Son 5 yıl içinde SB’nin dağılma belirtileri göstermesi, başta ABD olmak özere Batılı emperyalistlerin bu ülkeye karşı yeni politikalar geliştirmesine yol açmışa.
Batık emperyalistler, bir yandan Gorbaçov reformlarını “yürekten” desteklerken, öte yandan SB’ye bağlı cumhuriyetlerdeki ulusal güçleri kışkırtarak dağılmaya katkılarını esirgemiyorlardı. Sonuçta amaçlarına ulaştılar: Cumhuriyetler kısa bir süre içinde artarda “bağımsızlarını” ilan etti ve SB, geçtiğimiz günlerde, arkasında ulusal çatışmalar, iç karışıklarla çalkalanan irili ufaklı bir dizi devlet bırakarak resmen ortadan kalktı. Ancak durum, 3-5 yıl öncesine göre daha belirgin değil. Çünkü bu yeni devletler, bir yandan ekonomik ve siyasi şekillenme sorunları, öte yandan birbirleriyle ve kendi içlerindeki çatışmalarla çalkalanmaya devam ediyorlar. Bu kargaşa ve belirsizlik durumu, bir yandan bölgedeki Iran, Türkiye gibi devletlerin iştahını kabartırken öte yandan dünyaya kendi çıkarları doğrultusunda bir biçim verme çabasında olan emperyalist ülkelerin de dikkatini bölgeye yoğunlaştırıyor. Bu amaçla bölgeye yönelik eski politikalar yeniden biçimlendiriliyor, duruma uygun yeni senaryolar üstünde yoğunlaşılıyor.
Başta ABD olmak üzere emperyalist ülkeler, yeni dünya düzeninin bir ayağı olarak gördükleri bu bölgeyi kendi çıkarları doğrultusunda yeniden biçimlendirmeye çalışırken, bölgedeki emperyalizmin uşağı devletler de, emperyalistlerin kendilerine biçtikleri rolden yararlanarak talandaki paylarını artırmanın yollarını arayan politikalar geliştirip, bölgeye yakın olmanın avantajını kullanmaya çalışıyorlar.
Bölgedeki ülkelerden ikisi, Türkiye ve İran, eski SB imparatorluğunun güneyini çevreleyen Müslüman cumhuriyetlerle etnik ve dinsel yakınlıklarından yararlanarak etkin olmaya çalışıyorlar; Özellikle de Türkiye, arkasını ABD ve İngiltere başta olmak üzere batık emperyalistlere dayayarak bu cumhuriyetlere yönelik emperyalist politikanın taşeronluğunu üstlenmeye çok hevesli görünüyor.
İran, en azından şimdilik kendi yöntemlerini kullanıyor ve kendi politikasını izliyor. Ama Türkiye için aynı şeyi söylemek zor. Türkiye, tıpkı Ortadoğu’da olduğu gibi, Asya’da da emperyalizmin genel çıkarlarıyla tam uyumlu, özellikle ABD ve İngiliz emperyalizmiyle dirsek teması içinde üretilen politikalar izliyor. Ama buna kendi tarihsel ve bölgesel motiflerini katıyor.
Türkiye’nin bu eski Sovyet cumhuriyetlerine ilgisi, sadece bir ekonomik ya da etnik ilgiyi aşmış durumda. Burjuvazi ve propagandacıları, “ilerici”sinden gerici-faşistine burjuva basın, devletin radyo ve TV’si, Turancısından sosyalist enternasyonalcisine burjuva partileri, tam bir anlaşma içinde, gözlerini “Türkî Cumhuriyetler” dedikleri; Kafkasya’dan Doğu Asya’ya kadar uzanan bu eski Sovyet cumhuriyetlerine çevirmiş bulunuyorlar.
Büyüğünden küçüğüne basın, haber ve yorumlarıyla, tefrika yazılarıyla bu yeni devletleri Türkiye’nin “doğal etki alanı” ilan etmiş durumda. Basına bakılırsa; Kars’tan yürünse, arada küçük Ermenistan engeli aşıldıktan sonra, Türk işadamları ve politikacıları, hatta askerleri Çin’e, Moğolistan’a kadar ellerini kollarını sallayarak dolaşıp, buralardaki yeraltı ve yerüstü servetlerini yağmalayabilecekler. Oradaki kardeşlerimiz bizi yüzlerce yıldır, hasretle bekler dururlarmış da bugüne kadar haberimiz yokmuş!
Basında boy gösteren “bilim adanılan” ve politikacılar da aynı telden çalıyorlar.
