde ise 1983 yılı hariç talep yetersizliğinin payı yüzde 50’ye çok yakındı. Yun içinde oluşan taleple, ihracat nedeniyle oluşan dış talep toplamı sektör açısından toplam talebi veriyor. Buna göre iç talebin payı daha büyük. Dış talebin yetersiz kalmasından dolayı kapasite özellikle 1982 yılından itibaren arttı. Daha öncesinde yüzde 13,5 olan payı 1990’da yüzde 21,1’e çıktı. İçsel talebin yetersiz olmasının payı ise 1983, 1984 ve 1987 yılı hariç diğer yıllarda sürekli yüzde 35’in üzerinde kaldı. Hatta 1989’da yüzde 38,4’e kadar çıktı. Bu haliyle bile yurt içi talebin yetersizliği, kapasite kullanamama nedenleri içinde en büyük paya sahip.
Kapasite kullanımını sınırlayan ikinci neden de firmaların karşılaştıkları mali sorunlardan oluşuyor. Mali sorunların kapasiteyi kullanamama nedenleri içinde payı yüzde 20,2 ile yüzde 25,9 arasında değişti. Özellikle 1984 yılı sonrasında mali sorunların toplamda payı sürekli azaldı. Geçtiğimiz yılda yüzde 20,2 oldu. Firmanın üretim faaliyetini sürdürmesi açısından kredi faizlerinden bu kadar yüksek olduğu ve yakınıldığı dönemde, kapasiteyi kullanamama nedeni olarak mali sorunların payı ancak yüzde 20’leri geçiyor.
Gerek yerli ve gerekse ithal edilen hammaddenin yetersizliği kapasite kullanımını sınırlayan üçüncü etmeni oluşturuyor. 1983 yılı sonrasında 1987 yılı hariç sürekli payının küçülmesi dikkati çekiyor. 1983’de kapasiteyi kullanamamanın nedenleri toplamında hammadde yetersizliğinin payı yüzde 20 ile yüzde 11,5 arasında değişti. Hammadde ve imalat sanayi üretiminde kapasite kullanımını sınırlayan etmenlerden dördüncüsünü işçilerden kaynaklanan sorunlar meydana getiriyor. Payı sürekli büyüdü. Artış özellikle 1988 yılı sonrasında hızlandı. Bunun toplam kapasiteyi kullanamama nedeniyle payı yüzde 2,7 ile yüzde 6,9 arasında değişiyor. Geçtiğimiz yılın ilk dokuz ayı itibariyle ortalaması ise yüzde 10,2. Demek ki 1991’dc payının daha da artacağı gözleniyor. Bu durumda işçi sorunları, hammadde yetersizliğinin yerini almaya aday.
Kapasite kullanımını sınırlayan bir diğer etmen de enerji sorunları. Sıralamada beşinci. Toplam payı yüzde 5,7 ile yüzde 1,9 arasında değişen oranlarda gerçekleşti. 1983 yılında kapasiteyi kullanamama nedeninde enerji sorunlarının yüzde 5,7 olan payı sonrası yıllarda sürekli azaldı. 1985’in yılı sonrasında payında düşme daha öncesi yıllara kıyasla biraz daha yavaş oldu. 1990’da en düşük düzey yüzde 1,9 olan payı, 1991 ilk dokuz aylık ortalaması 2,9’a çıktı. Bir artış eğiliminde olduğunu ortaya koyuyor. Bunlar dışında kalanlar, diğer nedenler olarak toplanmış. Toplamda payı yüzde 0,4 ile yüzde 2,2 arasında gerçekleşti. Payı 1989’a kadar sürekli azaldığı halde, 1990’da yükseldi. 1991’in ilk dokuz aylık ortalaması da 3,1. Bunlar diğer sorunların da önem kazanmakta olduğunu gösteriyor.

FİYATLAR: “Hep Zıplıyor”
Yine aynı dönem açısından imalat sanayinin üretim fiyatları sürekli zıpladı. Üçer aylık dönemler itibariyle fiyatlar yüzde 4,15 ile yüzde 28,31 arasında değişik oranlarda sürekli arttı. Eğilim olarak artış oranları 1987 yılı ve sonrasında daha büyük oldu Daha öncesinde yıllık yüzde 40’ların altında kalan fiyatların artış oranı, daha sonrası yıllarda artarak, 1988’de yüzde 80’i ve bir yıl sonrasında da yüzde 65’i geçti. Üretim endeksi gibi imalat sanayi fiyatları (1982:100) endeksi dikkate alındığında fiyatların dönemsel olarak yaklaşık 42 misli artmış olduğu görülüyor. Çünkü dönem sonu olan 1991’in üçüncü çeyreğinde fiyat endeksi 4070,1’e çıktı. Daha 1987 yılı sonunda 664,9 olan endeksin özellikle geçtiğimiz son iki yılda büyük oranlarda artış sağladığı görülüyor.
1987’nin son çeyreğine göre bir yıl sonrasının ilk çeyreğinde fiyatlar yüzde 28,31 oranında yükseldi. Bu, incelenen dönemin en büyük artış oranı. Bunu yine aynı bir dönemsel gelişme sonunda 1989’un birinci çeyreğinde olan yüzde 20,41’lik artış oram izledi. Fiyatların en düşük oranda artışı ise 1984’ün birinci üç ayında gerçekleşti. Oran yüzde 4,15’de kaldı.
Dönemsel olarak fiyatlar, özellikle yılın ikinci ve üçüncü üçer aylık dönemlerinde diğer dönemlere kıyasla daha az artış kaydetti. Fiyatlar yılın ilk ve son üçer aylık dönemlerinde daha büyük oranda artan bir özellik hazandı.

Krizin Varlığı
Bir değişim, bir transformasyon dönemi olarak nitelendirilen geçmiş on yıllık dönemde üretim hacminin vardığı en yüksek noktada ancak yüzde 96’lık bir artışı gerçekleştirdi. Dönem sonu olan 1991’in üçüncü çeyreğine göre ise bu oran ancak yüzde 69 olabildi. Yani bir önceki yılın dördüncü üç ayına göre 1991’in üçüncü ayında üretim hacmi yüzde 14 geriledi. 1991 yılsonu itibariyle üretim hacminde pozitif büyüme gerçekleşmiş olabilir. Fakat üçer aylık dönemler açısından bakıldığında ise bazen arttığı bazen de gerilediği gözleniyor. Böyle bir eğilim istikrarlı bir büyümenin sağlanamadığını ortaya koyuyor. Nitekim dönemsel olarak gerek üretim hacmi grafiği gerekse de üretim hacmindeki değişmenin grafiği bundan dolayı sürekli olarak aniden kırılan ve çıkan bir trend oluşturuyor.
Yıllık bazda artışlar dikkate alındığında, 1983’de yüzde 3,6 ve 1987de yüzde 7,3 olan kapasite kullanımı artış oranı diğer yıllarda (1988 hariç) yüzde 1’in biraz üzerinde veya altında kaldı. 1988’de yüzde 1.03 oranında düştü. Kapasite kullanımının azaldığı bu yılda imalat sanayi ürünleri fiyatı en büyük oranda yüzde 81,3 artış sağladı. Diğer yıllarda yüzde 33,9 ile yüzde 65,8 arasında gerçekleşti. Fiyatların sürekli arttığı 1985-1988 yıllarında üretim hacmi de yüzde 10 civarında büyüdü. Bu ara dönemde yüzde 1’lerde kalan kapasite kullanım oranında artış oranı 1987’de yüzde 7,3’e çıktığı halde, bir yıl sonrasında yüzde 1,03 oranında geriledi.
Üretimdeki bu duruma karşın imalat sanayi fiyat endeksi sürekli zıpladı. Dönem açısından imalat sanayi fiyatların artışı ise tam tamına 43 misli oldu. On yıllık dönemde sanayi üretiminde artışın ancak yüzde 69 olmasına karşın fiyatlarda artış yüzde 4221 (tam tamına yüzde 4221) oranında gerçekleşti. Fiyatlardaki artış oranı üretimdekinden 61 misli daha büyük. Şöyle yorumlamak da mümkün: İmalat sanayinde bir birim üretim artışına karşın yine aynı sanayide fiyatlar 61 birim arttı. Paranın değer kaybettiğinin yorumsuz örneği. Üretim pire fiyatlar deve. Evet, piyasanın ve rekabetin “kerameti…”” Dönemsel olarak imalat sanayi fiyatları bazen artan ve bazen de azalan bir oranda sürekli büyüdü. Bir yönüyle dönemsel olarak fiyatlardaki değişimler, üretimdeki değişim oranlarıyla karşılaştırıldığında; üretimin azaldığı dönemlerdeki fiyat artışı, üretimin arttığı dönemlerdeki fiyat artışından biraz daha küçük oluyor. Hatta şöyle bir paradoks da var: Üretim hacminin en çok daraldığı yılın birinci üç ayında fiyatlar da hemen hemen en büyük oranda zıpladı. Üretimin en çok arttığı yılın son çeyreğinde ise fiyatlar bir kaç yıl hariç, o yılda büyük oranda yükseldi. Bu, birinci çeyrekten sonra ikinci büyüklükte olan fiyat artışıydı.
Kapasite kullanım oranları, üretim hacmindeki değişime paralel olarak bazı dönemlerde birlikte büyüdü ve birlikte düştü. Bazı dönemlerde ise tersi yönde bir gelişme yaşandı. Biri artarken, diğeri indi. Üretim hacminin arttığı 1983 ile 1986 yılları arasında, kapasite kullanamama nedenlerinden talep yetersizliği payı da sürekli büyüdü. Sonrasında sanayi üretimi bazı yıllarda artıp ve bazı yıllarda azaldığı halde, talep yetersizliği payı yüzde 57’yi aştı. Dikkat çeken şu ki, üretimin çok hızlı arttığı yıllarda talep yetersizliği payı da arttı. Fakat sanayi üretiminin daha öncesine kıyasla daha az büyüdüğü yıllarda ise talep yetersizliği önemini korudu.

