Haberler-Mektuplar: Yurtiçi Kargo İşçileri Sendikalaşma Yolunda

Geçtiğimiz ayın başında 17 işçinin, görünürde iyi çalışmadıkları gibi nedenlerle, aslında sendikal mücadeleye sahip çıktıkları için işine son verilmişli. Yurtiçi kargo işçilerinin başına bu nedenle işlen atılmalar ilk kez gelmiyor. Yaklaşık bir buçuk iki yıldır sendikalaşmak için çabaları olan işçiler defalarca toplu ya da tek tek işlerinden oldular. Hala sendikal nedenlerle atılan işçilerin davaları da hukuki olarak sürmekte.
Ama bu kez, daha örgütlü ve kararlı olarak yeniden sendikalaşma atılımına giren işçilere Yurtiçi kargo işverenlerinin tehditleri sökmüyor. Sendikaları Türkiye Motorlu Taşıt İşçileri Sendikası(TÜMTİS) da işçilerine kararlılıkla sahip çıkıyor.
24 Aralık salı günü işçiler birliklerinin ve örgütlülüklerinin ifadesi olarak hem işten sendikal nedenlerle atılmalara karşı, hem de sendikalı olmak istemenin ifadesi olarak vizite eylemini gerçekleştirdi. 350-360 işçinin (İstanbul işyerlerindeki) katılımıyla Aksaray’daki Yurtiçi kargonun Bölge binası önünden sendikacılarla birlikte Samatya Hastanesi’ne kadar sendika talebi ve işverene öfkeyi dile getiren sloganlarla yürüyerek vizite eylemini gerçekleştirdiler.
Ağırlıklı işçi sayısı Ankara-İzmir-İstanbul’da olan kargonun yurdun dört bir yanında şubeleri bulunmakla olup sendikanın yetkiyi işletme düzeyinde alması gerekiyor. Kargo işçileri üç büyük ilde ve diğer şubelerinde sendikalaşma mücadelesine sahip çıkıyor. Sendikanın da çabası aynı yönde. İşveren de bunu bildiğinden vizite eylemlerinin yapıldığı günün gecesi İzmir’den 10-15 kişilik işçi grubunu “yılbaşı nedeniyle iş yetişmeyecek İstanbul’a gideceksiniz” diyor. Olayın farkında olan işçiler hayır gitmeyeceğiz diyorlar. İstanbul’a gelenlerde hemen dönmek için işverene başvurmuş, kargo işveren temsilcilerinden Aslan Kurt ve Halil Ünlü şube müdürü olarak çalışan işçileri tek tek odalarına çağırarak bu vizite eyleminin sendikal mücadelenin yönlendirici işçilerini tespit etmeye, diğer yandan da bu aşamadan sonra nasıl önlem alabileceklerini tartışıyorlar haberleri yaygınlaştı. Haberin doğruluğu da 27Aralık Cuma günü 135 işçinin, vizite eylemine katıldıkları için (işçilerin ifadesi) 17. maddeden iş akitleri feshedildi. Bazı dürüst şube müdürleri de işçilerin yanında tavır aldıkları için atılanlar arasında. Bu olayla iyice bilenen işçiler sendikalarıyla el ele etkin ve süreklilik arz eden eylemliliklerini ifade ediyorlar.
Yurt içi kargo işçilerinin beynine sendikalaşma mücadelenin ışığı, yüreğine ateşi düştü bir kere. Demokrat işveren kisvesiyle işçileri oyalamaya çalışan kargo patronları İbrahim Arıkan ve avenesi hangi önlemi alırsa alsın, TÜMTİS sendikasının kargoya girişini engelleyemeyecek gibi görünüyor.

NAKLİYAT –İŞ TÜZÜK KONGRESİNDEN

Disk’e bağlı Devrimci Nakliyat-iş Sendikası’nın tüzük kongresi 22 Aralık pazar günü yapıldı.
Temmuzda yurda dönüş yapan, on bir yıldır yurtdışında mülteci olarak yaşayan Nakliyat -İş Başkanı Şemsettin Ercan kongreyi bir konuşma ile açtı. Sözü bol özü olmayan konuşmada mülteci düşünce ve ruh hali kendini açıkça sergiledi:
Disk’in kapatılmasından on bir yıl sonra sınıfın mücadelesinde hiçbir gelişim olmamış, mücadele 12 Eylül’le bıçak gibi kesilmiş de şimdi DİSK’i ve diske bağlı sendikaları açacak olan “önder” yöneticiler on bir yıl sonra kaldıkları yerden devam edeceklermiş, teması dışında kayda değer bir şey yoktu.
İşçi sınıfının mücadelesinin bugün geldiği durduğu yerin dünden ilende olmadığını görmek için ya ticaretle haşır neşir olmak yada yurt dışında yaşamış olmak gerekirdi.
12 Eylül’den de söz edilen bu açılış konuşmasından 2 Eylül’ü Türkiye işçi sınıfının ve emekçi halkının başına musallat edenin yalnızca 5 general olduğu açığa kavuştu.
Hatta söz konusu başkan iki önerge verdi.
1- Başta K. Evren olmak üzere 5 generalin cezalandırılması, hesap sorulması,
2- Anayasa mahkemesinin Disk’in mal varlıklarının iadesi ile ilgili kararı çıkarmayı geciktirmesinden ötürü Anayasa mahkemesinden de hesap sorulması
Bu önergeler için tek koşulunu da ekliyor: Anayasanın 15. maddesinin kaldırılması koşuluyla…
Eski Nakliyat İş’in işçileri Tümtis sendikasında örgütlü, tüzük kongresine yaklaşık 200 kişi katıldı. 50-60 kadar işçi Tümtis sendikasının üyesi olarak izleyiciydiler. Tüzük kongresinde Şemsettin Ercan Tümtis ile birlikten söz etti.
Sonra, kongre divanı Tümtis genel başkanı Sabri Topçu’ya söz verdi. Başkan kısaca, Disk Nakliyat-İş işçilerinin Tümtis üyeleri olarak örgütleniş süreçlerini, yaşadıkları sıkıntıları ve bu yasalarla grev yapılmaz anlayışını kırarak 87 ambar grevlerini ve bugün üye işçilerinin verdikleri mücadelenin TİS’lerde ekonomik demokratik iyileşmeyi kısmen sağladığını anlattı.12 Eylül sınıfın mücadelesiyle aşılmıştır. Yeni 12Eylül’ler bu ülkede her zaman olabilir. Buna karşı koymanın yolu işçilerin ve işçi önderleri yöneticilerin ve tüm emekçi halkın örgütlülüklerine sahip çıkmaktan geçeceğini belirtti.
SHP milletvekili Salman Kaya’nın da kısa bir konuşmasından sonra tüzük maddelerine geçildi.
DİSK Tüzüğü’nün yönetici ücretleri ile ilgili geçen 45. maddenin b fıkrası, TÜMTİS’te birlik diyen Nakliyat-iş’in tüzüğünde değişikliğe uğrayarak geçirildi.
45. madde b fıkrası: Tüzüğün bu maddesi 12 Eylül 1980 ile 16 Temmuz 1981 tarihleri arasında faaliyetleri durdurulmuş olan sendikanın yöneticilerine fiili hizmetleri olmadığı için uygulanamaz.
45.madde b fıkrasına yapılan ekleme:16 Temmuz tarihinden sonrası için yöneticilere ücret ödenip ödenmeyeceği. genel kurul kararıyla belirlenir.

İHD İŞKENCEYİ İZLEME KOMİSYONUNUN BASIN AÇIKLAMASI
Yücel Özen’in 9 Kasım 1991 günü başlayan gözaltı sürecinin 24 Kasım’da ölümle noktalandığı biliniyor. Ancak “bilinmeyen” ya da “ortaya çıkarılması gereken” şeyler var. Önce olayı kısaca hatırlayalım:
Yücel Özen, 9 Kasım günü gözaltına alınarak Beyoğlu Emniyet Amirliği’ne götürülür. Aynı günün gecesi Taksim İlkyardım Hastanesi’ni kaldırılır. Ancak 10 Kasım’da ve son kez olarak Emniyet Amirliği’ne götürülen Özen, 11 Kasım’da bu kez Acil Servis’e adeta bırakılarak kaçılır. “Kaçılır” diyoruz, çünkü bırakanlar resmi işlemleri dahi yapmadan kaybolurlar. Sağlık durumu çok kötü olan Özen, tüm çabalara rağmen kurtarılamayarak 24 Kasım’da ölür.
Yücel Özen’in ölümü soru işaretleriyle doludur:
Yücel Özen, niçin gözaltına alındığı günün gecesi hastaneye götürülmüştür?
Hastaneden tekrar gözaltına alındığında sağlık durumu nedir?
Tekrar (11 Kasım’da) Acil Servis’e niçin götürülmüştür. Buraya getiren polisler neden resmi teslim tutanağı düzenlememiştir?
Beyoğlu Emniyet Amirliği’nde Y.Özen’e ne yapılmıştır ki, iki kez hastaneye götürülmüş ve kurtarmak mümkün olamamıştır?
Kardeşinin işkence sonucu öldüğünü hastanede çektiği fotoğraflarla belgeleyen ve sorumluların yargılanması için elinden geleni yapacağını açıklayan ağabeyi Dursun Özen niçin tehdit edilmektedir?
Olayın gelişimi, tanık ifadeleri ve işkenceyi gösteren fotoğraflar Y.Özen’in ölüm nedenini açıkça göstermekteyken neden sorumlular halen yargı önüne çıkarılmamıştır? İmran Aydın olayında olduğu gibi takipsizlik kararı verilerek işkence örtbas edilmeye mi çalışılıyor?
Emniyet Amirliği’nden ilgili bakanlıklara kadar hiçbir yetkili devlet kuruluşu bu soruların gerçek yanıtlarını açılamamaktadır. İnsan hakları bakanlığı kurma hazırlığında “şeffaf karakollara değin ileri sürdüğü vaatlerle halkta “özgürlük beklentisi” yaratmayı amaçlayan koalisyon hükümetinin yaklaşımı da tutarlı olmak bir yana olayları saptırmaya yöneliktir.
Şöyle ki; işkenceciler ortaya çıkarılıp yargılanacağına, propaganda düzeyinde işkence karşıtı oldukları açıklanmakta (aksini açıklamak mümkünmüş gibi) ve fakat örneğin, son 3 yılda 3 kişinin işkence sonucu öldüğü Beyoğlu Emniyet Amirliği’ne yönelik hiçbir önlem alınmamaktadır. Üstelik Hüseyin Toraman örneğinde olduğu gibi, gözaltında “kaybolan” insanların durumu araştırılacağına, bu kişilerin gözaltına alınmadıkları ileri sürülmekte ya da “Bekaa Vadisi’nde oldukları” türünden suçlamalar, açıklamalar getirilmektedir.
Biz İHD İşkenceyi İzleme Komisyonu olarak Yücel Özen’e işkence yaparak ölümüne neden olanların yargı önüne çıkarılmaları için çalışmalarımızı aralıksız sürdüreceğiz. Ayrıca, bütün işkence, gözaltında ölüm ve kayıp olaylarının takipçisi olduğumuzu, bu tür olayların en kısa zamanda komisyonumuza iletilmesinin çalışmalarımızı daha etkin kılacağını kamuoyuna duyurmak istiyoruz.
25.12.1991
İHD İstanbul Şubesi
İşkenceyi İzleme Komitesi


GÜNEŞ GAZETESİ’NDEN ATILAN ÇALIŞANLAR GECE DÜZENLEDİ

Güneş gazetesinde çalışan emekçilerin alamadıkları 6 maaş, 4 ikramiye, 3 maaş farkı ve sosyal haklarını alabilmek için 2 Eylül’de vezne önünde başlattıkları eylemin sonucunda 4 Eylül’de noter kanalıyla 17/2’yle (tazminatsız ve ihbarsız) olarak işten atılmaları ve gazete önünde çadır kurarak eylemlerini orada devam ettirmelerinin 100’üncü gününde, yani 10 Aralık 1991 günü, Beyoğlu Belediyesi’nin yardımıyla ve yer tahsis etmesiyle, Taksim Belediye Gazinosu’nda bir dayanışma çayı düzenlediler. Çayın biletleri 20 bin liradan satıldı ve 2 bin tane bilet satıldı. Geceye o gün İHD’nin ve avukatlar gecesinin de olmasına rağmen bine yakın kişi katıldı. Geceye basın bildirisinin okunması ve basın toplantısıyla başlandı. Daha sonra ilk olarak Grup Yorum sahneye çıktı. Daha sonra sendika başkanlarının konuşması ve diğer basın kuruluşlarından, dergilerden ve sendikalardan gelen mesajların okunmasıyla devam edildi. Daha önce % 5’lik enflasyon zammı için Güneş çalışanlarını sokaklara döken, yürüyüşler düzenleten, fakat iş alamadıkları haklarını almak için eylem yapmaya gelince eylemcilere sırtını dönen TGS (Türkiye Gazeteciler Derneği) başkan ve yöneticileri geceye de gelmediler. Sadece bir mesaj göndermekle yetindiler. Grup Yorum’dan başka gecede, Ozan Hüseyin Başaran, Bilgesu Erenus, Ozan Çağdaş bir folklar grubu ve İstanbul Sahnesi’nden iki arkadaşın hazırladığı küçük bir oyun sergilendi ve basının içinde bulunduğu durumu küçük bir oyunla anlatıldı.

BABA VE ÇOCUKLARI
Cumhuriyet hükümetlerinin makus talihi midir, yoksa, yazıya dökülmemiş bir yasa, kural vs.nin bir gereği midir, nedir bilinmez, bu güne kadar kurulan bütün hükümetler, ilk iş olarak patron sendika, oda ve derneklerini ziyaret ettiler. Başbakanlar bunu hep “nezaket ziyaretleri” olarak açıklaya gelmişlerdir. Fakat bu açıklama hiç inandırıcı olmamıştır. Sokaktaki vatandaşın kafasında, “Bu güne kadar bizim İşsizler Derneği’ne değil bir başbakan, bir zabıt kâtibi bile nezaket ziyaretinde bulunmadı. Ne iştir bu?” sorusu cevapsız olarak kala-kalmıştır.
Bugüne kadar kurduğu hükümetlerle, dolayısıyla da patron ziyaretleri konusunda “pir” sıfatı almayı bileğinin hakkıyla kazanmış olan Demirel, geçtiğimiz haftalarda yaptığı son TÜSİAD ziyaretiyle bu müphem kalmış sorunun cevabını verdi de biraz rahatladık. Ayağının tozuyla TÜSİAD patronlarını ziyaret eden Süleyman Demirel, burada holding patronları için “Bunlar bizim çocuklar, demokrasinin çalışanları bunlar” dedi.
Bu durumda İşsizler Derneği üyesi vatandaşın kafasındaki sorunun cevabı verilmiş oluyor. Artık konuyu, bir “Baba”nın çocuklarını ziyaret etmesi çerçevesinde değerlendirmek gerekir. Çünkü babalar ve çocukları arasında tarihten ve soydan gelen bir bağ vardır ve bu bağ ayakkabı bağına benzemez. Babalar ve çocuklar arasında sevgi, saygı vb. gibi kutsal anlamlarla yüklü bir ilişki vardır. İhmal etmeye gelmez, birbirini gözeten, hatta birbiri için var olan bir ilişkidir bu. Tarihte, çocukları için kendini ateşe atan çok baba görülmüştür.
Öte yandan yeni bir sorunla da karşı karşıyayız.
Miting meydanları ile TÜSİAD kabul salonları doğaları gereği birbirinden farklıdır. Birinde bulunan, diğerine yabancıdır. Yabancılar da kardeş olamaz. Miting meydanlarında Demirel’e “Baba!” diye haykıran emekçilerin kendi kendilerine “Baba’nın çocukları onlarsa, biz neyiz?” diye sormaları pek haklı ve cevabını yalnızca Süleyman Demirel’in verebileceği bir sorudur.

MEMUR MÜCADELESİ YENİ BİR AŞAMADA
Kamu emekçilerinin özellikle 1990 Temmuz’uyla birlikte gelişen mücadelesi ve kurduğu sendikalar bugün tarihi bir dönem yaşıyor.
Kamu emekçilerinin mücadelesi; direkt olarak devleti hedeflediği ve hizmetten gelen gücünü kullandığında da bu çarkın işlemesini durduracağı için daha baştan karşısında devleti, onun koruyucusu olan polis ve mahkemeleri bulmuştur. Bu nedenle de kamu emekçileri sendikalaşma aşamasındayken devlete karşı mücadelesini yükseltme zorunluluğunu duymuştur. İşte bu nedenle -devlet güdümlü işbirlikçi grevsiz sendikaları saymazsak- grevli, toplu sözleşmeli, mücadeleden yana olan sendikalar; çıkış aşamalarında doğal olarak devrimci tutum sergilemişler ve eylemlerini yükseltmişlerdir. Mühürlenmelerine karşılık kendilerini yasalara tabi kılmamış, fiili ve meşru bir sendikacılık yapmışlardır.
Ancak gelişen süreçte; özellikle SHP-DYP koalisyon hükümetinin demokrasi havarisi kesilerek, toplumun her kesiminin olduğu gibi kamu emekçilerinin de umut tüccarlığını yaptığı günümüzde; kamu emekçileri de bir bekleyiş içine girmekte ve bunun yansımaları sendikalarında da görülmektedir. Yasal düzenleme yapılacağı açıklamalarıyla, yoğun bir örgütlenme talebi gelişirken; sendikaların niteliği de değişime uğramaktadır. Bununla birlikte devlet destekli grevsiz sendikal anlayışlar teşvik edilmektedir. Memurların sendikal örgütlerinin Türk-İş’e bağlanması için devlet Türk-İş’le görüşmeler başlatmıştır. Kamu emekçileri yasal düzenleme vaatleriyle oyalanırken; sendikaları toplu sözleşme masasına çağırma yerine zam oranları devlet tarafından belirlenmekte ve İLO standartlarında grevsiz bir sendika yasası çıkarma hazırlıkları devam etmektedir.
Çıkarılması düşünülen sendika yasası ile kamu emekçilerinin birliğinin bölünmesi ve meslek sendikalarının oluşturulması hazırlığı yapılmaktadır. Bu konuda mesajı Tansu Çiller bir açıklamasında, 6 ay sabredilmesini, öğretmenlere 6 ay sonra sendika hakkı verileceğini söyleyerek vermiştir.
Özellikle hizmetli personellerin -daha önce işçi statüsünden memur statüsüne geçirilerek işçi sendikalarının güçsüzleştirilmesi oyununa alet edilenlerin- işçi statüsüne geçirilerek, memur sendikalarının güçsüz bırakılması oyununa alet edilmesi ve yine işçi-memur ayrımının körüklenmesi gündemdedir.
Bugün memur sendikalarında bulunan devrimci, demokrat ve yurtseverlere düşen görev: Devletin ikiyüzlülüğünü, oyalama politikasını teşhir etmek ve bunun için de mücadeleyi zorlamaktır. Gelişen koşullarda bugün kamu emekçileri sendikaları, işkollarında çalışan tüm kitleyi kucaklayabilme potansiyeline sahiptir. Bu potansiyeli doğru hedefler etrafında örgütleyerek, sendikalara çekmek, ancak gövdesi büyüyen sendikalarımızın niteliğinin değişimini önlemek için; kitle eğitimini mücadele içinde gerçekleştirmek, beklemeciliğe, uzlaşmacılığa prim vermemek; bu sendikaların en önemli görevlerdendir.
Devletin oyalamalarına ve dayatmalarına karşı, sendikalar, önceden belirlenmiş politikalarla yığınlara gitmelidirler. Günlük politikalar belirlemek yerine gündemi bizzat belirleyerek, kitleleri belirlenen gündemle harekete geçirmelidirler. Sendika yönetimlerinin yanlış tutumları ve kararlarına karşın; tabanda faaliyet yürüterek, yönetimi zorlamalıdırlar.
Kitlelerin taleplerini grevli-toplu sözleşmeli sendika talebiyle sınırlamamak; işçi sınıfıyla, ezilenlerle dayanışma ve Kürt halkının mücadelesine destek vermeye (özellikle de gelişen şovenizm dalgasını kırarak) doğru genişletmek gerek.
Unutulmamalıdır ki; kamu emekçilerinin çalışma ve yaşam koşullarının giderek işçi sınıfına yaklaşması, bugün adına memur denilenlerin büyük kısmının aslında devletin yönetim erkini elinde bulunduran memur olmaması, mücadelesinde işçi sınıfının yolundan gitmesi, kamu emekçilerini işçi sınıfının en önemli müttefiklerinden biri yapmaktadır. İşçi sınıfının devrimde çıkarı olan diğer ezilen sınıfları, kendi talepleri için mücadeleye sevk edebildiği oranda kendisi İçin sınıf olma niteliğini kazanabileceğini düşünürsek, kamu emekçileri içinde faaliyet yürütmenin, devrim için yeni olanaklar sunduğunu görürüz. İşte bu nedenlerle devrimci kamu emekçileri; sendikalarına, kamu emekçilerinin mücadelesine karşı ilgili olmalı ve bizzat faaliyetin içinde yer almalıdır.
Firdevs SONER

ULUDAĞ ÜNİVERSİTESİ ÖĞRENCİLERİNDEN AÇIKLAMA
Uludağ Üniversitesi’nden devrimci öğrenciler, dergimize bir açıklama yolladılar, açıklamayı kısaltarak veriyoruz:
18 Aralık’ta Görükle Kampusu’nda İkt. İd. Bilimler Fakültesi Öğrenci Derneği’nin (İFÖD) “Yasal başvuru ve dernek tüzüğünün oluşturulması” amaçlı kitle toplantısı jandarma tarafından basıldı. Öğrencileri dipçik, odun, tekme ve yumrukla döverek ortalığı kan gölüne çeviren jandarma, 69 öğrenciyi gözaltına aldı. Ağır yaralılar da dâhil, yaralıları ambulansa vermeyen jandarma, arabalarda da dövmeyi sürdürdüler.
Birçok arkadaşımız ağır yaralandı, gözaltında işkenceye uğradı. Üstün körü bir muayeneye rağmen arkadaşların vücutlarındaki darp ve işkence izleri saptandı.
Bunlar yetmiyormuş gibi, son olarak 24 Aralık günü sabaha karşı, emniyet güçlerinin yurda yaptığı ‘çıkarmada’ onlarca kişi hiç bir gerekçe gösterilmeden gözaltına alındı.
Bizler, Uludağ Üniversitesi’nden devrimci ve demokrat öğrenciler olarak;
1- Siyasi arenada demokrasi nutuklarının atıldığı şu günlerde, dernekleşme hakkını kullanmak isteyen öğrencilerin dernek toplantısını basarak, öğrencilere süngü, dipçik ve kalaslarla insanlık dışı bir şekilde saldıran, ambulansı geri çevirip yaralıları otobüse dolduran jandarmanın tutumunu,
2- Öğrencilerin görüşme talebini reddedip öğrencilerin üzerine kolluk kuvvetlerini salan Dekanı,
3- Öğrencilerin götürüldükleri karakollarda insanlık dışı koşullarda tutulmasını, özellikle Osmangazi Karakolu’nda akıl almaz işkenceye maruz bırakılmalarını, öğrenciye muhbirlik teklif edilmesini,
4- Anayasal bir hakkı kullanmayı “suç” kabul ederek 16 arkadaşımızı cezaevine yollayan “adalet” zihniyetini,
5- Yurtta terör estirilerek gerekçe gösterilmeden onlarca arkadaşımızın gözaltına alınmasını,
6- “Bilim yuvası” olan üniversitenin jandarma-okul idaresi işbirliği ile kışlaya çevrilip eğitim ve öğrenim özgürlüğünün engellenmesini ve öğrencilerin can güvenliğinin olmamasını KINIYORUZ.

Değerli Özgürlük Dünyası Çalışanları
Sizlere yazmak islediğim konu şu:
Göksün Lisesi’nde lise müdürü tarafından sürekli olarak köylü çocukları ve Alevi’ler ezilmektedir. Keyfi disiplin cezaları, okulda öğrenciler arasında kavga başlatmaları, en kötüsü şeriatı aşılamak, erkekler ve kızların ayrı ayrı kapılardan içeri girmeleri, sınıfta bir kızın, bir erkekle konuşturulmaması, okul bahçesinde bir hudut çizilerek erkeklerin kızlarla gezmemeleri, “hududu geçmemeleri” gibi çağdışı uygulamalar. Göksün Lisesi’nde öğrenciler arası kız, erkek hududu çiziliyor. Demokrat genç öğrenciler, öğretmenler ve gerici öğrenciler tarafından gelin bizim gençliğe takılın. “Bizim Ocak” gibi derneklere takılın sınıfı geçin, yoksa sınıfı geçemezsiniz. Beden öğretmeni öğrenci başına (10.000) TL para topluyor spor için. Bin küsur öğrenciden alınan paranın miktarını düşünün, alınan malzeme ortada yok.
Değerli arkadaşlar, çocuklarımız bu şartlar altında yine de mücadelelerini sürdürmektedirler.
Hepinizi en içten duygularımla selamlıyorum, tüm arkadaşlarım adına bu yazımızı yayınlamanızı istiyoruz.
K. Maraş/Göksun’dan bir Özgürlük Dünyası okuyucusu.

HACI SAKİR İŞÇİSİNİN AMERİKALI PATRONLARCA EMEK TALANI
İş hakkı feshedilenler 2,5 milyon TL ihbar ve kıdem tazminatı aldılar. Erkeklerin büyük çoğunluğu, ücretlerini işverenle tek tek tespit ederek, işyerinde kaldı. Yaklaşık % 60-70 oranında zam aldıkları tahmin ediliyor. (Eskiden % 100 idi.)
Amerikan şirketlerine peşkeş çekilen Türkiye işçi sınıfının talan süreci son dönemde hızlanarak artıyor. Bu sürecin önüne katıp sürüklediği işçilerden birkaçı da Hacı Şakir Sabun ve Gliserin fabrikalarında çalışıyor.
Fabrikanın satışı söylentileri ile 6 aya yakın bir süredir huzursuz olan işçilerin 17 Aralık günü işten atılmaları ile gündeme geldi ve işçiler isyan ettiler. Önce vizite eylemine çıktılar, ertesi gün ise fabrikada direnişe başladılar. Bir sonraki gün ise, “önder” işçilerin işverenlerle uzlaşmaları sonucu önce 25 bayan işçi olmak üzere, … kadar işçi sokağa atılmışlardır. Geri kalanlar yeni işverenle yeni sözleşmeler imzalayarak, kazanılmış haklarından vazgeçme pahasına, çok düşük ücretlerle fabrikada kalmayı başarmışlar.
Hacı Şakir Sabun Fabrikası işçileri 12 Eylül öncesi DİSK’e bağlı Gıda-İş Sendikası üyeleri, DİSK’in kapatılması sonucu, işçiler sendikasız kalmışlar. 1987’deki sendikalaşma girişimleri sonucu 43 işçi atılmış. Son birkaç aya kadar örgütsüz kalan İşçiler 20.11.1991’de Hak-İş’e bağlı Özgıda-İş Sendikası’na üye olmuşlar. 22.11.1991’deki bakanlık tespitine rağmen işveren sendikaya yetki verme konusunda itiraz ediyor, sendika tarafından açılan dava halen sürüyor. 15 Ocak’ta yapılacak yeni sözleşme de rafa kaldırılıyor.
İşçiler, şimdiye kadar sendikaya hiç ihtiyaç duymadıklarını, patronla işçi temsilcisi olarak seçtikleri arkadaşları arasında yapılan toplu sözleşmelerden alınan hakların, kendileri için makul artışlar olduğunu söylüyorlar. Her yıl ücretlerde, sosyal haklarda % 100 bir artış sağlanıyordu. Sosyal hak olarak 4 maaş ikramiye, 4 ton kömür, tahsil ve çocuk yardımı, giyecek yardımı alıyorlardı. Eski patron olan Süleyman Şahin, Maya şirketler grubuna fabrikasını 22 milyara satmış. Şimdi ise Maya şirketler grubu, Colgate Amerikan Firması’na 150 milyara devretmiş. Bu satıştan işverenler memnun, ama işçiler kış ortasında kendilerinin sokakta bulmaktan hiç hoşnut değiller. Tam tersine, kaybettikleri karşısında çok öfkeliler, daha önceden sendikalı olma girişiminde bulunmamaktan da ders çıkarıyorlar.
Hacı Şakir işçileri sendikalaşma mücadelesine yeni başlamışlar. % 90 oranında sendikalı olmalarına rağmen işveren sendikayı yetkili saymıyor. Sendika tarafından açılan dava iş mahkemelerinin işveren yanlısı tutumu nedeniyle oyalama sürecine girmiş durumda.
İşçilerin direnişteki kararsızlığının fazla uzun sürmemesi, eylemin kırılması, işten atılmaya karşı birlik içinde olamama, patronların sözlerine güven duyma gibi örgütsüzlüğün ve bilinçsizliğin getirdiği olumsuzluklar halen devam ediyor. 1983’len beri sözleşme imzalayan “önder” işçi temsilcilerinin de halen fabrika işçileri arasında birlik ve örgütlülük sağlayamama gibi zaaflarının sürmesi, işçilerin çıkarlarını olumsuz yönde etkileyen en önemli faktörlerden biri. Bu arada, genel olarak ülkemiz işçi sınıfının örgütlenme bilincinin zaafa uğratıldığı pek çok etkenin yanında patronların işçi sınıfını bölme ve geriletme konusundaki ustalıklarını da göz ardı etmemesi gerekir. Bu konuda Hacı Şakir işçileri acı da olsa deney kazanmış ve sınıfsal çıkarları açısından olumlu bir adım olan sendikalaşma bilincini kazanmışlardır. Yeni Amerikan kovboylarıyla savaşmayı da zamanla öğreneceklerdir.

TÜRKİYE’DE KÜRT OLMAK
Sait EFE
İlk affı üçkâğıtçılara çıktı seksen sonrası. Karaborsacı kaçakçılar. 12 Eylül sonrası Türkeş diyordu ya.
“Biz içerdeyiz, düşüncemiz iktidarda” diye.
Onun benzeri bir anlayışla çıktı bu af. Mevsim kış. Bir de karanlıkla zaman göz gözü görmüyor. Ortalık toz duman. Tuttuğunu içeri atıyor zorba içeride ayırıyorlar sonra suçlarına göre.
-Sen?..
-Pankart astım!
-Sen?..
-Duvara yazı yazdım!
-Sen?..
-Slogan attım!
-Sen?..
-Mitinge katıldım!
-Sen?..
-Dergi dağıttım!
-Sen?..
-Yazı yazdım!
-Sen?..
-Resim çizdim!
-Sen?..
-Kürtçe konuştum!
İnin aşağı lan! En alt kata. Bodruma. Bir yanı lağım, bir yanı kan kokan bölmeye. Gözler bağlandı. Kanlı, katran çaputlarla Canlar dağlandı. Kara cop, kuru değneklerle sille, tekme dersan, şakır şukur.
İkinci yarıya geldi sıra. Kalan suçlulara:
-Sen?..
-Anamı sattım!..
-Sen?..
-Bacımla yattım!..
-Sen?..
-Şekere kireç kattım!..
-Sen?..
-Hazine’ye kazık attım!..
-Sen?..
-soygun!..
-Sen?..
-ırzı!..
-sen?..
-Eroini!..
-Sen?..
-kokaini!..
-sen?..
-kalpazan!..
Sizi şöyle alalım beyler üst odaya. Geniş pencereli, ışıklıdır orası. Kısa bir süre konuğumuz olacaksınız. Çeker gidersiniz sonra, suçunuz ideolojik değil. Vatana, millete yararınız yok. Çay, kahve ne istersiniz. Söyleyin getirsinler yumuşak delikanlılarımız, sertlerini aşağıya gönderdim. Taş gibi oğlanları.
Kimini aslı, kimini kesti. Kalanlara da onlarca, yüzlerce yıllık cezayı bastı aşağıdakilerin.
Yukarı çıktı.
Sordu sual eyledi. Birer neskafe daha söyledi.
Üç isim okudu. Üç suç ismi…
Kaçakçı, karaborsacı hırsızlar.
Üç adım öne çıksınlar dedi.
Çıktılar.
Özür diledi. Yapılan yanlışlıktan ötürü. Eh işte, kurunun yanında yaşta yanarmış bazı durumlarda. Bugün sizlere olduğu gibi. Gözünde suçlu değillerdi. Uyanık müteşebbisçilerdi. Liberal economist, atılgan sermayecilerdi.
Meslektaştılar aynı zamanda. Kendisini tanıttı onlara.
Sen ustamdın. Nasıl tanımazsın beni? Senden öğrendim her şeyi, sana borçluyum bu koltuğu.
Seni de çıkarak tutmuştum kendime. Tanımadın mı beni?
Biz dostlarımızı unutmayız. Çıkın dışarı.
Açıldı kapılar.
Çıktılar.
Örtüldü yine.
Ta ki çıbanbaşı gibi sararana kadar cezaevleri toplumda “af istekleri “af diye yanıtlandı uzun süre. Ne zaman ki içi irin dolu, çıban zonklamaya başladı çürük bedenlerinde. “Af dediler onlar da. Sırtlarındaki kamburda artmıştı bayağı. Artmış ve eğmişti bedenlerini yere değecek kadar. Afla azaltacaklardı bunu. Af! Af! Af ama nasıl? Ne sokabilirlerdi bu af yumuşatmasının altında. Öyle kuzu kuzu af verecek değillerdi ya!
Ana, babalar da miyoptu bu konuda. Bir adım ötelerini göremeyecek kadar miyop.
Oğlum çıksın da… Ya da kızım…
Kapan kurdular affın ardına. TMY kapanı. Bir düşen bir daha çıkamaya diye. Hatta hiç düşmeye. Baştan bitirile işi. Beş kurşun, bir bombayla. Polislere sertifika verilmişti nasılsa. İnsan avı sertifikası.
Af oltanın ucunda bir yemdi yalnızca.
Yeteri kadar yatmış olacaklar olmuştu birçoğu için. Azılıları (!) ayırıp bıraktı bazılarını.
Yüksek mahkemeye başvurdular; insan hakları savunucuları.
Bir basamak daha çıkıldı af konusunda, idamlıklar, müebbetlikler de salındı. Kürtler dışarıda.
Eroinci, kokainci, uyuşturucular da çıktılar. Geçen ayki kararı ile yüksek mahkemenin.
Yalnız Kürtler kaldı içeride. Kürtçülükten yatanlar.
Eskişehir tabutlarına koydu onları da. Diri diri gömmek üzere. Tabutluklar tahtadandır her yerde. Beton tabutları omuzlan kaldırabilecek mi bakalım faşizmin. Çok ağırlar çünkü.
En ufak bulgular bile sanığın lehine kullanılır yüksek mahkemelerde. Benzeri durumlar için.
Kim bilir kaç gün, kaç ay karıştırdılar yasaları yargıçlar. Cilt cilt, kitap kitap, yaprak yaprak. Karıştırdılar ki, zırnık bir madde bula da, bu ayıbını örteler düzenin. Bulamadılar ama. Her kitap, her sayfa, her yaprak, her satır, her sözcük. Hatta her harfi ile Kürt düşmanlığı kaynıyor belgeleri.
TC’nin bir ayağı ulusal kurtuluş savaşı ise, bir ayağı da Kürt düşmanlığıdır çünkü.
İlk kavşak ayrımında ikinci ayak şimdi.
Ya kardeşlik!.. Ya kangren!
Görünen ok ki kangrenden yanalar onlar. Bir gerçeğin kabulü değil, bir manevradır Kürt realitesinin ‘görülmesi’ içine düşülmüş zor bir durumdan kurtulmanın manevrası. Değişme, meğişme yalan. Sürüye yaklaşamayan kurdun koyun postu giymesidir olan. Bu nasıl kardeşlik ki kardeşinin adını duyunca yüksek gerilime tutulmuş gibi kızarıyor yüzü. Hortlak görmüş gibi fırlayıp dışarı çıkıyor gözü. İşte Leyla Zana Kürt kızı Leyla. Nasıl da birleştiler sağdan sola. Dost düşman girdiler kol kola. Yürüdüler üstüne üstüne kızın. Nerdeyse yiyeceklerdi.
HEP kongre yapmış Ankara’da.
Bir bombardıman daha.
Sorun “HEP” değil, hiç… Hiç geçmemesi Kürt adının.