İş adamları, ellerinin altındaki propagandacılarla bir yandan kamuoyu oluştururken, bir yandan da ne söyleyeceği önceden belli yerli ve “yabancı uzman” (siz CİA ajanı anlayın), “bilim adamı”, ünlü gazeteci ve politikacıları The Marmaralarda toplayıp sempozyumlar, konferanslar düzenliyorlar. Hükümet ve Cumhurbaşkanı da bu uyumlu koronun şefi olarak onları yönlendiriyor. Öyle bir hava yaratılıyor ki, “Türki Cumhuriyetler”, Türkiye’nin bugün bir kaos halini almış bütün sorunlarının çözümü olacak Türkiye’nin ne pazar sorunu, ne dış finansman sorunu, ne de Kıbrıs, AT, BAB gibi dış sorunları kalacak; hepsi “Türki Cumhuriyetler”in sağladığı avantajlarla alt edilecek!
Eğer sorun sadece Türkiye ve Türk politikacıları, işadamları ve onların “hınk deyicisi” basın ve aydın çevrelerin olağan kamuoyu oyalaması ya da kendilerini aldatma eylemi olarak kalsaydı fazlaca bir kıymeti harbiyesi olmazdı. Ama sorunun emperyalizm ve Türkiye açısından derin tarihsel kökleri vardır ve emperyalizmin yeni dünya düzeni ile doğrudan ilgilidir. Bu yüzden de, bugün Türk büyük burjuvazisinin, bütün “yedeklerini” de “cepheye” sürerek “Türkî Cumburiyetler”e yönelmesi sıradan hevesin çok ötesinde bir olaydır.
Her şeyden önce Türkiye, ABD ve batılı emperyalistlerin Ortadoğu’daki en eski ve en “vefakar” “dost” ve “müttefiki” olarak, emperyalist “yeni dünya düzeni”nin de bölgedeki en sadık payandasıdır. Ama sadece bundan ibaret de değil, Türkiye emperyalizmin Asya politikasına mahkûmdur da.
Çünkü uzun zamandan beri Türkiye, başta AT olmak üzere çeşitli Avrupa platformlarında dışlanan bir ülke durumundaydı. Kendisini Avrupalı saydırmak, AT ve BAB’a kabul edilmek için her şeye razıydı. Ama Avrupalılar her vesileyi, her bahaneyi kullanarak Türkiye’yi dışta bırakmayı yeğlediler. Bu durumdan en çok ABD yararlandı. Görünüşte de olsa uluslararası platformlarda, Avrupa’nın ittiği Türkiye’yi kucağına çekti ve onu Ortadoğu ve Avrupa politikasının bir aleti olarak kullandı.
Giderek Avrupa’dan dışlanan Türkiye, değişik seçenekler aradı. Coğrafi konumunu da kullanarak, kendisini bazen bir İslam ülkesi olarak tanımlayarak İslam ülkeleriyle, bazen bir Akdeniz ülkesi, kimi zaman bir Ortadoğu ülkesi olarak Ortadoğu, kimi zaman bir Balkan ülkesi olarak Balkan, kimi zaman da bir Asya ülkesi olduğunu anımsayarak Asya ülkeleriyle değişik ilişkiler geliştirmeye, ekonomik ve siyasi bakımdan etkinliğini artırmaya çalıştı. Bütün bu ilişkileri, ABD ve zaman zamanda diğer emperyalistlerle açık ya da üstü örtülü bir “temas” içinde sürdürdü. Emperyalistlerle işbirliğini aşan bu kölelik ilişkileri, Türk burjuvazisi ve onun devletini seçeneksiz bir biçimde emperyalist politikaların payandası durumuna getirmişti.
Bugün Türkiye’nin, kendi “gerekçeleri” olsa da, “Türkî Cumhuriyetler”e yönelik politikası ABD ve İngiliz emperyalizminin Asya politikasının bir türevinden başka bir şey değildir. Ama Türkiye ve emperyalistlerin Asya politikasının iç içeliği bugünle de sınırlı değildir. Tersine, son yüz yıl içinde, emperyalizm Türkiye’yi diğer bölgelerde olduğu gibi Asya’da da kendi politikasının aleti olarak kullanmış, Türkiye’nin coğrafi, dini ve etnik özelliklerini kendisinin sıçrama tahtası olarak kullanmayı başarmıştır. Bu yüzden de günümüzdeki emperyalist ve Türk politikasının amaçlarına girmeden önce bu politikaların tarihsel köklerine kısaca da olsa değinmekte yarar var.