Ne Anlaşıldı?
Gerek ekonomik, gerekse siyasi yazımlarda sıkça başvurulan nitelendirme: “Derinleşen kriz…”
Böylece genel kabul görmüş bir yorum aracı olduğu izlenimi verildi. Bir yönüyle yapılan gözlemi doğrulamanın ispatı olarak da kullanıldı. Bazen de öyle bir içerik yüklendi ki yetersiz kalınan noktaları tamamlamanın ya da koşulları açığa kavuşturmanın sihirli formülüymüş gibi hep tekrarlandı.
Böyle bir yaklaşımdan krizin derinleşmesi ile mücadelenin boyutunun keskinleşmesi, bire bir ilişkilendirildi. Hatta zaman zaman mücadelenin yükselmekte olduğunun nedeni olarak da savunulduğu oldu. Özellikle kısa dönem açısından birinin varlığı, diğerini de zorunlu kılıyormuş gibi gerekçelendirildi ileri sürüldü…
Toplumun sınıfsal dinamiğine denk düşen bu tarz yaklaşım, kabaca ve yüzeysel benimsenmesi, sınıfsal kültürün yeniden üretimini köstekleyen bir nitelik kazandı. Sonucu olarak yeniden üretimi engelleyen sorunların esasta neler olduğunu gündeme alan tartışmayı daralttı. Bundan özgül kültürün geliştirilmesi de nasiplendi.
Ekonomik yapılanmada derinleşen kriz nedeniyle, mücadelenin yükseldiğini gözlemlemekle “indirgemeci” yaklaşım benimsendi. Öyle ki, ülke içinde sermayenin sınıfsal egemenliğin yıkılmasının veya uluslararası planda emperyalist ülkeler arasında savaşın çıkmasına kısa zaman içinde gerçekleşecekmiş gibi düşünülmesine neden oldu. Bundan sermayenin ekonomik yapılanmasına yönelik eleştirel yaklaşım, olumsuz yönde etkilendi. Bu, sadece anılan konuyla sınırlı kalmadı. Mücadelenin dinamiği olarak ekonomik bilgilenme, tercih sıralamasında en altta yer aldı.
Bütün bunlardan “derinleşen kriz” nitelendirmesinin inandırıcılığı bazen bireysel, bazen de gereğince açıklığa kavuşturulamaması anlamında tartışılması hiç gündemden düşmedi.

Krizin Niteliği
Krizin varlığını sermayedarından politikacısına kadar herkes kabul ediyor. Teşhisleri doğrultusunda kriz politikaları benimseniyor ve uygulanıyor. Sonunda işyerinde işten atılmak, bakkalda ve manavda fiyatların ürkütücülüğünü yaşamak, giymeden ve yemeden çok bakmak, soğuk kış günlerinde hep hastalanmak zorunda kalan emekçiler faturayı ödüyor. Doğrusu; hapishanesiyle, işkencesiyle kısacası tüm devlet kurumların bil fiil zor uygulamasıyla fatura emekçiye ödettiriliyor. Yoksa gönüllü evet; ipi boğazına kendi ellerine takmaktır.
Enflasyon için son tahlilde söylenen şudur: Talebin arzdan fazla olması nedeniyle fiyatlar artıyor. Ancak böyle bir gelişme sonrasında meta piyasasında, fiyatlar dengeye gelebiliyor. Dolayısıyla diğer piyasalarda da bir hareketlenme başlıyor. Devam ediyor. Rekabetin ve piyasanın dinamiği böyle bir yükselmeyi zorunlu kılıyor. İhanetin ve soysuzluğun varlık politikası haline geldiği eski Sovyetler Birliği ve Doğu Avrupa ülkeleri de, rekabetin ve piyasanın bedelini ödüyor.
Şimdi moda “Rekabetin ve piyasanın ışıklı yolu… ” Erken sevinç…
Benzer nakaratlar, ekonomik hayatın tüm yalınlığına karşın yapılıyor. Aslında yukarda sıralanan fiyat, rekabet ve piyasa üçgeni ile yapılan tüm açıklamalarla, faturayı ödeyen emekçiler propaganda bombasına tutuluyor. “Hepimiz birlikte fedakârlık yapmak zorundayız” deniyor ama sermayenin payına düşenin ne olduğu hiç mi hiç söylenmiyor. Fabrikalardan hatırlayınız, işçileri sömürü zincirleriyle tutsaklayan, açlığa ve sürekli bir yarın endişesine iten kim? Patronunuz, yani sermayedarınız. Hâkim olduğu ücretli kölelik düzenin koşullarıyla sana faturayı ödettiriyor. Bazı sermayedarların kriz ve rekabetten iflası, onların da varlıklarını kaybetme anlamında “bedel” ödediğini ortaya koyuyor. Ama bu çalışan, çalıştıran ilişkisinde olduğu gibi değil; rakip sermayedarlar arasındaki “daha çok kar” amacı için yapılan bir kavganın sonucudur.
İmalat sanayinin kurulu kapasitesinin yüzde 33 ile yüzde 40’lık kısmı kullanılmıyor. Diğer bir deyişle kapasitenin ancak yüzde 60 ile yüzde 67 arasında değişen kısmı kullanılabiliyor. 1982-1985 yılları arasında yüzde 40 civarında gerçekleşen kullanılmayan kapasite oranı 1986’da yüzde 37’ye; 1987 ile 1990 arasında ise yüzde 33’e indi. Yıllar itibariyle bakıldığında kapasite kullanım oranı arttı. Özellikle 1987’de yaptığı atağın yerini sonrası yıllarda durağanlık aldı.
Varolan üretken kapasitenin üçte biri hemen hemen sürekli kullanılmıyor. Sermaye cephesinde bir birikim yapılmış ki, kurulu kapasiteden ancak üçte ikisinin altında kalan bir kısmı değerlendiriliyor.
Peki, geriye kalan artığı nasıl nitelendireceğiz?
Bir; üretici güçler açısından kullanılabilecek kapasitenin üzerinde bir yoğunlaşmayı tespit edebiliriz. Yani aşırı üretim kapasitesinin varlığı. Düşük kapasite kullanımı nedeniyle birim parça başı maliyet payı artıyor. Böyle bir üretim yapısı da kar oranlarına olumsuz yönde etkide bulunuyor.
İki; kapasiteyi kullanamamanın esas nedeni, büyük payı yurt içi talep olmak üzere genel olarak talep yetersizliğidir. Kullanamama nedeninde payı yüzde 50’yi geçiyor. Hem de rekabete ve piyasaya rağmen… Ulusal gelirde kar, rant, kira ve faiz payının son yıllarda biraz gerilemesine rağmen yine de büyük dilimi oluşturduğu dikkate alınırsa, özellikle ücretliler payının düşük düzeyde kalması; satmalına gücünün ve dolayısıyla talebin de düştüğünü ortaya koyuyor. Şu anlaşılmamalı, ihtiyaçlar tamamen mutlak olarak giderilmiş ve bunun sonucu talep olmadığı anlaşılmamalı. Alım gücünün düşmesinden doğan eksiklik.
Bu iki noktanın birleşmesi krizin niteliğinin Marksist kriz çözümlemesinde olan nispi aşırı üretim bunalımına uygun düşüyor. Kimi yıllarda yoğunlaşan ve kimi yıllarda da biraz etkisizleşen bir nispi aşırı üretim krizi yaşanıyor. İmalat sanayin bu verilerini çarpıtmadıkça aksi yorum yapmak mümkün değil. Gelir dağılımında ücretlilerin payını artıran bir eğilimin olmamasına karşın, bir yönüyle kredilendirme ile talebin desteklenmesi böyle bir yapılanımdan kaynaklanıyor. Uluslararası Para Fonu (IMF), Dünya Bankası ve emperyalist ülkeler hem krizi yaşıyor hem de buna rağmen kredi verecek fonu buluyor. Kahire borç vermekle bir yönüyle de mallarına talebin desteklenmesi hedefleniyor. Onun için “para şunlar karşılığında veriliyor…” diye ekliyorlar. Ülkemizde bankaların tüketici kredi vermesinin de benzer yönde etkisi var. Burjuva ekonomi politiğe göre aşırı talebin enflasyona neden olduğu tezini kötü bir karikatür olarak yorumlanabilir. Emeğin toplumsal verimliliğinde gelişme; bir, birikmiş olan üretken sermayenin mutlak büyüklüğü; iki, toplam sermayeden ücretlere yatırılan kısmın nispi küçüklüğün bağlı olarak sağlanıyor. Böyle bir eğilim sermayenin yoğunlaşmasını zorunlu kılıyor. Kar oranın düşmesi kapitalizm açısından genel bunalımı somutluyor. Öte yandan nispi aşırı üretim ise, bunalımın yoğunlaşması ve bu somutta yaşanmasıdır.
Temel bölüşüm ilişkisi, aynı süreçte farklı iki sınıfı kapsıyor. Türkiye.’de temel bölüşüm ilişkisini belirleyen birden fazla üretim ilişkisi var. Belirgin iki kutbu kapitalist ve yarı-feodal üretim ilişkisi oluşturuyor. Bir anlamda bunlar arasında kalmış gibi olan küçük meta üretimini de unutmayalım. Üçü birden var olduğu veya ağırlıklı birisinin etkin olduğu bölgeler olabilir.
Hâkim ve temel bölüşüm ilişkisi hangisi?
Ekonomiye sektörel ve gelir dağılımı açısından bakınca yönlendirenin yarı-feodal olduğunu söyleyebilir miyiz? Ya da küçük meta üretimi mi? İliç biriyse kapitalist üretim ilişkileri mi? Krizin niteliğinin belirlenmesinde etkin olan ana faktörler dikkate alındığında, hâkim ve etkin olan üretim ilişkisinin kapitalist olduğunu ortaya koyuyor. Yoksa yel değirmenleriyle kavga eder duruma düşeriz.
1929 Genel Bunalımı nispi aşırı üretim kriziydi. Durgunluk ve fiyatların düşmesi bir aradaydı.
Günümüz kapitalist dünyasında ve onun bir parçası olan Türkiye’de durgunlukla birlikte fiyatların düşmesi yaşanmıyor. Çünkü fiyatlar artıyor. Onun için durgunluk içinde fiyatların artması anlamına gelen stagflasyondan bahsediliyor.
Somut durumun bir yönü aşırı üretim kapasitesinin varlığı ve neden olduğu durgunluk, diğer yönü de fiyatların yükselmesi ve paranın satın alma gücünün düşmesidir.
Dikkat çeken şu; devletin yıllık ekonomi programında fiyatların ne kadar artacağı daha yılın başında belirleniyor. Bunu da dikkate alan ve ekonomik verileri kendince değerlendiren özel sektör de üretilen metaların fiyatını ona göre belirliyor. İşte aşırı üretim kapasitesine rağmen fiyat artışının devam etmesi, çöküntüye yol açabilecek daha etkin bir düşüşü engellemenin aracı, bir politikası olarak uygulanıyor. Bunun ekonomide tekelci yapılanımın olduğu bir dönemde gerçekleşmesi hiç de tesadüf değil.
Durgunlukla birlikte önceleri fiyat artışlarının, üretim faaliyeti üzerinde karın artması anlamında teşvik edici etkisi giderek azaldığı ve hatta ters yönde etkide bulunmasından denetimin o kadar kolay olmadığı sıkça tekrarlanıyor. Büyümenin ve canlanmanın bedeli enflasyon olduğu yorumu bundan yapılıyor. Tam kapasite ile üretim yapmak için talep yetersizliğini gidermek, yani talebi uyarmak, giderek daha yüksek enflasyonu gerektiriyor. Nitekim aylık enflasyon yüzde 10’u hatta yüzde 100’ü geçen dönemler yaşandı: Meksika, Brezilya, Arjantin, İsrail ve küçük örneği Türkiye. Geçtiğimiz bir kaç yılda gerek İsrail’de ve model olarak sunulan Arjantin’de fiyatların nasıl düştüğü ve krizin boyutu ayrıca incelenebilir.