BEKLENTİLERLE BEKLEŞENLER
Mehmet ESATOĞLU
Ankara’da kışın açıktan estiği bir akşam. Yollar, arabalar, insanlar ve hafif bir yağmur.
Rüzgâr ve yağmur damlaları arabanın ön camını yalayıp geçerken Perdeci, etrafı seyretmede.
Sıhhiye kavşağında kapatılan yola ve trafik keşmekeşine bakıp “yine ne kent cinayetleri tezgâhlanıyor?” gibisinden bir iç çekti.
Şoför “iyi oldu ama” dedi.
Perdeci duymadı. -Dalgındı- .
Şoför yineledi: “İyi oldu ama diyorum.”
Perdeci -dalgınlığın içinden- “Yine de tıkanıklık olacak. Acımasız.”
Şoför “Tıkanıklık olursa bu eskinin günahı.”
Perdeci “Yoo, bence bozukluk yapılanmada. Tıkanıklığın nedeni o.”
Şoför “Sizce yıkım şart mı?”
Perdeci “Yıkım kaçınılmaz. Çünkü baştan yanlış yapılmış.”
Şoför “Yıkım demek kolay. Peki yerine ne gelecek?”
Perdeci “Yeni bir düzenleme. Çoğunluk gözetilerek.”
Şoför “Çoğunluk gözetilmeyecek diye bir şey söylemediler.”
Perdeci “Başından beri çoğunluğa yönelik bir plan yoktu.”
Şoför “Bence baba yapacak bu sefer kıyağını.”
Perdeci “Ooo.. Baba trafik işlerine de mi bakacak?”
Şoför “Ne trafiği?”
Perdeci “Sıhhiye-Kızılay yolundan bahsediyorum.”
Şoför “Şey.. Ben.. Yeni hükümet.. Yani..”
Perdeci …
Şoför …
Perdeci “Ben sağda ineyim.”
Rüzgâr ve yağmur yüzünü yalarken Perdeci inmeye başladı Küçükesat’tan aşağılara doğru.
Tiyatrocu dostlarını bulabileceğini umduğu birkaç küçük lokale baktı. Karşılaştığı eski birkaç dostuyla kısa konuşmalar yaptı. Aradığı insanları sordu. Tahmini birkaç yer adı sıraladılar. Telefonla evlerini aradı. Mekanik telesekreter anonslarına yanıt vermedi. Çıkarken söylendi:
“Yau.. Bu insanlar neredeler?”
Yolun sonunda tiyatrocuların öylesine uğradıkları bir yer geldi aklına. “Hafta içi insanlar olur mu orada?” umutsuzluğuyla o yöne doğru yürürken, lokalin önündeki araba kalabalığı dikkatini çekti.
“Bir kutlama mı var? Belki de bir oyununun prömiyer yemeği.” düşüncesiyle içeri girdi,
Kapıda her karşılaştıklarında “Ah., ah.. Bu ay yine işler , nanay” diye yakınan sayman kılıklı adamla karşılaştı. Adam Perdeci’yi görünce “Ooo hoş geldiniz.. buyrun.. buyrun.. Kokuyu alan burada.”
Perdeci “Ne kokusu?”
Adam anlamlı bir kahkaha patlattı. “İktidar.”
Perdeci pek bir şey anlamadı bu yanıttan. Sordu: “Peki ya gidenler?”
Adam -pişkin- “Öyle sorunlarımız mı vardı?”
Perdeci paltosunu çıkararak vestiyer görünümlü köşeye doğru yöneldi. Ancak asamadı. Köşede boş askı kalmamıştı. Paltosu kolunda sigara dumanı, alkol ve kızartma kokusu ile yoğunlaşmış bir alana girdi.
Masalardan kimi eller, kollar sallandı. Kimini selamladı, kimiyle el sıkıştı. Köşedeki masada Ankaralı dostlarını buluverdi.
Masadakiler Perdeci’yi görünce hararetli konuşmalar bir an kesildi. “Ne var ne yok?”lu hal-hatır muhabbeti başladı. Ardından gündelik işleri dair kısa ‘kısa konuşmalar, ondan sonra bir sessizlik geliverdi.
Masadan biri “Kız doğdu.” esprisiyle sessizliği bozmağa çalıştı, işte Perdeci o an konuşulan ana konunun kesintiye uğradığını hissetti. Birdenbire yakın geçmişteki ölümlere ilişkin bir konuşma başladı. Ana konu gözlerde dolanırken biri aniden ortaya atıverdi: “Peki bu müsteşar sorunu nasıl çözülecek?” Konuya dalmak üzere yeniden bir sessizlik oluşurken Perdeci şaşkınlıkla soruverdi:
“Ne müsteşarı yau?”
Masadakiler onun bihaberliğinden tedirgin bakıştılar. Masanın ucunda oturan iktidardan nimet beklentili eski bir televizyon yapımcısı açıklama duygusuyla:
“Yani., yeni hükümet., hani., kuruluyor ya.. Hani, düşündük de, bakan arkadaşımız sayılır. İşlerin sağlıklı yürüyebilmesi için müsteşar diyorduk.. Hani bizden biri olsa… Ne bileyim.”
Perdeci -muzip- “Hem müsteşar., hem de bizden.” “İnanın ben görmedim böylesini bugüne kadar. Hem müsteşar olacak hem de..:” “Belki şöyle bir ünlü söz uyarlamak gerekecek.”
“Efendiler! Kaymakam, vali, müsteşar, hatta başbakan olabilirsiniz. Ama düzenin çarkları içinde asla bizden yana olamazsınız.”
“Kırılmayın. Soruna politik taktikleri görmezden gelerek dümdüz yaklaşmıyorum. Belki de bu ‘müsteşar muhabbetinize’ çok tepeden düştüm.”
“Şaşırmakta haklıyım sanıyorum. Şu masaya baksana. Nice güzellikler üretmiş, düşüncelerinden ötürü genel müdür tarafından sürüm sürüm sürülmüş birçok dostum oturmuş bir masa etrafında ‘müsteşar muhabbeti’ yapıyor. Belki de sözcükler çok medet umar bir havada söylendi. Yanılıyor muyum?”
Eski televizyoncu “Bak Perdeci, eski günlerde değiliz. Artık çocuk da değiliz. Maceraya da karnımız tok. Dünya değişecek diye uğraştık, kafa tuttuk yöneticilere. Dinlemedik emirlerini. Kışkırttık insanları düzene karşı, oyunlarımızla, çizgilerimizle, müziklerimizle. İnsanlardan büyük destek gördük. Ama çok da acı çektik, ceza aldık, işsiz kaldık, onurumuz çiğnendi. Şimdi ülkede yeni bir dönem başlıyor. Başlayan yeni dönem biz aydınlardan destek bekliyor. Karşılığını da verecek. Toplanmamızın ana nedeni bu.”
Perdeci “Size iyi beklentiler.  Şaşırdım.”   “Eskiden tükürdüğümüz çözümlere sarılmak. Burada döndürülen ‘müsteşar muhabbeti’ genelde ülke çapındaki yeni hükümetten yeni umutlar beklemek muhabbetinden ayrı değil, demek. Şaşırdım. Çünkü denenmiş, acı çektirmiş, işkence etmiş, ülke düzeyinde beş bin insan öldürülürken gıkı çıkmamış bir lidere yeni bir umutmuş gibi yaklaşmak.”
“İnanılacak gibi değil.”
“Yetmişli yılların başında sıradan insanların, aydınların Ecevit’in arkasından bir umutmuş gibi koşmalarının belki bir açıklaması olabilirdi.”
“Ama bugün…”
“Onca şey yaşanmışken ve liderin kimliği açık seçik ortadayken…”
“Öyle sanıyorum ki, bu rüzgâr özellikle estiriliyor. Düzenin sürmesi için birilerinin umut olması gerek. Yeni lider yok. Peki, umut kim olacak?”
“Temcit pilavı sever misiniz?”
“Hayır, pek sevmem.”
“Başka bir şey kalmadı. Çaresiz, yeniden ısıtıp sunacağız size.”
“İşte bir tabak yeniden ısıtılmış temcit pilavı.”
“Ooooo… harika”
“Yuuuuuh! Beyler önemli olan o filmi görmeden gidişat hakkında düşünce yürütmek. Bizi, sıradanlıktan ayıran da bu değil midir?”
“Hadi gelin. Eski öykülere gidelim. Yetmişli yıllara…”
“12 Mart balyozunun etkileri geçip giderken, bir tiyatro akşamında buluşalım. Halis Abi’yi yâd edelim.”
“Demokrasi., hoşgörü., uzlaşma rüzgarı estiriliyor. Estirilenler başımıza 12 Mart balyozunu indirenler…”
“Ak günlere… ak günlere…”   
“Bir liseler arası tiyatro şenliği. Final akşamı. Halis Abi –üst düzeyde bir milli eğitim görevlisi- koşturuyor. Uçuyor adeta. Sahnede bir Brecht oyunu. Hem de Carrar Ana’nın Tüfekleri. (Oyun, İspanya iç savaşını anlatır. Savaştan yakınlarını yitirdiği için yılmış bir ana ve oğullarının öyküsüdür. Sakladığı tüfekleri ondan almağa gelir ananın erkek kardeşi: Ana, savaşın acılarını koyup silahları vermek istemese de finalde hem silahları verir hem de kendisi de savaşa katılmağa ikna olur. Oyun boyunca İspanya iş savaşı ekseninde faşizme karşı tavır tartışılır.)
Sahneye boydan boya bir pankart asmış oyuncular:
“Kendi davası için dövüşmeyenler, dövüşmüş olurlar karşı, safta.”
Oyun süresince protokol sırasından yalnız Halis Abi’den solo kahkahalar. Özellikle rahip sahnesinde. (Kulakların çınlasın Mustafa!)
Oyun finali alkışlar., alkışlar.. Halis Abi ayakta alkışlıyor. Perde kapanırken o günlerin hoşgörü ortamına yaslanarak valiye dönüyor:
“Görüyor musunuz beyefendi? Gençlerimiz nerelere gelmişler, dünyayı nasıl yorumluyorlar?”
Oyunun başından beri patlamak için bahane arayan vali bütün öfkesiyle:
“Yöneticiler nasıl izin veriyorlar? Anlamıyorum. Bu körpe dimağlar…”
“Vali bey her türlü demokrasi, hoşgörü, vesaire ve vesaireyi çiğneyerek çekip gidiyor, Halis Abi’mizi oracıkta boynu bükük bırakarak.”
“Ertesi gün soruşturmalar., soruşturmalar., soruşturmalar.”
“Halis Abi o akşam ‘bırakalım bu düşleri…’ diye başlayan konuşmama alınarak kırıldı bana. Konuşmadı bir süre.”
Masada tuhaf bir hava esti. Eski televizyoncu -hafif öfkelenerek- sürdürdü:
“Katılmıyorum.. 12 Eylül farklı.. 12 Eylül’de topyekûn politikacısı, işçisi, köylüsü, öğrencisi, herkes çok çekti. Sanırım yeterince ders çıkardı. Madem dünyada yeni bir gidişat var. Bunun ülkemize de yansıması güzel değil mi?”
Perdeci -muzip- “Bizim ülkeye yansıyan bir şey mi var? Bir iki tatlı söz dışında. İşkenceler., kayıplar.. Kürt ellerinde dipçik, dayak, kurşunlama, kentlerde işten atmalar, palavra ücretler, grevlere saldırılar.”
“Affedersiniz yansıyan ne?”     .
“Öyle deme. Hükümet daha yeni kuruldu.”
“Enkaz mı devraldı dersin.”
“Bırak bu kafayı be.. Eskiden AP-CHP bir araya gelebilir miydi? Hâlbuki bugün…”
“Pardon… Benim böyle bir talebim yoktu. Bu, 12 Eylül öncesi para babalarının dikte ettirdiği bir önerdiydi. Anımsıyor musunuz? Darbe öncesi paçavra basının manşetlerini düşünün. Geniş tabanlı hükümet kurulsun, taban fiyatları ve işçi ücretleri dondurulsun, sıkıyönetim komutanlarının yetkileri artırılsın. Falan… filan.”
“On bir yıl az gittik, uz gittik. Bir baktık, bir zamanlar bize kabul ettirmeye çalıştırdıklarına bu kez biz demokrasi çığlıklarıyla sarılıyoruz.,”
“Şimdi soruyorum. Aydın insanlar olarak, biz bu insanlara ne söyleyeceğiz?”
“Pöh. Sanki millet bizim ağzımızın içine bakıyor.”
“Öyle deme. Önemli olan senin tavrın. Tarih önündeki sorumluluğun.”
– Masada sessizlik.-
“Tepedekiler demokratik bir katılımdan söz ediyorlar. Bunu yabana atmamak lazım. Yalnız sosyal demokratlar değil, sağcı başbakan da söylüyor.”
Perdeci “Evet, tıpkı 1970lerin başında kurulan koalisyon gibi. Ecevit ve Erbakan ortaklığıyla kurulan hükümetin de başlangıçtaki açıklamaları aynen böyle. Böyle başlıyorlar. Bir yıl geçmeden savaş gerekçesiyle sıkıyönetim ilan edip grevleri erteliyorlar.”
“Geçen gün kütüphanede yetmişli yıllardaki gazete koleksiyonlarında koalisyon için yazılanları okurken şaşırdım kaldım. Bütün basın ve köşe yazarları Ecevit’le koalisyon kurmayı kabul etti diye Erbakan’ı demokrasi havarisi ilan ediyorlar. Demirel’se tu kaka.”
“Şimdi bir kez daha soruyorum. Bütün bunlar bilinirken bu insanlara ne diyeceğiz?
“Neden toplandınız burada?”
‘”insanca bir düzen’ şiarıyla yola çıkmış sizleri, bu akşam burada kirli iktidar hesaplarıyla uğraşır buldum. Üzüldüm.”
” ‘Bencil çıkarın buzlu sularındaki bu gemi nereye gidiyor? Bir çağrı mı bekleniyor?”
“Yetmişli yılların sonuna doğru kurulan sosyal demokrat hükümetin yaptığı gibi yeni bir arpalık mı dağıtılacak?”
“Kurullar kurdular. Sinema, edebiyat, plastik sanatlar vesaire. Topladılar aydınları. Sorunları çözmeye. Uğraştılar, didindiler. Bırakın sorunları, sinemadan sansürü bile kaldıramadılar. Bakan bey ‘ah’ dedi. ‘Polis vazife ve salahiyetleri kanunu. Sansürü kaldırmak çok zor.’ diyerek sansür ayıbına seyirci kaldı.”
“Dergiler toplatıldı, filimler makaslandı. Bakan beyin gıkı bile çıkmadı. İlan ettikleri sıkıyönetim en basit lise şenliğini bile yasakladı. Bakan bey de demokratik başbakanında gık yok. “
“Arkadaşlar, sokaktaki pazaryerindeki insanı unutmayın. Ondan koptu mu, bir sanatçının sonu gelmiş demektir. Çok yanıldılar, çok acı çektiler. Dün devlet terörü eserken özgürlüğünü, onurunu, canını yitirenler oldu. Elli kişi asıldı. İşkencede ölenler oldu. Kayıplarınsa tam sayısı bilinemiyor.”
“Bir çizgi çektik diyorlar o döneme. İşkenceler, kayıplar hala sürerken.”
“Şimdi bu insanlara sizin aydın olarak söyleyeceğiniz bir şey olmalı. Anlatmalısınız onlara:
“Gerçeği.”
“Siz anlatmazsanız, anlatmak yerine kirli iktidar hesaplarıyla oyalanmayı yeğlerseniz çıkıp başka birileri anlatacak. Silecek sizi. Muhalifler listesinden. Muhalif olmayı başaramayanın aydınım demeye yüzü var mıdır, bilemiyorum?”
“Siz beklentileriniz aşkına üstünü örtmeye çalışsanız da, bütün yalanlar kentin varoşlarından bozularak meydanlara doğru akacaktır. Önemli olan gerçeği bugün or taya koyabilmek.”
“Bu oyun bozulurken, siz nerede olacaksınız? Tavrınızı değiştirmezseniz, muhtemelen iktidarın kirlerine bulaşmış bir çöplükte. Gönül, sizin gibi ezilenlerden yana tavır almış kişileri orada görmek istemiyor. İçinizde muhalif tavrından ötürü geç miste büyük acılar çekmiş kişiler var.”
“Şimdi son kez, vakit geçmeden soruyorum:
“Şimdi siz bu insanlara ne diyeceksiniz?”
Perdeci yavaşça masadan kalktı. Kapıya doğru yürüdü, masada sessizlik sürüyordu.
Dışarıda insanlar ve yağmur vardı.

BUCA’DA AÇLIK GREVİ SONA ERDİ
İzmir Buca Cezaevindeki açlık grevi 41. gününde sona erdi Açlık grevinin kritik bir noktaya geldiği 11 kişinin hastaneye kaldırıldığı bir aşamada, tutsakların birçok taleplerinin gerçekleşmesiyle sona ermesi sevinç yarattı.
İzmir İHD şubesinde yapıları basın açıklamasında, grev boyunca tutuklu yakınlarının çabaları, ısrarlı ve sahiplenici eylemlerinin payı vurgulandı. Başlıca şu talepler gerçekleşti.
-Koğuş temsilcileri idare ile hem periyodik olarak, hem de ihtiyaç halinde görüşebilecekler.
-Aynı dava sanığı kadın- erkek sanıklar ortak avukat görüşüne çıkabilecekler.
-Aramalar insan onuruna uygun olarak yapılacak.
-Aynı dava sanıkları aynı koğuşla kalabilecekler.
-Gelen mektup, dergi gazete… vs. aynı gün tutsaklara iletilecek.
-Dilekçelere yanıtlar doğrudan verilecek.
-Aileler kantinde alışveriş yapıp içeriye gönderebilecekler.
-Diyet yemekleri raporlara uygun çıkacak.
-Acil hastalar hastaneye ambulansla gönderilecek.
-İlaçlar 24 saat içinde tutsaklara verilecek.
-Bayan siyasi tutsakların koğuşuna polis girmeyecek.
-Çamaşırhaneden 15 günde bir yararlanılabilecek.
-Diyetliler raporlarındaki her yiyeceği dışarıdan aldırabilecekler, yemekler düzelecek.
Konuyla ilgili bir grup tutuklunun yolladığı açıklamayı aşağıda yayınlıyoruz:
“BUCA’DA AÇLIK GREVİ
3 Kasım 1991 tarihinde çeşitli cezaevlerinde bulunan devrimci tutsaklar 1 Ağustos genelgesine ve Terörle Mücadele Yasası’ gereklerine uygun olarak Eskişehir L tipi cezaevine zor-işkence-terör uygulanarak sevk edildiler. Bu insanlık dışı uygulama karşısında diğer cezaevlerindeki tutsaklar ve biz Buca Bölge Cezaevi’ndeki çeşitli davalardan yargılanan toplam 49 kişi 13.11.1991 tarihinde süresiz açlık grevine başladık. Gelişmeler kısaca şöyledir:
Biz TDKP-GKB davası sanıkları, Eskişehir tabutluklarının kapatılması, ‘Terörle Mücadele Yasası’nın iptal edilmesi başta olmak üzere özgül taleplerimizi de belirleyerek diğer devrimci dava tutsaklarıyla görüştük ve süresiz açlık grevi yapılmasını önerdik. Öneri kabul gördü ve biz, üçü bayan 29 TGKB tutsağı, 7 Dev-Sol davası tutsağı, 3 Ekim davası, 2 TİKB, 2TKP-B davası tutsağı, 1 adli tutuklu (bayan), Kemalpaşa Cezaevi’nden 2, Urla Cezaevinden 2 tutsak açlık eylemine başladık. Süreçte sağlık durumları bozulan GKB dava sanığı 4 kişi eylemin 19. gününde; 14 kişi eyleminin 24. gününde 3 Ekim davası sanığı ile bıraktılar, doktor kontrolünden geçirildiler.
Aynı süreçte 2’si bayan dört kişi hastanede doktor denetiminde, ancak müdahale kabul etmeden açlık grevine devam ettiler.
41 gün sonunda birçok istemin kabul edilmesiyle bitirilen açlık grevimize sonuç olarak 14 TGKB, 3 Dev-Sol, 2 TKP-B, 2 TİKB olmak üzere 21 kişi katılmıştır.
Mücadele dergisinin 15 Aralık 1991 tarihli sayısında yukarıda anlattığımız, sayılarla beslediğimiz gerçekler, her nedense çarpıtılarak ve kendi taraflarına yontularak yazılmış, böylece hem gerçekler tersyüz edilmiş, hem de eyleme birlikte karar veren devrimcilere, ortak eylemlilik ruhunun gelişimine saygısızlık edilmiştir. Dönemde sivriltilmesi gereken içeride ve dışarıda mücadelede sağlanan birliktelik, ortaklık ve onun özellikle de dışarıda yarattığı kamuoyu ve başarısıdır.
Eylemi öneren, başlatan ve yoğunlukla sürdüren açıktır, pratiği yaşayanlar bunu iyi bilmektedir.
Mücadele Dergisi bu grupçu tutumunu düzeltmeli, onlara da gönderdiğimiz bu tekzibi yayınlamalıdır.
FAŞİZME ÖLÜM. TUTSAKLARA ÖZGÜRLÜK
FAŞİZME ÖLÜM, HALKA HÜRRİYET!”
TDKP-GKB davası tutsakları.

Ocak 1992

Türk Şovenizmi Kışkırtılıyor!

Olay-1. Diyarbakır Kulp’ta PKK militanlarının cenazesi kaldırılacak. Binler toplanıyor. Gerginlik. “Şefkatli” davranılmak konmuş kafaya. Politika böyle. Ve öyle yapılıyor: cenazelere sahip çıkıp törene katılmak isteyenlerin üzerine “uyarı ateşi” açılıyor. Saldırı, fevri değil, belirli bir politikanın ürünü. Aynı namlular Lice’de protestocuların üzerine de ölüm kusuyor. O, şefkatli davranılacağı ifade edilen Kürt halkı ölüler veriyor. Resmi açıklama ölü sayısının 9 olduğu yolunda.
Bu olay, bir güldürünün sonunu açıklıyor. Sahtekâr yatıştırmacılık fiilde iflas ediyor. Demirel-İnönü’nün ağzından tanınacağı ifade edilen “Kürt realitesi” ve izleneceği söylenen “halka şefkat” politikası avutmaları burada noktalanıyor. Hükümet ve onun ulusal özgürlük ve demokrasiye ilişkin yaratmaya çalıştığı, Türk ve Kürt sözde sol ve özellikle aydın çevrelerce pompalanan ve seçimlerde SHP destekçiliğiyle önü açılan beklenti ve hayaller pratikte geçersizleşiyor. Kuşkusuz yine hala savunucu ve yayıcıları olacaktır, ama bir kez köprülerin altından sular akmıştır. Demirel’le İnönü’nün bir kez daha Diyarbakır’da binlere hitap etmeleri çok zor olacaktır. Kim benzer amaçla binleri alanlarda toplamaya çalışırsa kaybedecektir. Kulp’la Lice’den sonra külleri havaya savrulan “halka şefkat” politikası baştan beri bir aldatmacaydı; çünkü onun bir başka politikayla birlikte izleneceği açıklanmaktaydı: terörizmin, PKK’nın ezilmesi. “Kürt realitesi”nden söz edenlerin Kürt-PKK ilişkisi realitesinden bihaber olmaları düşünülemezdi. Becerilebilirse, bir tecrit ve kazanma tutumu olarak geliştirilecekti bu politikanın uygulaması. Kamuran İnan’lar ve HEP’in uzlaşmacı ve uşaklığa yatkın, F. Işıklar gibi başka alanlarda bunu kanıtlamış eski yöneticileri ve belki ulusal devrimcilerden dönüştürülecek bazıları aracılığıyla, Kürtçe konuşurken ezilip aşağılanmayı, ulusal onursuzluğu kabullenecek bir “realite” haline dönüştürülmeye çalışılacaktı “Kürt realitesi”. Ama daha işin başında görüntünün kurtarılması bile başarılamamıştır. Tasarlanan politikanın gerçek yüzü çok erken dışa vurmuştur. A. Zeki Okçuoğlu gibi “yeni düzen” ve koalisyon hükümetine, onun “demokratikleştiriciliği”ne bel bağlayıp bu yönde umut ve hayal yayan sözde Kürt gerçeğine sahip çıkınların da yüzü daha kolay görünüyor bugün. Uzlaşma ve ulusal onursuzluğu kabul ettirmeye çalışanlar, bu yönde mesai harcayanlar, artık “Hükümet iyi ve özgürlük ve demokrasi istiyor, ama kötü olan, hükümetin hâkim olamadığı Kontrgerilladır” hayalini zor yayacak, iki kötünün birini şirinleştirmede zaafa düşeceklerdir. Lice ve Kulp olaylarıyla ilgili olarak Demirel, İnönü, Sezgin ve başka üyeleriyle hükümetin hangi tarafı oluşturduğu açıklamalarıyla ortadadır. Hükümet ateş açılmasını onaylamış ye olumlamıştır. Takke zaten yoktu, ancak, kel iyice görünmüştür!
Olay -2. Kulp ve Lice olaylarıyla ilgili yaygın protestolar olur. Çeşitli yerlerde gösteriler, kepenk kapatmalar… Yurtiçi ve yurtdışında yaygın eylemler. Bir tanesi, hele böyle koşullarda her yönüyle çok iyi hesap edilmesi gerekirken sonuçları tahmin edilemeyen İstanbul Bakırköy’de Çetinkaya mağazasına molotof atılması. Masum bir protesto olan, amacı aşan sonuç, bir yanıyla vahim, diğer yanıyla son zamanlarda özellikle körüklenen Türk şovenizmine malzeme sağlayıcı, koz ve bahane verici olmuştur. Yangın merdiveni kapılarının kilitli olması nedeniyle 11 suçsuz insanın öldüğü olay, dakika sektirilmeden Türk-şoven kampanyanın önemli bir kaldıracı olarak kullanılmaya başlanmış, her şeyi bahane olarak kullanabilecek olan Türk şovenizmi buradan güç alarak hız kazanmıştır.
Olay -3. Bir Meclis genel görüşmesinde SHP Grup Başkanvekili olarak Şırnak milletvekili Mahmut Alınak kürsüye çıkar. Konuşma metni önceden İnönü tarafından bile onaylanmıştır. Türk ve Kürt halkının birliğini savunan bir konuşmaya başlamıştır. Saldırıya uğrar, yaka-paça kürsüden indirilir. Koalisyon ortağı bir partinin bir yöneticisinin meclisteki hem de SHP adına konuşması, sadece Kürt olduğu için Türk şovenlerce kullanılmaya çalışılır. Bu olay, Türk şovenlerin yangında ölenlerin değil, kampanyalarını geliştirmek için bahanelerin peşinde koştuklarını gösteren iyi bir örnektir.
“Özgürlükçü-demokrat”, “halka şefkat yanlısı” Demirci ve İnönü, Türk şoven kampanyaya katılmışlardır. Bir yandan “ülkenin bölünmez bütünlüğü”, “üniter devlet” vurgusu, diğer yandan Kürtlere karşı Türklerin kışkırtılmasına yönelik propaganda, “ezeceğiz” edebiyatı onların tutumu oldu. Özal, HEP kökenli milletvekillerinin meclisten atılmasını neredeyse açıkça istedi. Adalet Bakanı SHP’li S. Oktay, HEP ile L. Zana ve H. Dicle hakkındaki DGM soruşturmasının özellikle sürdürülmesini emrettiğini Demirci’m isteği üzerine açıkladı. “Sosyal Demokrat” şeflerden Ecevit, bir süredir benzer politikalar izlediği Türkeş’le hemen aynı tavrı ortaya koydu. Fırsat yakalamışken HEP dolayısıyla SHP’ye, ama temel olarak da Kürtlere saldırdı. Dış Türklerle birlik, Kürtlere düşmanlık politikasının avangartlığını yapıyor. Erbakan ve RP Kürtlere saldırı ve şovenizmi körüklemede pek kimseden geri kalmadı. En ileri giden ise, bekleneceği gibi, Türkeş ve faşist MÇP’si oldu. Demirel’le görüşerek onu daha da sertleşmeye iknaya çalışan Türkeş, Kürtlere açıktan savaş açılması ve Kürdistan’da sıkıyönetim ilan edilmesini istedi. Halta yeni bir cuntanın kılıç şakırtılarına çanak tutulmaya başlandı. Bir darbe şimdilik alt perdeden de olsa gündeme sokulmaya çalışılıyor. Genelkurmay Başkanı D. Güreş açık intikam çağrıları yapıyor. Bu kampanyaya sözde işçilerin başkanı faşist bürokrat Şevket Yılmaz katılmazlık edemezdi. Türk-İş TİSK’le ortak bir açıklama yaparak Türk şovenizminin kışkırtıcıları arasındaki yerini aldı.
Kürdistan’da Öldürülen asker cenazelerinde ilk çıkış yapılmıştı. Kayseri başlangıç olmuştu. Yemin töreninde Kürtçe konuşulması ve baskı altında olunduğundan söz edilmesi ikinci bir bahaneydi. Son olarak Bakırköy’deki yangın ve Alınak’ın konuşması kullanıldı. Türk şovenizmi, burjuvazi Kürt sorununda çözümsüz olduğunu gördükçe, i sorunun bir halkın sorunu olduğunu pratik olarak yaşadıkça körükleniyor. Geniş tabanlı hükümet bir yatıştırma sağlayabilir diye düşünüldü. Ama bu aslında son kozdu. Hemen tümüyle tek parti halinde davranıyordu burjuvazi ve faşizm. Ancak böylelikle son kozunu da oynuyordu. Şimdi şu ya da bu hükümetin iş başında olmasından bağımsız olarak sertliğin tırmandırılmasına hız veriliyor. Demirel-İnönü hükümeti, özellikle dış Türkler, Kürt sorunu ve Körfez’e ilişkin olarak aynı Özal, M. Yılmaz politikasını uygulayıp sürdürüyor. Çünkü bu Amerikan emperyalizminin ve onun kurmakta olduğu “yeni düzeni”nin dikle ettirdiği politikada-. Emperyalist yağmanın artarak sürmesi, Çevik ve Çekiç Güç’lerle sadece Türkiye’de değil bölgede bu yağmanın ve stratejik çıkarların sağlama alınması yön verici temel nedendir. Türkiye, Balkanlardan Kafkasya ve Orta Asya’ya ve Körfeze kadar bugün olduğunca faal olmamış ve başlıca Amerikan çıkarları doğrultusunda bu denli hareketli ve yükümlü kılınmamıştı.
Sermaye ve diktatörlüğün, onun hükümetlerinin iki temel yönelimi, Amerikan emperyalizmine yamanma ve dışta bunun gereklerini yerine getirme ve içte de bununla ve egemenliğini sürdürmeyle bağlantılı olarak işçi ve emekçilere, Kürt halkına saldırı, toplumsal muhalefeti ezme. Beklentiler boşunadır, hayaldir. Demokrasi ve özgürlükler hükümet dâhil, sermaye ve diktatörlüğün elinden koparılıp alınacak, kazanılacaktır. Kimse verileceğini sanmasın, hayal yaymasın.
Türk-şoven kampanya bu ikili yönelimle, emperyalizme uşaklık ve içle işçi ve Türk ve Kürt halkına düşmanlıkla birleşmektedir. Çevik Kuvvet’in süresi uzatılır, komşu ülkelere yönelik savaş kışkırtıcılığı yapılır ve eski Sovyetler Birliği topraklarına yönelik (dış Türkler) emeller açık faaliyet olarak uygulamaya konurken, zamlar ve işten atmalar sürdürülürken, Kürdistan’da halkla devlet arasında lam bir kopuşma yaşanırken, ne herhangi bir güç yatıştırma sağlayabilir, ne Kürtlerle diyalog ve taviz politikasına dönüş yapılabilir ve ne de sermaye ve faşizm ırkçı-şoven kampanyayı körüklemekten vazgeçebilir.
Bu kampanya işçileri kazanmayı hedeflemeye kadar uzanıyor. Türk-İş-TİSK ortak tavrı bunun göstergesidir. Ancak, kampanyanın asıl hedeflediği Türk küçük burjuva yığınlar ve orta sınıf ve katmanlardır. Başlıca bu sınıf ve tabakalar arasında Kürt düşmanlığına taban oluşturulmaya çalışılmaktadır. Amaç, Kürt ulusal hareketini ezmenin sosyal dayanağını oluşturmak, tabanını yaratmaktır. Türk şovenizmi körüklenerek Türkler, yığınsal olarak, Kürt halkının kırılmasının destekçisi kılınmak, en azından tarafsızlaştırılmak istenmektedir. Üstelik hız verilen şoven kampanya yalnızca Kürt ulusal hareketini değil işçi hareketini de hedefliyor. İşçilerin arasına çekilecek ulusal çiller ve yaratılacak ulusal düşmanlığın işçi hareketinde önemli bir bölünme yaratacağı hesaplanmakladır. Ortak çıkar ve talepler etrafında tek ve bütün halinde bir sınıf olarak birleşip mücadele eden işçilerin Türk ve Kürt kökenlerine göre bölünüp düşmanlaştırılması ihtimali bile komünistlere, öncü işçilere, devrimci ve demokratlara kaçınamayacakları bir görev yüklüyor: Türk şovenizmine karşı amansızca mücadele. Behemehal “milli sorun” denilen şeyin Kürt ulusal harekeli ve onun yükselip yığınsallaşması ve ulusal özgürlük talebi olduğu, sermaye Ye faşizmin özgürlüksüzlük ve katliamcılık tutumu içinde bulunduğu her fırsatta açıklanmalıdır. Burjuvazi katliamları da içeren terörünü “ülkenin bölünmez bütünlüğü” adı allında gizlemektedir. Ama “ülkenin bölünmez bütünlüğü”, Amerikan emperyalizminin “bölge karakolu” olmak anlamındadır. Bölücüler, ülke satıcıları, bütünlük sözü edemezler.
Ulusal hareket, işçi hareketinin temel müttefiki durumundadır. Şoven kampanyanın azgınlaştırıldığı koşullarda sınıfın müttefikleri kazanmasının önemi daha da artmaktadır. İşçi sınıfı Zonguldak’ta, Paşabahçe’de, Ereğli’de müttefikleri kazanma yeteneğinde ve bu potansiyele sahip olduğunu göstermiştir. Ama Zonguldak’la olduğu gibi işçilerin sadece destekler ve sempati kazanmasının yetersiz olduğu ortadadır. İşçi hareketinin kendiliğindenliği aşılması gereken temel zaaf durumundadır. Çünkü kendiliğindenlik temelinde ne müttefikler kazanılabilir ve ne de müttefiklerle birlikte ortak bir mücadele örgütlenip yürütülebilir. Hayali önemde olan, işçi hareketinin taleplerini siyasal özgürlükler ve iktidar taleplerine doğru genişletmektir. Burjuva bir işçi harekeli olmaktan kurtulmanın, özgürlük ve demokrasinin, sınıfın kurtuluşunun olduğu gibi, ulusal hareketle birliğin temel dinamiği de budur. Mutlaka ortak taleplerle ortak bir mücadele yaratmak gereklidir. Bu ortak talepler ise, ancak ekonomik talepleri de kapsamakla birlikle siyasal talepler olabilir. Böyle bir mücadeleyi geliştirmenin bugün temel gereklerinden biri ise Türk şovenizmine karşı mücadele ve ulusal özgürlük talebine sahip çıkmak, özellikle Türkler arasında bu talebi yaygınlaştırmaktır.
Türk şovenizminin bahaneleriyle oyalanma değil ona karşı mücadele…