Emperyalistlerin politikaları ve “Türki cumhuriyetler”e yönelik Türk politikasının tarihsel kökleri
Son bir kaç aydır, dilimize Pentagon tarafından, belirli bir politik çıkarı ifade etmek için sokulan “Türkî cumhuriyetler” deyimi, SB’nin dağılmasından sonra ortaya çıkan, Azerbaycan, Kırgızistan, Tacikistan, Kazakistan, Türkmenistan ve Özbekistan cumhuriyetlerim nitelemek için kullanılıyor.
Basın ve TV her gün bu ülkelerin, nüfus, yüzölçümü, doğal zenginlikleri, ekonomik ve sanayi durumları, ticaret ve yatırını potansiyelleri ile ilgili ayrıntılı “raporlar” yayınlayarak burjuvazinin iştahını kabartıyor. Ama yürütülen kampanya sadece burjuvaziyi teşvik etmek için değil. Tersine küçük burjuvaziyi ve bütün diğer emekçileri de etkileyip yönlendirmeyi amaçlıyor. Bu ülkelerin etnik özellikleri, dilleri ve kültürel birikimlerinden, bunların Türk kültürü ile olan ortak unsurları cımbızla çekilip abartılarak sunuluyor. Seçilmiş kişilerle yapılan röportajlarla “Türk oldukları”, Türkiye’ye “hayranlık” besledikleri, daha da ileri gidilerek Türk tarihi ve Türkiye’deki yaşam koşullan ve “demokrasiye” özlem içinde oldukları propaganda ediliyor. Verilen imaj şudur: bizden birileri (bir kaç milyon kilometre toprağa yayılmış milyonlarca “soydaş”) zor durumdadır ve biz onlara yardıma koşmalıyız! Ne emperyalistlerin egemenlik planları ve ne de yağma ve talan amacı emekçilere yönelik bu propaganda içinde yer almıyor. Bu amaçlar, işsizlere yeni iş ve ticaret olanakları gibi masum sözcükler arkasına saklanıyor.
Benzer bir propaganda, emperyalist basın ve diğer kitle iletişim araçları tarafından da sürdürülüyor. Özellikle İngiliz ve Amerikan basın yayın merkezleri, “Türkî Cumhuriyetler”in, bunların Türkiye ile bağları ve onlarla ilişkide Türkiye faktörünün önemi üstünde duruyor. Batılıların her söylediğinde keramet arayan yerli borazanlar da onların söylediklerini allayıp pullayarak yeniden piyasaya sürüyorlar.
Ancak, Türk egemen sınıflarının, “Türkî Cumhuriyetler”e yönelmesi ilk değil. Elbette Batılı emperyalistler için de, Türkiye’nin bu cumhuriyetlere kışkırtılması ilk değil. Tersine, dünyadaki gelişmelere göre zaman zaman sahneye konan senaryolardan birisi bu.
Türkiye’yi, Asya’daki Türk kökenli ve Müslüman halklara karşı ilk kullanan Almanya olmuştur. Almanya, Asya’da İngiliz ve Fransızlara karşı yürüttüğü egemenlik mücadelesinde, Osmanları sıçrama tahtası olarak kullanmış, bu topraklan ve halkları çöken imparatorluğun yeniden canlandırılması için bir dayanak olacağına, umutsuzluğa sürüklenmiş Osmanlı aristokrasisini “ikna” etmişti. Ne var ki, Asya’nın bu bölgesinin halkları milliyetçilik ve halifenin peşinden gitmek yerine, kendilerine toprak ve özgürlük vadeden Ekim Devrimi’nin yolunu izlemişler, emperyalistler ve onların Türk yardakçılarının hesapları boşa çıkmıştı.
Sonraki yıllarda emperyalistler, bölgedeki dini ve milli çelişmeleri kışkırtmak için her vesileyi kullandılarsa da, Lenin ve Stalin’in SB bütün tuzakları dağıtmayı başardı.