Mart 1992

“Deniz dalgasız olmaz; kapitalizm de.” Sermayenin kriz politikası

“Batıyoruz, iflas ediyoruz…”
Her sermayedarın adeta attığı bir “nara…”
1980’li yılların başında bankerler faciası, ardından bankaların tasfiyesi, 1983 seçimlerinde yanlış ata oynama ve bunun cezası, ekonominin devam eden üretim sorunları…
Sermaye dünyası açısından sonuç; bazı şirketlerin dökülmeleri. Bunun yarattığı korku.
Bazılarını devlet süpürdü. Özelleştirmeyi tekrarlayan iktidar, özel sektörün kriz kamburlarını kamulaştırdı.
Bazıları da küçülerek krizi atlatmaya çalıştı.
“80”lerdeki hedef “90”larda da sürüyor: “Fiyat artışlarının durdurulması.”
Peki, bu kadar vurgulandığı halde, enflasyonun düşmesi gerçekten isteniyor mu?
Böyle bir niyet varsa, sermayedar özel sektörü ve iktidarıyla bu kadar süre enflasyon yüküne niye katlanıyor?
Krize karşı somutlaşan bir politika olarak öne çıktı ve vazgeçilemedi.
Önce besleyici canlandırıcı, krize karşı önemli bir politikaymış gibi görünen enflasyonist politika, kalıcılaşmasıyla, çöküşü de hızlandıran etken oldu…
Kriz maddi bir gerçekti…
Ne “rasyonel organizasyona” gitmenin, ne de rekabeti “düzenlememiş” olmanın bir sonucuydu.
Kriz ekonomik (ve dolayısıyla siyasi) sistemin tıkanmasıydı.
’80’li yıllar, krizle içice birlikte yaşanılan bir dönem oldu.
Ülkemizde kriz, farklı sermaye gruplarını değişik oranlarda etkiledi.
Kimisi “Yaprak Dökümü” misali sonbaharı yaşadı, kimisi “kamulaştırıldı”, kimisi de “Tekelci” gücünü daha da arttırdı.
Sonuç olarak bir dönemde sistemin üretim birimi şirketlerden 5, 10, 20, 50, 100 ve hatta 1000’lerin sorunlu olması, sistemin krizi yaşadığının en güzel anlatımı değil mi?
Kapitalist, yani sermayedar işçi karşısında bütün olarak varlığını korumasına karşın kendi arasında, sistemin krizde olmasından dolayı kurtarılan ile kurtarılmayan, kamu bankaları kaynaklarını kolayca alan ile alamayan, küçülmek zorunda kalan ile daha da te-kelleşen gibi çelişkileri bağrında taşıdığı da unutulmamalı. Kriz, çelişkileri artıran bir etken.

“BOLLUK” İÇİNDE KITLIK

Kapitalistin amacı, “daha çok kâr…” Kapitalizme hayat veren temel bir yasa. Bu, bir üretim tarzı olan kapitalizmle var oldu. Onun kaldırılması ile de ekonomik işlevine son verilecek bir yasa.
Pek çok fonksiyonu var. Hangi yatırımın, ne kadar sermayeyle, nereye yapılacağını o yönlendiriyor. Yine o, sermayenin birikimi için daha çok sömürüyü ve ücretli köleliği varlık koşulu sayıyor.
Böyle bir ilkeyi esas alan ekonomik yapılanımda, yeniden üretimin devam eden akışı kesintiye uğramaktan da kurtulamıyor. Kesintinin varlığı, krizin en somut göstergesini oluşturuyor. Diğer bir deyişle kriz, genişletilmiş yeniden üretimin, onun maddi temelinin, emek-gücünün ve kullanılmakta olan üretici güçlerin “daralması”dır. Daralma veya durgunlaşma; gerek mekanik gerekse mutlak olarak kavranılmamalı. Nispi bir ilişkilendirme söz konusudur. Daralma, üretimin (sıkça olmasa da) bir önceki dönem düzeyinin gerisinde kalmasından kaynaklanabileceği gibi, azalan veya aniden kırılan büyüme şeklinde de olabilir. Bunun içindir ki ekonominin büyümesi; kimi ülkelerde orta vadede, kimi ülkelerde de uzun vadede azalan bir trend izledi. Hatta bazen mutlak olarak üretimin bir dönem önceki düzeyi bile korunamadı.
Son dört yılda ABD ekonomisinin üst üste gittikçe azalan oranda büyümesi nedeniyle, uluslararası ekonomide krizin yoğunlaşmasından bahsedilmesi hiç de tesadüf değil, öte yandan Türkiye özellikle 1980’li yılların birinci yansından itibaren bir yıl, dikkat çeken oranda büyüdü. Devam eden iki yılda daraldı. 1987’de yüzde 7’yi aşan büyüme oranı, 1988 ve 1989 yıllarında yüzde 3,4 ve yüzde 1,4 olarak gerçekleşti.” 1990’da yüzde 9’u aşan büyüme oranı geçtiğimiz yılda yüzde 1,6’ya indi.
Bugün ve dün yaşanılanlar dikkate alınırsa, 21. yüzyılı yakalayan dünyamız ve ülkemiz kapitalizmi; ahenkli ve dengeli bir şekilde gelişmesi fikrini, revizyonistlerin tam teslim olmalarına rağmen kesinlikle itibardan düşürdü. Kurtulduk denilen an, bir yeni krizin başlangıcı oldu.
Böyle bir yapılanmadan dolayı üretim güçlerinin uğradıkları maddi tahribat, krizin bir sonucu olarak görünüyor. Üretimde daha az işçi istihdam edildiği için kriz meydan gelmiyor. Krizin patlak vermiş olmasından, işsizlik artıyor. Sermayedarın emekçiye ödetmeye çalıştığı bir fatura. Açlık başladığı için emeğin verimi azalıp, kriz başlamıyor. Krizin patlak vermesinden dolayı açlık, emekçinin ödemek zorunda kaldığı bir fatura olarak günlük hayatın bir unsuru olarak kalıcılaşıyor.
“İşçi çıkaramazsak batarız!” veya “Özel sektörü de KİT’leştirmeyin!”, özlü açıklamalar; TİSK, MESS Başkanlarının demeçleri olarak basında yer aldı. (Meydan, 4 Şubat 1992). Bu, kriz faturasının işçiye kesildiğinin bir ifadesidir. Bunu “Fazla yükü olan, ama batan gemi örneği” ile gerekçelendiriyorlar.
Kapitalizmde yeniden üretim süreci neden kesintiye uğruyor? Üretimin ve fiziki tüketim kapasitesinin yetersizliğinden mi kaynaklanıyor?
Ekonomi politik, kapitalizm öncesi krizleri üretimin ve ulaşımın yetersizliğinden kaynaklandığını açıklığa kavuşturdu. Fakat üretim, yetersizliğin kapitalizmde krize yol açmadığını da aynı derecede ispatladı. Toplam nüfusun, piyasada metayı talep eden olarak fiziki tüketim kapasitesinin yetersizliğinden dolayı, üretim sürecinin dönemsel olarak krizi yaşadığı söylenemez. Çünkü emekçiler ihtiyaç duyulan temel tüketim maddelerini bile alıp tüketemedikleri için “Aç kalıyorlar.” Koskoca bir dev olan ABD ekonomisi açlıktan ölecek insanları da barındırıyor. Özal’ın oğlu Efe, 50 milyon liraya bir villa kiralayabiliyor. Fakat işçilerin büyük çoğunluğu ancak bir milyon liraya yaklaşan aylıkla çalışmak zorunda kalıyor.
Kapitalizm bu türden çelişkileri besleyen bir bölüşüm ilişkisiyle varolabiliyor.
Yeniden üretim süreci, neden kesintiye uğruyor? Alım-gücünün somutlandığı talebin üretimden az olması, krizin esas nedeni. Parasal olarak ifadesini bulan peşin tüketimin yetersizliği. Sonuç olarak nisbi bir meta “bolluğu” yaşanıyor. Piyasada kendi eşdeğerini bulamayan bir meta “bolluğu.” Dolayısıyla mübadele değerini de gerçekleştiremiyor. Ülke genelinde bu kriz somutu; firmalar özelinde satılmadan kalan metalar, sahip sermayedarları da iflasa sürüklüyor.
Pazarda tüketim; temel insani ihtiyacı gidermek için yapılan bireysel tüketim ile üretim için üretken tüketimden oluşuyor. İşçiler ve kapitalistler birlikte tüketim maddelerini, sadece kapitalistler ise üretim araçlarını talep ederler, iç pazarda genişletilmiş yeniden üretimin gerçekleşmesine bağlı olarak toplumsal üretimin üretim araçlarını üreten kesimi, tüketim maddeleri üreten kesimden daha hızlı büyür. Çünkü kapitalist üretimin bir diğer yasasına göre, değişmeyen sermaye, değişen sermayeden yani ücretlerden daha hızlı artar. Bu nedenle, kapitalizmde pazarın büyümesi, bir dereceye kadar, kişisel tüketimdeki büyümeden “bağımsızdır.” Böyle bir sonuç, üretken tüketimden dolayı ortaya çıkmaktadır. Ama bu “bağımsızlık,” üretken tüketimin bütünüyle bireysel tüketimden ayrılmış olduğu şeklinde de anlaşılmamalı. Son tahlilde, üretken tüketim, her zaman kişisel tüketime bağlıdır.
Kâr oranının dalgalanması, genişletilmiş, yeniden üretimin denge şartlarının düzenlenmesi ve metanın paraya dönüşmesinde kesintinin oluşması; kapitalizmde krizin içselliği ve yapısallığının koşullarını oluşturuyor.
Konjonktürün daralması, eşitsiz ve istikrarsız gelişme nedeniyle firmaların bir kısmının sorunları artarken, bir kısmı da canlanmasını sürdürebiliyor.