Ocak 1992

“Yeni Dünya Düzeni”nin Asya ayağı Gözler “Türkî Cumhuriyetler”de

Son 5 yıl içinde SB’nin dağılma belirtileri göstermesi, başta ABD olmak özere Batılı emperyalistlerin bu ülkeye karşı yeni politikalar geliştirmesine yol açmışa.
Batık emperyalistler, bir yandan Gorbaçov reformlarını “yürekten” desteklerken, öte yandan SB’ye bağlı cumhuriyetlerdeki ulusal güçleri kışkırtarak dağılmaya katkılarını esirgemiyorlardı. Sonuçta amaçlarına ulaştılar: Cumhuriyetler kısa bir süre içinde artarda “bağımsızlarını” ilan etti ve SB, geçtiğimiz günlerde, arkasında ulusal çatışmalar, iç karışıklarla çalkalanan irili ufaklı bir dizi devlet bırakarak resmen ortadan kalktı. Ancak durum, 3-5 yıl öncesine göre daha belirgin değil. Çünkü bu yeni devletler, bir yandan ekonomik ve siyasi şekillenme sorunları, öte yandan birbirleriyle ve kendi içlerindeki çatışmalarla çalkalanmaya devam ediyorlar. Bu kargaşa ve belirsizlik durumu, bir yandan bölgedeki Iran, Türkiye gibi devletlerin iştahını kabartırken öte yandan dünyaya kendi çıkarları doğrultusunda bir biçim verme çabasında olan emperyalist ülkelerin de dikkatini bölgeye yoğunlaştırıyor. Bu amaçla bölgeye yönelik eski politikalar yeniden biçimlendiriliyor, duruma uygun yeni senaryolar üstünde yoğunlaşılıyor.
Başta ABD olmak üzere emperyalist ülkeler, yeni dünya düzeninin bir ayağı olarak gördükleri bu bölgeyi kendi çıkarları doğrultusunda yeniden biçimlendirmeye çalışırken, bölgedeki emperyalizmin uşağı devletler de, emperyalistlerin kendilerine biçtikleri rolden yararlanarak talandaki paylarını artırmanın yollarını arayan politikalar geliştirip, bölgeye yakın olmanın avantajını kullanmaya çalışıyorlar.
Bölgedeki ülkelerden ikisi, Türkiye ve İran, eski SB imparatorluğunun güneyini çevreleyen Müslüman cumhuriyetlerle etnik ve dinsel yakınlıklarından yararlanarak etkin olmaya çalışıyorlar; Özellikle de Türkiye, arkasını ABD ve İngiltere başta olmak üzere batık emperyalistlere dayayarak bu cumhuriyetlere yönelik emperyalist politikanın taşeronluğunu üstlenmeye çok hevesli görünüyor.
İran, en azından şimdilik kendi yöntemlerini kullanıyor ve kendi politikasını izliyor. Ama Türkiye için aynı şeyi söylemek zor. Türkiye, tıpkı Ortadoğu’da olduğu gibi, Asya’da da emperyalizmin genel çıkarlarıyla tam uyumlu, özellikle ABD ve İngiliz emperyalizmiyle dirsek teması içinde üretilen politikalar izliyor. Ama buna kendi tarihsel ve bölgesel motiflerini katıyor.
Türkiye’nin bu eski Sovyet cumhuriyetlerine ilgisi, sadece bir ekonomik ya da etnik ilgiyi aşmış durumda. Burjuvazi ve propagandacıları, “ilerici”sinden gerici-faşistine burjuva basın, devletin radyo ve TV’si, Turancısından sosyalist enternasyonalcisine burjuva partileri, tam bir anlaşma içinde, gözlerini “Türkî Cumhuriyetler” dedikleri; Kafkasya’dan Doğu Asya’ya kadar uzanan bu eski Sovyet cumhuriyetlerine çevirmiş bulunuyorlar.
Büyüğünden küçüğüne basın, haber ve yorumlarıyla, tefrika yazılarıyla bu yeni devletleri Türkiye’nin “doğal etki alanı” ilan etmiş durumda. Basına bakılırsa; Kars’tan yürünse, arada küçük Ermenistan engeli aşıldıktan sonra, Türk işadamları ve politikacıları, hatta askerleri Çin’e, Moğolistan’a kadar ellerini kollarını sallayarak dolaşıp, buralardaki yeraltı ve yerüstü servetlerini yağmalayabilecekler. Oradaki kardeşlerimiz bizi yüzlerce yıldır, hasretle bekler dururlarmış da bugüne kadar haberimiz yokmuş!
Basında boy gösteren “bilim adanılan” ve politikacılar da aynı telden çalıyorlar.
İş adamları, ellerinin altındaki propagandacılarla bir yandan kamuoyu oluştururken, bir yandan da ne söyleyeceği önceden belli yerli ve “yabancı uzman” (siz CİA ajanı anlayın), “bilim adamı”, ünlü gazeteci ve politikacıları The Marmaralarda toplayıp sempozyumlar, konferanslar düzenliyorlar. Hükümet ve Cumhurbaşkanı da bu uyumlu koronun şefi olarak onları yönlendiriyor. Öyle bir hava yaratılıyor ki, “Türki Cumhuriyetler”, Türkiye’nin bugün bir kaos halini almış bütün sorunlarının çözümü olacak Türkiye’nin ne pazar sorunu, ne dış finansman sorunu, ne de Kıbrıs, AT, BAB gibi dış sorunları kalacak; hepsi “Türki Cumhuriyetler”in sağladığı avantajlarla alt edilecek!
Eğer sorun sadece Türkiye ve Türk politikacıları, işadamları ve onların “hınk deyicisi” basın ve aydın çevrelerin olağan kamuoyu oyalaması ya da kendilerini aldatma eylemi olarak kalsaydı fazlaca bir kıymeti harbiyesi olmazdı. Ama sorunun emperyalizm ve Türkiye açısından derin tarihsel kökleri vardır ve emperyalizmin yeni dünya düzeni ile doğrudan ilgilidir. Bu yüzden de, bugün Türk büyük burjuvazisinin, bütün “yedeklerini” de “cepheye” sürerek “Türkî Cumburiyetler”e yönelmesi sıradan hevesin çok ötesinde bir olaydır.
Her şeyden önce Türkiye, ABD ve batılı emperyalistlerin Ortadoğu’daki en eski ve en “vefakar” “dost” ve “müttefiki” olarak, emperyalist “yeni dünya düzeni”nin de bölgedeki en sadık payandasıdır. Ama sadece bundan ibaret de değil, Türkiye emperyalizmin Asya politikasına mahkûmdur da.
Çünkü uzun zamandan beri Türkiye, başta AT olmak üzere çeşitli Avrupa platformlarında dışlanan bir ülke durumundaydı. Kendisini Avrupalı saydırmak, AT ve BAB’a kabul edilmek için her şeye razıydı. Ama Avrupalılar her vesileyi, her bahaneyi kullanarak Türkiye’yi dışta bırakmayı yeğlediler. Bu durumdan en çok ABD yararlandı. Görünüşte de olsa uluslararası platformlarda, Avrupa’nın ittiği Türkiye’yi kucağına çekti ve onu Ortadoğu ve Avrupa politikasının bir aleti olarak kullandı.
Giderek Avrupa’dan dışlanan Türkiye, değişik seçenekler aradı. Coğrafi konumunu da kullanarak, kendisini bazen bir İslam ülkesi olarak tanımlayarak İslam ülkeleriyle, bazen bir Akdeniz ülkesi, kimi zaman bir Ortadoğu ülkesi olarak Ortadoğu, kimi zaman bir Balkan ülkesi olarak Balkan, kimi zaman da bir Asya ülkesi olduğunu anımsayarak Asya ülkeleriyle değişik ilişkiler geliştirmeye, ekonomik ve siyasi bakımdan etkinliğini artırmaya çalıştı. Bütün bu ilişkileri, ABD ve zaman zamanda diğer emperyalistlerle açık ya da üstü örtülü bir “temas” içinde sürdürdü. Emperyalistlerle işbirliğini aşan bu kölelik ilişkileri, Türk burjuvazisi ve onun devletini seçeneksiz bir biçimde emperyalist politikaların payandası durumuna getirmişti.
Bugün Türkiye’nin, kendi “gerekçeleri” olsa da, “Türkî Cumhuriyetler”e yönelik politikası ABD ve İngiliz emperyalizminin Asya politikasının bir türevinden başka bir şey değildir. Ama Türkiye ve emperyalistlerin Asya politikasının iç içeliği bugünle de sınırlı değildir. Tersine, son yüz yıl içinde, emperyalizm Türkiye’yi diğer bölgelerde olduğu gibi Asya’da da kendi politikasının aleti olarak kullanmış, Türkiye’nin coğrafi, dini ve etnik özelliklerini kendisinin sıçrama tahtası olarak kullanmayı başarmıştır. Bu yüzden de günümüzdeki emperyalist ve Türk politikasının amaçlarına girmeden önce bu politikaların tarihsel köklerine kısaca da olsa değinmekte yarar var.

Emperyalistlerin politikaları ve “Türki cumhuriyetler”e yönelik Türk politikasının tarihsel kökleri
Son bir kaç aydır, dilimize Pentagon tarafından, belirli bir politik çıkarı ifade etmek için sokulan “Türkî cumhuriyetler” deyimi, SB’nin dağılmasından sonra ortaya çıkan, Azerbaycan, Kırgızistan, Tacikistan, Kazakistan, Türkmenistan ve Özbekistan cumhuriyetlerim nitelemek için kullanılıyor.
Basın ve TV her gün bu ülkelerin, nüfus, yüzölçümü, doğal zenginlikleri, ekonomik ve sanayi durumları, ticaret ve yatırını potansiyelleri ile ilgili ayrıntılı “raporlar” yayınlayarak burjuvazinin iştahını kabartıyor. Ama yürütülen kampanya sadece burjuvaziyi teşvik etmek için değil. Tersine küçük burjuvaziyi ve bütün diğer emekçileri de etkileyip yönlendirmeyi amaçlıyor. Bu ülkelerin etnik özellikleri, dilleri ve kültürel birikimlerinden, bunların Türk kültürü ile olan ortak unsurları cımbızla çekilip abartılarak sunuluyor. Seçilmiş kişilerle yapılan röportajlarla “Türk oldukları”, Türkiye’ye “hayranlık” besledikleri, daha da ileri gidilerek Türk tarihi ve Türkiye’deki yaşam koşullan ve “demokrasiye” özlem içinde oldukları propaganda ediliyor. Verilen imaj şudur: bizden birileri (bir kaç milyon kilometre toprağa yayılmış milyonlarca “soydaş”) zor durumdadır ve biz onlara yardıma koşmalıyız! Ne emperyalistlerin egemenlik planları ve ne de yağma ve talan amacı emekçilere yönelik bu propaganda içinde yer almıyor. Bu amaçlar, işsizlere yeni iş ve ticaret olanakları gibi masum sözcükler arkasına saklanıyor.
Benzer bir propaganda, emperyalist basın ve diğer kitle iletişim araçları tarafından da sürdürülüyor. Özellikle İngiliz ve Amerikan basın yayın merkezleri, “Türkî Cumhuriyetler”in, bunların Türkiye ile bağları ve onlarla ilişkide Türkiye faktörünün önemi üstünde duruyor. Batılıların her söylediğinde keramet arayan yerli borazanlar da onların söylediklerini allayıp pullayarak yeniden piyasaya sürüyorlar.
Ancak, Türk egemen sınıflarının, “Türkî Cumhuriyetler”e yönelmesi ilk değil. Elbette Batılı emperyalistler için de, Türkiye’nin bu cumhuriyetlere kışkırtılması ilk değil. Tersine, dünyadaki gelişmelere göre zaman zaman sahneye konan senaryolardan birisi bu.
Türkiye’yi, Asya’daki Türk kökenli ve Müslüman halklara karşı ilk kullanan Almanya olmuştur. Almanya, Asya’da İngiliz ve Fransızlara karşı yürüttüğü egemenlik mücadelesinde, Osmanları sıçrama tahtası olarak kullanmış, bu topraklan ve halkları çöken imparatorluğun yeniden canlandırılması için bir dayanak olacağına, umutsuzluğa sürüklenmiş Osmanlı aristokrasisini “ikna” etmişti. Ne var ki, Asya’nın bu bölgesinin halkları milliyetçilik ve halifenin peşinden gitmek yerine, kendilerine toprak ve özgürlük vadeden Ekim Devrimi’nin yolunu izlemişler, emperyalistler ve onların Türk yardakçılarının hesapları boşa çıkmıştı.
Sonraki yıllarda emperyalistler, bölgedeki dini ve milli çelişmeleri kışkırtmak için her vesileyi kullandılarsa da, Lenin ve Stalin’in SB bütün tuzakları dağıtmayı başardı.
İkinci Dünya savaşı sonrasında bölge, ABD emperyalizmin dünya hegemonyası mücadelesinde yeniden planlı emperyalist saldırıların hedefi oldu. Truman ve Eisenhower doktrinleri doğrultusunda oluşturulan ve SB’yi ya da aynı anlama gelmek üzere komünizmi “yeşil kuşak”la çevirme planının bir yönü Türkiye’den Afganistan’a uzanan ülkelerde gericiliği desteklemek olduğu kadar, öteki yönü de, bölgede emperyalizme uşaklığa soyunan bu Müslüman ülkeler aracılığı ile SB’ndeki Müslüman halkları kışkırtmaya dayanıyordu, Emperyalistler, on yıllar boyunca bu faaliyeti yürüttüler ve faaliyetlerine sağlam bir temel yaratabilmek için de bölgedeki gerici ülkelerdeki ırkçı ve dinci eğilimleri desteklediler. Bu amaçlan doğrultusunda Türkiye’de de, Turancı ve dinci akımları kışkırtarak “bütün dünyadaki Türklerin” ya da ” Müslümanların birliği” isteklerini canlı tutmaya çalıştılar.
“Yeşil Kuşak” planı, önce komünizm, sonra da sosyal emperyalizmin daha güneye doğru yayılması önünde coğrafi bir set oluşturdu. Bu süreç içinde, emperyalistlerin ve bölgedeki gerici devletlerin faaliyetleri, SB sınırları içindeki halklar üstünde az çok bir etki yarattı. En azından 85 sonrası gelişmeler içinde de açıkça görüldüğü gibi, bu halkları etkiledi. Bu çabalar, SB’nin dağılma sürecinde, bu halklar üstünde emperyalizm ve gericiliğin etkili olmasının başlıca dayanaklarından birisi oldu.
SB’nin dağılma sürecine girmesiyle birlikte, ortaya çıkan boşluğu ABD, İran dışındaki bölgedeki Müslüman ülkelerle doldurmaya çalıştı. Bu gerici ülkelere dayanarak, “Türkî Cumhuriyetler”i “emperyalizmin yeni dünya düzeni”nin gerektirdiği gibi biçimlendirme çabasına girişti.
Bölgedeki gerici ülkeler içinde Türkiye, ABD emperyalizminin amaçlanıra en uygun coğrafi, etnik, kültürel ve politik koşullara sahipti. Bu yüzden de ABD emperyalizmin en çok “ilgi” gösterdiği ülke oldu.
Her şeyden önce Türkiye, bölgedeki diğer Müslüman ülkelere göre ekonomik ve askeri bakımdan daha gelişmiş bir ülkeydi. Öte yandan bu “Türki Cumhuriyetler”in çoğu dil, din, kültür ve etnik köken bakımından Türkiye ile tarihsel bağlar içindeydi. Dahası Türkiye, kendi içindeki sürekli istikrarsızlığa karşın, emperyalizmin, bölgedeki en sağlam, en istikrarlı işbirlikçisiydi.
Kısacası, ABD başta olmak üzere emperyalistler, SB’nin dağılmasından sonra, bölgede kendi çıkarlarına en uygun bir politik ve ekonomik sistem oturtmaya çalışıyorlar. Bunun için de bölgedeki devletlerin bu ülkelerdeki etkinliklerini kendi yararlarına kullanmaya çalışıyorlar, kullanıyorlar da.
Demek ki, “Türki cumhuriyetler” sorunu, emperyalistler için ne bugünün yeni bir sorunudur, ne de bu devletlerin yaşadıkları “darboğazı” aşmaları için onlara yardım etme sorunudur. Tersine, bugün şekillenmekte olan cumhuriyetleri kendi istek ve ihtiyaçtan doğrultusunda müdahalelerde bulunmaktadırlar. İstedikleri de bu ülkelerin özgür, demokratik ve barış içinde kendi başlatma ayakta durmaları değildir. İstedikleri, kömür, demir, petrol gibi zenginlikler, ekonomik ve siyasi hegemonyadır. Bunun için de iç çatışmaları kışkırtmaktan dış müdahalelere kadar her yolu meşru görmektedirler.
Türk egemen sınıflan için ise, bugün “Türkî cumhuriyetler” olarak nitelenen halkları ve kaynaklarını talan etme isteğinin yüz yılı aşkın bir tarihi vardır.
Türk burjuvazisi, daha İlk oluşum yıllarında, Türkçülük akımlarına paralel olarak, kendisinden daha geri bir sosyal ve ekonomik yaşam içindeki bu halkları ve topraklarını kendi doğal talan alanı olarak görmüştür.
19. yüzyıl sonlarından itibaren, Osmanlı’nın Batı karşısında yapabileceği hiç bir şeyin kalmadığı koşullarda, Türk burjuvazisi ve onun ideologları, bu çöküşü “Turancılık” ülküsüyle karşılamaya çalışmıştır. “Türk’ün Türk’ten başka dostu yoktur” sloganları arkasında, Doğu Türkleriyle birleşerek imparatorluğun çöküşü önlenebileceği düşüncesi işlemiştir. Bu düşünce, belki imparatorluğun çöküşü karşısında Türk aydınlarının ütopik bir iddiası olarak ortaya çıkmıştı, ama bundan asıl yararlanan, o günün yükselen emperyalist ülkesi olan Alman emperyalizmi olmuştur. Almanya, Osmanlıya bu toprakları vaat ederek, hükümetlerin ve kamuoyunun desteğini kazanmıştır.
Elbette Almanya’nın “Doğu Türkleri” gibi bir derdi yoktu. O’nun asıl derdi, dünyanın her köşesinde kıyasıya rekabet ettiği İngiliz ve Fransız emperyalistlerine karşı Orta Asya’da bir mevzi edinmekti. Köprü olarak da Batı karşısında çaresiz kalan Osmanlıyı kullanmayı amaçladı. Kullandı da.
İttihatçılar, imparatorluğu kurtarmak için Almanya’yla müttefik oldu. Savaşın sonu göründüğünde ise, Enver Paşa başta olmak üzere birçok İttihatçı militan, “turan” uğruna, Türkistan’da savaştı ve öldü. Ama Turancılık ölmedi. Yeni Türkiye Cumhuriyeti’nin ideolojisi Turancılıkla yoğrularak biçimlendi. Türkçü çevreler ve ırkçı-faşist odaklar Asya Türkleri konusunda tam bir birlik halindeydi. Bu tarihsel birliği bugün de çok çarpıcı bir biçimde sürdürüyorlar.

Türk egemen sınıfları, ABD emperyalizminin Türki Cumhuriyetler politikasına taşeronluk yapmaya mahkumdur
Cumhuriyetin ilk yıllarından başlayarak “Doğu Türkleri”yle birleşme hayali Türk ulusçuluğunun başlıca motifi olmayı sürdürdü. Kemalistler ve Turancılar farklı üsluplarla aynı motifleri işlediler. Özellikle dış ve iç sorunlar büyüdüğünde gözlerini hep “dünya Türklüğü”ne çevirdiler, onlarla birleşerek güçlü, her zorlukla başa çıkacakları büyük bir devlet ve ulus olmanın hayalini canlı tutmaya çalıştılar.
Gerçi SB’nin gücü karşısında bu gerçekçi bir istem gibi görünmüyordu, ama bu çok önemli değildi. Önemli olan bu ülkünün canlı kalmasıydı. Bunda da hayli başarılı oldular.
Uzun yıllar, “Doğu Türkleri”yle birleşme, onları kendi gücü için dayanak olarak kullanma burjuvazi için gerçekleşemez bir hayaldi. Ama SB’nin çöküş süreciyle bu hayal Turancıların düşlediği gibi olmasa da, gerçekleşebilirlik olanağı kazandı.
Öte yandan, bütün yaltaklanma ve elinden geldiği kadar hizmet etmesine karşın Türk egemen sınıflan Batılılara bir türlü kendisini kabul ettirmeyi başaramıyordu. Doğu Avrupa’daki gelişmelerden sonra Batılılar Türkiye’ye iyice yüz vermez olmuşlar, AT ve B AB gibi kuruluşlardan Türkiye dışlanmıştı. Bu süreçte Türk egemen sınıflan, Ortadoğulu ve Müslüman olduklarını hatırladılar. İslam Konseyine devlet başkanı düzeyinde önem verirken, bir “İslam Ortak Pazarı” propagandasına katkıda bulunmaya başladılar. Ne var ki, İslam dünyası, dünyanın en karmaşık çelişkilerinin sarmallaştığı bir dünya idi ve bu ülkelerin her biri bir emperyalistin çıkarlarının dümen suyundaydı. Bol “kardeşlik”, “dindaşlık” edebiyatı yapılıyordu, ama ne ekonomik ne de politik olarak bir birlik ve yakınlaşma doğmuyordu. Kıbrıs konusunda bile, bir kaçı dışında Müslüman ülkeler, Ortodoks Yunanistan’ı destekliyorlardı. Ortadoğu savaşı bütün bu ayrılık ve uzlaşmazlıklar üstüne tuz-biber ekti. Yürütülen propaganda ile kamuoyu oyalanmış ama içine yuvarlanılan yalnızlık ve sorunlar burgacından çıkış için hiç bir somut dayanak sağlanamamıştı. Bu moral bozukluğu ve çaresizlik günlerinde SB’nin çözülme sürecine girmesi tutunulacak bir dal oldu. Özal aracılığı ile “Karadeniz İşbirliği” projesi ortaya atıldı. İçerde, “on yıl sonra Japonya’yla yarışacağız ” edebiyatı yapılırken, dışarıda emperyalistlere karşı yaltaklanma sürdürüldü. Öte yandan da, Karadeniz’e kıyısı olan bütün ülkelerin bir “ortak pazarı” propagandasına girişildi. Ama bu da ciddiye alınacak bir proje değildi ve somut bir adım atılamadı. Doğu Bloğu ve SB’deki çözülmenin dağılmaya dönüşmesiyle, kıvrak bir manevrayla “Türkî Cumhuriyetler”e yönelindi.
“Türki cumhuriyetlerde, gericiliğin kullanacağı sayısız motif vardı. Türklük,  Müslümanlık, bölgeye yakınlık, “bizden gerilik”, Türkiye’den daha çaresiz durumda olmak vb. vb.
Doğrusu “Türkî Cumhuriyetler” de, dışarıdan desteğe bel bağlamakta bizimkileri aratmıyorlardı. Türkiye için hamasi nutuklar atıyorlar, ziyaret kuyruğuna girerek, tam bir şarklı olarak, “kaftan”, kılıç hediyelerine kadar varan geleneksel yöntemlerle, yaltakçının yaltakçılığına hazır olduklarını kanıtlamaya çalışıyorlardı.
Politik koşullar çok güzel görünüyordu, ama 50 milyar dolarlık dış ve 100 trilyonluk iç borcu olan bir ülke olunduğu hatırlandığında, bu ülkelere yatırılacak sermayenin nereden bulunacağı bir handikaptı.
Mülkiyeliler Birliği’nde, “Türki Cumhuriyetler”e yönelik politikanın ne olacağıyla ilgili yapılan ve adına “Türkiye’nin Stratejik Öncelikleri” denilen sempozyumda, yerli ve yabancı bir çok kişi konuştu. Bunlar, ne diyeceği önceden belli kişilerdi, ama aynı zamanda bugün Türk egemen sınıfları, hükümet ve dış desteklerinin niyetlerini de açıkça ortaya koyuyorlardı, Özal, “geç dönem” bir Osmanlı padişahı edasıyla, bir yandan Avrupa’ya “hava atıyor”, bir yandan da “dünyadaki değişimin Türkiye’ye yeni tercihler ve olanaklar sunduğunu” belirtiyordu. Sonra söz alanlar da Özal’ın çizdiği rota doğrultusunda konuşup, birbirilerini ajite ederken, “acı gerçeklere” de değiniyorlar. Ali Şen, “yatırım yapalım ama bizde para yok, para Japonya ve Fransa’da var, onlardan alıp yatırım yapmalıyız” diyerek, daha baştan kendilerinin Japonya, Fransa ya da herhangi bir emperyalist ülkenin taşeronluğunu üstlenmeye hazır olduklarını ilan ediyordu.
Egemen sınıflar ve onların temsilcilerinin ellerindeki bütün olanaklarla yaratmak istedikleri hava ve tutumlarına bakıldığında başlıca iki amaçlan olduğu görülüyor: birincisi, büyük burjuvazinin Avrupa ve Ortadoğu’dan kapıdan çevrilişin verdiği aşağılanma ve moral bozukluğunun yok edilerek sömürü ve talan iştahını kabartmak, ikincisi ise, düzenin toplumsal dayanağını genişletmek için emekçi sınıflar içinde şovenizm ve dinciliği kışkırtmak.
Bugün, Türk egemen sınıfları ve hükümetleri içerde ve dışarı da çözümü umutsuz sorunlarla karşı karşıyadır. Dışarıda, yukarıda sözünü ettiğimiz, Avrupa ve Ortadoğu’da tecrit edilmişlik durumu vardır. Yıllardır, girilerek her problemin çözüleceğini iddia ettikleri AT kapıları yüzlerine sıkı bir biçimde kapanmıştır. Ortadoğu’da “ne İsa’ya ne de Muhammed”e yaranılabilmiştir. Gerçi İngiltere, ABD hala “dostça” davranmaktadırlar; ama onlar da sadece kendi amaçlarına kullanmak için. Üstelik Türkiye’yi aşağılayarak, bu tutumu alıyorlar. Kıbrıs, Ege, Kürt sorunu gibi başlıca “ulusal” sorunlarda onlar da pek yüz vermiyorlar Türkiye’ye. Ticarette ise, bütün emperyalist ülkeler, Türkiye’ye tam bir serbestlik önerir ve “kredi”de cimrilik yaparken, kendileri kendi ticaretlerini kıskançça korumaya alıyor, kotalar koyuyorlar. Dcmirel’in de itiraf etmek zorunda kaldığı gibi, 50 milyar dolarlık borçla Türkiye’nin “dış politikasını da ipotek altına” alıyorlar.
“Eski silah arkadaşı” Almanya ile ise, neredeyse ipler kopma noktasına geldi. Son bir kaç yıldır, ABD ile açıkça rekabete girişen Almanya, ABD’nin Ortadoğu’daki karakolu olarak gördüğü Türkiye’yi her fırsatta zora sokmak için elindeki kozları birer birer oynuyor.
“İçerde” işler “dışarıdan” daha kötü:
Egemen sınıflarımız için. Kürt gerilla mücadelesi önlenemediği gibi, bir yığınsal Kürt ayaklanmasının da bütün belirtileri ortaya çıkmış durumda. Kürtler, “dil serbestliği”, “Kürt varlığını tanımak”, “kardeşlik” gibi kırıntılarla yetinecek gibi görünmüyor.
Enflasyon, işsizlik ve diğer ekonomik veriler, kalkınma edebiyatının inandırıcılığını yok ediyor Burjuva partilerinin “çözüm” yolları emekçileri kandırmaya yetmiyor artık.
Geçen yılın başlarında görülmemiş boyutlara varan işçi hareketinin yeni bir dalgası kaçınılmaz bir biçimde kapıya dayanmış durumda.
Bütün emekçi sınıflar, şu anda bir beklenti içinde olsa bile, özgürlük istiyor ve gerici-faşist düzenlemelerde küçük makyajlara razı olmayacaklarını belli ediyorlar.
Bütün bu istem ve beklentileri, Türk egemen sınıflarının karşılaması olanaksız görünüyor. Bunu en iyi de kendileri biliyorlar. Bu yüzden de, düzenlerinin sosyal temelini güçlendirmek için büyük burjuvazi, Kürtlere kimi tavizler vermeye, DYP-SHP koalisyonu aracılığı ile beklentiler yaratmaya, böylece vakit kazanmaya çalışıyor.
Bütün bu açmazlar içinde, “Türkî Cumhuriyetler” egemen sınıflar ve tüm gericilik için “yeni olanaklar” sunması bakımından hayali bir önem taşıyor.
“Türkî Cumhuriyetlerin, elbette dış ekonomik ilişkiler açısından da potansiyel bir önemi var, ama egemen sınıflar için “Türkî Cumhuriyetler”in yakın önemi “iç pazar”a yönelik yani. Çünkü bütün burjuvazi ve onların hükümetleri bilir ki, düzene baş kaldıran yığınları bölmenin, kendi yedeğine çekmenin en iyi, bugüne kadar uygulanarak kanıtlanmış en geçerli yolu, emekçileri “ulusal davalar” peşine takmak, şovenizmi ve ırkçılığı kışkırtmaktır. Bu politika büyük sermaye tarafından iflasa sürüklenen burjuva ve küçük burjuvazide yeni umutlar yaratmak, onları düzen ve devlete yeniden bağlamak alanında çok daha etkili olur.
Bugün burjuvazinin elinde, şovenizm ve ırkçılığı kışkırtmak için iki malzeme vardır. Birisi Kürt mücadelesinin yarattığı “Türkiye bölünüyor” propagandası, diğeri ise “Türkî cumhuriyetler”. Kürt sorunu belki iyi bir olanak gibi görünüyor, ama oldukça netameli bir sorun ve böyle bir kampanyanın Kürt milliyetçiliğini de kışkırtması, Kürt ulusal mücadelesinin daha hızlı yükselişiyle batağa saplanması olanağı çok güçlü. “Türkî cumhuriyetler”e yönelik şovenizm kışkırtması ise, tek yanlı ve ekonomik çıkarlar vaat etmesiyle burjuvazi için bulunmaz bir nimet olarak ele alınıyor. Kısa bir süre için bile olsa, orta Sınıflarda, hatta işsizliğin, geçim sıkıntısının kıskacında bunalmış emekçilerde yeni kar ve iş olanakları olarak biçimlenebilir. Burjuvazi ve onun her soydan propagandacıları da bu yanı işlemeye özen gösteriyorlar. Böylece, giderek bu düzenden umudunu kesen kesimlere yeni umutlar pompalayarak düzenlerinin sosyal dayanağını güçlendirmeye çalışıyorlar. Buna, Turancılıktan Kemalizm’e, Türk-İslam sentezciliğinden İslam enternasyonalizmine varan gerici-şoven ideoloji ve politikaların uzun yıllardır yaptığı etkileme eklenirse, ülkemizdeki özgürlük ve demokrasi mücadelesinin, “Türkî cumhuriyetler” politikasıyla, nasıl bir açmaza sürüklenmeye çalışıldığı daha iyi görülür.
Egemen sınıflar konsensüs (sınıflar arasında uzlaşma) isliyorlar.. Önce çeşitli klikler, sonra da emekçi sınıflar ile burjuvazi arasında konsensüs istiyorlar. Ama konsensüs geçici bir şeydir ve konsensüse “evet” diyenler, şimdiki kayıplarını sonra bir biçimde çıkarabilecekleri somut ve akılcı nedenler isterler. Egemen sınıflar, “Türkî Cumhuriyetler”in kendilerine sağlayacağını iddia ettiği çıkarları bu politikalarının somut ve akılcı nedeni olarak da öne sürüyorlar. İşsizlik, pazar sıkıntısı, yeni yatırım alanları, dış ticaretin canlandırılması, hatta AT kapısını zorlamak için “Türkî cumhuriyetler” çok önemli bir dayanak olarak propaganda ediliyor. Dahası, arkasına “Türkî Cumhuriyetleri” almış bir Türkiye’nin AT kapısından geri çevrilemeyeceği tezi, kanıtlanması gereksiz bir hipotez olarak, öne sürülüyor.
Bir bütün olarak izlenen politikalara bakıldığında:
Başta ABD olmak üzere emperyalistler, “Türkî cumhuriyetler”i, emperyalist yeni dünya düzeninin Asya ayağını oluşturan, emperyalizme bağımlı “uslu” devletler olarak biçimlendirmeye çalışıyorlar. Türkiye, bu eyleminde emperyalistlerin bir sıçrama tahtası, bir “Truva Atı” rolünü peşinen benimsiyor.
Türk egemen sınıflarının politikası “doğrudan ABD ve İngiliz emperyalizmi ile yakın dirsek temasında, onların yönlendiriciliğinde biçimleniyor. Dahası bugünkü koşullarda egemen sınıfların tek seçeneği, bugün izlenen ve ABD emperyalizminin kendilerine biçtiği role uyumlu bu politikadır..
Bu politikayla egemen sınıflar içerde, Kürt ve emekçi mücadelesini bastırmak için şovenizmi ve dinciliği kışkırtmayı, emekçi sınıfları “ulus” ve “din davası” peşine takarak sınıf ayrıcalıklarının dayattığı çatışmaların üstünü örtmeyi amaçlıyorlar. Aynı dayanaklardan yararlanarak Kürt ulusal hareketi karşısında Türk emekçilerini dikmeyi, Kürt ulusal uyanışının yarattığı dalgayı Türk şovenizmiyle karşılamayı planlıyorlar.
Planlar ve olanaklar burjuvazinin ihtiyaçlarını karşılayacak gibi görünüyor. Daha doğrusu her şey başka ilişki ve çelişmelerden soyutlanarak ortaya döküldüğünden yeni umutlar pompalanıyor. Ama sınıf ve ulusal farklılıkların, büyük ve küçük devlet çıkarlarının bu ölçüde birbirine karıştığı bir dünyada salt ihtiyaçlar, kültürel, dil, coğrafi yakınlık gibi “avantajlar” üstüne oturtulan hesapların ne ölçüde gerçek dünyanın, çelişkiler ve çatışmalar dünyasının gerçekleriyle uzlaşır olduğunu yakın gelecekte göreceğiz. Ama bugünden görünen ise, Türk emekçilerinin, din ve şovenizm uğruna kolayca birleştirilip, burjuvazinin uysal uyduları durumuna getirilemeyeceğidir. Dahası, emperyalistlerin dümen suyunda yürüme politikasından bir çıkar sağlayıp sağlamama bile, emperyalistler arasındaki ilişki ve çelişkilerin alacağı biçimlere bağlıdır.
“Türkî Cumhuriyetler”e doğru “fethe” çıkanlar, evdeki “bulgurdan” olmayı da göze almak zorundadırlar. Çünkü yaşadığımız dünya, büyük çalkantı ve altüst oluşlara gebe, uzlaşmaz çelişmelerinin her gün daha da keskinleştiği bir dünyadır.

Ocak 1992

Kürt halkı nasıl kucaklanacak?

Koalisyon programının açıklanmasının hemen ardından, makam koltuklarına ısınmaya bile fırsat bulamayan Demirel-İnönü ikilisi, apar-topar Kurt halkına yönelik “şefkat” gezisini başlattılar.
“Bitirin şu işi”, “bölücülük yapılıyor” nidaları bir anda meydanlarda “Kürt realitesini tanıyoruz”, “bu hükümetin temelini siz (Kürtler) attınız” demeçlerine, Kürt halkını adeta baş tacı yapan sempati şovlarına dönüşüverdi. Kürt köylerine napalm bırakan uçakların yerini halka ‘sevgiyle’ şapka sallayan liderler, Kürt çocuklarına öğrendiği iki kelime Kürtçe ile seslenen Generaller almıştı. Generaller ve liderler Kürt köylüleri ile kol kola girerek foto muhabirlerine poz veriyorlardı.
Birkaç gün süren bu “sempati saldırısı”nın amacı gezi başlamadan önce biliniyordu: Kürt halkı üzerindeki olumsuz imajı silmek, mümkün olursa geçmiş ‘yanlış’ uygulamalar üzerine sünger çekmek, Kürt halkına ‘gaz’ vererek yedeğine almak. Her şey bitmiş, yeni bir dönem başlamıştı. Biz meydanlarda birlik içindeydik. Evet, siz de çok çekmiştiniz ama o dönem sizin de yardımınızla geride kalmıştı. Realitenizi tanıdığımız siz Kürtler de üzerinize düşeni yapmalıydınız. Bu biricik görev ‘birlik ve beraberlik’ içinde olmaktı…
Şov enteresan manzaralar arz ediyordu. İçişleri bakanı İsmet Sezgin bölge halkının sorunlarını dinlerken insanın aklına ‘timsah gözyaşları’ kavramını getirecek gözyaşları döküyordu. Gazetelerdeki etkisini görmüş olsa gerek ki, bunu gezi boyunca sık sık yaptı. Bu gözyaşlarının hem ‘orada’ olup bitenlere öfke duyan yumuşak kalpleri kazanmaya, hem de “aman tanrım bu ne korkunç manzara, inanın ki bilmiyordum” mesajı vermeye yönelik olduğu çok açıktı.

HEPSİ BU DEĞİL!
“Şefkat” gezisinin baştan sona aldatmacaya yönelik mizansenleri gerçeğin gizlenmesini sağlayamadı. Bu, TV’den sonra, propagandanın en iğrencine soyunan günlük burjuva basınında bile mümkün olamadı. Kürt halkına yönelik düşmanlık öylesine yoğun ve kabına sığmaz bir durumdaydı ki, bir yerde üstünü örtseler, bir yerde kendisini gösteriveriyordu.
En çarpıcı örneklerden birini “liberalliği”, “tarafsızlığı” ve “demokratlığı” ile nam salan Sabah yazarı Güneri Cıvaoğlu veriyordu. Gezinin başladığı gün Olağanüstü Hal Bölge Valisi Necati Çetinkaya ile yaptığı telefon görüşmesini ve izlenimlerini anlatan Cıvaoğlu, Çetinkaya’nın ‘olumlu’ ve ‘umutlu’ konuştuğunu belirterek şu sözleri aktarıyordu;
“Şimdilik 110 helikopter geliyor. Maaşlı askerler ve uzman erbaşlarla bir profesyonel güç oluşuyor. Ayrıca polisin özel timleri ve Jandarmanın komandoları var. Zırhlı kariyerlerin bölgeye varmaları güvenlik güçlerini daha etkin hale getirecek…”
Bunun ne demek olduğu çok açıktı. Kürt halkına yönelik bu timsah gözyaşları, sevgi gösterileri ve ‘birlik beraberlik’ çağrılarının arkasında askeri yığınak, özel tim ve yeni komando birlikleri gizleniyordu. Cıvaoğlu yukarda geçen 7 Aralık tarihli köşe yazısında bol miktarda “sevecenlik”, “insan hakları” lafları da ediyordu ama kendisinin umut ve olumlu sıfatı yakıştırmaktan geri durmadığı tedbirlerin elbette bunlarla bir ilgisi olmadığı da aşikârdı. Şirinlik gösterilerini bir yana bırakacak olursak Kürt halkının helikopterlerle ve profesyonel orduyla kucaklanacağını, gerçeğin, bütün o süslü laf ve şovların ötesinde, tamamıyla bundan ibaret olduğunu görmek için, çok da fazla bir çabaya ihtiyaç yoktu.