İkinci Dünya savaşı sonrasında bölge, ABD emperyalizmin dünya hegemonyası mücadelesinde yeniden planlı emperyalist saldırıların hedefi oldu. Truman ve Eisenhower doktrinleri doğrultusunda oluşturulan ve SB’yi ya da aynı anlama gelmek üzere komünizmi “yeşil kuşak”la çevirme planının bir yönü Türkiye’den Afganistan’a uzanan ülkelerde gericiliği desteklemek olduğu kadar, öteki yönü de, bölgede emperyalizme uşaklığa soyunan bu Müslüman ülkeler aracılığı ile SB’ndeki Müslüman halkları kışkırtmaya dayanıyordu, Emperyalistler, on yıllar boyunca bu faaliyeti yürüttüler ve faaliyetlerine sağlam bir temel yaratabilmek için de bölgedeki gerici ülkelerdeki ırkçı ve dinci eğilimleri desteklediler. Bu amaçlan doğrultusunda Türkiye’de de, Turancı ve dinci akımları kışkırtarak “bütün dünyadaki Türklerin” ya da ” Müslümanların birliği” isteklerini canlı tutmaya çalıştılar.
“Yeşil Kuşak” planı, önce komünizm, sonra da sosyal emperyalizmin daha güneye doğru yayılması önünde coğrafi bir set oluşturdu. Bu süreç içinde, emperyalistlerin ve bölgedeki gerici devletlerin faaliyetleri, SB sınırları içindeki halklar üstünde az çok bir etki yarattı. En azından 85 sonrası gelişmeler içinde de açıkça görüldüğü gibi, bu halkları etkiledi. Bu çabalar, SB’nin dağılma sürecinde, bu halklar üstünde emperyalizm ve gericiliğin etkili olmasının başlıca dayanaklarından birisi oldu.
SB’nin dağılma sürecine girmesiyle birlikte, ortaya çıkan boşluğu ABD, İran dışındaki bölgedeki Müslüman ülkelerle doldurmaya çalıştı. Bu gerici ülkelere dayanarak, “Türkî Cumhuriyetler”i “emperyalizmin yeni dünya düzeni”nin gerektirdiği gibi biçimlendirme çabasına girişti.
Bölgedeki gerici ülkeler içinde Türkiye, ABD emperyalizminin amaçlanıra en uygun coğrafi, etnik, kültürel ve politik koşullara sahipti. Bu yüzden de ABD emperyalizmin en çok “ilgi” gösterdiği ülke oldu.
Her şeyden önce Türkiye, bölgedeki diğer Müslüman ülkelere göre ekonomik ve askeri bakımdan daha gelişmiş bir ülkeydi. Öte yandan bu “Türki Cumhuriyetler”in çoğu dil, din, kültür ve etnik köken bakımından Türkiye ile tarihsel bağlar içindeydi. Dahası Türkiye, kendi içindeki sürekli istikrarsızlığa karşın, emperyalizmin, bölgedeki en sağlam, en istikrarlı işbirlikçisiydi.
Kısacası, ABD başta olmak üzere emperyalistler, SB’nin dağılmasından sonra, bölgede kendi çıkarlarına en uygun bir politik ve ekonomik sistem oturtmaya çalışıyorlar. Bunun için de bölgedeki devletlerin bu ülkelerdeki etkinliklerini kendi yararlarına kullanmaya çalışıyorlar, kullanıyorlar da.
Demek ki, “Türki cumhuriyetler” sorunu, emperyalistler için ne bugünün yeni bir sorunudur, ne de bu devletlerin yaşadıkları “darboğazı” aşmaları için onlara yardım etme sorunudur. Tersine, bugün şekillenmekte olan cumhuriyetleri kendi istek ve ihtiyaçtan doğrultusunda müdahalelerde bulunmaktadırlar. İstedikleri de bu ülkelerin özgür, demokratik ve barış içinde kendi başlatma ayakta durmaları değildir. İstedikleri, kömür, demir, petrol gibi zenginlikler, ekonomik ve siyasi hegemonyadır. Bunun için de iç çatışmaları kışkırtmaktan dış müdahalelere kadar her yolu meşru görmektedirler.
Türk egemen sınıflan için ise, bugün “Türkî cumhuriyetler” olarak nitelenen halkları ve kaynaklarını talan etme isteğinin yüz yılı aşkın bir tarihi vardır.
Türk burjuvazisi, daha İlk oluşum yıllarında, Türkçülük akımlarına paralel olarak, kendisinden daha geri bir sosyal ve ekonomik yaşam içindeki bu halkları ve topraklarını kendi doğal talan alanı olarak görmüştür.