1980’LERDE KRİZ
1980’li yıllar toplumsal işbölümün daha da geliştiği bir dönem. Bunun gereği olarak imalatından hammadde üretimine kadar meta ekonomisi de gelişti. Böyle bir yapılanımdan dolayı yaşanılan krizi de niteliğine uygun düşen bir analizle açıklamak zorundayız. Yoksa kendi içinde tutarlılığımız tartışmaya neden olur. Bu da, “Bolluk” içinde kıtlık nitelemesine uygun düşen, nispi aşırı meta üretim krizi.
Krizin bu niteliğini holding yetkilileri de teyit ediyor.
Kullandığı kaynağı toplama imkânı veren Meban, bankerler faciasıyla iflasa sürüklendiği için Transtürk’ün 1980’li yılları, krizli geçiyor. îç pazar payları daralan Ercan ve Anadolu Endüstri de, kapasiteleri kadar üretememe ve satamamadan dolayı krizi yaşıyor. Net holding; genelde sektörün yaşadığı krizi, yoğunlukla 1990 ortasından itibaren yaşamak zorunda kalıyor. Dalan döneminde açılan ESKA, sonrasında toplanamıyor.
Holdingin en yetkili ağızlarının söylediği gibi, “üretip satamamak, satamayacağı için üretmemek” koşullan kriz yılları olarak geçiyor. Krize götüren çelişkiler sistemin yaşattığı ve beslediği kendi ifadelerinde var. İsmail Amasyalı 10,20, 30 firma krizdeyse, o zaman sistem sorgulanmalı demekle konjonktürü güzel tanımlıyor. İTO Başkanı Yalım Erez de iflasa giden veya sorunlu firmaların durumunu ekonomi politikalarla ilişkilendirmekle, sisteme atıf yapıyor.
Yine bu dönemde imalat sanayinde kurulu kapasitenin üçte birinin esas olarak talep yetersizliğinden dolayı kullanılamaması, bir yönüyle de üretici güçlerde gerekli kapasite üzerinde bir yoğunlaşmayı da gösteriyor.
“Meta ekonomisinin temeli, toplumsal işbölümüdür. İmalat sanayi, hammadde sanayinden ayrılır, bunların her biri meta olarak belirli ürünler üreten ve bunları başkalarının ürünleriyle değişen türlere ve alt türlere bölünürler. Böylece, meta ekonomisinin gelişimi, ayrı ve bağımsız sanayi dallarının sayısında bir artışa yol açar… Toplumsal işbölümü, meta ekonomisinin ve kapitalist ekonominin bütün gelişme sürecinin temelidir.” (Rusya’da Kapitalizmin Gelişmesi, V. t. Lenin, Çev. Seyhan Erdoğdu, Sol Yay., Ankara, 2. baskı, 1988, sf. 25-27).
Ekonomide krizin göstergeleri:
* Ekonomi istikrarsız büyümesini sürdürdü.
* İşsizlik çığ gibi büyüdü.
* Enflasyon yüzde 70’lere yerleşti.
* Son iki yılda bazı iyileştirici gelişmelere rağmen gelir dağılımı emekçiler aleyhine daha da bozuldu.
* Üretken yatırımların göreli olarak azalması, ekonominin üretim ve uzun süreli iş yaratma kapasitesini olumsuz yönde etkiledi.
* imalat sanayi üretimi sürekli bir artan ve bir gerileyen, istikrarsız bir trend oluşturdu.
* Talep yetersizliği nedeniyle imalat sanayinde varolan kapasitenin ancak üçte ikisi kullanıldı.
* TL’nin sürekli değer yitirmesi, paranın temel işlevlerini yerine getiremez duruma düştü.
* “İhracatımız arttı, artık, ödemeler dengesinde problem yok” denildiği halde, sürekli dış borçlanmaya gidildi.
* Borç ödemeleri bütçenin normal olarak nitelendirilecek gelirleri yutacak düzeye yükseldi. Bütçeyi ipotek altına aldı.
* Kamu açıklarının ulusal gelire oranı büyüdü.
* Artan kamu kesimi finansman açıkları ya TCMB kaynakları ya da yüksek faizli iç borçlanma ile kapatıldı. İmalat sanayi yatırımlarına ayrılan kaynak azaldı.
*  “Liberalizm” tekerlemesiyle, tekelcilik güçlendirildi.
* Vergi politikasında, maaşlı ve ücretlinin ödediği vergi yükü artarken, zaten sınırlı olan sermayedarın vergi yükü daha da hafifletildi.

FİRMALAR, KRİZİ NASIL YAŞADI?
Firmalar bünyesinde krizin derinleşmesine paralel olarak alacak devir hızının küçülmesi, meta ile eşdeğeri arasında gerçekleştirme süresinin daha da uzamasına neden oldu. Açık anlatımla “metanın paraya dönüşme süresinin” uzaması, eşdeğerini çok geç buldu. Hatta tahsil edilmeyen alacaklar da oldu. Böylece gittikçe net olarak belirginleşen meta ile pazardaki parasal eşdeğeri arasındaki çelişki, metanın dönüşüm süresi ile yeniden üretim süreci arasındaki çelişki halinde somutlandı. Bir nevi ödeme aracı olan senetlerin ödenmemesinden şirketler arasında haciz ve icra olayları yaşanıyor. Protesto edilen senet sayısı ve tutan da her yıl arttı. Firmalar krizi farklı etkilerle yaşamak zorunda kaldılar. Kimisi krizde daha da güçlendi, kimisi de çöktü. Krizi firmaların nasıl yaşadıkları konusunda birkaç örnek:
Kuruluşu 1940’lara kadar inen Transtürk Holding de krizi yoğunlukla yaşayan firmalardandı. Faruk Süren (Holding Yön. Kur. Başk.): “Yıl 1982. O dönem bir Kastelli krizi yaşandı. Sermaye piyasası kuruluşumuz olan Meban, nakit dar boğazına girdi. Mecburiyetimiz olmadığı halde, Transtürk olarak destekleme kararı aldık, işte bu destekleme karan, holdingi nakit şokuna soktu. Çok etkilendik. Tabii yavaş yavaş bu krizi atlattık.” (Ekonomist, 16 Şubat 1992). Holding’in kurucusu Yön. Kur. eski Başkanı Fuat Süren de benzer şeyleri söylüyor. İşadamı olma onuruna yakıştırmasa da “Bunda bir sistem hatası olabilir” diyor. (Kapital, Aralık 1990)
“Yollarda MAN, ahirette iman” yazıları göze çarpardı, çamurlukların üzerinde. Ercan Holding’in bazı şirketleri 500 Büyük Firma içerisinde ilk 30 arasındaydı. ’80’li yılların ortalarından itibaren işler iyi gitmemeye başladı. 1988 kriz yılı. Zırhlı araç ihalesini Nurol-Amerikan FML’nin alması, bedelsiz ve araç ithalatının serbest bırakılması, dövizde yükselme ve kredi maliyetinde artışlar, grubun krize girmesini gerçekleştiren nedenleri oluşturuyor. İç pazarı etkileyen araç ithalinin serbest bırakılması döneminde, Koç’un Otosan’ı zarar ediyor, ama birkaç yıl içinde kendisini yeniden toparlayabiliyor.
Murat Ercan (Ercan Holding Genel Koordinatörü): “Holdingin iştiraki olan iki şirketin krize girmesi ve dolayısıyla bundan da Holding’in etkilenmesi söz konusu oldu… MAN Kamyon ve Otobüs San AŞ. ve MAN Motor San. ve Tic. A.Ş. yatırımların tamamlamış üretime geçecekleri dönemde” kredi maliyetlerinin yükselmesi, enflasyonun artması, vadeli satışlarda KDV’nin peşin ödenmesi ve “Bedelsiz ithalat yoluyla ekonomik ömrünü doldurmuş ve hurda durumda on bini aşan kamyon, çekici ve otobüsün ithaline izin verilmesi.” ile şirketlerin krize girdiğini belirtiyor. (Kapital, Haziran 1991)
Bira satış ve dağıtımına getirilen kısıtlama ile üretimin yüzde 40’ı aşan oranda düşmesiyle bir anlamda Anadolu Endüstri Holding (AEH), “Borç içinde boğuldu.” 1980’li yılların ilk yarısında varlıkların finansmanında kullandığı borçlar payı yüzde 80 olması ve öz-sermaye payının yüzde 20’de kalması, grubun daha uzun süre böyle gidemeyeceği sinyallerini verdi. Çünkü 1980’ii yılların başında mali yapısı hep bu durumdaydı. Öyle bir hale geldi ki her 100 liralık satıştan 20 kuruş kâr eder ve 15 lira da borç öder, duruma düştü 1985’le. Oysa 1981 ve 1982 de borç tutan 10 lirada kalırken, kâr miktarı 11 lira idi.
Tuncay Özilhan (AEH Yön. Kur. Başkanı): “Grup olarak en önemli yatırımlarımız bira sektöründeydi. 1984 yılında çıkan bir yasaklamayla biranın reklâmı ve satışı kısıtlandı. Bu sıra bir gün içerisinde satışlarımız yüzde 50 düştü. İşte en önemli kaynağımız olan bira grubu, böylece krize girmemizin en önemli nedenlerinden bir tanesi oldu. Yatırımlarımızı gereğince değerlendirmek imkânımız olmadı. Çumra’da kurduğumuz malt fabrikası devreye girdikten sonra iki, iki buçuk sene boş kaldı… İkinci sıkıntımız, dış ticaret sermaye şirketimiz Anadolu Export… Tabi yönetim hatası da oldu. MDP’yi desteklediğimiz doğru değil. Bugün ANAP’ı destekliyoruz.” (Kapital, Şubat 1991).
“Evvela tesisi yapayım, sonra pazarlarını” yöntemi turizmi krize götüren önemli bir nedendi. Sektörün etkin kurumlarından Net için, “Turizmin yarattığı bir grup” deniyordu. Bir önceki yılın ikinci yansından itibaren turizmin beklenen performansı gösterememiş olmasından Net Holding de etkilendi. Mali bünyesi sarsıldı. Oysa 1990’ın başında “Kendi şirketlerimiz açısından ’90’lı yıllar çok başarılı geçecektir. Yaptığımız yatırımların meyvelerini toplayacağız” diyordu, Tibuk. (Kapital, Ocak 1990).
Besim Tibuk (Net Holding Yön. Kur. Başkanı): “Kriz tam bir felaket gibi sektörün üzerine çöktü. Siz bir iş kolunun işinin birdenbire durduğunu düşünün. Hiçbir sektörün böyle bir krize dayanmasına imkân yoktur… Turizm sektörü sahipsiz kaldı. Durgunlukta bir de finans kurumlarının, başta devletin, bankaların sektörü boğma operasyonları vardır… Net’in bu krizden etkilenmesinin nedeni, kamu bankalarının tavırları ve bu tavrın, sonra özel bankalara yansımasıdır.” (Kapital, Ocak 1992). “1991 için tam kriz yılı oldu.” (Ekonomist, 2 Şubat 1992)
Daha 1989 yılının ortalarında “Küçülmüyoruz, fakat en azından büyümeye de gitmiyoruz” diyordu, ESKA patronu Selim Edes (Kapital, Ağustos, 1989) inşaattan turizme kadar geniş bir alanda faaliyet gösteriyordu.
ESKA’da üst yönetici olarak çalışan ismi saklı birisi: “ESKA’nın nasıl battığına şahit oldum. ESKA üçkâğıtçılar kategorisinin iyisiydi. Perpa… İnşaat yapıldıkça proje de yapılıyor, geliyordu… Çöküş, Dalan’dan sonra başladı. Arayışlar ondan sonraki olaylardır… Tefecilerle iş yapılıyordu. Tefecilerle iş yapmaya başlayınca, batma da başladı… Para gelir ve buharlaşırdı; bazen gelmeden buharlaşırdı. Alınan ihaleleri taşeronlar yapıyordu.” (Kapital, Ocak 1992).
’80’lerde soba denilince ilk akla gelenlerden Amasyalı’nın sahibi İSMAİL AMASYALI: “biri idari hata, diğeri ülkenin içinde bulunduğu şartlar… 10 tane, 20 tane, 500 tane, 1000 tane firmada problem varsa, o zaman sistemde bir hata vardır.” (Kapital, Nisan 1989)
İTO Başkanı Yalım Erez de iflaslar konusunu şöyle değerlendiriyor: “Ekonominin daraldığı, şansların düştüğü bir ortamda bazı iflas olaylarının meydana gelmesi tabiidir… Bu firmalar, muhtemel iş imkânları hesaba katılarak ve ekonominin büyümesini sürdürdüğü dönemlerde kurulmuş firmalar olup, ekonominin durgunluk içine girdiği bir dönemde faal olarak muhafazasında bir yarar görülmeyen teşebbüslerdir… Uygulanmakta olan ekonomi politikaların teşebbüsler üzerinde şüphesiz büyük etkileri vardır. Büyüyen, dinamik bir ekonomiden ani olarak daralan, küçülen bir ekonomiye geçilmesi halinde elbette firmalar etkilenecek, yeni şartlara uyum sağlamanın yollarını arayacaktır. Kişisel başarısızlıklar da firma iflaslarında, kapanma veya tasfiyelerinde rol oynayabilir.” (Kapital, Nisan 1989)
Krizin niteliği de açıklanıyor: “Sistem firma bütünlüğü içinde üretip satamamak, satamayacağı için üretememek, satıp parasını alamamak, küçülmek zorunda kalmak…”