KÜRDE KUŞA YEM OLMAK
“Şefkat” gezisi, bir tür sivil cephe komutanları olan bölge vali ve valiciklerini de öne çıkardı. Kimi zehire karşı ‘çeşnibaşı’ tayin ederek göze girmeye çabalarken, kimi de ‘korkusuzluğunu” ispat etmeye çalıştı. Büyüklerinin gözüne girme konusunda Bölge Valisi Çetinkaya’nın başarılı olduğu söylenebilir.
Kozakçıoğlu’ndan boşalan makama atanması sırasında “Kürde kuşa yem olma” korkusuyla görevi kabul etmekte haklı bir tereddüt geçiren Necati Çetinkaya, gezi sırasında köşe yazarlarından olumlu not aldı. Yazarlar, Çetinkaya’yı “isteksizliği” ve “çekingenliği” üzerinden atmış buldular ve bunu yazılarında dile getirdiler. Necati Çetinkaya artık bir ödlek değil, kararlı bir devlet memuruydu…
Bir yandan gezinin ‘coşkusu’  yansıtılmaya çalışılırken bir yandan da ‘acı gerçekler’ ifade edilmek zorundaydı. “Kucaklaşma”; “iç savaş korkusu”, “belki de son şans” değerlendirmeleri ile birlikte sunuluyordu. Bu coşkuya rağmen durum vahimdi. Bir Özel Tim komutanı Cumhuriyet muhabiri Faruk Bildirici’ye bir gerçeği ifade ediyordu: “Artık çok geç”!
Bizim ‘ikiyüzlü politika’ dediğimiz şey, burjuvazinin dilinde ‘alternatifli politikalar’ adını alıyor. Bir yandan jenosit tedbirleri alırken, bir yandan Kürt realitesini tanıma demeçleri vermek; zırhlı kariyerleri bölgeye gönderip yığınak yaparken, “bu hükümetin temelini siz attınız” demek; Kürt köylerini bombalarken, “federasyonu tartışabiliriz” incisini yuvarlamak, dil serbestîsi tanımak, bu iki (yüzlü)li politikanın bir gereği ve ürünü oluyor. Politikanın temeli “şefkat sökmezse terör, terör sökmezse şefkat” formülüne dayanıyor. Biri olmazsa diğeri uygulanıyor. Çoğu zaman ikisi bir arada yürütülüyor, değişik zamanlarda, konjonktüre bağlı olarak biri öne çıkarılıyor. Ve tabii ki bu politikanın ismi, gerçekte uygulanan bir tek politikanın iki farklı yüzü anlamında, “ikiyüzlü politika” oluyor. Bu politika, tek bir politika olduğu halde, iki farklı politika gibi gösteriliyor. Kadife eldiven geçirilmiş demir yumruk kavramı bu iki yüzlü politikanın bir diğer ifadesi olarak kullanılıyor. Uygulananın şiddet olduğunu, bunun, kimi zaman ‘şefkat’ giysileri içinde, kimi zaman da ‘dizginsiz terör’ün ta kendisi olarak gündeme geldiğini belirtiyor.
“Şefkat” gezisi sırasında Demirel-İnönü ikilisinin halka hitap ettiği bir miting sırasında ortaya çıkan bir görüntü, politikanın ikiyüzlülüğünü ortaya koyuyor. Manzara şöyledir: Demirel ve İnönü kürsüden halka hitap etmektedir ve “barış”, “kardeşlik”, “birlik”, “bütünlük” motiflerini işleyerek şirinlik yapmakladırlar. Meydanda Kürt realitesi “tanınmakta”, Kürt halkına onları (SHP ve DYP’yi) bir araya getirdiği için minnet borcu ifade edilmektedir. Bu uygulanan “terör” politikasının bir yönüdür. Diğer yön ise, o sırada güvenliği sağlamak üzere miting meydanında bulunan ve Cumhuriyet muhabirine, “artık çok geç” diyen Özel Tim komutanında gizlidir. Tim komutanı, “şefkat”, “kardeşlik” vs. konularının artık gündemde bir yer işgal etmediğini,”savaşmaktan” başka bir yol olmadığını ifade etmektedir. Tim komutanı, o an için miting meydanındaki havaya uymayan, fakat, bir devlet politikası olarak her zaman gündemde ve uygulamaya hazır olan “şiddet” yönüne vurgu yapmaktadır. Alanda öne çıkan şefkat, politikanın yalnızca bir yönünü ifade eder. Tim komutanı ise diğer yönünü.
“Şefkat gezisi”nin bir özelliği de koyu bir şovenizm dalgasının üzerine oturtulması oldu. Hürriyet gazetesinin Tercüman’dan transfer ettiği köşe yazarı Rauf Tamer köşesinden “Taksim meydanında yüz binlerin bölücü terörü lanetlediği büyük mitingler hayal ediyorum” diye yazınca, mesaj ilgili birimlerce değerlendirildi ve Taksim’de olmasa bile Kayseri’de, devlet tarafından organize edildiği kuşkusuz olan, bilinen provokasyon gösterisi tezgahlandı. Tamer “start” verdi. Provokasyonlar birbiri arkasından sökün elli. Kürt milletvekillerinin yemin töreni, HEP kongresi, her şey, her vesile, şovenizmin ısıtılıp, tav’a getirilmesi için istismar edildi. Kayseri’nin potansiyel katilleri genç MÇP’li komandolar, çok satan magazin dergilerinde sayfalar dolusu röportajlar vererek,”bölünmez vatanın kutsal bekçileri” olduklarını ilan ettiler.
Şovenizmin şartlandırılması için her zaman kullanılan, ama son zamanlarda daha yoğunlaştırılan bir başka motif de, Kürdistan’daki çatışmalarda ölen askerlerin istismar edilmesi olgusudur. Çayırlı karakol baskınında ölen Bilal Çakırcalı isimli asteğmen bunlardan en öne çıkanı oldu. Hürriyet yazarı Emin Çölaşan, Bilal’in ölümünü iki kez sütununda yazdı. İzmirli bir genç olan Bilal Çakırcalı’nın cenazesi dolayısıyla Ege’nin yerel gazetesi Yeni Asır’da (başaramasa da) cenaze dolayısıyla Türk şovenizmini kışkırtmak için büyük bir çaba içine girdi. Bilal Çakırcalı’nın şovenist kampanyaya alet edilmeye çalışılmasının iki nedeni vardı; birincisi bir felsefeciydi, ikincisi şairdi. Duygulu yürekleri etkilemek için Bilal Çakırcalı’nın bu iki meziyeti işlenerek Ulusal Kurtuluş mücadelesi pekâlâ karalanabilirdi. Bu belki de hala mümkün. Ama gözden özenle kaçırılan bir nokta vardı. Bilal bir DEVRİMCİ’ydi. Faşist Yeni Asır’ın da, Emin Çölaşan’ın da ısrarla gözden kaçırdığı nokta buydu. O’nun Ulusal Kurtuluş mücadelesini desteklediğini, Devrimcilerle ilişkisini hiç kesmediğini, tutarlı bir demokrat olduğunu en azından yakın çevresi bilir. İzne geldiği bir sırada arkadaşlarına, “Ben, Kürt-er’e karşı savaşmak istemiyorum” dediğini de birçok kişi biliyor.
Kürt ve Türk halkının esenliği, burjuvazinin ikiyüzlü politikalarının, kimi zaman çekici taraflarının rüzgârına kapılmak değil, onunla mücadeleden geçiyor. Şovenizm vb. gerici politikaların, her an tersine dönebilir rüzgârların, halk iktidarının politikası olmadığı açıktır. Kürt halkı da zaten burjuvazinin hükümet temsilcilerinin bölge gezisi sırasında, onların kendi iktidarı olmadığını bildiklerini Dargeçit, İdil ve diğer yerlerde yaptığı protesto eylemleriyle göstermiştir.

Ocak 1992

Sendikasızlaştırma Politikaları Ve Taşeron İşçilik Uygulaması

Sendikasızlaştırma politikalarının en etkin araçlarından biri de son yıllarda büyük bir artış gösteren taşeron eliyle işçi çalıştırma uygulamalarıdır. Kuşkusuz taşeron uygulaması, işçi sınıfına yöneltilmiş çok yönlü bir saldırıdır. Bu uygulama taşerona bağlı işçileri, çok kötü çalışma ve ücret koşullarına mahkûm etmesinin yanı sıra diğer işçilerin de durumunu tehdit eden bir uygulamadır. Sendikasızlaşma da bu çok yönlü saldırıların bir parçası ve saldırıların önündeki engellerin kaldırılmasının bir yoludur. Bu yazıda diğer yönleriyle birlikte uygulamanın sendikasızlaştırmayla ilişkisine değineceğiz.

Sendikalar, işçi sınıfının geniş kesimlerini kucaklayan en temci mücadele örgütleridir. Sendikal bilinç, sınıfın her bir bireyinin kafasındaki fikirler köklü bir değişime uğramaksızın kazanılabilen bir bilinçtir ve bu özelliğiyle sıradan her işçi, sendikanın haklarını alabilmesi için olmazsa olmaz bir örgüt olduğunu bilir. İşçi sınıfının mücadelesi bakımından bu kadar önemli bir mücadele örgütü olan sendikaların ortadan kaldırılması, daraltılması ve işlevsizleştirilmesi burjuvazinin en önemli amaçlarından biridir. Sömürünün katmerleştirilmesi, bir yönüyle sendikaların ortadan kaldırılması ve işlevsizleştirilmesiyle mümkündür.
Bunun içindir ki, 12 Eylül darbecilerinin ilk icraatlarından biri sendikaların faaliyetine son vermeleri, DİSK’in kapısına kilit asmaları olmuştur. 1984’de izin verilen sendikalaşma hakkı yasa ve yasaklarla işlevsiz kılınmaya çalışılmıştır. Tüm yasak ve sınırlamalara karşı işçi sınıfımız yasakları kendi eylemiyle işlemez kılmış, yasaklanmış birçok hakkını fiilen kullanmıştır.
İşçilerin topluca harekete geçmesine olanak sağlayan sendikalar burjuvazinin her zaman hedefi olmuştur. Bir yandan sendikalaşma hakkı güdükleştirilirken, bir yandan da sendikaların başına burjuvaziye kafaları ve mideleriyle bağlı ağalar yerleştirilmiştir. Bununla da yetinmeyen burjuvazi ve devlet, tüm olanaklarıyla diğer çalışanlara sendika hakkı vermediği gibi sendikalı işçileri sendikasızlaştırmaya çalışmaktadır.
Bu politikanın sonucu olacak son yıllarda sadece SSK’lı işçiler baz alınsa ve devletin verdiği rakamlar doğru kabul edilse bile sendikalılaşma oranında önemli bir düşüş görülmektedir. SSK’lı işçiler arasında sendikalılaşma oranı 1987’de % 84,8 iken ilerleyen yıllarda gerileyerek 1990 yılında % 58’e düşmüştür. Resmi kayıtlara göre 1990 yılı için SSK’lı üç-buçuk milyon işçinin iki milyondan daha azı sendikalıdır. Sendikalaşmanın tüm ücretli çalışanların hakkı olduğu düşünülür ve ücretli çalışan sayısının 15 milyon olduğu tahmin edilirse sendikalaşma oranı hakkında daha açık bir fikir sahibi olunabilir.
Kısaca işçilerin şişirme rakamlarla iki milyondan azı sendikalıdır. Buna rağmen patronlar ve devlet sendikaları küçültmeye, sendikasızlığı yaygınlaştırmaya çalışıyorlar. Bu politikaların önemli bir başarı kazandığı, sendikalı işçi sayısının giderek alçalan bir eğri çizmesinden anlaşılabilir.
Devletin ve sermaye sınıfının sendikasızlaştırma politikalarını kısaca özetlersek:
En başta, son yıllarda her işçinin soluğunu ensesinde hissettiği işçi kıyımını anmak gerekir. Birbirine benzeyen bahanelerle ve nerdeyse kural haline getirilen sözleşmelerin hemen ardından toplu halde işçi atılması sendikaların gücünü düşüren önemli bir etkendir. Mücadelede öne çıkan işçiler, çoğu zaman sendika yönetimleriyle işbirliği halinde, işten alılarak yerine düşük ücretli özel anlaşmalarla ve tehditlerle sendikaya üye olmama taahhüdü alınan işçiler istihdam edilmektedir. Örneğin 1987 yılında atılan 137 bin işçinin 100 bini sendikalıdır. 1991’in ilk yedi ayında işlen atılan işçi sayısı ise 700 bin civarındadır.
Geçici-mevsimlik işçi uygulaması, diğer bir sendikasızlaştırma aracıdır. Resmi ve özel işyerlerinde yaygınlaştırman bir istihdam biçimi olarak bu uygulamaya göre, bir yandan işin doğası gereği geçici-süreli işlerde çalıştırılan geçici statüsündeki işçilerin büyük bölümü sendikasızdır. Öte yandan sürekli özellik taşıyan birçok işyerinde, KİT’ler, devlet kuruluşları ve belediyelerde geçici işçi istihdam edilmektedir. Altı aylık ya da bir yıllık sürelerle yenilenen iş akitleriyle işçiler sürekli atılmayla yüz yüze bırakılmakta, bu konuda yasal bir kısıtlama olmamasına rağmen iş güvenliği olmayan bu işçilerin sendikalara üye olması çoğu zaman mümkün olmamaktadır.
Sözleşmeli Personel uygulaması daha önce de varolan ama çok az sayıda kişiyi kapsayan bu uygulama 12 Eylül sonrasında çıkarılan Kanun Hükmünde Kararnamelerle yaygınlaştırılmış, çok sayıda işçi ve memur bu kapsama alınmış; bu yolla o an için yüksek sayılabilecek bir ücretle şirinleştirilen bu uygulama ile işçilerin sendikalaşması engellenmiş, iş güvenceleri yöneticilerinin insafına kalmıştır. 1989 yılı itibariyle bu kapsamdaki çalışan sayısı 200 binin üzerindedir.
Kapsam-dışı personel uygulaması: Bu uygulamayla önemli sayıda işçi, sözleşme kapsamı dışına çıkarılarak sendikayla birlikte hareket etmesi engellenmektedir. Üstelik her sözleşme döneminde kapsam dışı personelin sayısı şişirilmekte, üretim için önemli sayılabilecek yerlere kapsam-dışı personel yerleştirilmektedir. Kapsam-dışı personel grev oylamasına katılmakta ama greve katılamamakladır. Bu uygulama, sendikaların yetki barajını aşmasını zorlaştıran bir etkendir.
Çeşitli meslek okulu öğrencilerinin aynı zamanda işçi olarak çalıştırılması ve bir kısım askerin hizmetlerinin bir bölümünde çeşitli kurumlarda işçi olarak çalıştırılmaları da bir sendikasızlaştırma faktörüdür. Bu tür bir çalışmada öğrenci ve askerlerin sendikaya üye olması yasaktır.
Mevcut yasalara göre bir sendika bir işyerinde işçilerin tümünü de örgütlemiş olsa o iş kolundaki işçilerin % 10’unu örgütlememişse yetki alamamaktadır. Bu durum da birçok sendikanın yetkisiz duruma düşmesine yol açmakta o işçiler de sendikal haklardan faydalanamayıp fiilen sendikasız sayılmaktadır. Yine, üyeliğin noter kanalıyla gerçekleşmesi, sendikanın yetki alma sürecinin çok uzun olması, bu süre içinde patrona manevra alanı sağlamakla, patron işçileri işten atabileceği gibi işçileri tehditle sendikadan vazgeçirebilmektedir. Bir işçinin sendikal güvenceye kavuşması, üyelikle birlikte başlamaması ancak sendikanın sözleşme yetkisiyle mümkün olması da sendika üyeliği konusunda çekingenlik yaralan bir durumdur.
Bir işyerinin hangi işkoluna girdiği konusunda yapılan tartışmalar ve patronun itiraz hakkı da sendikalaşmayı dumura uğratan durumlardan biridir.
Aşağıda inceleyeceğimiz taşeron eliyle işçi çalıştırma uygulaması ise sendikasızlaşmanın giderek yaygınlaşan önemli bir aracıdır.
Patronların ve devletin politikaları sendikasızlaşmanın esas nedeni olmakla birlikle, mevcut sendikaların politikaları da bu durumu beslemektedir. Türkiye’de sendikalar devlet ve patron karşısındaki tutumlarıyla işçi sınıfına güven vermemektedirler, işçi, sınıf sezisiyle sendikanın kendisinden çok patrona yakın olduğunu hissetmekledir. Patronun işçilere karşı suçuna çoğunlukla sendikalar da ortak olmaktadırlar. İşveren ve sendikanın el ele verip atılacak işçilerin listesini oluşturmasından, sözleşmelerde satışa kadar uşakça tutumlar işçiyi soğutmakla, onu sendikaya üye olmaktan geri çekmektedir. Böyle bir sendikaya üye olmak için işçinin işlen atılmayı göze alması her zaman mümkün olmamakladır.

Taşeron işçi uygulaması, herhangi bir işletmede, işverenin, işlerin herhangi bir bölümünü ikinci bir patrona devretmesidir. Asıl işverenin işlerin bir bölümünü devrettiği alt-işveren taşeron (müteahhit), alt işverenin çalıştırdığı işçiler de taşeron işçileridir.
Bu uygulamanın işçi sınıfı açısından anlamı sendikasızlaşma, her türlü sosyal hak ve iş güvencesinden yoksunluk, düşük ücret, sınıf kardeşleriyle arasına düşmanlık tohumları ekilmesidir… Bu uygulama, 12
Eylül sonrasında işçi sınıfına yöneltilmiş bir saldırıdır ve başta KİT’ler olmak üzere birçok devlet kuruluşunda ve özel sektörde yaygın olarak uygulanmaktadır.
Denilebilir ki, asıl patronların bir takım işleri taşerona devretmeleri 12 Eylül dönemine has bir olgu değildir. Elbette ki, genel anlamıyla asıl işverenin bazı işlerini taşeron-aracı bir şirkete devretmesi çok eskiden beri uygulanan bir yöntemdir. Devletin bazı işleri ihaleye çıkararak taşeron firmalara aktarmaları, özellikle inşaat sektöründe asıl işverenin inşaatın belirli işlerini daha küçük firmalara aktarmaları çokça görülen uygulamalardır ve bu uygulamalarda da temel dürtü kapitalizmin daha çok kar hırsıdır. Bu yolla patronlar geçici işlerde sendikasız ve çoğu zaman da sigortasız ucuz işgücü istihdam etmektedirler.
Fakat 12 Eylül’den sonra sistemleştirilen taşeron uygulamasının karakteristiği, devlete bağlı kuruluşların ve patronların o güne kadar kendi kadrolu işçilerine yaptırdıkları süreklilik arz eden işleri parça parça taşerona devretmeleridir.
Bugün taşeron işçi çalıştırmayan devlet kuruluşu ve belli büyüklükteki özel işletme yok gibidir. KİT’lerden belediyelere, basın sektöründen bankalara, az çok büyük sayılacak bütün işletmelere kadar bütün işletmeler taşeron işçisi çalıştırmakladırlar. Taşeron işçiliği, her geçen gün uygulama alanını daha da genişleterek nerdeyse esas istihdam biçimi olma yolunda hızla ilerlemektedir.
Uygulama, uygulandığı işletmenin özelliğine göre farklılıklar göstermekle birlikte gözlemlerden çıkarılan şu ortak özelliklerden söz edilebilir:
Uygulamanın ayırt edici özelliklerinden biri, o güne kadar işletmenin kadrolu işçilerinin yaptığı işlerin taşerona devredilmesidir. Patronların sendikalarla yaptıkları sözleşmelerde çoğunlukla “süreklilik gösteren işlerde geçici işçi çalıştırılamaz” gibi hükümler bulunduğundan, gerçekte devamlılık gösteren işler “geçici iş” kapsamına sokulmakla ve uygulama da öncelikle bu kanıyı kuvvetlendirmeye uygun bölümlerden başlatılmaktadır. Uygulama öncelikle bahçe düzenlemesi, temizlik, ulaşım, yemekhane gibi bölümlerde başlatılmakta; giderek yükleme-boşaltmayı, depolamayı ve doğrudan üretimi kapsamaktadır. Bugün birçok işletmede üretimde ve üretim için stratejik sayılabilecek ünitelerde yarı yarıya taşeron işçisi istihdam edilmektedir.
Asıl işverenin işin bir bölümünü kendisine aktardığı taşeron firmalar özellikle KİT’lerde varlıkları yoklukları bir firmalardır. Taşeron işçisi, asıl işverenin işyerinde çalıştığı gibi karşısında muhatap olarak asıl işvereni görmektedir. Asıl işverenle taşeron arasındaki iş sözleşmesinin süresi en çok bir yıllıktır ve taşeron firma sık sık değişebilmekte, ya da bir sorun çıktığında taşeron “iflas” etmekte, her iki durumda da taşerona bağlı işçiler yüzüstü bırakılmakladır.
Taşeron ile çalıştırdığı işçiler arasındaki sözleşme de 6 aylık ya da 1 yıllıktır. İş “geçici” gösterildiği gibi işçiler de geçici işçi sayılmaktadır. Taşerona bağlı işçilerin neredeyse tümü sendikasızdır ve önemli bir bölümü de sigortasızdır.

Uygulamanın ilk sonucu, aynı zamanda diğer olumsuzlukların da yolunu açan sendikasızlaşmadır. Uygulamayı böylesine yaygınlaştıran patronların esas amacı da zaten işçileri sendikasızlaştırma bu yolla kendilerine sorun çıkarmayacak işçilerle azami kar elde etmektir.
Taşeron uygulamasıyla sendikasızlaştırma çeşitli biçimlerde gerçekleşmektedir. En başta belirli bir ünitedeki iş taşerona aktarıldığında, o güne kadar o işi yapan işçi “fazlalık” durumuna gelmekte, patron da bunlar arasında kendisi için sorun olan sendikalı işçileri rahatça, yasaların kendisine tanıdığı sınırsız olanaklardan faydalanarak “uygun” bir gerekçeyle işten atmaktadır. Aynı zamanda fazlalık durumundaki işçiye işinin devamı için sendikadan ayrılma koşulunu dayatmaktadır. Sendikalı işçilerin bir bölümü işlen atılınca sendikasız işçilerin sayısı kapsam-dışı personelle birlikte sendikalı işçi sayısından çok olabilmekte ve böylelikle ilgili işyerinde sendikanın yetkisi düşmektedir. Taşeron işçi çalıştıran bazı işletmelerde sendika yetkisini kaybetmiştir (Petrol-İş’in önceden örgütlü olduğu HABAŞ gibi.). Birçok işyerinde ise sendikalar yetki sınırına dayanmıştır. Taşeron da çalıştırdığı işçilerle altı aylık akitler yaptığından, sendikaya bulaşmasının işten atılması için yeterli olduğu kendisine sık sık hatırlatılmaktadır. Bütün tehlikeleri göze alan taşeron işçileri sendikalaşmaya girişip yetki alma aşamasına geldikleri durumda da taşeron firma “iflas” ilan ederek işi bırakmakla ve böylelikle işçilerin iş akitleri otomatikmen fesholmakta, başka bir ad altında yeni bir taşeron firma işi devralmaktadır. Yasaların patrona tanıdığı sınırsız haklardan dolayı sendikanın yetki alarak sözleşme yapma süreci aylar almakta, işverenin itirazlarıyla bu yıllara uzamakladır. Bu yasal düzenleme koşullarında taşeron firmalara bağlı işçilerin sendikalaşması imkânsız değilse bile çok zordur. Bugün sendikaların yetkili olduğu taşeron şirket sayısı parmakla sayılacak kadardır. Petrol-İş Sendikası’nın yaptığı ve aynı sendikanın yetkili olduğu 37 bin işçinin çalıştığı 88 işyerini kapsayan araştırmaya göre (1990 Haziran itibariyle) bu işyerlerinde çalıştırılan 6.609 taşeron işçisinden sadece 330 tanesi sendikalıdır.
Kısaca taşeron uygulamasıyla bir yandan asıl işverene bağlı sendikalı işçiler işten alılarak sendikalı işçi sayısı azaltılmakta ve sendikalı işçi sayısının azalmasıyla işyerinde örgütlü sendika yetki kaybetmekte, bir yandan da taşeronun çalıştırdığı azımsanmayacak sayıdaki işçi sendikalaşamamaktadır.
Sendikasızlaştırmayla yakından ilişkili olarak taşeron uygulamanın doğurduğu bir diğer sonuç da taşeron işçisine reva görülen ağır çalışma koşullarıdır. Patronlar, yıllar boyu verilen mücadelenin sonucu olarak alınan haklarla biraz olsun rahat bir nefes alma şansına sahip olan işçileri atarak ya da emekli ederek yerine taşeron işçisi alırken kendi koşullarını dayatır. Kapının hemen önünde dev bir yedek işçi ordusu beklerken, patron bunun rahatlığıyla çoğunlukla asgari ücretten işçiler alır. Bu işçilerin iş güvenceleri yoktur. Sözleşmeleri kısa sürelidir. İşçinin atacağı olumsuz bir adım, sözleşmenin yenilenmemesi için yeter nedendir. Özel sektörde hemen hiç bir sosyal hakları yoktur. Çoğunluğu sigortasızdır. Petrol-İş Sendikasının yukarıda andığımız araştırmasına göre, inceleme alanında kalan işçilerin yarısı sigortalı değildir. Yandaki sütunlarda örneklediğimiz YAR-PET’te taşeron işçileri, işletmenin sağlık hizmetlerinden hiç yararlanamamaktadırlar ve ücretleri ve sosyal hakları da kadrolu işçilere göre % 50 azdır. Taşerona bağlı işçilerin kıdem ve ihbar tazminat hakkı da genellikle yoktur. Çünkü taşeron firma geçici işçi statüsündeki işçisini her altı ayda bir girdi-çıktı yapmaktadır, işçi herhangi bir nedenle işten ayrıldığında ya da atıldığında onlarca yıllık işçi bile olsa bir kaç aylık işçi gibi gözükmekte, böylelikle komik bir tazminat alabilmektedir, o da sigortalı olduğu durumda.
Taşeron uygulamanın KİT’lere yönelik özel bir amacı da özelleştirme için yolun düzlenmesidir. Bir yandan bu yolla parça parça özelleşme sağlanırken bir yandan da işçiler düşük ücretli ve sendikasız duruma getirilerek alıcı için KİT’ler cazip kılınmaktadır. Örneğin, Petkim, bundan 10 yıl önce özel şirkete ( Amerikan veya Japon şirketine. vs) satılmak istenmiş, ama üretim maliyetinin ” çok yüksek” oluşu, şirketin sürekli zararda oluşu gibi gerekçe gösteren bu yabancı firmalar, satın almakta tereddüt etmişler. Daha cazip bir üretim maliyeti çıkarma koşulu ile satışın kolay olacağını bilen Türkiye hükümeti, genelde tüm KİT’lerde, karlı konuma gelebilmek için taşeron işçi kullanmak yolunu seçmiştir.
Yukarıda anlatılanlardan, taşeron işçi uygulamasının aynı zamanda işçi kıyımı anlamına geldiği kendiliğinden anlaşılır. Bu iki yönlü bir kıyımdır. Bir yandan kadrolu işçilerin yaptığı işler taşerona aktarılarak kadrolu işçiler kolayca işten atılmakta, ya da emeklilik vb nedenlerle ayrılanların yerine yeni işçi alınmamakladır. Öte yandan taşeron işçisinin tepesindeki Demokles’in kılıcı acımasızca boyunlarına inmektedir; sözleşme yenilenmez alılırsın, sendika lafı geçer atılırsın, patron iflas eder atılırsın… Gerekçeler uzar gider, her defasında taşeron işçisi yedek sanayi ordusunun arasında bulur kendini. Taşeron işçisi, işsizler ordusunun potansiyel üyesidir.
Uygulamanın bir sonucu da işçinin hedefini bulanıklaştırması, taşeron ve asıl işverenin sorumluluğu birbirlerine atmalarına olanak sağlamasıdır.
Taşeron işçisi, aynı zamanda patronun eylem kırma silahı olarak kullanılmaktadır. Patronların taşeron işçi uygulamasını gündeme getirmelerinin önemli nedenlerinden biri de herhangi bir grev ve direniş anında kendilerini güvenceye alma çabalarıdır. Bu uygulamaya yer veren işletmelerin çoğunda temizlik ve yemekhane hizmetlerinden, taşıma, depolamaya, üretimin en stratejik bölümlerine kadar taşeron işçisi çalıştırılmaktadır. Kapsam-dışı personelle birlikte sendikalı olmayan işçiler, bir direniş anında üretimi sürdürecek sayı ve niteliğe sahiptir. Bu yolla patronlar direnişi etkisiz kılmaya çalışacaklar ve üretimde bir aksama olmadığından eylemi kırma şansları artacaktır.
Taşeron şirket uygulaması, işçi sınıfını bölen ve karşı karşıya getiren bir uygulamadır. Durumun farkında olmayan bir işçi için, o güne kadar temizlediği tuvaletin, yıkadığı bulaşığın bir başkasına devredilmesi, elindeki paspasın bir başkasının eline tutuşturulması ve üstelik üzerine bir üniforma giydirilerek başına da bir şapka geçirilerek “koruma görevlisi” yapılması niçin reddedilecek bir uygulama olsun? Ya da angarya olarak görülen yükleme boşaltma gibi bir işin kendisinden alınarak başka birine verilmesi ve kendisinin de çalışmaya devam ediyor olmasında ne gibi kötü bir yan bulunabilir?
Bunun farkında olan patronlar, uygulama işçilerin tepkisini çekmesin diye öncelikle angarya işleri kadrolu işçilerden alma yoluna gitmektedirler. Ve aynı zamanda kadroluların taşeron işçilerine tepeden bakmalarının, onları aşağılamalarının ortamını yaratmaktadırlar. Onların kadrolu işçilerin kafasına yerleştirmeye çalıştırdığı şudur: Taşeron işçisi kalifiye olmayan, üzerine angarya yıkılabilecek ikinci sınıf işçidir.
Öte yandan yarattığı koşullarla taşeron işçisini de kadroluya karşı düşman etmeye çalışır: Angarya işleri sen yapıyorsun ama ücretin kadrolunun yarısı. Sana tepeden bakan bu adamlara niçin eylemde destek olasın ki? Kabalaştırarak ifade ettiğimiz bu durum, işçiler arasında düşmanlığı körükleyen aynı koşullar altında çalışan işçilerin ücret ve sosyal hakları arasında farklılık duvarı çeken, kendi iş güvencesi diğerinin işten atılmasıyla gerçekleşecekmiş gibi gösterilen bir uygulamadır. Bu yolla direniş yapan sendikalı işçinin eylemi taşeron işçisi tarafından desteklenmeyebilmekte ya da sendikalı işçinin taşeron işçinin hakları için mücadelesi, onunla dayanışması engellenmektedir. Çıkarları aynı olan, aynı ortamı paylaşıp aynı makinaların homurtusunu dinleyen, aynı yüce sınıfın üyesi olan insanların asıl düşmanlarına karşı ortak mücadelesini dumura uğratan bir uygulama olarak taşeron uygulamasına karşı mücadele gerçekte sınıfın tümünün görevi olmak zorundadır.
Sınıfının çıkarlarının şöyle böyle farkında olan her işçinin de farklı düşünmesi mümkün değildir.
Bu uygulama, aynı zamanda, işçi ile patron arasındaki ilişkileri düzenleyen yasaların, patronların en azgın sömürüsünün resmileştirilmiş teminatı olduğunun göstergesidir. İş yasaları, patronların taşeron işçisi çalıştırmalarına olanak sağlamaktadır. Fakat patronlar, yasaların kendilerine sağladığı sınırsız olanaklarla da yetinmeyerek bu yasalarla açıkça çelişen uygulamalara girmektedirler. Mevcut yasalarca da devamlı görülen işler geçici, süreli işler gibi gösterilmektedir. Ayrıca Yargıtay içtihatlarına ve Hükümet kararlarına göre taşeron işçisinin, asıl işverenin çalıştırdığı işçilerin faydalandığı haklardan faydalanacağı açık iken, bu hüküm hiç bir işyerinde uygulanmamaktadır, işçi tarafının açtığı davalar Kırşehir-PETLAS örneğinde olduğu gibi yıllarca sürmektedir. Davalar işveren tarafının çeşitli itirazlarıyla iyice çıkmaza girmektedir. Sendikanın yetki almasını önlemek için çoğunluğa itirazdan, taşerona devredilen bölümün farklı işkoluna girdiği gibi gerekçelere dayandırılan itirazlara kadar çeşitli itirazlarla davalar uzayıp gitmektedir. Davaların işçi tarafı lehine sonuçlanması da patron tarafının yeni oyunlarına neden olmakta, taşeron firma isim değiştirmekte, iflas etmekte vb, vb…
Bu uygulama ve doğurduğu sonuçlar, sermaye sınıfının ve bu sınıfın çıkarlarının savunulması üzerine kurulu devletin amaçlarının doğrudan sonucudur. Sermaye ve diktatörlüğün amacı, kurulu sistemlerini yıkma kudretini ellerinde toplayan işçi sınıfını, mücadelesinin en önemli araçlarından biri olan sendikalardan yoksun bırakmak, onları küçük parçalara bölerek aralarındaki birlik ve dayanışma duygusunu yok etmek, bilinçlerinin gelişmesini engellemek ve bu koşullar altında sömürüsünü en azgın düzeyde sürdürmektir. Kapitalizm, kapitalizm olarak kaldıkça başka türlüsünü tasavvur etmek mümkün değildir. Tarih sahnesinde boy verdiğinden bugüne burjuvazi, kar, daha çok kar için çalışır. Bu amacın gerçekleşme düzeyi, iktisadi koşullar ve karşısındaki sınıfların mücadelesinin derecesiyle belirlenir ama amaç değişmez. Burjuvazinin artık çağdaş bir bakış açısına sahip olduğu ve “sosyalleştiği” yalanı, kapitalizmin her günkü uygulamaları karşısında yere serilmektedir.

İşçi sınıfı, işletmelerin parça parça taşerona devredilmesi karşısında hoşnutsuz ve öfkeli. Kırşehir’de kurulu PETLAS işçileri bu öfkeyi ‘91 Ağustos’unda eyleme dönüştürdüler. Yaptıkları gösteride “hayvanlar gibi şirkete satıldık” diyen işçiler “PETLAS’ta şirket istemiyoruz” diye haykırdılar.
İşçi sınıfının tepkisi, kendilerine işveren patronun bir diğeriyle değiştirilmesine, basit bir el değiştirmeye tepki değildir. Tepkinin hedefi, el değiştirme yoluyla bütün haklarını kaybetmesine karşı yöneltilmiş bir tepkidir.
İşçi sınıfı içindeki bu tepkinin sendikalara yansıdığını söylemek imkânsızdır. Diğer tüm nedenleri bir kenara bıraksak bile kendisine aidat ödeyen işçinin kendisinden koparılması karşısında böylesine sessiz kalmak ve acz içinde beklemek, sıkı sıkıya yapıştığı kolluğun bile altından çekilmesine sermaye ve devlete uşaklığı yüzünden sessiz kalmak anlaşılır gibi değildir. Bugün Türk-İş yönetimi, taşeron işçi çalıştırma karşısında bir iki beylik demeçten, bir kaç göstermelik davadan, majestelerine yakarmaktan öte hiç bir şey yapmamaktadır. Bu konuyu araştırmaya başladığımızda çok çarpıcı ve anlamlı bir durumla karşılaştık. Petrol-İş Sendikası’nın yetkili bulunduğu işyerleriyle sınırlı araştırması dışında, bu konuda yapılmış bir araştırma yoktu! Ne kadar işçinin taşerona aktarıldığı bilinmiyordu.
Türk-İş yönetiminin, işçi sınıfının talepleri karşısındaki duyarsızlığı doğrudan bu alana da yansımakta, kendi koltuklarının da altlarından çekilmesine sessiz kalmak gibi bir noktaya varmaktadır.
Bu konuda çeşitli sendikaların girişimi de, dava açmaktan öteye geçmemiştir. Her nedense, işyeri bünyesindeki kadrolu taşeron işçileri birleştirip talepleri için harekete geçirmek sendikaların aklına gelmiyor.
Mevzuatı kendileri için bağlayıcı gördükleri sürece, sendikalar, alacaklar konusunda dava açabilir, bir dereceye kadar taşeron işçisinin ücretini kadrolu işçi seviyesine çıkarabilirler. Fakat uygulamayı ortadan kaldıramazlar, kadrolu işçilerin atılmasını engelleyemezler. Çünkü patronlar uygulamayı bir şekilde yasaya uydurmaktadırlar. Yasalarda, bir işin taşerona devrini engelleyen bir hüküm yoktur. Bugün İstanbul’un birçok belediyesi temizlik işlerini taşerona devretmek üzeredir. Fakat sendikaların yapacağı bir şey yoktur. Burada şunu söylemek gerekir. Sendikayı, iki yılda bir sözleşme masasına oturan, işten atmalar konusunda avukatı dava açmakla görevlendiren, sendikal mücadeleyi bir ücret pazarlığı kurumu olarak gören anlayışın bu sorun karşısındaki tutumu acizlik olacaktır. Oysa sendikal mücadele, yukarıdakileri de içermek üzere kapsamı siyasal ve toplumsal sorunlarla genişleyen bir çizgide yürütülmek zorundadır. Kısaca, sendikalar, daha iyi ücret mücadelesinin yanı sıra ücretli köleliği kaldırma mücadelesinin aracı olarak da görülmelidir.
Koltuklarına adeta yapışan sendika ağalarının duyarsızlığı, onları koltuklarıyla birlikte devirecektir.