19. yüzyıl sonlarından itibaren, Osmanlı’nın Batı karşısında yapabileceği hiç bir şeyin kalmadığı koşullarda, Türk burjuvazisi ve onun ideologları, bu çöküşü “Turancılık” ülküsüyle karşılamaya çalışmıştır. “Türk’ün Türk’ten başka dostu yoktur” sloganları arkasında, Doğu Türkleriyle birleşerek imparatorluğun çöküşü önlenebileceği düşüncesi işlemiştir. Bu düşünce, belki imparatorluğun çöküşü karşısında Türk aydınlarının ütopik bir iddiası olarak ortaya çıkmıştı, ama bundan asıl yararlanan, o günün yükselen emperyalist ülkesi olan Alman emperyalizmi olmuştur. Almanya, Osmanlıya bu toprakları vaat ederek, hükümetlerin ve kamuoyunun desteğini kazanmıştır.
Elbette Almanya’nın “Doğu Türkleri” gibi bir derdi yoktu. O’nun asıl derdi, dünyanın her köşesinde kıyasıya rekabet ettiği İngiliz ve Fransız emperyalistlerine karşı Orta Asya’da bir mevzi edinmekti. Köprü olarak da Batı karşısında çaresiz kalan Osmanlıyı kullanmayı amaçladı. Kullandı da.
İttihatçılar, imparatorluğu kurtarmak için Almanya’yla müttefik oldu. Savaşın sonu göründüğünde ise, Enver Paşa başta olmak üzere birçok İttihatçı militan, “turan” uğruna, Türkistan’da savaştı ve öldü. Ama Turancılık ölmedi. Yeni Türkiye Cumhuriyeti’nin ideolojisi Turancılıkla yoğrularak biçimlendi. Türkçü çevreler ve ırkçı-faşist odaklar Asya Türkleri konusunda tam bir birlik halindeydi. Bu tarihsel birliği bugün de çok çarpıcı bir biçimde sürdürüyorlar.
Türk egemen sınıfları, ABD emperyalizminin Türki Cumhuriyetler politikasına taşeronluk yapmaya mahkumdur
Cumhuriyetin ilk yıllarından başlayarak “Doğu Türkleri”yle birleşme hayali Türk ulusçuluğunun başlıca motifi olmayı sürdürdü. Kemalistler ve Turancılar farklı üsluplarla aynı motifleri işlediler. Özellikle dış ve iç sorunlar büyüdüğünde gözlerini hep “dünya Türklüğü”ne çevirdiler, onlarla birleşerek güçlü, her zorlukla başa çıkacakları büyük bir devlet ve ulus olmanın hayalini canlı tutmaya çalıştılar.
Gerçi SB’nin gücü karşısında bu gerçekçi bir istem gibi görünmüyordu, ama bu çok önemli değildi. Önemli olan bu ülkünün canlı kalmasıydı. Bunda da hayli başarılı oldular.
Uzun yıllar, “Doğu Türkleri”yle birleşme, onları kendi gücü için dayanak olarak kullanma burjuvazi için gerçekleşemez bir hayaldi. Ama SB’nin çöküş süreciyle bu hayal Turancıların düşlediği gibi olmasa da, gerçekleşebilirlik olanağı kazandı.
Öte yandan, bütün yaltaklanma ve elinden geldiği kadar hizmet etmesine karşın Türk egemen sınıflan Batılılara bir türlü kendisini kabul ettirmeyi başaramıyordu. Doğu Avrupa’daki gelişmelerden sonra Batılılar Türkiye’ye iyice yüz vermez olmuşlar, AT ve B AB gibi kuruluşlardan Türkiye dışlanmıştı. Bu süreçte Türk egemen sınıflan, Ortadoğulu ve Müslüman olduklarını hatırladılar. İslam Konseyine devlet başkanı düzeyinde önem verirken, bir “İslam Ortak Pazarı” propagandasına katkıda bulunmaya başladılar. Ne var ki, İslam dünyası, dünyanın en karmaşık çelişkilerinin sarmallaştığı bir dünya idi ve bu ülkelerin her biri bir emperyalistin çıkarlarının dümen suyundaydı. Bol “kardeşlik”, “dindaşlık” edebiyatı yapılıyordu, ama ne ekonomik ne de politik olarak bir birlik ve yakınlaşma doğmuyordu. Kıbrıs konusunda bile, bir kaçı dışında Müslüman ülkeler, Ortodoks Yunanistan’ı destekliyorlardı. Ortadoğu savaşı bütün bu ayrılık ve uzlaşmazlıklar üstüne tuz-biber ekti. Yürütülen propaganda ile kamuoyu oyalanmış ama içine yuvarlanılan yalnızlık ve sorunlar burgacından çıkış için hiç bir somut dayanak sağlanamamıştı. Bu moral bozukluğu ve çaresizlik günlerinde SB’nin çözülme sürecine girmesi tutunulacak bir dal oldu. Özal aracılığı ile “Karadeniz İşbirliği” projesi ortaya atıldı. İçerde, “on yıl sonra Japonya’yla yarışacağız ” edebiyatı yapılırken, dışarıda emperyalistlere karşı yaltaklanma sürdürüldü. Öte yandan da, Karadeniz’e kıyısı olan bütün ülkelerin bir “ortak pazarı” propagandasına girişildi. Ama bu da ciddiye alınacak bir proje değildi ve somut bir adım atılamadı. Doğu Bloğu ve SB’deki çözülmenin dağılmaya dönüşmesiyle, kıvrak bir manevrayla “Türkî Cumhuriyetler”e yönelindi.