“YAPRAK DÖKÜMÜ”

Kriz ve çöküş… Artarda gelen ve zamanın belli bir diliminde meydana gelen gelişmeleri nitelendirmede kullanılıyor.
’80’li yıllarda yaşanan kriz nedeniyle kimi firmalar bedelini varlıklarını tasfiye etmeleriyle ödediler. Öte yandan bu, çalışan binlerce emekçinin de işsiz kalması ve açlığın daha da artmasının nedeni oldu.
İstanbul, Türkiye Ekonomisinde yüzde 40’ı aşan bir paya sahip olan metropol. Sadece sanayi kuruluşların üye olabildiği İstanbul Sanayi Odası’nda, 1981 ile 1991 yılları arasında tam tamına beş bin 400 üyenin kaydı silindi. Yani faaliyetini durdurdu. Sermayeleri toplamı 542 milyar 472 milyon 500 bin lira olan bu şirketlerde 146 bin 320 kişi çalışıyordu.
Kaydın silinmesinde “devir” edilenleri de dikkate alacak olursak, işsizler ordusuna yeni katılanların sayısı 140 bine yaklaşıyor.
Firmaların toplamında yüzde 1,7’sinin (93 tanesi) kaydı şirket sahibinin ölümünden, yüzde 8,5’inin (461 üye) de bir diğer şirkete devir edilmesinden dolayı silindi. Geriye kalanlarsa ya tasfiye ya da terk edildi.
Bu veriler sadece İSO’ya ait. İstanbul’da bunun dışında Ticaret, Deniz Ticaret gibi daha pek çok oda faaliyet gösteriyor.
Bunlarda da farklı gelişmenin yaşandığını iddia etmek mümkün değil. Bu; kriz nedeniyle pek çok şirketin ekonomik hayattan çekildiği gerçeğini ortaya koyuyor.
Ekonomide yüzde 40 paya sahip olan İstanbul’daki bu gelişmeyi, Türkiye geneline yaygınlaştırdığımızda toplam 370 bine yaklaşan emekçinin istihdam edildiği, sermayesi bir trilyon 360 milyar lira olan, yaklaşık 14 bin şirketin faaliyetini durdurmak zorunda kaldığı ortaya çıkıyor. Kapitalist pazarın genişlemesinin itici gücü; farklı ülkeler, farklı sektörler, farklı işkolları, hatta farklı şirketler arasında yaşanan eşitsiz gelişme ritmidir.
Bu, kapitalistler arası çelişkiyi de artırıyor. Kriz nedeniyle kimi şirketler iflas ederken, kimisinin de yeniden kurulması bu yasanın ve çelişkinin ekonomide hayat bulduğunun bir göstergesidir. Belki bir alanda iflas eden kapitalist, sermayesini bir diğer alanda yatırıma dönüştürme gayretinde olabilir.
Yasanın somut ifadesi olarak geçen bu dönemde altı bin 323 şirket İSO’ya üye oldu. Toplam sermayesi bir trilyon 337 milyar lira olan bu şirketlerde, yaklaşık 171 bin emekçi çalışıyor.

İSTANBUL SANAYİ ODASI’NA KAYDOLAN VE KAYDI SİLİNEN ÜYELER HAKKINDA (1981-1992)
Kaydı Silinen                        Kaydolan
Üye Sayısı    İşçi        Sermaye(Milyon TL)    Üye Say.    İşçi        Sermaye
1981        445        9117        1.175,7        472        9821        5.190,7
1982        409        7149        5.272,6        6354        13995        7.914,5
1983        519        10558        2.363,2        650        13702        12.967,0
1984        619        19631        18.413,2        533        13466        17.844,4
1985        622        12022        5.786,2        438        17230        25.062,8
1986        541        13961        21.010,9        377        15332        72.281,7
1987        389        13438        27.630,7        606        22879        133.012,9
1988        397        15019        48.316,3        695        18882        94.427,3
1989        497        12506        47.509,8        786        19536        198.422,3
1990        454        18461        105.146,4        583        13756        393.441,3
1991        508        14458        259.847,3        538        12390        376.504,2
TOPLAM:    5400        146320    542.472,5        6323        170789    1.337.069,1
KAYNAK: İSO Dergileri

Kriz yıllarında bankaların sıkıştırmasına karşılık veya borcunu bir miktarda dondurmanın aracı olarak KONKORDATO’ya gitmek bir nevi kurtuluş oldu. Bu konuda İstanbul’la ilgili bir haberde, 1980 ile 1991 arasında toplam 404 kuruluş konkordato talep etti. 70 bini aşan emekçiyi istihdam ediyordu. Bozkurt Helva, Türk Telekom, Bakırsan, Vezüv Soba, Kastelli inşaat ve Narin Holding gibi kuruluşlar geçmiş üç yılda konkordatoya giden firmalardan birkaçı. (Panorama, 23 Şubat 1992).
Geçen dönemde kriz nedeniyle hazan yaprakları gibi dökülmek zorunda kalan firmalardan bazıları;
ÇAVUŞOĞLU/KOZANOĞLU HOLDİNG: “Kale gibi banka: Hisarbank” reklam spotu aslında bir dönemi temsil ediyordu. Gazeteci Nazlı Ilıcak’ın ağabeyi Ömer Çavuşoğlu ile Ahmet Kozanoğlu birlikte yatırıma yöneliyor. Bunun, bir ürünü olarak 1982 yılında Güneş gazetesi yayın hayatına başladı. Sırasıyla, ticaretten sanayiye kadar “pek çok alanda faaliyet gösteren 30’u aşkın şirkete sahip olan holding Ortadoğu, Basra ve Libya pazarlarına girmenin de öncülüğünü yapmıştı. Sonunda iflastan kurtulamadı.
Bankası ve menkul kıymet pazarlayan bankerlik kuruluşu Ziraat Bankası’na devredildi. Geriye kalan 32 şirketi de devlet tarafından alındı. Yani özel şirketin elindeki şirketler, kamulaştırıldı. Gazeteyi ise bugünün spordan sorumlu Devlet Bakanı Mehmet Ali Yılmaz aldı.
Grubun 30 milyar liraya yaklaşan borçlarını ödeyemeyen holding, böyle bir sonucu kabullenmek zorunda kaldı.
OKUMUŞ HOLDİNG: 1980’li yılların başında yeni tip işadamının bir temsilcisi olarak sunulan Mehmet Okumuş, 1983 yılında yapılan seçimlerde Turgut Sunalp’ın partisi MDP’yi tercih etmesi ve partisinin kaybetmesinin sonucunda ilk ANAP Hükümeti’nin kurbanı oldu. Bundan dolayı “Yanlış ata oynamanın cezasını çekti” bile denildi. 1985 yılına kadar dayanabilen holding sonunda iflas bayrağını çekti. Holding’in 30 milyar liraya yaklaşan borcunu ödeyememesi böyle bir sonucu kaçınılmaz kıldı. Grup bünyesinde yer alan 22 şirket, borç ilişkisinin bir sonucu olarak NASCO’ya devredecekti. Halen bu devir işleminin yarattığı sorunlar, zaman zaman Mehmet Okumuş’un basma demeç vermesi ile gündeme geliyor.
SUNGURLAR: 1980’li yılların başında Sungurlar Isı San. ve Sungurlar İmalat San. adlı şirketlerin krizi yoğunlukla yaşamasından, ’80’li yılların ortasında iflası isteniyor. ’80’li yıllarda önlenemeyen düşüşü yaşayan tekstil dünyasının patronu SAPMAZLAR, Güney Sanayi’nin kamulaştırılmasına ek olarak bazı işletmeleri de tasfiye etmek zorunda kaldı.
AMASYALI: Bir dönem soba denilince akla ilk gelen “Amasyalı”nın artık esamisi bile okunmuyor. Sonunda Amasyalının sahibi İsmail Amasyalı sanayicilikten politikacılığa terfi etti. Bugünkü Meclis’te DYP’den Kocaeli Milletvekili, iflası, Japon sobaların ithalinin yoğunlukla yapılmaya başladığı döneme rastlıyor.
1967 yılında sanayiciliğe başladı. Murat arabalarının benzin depolarını, kamyon ve Mercedes otoların egzoz susturucuları, yakıt depoları ve saç aksamını üreten oto yan sanayi sektörüne girdi. 1980’de Kartal/ Maltepe’de soba fırın, elektrikli ocakları üreten Isıtaş A.Ş.yi kurdu. 1989’da 400 işçiden kala kala ancak 13’ünün çalışmasına imkân verildi. Bu süreçte devam eden icra, iflas davaların mahkemesinde İsmail Amasyalı’nın bayılıp düşen fotoğrafları gazetelerde yer aldı.
TUBER ÇELİK: Bir zamanlar kendi alanında Türkiye’nin ilk beş firması arasında yer alan Tuber Çelik de iflas masasına yatmaktan kurtulamadı. Orhan Aker ve Sürmen ailesine ait olan firma, iflas masasına 13 milyar lira ile yatmış olmasına karşın, fabrikaya -biçilen değer altı milyar 618 milyon lirada kaldı.
İŞKUR: Bandırma’da kurulu gübre sanayine yan ürünleri üreten fabrika da el değiştirdi. Sektörün en irilerinden olan BAG-FAŞ aldı.
BAŞAK GRUBU: Hayali ihracattan yargılanan ve cezaevine giren ender şahsiyetlerden biri olan Ertan Sert’in grubundaki şirketlerden Vinylex, 1981 yılında İSO’nun araştırmasında, 500 Büyük Firma idinde 197. ve Gülok Elektrik ise 198. sırada yer aldı. Sorunlarının arttığı 1985 sonrasında grubun 20’yi aşan şirketi, sekiz milyar lirayı aşan banka borçlarından beş milyar 500 milyon lira alacaklı olan Anadolu Bankası’na devredildi.
AKER HOLDİNG: Yine 1981 yılında İSO’nun 500 Büyük Firma araştırmasında 180. sırada bulunan Aker Demir, Holdingin önemli kuruluşlarından biriydi. Aker Demir grup bünyesindeki diğer şirketler de, ekonominin yaşadığı krizden kurtulamayanlar sınıfına dâhil oluyordu.
TRANSMETAL: Transmetal’in 8 milyar 500 milyon lira ve aynı kişinin diğer şirketi Gürtaş’ın iki milyar lira olan borcu, mali sorularla dolu bir dönemi yaşamasına neden oldu.
KULA MENSUCAT: Firma sahibi Sait Çolak’ın öldüğü 1972 yılına kadar altın çağını yaşadı. Sonrasında hissedarlar arasındaki çelişmeler Kula’yı sarstı. Genel krizin firmayı da etkilemesiyle sorunlar daha da arttı. Finansal yapısının bozulması ve borçlarının artması sonucunda 1985 yılında iki bin 200 işçi alacağına karşın, şirketin iflası istendi.
KURT İPLİK: Ege Konfeksiyon İhracatçıları Birliği Başkanı Hüdai Kurt’un firması mali yapısının bozulmasının bedelini faaliyetini durdurmakla ödedi. Ege’nin tekstil kralı da gidişata fazla dayanamadı.
BİSAN: Bisan ve bağlı kuruluşları borçlarını ödeyememenin kurbanı. Bisan’ın bir milyar 500 milyon lira, Mosan’ın iki milyar 500 milyon lira ve Sanlar’ın üç milyar 500 milyon lira olan borcu, alacaklarınca tahsilâtı, firmanın faaliyetini durdurmasına neden oldu.
BANKER SERVET: Dönemin önemli banker kuruluşlarından birisi de Banker Servet idi. En fazla faizi vermekle reklâm yapan bu kuruluş sahibi, aşk hayatıyla basına sürekli konu oldu. Sonunda Boğaz Köprüsü üzerinde arabası terk edilmiş olarak bulundu.
BANKER YALÇIN DOĞAN: İş hayatına bir handa çaycılık yapmakla başlayıp, bankerlik yaparken yanında bir dönemin bakanlarını bile çalıştıran Yalçın Doğan, bankerlik skandalını hapis cezasıyla ödeyen tek kişi.
DİĞERLERİ: Altınbaşak, İzmir Yün Mensucat, Sezak Halı, Batılılar Giyim, Durusal Halıcılık, Halime Yatkın’ın Arı Bisküvi, Uğurgüller, kurulmasında Özal’ın da bulunduğu Butrak, Otopar, Merbolin Boyaları A.Ş., Başakfleks ve Kemal Derinkök’ün İşçi ve Kredi Bankası, 1980’lerin ortalarından itibaren yaprak dökümünü yaşayan kuruluşlardandı.
“MECBUREN SATIYORUM”: Gelişim Yayıncılık, Veb Ofset, Güneş Gazetesi ve bazı yerel gazeteler de Asil Nadir tarafından alındı. Fakat 1990’ın Ağustos’unda yaşadığı krizden dolayı elindeki bu varlıkları ve diğer şirketlerini mecburen satmak zorunda kalacaktı.
Hâkim hissesi el değiştiren diğer kuruluşlar: Garanti Bankası, Eti Bisküvileri, Genoto, Sermesi Halı, Artteks, Ege Otomotiv, Dokusan, Betonsan.