PETKİM işçilerinin çok doğru olarak “insan simsarlığı” dedikleri taşeron işçi uygulaması bir uçtan belediyelere de girmiş bulunuyor. Bunun sayısızca örneği var. Fakat biz burada çarpıcı bir örnekle yetineceğiz. Çarpıcılığın iki özelliği var: Birincisi, uygulama “emekten yana” bir sosyal-demokrat belediye başkanı tarafından hayata geçiriliyor; ikincisi, sayın başkan amacını doğruca, tabiri caizse dobra dobra ifade ediyor. Her fırsatta büyük bir kasıntıyla “emek ağırlıklı” bir parti olduğunu yineleyen, kurultay salonlarını “Emek en yüce değerdir” sloganlarıyla süsleyen sosyal-demokrat SHP, uygulamalarıyla emeğe ne değer biçtiğini sergiliyor.
Yalova Gözlem isimli yerel aylık dergide yer alan bir habere göre, Yalova’nın SHP’li belediyesi, temizlik işlerini ihaleyle taşerona devretme kararı almış. Bu uygulamanın getirişini Belediye Başkanı Cengiz KOÇAL şu sözlerle açıklıyor:
“Sendikalı bir işçiye verilecek ücretle üç taşeron işçisi çalıştırılabilir.”
Arpalıkları, ihaleleri gözlerini kırpmadan müteahhitlere devreden sosyal-demokratlarımız, konu işçi olunca belediyenin çıkarlarını hatırlıyorlar, işçinin sendikasız, sigortasız çalıştırılması, belediyenin “yüksek menfaatleri” için normal karşılanıyor ama milyarlık ihaleler en yağlı şekilde müteahhitlere peşkeş çekilirken belediyenin menfaatleri hatırlanmıyor. Aslında burada da bir peşkeş çekme var. Bu kez temizlik işçileri taşeron şirketlere peşkeş çekiliyor. Sakın taşeronun kazancının unutulduğu da sanılmasın. İhale iyi bir fiyattan bağlanıyor.

Ocak 1992

“İnsan simsarı” taşeronlar, Petkim işçisini yağmalıyor

Petkim, İzmit Yarımca’da bulunan Türkiye’nin üç büyük PETROKİMYA tesislerinden en eskisi. Aynı zamanda ülkenin en büyük KİT’lerinden biridir.
Petkim’de, 2.874’ü kadrolu, 1025’i taşeron işçisi olmak üzere 3.899 işçi personel çalışmaktadır. Kadrolu işçilerin tümü Petrol-İş’e bağlı Yarımca Petrol-İş şubesine üyeler. Taşeron işçileri ise, sendikaya üye olamıyorlar. Bu işçilerin sendikayla herhangi bir biçimde ilişkiye geçmeleri, direkt atılma nedeni, işçilerce…
Taşeron işçisinin serüveni Petkim’de 1974’lere kadar uzanan, ama 1983’ten sonra biçim değiştirerek gelişen, son 1,5-2 yıldır ise hızlanarak artan bir yol izliyor. 1974’lerde temizlikle ilgili tesislerde, ihale ile müteahhit firmalar PETKİM’E girmiş. Ama bu firmaların sahipleri ve yerleri belli (daha sonra bu işçiler kadroya geçmiş). 12 Eylül sonrası türeyen yeni müteahhit firmaların ise, ne sahipleri, ne de yerleri biliniyor. Petkim müdürleri bile bu firmalar hakkında hiçbir şey bilmediklerini söylüyorlar yani bir nevi “naylon firma”.Son iki yıldır, bu adı belli, sanı belli olmayan şirketler şunlar: Erfa, genellikle teknik işler, fabrikanın dolum işleri ile ilgili tesislerdeki taşeron firma, Arıtan; saha temizlik işleri ile ilgili, Gaye ise; Ambarlar, yükleme, taşıma ve tahliye ile ilgili servislerin taşeron firmaları olarak biliniyor. Bununla birlikte taşeron işçisi, hangi firmaya bağlı olduğunu genelde bilmiyor. Liman işçilerinin tümü taşeron işçisi.
12 Eylül politikaları (24 Ocak kararları) sonucu 1983’ten itibaren, esas rafinasyon ve ürün imalatı yapılan tesislerden emekli olan, emekliye sevk edilen, atılan, ayrılan işçilerin yerine yeni kadrolu işçi alınmamış. Dolum, temizlik, tahliye, liman işçilerinden bu servislere kadrolu işçiler kaydırılmıştır. İmalatın dışındaki servislerde boşalan kadrolara ise, taşeron işçisi alınmış.
Genelde tüm KİT’lerde olduğu gibi Petkim’de de taşeron firma uygulaması şöyle yapılmakladır. İşverene yakın onun vekili olabilecek kadrolu işçi, müteahhit firma adına (bağlı olduğu) bakanlıktan özel yetki belgesi alarak, taşeron firma (=müteahhit) adına yetkili hale getiriliyor. Taşeron işçisi, direk Petkim yetkilileri tarafından işe alınıyor. Taşeron işçisi ile Petkim yetkilileri arasında 1 yıllık sözleşme imzalanıyor. Bu sözleşmede taşeron işçisi, hangi taşeron firma adına şirkete girdiğini bilmiyor. Sendikaya üye olamıyor. Alacağı ücreti ve sosyal hakları hakkında kendisinin bir pazarlık yapması söz konusu değil. Kendisi doğrudan Petkim personelinden ücret alıyor, ama kadrolu işçinin aldığı ücretin hemen hemen yarısı kadar ücret alabiliyor. Sosyal haklan açısında da durum aynı.
Müteahhit firmaların, taşeron işçi ile direkt hiç bir ilişkisi yok. Hatta bu firmaların gerçek bir firma olup olmadıkları da bilinmiyor. Bir tür “naylon firma”ya benziyor. Bu firmaların yetkilisi olan kişiye ise bir tür “insan simsarı” deniyor. Yeni alınan taşeron işçisine Pet-Kim tarafından ödenen ücretin % 12’sini bu firma vekili işçi alıyor. Yaptıkları iş ise, aslen esas işverenin çıkarını korumak, taşeron işçisine baskı kurmak, bunun yanı sıra işlerlik açısından sadece işçiye vizite kâğıdı vermekle sınırlı. Petrol-İş sendikası yetkilileri tarafından, taşeron firma sahipleri ile ilgili görüşme veya iletişim sağlanması mümkün olmamış. Petkim işverenlerince verilen telefon ve adreslerde bu firmaların sahipleri bulunamamış.

SENDİKACI GÖZÜYLE TAŞERON FİRMA UYGULAMASI
Yarımca Petrol-İş Sendikası Başkanı Ali Buğdaycı, Petkim’deki taşeron işçinin sorunları ile ilgili görüşlerini şöyle açıklıyor:
Ali Buğdaycı: “Taşeron işçi sorununda biz ve diğer sendikalar ne yapıyor diye sorulduğunda, tek başına Pet-Kim’le, ya da bir sendikayla yapılacak bir şey değil. Bu, genel bir politikanın bir parçası. Kararlar alınıyor, bu kararların yasama geçirilmesi için hiçbir çalışma yok. Fakat tek tek yerlerde işçilerin direnişi, sendikaya başvurması söz konusu. Karşımıza örgütlenmedeki zorluklar çıkıyor. Şöyle ki,
İşyerini örgütlüyorsunuz. Yetki alacaksınız. On gün sonra müteahhit “iflas ettim” diyor. İşi bırakıyor, isçiler issiz, sendikasız. Yeni bir müteahhit geliyor, sendikaya “bulaşmamışlar”ı işe alarak, hatta işçilerden sendikaya “girmeme” güvencesi alarak, yeniden işe başlıyor. Öncü kadroyu kapının dışına koyuyor. İşlen alılan işçiler tazminat davası açıyor, ama mahkemeler 1,5-2 yıl sürüyor.
Petkim’le yapılan sözleşmemizde geçici işçi çalıştırılamaz diye bir hüküm var. Dolum, hizmet, temizlik, nakliye gibi işlerde çalıştırılan işçilerin, iğin sürekliliği nedeniyle, geçici işçi statüsünde çalıştırılmamaları gerekli.
Ayrıca 1 Kasım 1988’de yayınlanan bakanlar kurulu kararında: ” müteahhit firma çalıştırılacak işçilerine, işin dâhil olduğu bir iş veya meslekte aynı tipteki iş için, toplu sözleşme veya mevzuatla kabul edilen ücretten daha aşağıda olmamak üzere ücret öder ve haklardan yararlandırılır, diye hüküm var. Ama kanunlar uygulanmıyor.
Bunun için fiili durum yaratmak ve bu konuyu Türkiye’nin gündemine sokmak gerekli.
İşçileri örgütlersiniz. Doğrudan işverene başvurursunuz, ben bu işçileri örgütledim” diye. Eğer işveren kabul etmezse, direnişe gidilmeli. Tabii diğer işçilerin de direnmesi gerekli. Ama bu konudaki geleneğimiz (işçi sınıfının geleneğinden söz ediyor Ö.D) çok zayıf. Zaman gerekiyor.
Türk-İş yönelimi, bu konuda çok acizdir. Bu konuda “müteahhit işçi çalıştırılamaz” diye hükümetten bir yasa çıkması beklentisi içindedir. Bundan ötesi yok.”
Petrol-İş Sendikası, Türkiye genelinde “taşeron firma” uygulaması sonucu, toplu işten atılmalarla ilgili 3 ayrı yerde dava açmış bulunuyor. Önce hukuki yollardan soruna çare arama, olmazsa fiili durum yaratma sonucu sorunu çözmeye çalışıyor. Bu konuda işçilerin de yasal haklarını yelerince bilmedikleri, hak arama konusunda yeterli eğitime sahip olmadıkları, bu durumun da sendika yetkililerince mücadelenin boyutunu belirlediği söyleniyor. Gerçeklen 5-6, hatta 7 yıllık taşeron işçileri bile, durumlarını yeterince kavramış değiller. Kadrolu işçilerin yapağı eylemlerden, yemek boykotuna taşeron işçisi % 90 oranında katılıyor. Ama yemek boykotu, diretilen sorunlarda yeterli olmuyor. Bu nedenle iş bırakma eylemi gündeme geldiğinde taşeron işçisi, eyleme katılmıyor. Hatta kadrolu işçilerin iş bıraktıkları servislere taşeron işçiler kaydırılarak işin devamı sağlanıyor. Bu biçimiyle taşeron işçisi “eylem kırma” görevini görüyor. Hem kendilerini, hem de kadrolu işçileri, işveren karşısında güçsüz konuma getiren bu uygulama, köleci bir psikolojinin kurbanı haline gelen taşeron işçisini, içinden çıkılmaz bir fasit daire içinde hapsediyor. Taşeron işçisinin örgütlenme olanağının önüne dikilen engeller, hem kendilerinin ücret ve sosyal hakları için işveren karşısında talep istemlerini olanaksız hale getirirken; hem de kadrolu işçilerin bu talepler açısından direniş gücünü kırma gibi sınıfsal mücadelenin gelişimi önünde engel oluşturuyor.
Müteahhit firmalar; 15 Ocak’ta işçisiyle ve Petkim işvereniyle yıllık sözleşmesini imzalayacak. İki aydır taşeron işçisinin sendikalaşma mücadelesi hızlanmış. Petkim’deki mevcut taşeron işçinin yarısından çoğu sendika formu doldurmuş durumda. Noter onayı ise, şimdilik sendika tarafından bekletiliyor. Çünkü isimleri onaylanan işçiler, hemen kendilerini kapı önünde bulacakları kuşkusuz. “Geçici işçi statüsü”nün geçersizliği ile ilgili sendika tarafından önerilen çözüm; taşeron işçisinin geçici işçi prosedürünü tanımayarak; “Ben işveren olarak Petkim yetkililerini tanıyorum” deyip, sözleşmeyi (yani müteahhit firma sözleşmesini) reddetmesi ve bu konuda dava açması. Böyle bir tavrın, işten atılma demek olduğunu çok iyi bilen işçilerin ise, fiili durum yaratmaktan başka çarelerinin kalmayacağı ortada. Bu girişimin, tüm Petrol-İş sendikasına bağlı işyerlerinde başlatılacak genel bir direnişle desteklenmesi gündemde. Isınan kazan, bir biçimiyle patlama aşamasına gelmiş.

TAŞERON İŞÇİ GÖZÜYLE TAŞERON FİRMA UYGULAMASI
Yarımca Petkim tesislerindeki 19 servisten biri olan sosyal hizmetler servisinden bir taşeron işçisi şunları anlatıyor:
“1986’da Petkim’e girdim. Girişim, “Petkim’e sözleşmeli işçi alınacaktır” biçimindeki bir gazete ilanı üzerine başvurum sonucu gerçekleşti. Petkim üst yöneticileri (müdür ve müdür vekili) ile yapılan mülakat sonucunda, sözleşme imzalayarak sosyal hizmetlere girdim. O sırada, iş bulma heyecanıyla sözleşmeye bakmadım. Ama Petkim tarafından işe alındığımı düşünüyordum.
İşe başladıktan 3-4 ay sonra bana verilen işçi kartından; REBA Ltd. Şti. adı altında bir şirket olduğunu öğrendim. Aynı serviste çalışan işçilerin bir bölümünün kadrolu, bir bölümünün taşeron işçisi olduğunu, benim de ikinci şıkta olduğumu o zaman fark ettim. Bazı servislerde, örneğin Malzeme İkmal Müdürlüğü’nde 12 yıllık müteahhit işçisi var. Şu anda ARITAN adlı bir müteahhit firmaya bağlıyım.
Biz, işyeri sözleşmesi yapıldıktan 3-4 ay sonra bordromuzdan ücretimizin ne kadar arttığını öğrenebiliyoruz. İşveren vekiline sözleşmedeki ücret artısını sorduğumuzda “ben bilmiyorum” diyor.
Tazminat hakkımız yok. Örn; Revirden 2 ay önce atılan taşeron isçisi bayan tazminat alamadı.
Tüm resmi işlemlerimizde PETKİM amirleri karar veriyor, bu bizde sosyal hizmetler müdürü. İş aktimizi de PETKİM feshediyor. Yetkili müteahhit işvereni hiç görmüyoruz. Bizde üç müt. şirket var: Reba, Arıtan ve Erfa Ltd. Şti. Her sözleşme döneminde yani 6 ayda bir işveren değişiyor. Bizim haberimiz olmuyor. İşverenin değiştiğini ancak kartlardan öğrenebiliyoruz, işe girdiğimden bu yana hiç sözleşme imzalamadım.
Taşeron vekili sigorta primlerimizi eksik ödüyor. Aylık 22 gün üzerinden.
Kadrolu işçi ile benim aramda yarı yarıya ücret farklılığı var. Ben 945.000 TL ücret alıyorum. Aynı durumdaki kadrolu işçi ise 2.000.000 TL net ücret alıyor. Yıllık ikramiye farkımız, kadrolulara göre 112 oranında. Taşeron işçisi yüksekokul mezunu veya sanat okulu mezunu ise 1.050.000 TL net ücret alıyorlar. İlkokul mezunları 850.000 TL. Kadrolu işçiler 6 aylık aile vizite kartı alırken, biz günlük vizite kâğıdı almak zorunda kalıyoruz. Vardiyalı çalışıyoruz. Bunun karşılığı bize ayda 50.000 TL ek ücret ödeniyor.
Bizim işyerinde kadrolu ve taşeron işçisi yarı yarıya. Fazla mesailerde hep bizi tercih ediyorlar. Çünkü kadrolu işçi fazla mesaide % 200 zamlı ücret alırken, biz sadece günde 50.000 TL ek ücret alabiliyoruz, örneğin; 40 saat fazla mesai için kadrolu işçi 2 milyon alırken, biz 200.000 TL almış oluyoruz.
Bunu bir örnekle daha iyi anlatabilirime libasında ben dört gün, gece-gündüz mesai yapmak zorundayım (29 Aralık sabahından 01 Ocak sabahına kadar). 10 dakika bile kaytarmadan sürekli koşturmak ve hizmet etmek durumundayım. Aynı işyerindeki kadrolu arkadaş (ki bu aynı zamanda işveren köpeği) bana emir verir, kendi yer içer gezer. Bu fazla mesai karşılığı ben alacağım 150.000 TL, o ise 1.300.000 TL net ücret alacak.
3-4 ay önce sorunlarımızla ilgili yemek boykotu yaptık. Sosyal Hizmetler Müdürü geldi. Kadrolu işçilere vereceği % 25 zammın bize de verileceğini, boykotu bırakmamızı söyledi. Boykotu bıraktık. Ama zam yapmadı.”
6 yıl önce taşeron işçilerinin sendikaya başvurusu olmuş. Hepsinin işine son verilmiş.
Petkim işçileri bu fabrikayı şöyle değerlendiriyor: “Ortaya bir çorba kazanı geliyor. Birine çay kaşığı verilmiş, diğerine çorba kaşığı, bir diğerine kepçe, bir başkasına ise tas. vs.”
Taşeron firmaların Türkiye genelinde işçi sınıfı ve mücadelesi açısından, Türkiye halkının önüne koyduğu sorunların, sadece işçi sınıfı ile sınırlı kalmayacağı, bu uygulamanın tüm halka yönelik bir saldırı politikası olduğu göz ardı edilmemelidir. Çünkü işçinin emeğine yönelik her saldırı, tüm emekçilerin ekonomik sosyal ve siyasal haklarına yapılan saldırının koşullarını sürgit devam ettirecektir.

DEVLET HAVA MEYDANLARI İŞLETMESİNDE TAŞERON UYGULAMA
Atatürk Hava Limanı Devlet Hava Meydanları İşletmesi Baş Müdürlüğü, ülkenin en büyük hava limanı işletmesidir. Ulaştırma Bakanlığı’na bağlı bir Kamu İktisadi Kuruluşu’dur.
Kuruluşta sözleşmeli personel çalıştırma uygulaması, Kanun Hükmünde Kararnamemin Bakanlar Kurulu’nda 1986 yılında çıkması ile birlikte başlamıştır. .
Personelin periyodik zaman içersinde % 95 sözleşmeli statü şartlarında çalıştırma uygulamasına geçilmiştir.
İşletmede sözleşmeli personel uygulamasına paralel olarak taşeron firma uygulamasına da geçilmiştir. Taşeron firma, hava limanı çıkış ve girişteki salonların temizliği, buna bağlı olarak tuvaletlerin bakım ve temizliği, uçakların sefer öncesi ve dönüşü temizliği ile ilgili hizmetlerde değerlendirilmektedir.
Taşeron firmaların ilki, Yeni Reji adında bir firmadır.
Bu firma yaklaşık olarak 3 yıl işletmecilik yapmıştır. Bu süre içersinde çalıştırdığı işçileri asgari ücret üzerinden çalıştırmıştır. Yaklaşık 3 yıllık süre içersinde, işçiler hiçbir ek sosyal haktan yararlandırılmamıştır. İşçilere, gidiş-dönüşlerinde servis, öğle yemeği, ikramiye gibi çalışanların doğal haklarını vermemiştir. Ayrıca bu yaklaşık 3 yıllık çalışma süresinde işçilerin sigorta primleri de yatıramamıştır. Daha sonra taşeron firma ile işçiler mahkemelik olmuştur. Şu anda işçiler mahkemeyi kazanmış durumdadır. Ama DHMİ işçilerin haklarını ödememek için eski şirketi iptal etmiş, işi yeni şirkete devretmiştir. Çalışana hiçbir ödeme yapılmamıştır.
Şu anda işletmede ARI adında yeni bir taşeron firma işletmecilik yapmaktadır. Bu firma çalışan işçilere, asgari ücret üzerinden ödeme yapmaktadır. Bu da takriben 550 bin TL ücrete tekabül etmektedir. Bunun dışında çalışanların hiçbir sosyal hakları yoktur. Örneğin gidiş-dönüşte servis, öğle yemeği, ikramiye gibi. Şu anda çalışanların bir kısmı daha önce Yeni Reji taşeron firmasında çalışan işçilerden oluşmaktadır. Firmanın sigorta primlerini yatırıp yatırmadığı şaibelidir. Yeni şirketin de devlet, işletmesinden hangi şartlarla iş aldığı meçhul.
Ayrıca DHMİ’de 28 günlük çalışma süresi içinde” geçici sözleşmeli” adı altında personel çalışmaktadır. Bunların aldıkları ücret 750 bin TL civarında. Devlet işletmesi bu uygulamayı yaz kış devam ediyor. Her ayın 28. günü sonu çıkarılan işçiler 2 gün sonra tekrar işe alınıyor. Bunların hiçbir sosyal hakları yok. Sigortaları 28 günlük ücret üzerinden ödeniyor. 3 ayı tamamlayan işçilere kadro vermek zorunda kalacak olan işletme, daha ucuz ve güvencesiz (sorunsuz) işçi çalıştırmanın bir yolu olarak bunu uygulamaktadır. Ayrıca sendikalaşmanın da önü kesilmektedir.

Ocak 1992

Eski “İki DİSK” ve “Yeni” DİSK

Son bir yıl içinde, başta DİSK’in yöneticileri olmak üzere, reformculardan iş adamlarına, eski devrimci-demokrat unsur ve gruplara uzanan bir dizi çevrenin çabasıyla DİSK yeniden sınıfın gündemine sokulmaya çalışılıyor.
Uzun zamandır işçilikle bir ilgisi kalmamış, eski işçi yeni işadamı, DİSK’in çeşitli kademelerinde yöneticilik yapmış kişilere dayanarak sürdürülen faaliyet, DİSK’in kapatılmasından 11 yıl sonra yeni bir “Tüzük Genel Kurulu” yapılmasıyla noktalandı.
DİSK yöneticileri ve destekçilerinin söylediklerine bakılırsa; her şey işçi sınıfı için yapılıyor, DİSK’in yeniden kuruluşuyla 12 Eylülcülere meydan okunmuş, sınıfın kaybettikleri bir yanıyla da olsa yeniden kazanılmış oluyor. Daha da ileri gidiliyor: “Türkiye işçi sınıfını 2000’li yıllara DİSK”in taşıyacağı, DİSK’in yeniden kuruluşunun “demokrasi mücadelesine katkı” olduğu vb. vb. iddia ediliyor.
Bu iddialar, iki bini aşkın DİSK üyesinin yargılanması ve yöneticilerin uzun yıllar cezaevlerinde kalması, yargılamalarda cuntacılara “demokrasi ve hukuk dersi” verildiği mizanseni içinde verilerek, dün ve bugünün gerçeklerinin üstü örtülmeye, kendilerinin kimi yakın ve uzak çıkarları “sınıfın çıkarları” propagandası arkasında saklanmaya çalışılıyor.
12 Eylül’ün gadrine uğramış bir çevre olarak DİSK yöneticileri “çektikleri”ni “nakit”e çevirmeye çalışırken, destekçileri yardımıyla da DİSK’in bütün geçmişi ve çizgisini tartışma dışı, tartışılamayacak kadar kusursuz bir devrimci sendikacılık mirası olarak sunmaya çalışıyorlar. Sadece geçmişi aklamakla da yetinmiyor, “yeniden kuruluş”un “meşru” ve “gerekli” olduğunu da ön koşul olarak dayatan bir tutum alıyorlar.
12 Eylülcülerin saldırı hedeflerinden birisinin DİSK olduğu, iki bin DİSK’linin sıkıyönetim mahkemelerinde yargılandığı, kimi üst yöneticilerin yıllarca cezaevlerinde yattıkları doğrudur ve az çok demokrasi ve özgürlük yanlısı olan herkes, cuntanın DİSK ve DİSK yöneticilerine yönelik uygulamalarını lanetler. Zaten burada tartışmak istediğimiz yan, DİSK yöneticilerine ve DİSK’e yönelik 12 Eylül saldırısının amaç ve sonuçları değil. Burada tartışılmak istenen, bugün DİSK’in yeniden “kurulması”nın sınıf için acil ve mücadelenin sorunlarına bir çözüm olup olmayacağıdır. Ama bugüne ışık tutması bakımından “eski DİSK’in işlev ve niteliği üstünde durmak gerekiyor.

İKİ AYRI DİSK
Bugün DİSK’in pazarlayıcıları, 1960’ların ikinci yarısından başlayarak yükselen ve çeşitli dalgalanmalarla 1980’lere kadar süren dönemdeki işçi sınıfı mücadelesinin bütün olumlu atılımlarını DİSK’e mal ediyorlar. Bununla da yetinmiyorlar; bu mücadelenin DİSK yöneticilerinin eseri olduğunu, dolayısıyla bugün aynı yöneticilerin DİSK’i yeniden kurmasıyla işçi sınıfı mücadelesinin yeni bir atılım içine gireceğini, sınıfın karşılaştığı sorunların çözümleneceğini vb. iddia ediyorlar.
Gerçek tamamen farklıdır: 1960-70’li yıllarda DİSK vardır, ama DİSK’in en şaşaalı günlerinde bile, işçi sınıfı mücadelesi bugün taşıdığı zaafları fazlasıyla taşıdığı gibi, sendikal mücadele alanındaki sorunlar açısından da bugünkü sorunlarla yüz yüzeydi. Sendikal demokrasi, sınıfın sendikal mücadele dışında tutulması, TİS’lerin tümüyle sendika ağaları ile patronlar arasında bir “pazarlık” a dönüşmesi, taban inisiyatifinin bastırılması, sınıfın burjuva partilerinin peşine takılması, bugün olduğu gibi, DİSK’in var olduğu dönemde de sendikal mücadelenin başlıca sorunlarıydı.
12 Eylülcülerin DİSK’e yönelik saldırıları sonucu DİSK’in “gadre uğramış” bir sendika merkezi konumu kazanması ve aradan geçen zamanın DİSK’e o günlerde yöneltilen eleştirilerin üstünü örtmesinin vesilesi yapılmak istenmektedir. DİSK aklanırken, DİSK’in çeşitli türden sendika ağaları ve bürokratları da aklanmaya, “emektar işçi önderi” payesi verilmeye, çalışılmaktadır. Oysa ne DİSK’in, nede DİSK ağalarının şeceresi, iddia edildiği gibi temizdir. Bu nedenle de bugüne ilişkin söyleyeceklerimizin anlaşılması için DİSK’in ve çizgisinin oluşum sürecini değerlendirmek gerekecektir.
Bütün 1970’li yıllar boyunca, devrimcilerin, komünistlerin DİSK’e yönelik eleştirilerinin yinelenmesine, DİSK çizgisinin ayrıntılı incelenmesine elbette bugün de ihtiyaç vardır. Ama bu konu bir dergi yazısını çok aşar. Bu yüzden biz burada, bugün DİSK’e yüklenmeye çalışılan misyonun yanlışlığını, yaratılmak istenen imajın sahteliğini ortaya koymakla sınırlı bir tarihsel özetlemeyle yetineceğiz.
DİSK’in kuruluşu ve çizgisinin oluşumu DİSK, Kristal-İş tarafından yürütülen Paşabahçe Şişe-Cam Fabrikası grevini destekleyen Türkiye – Maden-İş, Lastik-İş, Türk-Maden-İş, Basın-İş sendikalarının, 1966 sonlarında Türk-İş’ten “geçici” olarak ihraç edilmelerinden sonra, 12 Şubat 1967’de, bu sendikalar tarafından kuruldu. Kısa bir süre sonra aynı nedenle Türk-İş’ten ihraç edilen Bank-İş ve Kimya-İş de hemen DİSK’e katıldılar.
DİSK’i oluşturan sendikaların üst yöneticilerinin çoğunluğu TİP’e yakın sendikacılardı ve bunların bir bölümü TİP’in üst yönetiminde ya da milletvekili durumundaydı. Biraz da bu etkiyle, bu sendikacılar daha baştan itibaren Türk-İş’le ayrılıklarının pratik kimi tutumlar üstüne değil, ilkeler temelinde olduğunu iddia ediyorlardı. Bu yüzden de, Türk-İş’in artık ipliği pazara çıkmış olan “24 İlkesi”ni topa tuttular, özellikle de “partiler-üstü politika” ve sendikal demokrasi anlayışına saldırdılar. Bu tutumlarıyla, TİP, CHP’nin “sol kanadı” ve devrimci-demokrat çevrelerden destek gördüler. Çünkü Türk-İş, partiler-üstü politika diyor ama gerçekte kim iktidara gelirse onunla “sıcak ilişkiler” kuruyordu. Bu durumun kaçınılmaz sonucu olarak Türk-İş üst yönelimi iktidardaki AP ile yakın ilişki içindeydi. AP’ye muhalefet olanlarsa Türk-İş’in bu tulumunu eleştiriyordu. Bu ortamda DİSK’in “partiler-üstü politika”ya saldırması ona geniş bir destek sağlamıştı.
Öte yandan bu yıllar gençlik, işçi sınıfı ve diğer emekçi kesimlerin hızlı bir uyanış içine girdiği, anti-Amerikancılığın yaygınlaştığı, aydınlar ve gençlik içinde sosyalizmin prestijinin hayli yüksek olduğu yıllardı. DİSK de kendi tutumunu bütün bu motiflerle süsleyip sunuyordu. Böylece DİSK, bütün devrimci-demokrat, ilerici çevrelerce koşulsuz desteklenen bir odak oldu.
İşçiler, Türk-İş’in “partiler-üslü politika”sı ve grev hakkını kullanmaya yanaşmamasına tepki duyuyorlardı. Aynı şeyleri DİSK’in de öne çıkarması, işçi yığınlarının, özellikle mücadeleci kesimlerin DİSK’e büyük bir sempatiyle bakmasının yolunu açıyordu.
Aydınların ve yükselen devrimci-demokrat hareketin koşulsuz desteği ve işçilerin Türk-İş’e tepkisi birleşince, 1967’den itibaren DİSK işçiler için bir çekim merkezi oluyor ve Türk-İş’ten DİSK’e geçiş mücadelesi olarak adlandırabileceğimiz yoğun işçi eylemleri dönemi açılıyordu.
DİSK’i oluşturan sendikaların yöneticileri bu ortamı iyi değerlendirdiler ve Türk-İş’e alternatif bir sendikacılık merkezi oldukları imajını işlemeye koyuldular. Nitekim DİSK’in kuruluş bildirgesi, Türk-İş’in “24 ilke”si karşısında DİSK’in ilkelerini formüle eden bir metindi. Her vesile ile devrim sözcüğünün geçirilmesine özel önem verilen bu metnin, öz ve muhtevasındaki koyu reformculuk, devrim cilası ile kapatılmak istenmişti.
DİSK’in Kuruluş Bildirisi, “Büyük Atatürk’ün”, “Bizi mahvetmek isteyen emperyalizme karşı ve bizi yutmak isteyen kapitalizme karşı” sözleriyle başlayıp, 1961 Anayasası metninde yer alan tanımlamalarla sürdürülmüş, anayasa metni “devrimci” bir bildiri olarak sunulmuştur. Öyle ki, tıpkı “Atatürk devrimleri” gibi her şey, en sıradan reformcu istemler bile, devrim sözcüğü altına sokulmuştur. Örneğin bildirinin ara başlıkları şöyle: “Beslenme devrimi”, “Barınma devrimi’, “Sağlık devrimi”, “Eğitimde devrim”, “Çalışma devrimi”, “Milli gelir devrimi”, “Vergide devrim”, “İşçi ücretlerinde devrim “, “Borçtan kurtulmak için devrim”, ‘Teşkilatlanmada devrim” V.
Onca devrim edebiyatından sonra DİSK yöneticileri bildirinin sonunda devrimcilikten ne anladıklarını şöyle açıklıyorlar:
“işte biz devrimciliği; bugünkü tutucu, gerici ekonomik sosyal ve politik ilişkilerin Anayasa uyarınca değiştirilmesi ve yukardan beri özetlediğimiz ilkelerin hayata uygulanması anlamında anlıyoruz. Devrimcilik hepimizin mülk sahibi olmasını ve uygarlık nimetlerinden eşitçe yararlanma olanağını sağlayacağı için bizim sendikacılık çalışmalarımızın özünü kapsayacaktır.”
DİSK’in Kuruluş Bildirisi’nin son paragrafında da açıkça görülebileceği gibi, mülkiyet hakkını kutsayan DİSK’in devrim ve devrimcilik anlayışının allına, her burjuva imzasını alabilirdi.
Öte yandan, DİSK’i kuran sendikacılar, bir dönüşüm geçirerek, farklı bir mücadele anlayışını savunarak, Türk-İş’ten kopan sendikacılar değildir. Tersine önce pratik sorun ve aralarındaki çekişmeler nedeniyle ayrılmışlardır. Sonradan, yeni bir sendika merkezi, bir çekim merkezi olmak için o anda çıkarlarına en uygun laktiği izlemek için “ilkeler” öne sürüp devrimci bir görünüm vermeye çalışmışlardır. Süreç içinde bu görünüm, DİSK ağalarının çıkarlarına göre bazen “devrimci”, ama çoğu zaman da bürokratik, baskıcı bir tulum olarak biçimlenmiştir. Buna biraz aşağıda değineceğiz. Ama önce, DİSK’in kendisini Türk-İş’ten ayırdığını iddia etliği “partiler-üstü olmayan politikası”nın nasıl uygulandığına ve kime hizmet elliğine bakalım.