“Türki cumhuriyetlerde, gericiliğin kullanacağı sayısız motif vardı. Türklük, Müslümanlık, bölgeye yakınlık, “bizden gerilik”, Türkiye’den daha çaresiz durumda olmak vb. vb.
Doğrusu “Türkî Cumhuriyetler” de, dışarıdan desteğe bel bağlamakta bizimkileri aratmıyorlardı. Türkiye için hamasi nutuklar atıyorlar, ziyaret kuyruğuna girerek, tam bir şarklı olarak, “kaftan”, kılıç hediyelerine kadar varan geleneksel yöntemlerle, yaltakçının yaltakçılığına hazır olduklarını kanıtlamaya çalışıyorlardı.
Politik koşullar çok güzel görünüyordu, ama 50 milyar dolarlık dış ve 100 trilyonluk iç borcu olan bir ülke olunduğu hatırlandığında, bu ülkelere yatırılacak sermayenin nereden bulunacağı bir handikaptı.
Mülkiyeliler Birliği’nde, “Türki Cumhuriyetler”e yönelik politikanın ne olacağıyla ilgili yapılan ve adına “Türkiye’nin Stratejik Öncelikleri” denilen sempozyumda, yerli ve yabancı bir çok kişi konuştu. Bunlar, ne diyeceği önceden belli kişilerdi, ama aynı zamanda bugün Türk egemen sınıfları, hükümet ve dış desteklerinin niyetlerini de açıkça ortaya koyuyorlardı, Özal, “geç dönem” bir Osmanlı padişahı edasıyla, bir yandan Avrupa’ya “hava atıyor”, bir yandan da “dünyadaki değişimin Türkiye’ye yeni tercihler ve olanaklar sunduğunu” belirtiyordu. Sonra söz alanlar da Özal’ın çizdiği rota doğrultusunda konuşup, birbirilerini ajite ederken, “acı gerçeklere” de değiniyorlar. Ali Şen, “yatırım yapalım ama bizde para yok, para Japonya ve Fransa’da var, onlardan alıp yatırım yapmalıyız” diyerek, daha baştan kendilerinin Japonya, Fransa ya da herhangi bir emperyalist ülkenin taşeronluğunu üstlenmeye hazır olduklarını ilan ediyordu.
Egemen sınıflar ve onların temsilcilerinin ellerindeki bütün olanaklarla yaratmak istedikleri hava ve tutumlarına bakıldığında başlıca iki amaçlan olduğu görülüyor: birincisi, büyük burjuvazinin Avrupa ve Ortadoğu’dan kapıdan çevrilişin verdiği aşağılanma ve moral bozukluğunun yok edilerek sömürü ve talan iştahını kabartmak, ikincisi ise, düzenin toplumsal dayanağını genişletmek için emekçi sınıflar içinde şovenizm ve dinciliği kışkırtmak.
Bugün, Türk egemen sınıfları ve hükümetleri içerde ve dışarı da çözümü umutsuz sorunlarla karşı karşıyadır. Dışarıda, yukarıda sözünü ettiğimiz, Avrupa ve Ortadoğu’da tecrit edilmişlik durumu vardır. Yıllardır, girilerek her problemin çözüleceğini iddia ettikleri AT kapıları yüzlerine sıkı bir biçimde kapanmıştır. Ortadoğu’da “ne İsa’ya ne de Muhammed”e yaranılabilmiştir. Gerçi İngiltere, ABD hala “dostça” davranmaktadırlar; ama onlar da sadece kendi amaçlarına kullanmak için. Üstelik Türkiye’yi aşağılayarak, bu tutumu alıyorlar. Kıbrıs, Ege, Kürt sorunu gibi başlıca “ulusal” sorunlarda onlar da pek yüz vermiyorlar Türkiye’ye. Ticarette ise, bütün emperyalist ülkeler, Türkiye’ye tam bir serbestlik önerir ve “kredi”de cimrilik yaparken, kendileri kendi ticaretlerini kıskançça korumaya alıyor, kotalar koyuyorlar. Dcmirel’in de itiraf etmek zorunda kaldığı gibi, 50 milyar dolarlık borçla Türkiye’nin “dış politikasını da ipotek altına” alıyorlar.