KÜÇÜLENLER: “YILDIZI KAYANLAR”

1980’li yıllarda yaşadıkları kriz sonucu bazı varlıklarını elden çıkarmak suretiyle küçülen firmalardan veya gruplardan bazıları
TRANSTÜRK HOLDİNG: 1980 yılında cirosu 28 milyar lira olan ve beş bin kişinin çalıştığı şirketleri bağrında toplayan önde gelen gruplardan birisiydi. 1945’de 20 bin lira sermayeli limitet bir şirketle Transtürk’ün temeli atıldı. 1980’li yılların başında sermaye piyasasında etkin olan ve önemli bir paya sahip olan bankerlik kuruluşu Meban’ın ödemelerde zorlanması holdingin mali yapısını sarstı.
Holdingin yabancı sermaye ile yapmış olduğu ortak yatırımları da vardı. Thyssen, Knor Çorbaları gibi.
Meban sekiz milyar 500 milyon liralık borcuna karşılık olarak Anadolu Bankası’na; Olmuk ve Ak-Kardon, Sabancı’ya; Tezsan ve Bimak, Iş Bankası’na; Comag Madencilik, Çukurova’ya; Besan, Koç’a, Bemis, Kemal Derinkök’e; Ismak, Ercan Holding’e devredildi. Yapı Kredi ve Pamukbank hisselerini de satmak zorunda kaldı.
Bugün büyümesine devam eden holdingin 1992 yılı başında ancak 1981 düzeyininin yarısı kadar olduğunu belirtiyor Faruk Süren. 18 şirketi var, 1991 cirosu 250 milyar ve kârı 28 milyar lira.
Finans kurumu Meban’ın içine düştüğü kriz nedeniyle, holding darboğazı atlatmak için küçülmeyi benimsiyor.
Faruk Süren (Holding Yön. Kur. Baş.): “Krizi atlatmak için, bir sürü aktifimizi satmak zorunda kaldık… Bütün operasyon bugünkü değeriyle 100 milyon dolara mal olmuştu. Krize girdiğimiz 1982’de dolar 156 liraydı. O zaman Meban’a on gün içerisinde dört milyar liralık destek sağladık.” (Ekonomist, 16 Şubat 1992). Babası olan ve eski Başkan Fuat Süren de, hemen küçülmeye karar verdiklerini belirtiyor şöyle devam ediyor: “Küçülme karan yanında, hemen eski çalışma temposunu devam ettirdik… Normal hayatımıza devam ettik.” (Kapital, Aralık 1990)
ERCAN HOLDİNG: 1985 yılına gelindiğinde daha öncesinde yapmış olduğu yatırımların tam kapasite ile çalışacağı bir dönemde, ihaleleri kaybetmiş olması holdingi kriz aşamasına getirdi. Vakıflar Bankası, İş Bankası, İktisat ve Garanti Bankası’nın da dâhil olduğu 14 tane alacaklı banka ile oturulan pazarlık sonucunda 1987’de grubun 23 tane olan şirket sayısı, üç yıl sonrasında 10’a indi. Küçülme, Almanlarla ortaklaşa kurdukları MAN’daki hisse payını da etkiledi. Yüzde 34’ten yüzde 1’e düştü.
İç pazarda holding ürünlerine olan talebin düşmesiyle krizi yaşayan grup, kriz politikası olarak küçülmek zorunda kalıyor. 1987 yılında 23 olan şirket sayısı, 1991’de 10’a indi.
“Ercan Grubu, krizden küçülerek sıyrılmış durumdadır.” (Murat Ercan, Ercan Holding Genel Koor.; Kapital, Haziran 1991)
ANADOLU ENDÜSTRİ HOLDİNG: 1980’li yılların ortalarında Türkiye’nin dördüncü büyük grubu olan Anadolu Endüstri, 38 şirketin oluşturduğu bir gruptu. Bira satış ve dağıtımına getirilen kısıtlama ile üretimin yüzde 40’ı aşan oranda düşmesi ve Anadolu Export’un yaşadığı sıkıntı holdingin finansal yapısını sarstı. Sonunda benimsenen politika, küçülerek sarsıntıyı atlatma oldu. 1980’li yılların sonunda yeniden toparlanmaya başladı.
Tuncay Özilhan (Holding Yön. Kur. Başkanı): “Küçülmeye karar verdik. İki önemli nokta var. Biz borcumuzu sonuna kadar ödeyeceğimizi söyledik. İkincisi, bunu söylediğimiz zaman gücümüzü şundan alıyorduk, bütün şirketlerimiz kendi faaliyetleri itibariyle kârlı durumdaydılar. Bunu hem hükümete hem bankalara anlatmaya çalıştık.” (Kapital, Şubat 1991).
Küçülen grup 1980 sonlarına doğru toparlanmaya başladı. Bira satışlarının artmasına bağlı olarak sorunlarını çözdü. Darboğazdan kurtulma uğraşları sonuç verdi. Grubun 1991’de vergi öncesi kârı 500 milyar liraya ulaştı.
NET HOLDİNG: Onun için turizmin yarattığı bir grup olduğu söyleniyordu. Bir önceki yılın ikinci yarısından itibaren turizmin beklenen performansı gösterememiş olmasından Net Holding de etkilendi. Mali bünyesi sarsıldı. Sonunda grubun bankası Netbank’ı, Global Menkul Kıymetleri, bazı oteller ile Marina’daki ve Galleria’daki hisselerini satarak borçları ödendi. Net Holding 1992 yılma küçülerek girdi.
Holding Yönetim Kurulu Başkanı Besim Tibuk, toplam 150 milyar liralık borç ödemesi yaptıklarını söylüyor. (Kapital, Ocak 1992). İzledikleri kriz politikasını ise şöyle açıklıyor: “Biz çok varlıklı bir şirkettik… Bankayı sattık, tamamıyla devrettik. Ayrıca Galleria’daki hisselerimizi maalesef çok ucuza satmak zorunda kaldık. Global Menkul Değerleri de sattık.” (Ekonomist, 2 Şubat 1992).
ESKA: Daha 1989 yılının ortalarında “Küçülmüyoruz, fakat en azından büyümeye de gitmiyoruz” diyordu, Selim Edes (Kapital, Ağustos 1989). ESKA’nın ilk şirketi 1976 yılında ve geriye kalan 11 tanesi de 1980’li yıllarda kuruldu. İnşaattan turizme kadar geniş bir alanda faaliyet gösterdi. İnşaattan turizme, pazarlamadan ticarete kadar faaliyet gösteren bu şirketlerin hepsini kaybetmiş durumda. Sonunda öyle bir küçüldü ki, artık grubun bitkisel hayata girdiğini söylemek hiç de abartma olmayacak.
ESKA’nın bir üst düzey yöneticisinin ismini saklı tutarak yaptığı açıklama: “ESKA’nın nasıl battığına şahit oldum. ESKA üçkâğıtçılar kategorisinin iyisiydi. Perpa… inşaat yapıldıkça proje de yapılıyor, geliyordu… Çöküş, Dalan’dan sonra başladı. Arayışlar ondan sonraki olaylardır… Tefecilerle iş yapılıyordu. Tefecilerle iş yapmaya başlayınca, batma da başladı… Para gelir ve buharlaşırdı; bazen gelmeden buharlaşırdı. Alınan ihaleleri taşeronlar yapıyordu.” (Kapital, Ocak 1992).
SAPMAZ HOLDİNG: Tekstil dünyasının 1940’lardan beri yıldızlarından olan Güney Sanayi’nin de yer aldığı birçok şirket, el değiştirmek zorunda kaldı. Özellikle grubun varlığıyla bütünleşen ve temsil gücü olan Güney Sanayi’nin el değiştirmesi pek çok tanışmanın konusu oldu.
Güney Sanayi ve Sapmaz Tekstil Sanayi icra yoluyla satıldı. Güney Sanayi hisseleri, kredi ilişkisinden dolayı Sümerbank ve Ziraat Bankası’na satıldı. Sasa ve Akbank hisselerini ise bir diğer ortak Sabancı Holding aldı. Yapı Kredi ve Garanti Bankası’nın da hisselerini elinden çıkarmak zorunda kaldı.
Küçülen grubun faaliyeti halen tekstil, montaj, turizm, yabancı dil eğitimi, toplu konut, elektrikli komple tesis kurma ve ithalatçılık alanlarında devam ediyor.
HAS HOLDİNG: 1990’lara küçülerek giren bir diğer grup da Has Holding. Yaşadığı krizden dolayı, 1952 yılında kurduğu İstanbul Bankası’nı Ziraat Bankası’na devretmek zorunda kaldı. Ayrıca Coca-Cola ve diğer bazı şirketlerindeki hisselerini de sattı.
SANTRAL HOLDİNG: Tekstil sanayisin devlerinden Mensucat Santrali bünyesinde barındıran bir gruptu. 1990’lara doğru yatırım faaliyetini çoğunlukla borçlarla finanse etmesi grup bünyesini sarstı. Yılların kuruluşu Rabak’ın İstanbul’daki fabrikasını satmak zorunda kaldı. Mali sorunların devam etmesi, grubun küçülme eğiliminin halen sürmekte olduğunu gösteriyor.
DİĞERLERİ: Mengerler, Sungurlar, Sarp Holding, Çarmıklı Holding, Demirören Holding, Narin Holding ve Akfa Grubu da 1990’lara sorunlardan kurtulma gayretleri göstererek girdi. Bunlar listenin bilinen birkaç örneği.
Krizi yaşayan şirketlerin ödemeleri zamanında yapamadıkları için borçlarına karşılık verilen senetleri de protesto oluyor. Ülke çapında Merkez Bankası’nın yaptığı belirlemeye göre senet sayısı, 1988 yıl sonrasında azaldı. Çünkü dikkate alınan senet limit miktarı değiştirildi. Bundan dolayı protesto edilen senet sayısında azalma olmasına karşın, nominal değeri ise sürekli arttı. Senet başına düşen tutar da paralel bir gelişme gösterdi.