Birinci DİSK ve DİSK’in “partiler-üstü olmayan” politikası
DİSK daha kuruluşundan itibaren, Türk-İş’in ipliği pazara çıkmış partiler-üstü politikasına saldırdı. Ve kendisinin işçi sınıfının çıkarları doğrultusunda bir politika izleyeceğini propaganda elti.
Bu tutum, “Türk-İş Üyeliğinden Ayrılma Hakkında Rapor”da şöyle ifade ediliyor:
“Türk-İş partiler-üstü bir terane tutturarak, gerçekte iktidara gelen her partinin dümen suyuna girmiş, Türkiye’nin en önemli üretici gücü olduğundan şüphe duyulmayan işçi sınıfının kanun yapacak bir güç olarak parlamentoya girme bilincini köreltmeye kalkmıştır. Bu sınıfsal ihanetini örtebilmek için de, bir takım acayip ve komik yollara başvurmuş, örneğin seçimlerden önce 9 milletvekilinin seçtirilmeme-si için kampanya açmıştır… Hâlbuki asıl mesele hangi parti programının Türk işçisinden yana olduğunu tespit ederek cesur atılışla işçilerin o parti listesine oy vermelerini kanalize etmektir.”
Kimlerdir, DİSK’in işçiden yana partileri, şimdi de onu görelim:
(1) DİSK, 1969 seçimlerinde, zaten yöneticilerinin önemli bir kısmının içinde bulunduğu, parlamentarist, reformcu-revizyonist bir parti olan TİP’i desteklemiştir.
(2) 12 Mart darbecilerini ilk destekleyen kuruluş olma “onurunu” da DİSK taşır.
12 Mart 1971 günü, generallerin darbe bildirisinden hemen sonra toplanan DİSK yürütme Kurulu aynı gün aşağıdaki “ibret belgesi” bildiri ile tutumunu kamuoyuna açıklar:
“DİSK, Atatürk devrimlerinin ve Anayasa ilkelerinin korunmasında, uygulanması ve geliştirilmesinde Türk Silahlı Kuvvetlerinin yanında olduğunu bildirmekten kıvanç duyar.
Parlamentodan çıkarılan Anayasaya aykırı kanunlar ve hükümetlerin ısrarla yürüttüğü Anayasa dışı uygulamalar, sosyal patlamalara yol açan tutum ve davranışlar memleketi bir kardeş kavgasının eşiğine getirmiştir.
İşte böyle bir ortamda memleketin beceriksiz ellerde emekçi halkımızın da perişanlığını artıracak bir yuvarlanmayı gören ve Türk milletinin bağrından oluşan Silahlı Kuvvetlerin bu vahim durum karşısında aldığı kararlar işçi sınıfımızın devrimci kesiminde büyük bir ferahlık yaratmıştır. Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nın tanıdığı hakları en cesur şekilde kullanan Türk Silahlı Kuvvetlerinin çağdaş uygarlık düzeyine ulaşmak, Atatürk devrimlerini hâkim kılmak ve Anayasa’nın öngördüğü reformları gerçekleştirmek, özellikle Anayasa’mızın temel ilkelerine yürekten bağlı kalmak yolunda görev başında olduğunu radyolardan ilanı karanlık ufukları aydınlığa kavuşturmuştur.”
Böyle bir bildirinin yayınlanmış olması, bırakalım işçi sınıfının devrimci sendikacılarını her hangi bir burjuva ilericisi için bile utanç vesilesidir. Ama DİSK ağaları, “cunta konusunda yanıldık” bile dememişlerdir. Dahası, cunta konusunda yanılınsa bile, bildirinin içeriği bütünüyle devletçi, orducu, su katılmamış burjuva reformcudur.
DİSK yöneticilerinin yaltaklanmaları para etmez ve DİSK de 12 Mart darbesinden nasibini alır. Ama DİSK yöneticileri için 12 Mart darbesini desteklemek “talihsiz” bir yanlış karar değildir. Nitekim Kuruluş bildirisi de dâhil, DİSK’in genel tulumu ve “devrimciliği” Kemalizm’e yaltaklanmak ve bir takım reformlarla kapitalizmin iyileştirilerek sürdürülmesinden ibarettir. Bu da 12 Mart darbecilerinin programından hiç farklı değildir.
(3) TİP ve cunta destekçiliğinden sonra “partiler-üstü olmayan politika”nın üçüncü adımı CHP destekçiliği oldu. Ve 1973 seçimlerinden başlayarak ’70’li yıllar boyunca DİSK, CHP kuyrukçuluğu yaptı.
DİSK ağaları 14 Ekim 1973 seçimlerinde CHP’yi desteklemek için ona olmadık misyonlar yüklediler; özgürlük ve demokrasinin CHP’nin iktidar olmasıyla geleceği umudunu yaydılar. CHP’nin seçim bildirgesinden, Eylül 1973’de toplanan DİSK Yönetim Kurulu, şöyle sonuçlar çıkardı:
“Çünkü (CHP) özellikle 12 Mart sonrası dönemde, parlamento içinde ve dışında demokrasinin, tüm özgürlüklerin ve işçi haklarının savunmasını yapmış, bunlara karşı tüm girişimlere karşı çıkmış ve mücadele etmiştir.
Çalışanları ezerek, sömürerek, yoksullaştırarak kalkınma ve sanayileşme anlayışını çağın gerisinde bulmuş, insanca ve demokratik bir çalışma hayatını gerçekleştirecek bir düzen değişikliği anlayışına yönelmiştir.
Grevleri yasaklayan, Lokavtları serbest bırakan devlet politikasına karşı çıkmıştır.
Lokavtın kısıtlanmasını (anladığımız anlamda kaldırılmasını), işsizlik sigortasının kurulmasını, işçilerin haksız yere işten atılmasını önleyici yasal tedbirlerin alınmasını (iş garantisi), Memur sendikalarının kurulmasını, işçi hakları ve demokrasiyi sınırlayan yasaların demokratik kurallara uygun olarak değiştirileceğini, özellikle bunların başında Sıkıyönetim, DGM, Dernekler, Toplatın ve Gösteri yürüyüşleri yasaları bulunduğunu, Tüm çalışanların iş ve Sosyal Sigortalar yasaları kapsamına alınacağını, düşünce ve basın özgürlüğünün gerekliliğini kabul etmiş ve bunları gerçekleştirmeye söz vermiştir.”
CHP’nin seçim bildirgesinde, böylesi vaatler icat eden DİSK yöneticileri işçi ve emekçilere şu çağrıyı yapıyordu: “Anayasal özgürlükleri ve demokratik hakları ve uygarlıkçı bir anlayışı savunan tek parti olduğu için işçileri, köylüleri, esnafı, memurları ve tüm dar gelirli vatandaşı, CHP’ye oy vermeye çağırıyoruz.”
Bilindiği gibi, CHP 70’li yıllar boyunca iki kez hükümet oldu, ama ne işsizlik sigortası çıkardı, ne lokavtı kaldırdı, ne memurlara sendika hakkı lamdı ne de özgürlükleri genişleten yasalar çıkarmaya yanaştı. Ne var ki, DİSK ağaları her seçimde yığınları CHP’ne oy vermeye çağıracak “gerekçeler” icat eltiler. İşçileri ve emekçileri reformizmin peşinden sürükleme misyonlarını kusursuz yerine getirdiler.
DİSK yöneticilerinin sadece CHP’nin peşinden sürüklendiğini söylemek onlara “haksızlık” olur. DİSK içinde, özellikle 12 Mart sonrasında mevziler kazanan TKP, Maden-İş başta olmak üzere çeşitli sendikalara yuvalanarak, DİSK’i kendi politikalarına alet etmeyi başardı. 1975-76’larda DİSK, TKP’nin UDC (Ulusal Demokratik Cephe) politikasının aleti olarak işlev gördü. Başarısızlığa uğrayan bu politikanın sonucu olarak, ‘70’lerin sonlarına doğru CHP, DİSK içinde güç kazandı ve DİSK yönetimini ele geçirdi.
DİSK ağaları sadece TİP ve CHP’ni de desteklemekle yetinmedi; devletçi, militarist ve şovenist tutum almakla Türk-İş’le yarışır durumdaydı. Anli-emperyalistlikleri de devlet yanlılığından kaynaklanıyor, anayasacılık ve devlet savunuculuğunda sınır tanımıyorlardı. Tıpkı 12 Mart darbesini “devleti kurtarıcı”, “Şanlı Türk Ordusunun eylemi” olarak karşıladıkları gibi, Kıbrıs’ın işgalini de “mehter takımıyla” karşıladı DİSK yöneticileri.
Kıbrıs’ın işgalini değerlendiren DİSK yöneticileri, Sıkıyönetimin isteğine uyarak bütün grevleri kaldırırken kamuoyunu da “aydınlatıyordu. Şöyle diyordu DİSK yöneticileri:
“Bilindiği gibi, Ecevit’in Başbakanlığındaki Türk Hükümeti, Silahlı Kuvvetlere Kıbrıs’a müdahale emrini, adada barış ve düzeni yeniden kurmak ve Kıbrıs devletinin bağımsızlığını ve toprak bütünlüğünü güvence altına almak için verdi. Çünkü Türkiye için Kıbrıs’ın bağımsızlığının korunması Akdeniz ve Ortadoğu için hayati bir önem taşır. Çünkü 120 bin Kıbrıslı Türk’ün hayatı ve Türkiye’nin güvenliği ile Kıbrıs’ın bağımsızlığı arasında sıkı bir ilişki vardır. Türk Silahlı Kuvvetlerinin girişimi Kıbrıs Anayasasını garanti altına almak için, Türkiye, İngiltere ve Yunanistan arasında imzalanmış olan “Garanti Anlaşması” uyarınca yürütülmüş bir ‘barış harekâtı’ olarak değerlendirilmiştir.”
DİSK ağaları işgali lafla desteklemekle de yetinmedi, İşçilerden birer yevmiye keserek bunu Türk Silahlı Kuvvetlerine verdi. Türk-İş de daha fazlasını yapmadı. Zaten yukarıdaki bildiri Türk-İş’in işgali destekleyen bildirisinden daha az şovenist bir bildiri değildir. İşte DİSK’in “partiler-üstü olmayan” politikasının özü kısaca böyledir.

Birinci DİSK ve sendikal demokrasi
DİSK ağaları, işçilere karşı da ikiyüzlü bir tutum izlediler: DİSK ilk kurulduğunda, DİSK yöneticilerinin Türk-İş ağalarına en haklı eleştirilerinden birisi de Türk-İş bürokrasisinin işçi talep ve isteklerini göz önüne almadığı, işçi inisiyatifini yok ettiği, sendikalarda demokrasi yerine bürokrasinin egemenliğini kurduğu eleştirisiydi. Ve DİSK, kendi anlayışını, “Tabanın söz ve karar sahibi” olduğu bir sendikacılık anlayışı olarak tanımladı. DİSK yöneticileri, kuruluş döneminde, ilk bir-iki yıl, tabanın isteklerini gözeten bir tutum takındılar. Özellikle Türk-İş’ten DİSK’e geçiş eylemleri olan direniş ve fabrika işgallerinde, en azından kırıcı bir tutum takınmaktan kaçındılar. Ama DİSK bürokrasisinin biçimlenmesine paralel olarak da, işçileri mücadelenin dışında tutan, patronların gözünde “aklı başında sendikacılar” olmak için uygun politikalar geliştirdiler. Yavaş yavaş, işçi eylemlerinin amaca hizmet etmediği, sorunların görüşmelerle çözüleceği propagandasını yürüttüler. 1969 sonlarına doğru artık patronların gözünde itibar kazanmışlardı.
Öte yandan, işyerlerinde işçileri kendi denetimleri altına aldıkların düşünüyorlardı. Bu yüzden de Türk-İş’ten daha sistemli çalışan bir sendika bürokrasisi oluşturulmuş, “tabanın söz ve karar sahipliği” ilkesi sadece nutuklarda yinelenen bir laftan ibaret kalmıştı.
DİSK yöneticilerinin gerçek niyetlerini sergileyen politikalardan birisi de onların devrimci demokratlara ve komünistlere karşı tutumudur.
Yukarıda, DİSK’in TİP’e yakın sendikacılar tarafından kurulduğuna değinmiştik. 1967’nin koşulları göz önüne alındığında bu durumun, tüm devrimci-demokratlar tarafından ilgiyle karşılanması ve DİSK’in bu çevrelerce desteklenmesi anlaşılır bir şeydir. Ama DİSK ağalarının bu desteğe yaklaşımı son derece “bilinçli” ve tamamen yararcıdır. DİSK ağaları devrimci demokrat çevrelerin desteğini, kendi işlerine geldiği sürece kabul etmişler, bu destek işçilerle bağ kurmak ve DİSK ağalarını da hedefler bir doğrultu kazandığı her yerde; ağalar, devrimci demokratlara gericilerin, faşistlerin ağzıyla saldırmaktan geri durmamışlardır.
DİSK yöneticileri, 1967-68’de “ülkenin göz bebeği”, “devrimci gençler” dediklerine, 1969-71’de “goşist”, “anarşist”, (TİP’le paralel tutum) 1975’ten sonra ise “maceracı”, “terörist”, “Maocu faşist”(TKP ile paralel tutum) diye saldırmıştır.
Devrimci-demokratlar ve komünistlere karşı, DİSK yöneticilerinin saldırıları, sadece ideolojik boyutta da kalmadı; İGD’lileri kışkırtarak saldırılar düzenlemek, işçi grev ve gösterilerine devrimcileri sokmamak, sıkıyönetim ve polisle işbirliği de dahil her yolla, işçiler arasında devrimci ajitasyonu engelleme, 1977 1 Mayıs’ında olduğu gibi provokasyonlara alet olma vb. yöntemlerle devrimciler ve komünistlerle işçilerin bağı kesilmeye çalışıldı. Bunda da hayli başarılı oldular.

DİSK ağalarının yüzünü açığa çıkaran büyük işçi eylemi: 15-16 Haziran
15-16 Haziran, bürokrasinin artık her şeye egemen olduğunu sandığı koşullarda gelip çattı. Ayağa kalkan işçiler patronların, hükümet ve sendikacıların barikatını yıkmak zorunda kaldı ve yıktılar da. Eylemin karşısında üç güç birleşmişti. DİSK ağaları, tam sınıf işbirlikçisi bir tutum almak zorunda kaldılar. Bugün ve 1970’lerde “Şanlı 15-16 Haziran direnişi” edebiyatı yapanlar, 15-16 haziran günü barikatın burjuva tarafında olanlardı. Öle yanda ise sadece işçiler ve DİSK ağalarının “goşist”, “maceracı” dediği devrimciler vardı.
16 Haziran günü, İstanbul’un her köşesinde işçiler, polis ve jandarmayla çalışırken DİSK Genel Başkanı Kemal Türkler, devletin radyosundan, işçilere şu çağrıyı yapıyordu:
“İşçi kardeşlerim, işçi sınıfının bilinçli temsilcileri, sizlere sesleniyorum. Beni iyi dinleyiniz. Anayasal haklarınız için direndiniz, direniyorsunuz. Anayasamız her türlü toplantı ve yürüyüşlerin silahsız ve saldırısız olacağını emreder. Bizler Anayasaya sımsıkı bağlı işçiler olduğumuz için hiç bir hareketimiz Anayasaya aykırı olamaz. Ne var ki bizim aramıza çeşitli maksatlar güden kişiler, çeşitli kılıklara bürünerek girebilirler. Hatta kötüsü, gözbebeğimiz şerefli Türk Ordusunun bir mensubuna kötü maksatlarla taş atabilir, tahrikler yapabilirler. DİSK Genel başkanı olarak sizleri uyarıyorum.”
Aynı gün öğleden sonra İçişleri Bakanı, Vali ve “yetkililerle DİSK yöneticileri bir toplantı yapıyorlar ve toplantı çıkışında DİSK Genel sekreteri Kemal Sülker şunları söylüyor:
“Girişilen tahripkâr eylemle ilgimiz olmadığını İçişleri Bakanına söyledik. Ve kesinlikle de bu tahripkâr olayları tasvip etmediğimizi bildirdik. Ayrıca işçilere de radyoda bir uyarma yaparak (Kemal Türkler’in radyodan yayınlanan yukarıdaki konuşması kastediliyor.) kötü cereyanlara alet olmamalarını istedik.”
Sonradan, 15-16 Haziran’ın kahramanı kesilenlerin ayağa kalkan işçiler karşısındaki tavrı budur.
Denebilir ki, 15-16 Haziran eyle-. mi DİSK çatısı altında örgütlenmiş işçilerin kendi inisiyatifleriyle davranıp ayağa kalktıkları son eylemdir. DİSK bürokrasisi bundan kendi hesabına ders çıkardı ve işçiye yaklaşımını değiştirdi. Her şeyden önce artık devrim ve sosyalizm sözcükleri lafla bile edilmez oldu, DİSK’in adının propagandası her şeyin önüne çıkarıldı, adeta fetişleştirildi. Nitekim Kemal Türkler, 1972 sonlarındaki bir temsilciler toplantısında izlenecek politikayı şöyle ifade etti: “Bana, şu fabrikaların işçileri devrimci, sosyalist orada örgütlenelim diye gelmeyin. Bana, şu fabrikaların işçileri DİSK tüzüğüne harfiyen uyarlar diye gelin.”
Döneme bir bütün olarak bakıldığında şu çok açık görülür: Kuruluş yıllarından sonra, DİSK bürokrasisinin güçlenmesine bağlı olarak DİSK ağaları, işçi yığınları üstünde tam bir denetim kurmuşlar, işçilerin yasa, tüzük ve sendika ağalarının istekleri dışına çıkan her türlü eylemini, bazen polisle ve patronlarla işbirliği yaparak, bastırmışlardır. Özellikle 1970’li yıllarda, DİSK bürokrasisinin işçiler üstündeki baskısı Türk-İş’i bile aratacak boyutlardadır.
DİSK’in kuruluş gerekçesi olarak gösterilen, sendikal demokrasi, işçi isteklerini esas alma, sınıfın burjuva partilerinin peşine takılması (ya da partiler-üstü politika) gibi şeylerin tümü giderek DİSK’te de egemen hale gelmişti.
Kısacası DİSK’e mücadeleci sendika merkezi imajını veren, ne DİSK ağalarının Türk-İş ağalarından daha işçi yanlısı daha devrimci olmasıydı, ne de Tüzüğünün daha demokrat, işçi inisiyatifine yol veren maddeler içermesiydi. Asıl fark, sınıfın en ileri, o güne kadar mücadelenin yetiştirdiği en deneyimli işçi ve işyerlerinin DİSK çatısı altında toplanmış bulunmasıydı.

İkinci DİSK ya da ayağa kalkmış işçiler
DİSK’in ve revizyonistlerin propagandası etkisi altında kalan çoğu kişi, 1960’ların ikinci yarısında yoğunlaşan işçi eylemlerini DİSK’in örgütleyip yönlendirdiğini sanır. Bu sanı bir yanılsamadır.
Özellikle grev hakkının elde edilmesinden (1963) sonra işçi eylemlerinin yoğunlaştığı, bu mücadeleyi engellemeye çalışan Türk-İş’e karşı bir tepkinin oluştuğu gözlenir…
İşçiler Türk-İş’in patron yanlısı politikasından hoşnutsuzdur. Bu tepki Zonguldak’ta olduğu gibi bazen sendika binalarını tahribe kadar varmaktadır.
Öte yandan 1960’larda devrim ve sosyalizm rüzgarı da ileri işçilerin önemli bir kesimini etkisi altına almış olup sınıf, sınıfın çıkarları, sosyalizm, devrim vb. üstüne Türkiye işçi sınıfı tarihinde görülmedik biçimde yoğun bir ilgi vardır. İşçiler, bir işçi sınıfı partisi, sosyalist bir parti olarak düşündükleri TİP’e karşı sıcak bir ilgi göstermekledir. Denebilir ki, 100-150 yıllık Türkiye işçi sınıfının mücadele deneyiminin yetiştirdiği en ileri unsurlar devrim ve sosyalizme eğilim göstermekledir. Ve bu en ileri işçiler, Türk-İş’in bürokratik sendikal yapısına, onun “partiler-üstü” politikasına en,çok tepki duyan işçilerdir.
DİSK, 1967 Şubat’ında kurulduğunda, her iş kolundan, işte bu en ileri işçilerin, desteğini aldı. Ek olarak, aydınlar ve hızla devrimcileşme sürecine giren öğrenci gençliğin, öğretmenlerin ve her sınıflan ilericilerin yakın desteğine sahip oldu.
Bu koşullarda, Türk-İş’e bağlı işyerlerindeki hoşnutsuz işçiler kendilerine kurtuluş yolu olarak DİSK çatısı altına gitmeyi seçti. Bu geçiş kimi işyerlerinde sancısızca olurken, özellikle Demir Döküm, Sungurlar, Bossa, Adel, vb. büyük işyerlerinde tüm toplumu sarsacak boyutlara varan direniş, işgal, gösteri, polis ve jandarmayla çatışmalara varan bir seyir izledi.
İşgal edilen fabrikaların içi işçiler tarafından doldurulurken bütün çevresi de gençler, semt emekçileri, işçi aileleri tarafından kuşatılıyor, işgal edilen fabrika semti adeta tüm semt işgal edilmiş gibi, çoğu zaman doğrudan olayın içinde yer alıyordu. Bu durum, DİSK’e geçmek isteyen diğer işyerleri içinde moral ve cesaret kaynağı oluyordu. Öyle ki, bir il ya da ilçedeki bir fabrika, oradaki bir kaç devrimci tarafından örgütlenip DİSK’e “Buyur gel biz DİSK’e geçiyoruz” diyorlardı. Sendikacılara sadece resmi işlemleri yapma işi kalıyordu.
1967-69 arasındaki bu coşkulu “DİSK’e geçiş” dönemi, işçi sınıfımızın tarihindeki en yoğun, ve işçilerin kendi inisiyatifleriyle eyleme kalktıkları en kitlesel mücadele dönemlerinden biridir. Daha sonra DİSK’in çeşitli kademelerine girip ağalar tarafından bürokratlaştırılacak olan çok sayıda işçi önderi bu mücadeleler içinde yetişti.
DİSK tarihinde bir dönüm noktası ve DİSK’li işçilerin kendi inisiyatifleriyle gerçekleştirdikleri son büyük eylem olan 15-16 Haziran direnişi de yine bu mücadele içinde yetişmiş işçi önderlerinin eseriydi. Yukarıda da değinildiği gibi, bu eylemin asıl özelliği DİSK ağalarının engelleme çabalarına karşı gerçekleştirilmiş olmasıdır.
15-16 Haziran’dan sonra DİSK, işçileri Türk-İş’in bile başaramadığı biçimde denetim altına aldı. Yasa ve tüzük dışına çıkan her eylemi anında bastırdı. İşyerlerinde sükûn ve huzurun baş savunucusu oldu. Nitekim 1972’de Vehbi Koç, işverenlerle yaptığı bir sohbette, “İşyerlerimde “DİSK’in örgütlü olmasından dolayı çok rahatım, hiç bir yasadışı ve kurallara aykırı davranışlar olmuyor, işyerlerim huzur içinde” diyerek diğer işverenlere de DİSK’e karşı olma tutumlarını terk etme çağrısı yaptıracak kadar “uyumlu” bir sendika görünümüne girmişti DİSK.
Elbette, sonraki yıllarda da DİSK çatısı altında uzun grevler, 1 Mayıs kutlamaları vb. yaşandı. Ama bunlar, tam bir askeri disiplin altında yasa ve düzenin kabul edebileceği sınırlar içinde gerçekleşen eylemler olarak kaldı. Bu anlamıyla da işçi sınıfının mücadele tarihine damgasını vuracak eylemler olmadılar, olamazlardı da.
Bir başka söyleyişle, DİSK’e devrimci sendika merkezi imaj ve niteliğini veren DİSK’in kuruluş yıllarındaki tabandaki işçi başkaldırısıydı. DİSK sonraki yıllarda bu mirası yemekle yetindi ve ‘80’lere yaklaşıldığında, artık Türk-İş’ten ciddi bir farkı kalmamıştı. Dahası işçilerin bir bölümü DİSK’i terk edip Türk-İş’e bile yönelmişlerdi. (Elbette sorunun bu yanı kendi başına bir inceleme konusu olacak kadar önemlidir. Ama konumuz açısından bu kadarla yetinmek zorundayız.)
Demek ki İkinci DİSK, doğrudan işçilerin mücadelesinin simgelediği, 1967-69 mirası tarafından temsil edilen DİSK’tir. Bugün yaşadığı kadarıyla işçiler arasında yaşayan da bu DİSK’tir.
Söylenenlerden de anlaşılacağı gibi, resmi bir kuruluş olarak bir tek DİSK vardır. Ama gerçekte, bu kuruluşun çatısı altında, özlemleri ve istemleri tamamen farklı iki DİSK vardı.

BUGÜN KURULAN HANGİ DİSK’TİR?
Bugün kurulmak istenen DİSK’in hangi DİSK olduğunu anlamak için atılan nutuklara değil, kurucuların yaptıklarına ve koşullara kısaca göz atmak yeterlidir.
Bugün yeni bir DİSK kurmaya uğraşanlar nutuklarında iki konuyu işliyorlar. Birincisi, DİSK’e saldırının işçi sınıfına saldın olduğunu, işçi haklarının bugün Türk-İş’in savunduğundan daha radikal bir biçimde savunulması gerekliğini, Türk-İş’in bu işlevi yerine getirmekten uzak olduğunu vb. İkincisi ise; Sıkıyönetimin yüzlerce DİSK’liyi yargıladığını, pek çoğunun işkence gördüğünü, yöneticilerin yıllarca zindanlarda tutulduğunu söylüyorlar.
Elbette her iki konuda söylediklerinde de haklıdırlar. Ama söylenenler sadece görünen yanıdır ve diğer söyledikleri ve yaptıkları göz önüne alındığında amaçlarının ne devrimci bir işçi sendikası yaratmak, ne de 12 Eylül’ün işçi sınıfına yönelttiği saldırının hesabını sormak olduğu açıkça görülüyor.
Her şeyden önce DİSK ağalarının, gerek 12 Eylül öncesi, gerekse sonraki politik tulumları hiç de işçi yanlısı değildir. Çünkü onlar, 12 Eylül dönemi öncesi, mücadelenin en yüksek olduğu günlerde mücadeleyi yatıştırmaya çalışmışlar, TARİŞ Direnişinde olduğu gibi, hükümet ve polisin kıramadığı direnişleri “görüşmeler” ve “uzlaşmalar” zincirine bağlayarak bastırmışlardır. Dahası 12 Eylül darbesi karşısında sıradan burjuva politikacıları kadar bile bir cesaret gösteremeyerek, işçi sınıfına cuntaya karşı mücadele çağrısı bir yana, cuntanın ilk çağrısıyla birlikte Selimiye’deki “teslim kuyruğu”nun ilk müşterileri olmaktan geri durmamışlardır. Ama “çektikleri”nin, bu tutumlarının üstünü örteceğini sanarak dost sohbetlerinde, kulislerde işçileri suçlamaktan, işçilerin kendilerine sahip çıkmamış olmasından yakınarak “mağdur” insan rolü oynamakladırlar. DİSK ağalarının basındaki yandaşları da her vesileyle, aynı gerekçeyle, “sınıfın vefasızlığı” üstüne duygu sömürüsü yapmaktadırlar.
DİSK’çilerin kulislerde konuştukları başlıca konu asla işçi sınıfının bugünkü ihtiyaçları ve bugün
DİSK’in hangi ilkeler üstünde yükselmesi değildir. Onları asıl ilgilendiren, 550 milyon dolar (yaklaşık 2 trilyon 625 milyar TL) olarak hesaplanan DİSK’in mal varlığının nasıl ele geçirileceğidir. Elbette DİSK’in mal varlığının devlete hibe edilmesi düşünülemez. Ama ağaların düşüncesi bu kaygıdan kaynaklanmıyor. Onlar bir biçimde, bu parayı kendi kişisel güçlerini artırmak ve DİSK’in kapalı olduğu ve cezaevinde yattıkları süredeki maaş ve tazminatlarını DİSK varlığından kolayca transfer etmek için almaya çalışıyorlar. Böylece, her biri küçük olmayan bir servet edinmiş olacaklar. Kısaca ağalar, kendilerini mağdur eden devletten alamadıklarını DİSK’ten alıyorlar. Sanki kendilerini içerde tutan, “işsiz bırakan” DİSK’miş gibi.
Burada denebilir ki, DİSK yöneticisi olmasalardı başlarına bir şey gelmezdi. Elbette. Ama DİSK yöneticisi olmasalardı; bu baylar, milletvekili de olamazlardı, yüksek maaşlı, şaşaalı bir yaşam da süremez, sıradan bir işçi olarak yan aç yaşayıp giderlerdi. DİSK’in kendilerine sağladığı avantajları görmezden gelip, DİSK yüzünden çektiklerini abartmaları onların niyet ve tutumlarının da en açık ifadesinden başka bir şey değildir.
DİSK ağaları yeni DİSK’i, eski DİSK’in “ileri gelenleri”ne dayanarak, kurmayı planlamaktadırlar. Ki, bu ileri gelenlerin büyük çoğunluğunun; sadece devrim, sosyalizm ve işçi sınıfının çıkarlarıyla ideolojik olarak değil, fiili bağları bile kalmamıştır. Pek çoğu 12 Eylül sonrasının “köşe dönücülerine” karışırken geri kalanlar da mücadele ile bağını koparmış “eleği asanlar”a katılmışlardır. DİSK’in “12 Eylül mağduru” üst bürokrasisi ise, SHP’nin yöneticisi ya da en ilerileri “SHP’nin eleştirici taraftarı” (Baştürk, Işıklar) durumundadırlar.
Kısacası, bu eski DİSK takımının bugün sınıfın mücadelesinin önünü açacak ne ideolojik-politik tutumları ne de sosyal konumları vardır.
DİSK ilk kuruluşunda, yükselen sınıf hareketi için bir kanal açmak şansına sahip olmuş, bunun sonucu olarak da mücadeleci bir sendika merkezi olduğu imajını yaratarak, işçiler için bir çekim merkezi olmayı başarmıştı. Bugünkü durumda yeni DİSK böyle bir şansa da sahip değildir. Tersine bugün kuruluşu sürdürülen DİSK, belirli çıkarlar (ki bu çıkarların işçi sınıfının çıkarlarıyla bir ilgisi yoktur) etrafında birleşmiş bir grubun hareketi niteliğinde olup, sınıfla hiç bir organik ilişkisi olmayan bir çevreye dayanarak ayağa kalkmaya çalışmaktadır. Dahası ilk kuruluşunda DİSK, işçilerin kitlesel hareketine grevler, sokak gösterileri, işgaller vb. dayanarak meşruiyetini dayatmıştı. Şimdikiler ise; yasalar, Anayasa mahkemesi, reformcu-gerici partilerinin icazetine bel bağlamış durumdadır. Böyle bir oluşum ise, kendisine hangi tüzük ve programı yaparsa yapsın devrimci bir sendika merkezi olma şansını elde edemez.

Peki, bugün DİSK, bir takım işyerlerini kendi çatısı altında toplayarak sahneye çıkamaz mı?
Bugün sendikalar yasasındaki %10 barajı buna olanak tanımaz gibi görünüyor. Ama baraj her an kalkabilir bir şeydir ve DİSK ağaları, hesaplarını barajın uzak olmayan bir gelecekte kalkacağı üstüne yapıyorlar. Bu, uzak bir ihtimal değil. Barajın kalktığı koşullarda, Türk-İş bünyesindeki Türk-İş’ten rahatsız olan kimi işyerleri ya da Türk-İş bünyesindeki bazı sendikaların Türk-İş’ten ayrılarak DİSK’e katılmaları hiç de beklenmeyen bir şey olamaz. Bu durumda DİSK, bir sendika merkezi olarak yeniden faaliyet gösterme şansını elde eder.
Bu durum, yukarda sözünü ettiğimiz nedenlerden dolayı (DİSK ve Türk-İş’in özünde ayrı olmayan sendikacılık eğilimlerini temsil etmesinden dolayı) işyerlerinde ve sendikalar içinde karışıklığa yol açıp, suni nedenler temelinde işçiler arasında ayrılıklar çıkması gibi olumsuz sonuçlara yol açabilir ve açacaktır. Ne var ki, bugün işçi sınıfımızın içinde bulunduğu, eskisine göre oldukça ileri bir çizgide bulunan mücadele birikimi ve devrimci ve komünistlerin yine eskiye göre bu alanda etkinliklerinin hayli artmış olması, bu olumsuz durumda bile mücadeleyi ilerletmek için yeni olanaklar da yaratabilir. Türk-İş, DİSK ve patronların tersi istemlerine karşın olumsuzluk bir olumlu gidişata dönüştürülebilir. Devrimcilerin iradesi dışında bir DİSK gerçeği ile yüz yüze gelindiğinde bu olanaktan mücadeleyi ilerletmek için yararlanmak elbette ihmal edilmemesi gereken bir şeydir. Ve bu durumda hangi taktiğin uygulanacağı tamamıyla günün koşullarının doğru bir analiziyle belirlenebilir. Bu yüzden de DİSK’in bugünkü haliyle yeniden örgütlenmesi elbette sınıfın ve onun mücadelesinin ihtiyacı değildir, ama yine bugünkü koşullarda Türk-İş’ten şu ya da bu sendikanın, şu ya da bu işyerinin kopması da sınıf için bir kayıp sayılamaz.
Son bir kaç yıllık işçi hareketinin yöneliş ve boyutları göz önüne alındığında şunlar söylenebilir: Yükselen işçi sınıfı hareketi karşısında Türk-İş barikat işlevini yerine getiremez olmuştur. Bu koşullarda hükümet, DİSK’in sahneye çıkmasına göz yumarak, 12 Eylül öncesinin “bölünmüşlüğü” ve sendikalar arası rekabetten medet ummaktadır. Ancak bu politika da umutsuzluğun politikasıdır. Çünkü işçi sınıfımız 12 Eylül karanlığı ve sonraki mücadele yıllarının deneyimine sahiptir. Bu deney birikimi, sendika ağaları, hükümet ve patronların hesaplarını bozabilecek bir birikimdir ve bu birikim sınıfın, devrimci bir platformda sendikal birliğin gerçekleşmesinin olanaklarını yaratmaktadır.
Eğer işçi sınıfının ileri kesimleri yüz binlik kitleler halinde DİSK çatısı altında örgütlenmeye yönelirse, DİSK bürokrasisinin amaç ve niyetlerine karşın, işçi sınıfı mücadelesinin genişleme ve radikalleşme olanakları daha da artacaktır. Sınıfın ileri kesimlerinin bugünkü sınırları aşan eylemleri, sınıfın geri kalan kesimlerinin uyanışını hızlandıracak, ileri atılımlarının yolunu açacaktır.
Bu yüzden de, işçi sınıfı mücadelesini ilerletmek isleyen, işçi sınıfından yana herkes, özellikle de komünist ve ileri işçiler için yapılması gereken, sendika ağalan arasındaki çatışmada yan tutmadan, yığınların eğilimini gözetmek, bu çatışmadan yararlanarak sınıfı birliğini güçlendirecek bir eylem çizgisine çekmektir. Soruna yaratıcı bir biçimde yaklaşılırsa bunun sayısız yolu olduğu görülecektir. Yeter ki yığınların nabzı elde tutulabilsin ve ortaya çıkan her yeni durum gereği gibi değerlendirilebilsin.

Ocak 1992

“Kaynak Sorunu” hep gündemde… Bankalardan İstedikleri Kadar Vergi

Burjuvazinin politik arenasında tartışılan konulardan bir tanesi de, kaynak sorunuydu. Bilinen, değişik kamu açıklarının sürekli artmasıydı.
* Tüketime ayrılan gelirin vergilendirilmesi olan dolaylı vergilerin artması; “az kazanandan çok, çok kazanandan az” vergi alınmasına neden oluyor.
* 100 liralık gelir vergisinin 80 lirayı aşan kısmını esas olarak maaş ve ücretliler ödüyor. Kalanı da sermayedarlar anlamında şirketlerin payını oluşturuyor.
* Bankalar vergi vermiyor. 1990’da liralı kazançlarının ancak 11 lirasını devlete vergi olarak ödemiş.
* 1990 yılında Ziraat Bankası 1000 Iiralık gelirinin 1 (evet bir) lirasını, Akbank ise 80 lirasını vergi olarak devlete ödemiş.
* Yasal vergi oranı, fonlar dâhil yüzde 48’i buluyor.
* Bankaların bu derece sermaye artırmaları ve iştiraklerinin artması, vergi ödemeden kaynaklanıyor.
* 1990 yılında sermaye birikimini teşvik gerekçesiyle devlete vergi olarak ödenmeyip bankalara kalan ise bir trilyon 648,7 milyar lira. Yani ödenen vergiden 3,36 misli daha büyük.

Geçtiğimiz üç ay içerisinde yeni bir seçimin yapılması ve arkasından hükümetin kurulması çalışmalarıyla birlikte, burjuvazinin politik arenasında bilinen, bıktırıcı propaganda malzemesinden birisi de harcamaları karşılayacak “para” yani “kaynak sorunuydu…”
“Biz” diyerek başlayıp devanı eden konuşmalarında parti sözcüleri, hep “mavi boncuk” dağıtıp, geleceğe yönelik “pembe tablolar” çizdiler. “Kurtarıcı” olduklarını sürekli tekrarladılar.
Zaman zaman diğer partiler için “Bunların söylediklerine inanmak mümkün değil” diyerek, “Neyle yapacaklarını?” ya da “Nasıl gerçekleştireceklerini?” soruyorlardı. Kendi vaatlerini nasıl yapacaklarını unuturcasına. Daha iyi politika belirledikleri iddiasıyla, kaynak sorununu çözmek için diğer partilere kıyasla daha az “zam yapacaklarını” ve de “vergi yükünü artıracaklarını” söylüyorlardı.
Tartışmanın odak noktası: “Değirmenin suyu nereden geliyor” sözünde ifadesini bulan, kaynak sorunuydu. Bir başka deyişle yeterli gelirin veya paranın bulunup bulunmayacağıydı. Esas olarak “İki yakası bir araya gelmeyen” kamu açıklarının varlığı, bu tanışmayı hep gündemde tutuyordu.
Seçim öncesinde partilerin vaat yarışında ANAP, bu seferlik biraz geride kaldı. Vaatte bulunacak “yüzleri” yoklu demek de safdillik olur. İki binli yıllar nutkuyla, sekiz yıldır icraatlarını hep hatırlattılar. Bugünlerde “özgür ve mutlu” yaşıyorsak bundandır diye de eklediler.
“Özgür ve mutlu” olan kimdir. Kimlerdir?
İşsiz kalan bir işçinin, özgürlüğü ne olabilir?
Okul masrafını, yakacak odun-kömürü nasıl alacağını “kara kara” düşünen bir emekçinin, mutluluğu ne olabilir?
Çocuğuna koyacağı isme bile müdahale edilen ve “dipçik politikasını” yegâne devlet hizmeti olarak yaşayan Kürt’ün özgürlüğü ve mutluluğu ne olabilir?
ANAP dışı diğer partilerin “özgürlük ve mutluluk” tanımlarının farklı olduğunu iddia etmek mümkün değil. Sermayedarların ekonomik ve siyasal yapılanımı olan bugünkü düzen, bu partilerin varlık koşulunu oluşturuyor.
Partilerin yapmış olduğu vaatlerin bedeli, Türkiye’nin ulusal gelirini aşıyordu. 1990 yılı ulusal geliri (GSMH) 380 trilyon lira. Vaat yarışında “iman gücüne” sahip Hoc’a’nın Refah’ı en öndeydi.
Bu haliyle partiler, esas olarak seçimde “vatandaş” kütlesini hatırlayan ve hemen sonrasında unutan politikanın canlı örneğini yaşattılar.
Balayları bitmeyen Demirel-İnönü ikilisi “Vaatlerimizi hemen gerçekleştiremeyiz” demeye başladılar. Seçim öncesinde öyle söylenmiyordu ama…
Vatandaşa “dünyalar” vaat eden partiler vc onların “yönetimindeki” devlet kurumları karşısına tek tek birer emekçi olarak çıktığınızda, her zaman sizleri neyin beklediğini bilmeyeniniz var mı?
Zaten vaatlerin büyüklüğü ve buna göre bazı “uygulamaların” olması, zamların ve verginin artması anlamına geliyor.