“Eski silah arkadaşı” Almanya ile ise, neredeyse ipler kopma noktasına geldi. Son bir kaç yıldır, ABD ile açıkça rekabete girişen Almanya, ABD’nin Ortadoğu’daki karakolu olarak gördüğü Türkiye’yi her fırsatta zora sokmak için elindeki kozları birer birer oynuyor.
“İçerde” işler “dışarıdan” daha kötü:
Egemen sınıflarımız için. Kürt gerilla mücadelesi önlenemediği gibi, bir yığınsal Kürt ayaklanmasının da bütün belirtileri ortaya çıkmış durumda. Kürtler, “dil serbestliği”, “Kürt varlığını tanımak”, “kardeşlik” gibi kırıntılarla yetinecek gibi görünmüyor.
Enflasyon, işsizlik ve diğer ekonomik veriler, kalkınma edebiyatının inandırıcılığını yok ediyor Burjuva partilerinin “çözüm” yolları emekçileri kandırmaya yetmiyor artık.
Geçen yılın başlarında görülmemiş boyutlara varan işçi hareketinin yeni bir dalgası kaçınılmaz bir biçimde kapıya dayanmış durumda.
Bütün emekçi sınıflar, şu anda bir beklenti içinde olsa bile, özgürlük istiyor ve gerici-faşist düzenlemelerde küçük makyajlara razı olmayacaklarını belli ediyorlar.
Bütün bu istem ve beklentileri, Türk egemen sınıflarının karşılaması olanaksız görünüyor. Bunu en iyi de kendileri biliyorlar. Bu yüzden de, düzenlerinin sosyal temelini güçlendirmek için büyük burjuvazi, Kürtlere kimi tavizler vermeye, DYP-SHP koalisyonu aracılığı ile beklentiler yaratmaya, böylece vakit kazanmaya çalışıyor.
Bütün bu açmazlar içinde, “Türkî Cumhuriyetler” egemen sınıflar ve tüm gericilik için “yeni olanaklar” sunması bakımından hayali bir önem taşıyor.
“Türkî Cumhuriyetlerin, elbette dış ekonomik ilişkiler açısından da potansiyel bir önemi var, ama egemen sınıflar için “Türkî Cumhuriyetler”in yakın önemi “iç pazar”a yönelik yani. Çünkü bütün burjuvazi ve onların hükümetleri bilir ki, düzene baş kaldıran yığınları bölmenin, kendi yedeğine çekmenin en iyi, bugüne kadar uygulanarak kanıtlanmış en geçerli yolu, emekçileri “ulusal davalar” peşine takmak, şovenizmi ve ırkçılığı kışkırtmaktır. Bu politika büyük sermaye tarafından iflasa sürüklenen burjuva ve küçük burjuvazide yeni umutlar yaratmak, onları düzen ve devlete yeniden bağlamak alanında çok daha etkili olur.
Bugün burjuvazinin elinde, şovenizm ve ırkçılığı kışkırtmak için iki malzeme vardır. Birisi Kürt mücadelesinin yarattığı “Türkiye bölünüyor” propagandası, diğeri ise “Türkî cumhuriyetler”. Kürt sorunu belki iyi bir olanak gibi görünüyor, ama oldukça netameli bir sorun ve böyle bir kampanyanın Kürt milliyetçiliğini de kışkırtması, Kürt ulusal mücadelesinin daha hızlı yükselişiyle batağa saplanması olanağı çok güçlü. “Türkî cumhuriyetler”e yönelik şovenizm kışkırtması ise, tek yanlı ve ekonomik çıkarlar vaat etmesiyle burjuvazi için bulunmaz bir nimet olarak ele alınıyor. Kısa bir süre için bile olsa, orta Sınıflarda, hatta işsizliğin, geçim sıkıntısının kıskacında bunalmış emekçilerde yeni kar ve iş olanakları olarak biçimlenebilir. Burjuvazi ve onun her soydan propagandacıları da bu yanı işlemeye özen gösteriyorlar. Böylece, giderek bu düzenden umudunu kesen kesimlere yeni umutlar pompalayarak düzenlerinin sosyal dayanağını güçlendirmeye çalışıyorlar. Buna, Turancılıktan Kemalizm’e, Türk-İslam sentezciliğinden İslam enternasyonalizmine varan gerici-şoven ideoloji ve politikaların uzun yıllardır yaptığı etkileme eklenirse, ülkemizdeki özgürlük ve demokrasi mücadelesinin, “Türkî cumhuriyetler” politikasıyla, nasıl bir açmaza sürüklenmeye çalışıldığı daha iyi görülür.