KAMULAŞTIRMA

İktidar, zorda kalan, ekonomik tabirle krizi atlatamayan özel sektör şirketlerini ve bankalarını, kamu sektörüne katarak, holdingleri veya gruplan kamburlarından kurtarıyordu.
Kurtarma, salt batık firma ve bankaların devletleştirilmesi ya da KİT’lerin bunlara ortak edilmesi ile sınırlı kalmıyordu. Bir çırpıda alınan kararlarla firmaların SSK primlerini, vergi veya faiz borçlarını hafifleterek, kaynak aktarımıyla krizi atlatmalarına yardımcı olunuyordu. Böyle bir operasyon için çiftçi borçlarını silme de maskeleyici bir araç.
Özelleştirmenin sıkça tartışıldığı bir dönemde kamulaştırılan özel sektör firmalarından bazıları:
ASİL ÇELİK: 1979 yılının Mayıs ayında üretime başladı. Firma bir Koç ve İş Bankası ortaklığı olarak üç milyar 700 milyon liraya mal olmuştu. 1982 yılında bir doların 185 lira olması nedeniyle firmanın 770 milyon liralık borcu 10 milyar 175 milyon liraya çıktı ve bu çıkış bünyesini sarstı. Ziraat Bankası iki milyar lira ile Koç’un Asil Çeliği’ne hissedar oldu.
TÜRK OTOMOTİV ENSDÜSTRİ (TOE): 1955 yılında kuruldu. Yabancı sermayenin de ortak olduğu TOE’ye, OYAK ve MKE de hissedar. Firma, yabancı ortağın Inter marka kamyon ve traktörünü üretiyordu. Bunu da MAT adlı yan kuruluşuyla pazarlıyordu. Yabancı ortağın ABD’de sıkışık durumda olması, TOE’ye gereken yardımı yapmasını engelledi. Yönetimin de etkisiyle firma 1983 yılında 12 milyar olan borcu, bir yıl sonrasında 14 milyar liraya çıktı. Bunun üzerine aynı yılın Mart ayında Ziraat Bankası yüzde 90 hissesini alarak ortak oldu.
Bankanın beş yılda tam beş milyar lira harcamasına karşın sorunlarının devam etmesinden, 1989 Kasım’ında ikinci kurtarma operasyonunu yaşadı. Çünkü aynı yılda firmanın toplam borcu 33 milyar lirayı bulmuştu.
PAKTAŞ: Toprak Holding Paktaş kamburunu sırtından atınca yıldızı daha da parladı. 1985’in 16 Aralık tarihinde vergi borcundan dolayı hacizli olan firma, önce hazineye devredildi. Ardından da Sümerbank bünyesine katıldı. Paktaş’ın Hazine’ye devri için 25 milyar lira verildi.
OYAK KUTLUTAŞ: Oyak ve Kutlutaş Holding’in bir ortaklığı olan bu inşaat şirketi, zor durumdayken, Emlak Bankası’nın yüzde 15 oranındaki ortaklığı ile kurtarıldı.
BANKALAR: Kastelli operasyonu sonrasında- ödeme sorunları artan Hisarbank, İstanbul Bankası ve Odibank ve Bağbank ile birlikte 30’a yakın iştirakleri Ziraat Bankası tarafından devralındı. Bu operasyonla Hisarbank ve Odibank’a 16 milyar lira, İstanbul Bankası’na 28 milyar lira, Bağbank’a da 9 milyar lira ödeme yapıldı. Kemal Derinkök’ün İşçi ve Kredi Bankası ve Töbank da kamulaştırılan bankalardan.
BAŞAK GRUBU: Hayali ihracat sanığı olan Ertan Sert’in Başak Grubu da kurtarma operasyonu geçirenlerdendi. Grubun sekiz milyar lira olan banka borçları beş milyar 500 milyon lira alacaklı olan Anadolu Bankası tarafından kurtarıldı.
TSKB: Sanayi yatırımlarının yapılmasında büyük katkıları bulunan TSKB yabancı ve yerli sermayeli bir ortaklık olarak 1954 yılında kuruldu. 1984 yılına gelindiğinde alınan bir kararla, Osmanlı Bankası ve Uluslararası Finansman Kurumu’nun yüzde 13’ü bulan ortaklık payı, sermaye artırımından doğan rüçhan hakkı Ziraat Bankası’na kullandırıldı. Böylece Ziraat Bankası TSKB’ye ortak oldu.
MEBAN: 1982 yılında yaşanan banka-banker faciasından sonra Transtürk’ün bankerlik kuruluşu Meban, sekiz milyar 500 milyon liralık burcuna karşılık olarak Anadolu Bankası’na devredildi. Meban’ın kurtarılması Transtürk’ün de mali sorunlarını çözmesine yardımcı oluyordu.
ANADOLU BANKASI: 1988 yılı sonunda içine düştüğü krizden kurtulmanın çaresi olarak varlıklarıyla birlikte bir operasyonla Emlak Bankası’na katılıyordu. Bir devlet bankasını bir diğer devlet bankası kurtarıyordu. Birleşme anında Anadolu Bankası’nın faaliyetinden dolayı basına yansıyan ve tartışılan sorunlar halen aydınlığa kavuşturulmuş değil.
GÜNEY SANAYİ: Bir dönemin önde gelen holdinglerinden olan Sapmaz Holding’e ait Güney Sanayi de kurtarılanlardan. Şirkete Ziraat Bankası ve Sümerbank ortak edildi. Bu da kamulaştırılan şirketlerden oldu.
ÖZELLEŞTİRİLENLER MAHKEMELİK: Başbakanlık Yüksek Denetleme Kurulu’nun son raporuna göre özelleştirilen beş fabrika mahkemelik.
İspir Ayakkabı Üretim Fabrikası: 1986 yılında 750 milyon lira karşılığında Altay inşaat ve Tic. A.Ş.’ye satıldı. Geçen bu sürede Altay AŞ’ye yatırım yaptı, ne de taksitlerini ödedi. Bunun için Sümerbank “bedelsiz olarak” geri alınabilmesi için mahkemeye başvurdu.
TORTUM YÜNLÜ SANAYİ: 1985 yılında Oskar İnşaat ve San. AŞ. firmayı üç milyar liraya satın aldı. Ayrıca KOI, 1987’de Oskar’a, Vakıflar Bankası’ndan beş milyar 600 milyon lira da kredi kullandırdı. Şirket, fabrikanın bedeline ilişkin taksitleri ödemediği için KOl “bedelsiz olarak almak üzere” çalışmalara başladı.
IĞDIR PAMUKLU ENTEGRE: 1985’de üç milyar 300 milyon lira karşılığında Aras Tekstil’e satıldı. Aras Tekstil’in sahibi İbrahim Aydın “MHP’liyim arkadaş” demekten çekinmiyor. KOl, 1986’da eksik kalan yatırımların tamamlanması için bir milyar 500 milyon liralık kredi açtı. Daha sonra KOl, hiç para almadan sattığı şirketin yüzde 44,4’ünü 4 milyar 100 milyon lira ödeyerek geri satın aldı. Yine KOl’yi vekâleten Etibank, mahkemeye başvurdu. Fabrikaya haciz kondu ve Aras Tekstil’in iflasına karar verildi.
IĞDIR PAMUKLU ENTEGRE: Yarım kalan tesislerden olan Darende Çimento, Yarteks Tekstil AŞ’ye iplik fabrikası olarak tamamlanmak üzere 1986 yılında satıldı, iki yıl sonrasında on milyar 500 milyon lira tutarında yatırım kredisi kullandırdı. Yarteks, halen geri ödemelerde bulunmadı.
KARS SÜT FABRİKASI: Firmanın işletme hakkı Peysan A.Ş.’ye devredildi ve bu arada da bir milyar 500 milyon liralık işletme kredisi verildi. Ancak şirketin aldığı krediyi yerinde kullanmadığı belirlendi. Firmadan bazı makinelerin de Peysan tarafından sökülmüş olduğu anlaşıldı. Bu haliyle firmanın yeniden kamulaştırılması öneriliyor.