VERGİNİN KAYNAĞI

Burjuva ekonomi politiğine göre devletin en önemli gelir kaynağını vergiler oluşturuyor. Toplanmasına göre vergiler ikiye ayrılıyor. Dolaylı ve dolaysız vergiler olarak.
Mal ve hizmetin tüketilmesi veya kullanımı sırasında alınan vergilere dolaylı ya da vasıtalı vergiler deniyor. Örneğin KDV, taşıt alım vergisi… Kişi ve şirketlerin sağladıkları gelirden alınan vergiler de dolaysız vergiler.
Dolaylı vergiler tüketicilerin bütününü yani emekçi ve sermayedarı aynı oranda etkiliyor. Yani fakir-zengin, yoksul-varlıklı, emekçi-sermayedar ayırımı yapmıyor. Oysa verginin gelir dağılımını “adilleştirme” ilkesine göre “az kazanandan az, çok kazanandan çok vergi alınacak”tı?
Dolaylı vergiler bu ilkenin tersi yönde etkide bulunuyor.
Arçelik’te çalışan bir işçi gelirinin hemen hemen tümünü mal (giyecek, yiyecek…) ve hizmet (ulaşım, sağlık…) alımı için harcamasına karşın, Arçelik sermayedarı Vehbi Koç ise gelirinden tüketime çok küçük miktarını ayırıyor. Örneğin; işçi gelirinin tamamını, Koç da % 10’unu tüketim için harcıyor olsun. KDV’de % 10 ise, işçi gelirinin % 10’unu vergi olarak devlete ödüyor. Oysa bu oran Koç’ta %1’e iniyor.
KDV türünden dolaylı vergiler görünüşte % 10’luk eşitliği sağlıyor. Aslında toplam gelirden tüketime ayrılan kısım azaldıkça, dolaylı verginin gelire oranı azalmıyor. Aksine artıyor. Koç gelirinin % 10’unu değil de % 5’ini ayırmış olsa, gelirinin % 5’ini KDV olarak devlete vermiş oluyor. Yani her 100 Liralık gelirden işçi 10 Lira, Koç da 50 Kuruş devlete vergi ödemiş oluyor.
1980’li yılların başında dolaylı vergilerin, vergi gelirleri toplamında % 30’u aşan payı sonrası yıllarda sürekli arttı. Son yıllarda % 60’a yaklaştı. 100 Liralık verginin 60 Lirası dolaylı vergi. Ödeyen? Esas olarak emekçi halk. Vergi gelirlerinde dolaylı vergileri 1989’da % 56 olan payı, bir sonraki yılda % 57’ye yükseldi.
“Az kazanandan çok vergi almayı” öngören dolaylı vergilerin bu derece artmış olması, dar gelirli diye bilinen emekçilerin daha çok vergi ödediğini gösteriyor. Bu; bir yönden de sömürünün daha da arttığını ortaya koyuyor.

ŞİRKETLER VERGİ “VERMİYOR”
Dolaylı vergilerin dışında kalan dolaysız vergilerin esas yükünü kim taşıyor? Maaşlı ve ücretli olan bir kimsenin bilmemesi mümkün değil. Çünkü her ay sonunda aklıkları bordrolar bunun açık ispatıdır.
Esasını maaş ve ücretlilerin oluşturduğu gelir vergisiyle şirketlerden alınan kurumlar vergisi toplamında, gelir vergisinin payı sürekli arttı. 1988’de % 70’e yaklaşan oran iki yıl sonrasında % 80’i aştı. Yani 1990’da toplanmış olan gelir vergisinde 80 Lirasını aşan miktarı, maaşlı ve ücretliler ödemiş. Buna karşın şirketlerin, yani sermayedarların ödedikleri vergiler 20 Liranın altında kalmış.
Açık anlatımla sermayedarlar vergi vermiyor. Kazanamadığından hiç değil. Kazancında vergi matrahını küçültecek o kadar muafiyet ve istisnalar var ki, bunun sonucunda vermiyor denirse yeridir. Nitekim 1990 yılında gelir vergisi toplamında kurumların payı %20’nin allında kalıyor.
Sermaye birikimini teşvik etmek gerekçesiyle; 1990’da ücretliden ve maaşlıdan kurumların ödediklerinin dört misli daha fazla vergi alınmış.

“İSTEDİKLERİ KADAR VERGİ”
Mali sektörün hemen hemen tek kurumu bankalar, getirilen muafiyet ve istisnalar sonucunda kazancının çok küçük miktarını vergi olarak devlete ödüyorlar. Açık anlatımla, istedikleri kadar devlete vergi verdiklerini söylemek, hiç de abartma olmayacaktır.
Geçtiğimiz beş yılda bankaların ödediği verginin tutan, gelirleri toplamında % 15’lerde kalıyor.
Peki, mali mevzuatta öngörülen vergi oranı ne kadar?
Fonlarla birlikte % 48.
Fakat bir önceki yılda (1990) bankaların ödedikleri vergiye oranı, ancak % 11’e yaklaşıyor. Demek ki devletin olması gereken % 37’lik pay; bankalara hibe edilmiş. Yani bankaların devlete verdiği 476,8 milyar Lira iken, kalan ise 1 trilyon 648,7 milyar Lira. Sermaye birikimi amacıyla bankalara kalan, ödenen vergiden 3,36 misli daha büyük.
Bu kime fatura ediliyor? Vay haline ay sonunda elindeki bordroya bakanlara ve zam fırtınasına yakalananlara! İşte rant ekonomisinin bir “mucizesi…”
Nasıl mı?
Vergilerin artırılması, yaygınlaştırılması ve zamlarla…
Banka grupları açısından, ödedikleri verginin yıllık karına oranı en büyük olan yabancı bankalar. 1986’da % 26 olan oran ’90’da % 15,1’e gerilemiş. Yabancı bankaları, özel ticari bankalar izliyor. Sonuncu olan grup kamu bankaları. Genel olarak oranlar, azalma eğilimi gösteriyor.
Bir işçi en az 100 Liralık gelirinin, 25 Lirasını vergi olarak devlete hemen veriyor. Gelirin artmasına bağlı olarak o oran da artıyor. Buna karşın bankalar ise (1990 için) 100 Liralık gelirinin 11 Lirasını vergi olarak devlete bir yıl sonrasında ödüyor. Yani işçi, ayın sonunda ödüyorken, banka, bir yıl sonrasında dört taksitle devlete ödemede bulunuyor.
Ziraat Bankası’nınl990’da yıllık kazancı bir trilyon Lirayı biraz geçiyor. Ama ödediği vergi 1 milyar 200 milyon Lira. Kazancının binde birini devlete vergi olarak ödemiş. Her bin liralık gelirinden bir liralık vergi ayırmış.
Kalan?
Günlük dilde kullanıldığı biçimiyle “cebe cukka…”
Akbank’ın vergi oranı da sürekli azalmış. 1990’da % 8,2’ye gerilemiş. Toplam kazancı 800 milyar Liraya yaklaştığı halde, bunun sadece 66 milyarını vergi olarak ödemiş.
Bankalar tek tek incelendiğinde hiç birinin, kurumlar için öngörülen % 48 oranında vergi ödemediği anlaşılıyor.
Bunun sonucu olarak bankalar her yıl gerek ödenmiş sermayesini, gerekse de öz-kaynaklarını, genel olarak yıllık enflasyon oranı üzerinde artırıyor. Sadece bunlar mı? Hayır! İştirakleri de nasipleniyor. Sürekli büyüyor.

BANKALARIN ÖZKAYNAKLARI (Milyar TL)
1988         1989         1990
Ziraat Bankası            583,9        1112,5        2316,6
Akbank            824,6        1220        2121,4
Yapı Kredi            308,5        453,2        882,3
İş Bankası            534,9        951,6        1542,9
Garanti Bankası        208,7        355,5        684,5
Finansbank            23        61,5        130,5
BNP-AK            26,4        42,2        63,1
TOPLAM (Sektör)        6214,4        10263        17765,3
AÇIKLAMA: Miktar; Milyar TL olarak ödenen vergi tutarı.
Oran; yüzde olarak banka gruplarının toplam kazancında ödedikleri vergi payı.

BANKA GRUPLARININ ÖDEDİKLERİ VERGİ MİKTARI VE ORANI
Kamu         Özel Tic.     Yabancı     Toplam (sektör)
Miktar    Oran    Miktar    Oran    Miktar    Oran    Miktar    Oran
1986    51,2    19,4    29,6    10,7    10,5    26    91,5    15,7
1987    83,9    17,6    31,3    6,1    8,4    14,1    123,6    11,8
1988    98,1    11,2    104,8    10,4    28,2    17,1    231,2    11,3
1989    162,6    16,6    181,8    17,7    33,1    19,4    377,5    16,3
1990    138,7    8    303,5    12,1    34,6    15,1    476,8    10,7

BANKALARIN VERGİ ORANLARI
1986     1987     1988     1989     1990
Ziraat Bankası    0    0    0    0,4    0,1
Akbank        14,4    10,3    9,4    11,4    8,2
Finansbank        –    –    7    10,6    7,6
Yapı Kredi        0    0    5,4    10,9    7,6
Dışbank        29,4    0    22,8    17,6    11,6
Osmanlı Bank    16    1,1    9,4    19,5    16,3
BNP-AK        16,1    0    12,2    14,9    14,1
AÇIKLAMA: Oranların yüzde 48’den çıkarılması ile bulunan fark, bankalar kalan oranı gösteriyor. Finansbank 1987’de kuruldu
(TABOLAR: T. BANKALAR BİRLİĞİ YILLIK RAPORU)

Ocak 1992

İsçi sınıfı partisi ve çalışma tarzı-3 İşçi sınıfı partisi ve kadrolar

Bundan önceki iki sayımızda, işçi sınıfı partisinin hangi özelliklere sahip olması gerektiği ve onun yığınlar içindeki çalışmasının nasıl ve hangi amaçlara yönelik olması gerektiği konusu üstünde durmuştuk. Bu sayımızda ise, son tahlilde çalışmanın gerçekleştiricisi olan, işçi sınıfı partisinin amacına varabilmesi için parti kadrolarının (Partide kadrolardan söz edildiğinde, açıktır ki üyelerden söz ediliyor olur. Bu yüzden bu yazı boyunca, üye ve kadro sözcükleri aynı anlamda kullanılacaktır.) taşıması gereken nitelikler üstünde duracağız.
Marksizm’in oluşum süreci boyunca, Marksist partinin hangi niteliğe sahip olması gerektiği tartışması, gerçek Marksistlerle her türden reformcu ve oportünist arasında bir ayırım olmuştur. Bu tartışmanın az çok sonuçlandığı 20. yüzyıl başından itibaren ise, Marksistlerle her türden oportünisti ayıran, parti üyesinin hangi nitelikleri taşıması gerektiği tartışmasına dayanır. Nitekim
RSDİP’de (Rus Sosyal-Demokrat İşçi Partisi) Bolşevik-Menşevik ayrışmasının ipleri koparan tartışması “her grevci işçinin” mi parti üyesi olabileceği, yoksa partiye girebilmek için daha başka özelliklerin mi olması gerektiği tartışmasıydı. Lenin, “Ne Yapmalı” adlı yapıtında koyduğu perspektifi, ünlü “Bir Adım İleri İki Adım Geri” adlı yapıtında “parti üyesi”nin şahsında açar ve Bolşevik-Menşevik ayırımına yol açacak bu farklılaşmanın mantıksal politik sonuçlarını, bir parti üyesinin özelliklerini ayrıntılarıyla açıklar. Ve bu tartışma, Ekim Devriminin, dolayısıyla Bolşevik parti ve “parti üyesi” anlayışının zaferiyle biter. O günden bu yana da kimin parti üyesi olabileceği tartışması Marksist-Leninist partilerin gündeminden çıkar. Ama birer birer partiler için, her somut durumda parti üyelerinin niteliklerinin geliştirilmesi, sınıf mücadelesine önderlik edecek nitelikte üyelerin yetiştirilmesi konusu her zaman gündemde olan bir sorun olagelmiştir.
Son yarım yüzyıl içinde emperyalizm ve dünya gericiliğinin Marksizm-Leninizm ve onun devrimci normlarına karşı, giderek dozu artırılan karşı-devrimci kampanyası içinde Marksist-Leninist parti ve onun üyelik normları da aşındırılıp yozlaştırılmaya çalışıldı. Bu yüzden bugün, karşı-devrimci kampanyanın bu doruk noktasında, bu normların savunması ve parti üyelerinin misyonlarını yerine getirecek biçimde donatılması daha da hayati bir önem kazanmıştır.

İşçi sınıfı partisinde parti üyeliği
İşçi sınıfı partisi, üyelerinin basit bir toplamı değildir. Ama yine de partiye niteliğini veren üyelerinin toplam niteliğinin düzeyidir. Bu yüzden de işçi sınıfı partisinin savaşçı özelliği, onun üyelerinin işçi ve emekçi sınıflar içindeki çalışmasında, sınıfa, parti üyelerinden yansıyan kadardır. Parti üyelerinin nitelikleri ideal Leninist normlara ne ölçüde yaklaşıyorsa, partinin savaşçı özellikleri de o ölçüde mücadelenin ihtiyacını karşılayacak bir düzeye yükselir. Tersine, parti üyelerinin nitelikleri asgari düzeyde ise, en iyimser bir yaklaşımla, partinin mücadeleye önderliği de asgari düzeyde gerçekleşebilir.
Oysa sınıfın devrimci partisi asgari nitelikleri taşımakla yetinemez. Parti, amacı ve tarihsel misyonunun gerektirdiği düzeyde niteliğini açığa vurmak zorundadır. Bu ise, diğer şeylerin yanı sıra, kadrolarının niteliğinin uygunluğuyla gerçekleşebilir bir şeydir. Stalin’in de çok açık biçimde vurguladığı gibi, “Politikalar doğru olarak teshil edilmişse, arlık her şeyi belirleyen kadrolardır.”
3. Enternasyonal’den bu yana işçi sınıfının devrimci partisinin üyeliği için koşullar bellidir.
Bir kişinin parti üyesi olmak için en az şu üç koşulu yerine getirmesi gerekir:
1) Partinin politik çizgisini benimsemek,
2) Bir parti organında görev almak,
3) Partiye düzenli olarak aidat ödemeyi kabul etmek.
Bu üç koşul, partinin asgari ve azami programından bağımsız, kendi başına alındığında, biraz fedakârlık yapabilen her parti sempatizanının parti üyesi olabileceği sanısını ortaya çıkarır. Ama açıktır ki, işçi sınıfının partisinin tüzüğünde üyelik koşulu olarak sıralanan bu maddeler asgari koşullan ifade ederler.
Gerçekten de, yukarıdaki koşulları yerine getireceğini kabul eden her sempatizan parti üyesi olabilir. Ama partiye girmiş olmak artık o kişinin gelişiminin tamamlanmış olduğu anlamına gelmez. Tersine kişinin ideolojik-siyasi eğilimi, parti ruhuyla doldurulması ve partinin pratik görevleri konusunda eğitiminin henüz başladığı anlamına gelir. Ve ancak bu ideolojik eğitimle birleşen bir pratik mücadele içinde parti üyesi olgunlaşıp gerçek önder haline gelir.
Genellikle partiye üyelik isteği ile başvuranlar, gençlik örgütü ya da partinin çeşitli türden çevre örgütlenmeleri içinde değişik parti işlerinde görev almış kişilerdir ve başvuranlar hakkında o alanda faaliyet gösteren parti örgütlerinin bilgileri vardır. Dahası daha partiye girmeden önce bu kişiler az çok eğitilmişlerdir, ama kişinin dönüştürülmesini sağlayan asıl eğitim, bizzat parti organı içinde gerçekleşebilir. Bu yüzden de üyelik koşulları içinde en hayati olanı, her üyenin bir parti organı içinde olma zorunluluğudur.

Proletaryanın öncü ve örgütlü müfrezesinin bir unsuru olarak parti üyeliği

37. sayımızda, proletarya partisinin temel özelliklerinden söz ederken, partinin, proletaryanın öncü ve örgütlü müfrezesi olduğunu söylemiş, bundan ne anlaşılması gerektiği üstünde durmuştuk. Burada ise, bu özelliğin parti üyesi açısından ne anlama geldiğine değineceğiz.
Yukarıda değindik: parti, üyelerinin basit bir toplamı değildir, dedik. Dahası, parti faaliyetine damgasını basan, o alanda faaliyet gösteren parti organıdır. Ama eninde sonunda parti faaliyetini yaşama geçiren organda kişilerden oluşmuştur ve çalışmayı yaşama geçiren kişinin parti faaliyeti bakımından son derece önemli bir yeri vardır.
Bu açıdan bakıldığında şunlar hemen söylenebilir:
Partinin faaliyeti parti üyesinin şahsında somutlanır. Dolayısıyla önderlik sorunu, o alandaki partililerin önderlikleri olarak yaşam bulur. Öyleyse parti, bir alandaki önderlik rolünü üyeleri aracılığı ile gerçekleştirir. Bu durumda parti üyeleri, kendi çalışma alanlarındaki mücadeleye önderlik edecek niteliklere sahip olmak durumundadırlar. Bu görev ancak parti üyelerinin parti politikasını iyi bir biçimde özümlemesi, yaratıcı ve inisiyatifli bir çalışma içinde olmasıyla başarılabilir. Demek ki parti üyesi, her şeyden önce partinin çizgisini, taktiklerini, günlük mücadeleye ilişkin direktiflerini iyice kavramış olmalıdır. Ama politikalar, taktik ve direktiflerin bir tekrarcısı değil, onları alanın özelliklerine göre yorumlayıcısı, her somut durumda yeniden üreticisi, mücadelenin bir öndere ihtiyaç duyduğu her anda ortaya çıkan sorunları çözümleyicisi olmak durumundadır. Karşılaştığı her yeni durumda yukardan direktif bekleyen, ortaya çıkan fırsatları anında değerlendiremeyen bir parti üyesi adına layık değildir. Kısacası her parti kadrosu, faaliyet gösterdiği alanda mücadelenin önderidir ve önderliğin gerektirdiği bilgi, cesaret, ataklık, esneklik ve özveriyi göstermekle yükümlüdür. Mücadelenin sorunları karşısında bocalayan, ataklık gerektiğinde geri duran, geri çekilinecegi zaman gereksiz gösteride bulunan ya da, özveri gösterilmesi gereken yerde bundan kaçınan bir parti üyesi, üstüne düşen görevi yerine getiremez.
Bir önceki sayımızda “İşçi sınıfı partisinin kitle içinde çalışması” başlıklı yazımızda değindiğimiz bir konuya, burada, kadrolar yönünden bir kez daha değinmekte yarar var:
Nasıl ki parti hücresi, inisiyatifli ve yaratıcı bir faaliyet içinde olması gereken bir birimse, parti üyesi de, inisiyatifli ve yaratıcı olmak zorundadır. Marksizm’in büyük öğretmenleri Lenin ve Stalin’in en çok eleştirdikleri parti üyesi tipi, her durumda yukardan direktif bekleyen, gelen direktiflere kendi kişisel yaratıcılığını, özgün yorumunu katmadan yineleyen bürokrat tiptir. Oysa direktif ve kararlar, mücadelenin dünya ve ülke ölçüsünde en genel gelişim seyri ve özellikleri göz önüne alınarak hazırlanmış olup, her birimde aynen uygulanabilir şeyler değildir. Onları, bu en genel özellikleri ve genel gelişim seyrini de göz önüne alarak, kendi çalışma alanının özellikleriyle kaynaştırıp pratiğe dökecek olan, parti hücresi ve onun unsurlarıdır. Bir alanda çalışan parti kadroları bunu başaramazlarsa; kararlar, direktifler ne kadar özenle hazırlanmış olursa olsun soyut sözler olmanın ötesine geçemez.
İşçi sınıfı partisinin tarihsel misyonu göz önüne alındığında, parti üyesinin hareket noktası şu düşünce olmak zorundadır: “Bu alanda parti, mücadelenin önderi olmak zorunda olan benim ve burada bir partinin nasıl davranması gerekiyorsa öyle davranmalıyım.” Bir parti korkak, ikircikli, mücadelenin sorunları karşısında duyarsız ya da ahmakça davranabilir mi? Hiç bir partili bu soruya “evet” demeyeceğine göre, kendisi de böyle davranamaz. Çünkü orada parti kendisidir, kendi şahsında temsil edilmektedir.

Yeni insan’ın erdemlerini şahsında toplamış kişi olarak parti üyesi

Proletaryanın devrimci komünist partisinin nihai amacı, sınıfsız ve sömürüşüz bir toplum olan komünist toplumu kurmaktır. Komünist toplumun iki dayanağı vardır: Birincisi, üretimin tüm toplumun ihtiyaçlarını karşılayacak boyutlara varması. İkincisi ise, yeni insan.
Yeni insan nereden doğacaktır? Elbette yeni insan, ne Nietzche’nin “üstün insan”ı gibi bugünkü insan toplumunun yok edilerek “üstün bir ırk”ın doğmasıyla olacaktır ne de bir başka gezegenden gelecektir. Yeni insan, bugünkü insan toplumunun doğayı ve toplumu değiştirme mücadelesi içinde dönüşmesiyle gerçekleşecektir.
Aslında yeni insan, bir yanıyla daha 19. yüzyıl insanında uç vermiştir. 19. yüzyıldaki kapitalizme karşı ayaklanan proleter yığınların kitlesel ve dönüştürücü gücünde, Narodniklerin cesaret, fedakârlık ve devrimci atılım ruhunda yeni insan’ın kimi özelliklerini yakalamak olanaklı. Nitekim “Nasıl yapmalı?”sında Çernişevski, Rahmanov’la kendi “yeni insan”ını tanımlamaya çalışmıştır. Ama onun yeni insanı, çağının mekanizmiyle sakatlanmış olarak, kendisini eğitmek için çivili tahtalar üstünde yatan, ne yaptığı kendinden menkul, soylu bir “yeni insan”dır. Ancak Ekim Devrimiyle yeni insan, kendi kimliğini proletaryanın şahsında bulmuş, Ostrovski’nin, “Ve Çeliğe Su Verildi” adlı romanındaki Pavel’i, Gladkov’un “Çimento”sunda (Fabrika) Gleb ve Daşa, Şolohov’un “Uyandırılmış Toprak” ve “Don Kıyısında Hasat”ındaki Davidov, içinden çıktıkları kapitalist toplumun kimi zaafların taşısalarda, yaşamlarını toplumun ilerlemesiyle bütünleştirmiş yeni insanlardır. Yine Sbotnik ve Stahanov hareketleri, yeni insan’ın doğa ve toplumu değiştirme mücadelesi içinde yaratılma çabalarıdır. Ya da, bir bütün olarak” bakıldığında, kapitalizmi yıkma ve sosyalizmi inşa mücadelesi, aynı zamanda kapitalist toplumun “para göz”, kendi çıkarından başka bir şey düşünmeyen insanını yeni insana dönüştürme mücadelesidir. Sosyalizmin ekonomik inşası aynı’ zamanda yeni insanın da adım adım inşasıdır. Stalin, Stahonovistlerin birinci konferansında, SB’ndeki yeni insan’ın gelişimiyle ilgili şöyle der: ‘Bu arada insanlar gelişti ve teknik bakımdan yetkinleştiler. Buna karşı teknik normlar oldukları gibi duruyor. Bu normlar, bizim yeni insan’larımıza göre çok eskimiştir. Bu anlaşılmayacak bir şey değil. Yeni insanlara yeni normlar gerek.”
Yukarıda sözünü ettiğimiz sosyalist gerçekçi yazarların tiplerini bu mücadelenin önderlerinden, proletarya partisinin en nitelikli üyelerinden seçmiş olmaları bir rastlantı değildir. Tersine yerinde ve bilinçle yapılmış bir seçimdir. Çünkü yeni insan’ı yaratma ideali proletarya partisinin idealidir ve varolan toplumun en devrimci, en fedakâr, en savaşçı unsurlarının partisidir proletarya partisi.
Yeni insan, sömürücü ve sınıflı toplumun tüm ön yargılarından, bireycilikten, kişisel çıkar hırsından kurtulmuş, kapitalizmin kişisel çıkar tarafından belirlenmiş tüm ekonomik, toplumsal, ahlaki, dinsel, kültürel değerlerden arınmış, toplum için çalıştığında kendisi için çalıştığı bilincine ulaşmış insandır. Komünizmin birinci aşaması olan sosyalist toplumun başlıca iki görevinden birisi sosyalist ekonomiyi inşa etmekse, diğeri de yeni insanı yaratmaktır. Bu nedenle de sosyalist toplumun insanı, içinden çıkıp geldiği kapitalist toplumun insanının zaaflarından kurtulduğu ölçüde komünist toplumun yeni insanı olur.
Kapitalist toplumda ise, yeni insanın olanaklı olduğu tek kurum proletarya partisinin çatışıdır. Çünkü ancak orada kapitalist toplumun kokuşmuş değerlerinden kurtulmak olanaklıdır ve ancak orada yeni insanın varolabileceği değerler canlıdır.
Parti kadroları, yeni insanın erdemlerini şahsında toplamış kişiler olarak, düşündükleri gibi yaşayan insanlar olmak durumundadırlar. Bu yüzden de “mademki kapitalizmin koşulları altında yaşıyoruz, bizde zaman zaman kapitalist dünyanın insanı gibi, ikiyüzlülük, yalancılık, başkalarını dolandırma vb. gibi davranışları yapabiliriz” deme şansına sahip değildirler. (Düşmanı aldatmak için başvurulan “savaş hileleri” elbette, bu kategorinin dışındadır) Partiye ve emekçilere karşı asla yalan söylememek, açık olmak, sadece siyasi faaliyet içinde değil günlük yaşamda da şaşmaz bir ilke olmak durumundadır. Öte yandan proletaryanın tarihsel misyonu yeni insanı yaratmaktır. Proletarya partisi, ancak yeni insanın toplumsal değerlerine sahipse, yeni insan toplumunu yaratabilir. Bu anlayış bütünüyle birer birer parti üyeleri için de geçerlidir. Ve her parti üyesi, yukarıda sözünü ettiğimiz yeni insanın erdemlerini taşımak zorundadır. Yani parti kadroları, günümüzün yeni insanları olmak durumundadır. Aksi halde yeni insanı yaratacak yolu açamazlar.
Demek ki parti üyesi; kapitalizmin bütün köhnemiş ön yargılarından kurtulmuş, dinsel, felsefi, kültürel, ahlaki vb. her bakımdan kapitalist değerleri reddetmiş, kendi kişisel çıkarını toplumun ilerlemesine, kendi kurtuluşunu toplumun kurtuluşuna bağlamış kişidir. Ve başka türlü de olamaz.

Kadroların eğitimi

Kapitalist bir toplumda bir kişi isterse daha önce parti çevresindeki çeşitli örgütler içinde uzunca bir zaman faaliyet göstermiş olsun, içinden çıkıp geldiği ve sürekli olarak temasta bulunduğu kapitalist toplumun çeşitli değer ve normlarını taşıyarak partiye girer. Öte yandan parti, dolayısıyla onun üyeleri, içinde bulundukları kapitalist toplum tarafından sürekli olarak saldırı hedefidir. Bu yüzden de burjuva değerlerle komünist arasında sürekli bir savaş vardır. Bu savaş, hem parti içinde hem de birer birer partililerin şahsında burjuva ideolojisine, burjuva değerlere karşı sürekli bir savaş olmak durumundadır. Burjuva dünya görüşüne karşı bu savaş, parti içinde proleter dünya görüşü, Marksizm-Leninizm temelinde yürütülecek sürekli bir eğitimle başarılabilir. Bu yüzden de birer birer organlarda ve bir bütün olarak partide, Marksizm-Leninizm’in öğrenilip özümlenmesi kesintisiz sürdürülen bir faaliyet olmak durumundadır. Bu, parti üyelerinin olup bitenleri, önüne çıkan engelleri aşması için zorunlu olduğu kadar, kadroların burjuva ideolojisinin etkilenmemeleri için de ön koşuldur. Hele günümüzdeki gibi, burjuvazinin, devasa iletişim araçlarıyla devrim ve sosyalizme saldırdığı, en gerici burjuva değerlerin “ilerici” çevrelerde bile “itibar” kazandığı koşullarda, partinin ve onun üyelerinin Marksist-Leninist ideolojiyle donatılmaları çok daha hayali öneme sahiptir. Çünkü günümüzde, burjuvazinin, Marksizm-Leninizm’e tarihte eşi görülmemiş saldırısı ve burjuva değerlerin insanları her yandan çembere aldığı koşullarda; bir komünist,- komünist kalmayı her gün yeniden başarmak zorundadır. Her gün yeniden kendini kazanmayan bir komünistin, yozlaşıp mücadelenin ayak bağı olması kaçınılmazdır.
Elbette ki, komünist partisinde Marksizm-Leninizm’in özümlenmesine yönelik eğitim, sadece kişinin ideolojik sağlamlığı için gerekli değil, aynı zamanda, mücadelenin sorunlarının çözümlenmesinin şaşmaz kılavuzu olması bakımından da gereklidir. Marksizm-Leninizm’i kavramamış bir parti kadrosunun, ne partinin taktiklerini, ne direktiflerini yaratıcı bir biçimde uygulaması olanaklıdır. Bu yüzden de Marksizm’in, parti içinde sürekli eğitimin başlıca konusu olması, bütün işlerin başarılması, mücadelenin sürdürülmesi için en baş koşuldur.
Marksist teorinin öğrenilip özümlenmesi bir komünist için vazgeçemeyeceği bir çabadır, ama bu eğilim, partinin politik çizgisinin eğilimiyle tamamlanmadıkça, akademik bir çalışma olmanın ötesine geçemez. Bu yüzdende parti içi eğilim partinin politik çizgisinin eğitimiyle tamamlanmak zorundadır. Çünkü partinin politik çizgisi kavranamazsa bu çizginin birimlere özgülleştirilmesi başarılamaz. Bu durumda, kaçınılmaz olarak, ya yukarıdan direktif beklenir ya da parti çizgisi değil de herkesin kafasındaki çizgi pratiğe geçirilir. Bu, ne parti çalışmasıdır, ne de mücadeleye bir katkı sağlar.
Bu genel parti içi eğitim dışında, çalışmanın özel alanlarına ilişkin olarak da kadro eğitimi zorunludur. Ajitatör ve propagandacıların, propaganda ve ajitasyonun tekniği konusunda, yazılı materyal basanların baskı tekniği konusunda vb. eğilimi, kadroların eğitimi içinde düşünülmesi gereken bir unsurdur.
Burada, “bu eğitim nasıl yapılır” sorusu akla gelir.
Kuşkusuz, sosyalist ülkelerde okullar, özellikle de parti okulları Marksizm -Leninizm eğitiminde oldukça önemli bir rol oynarlar ama yine de partinin kendi birimlerinde yürüttüğü eğitim faaliyeti kadroları Marksizm-Leninizm ruhuyla dolduran asıl eğilimdir. Kapitalist ülkelerde ise; istisnai durumlar dışında, kadroların eğitimi, bütünüyle parti çatısı altında, onun organ faaliyeti içinde yürüyen bir eğitimdir. Ama elbette bu eğitim, sırasıyla kitapların okunduğu, okulcu bir eğitim değildir. Tersine mücadelenin içinde, mücadelenin önündeki sorunların çözümüyle ilgili bir eğitim olup, “somut koşulların somut tahliline” dayanan bir eğitimdir. Bu durumda eğitimin asıl materyalleri partinin teorik ve siyasi yayın organları, parti kararları, kongre ve konferans belgeleri, bunların açılımları ve değişik konularda çıkarılmış kitap ve broşürlerdir.
Parti içi eğitimin vazgeçilemez diğer bir ayağı ise Marks, Engels, Lenin, Stalin, E. Hoca gibi Marksizm’in ustaları ve önde gelen uygulayıcılarının eserleridir. Bu eserler, parti çizgisinin kavranması sürecinde temel dayanaklar olurken, aynı zamanda Marksist bir birikim, dünyada olup bitenlerin sağlıklı değerlendirilmesi için de vazgeçilmez kılavuzlardır.
Parti kadroları için diğer bir eğitim kaynağı ise doğrudan doğruya pratik mücadeledir. Yığınlar gibi partililerde mücadele içinde öğrenirler. Partililer, pratik mücadelenin sorunlarını çözmede, teorik birikimlerinden olduğu kadar önceki mücadelelerden edindikleri deneyimlere de dayanırlar. Her deneyim onların bilgi hazinesine yeni bir ekleme olur. Ama deneyim, sadece kişinin kendi deneyimiyle sınırlı değildir. Eski parti üyelerinin deneyimlerini yeni kadrolara aktarılması, partinin eski deneyimlerinin yeni koşullarda yeniden, yeniden değerlendirilmesi de pratik mücadeleden öğrenme kategorisi içinde ele alınması gerekir.
Çok açıktır ki; gerçek yaşamda, Marksizm’in felsefesini öğrenme, partinin politik çizgisini kavrama ve pratik mücadeleden dersler çıkararak bilgi ve görgü artırma faaliyeti ayrı ayrı işler değildir. Tersine bütün bunlar tek bir iştir ve doğrudan günlük parti çalışması içinde gerçekleşir. Ama bu kendiliğinden gerçekleşmez. Her parti örgütü, her parti üyesi bilinçli olarak bir eğitim faaliyetini önüne görev olarak koyup gerçekleştirmek zorundadır.
Kuşkusuz parti örgütünün iyi bir işlerlik kazanması için, her işe o işi en iyi yapacak kişinin getirilmesi gerekir. Bu, kadroların gelişiminin hızlı ve doğru olması için de ön koşuldur. Her kişinin yetenekleri, eğilimleri farklı olduğundan, görevlendirmede bu gözetilmelidir. Kişilerin en iyi, en hevesle yapacağı işlerde görevlendirilmesi, onların gelişimini kolaylaştıracak, mücadeleye daha çok katkı yapmalarına yol açacaktır.
Devrimci komünist partisinin kadroları onun her şeyidir. Ancak sağlam kadrolara dayanan bir sınıf partisi sınıfın tarihsel misyonunu yerine getirip komünizme giden yolu açabilir. Daha iyi yetişmiş, yetenekleri gelişkin kadrolar demek, sınıf mücadelesine önderlik yetenekleri gelişmiş parti demektir.