Egemen sınıflar konsensüs (sınıflar arasında uzlaşma) isliyorlar.. Önce çeşitli klikler, sonra da emekçi sınıflar ile burjuvazi arasında konsensüs istiyorlar. Ama konsensüs geçici bir şeydir ve konsensüse “evet” diyenler, şimdiki kayıplarını sonra bir biçimde çıkarabilecekleri somut ve akılcı nedenler isterler. Egemen sınıflar, “Türkî Cumhuriyetler”in kendilerine sağlayacağını iddia ettiği çıkarları bu politikalarının somut ve akılcı nedeni olarak da öne sürüyorlar. İşsizlik, pazar sıkıntısı, yeni yatırım alanları, dış ticaretin canlandırılması, hatta AT kapısını zorlamak için “Türkî cumhuriyetler” çok önemli bir dayanak olarak propaganda ediliyor. Dahası, arkasına “Türkî Cumhuriyetleri” almış bir Türkiye’nin AT kapısından geri çevrilemeyeceği tezi, kanıtlanması gereksiz bir hipotez olarak, öne sürülüyor.
Bir bütün olarak izlenen politikalara bakıldığında:
Başta ABD olmak üzere emperyalistler, “Türkî cumhuriyetler”i, emperyalist yeni dünya düzeninin Asya ayağını oluşturan, emperyalizme bağımlı “uslu” devletler olarak biçimlendirmeye çalışıyorlar. Türkiye, bu eyleminde emperyalistlerin bir sıçrama tahtası, bir “Truva Atı” rolünü peşinen benimsiyor.
Türk egemen sınıflarının politikası “doğrudan ABD ve İngiliz emperyalizmi ile yakın dirsek temasında, onların yönlendiriciliğinde biçimleniyor. Dahası bugünkü koşullarda egemen sınıfların tek seçeneği, bugün izlenen ve ABD emperyalizminin kendilerine biçtiği role uyumlu bu politikadır..
Bu politikayla egemen sınıflar içerde, Kürt ve emekçi mücadelesini bastırmak için şovenizmi ve dinciliği kışkırtmayı, emekçi sınıfları “ulus” ve “din davası” peşine takarak sınıf ayrıcalıklarının dayattığı çatışmaların üstünü örtmeyi amaçlıyorlar. Aynı dayanaklardan yararlanarak Kürt ulusal hareketi karşısında Türk emekçilerini dikmeyi, Kürt ulusal uyanışının yarattığı dalgayı Türk şovenizmiyle karşılamayı planlıyorlar.
Planlar ve olanaklar burjuvazinin ihtiyaçlarını karşılayacak gibi görünüyor. Daha doğrusu her şey başka ilişki ve çelişmelerden soyutlanarak ortaya döküldüğünden yeni umutlar pompalanıyor. Ama sınıf ve ulusal farklılıkların, büyük ve küçük devlet çıkarlarının bu ölçüde birbirine karıştığı bir dünyada salt ihtiyaçlar, kültürel, dil, coğrafi yakınlık gibi “avantajlar” üstüne oturtulan hesapların ne ölçüde gerçek dünyanın, çelişkiler ve çatışmalar dünyasının gerçekleriyle uzlaşır olduğunu yakın gelecekte göreceğiz. Ama bugünden görünen ise, Türk emekçilerinin, din ve şovenizm uğruna kolayca birleştirilip, burjuvazinin uysal uyduları durumuna getirilemeyeceğidir. Dahası, emperyalistlerin dümen suyunda yürüme politikasından bir çıkar sağlayıp sağlamama bile, emperyalistler arasındaki ilişki ve çelişkilerin alacağı biçimlere bağlıdır.
“Türkî Cumhuriyetler”e doğru “fethe” çıkanlar, evdeki “bulgurdan” olmayı da göze almak zorundadırlar. Çünkü yaşadığımız dünya, büyük çalkantı ve altüst oluşlara gebe, uzlaşmaz çelişmelerinin her gün daha da keskinleştiği bir dünyadır.
Ocak 1992