KURTARMA: “DEVLET DESTEĞİ”
Özellikle 1980’li yılların ortalarından itibaren KİT’lerin elden çıkarılmasına yönelik olarak Özal Hükümeti’nin başlattığı “Özelleştirme Kampanyası” burjuvaziden beklenen desteği buldu. Geçen sürede yapılanlarsa bazı firmalarda kamu hisselerini elden çıkarmak oldu.
Öte yandan ise özel sektörün batan şirketleri de kamulaştırıldı. Bilinen deyimiyle “Şirketler kurtarıldı.”
Özelleştirmenin bir gerekçesi KİT’lerden dolayı halkın vergisiyle ve fiyat ilişkisiyle bir bedel ödemesinin yani bu yöne yapılan kaynak aktarımının “önlenmesiydi.” Bu yönden öne çıkarılan “halkı korumacılık” gayreti, özel sektörün, kriz nedeniyle batan şirketlerini kurtardı. Hem de halkın vergisi ve fiyat ilişkisiyle yaratılan kaynağın aktarılmasıyla.
Kurtarma, kampanyanın yürütücüsü durumunda olan Özal’ın “Batan batsın, hiç kimseyi kurtarmayacağız. Zor durumda olanlar villalarını satsınlar” demesine rağmen yapıldı. Krizi yaşayan bazı firmalar veya gruplar da bir biçimde ucu devlet bankalarına kadar uzanan bir operasyonla küçülmek zorunda kaldılar.
Özal, bu demecine karşın 1986 Aralık ayında ismi “Sermaye piyasasının teşviki, sınaî mülkiyetin tabana yayılması ve ekonomiyi düzenlemede alınacak tedbirler” ile ilgili vergi mevzuatında değişiklik öngören yasal düzenleme ile bilinen biçimiyle “şirket kurtarma” da yasal düzenlemeye kavuşuyordu.
Kurtarılan şirketlerin sayılacak belli başlı özellikleri şöyle sıralanabilir:
1- Dönemin iktidar partisine yakınlık ön planda geliyor, ilişki gereği bu tür firma veya gruplar tercih edilirken, Okumuş, Demirören ve Yaşar Holding gibi bir başka partiyi destekleyenler ise kendi yağıyla kavruldu. Yeni hükümet döneminde Yaşar Holding tercih edilenler listesine geçti. Kapitalistlerin içsel çelişkisi.
2- Finansman yapısı daha çok bozulan, kriz nedeniyle yok olma noktasına gelen ve halk tarafından tanınan şirketler kurtarıldı.
3- Kurtarılan şirket, burjuvazinin hiç istememesine rağmen, devletin ekonomide ağırlığını artıran bir KİT oldu.
4- Böyle bir operasyonda gerekli kaynak, vergi ve fiyat ilişkisinden yaratıldığı için halk tarafından ödendi. Kaynağı alan sermayedar ise krizden çıkmanın faturasını yine emekçi halka ödetti.
5- Kurtarmayı gerçekleştiren bankanın kriz nedeniyle varolan sorunları daha da arttı. Onun da kurtarılması gerekebilir. Pek çok şirketi kurtaran Anadolu Bankası’nı, yine bir kamu bankası olan Emlak Bank kurtardı. Emlak Bank’ın durumu da sürekli tartışma konusu.
Sayılan koşullara uygun bir şirketi kurtarmak için gerekli fon, devletin halktan sağladığı kaynaktan sağlanıyor. Kullanan Hükümeti temsilen bazı kurumların devrede olması bu gerçeği değiştiremez. İlgili mevzuatın esas alınmasına göre kurtarma operasyonu üç şekilde yapılıyor:
BİRİNCİSİ: Krizde bulunan şirketin devlete vermek zorunda olduğu hem kendi vergisini hem de vergi sorumlusu olarak çalışan işçilerden kestiği vergisini ödemesinde erteleme olanağı sağlanır. Bugünlerde sıkça tartışılan SSK prim affı ve vergi affının, böyle bir işlevinin olduğu dikkate alınmalı.
İKİNCİSİ: Böyle bir amaçla oluşturulan fondan, piyasada kredi faizinin yüzde 100’e yaklaşmasına veya aşmasına rağmen faizsiz kredi verilir. Fonların denetimi bile yasamanın en büyük kurumu Meclis’ten esirgendiği için, kime ne, ne kadar verildiğini de bilmek mümkün değildir.
ÜÇÜNCÜSÜ: Merkez Bankası kaynaklarım kullanmadır. Bu, özellikle kur farkından dolayı şirketin krize düşmesi halinde çok düşük faizli kredi verilmesi ya da operasyonu yapacak bankaya kaynak aktarması biçiminde somutlanıyor.
Devletin kurtarma faaliyetinin dışında sermayedarı destek politikası hep oldu:
Ucuz girdi sağlaması ve özellikle kredi problemini çözmede yardımcı olmak amacıyla ortak olması, ihale usulüyle yaptığı cari ve yatırım harcaması ile kaynak aktarması, yatırımlara ve ihracata özel teşviklerin getirilmesi, sayısı 18’e varan vergi istisna ve muafiyetin olması, riski az alanları özel sektöre bırakması; KİT ürünlerinin büyük kapitalist grupların şirketleri aracılığıyla ihraç etmesi; yönetici değişimi ile “organik” bağ kurulması şeklinde devlet politikalarını sıralamak mümkün.

“KREDİ ZENGİNLERİ”

Basında sadece bazı kısımları yer alan Yüksek Denetleme Kurulu raporlarından öğreniyoruz ki, mali sektörün yüzde 50’den fazlasını elinde tutan kamu bankalarının fonları birilerini zenginleştirmenin aracı olarak kullanıldı. Sermayedar olarak yatırıma yönelen kişiye, arazisini veren, girdileri ucuza sağlayan devlet, üstüne üstlük bir de düşük faizle uzun vadeli kredi veriyor. Bu sistem, kredi zenginlerinin türemesine neden oldu.
Bilinen birkaç örnek:
Böyle bir şahsiyet olan ve yanılmıyorsam 1986 yılında Anadolu Bankası’nı dört milyar lira “tokatlayan” (piyasa ağzıyla) kişi, ANAP ileri gelenlerinden Mustafa Taşar’ın kardeşi olduğu için ancak dört yıl sonra yakalandı.
Mehmet Kurt, Etibank’tan aldığı kredi ile Zeytinburnu’nda 660 dönüm araziyi yedi milyar liraya aldı. Ödemeleri geciktiği için borcu 40 milyar liraya çıktı. 60 dönümü ESKA ile yüzde 50 kat karşılığı ortak oldu, hisselerini Emlak Bankası’na 70 milyar liraya sattı. Sonuç olarak devlete ait bankaların kredisi ile 30 milyar lira nakit ve 600 dönüm araziye sahip oldu.
Emlak Bankası, içinde Kutlutaş, Eska’nın da bulunduğu sekiz şirkete verdiği bir trilyon 742 milyar liranın batak olduğu Yüksek Denetleme Kurulu raporlarında belirtiliyor.
Yapımı üç milyar dolara bitecek otoyolları için tam yedi milyar 500 milyon dolarlık ödeme yapıldı.
Onun için Santral Holding Yönetim Kurul Başkanı Halil Bezmen “Borçtan kimse batmaz” diye boşuna söylemiyor. (Sabah, 4 Mart 1992). Bu kural sermayedarların hepsine aynı tavrın gösterildiği anlamına tabi ki gelmiyor.
Bankaların 100 trilyon liraya yaklaşan kredi toplamında yarısından fazlası devletin elindeki bankalar tarafından verilmiş. Özel ticaret bankalarında mümkün olmayanı kamu bankalarında yapmak çok kolay. Kredinin önemli bir bölümü mevcut bir borcu ödemek, döviz ve hisse senedi almak, taşınmaz mallar üzerinde spekülasyon yapmak, kişisel gereksinmeleri karşılamak için kullanıldığı sistem içinde kabul gören bir değerleme. Çünkü kredi alınması için, uygun şartlar yaratılıyor. Alınan yer için kullanılmaktan kaçınmak genel yerleşmiş bir kural.
Kamu bankalarının yasayla belirlenen amacına bir yenisi de 1980’li yıllarda eklendi. O da özel sektörün batırdığı şirketleri veya bankaları bünyesine katmak. Bu halde, kamu bankalarının mali sektörde yapının azalmasını zaten politikacı hiç istemiyor, ama özel sektör sermayedarların istediğine inanmak çok zor. Ancak özellikle bankası olan büyük sermaye grupların istemesi anlaşılır. Diğerlerinki “liberalizm” adına bir aldatmacadır. Böyle bir işleyişin olduğu kamu bankalarında 1979-1991 arasında sekiz ayrı hükümet kuruldu. Fakat sekiz bankada ise 48 tane Genel Müdür görev aldı.
Devletin bankalara olan bu uygulamanın, özel ticaret bankalarında benzerini bulmak çok zor. Alacağını tahsil etmek konusunda yoğun gayret gösterir. Bundan dolayı bunların varlıklarında iştirakler payı arttı. Alacağını tahsil etmek için, krediyi alanın varlığına haciz koyması ve buna ortak olması ile iştirakleri arttı.
25 Mart 1987 tarihinde çıkarılan “Şirket Kurtarma Yasası” ile finansman güçlüğü içinde bulunan anonim şirketlerden alacaklı olan bankaların tahsili gecikmiş kredilerini, sermaye iştiraki şekline dönüştürülmesi öngörüldü. Çeşitli vergi bağışıklıkları ile de desteklenen bu operasyon, tahsili ‘gecikmiş kredilerin bankaların iştirakine dönüştürülmesinin işlerlik kazanmasından, banka iştirakleri arttı.
Tahsil gecikmiş kredilerin alınmasına kolaylık tanındı. Yasa esas olarak özel ticaret yasalarında işlerlik kazandı. Öte yandan kamu bankaları kredi zenginleri türetmenin fon kaynağı işlevini gördü.
Sisteme az sayıda (dört tane) bankanın hâkim olması, holding bankacılığının etkinliğinin artması, kamu bankalarının sistemde ağırlığını koruması gibi özellikleri mali sektöre etkin.

YOĞUNLAŞMA

Büyük sermaye gruplarının sermayesinin yoğunlaşmasına bağlı olarak ekonomideki etki alanları da arttı. Belirli ürünlerde zaten varolan tekelci eğilim ’80’lerde daha da güçlendi. Böyle bir yapılanım zaten varolan tekelci olan ile olmayan arasındaki çelişkiyi artırıyor.
Önde gelen on tane holdingin satış gelirleri 1990’a göre yüzde 68iik bir artışla tam tamına 115 trilyon liraya yükseldi. Bu toplamda, Koç ve Sabancı’nın payı tam tamına yüzde 52,3. Satış hâsılatı ile GSMH’nin içerikleri farklı olmakla birlikte, sadece, büyük kapitalistlerin etkinlikleri gösterilmek istendi.
Yine bu on holdingin satış gelirleri toplamının ulusal gelire oranı, 1990’da yüzde 23,8 iken, geçtiğimiz yılda yüzde 25,3’e çıktı.
Gruplardan Profilo, Koç, Sabancı, Yaşar dikkate alındığında, satış hâsılatı toplamının ulusal gelire oranı 1986’da yüzde 13,4 iken 1990’da yüzde 15,3’e ve 1991 yılında da yüzde 15,8’e yükselmesi dikkat çekiyor.
Bunlar krizli yıllarda yoğunlaşmanın dikkat çeken bir boyutta olduğunun sadece bir tanecik örneği.

HOLDİNGLERİN CİROLARI (TRİLYON TL – Cari)

1986    1990    1991
Koç            2,4    24,7    39,2
Sabancı        2,2    13,4    21,0
Çukurova        –    11,2    18,0
Doğuş            –    4,1    8,0
Tefken            –    2,6    5,3
Eczacıbaşı        –    2,6    5,0
Profilo            0,3    3,0    5,5
Dinçkök        –    2,6    4,0
Yaşar            0,4    3,0    6,3
AEH            –    1,3    2,7
Toplam (1)        5,3    68,5    115,0
ESMH (2)        39,4    287,3    454,8
½ (Yüzde)        13,4    23,8    25,3
Kaynak: Basında çıkan açıklamalar.

Nisan 1992

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