STALİN’DEN
Parti propagandasının, militanlarımızın Marksist-Leninist eğitiminin son derece büyük önemi üstünde uzun boylu durmak gerekli değil. Komünist Gençlik Örgütleri, sendikal, ticari, kooperatif, iktisadi, kamusal, eğitsel, askeri ve başka örgütler militanlarından da söz ediyorum. Partinin bileşimi sorunu hoşnutluk verici bir biçimde, çözülüp, yönetici organlar taban çalışmasına yaklaştırılabilirler; kadroların yürütülmesi, seçilme ve dağıtılmaları, hoşnutluk verici bir hiçimde örgütlenebilir; ama eğer, bütün bunlarla birlikle, parti propagandamız şu ya da bu nedenle aksamaya haşlar, eğer kadrolarımızın Marksist -Leninist eğitimi işi güçten düşmeye başlar, eğer bu kadroların siyasal ve teorik düzeyini yükseltme çalışması yavaşlar ve bunun sonucu kadroların kendileri ileriye gidiş perspektifimizle ilgilenmekten vazgeçer, davamızın doğruluğunu anlamaktan yoksunlaşır ve yukarıdan verilen önergeleri körü körüne ve mekanik bir biçimde yerine getiren, perspektiften yoksun alelade uygulayıcılar durumuna dönüşürlerse (tüm devlet ve parti çalışmamız da zorunlu olarak güçten düşecektir. Şunu bir aksiyom olarak kabul etmek gerekir ki, devlet ve partinin hangi alanında olursa olsun çalışan militanların siyasal düzeyi ve Marksist-Leninist bilinci ne kadar yüksek olursa, çalışmanın kendisi de o kadar yüksek ve verimli, sonuçları o kadar elle tutulur olur; tersine, militanların siyasal düzeyi ve Marksist-Leninist bilinci ne kadar düşük olursa, çalışmada eksiklik ve başarısızlık olasılığı militanların kavgacı uygulayıcılar durumuna düşmeleri olasılığı, dipten doruğa yozlaşmaları olasılığı da o kadar büyük olur. Şurası kesinlikle söylenebilir ki, eğer kadrolarımızı tüm çalışma alanlarında ideolojik bakımdan yetiştirme ve onları iç ve uluslararası durumda kendilerini kolaylıkla yöneltebilecek biçimde siyasal olarak çelikleştirme başarısını gösterebilecek, eğer onları, ülkenin yönetim sorunlarını büyük yanlışlıklar yapmaksızın çözmeye yetenekli, iyiden iyiye oluşmuş Marksist-Leninistler durumuna getirmeyi başarabilirsek.), bütün sorunlarımızın onda-dokuzunun daha o anda çözülmüş bulunduğunu düşünmek için tüm nedenlere sahihiz demektir. Bu sorunu kesinlikle çözebiliriz, bunun için, bütün araç ve bütün olanaklara sahip bulunuyoruz.
Genellikle, genç kadroların eğitimi, biçimlendirilmesi, bizde bilimsel ve teknik kollar bakımından, uzmanlıklar bakımından yapılıyor. Zorunlu ve yararlı bir şey bu. Bir tıp uzmanının aynı zamanda fizik ya da botanikte de uzman olması, ya da bunun tersi için hiçbir gereksinme yok. Ama bilimin tüm alanlarında çalışan Bolşeviklerin kesenkes bilmeleri gereken bir bilim var: toplumun, toplumun gelişme yasalarının, proleter devrimin gelişme yasalarının, sosyalist kuruluşun, komünizmin zaferinin gelişme yasalarını, Marksist-Leninist bilimi; çünkü Leninist olduğunu söylemesine karşın, kendi uzmanlığı ötesinde hiçbir şey görmeksizin, kendi uzmanlığının, örneğin matematik, botanik ya da kimya içine kapanıp kalan kişi, gerçek bir Leninist sayılamaz. Bu Leninist, sadece geçmiş bulunduğu bilimin bir uzmanı olmakla kalmaz: o, ayın zamanda ülkesinin yazgısı ile canlı bir biçimde ilgilenen, toplumsal gelişme yasalarını tanıyan, bu yasalardan esinlenmesini bilen ve ülkenin siyasal yönetiminde etkin bir pay almak isteyen bir siyaset adamı da olmalıdır. Elbette, bu, Bolşevik uzmanlar için ek bir çalışma olacaktır. Ama bu çalışma, gösterilen çabaya geniş bir biçimde karşılayacak sonuçlar verecektir.
Parti propagandasının, kadroların Marksist-Leninist eğitiminin görevi, bütün etkinlik kollarındaki kadrolarımızın, toplumun Marksist-Leninist gelişme yasalarını özümlemesine yardımcı olmaktır.”

(STALİN, Leninizm’in Sorunları, s.722-723)

Ocak 1992

Gençlik Mücadelesi ve Bazı Dersler – (4)

80-81 Dönemi gençlik hareketi
Gençlik hareketi (ve genel olarak toplumsal muhalefet) 12 Eylül’le birlikte bıçakla kesilir gibi kesilmedi. 12 Eylül gününden ‘81 yılının ortalarına dek gençliğin cuntaya karşı direnişi sürdü.
YDGF, ‘78 sıkıyönetimiyle birlikte, benzeri diğer örgütler gibi yasadışı olmuştu. YDGF sıkıyönetime teslim olmamış, “Sıkıyönetim sökmeyecek” şiarıyla aktif ve kendisi dışındaki gençlik örgüt ve kesimlerini de etkileyen sıkıyönetim karşıtı, bir kampanya faaliyeti yürütmüştü. Bu kampanya YDGF’nin kendi inisiyatifiyle ve partiden bu yöndeki bir çağrı beklemeksizin başlatılmıştı. Bu yönüyle, yani inisiyatifli davranmayla örnek bir tavır ve perspektif geliştirmiş, gençliğin faşizme ve sıkıyönetime karşı kararlı militan ve yükselen bir direniş hattına çekilmesi sağlanmıştır. Sıkıyönetim koşullarında bile YDGF kitleselliğini ve örgütsel yapısını korudu, sürdürdü. Değişen koşullarda son kongresini 1979 yılında yasadışı olarak, fakat yaygın ve aşamalı bir seçimle kapsayıcı bir tarzda yaptı.
12 Eylül darbesine karşı da en uzun süren ve etkili mücadeleyi YDGF gerçekleştirdi. YDGF’nin darbeden sonra da uzun bir süre varlığını sürdürmesi, mücadeleyi sağlayan önemli bir etkendi. Binaları olmasa da YDGF bir yıldan fazla bir süre örgütsel yapısını ve bağlarını koruyabildi. Birçok gençlik örgütlerinin adlarından başka bir varlıkları kalmamıştı cuntanın hemen sonrasında. Kimi (Örneğin Kurtuluş Hareketi) siyasi hareketlerin yönetimleri “bu koşullarda faaliyet yürütülemez” mantığıyla mücadeleyi tasfiye ederken, tabanlarındaki gençlik kesimleri yer yer, başka grupların tabanlarıyla birleşip cuntaya karşı direnişte bulundular. YDGF, ‘78 sıkıyönetimindeki inisiyatifli ve mücadeleci tavrını cuntaya karşı bu kez “sıkıyönetim sökmedi, cunta da sökmeyecek” şiarıyla gösterdi. Diğer gençlik örgütlerinden de bu çağrıya olumlu cevap verildi. 12 Eylül darbesi farklı gruplar arasındaki kırgınlıkları bir ölçüde kaldırdı. YDGF’nin çağrısının yankı bulmasında bu faktörün etkisi olduğu kadar, örgüt yapılarının çöken grupların -tabanlarının mücadele isteğiyle çağrıya yönelmesi- ve koşulların dayatması da etkileyiciydi.
Darbenin hemen ardından ODTÜ’de devrimci öğrenciler ÖTK’yi yaşatmaya çalıştılar. Yeniden birimler (sınıflar ve fakülteler) temelinde yarı-legal olarak ÖTK örgütlenmesi girişimi oldu. Sınıflarda seçimler yapıldı ve peşi sıra amfilerde konuşmalar gerçekleştirildi. Bu çabalara rağmen, gençlik liderlerinin bir kısmının tutuklanması ve diğerlerinin de okula gelememesine eşlik eden azgın saldın ve terör, öğrencileri ÖTK’yi sahiplenmemeye itti. Bu da ÖTK’nin son bulmasına yol açtı. Mücadele geriledi, sönümlendi.
İTÜ ve İÜ’de sınıflar ve okullar temelinde ÖTK benzeri oluşumlara gidildi. Bu girişimin başını YDGF çekiyordu. Fakat bu deneyimler fazla kitlesel değildi. Çünkü ODTÜ-ÖTK gibi bütün öğrenci kitlesini kucaklayamıyordu. Bu, darbe koşullarının getirdiği bir sonuçtu. İTÜ ve İÜ ÖTK oluşumlarının kitlesi “güvenilir” kimselerden oluşuyordu. Dolayısıyla sınırlıydı. “Güvenilirlik” kıstası ister istemez sınırlayıcılık oluyordu. Bu örgütlenmelerin hiyerarşik bir yapılanması vardı. Sınıflarda sınıf temsilcileri seçiliyor ve bu temsilciler tarafından da okul temsilcileri seçiliyordu. Böylelikle okul temsilcileri kitle tarafından bilinmiyordu. Hiyerarşik yapılanma koşullarının getirdiği bir şeydi ve gizliliği sağlaması açısından olumluydu. İTÜ ve İÜ’de mücadeleyi sürdürmenin ve onu gerçekleştirmenin aracı, dayanağı olan örgütlenmeyi yaratma-yaşatma girişimi, ÖTK benzeri oluşum önerisi YDGF tarafından getirilmekle beraber, diğer gençlik gruplarından da bu çabaya aktif cevap geliyordu. Devrimci gençlik cuntaya karşı ortak mücadele içine giriyordu.
1981 yılında üniversitelerdeki mücadele farklı biçim ve örgütlenmelerle sürüyordu. Örgütlerin dağıtıldığı, geniş çaplı saldırıların ardında İÜ’de mediko-sosyal faaliyetleri devam ediyordu. Darbe yoğun şiddetle gençliğe saldırırken, kendisine kitle tabanı yaratmaya da uğraşıyordu. Ne var ki, gençlik darbeyi desteklemedi. Darbeciler ve işbirlikçi üniversite yönetimleri öğrenci kitlelerinden epey tecrittiler. Bu yüzden, darbeciler sopa politikasının yanında gençliğin hiç olmazsa bir kesimini yanına çekebilmek için havuç politikasına da başvurdular zaman zaman. Bunun için bir kısım tavizler verme yolu da denendi pek istisnaen de olsa. Örneğin, bu yıllarda Cerrahpaşa Tıp Fakültesi’nde mediko-sosyal faaliyeti yürüten öğrencilerin bina taleplerine fakülte yönetimi resmi bir törene katılmaları şartı koşarak cevap veriyordu. Ama gençlik bu onursuzluğu reddedecekti. Darbecileri şart karşılığında da olsa tavize zorlayan gerçek, öğrencileri kazanma, tecritten kurtulma kaygısıydı.
Cuntaya karşı üniversite gençliğinin ilik ciddi tepkisi idamlara karşı yöneltilen protestolardı. Üniversiteli gençlik Necdet Adalı ve Erdal Eren’in idamına karşı çeşitli şekillerde, lorumlar, yemek boykotları ve boykotlarla cevap verdi, protestolarda bulundu. Necdet Adalı’nın idamını protesto, gençliğin cuntaya karşı ilk ciddi tepkisi olduğu için; ikinci büyük tepkiye, Erdal Erin’in idamının protestosuna kıyasla daha sınırlıydı. Fakat her iki olayda da üniversite gençliği darbeye ve cuntaya karşı direniş gösterme cesareti, örneği sergiledi. Birçok okul ve fakültede Necdet Adalı’nın idamını protesto etmek için yemek boykotu yapıldı. Erdal Eren’in idamını protesto etmek için yemek boykotu yapıldı; Erdal Eren’in idamında gençlik daha da hazırlıklıydı, yemek boykotlarına okul boykotlarını ekliyordu.
Cuntayla ilk karşı karşıya geliş 1981 1 Mayıs kutlamalarında yaşandı. YDGF başta ve ağırlıklı olmak üzere, 1 Mayıs’ın kutlanması için yaygın yapılan bildiri dağıtımı, korsan kuşlamalar yapıldı. Amfi konuşmaları, okullara göre boykot ve yemek boykotları gerçekleştirildi. Devrimci öğrencilerin 1 Mayıs kutlama çalışmalarına karşı cunta da karşı faaliyet yürüttü. 1 Mayıs’tan üç gün önce başlayarak, kimi yerde doğrudan subaylar aracılığıyla, kimi yerde ise subaylar ve okul yönetimi birlikte, öğrencilere 1 Mayıs kutlamalarına katılmamaları çağrısı; katılma halinde de tutuklanacakları tehdidi yapıldı. Bu tehdide rağmen 1981 yılında cunta koşullarında 1 Mayıs kutlandı.
1981 1 Mayıs kutlamaları, YDGF’nin İstanbul Üniversitesi’nde ilk defa bizzat kendi inisiyatifiyle ve kendi başına örgütlediği bir eylem/çalışma oldu. Yemekhane ve ders boykotuna katılım % 40 dolayında gerçekleşti. YDGF’nin 1 Mayıs kampanyası bütün bir Nisan ayını kapladı. Darbe destekçisi MHP’li faşistler, 1 Mayıs kutlamalarını, kampanyayı kırmak ve engellemek için subaylarla birlikte karşı propaganda yaptılar. Hatta İstanbul Üniversitesi’nde yemekhane boykotunu kırmak için, topluca yemekhaneye girerek gözdağı vermeye çalıştılar. İstanbul Üniversitesi’nin hukuk, eczacılık, iktisat, edebiyat ve Cerrahpaşa tıp fakültelerinde yemekhane boykotu yapıldı. Dönemin koşulları dikkate alındığında % 40 dolayındaki katılımla başarılı bir boykot gerçekleştirilmişti. ‘81 1 Mayıs kutlamaları çerçevesinde boykotun nispeten zayıf olduğu yer İstanbul Teknik Üniversitesiydi. Katılım % 30-40 dolaylarındaydı, ama İTÜ’nün yapısı ve geçmişi, mücadele geleneği düşünüldüğünde bu beklenenin, arzu edilenin altındaydı. Yine 81 yılı mücadele örnekleri arasında Marmara Üniversitesi’nin Acıbadem’deki mühendislik fakültesine N. Adalı ve E.Eren’in idamlarını protesto için yapılan okul boykotu kayda değerdir. Bu dönem görülen protesto biçimlerinden 150-200 kişilik korsan eylemlerden de söz edilebilir.
‘80-81 arasında gençlik cuntaya karşı hemen teslim olmadı. Üstelik cuntanın kitle tabanını da oluşturmadı, darbeyi desteklemedi. Bu, geniş gençlik kesimlerinin cuntaya karşı direnişe çekilmesinin zeminini güçlendiriyordu. Fakat cuntaya karşı hazırlıksızlık, kimi siyasi yapıların yönetimlerinin mücadeleyi bitiren tavırları gençliği cuntaya karşı mücadeleye kazanamamada belirleyici oldu. 12 Eylül’e karşı ilk tepkiler, ilk protestolar gençliğin faşizme karşı tepkisini, karşı koyuş yolundaki çabalan ve inisiyatifli olmanın örneğini ifade etse de 12 Eylül’ü bir sıkıyönetim gibi değerlendirmeyi, bir yanılsamayı da içeriyordu. Darbenin, sistemi yeniden örgütlenme, tahkim cime ve halk hareketine karşı topyekûn bir saldırıya geçiş olduğu ilk zamanlarda anlaşılamamıştı. “Hareketin yükseldiği” şeklindeki hatalı tespitler ve bunlara denk düşen çağrılar, darbe koşullarının gereksindiği, zorunlu kıldığı örgütsel yapı ve çalışma biçimleri ve yöntemlerinin hayata geçirilememesi, darbe öncesi süreçteki açıklılık ve legalizm, kille önderlerinin ve örgütlü insanların büyük çoğunluğunun açığa çıkması, birimlerine (okul ve yurtlara) gelememesi direniş hareketini daha etkin ve büyük çapla örgütleyememeye yol açan sebeplerdi. Gençlik hareketi 12 Eylül’de bıçakla kesilir gibi sona ermediyse de, sönümlenen bir seyir izledi. 12 Eylül’ yönelik tepki ve protestolar, bir ateşin son harlamaları, kıvılcımları oldular. ‘81 Ortalarına gelindiğinde hareket tamamen bilmişti.
YDGF bir yıla yakın bir süre varlığını sürdürse de, bu darbe öncesi durumla kıyaslanamazdı. Örgütlenmedeki legalizm-açıklık kitlesinin çok büyük bir kesimin deşifre olmasını getirmişti. Sürekli zayıflama ve giderek ortadan kalkma YDGF’nin de diğer gençlik örgütlerinin de yaşadığı kaçınılmaz sonuçtu. Kitlelerin nabzını doğru ölçememe ve kitlelerin durumlarına denk düşmeyen taktikler, cunta koşullarında darbenin etkilerini artırıcı etkenler oluyordu. Darbenin geleceği önceden tespit edilirken, darbeye karşı hazırlıklı olunmama yenilginin en temel nedeniydi kısaca. (Yenilginin nedenleri ve zaaflar üzerinde daha önceleri dergimizde ve başka dergilerde de çok durulduğu için, bu konu üzerinde çok kereler yazıldığı ve konuşulduğu için biz burada bu konuya yeniden girmeyi gereksiz gördük.)

Mücadele yeniden yükseliyor
1984 yılı öğrenci gençlik içersinde, öğrenci gençliğin akademik demokratik örgütler olarak öğrenci derneklerinin tartışıldığı bir yıl oldu. 12 Eylül askeri faşist diktatörlüğünün gelmesinden sonra gençliğin tüm örgütlenmelerinin dağılmış olması gençliğin daha çok mediko-sosyal kültür-sanat kolları ve kulüpler gibi sosyal örgütlenmeler çevresinde yoğunlaşmalarına neden olmuştu. Bu yıllarda gençliğin ileri kesimleri bu tür örgütlenmeler içersinde yer alırken, çeşitli sanat, edebiyat dergileri izlenen tek yayın haline gelmişti. ‘Yarın’ dergisi TİP revizyonizminin yönlendirdiği bir sanat-edebiyat dergisi olmasına karşın özellikle 1984’lerin başından itibaren çeşitli toplumsal-siyasal konuları işlemeye başlamıştı. Bu konuların başında üniversite gençliğinin öz örgütlenmesi olarak öğrenci demekleri gelmekleydi. Yarın dergisi sayfalarında öğrenci derneklerinin varolan yasalar karşısında kurulup kurulamayacağı tartışmasını açarken, pratikte de daha çok bu sözünü ettiğimiz örgütlenmelerde bu önerisini gündeme getirdi. Bu öneriye değişik tepkiler geldi.
12 Eylül cuntasının etkilerini sürdürdüğü birçok ilde sıkıyönetimin devam etliği koşullarda, devrimci örgütlenmeler ve çevreler gençlik içersinde yankı bulacak bu talebi ilk başlangıcında değerlendiremedi. Şüphesiz bütün kesimlerin öğrenci derneği önerisine tam bir karşıtlık içersinde olduğunu söylemiyoruz. Fakat var olan ortam içersinde, devrimci-demokrat öğrenciler, yürürlükte olan yasalar çerçevesinde öğrenci derneklerinin kurulamayacağı, ciddi bir polis baskısı altında kalınacağı vb. nedenlerle öneriye sıcak bakmadılar. 1982 Anayasası ve Dernekler Kanunu bu türden örgütlenmelerin karşısına çok büyük engeller çıkartıyordu. Dolayısı ile varolan yasalar ile nelerin yapılabileceği belirsizdi. Sıradan öğrenciler ise yapısı belirlenmemiş, ne yapılabileceği belirsiz, yapılara karşı çekingen ve kuşkuyla bakıyorlardı. Böylesi bir çabanın içine girildiğinde ise okul yönetiminin, YÖK’ün ve diktatörlüğün diğer siyasi kurumlarının (siyasi polis, MİT vb.) böylesi bir oluşuma karşı müdahale edeceği biliniyordu. Bu gibi nedenlerle ilk dernek başvurulan oldukça cılız ve dar bir öğrenci kitlesi ile yapıldı. Başlangıçta ilk başvuru için gereken öğrenci sayısı dahi güçlükle toparlandı. Çünkü varolan yasalar ve yönetmelikler demek kurucusu ve üyeliği için bir dizi koşul getiriyordu. Bunlar arasında derslerde başarı oranının yüksekliğinden, herhangi bir siyasal davadan yargılanmamış olmaya kadar birçok engel vardı.
Öğrenci derneği kurmak için Dernekler Masası’na başvuran öğrencilere, YÖK’ün 59. maddesi gereği rektörlükten izni alınması gerektiği bildirilerek başvurular geri çevriliyordu. Rektörlüğe gidildiğinde ise, rektörlük kurucu üye olan öğrencilerin dernek kurucusu ve üyesi olamayacaklarını bildiren bir yazı ile başvuruları reddediliyordu. Bu durumda öğrenciler İdare Mahkemesi’ne başvuruyor, YÖK’ün bu kararı kaldırılıyor; karar Demekler Masası’na götürüldüğünde ise başvuru kabul ediliyordu. Sıkıyönetim olan illerde ise sıkıyönetimden olumlu yanıt almak gerektiği için böylesi bir izin sıkıyönetim kalkana kadar bu illerde alınamadı. Ayrıca öğrenci demeğinin bir dernek binasına sahip olması gerektiği için yer bulmak büyük bir sorun oluyordu. Kiralanacak yerin demek binası olacağı duyulduğunda, bina sahipleri olumsuz davranıyor, vazgeçiyordu. Bina sahipleri çoğu zaman da polisin uyarıları sonucu yer vermekten kaçınıyordu. Öğrencilerin okulda daha rahat bir çalışma ortamı yaratmak için yer istemeleri karşısında ise rektörlük “önce çalışmaların izleneceği” gibi cevaplarla bu isteği geçiştiriyordu. Derneklerin öğrencilerin de yönetime katılma istekleri ise kabullenilmiyordu. Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde öğrencilerin yönetime katılma isteği dekan yardımcısı tarafından “hastaların hastane yönetimine katıldıkları görülmemiştir” gibi cevapla karşılıyordu. YÖK’ün ve onun üniversitelerdeki yöneticilerinin üniversiteye ve öğrencilere bakış açısı buydu.
1980 sonrası ilk yasal öğrenci örgütlenmesi Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde kuruldu. Bu fakültede okuyan yedi öğrenci derneğin kurucusu olarak Dernekler Masası’na başvurdu. Diktatörlük beklenen tepkisini gösterdi. Demekler Masası, bu öğrencilerin başvurusunu 1980 öncesi fakültede bir öğrenci derneği olduğu ve dernek feshedilmediği için kabul edilemeyeceğini bildirdi.
Ayrıca bu gerekçeye YÖK’ün 59. maddesi gereği rektörlük izninin gerekli olduğu eklendi. Ankara Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Tarık Somer öğrencilerin başvurusunu “Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi Öğrenci Demeği’ne kurucu üye olmalarının uygun görülmediği” şeklinde bir yazıyla reddetti. Diktatörlük ve onun kurumları beklenen tepkiyi göstermişti. Ancak tartışma başlamıştı ve bu hareketin arkası geldi. Bir dizi üniversitede birbiri ardına öğrenci derneği başvurusu yapılırken, birçoğunda da kuruluş çabaları yoğunlaştı. 1985 yılında Ankara, İzmir ve İstanbul gibi üniversitelerin yoğun olarak bulunduğu büyük kentlerde öğrenci dernekleri kurulmuştu.
Öğrenci demeklerinin diğer illere göre daha yoğun olarak bulunduğu İstanbul’da, varolan dernekleri bir araya getirme ve beraber hareket etme düşüncesi doğdu. İlk olarak İstanbul’da bulunan yaklaşık sekiz dernek bir araya gelerek ortak olan sorunlar karşısında birlikte hareket etme, iletişim halinde olma ve ortak davranma kararı aldılar. Öğrenci gençliğin bugünkü merkezi yapılanmasının ilk örneği olarak platform böylesi bir düşünceyle doğdu. Platformda bir araya gelen derneklerin büyük bir çoğunluğunu “Yarın” çizgisindeki demekler oluşturuyordu. Ancak devrimci demokrat öğrencilerin temsilci olduğu ve yönetimi, oluşturduğu dernekler de vardı. Ve bunlar “Yarın’ın” reformist mücadele anlayışına karşı bir çizgi izlemeye başlamışlardı.
Platformun ilk eylemi, YÖK’ün atılmaları düzenleyen 44. maddesinden dolayı okuldan tek dersten atıldığı için intihar eden İsa Tanrıverdi adlı öğrenci için yapılan protesto gösterileri oldu. İsa Tanrıverdi’nin kaldığı yurdun banyosunda kendisini, okuldan atıldığı için astığı öğrenildiği zaman platform toplanarak, YÖK’ü protesto eden bir eylem düzenlemeyi kararlaştırdı. İsa Tanrıverdi’nin okuduğu Marmara Üniversitesi rektörlüğü önünde toplanan yüzlerce öğrenci, oturma eylemi yaparak rektörle görüşmek istedi. ‘80 sonrası yapılan bu ilk yasa dışı öğrenci gösterisinde, çevik kuvvetin ve polisin tüm tehditlerine rağmen dağılmayan öğrenciler seçtikleri temsilcileri rektörle görüşmeye yolladılar. Daha sonra ise cenazenin bulunduğu Cerrahpaşa’ya giderek protestolarını sürdürdüler. Bu eylem öğrenci gençlik ve kamuoyunda büyük bir yankı yaparak derneklerin meşruluğunu kabul ettirirken, platformun da tüm öğrenci dernekleri ve üyeleri tarafından kabul görmesini sağladı. Arlık platform kararlan tüm öğrenci dernekleri tarafından bağlayıcı kabul edilmeye başlamıştı.
YÖK’ün kurulmasından yaklaşık dört yıl sonra üniversitelerde ilk defa YÖK’e karşı ciddi bir muhalefet doğmuştu. Bu yıllarda YÖK’ün de üniversitelerde yaptığı tahribatın kendisini göstermeye başladığına tanık oluyoruz. ‘85’in sonlarında YÖK’ün 44. maddesinden dolayı yaklaşık 40 bin öğrenci atılma tehdidi altındaydı. Öğrenci demekleri, YÖK’ün atılmaları düzenleyen bu maddesine karşı bir dizi kampanya başlatmayı kararlaştırdılar. Hazırlanan eylem zincirine göre derneklerin ve dernek çalışmasının olduğu Türkiye’deki bütün üniversitelerde bir imza kampanyası çeşitli etkinliklerle sürdürülecek ve kampanya, bu imzaların öğrenci temsilcileri tarafından Meclis’e bir yürüyüşle götürülmesiyle sonuçlanacaktı.
Öğrenci derneklerinin öğrencilerin akademik sorunları için yaptıkları bu kampanyalar, dernekleri bir anda öğrenci gençliğin ilgi odağı haline getirdi. Özellikle üniversiteye yeni giren öğrenciler belirgin bir biçimde dernek toplantılarına ve faaliyetlerine katılır oldu. Merkezi düzeyde yapılan bu faaliyetlerin dışında her öğrenci derneği kendi özlük sorunları için çeşitli eylem biçimleri ile faaliyet yürütüyordu. Bu bazen bir fakültedeki ders geçme sisteminin değişmesi, kantinin açılması, faaliyeti engellenen bir kültür sanat kolunun yeniden faaliyete geçmesi istemiyle imza kampanyası yürütülmesi, derslere girmeme veya forum yapma biçiminde gerçekleşiyordu.
44. maddeye karşı yürütülen imza kampanyası. “44. madde değişsin, atılmalara son, harçlara hayır, krediler yükseltilsin” gibi taleplerle yürütülerek yalnızca İstanbul’da 15 bine yakın imza toplandı. Toplanan bu imzalarla birlikle, İstanbul, İzmir ve Bursa gibi şehirlerden hareket eden öğrenci temsilcileri, şehir merkezlerinde sembolik olarak yürüyerek Eskişehir’de buluşarak, topluca Ankara’ya hareket ettiler. Şehrin girişinde yaklaşık bin beş yüze yakın öğrenci, otobüsü alkış yağmuruna tuttu. Polisin otobüsün durmasına izin vermemesi üzerine Ankara’ya dönmek isteyen öğrencilerden yaklaşık 30 kadarı gözaltına alındı. 44. madde yürüyüşü ve imza kampanyası kitlelerin somut taleplerinin yakalanması ve akademik mücadelenin önemini göstermesi yönünden oldukça önemli bir deneyimdir. Bu kampanyadan sonra öğrenciler derneklerine sahip çıkmışlar ve öğrenci dernekleri kitlelerin gözünde meşruluğunu kanıtlamıştır.
Öğrenci dernekleri, YÖK’e ve siyasal iktidarın çeşitli baskılarına karşı bir mücadele yürütürken, aynı zamanda kendi içlerinde de bir mücadeleyi ve ayrışmayı yaşıyorlardı. Yarın çizgisinin reformist, varolan yasaları kendisine ölçü alan akademik taleplerde dahi yasaların dışına çıkmamayı gözeten çizgisine karşı değişik siyasi çizgilerden devrimci demokrat öğrenciler akademik-demokratik taleplerin yanı sıra anti-faşist, anti-emperyalist mücadeleyi de savunan bir mücadele anlayışını savunuyorlardı. Başlangıçta yalnızca TİP’in etkin olduğu bu reformist çizgiye TBKP oluşumunun ilk izlerinin çıkmasıyla birlikte TKP ve TSİP çevresine katıldı. Bu revizyonist reformist çizgi öğrencilerin mücadelesini akademik alanda sınırlayarak, mücadelenin siyasi talepler için mücadele düzeyine yükselmesini önlemeye çalışırken, devrimciler mücadeleyi anti-faşist, anti-emperyalist bir çizgiye oturtmaya çalışıyorlardı. Bu revizyonist çizgi demokratik merkeziyetçilik ilkesini dahi çarpıtarak kendi bürokratik, kitlenin inisiyatifini ve katılımını reddeden tepeden inmeci kararlarını kitleye kabul ettirmek için bir araç olarak kullanmaya çalıştı. Kitleden soyutlandıkça, öğrenciler devrimci öğrencilere yaklaştıkça merkeziyetçiliğe daha fazla şartlıyordu. Ancak diktatörlük öğrenci demeklerine saldırılarını yoğunlaştırıyor, birçok öğrenci derneği üyesi ve temsilcisi gözaltına alınırken, en basit akademik taleplerde bile devletle karşı karşıya kalınıyordu. Kitleler kendi pratiklerinde devletin gerçek yüzünü görürken, revizyonistlerin “öğrencilerin ürkütülmemesi gerektiği”, “siyasi mücadelenin erken olduğu” demagojilerine karşı öğrenci dernekleri içindeki devrimci demokrat öğrencilerin oluşturduğu muhalefete sempatiyle bakarak giderek artan oranda bu muhalefete katılıyordu.
Yarın’ın reformist çizgisine karşı devrimci-demokrat öğrencilerin ilk bağımsız eylemi polisin yaptığı göz altılara karşı İstanbul’da yapılan açlık grevidir. Baştan itibaren böyle bir açlık grevine karşı çıkan “Yarın” revizyonizmi açlık grevinin Marmara Üniversitesi Basın Yayın Yüksek Okulu’nda başlatılması üzerine tecrit olmamak için sonradan katılmak zorunda kaldı. Polisin dernek merkezini basarak gece yarısı valilik kararıyla derneği kapatmasına rağmen, yağan yağmur altında sokaklarda açlık grevini sürdüren öğrenciler, kamuoyunun büyük bir sempatisini toplamıştı.
İstanbul’da öğrenci dernekleri- temsilcilerinin oluşturduğu platformun kararlarının bağlayıcı kabul edilmesiyle birlikte, platform içerisinde çoğunluğu ele geçirme çabaları yoğunlaşmıştı. Platformda çoğunluğu sağlayan anlayış bir anlamda öğrenci hareketinin de yönlendiricisi olacaktı. Öğrenci hareketinin merkezi konumundaki İstanbul’da çoğunluğun elinden gideceğini anlayan ‘Yarın’ revizyonizmi öğrenci hareketinin o günkü gelişme düzeyine denk düşmeyen kararlar alarak, öğrenci hareketini suni bir biçimde kendisine bağlamaya çalışıyordu. Daha dernekleşmenin sağlıklı temcilere oturmadığı, birim derneklerinin henüz tüm üniversitelere ve birimlere yayılmadığı koşullarda, öğrenci hareketinin “ulusal birliğini” sağlama adı altında merkezi bir federasyon çalışmasına girdiler. Platformda parmak sayısına dayanarak bu “ulusal örgütlenmenin” ilk adımı olacak bir ortak yayın çalışması başlatıldı. Devrimci öğrenciler ve onların yönetimde olduğu dernekler böylesi bir oluşum için henüz zamanın erken olduğunu vurgulayarak bu çalışmaya katılmadılar. Ortak yayın için acele olarak oluşturulan yayın kurulu “Öğrenci Postası” adı altında bir yayın çıkardı. Ancak “Öğrenci Postası” daha ilk baştan ölü olarak doğmuştu. Ve “Yarın” dergisinin bir eki ve kopyası olmaktan öteye gidemedi. Dergi bir kaç sayı çıktıktan sonra kapandı.

Öğrenci Hareketinde Dönüm Noktası: 14 Nisan Eylemi
Öğrenci hareketi böylesi hızlı bir süreçten geçerken, ANAP iktidarı gelişen öğrenci hareketine karşı yeni bir saldırı başlattı. ANAP milletvekili İsmail Dayı ilhamını Hitler döneminin öğrenci birliklerinden alan “tek tip dernek” yasasını hazırlamaya başladı. Hükümetin, tasarıyı kamuoyundan saklama çabalarına karşın tasarının içeriği öğrenildi ve basına yansıdı. Siyasal iktidar yükselen mücadele karşısında, varolan örgütlenmeleri dağıtmak ve kendisine bağımlı, üniversitelerde rektörün sıkı denetiminde olan tek bir öğrenci derneği kurarak öğrenci hareketini başlangıcında boğmak istiyordu. Devlet ile demokratik öğrenci hareketi açık bir biçimde karşı karşıya gelmişti. Bu tasarıya karşı bütün üniversitelerde bir kampanya başlatılırken, platform da kendi içinde neler yapılabileceğini tartışmaya başlamıştı. Yarın çizgisi Parlamento’da çoğunluğu elinde bulunduran ANAP’ın bu yasa tasarısını Meclisten geçireceğini hesaplayarak programını daha çok bunun üzerinde yapıyordu. Öneri olarak bir imza kampanyası ve toplanan dilekçelerin, 44. madde yürüyüşü benzeri bir yürüyüşle Meclis’e götürülmesi önerisini getirdi. Hesapları daha çok Meclis’te bululan SHP milletvekillerini etkilenerek, bunu Meclis’e götürmekti. Fakat süreçten bir sonuca ulaşılacağına kendilerinin de bir inancı yoktu. Bu yüzden kurulacak merkezi dernekler içersinde nasıl yer alınacağını gündeme sokmaya çalışıyorlardı.
Yasa tasarısının Meclis’te kısa bir sürede görüşülecek olması devrimci-demokrat öğrencileri daha radikal, yasa tasarısını durduracak ve gençliğin eylemini bir üst boyuta sıçratacak eylem biçimlerine yöneltmişti. Açlık grevi ve imza kampanyası gibi daha önce uygulanmış eylem biçimlerinin böylesi bir durumda yeterli olmayışı, direnişin sokağa taşırılmasını getiriyordu. Platformda Yarın’ın eylem çizgisine karşı devrimci-demokrat öğrenciler yasa tasarısını protesto için bir gösteri yapılması önerisini gelirdiler. İmza kampanyası ve diğer faaliyetler yürütülecek, ancak yasa tasarısı Meclis’e verilmeden önce İstanbul’da kitlesel bir yürüyüş yapılacaktı. Diktatörlüğün bu açık saldırısı karşısında iki eylem çizgisi belirmişti; yasaların dışına taşmayan “Yarın” dergisinde kendisini ifade eden TKP-TİP-TSİP revizyonizmi ile anti-faşist mücadeleyi savunan devrimci çizgi…
Platform kendi içinde yaptığı tartışmalar sonucunda, revizyonistlerin bütün karşı çıkmalarına rağmen 14 Nisan günü yürüyüş kararı aldı. Eylemin örgütlenmesi sırasında, ilk defa platform kararları revizyonizm tarafından çiğnenerek, eyleme katılmama şeklinde karşı propaganda yaparak, eyleme katılınmamasını savundular. Yarın revizyonizmi 14 Nisan günü imza kampanyasında toplanan dilekçeleri meclise götürmek için Sultanahmet Meydanı’ndan kalkacak bir otobüsle birlikte Ankara yürüyüşünü başlattı.
Revizyonizmin bütün oyunlarına rağmen 14 Nisan’da yapılan yürüyüşe, İstanbul’daki çeşitli üniversitelerden yaklaşık 2 bin öğrenci katıldı. Aksaray’da başlayan yürüyüş korteji edebiyat fakültesini geçtikten sonra çevik kuvvetin saldırısıyla karşılaştı. Yüze yakın öğrencinin gözaltına alındığı eylem, tüm ülkede büyük bir yankı uyandırdı. 14 Nisan yürüyüşü, 12 Eylül sonrasının ilk yasadışı kitle gösterisi olması nedeniyle yalnız öğrenci kitlelerinde değil, Türkiye’de cuntanın karanlık yıllarından bir çıkış olarak görülerek, tüm devrimci ve demokratlar tarafından büyük bir coşkuyla karşılandı. Göz altıları protesto etmek için Beyazıt Meydanı’nda yapılan yaklaşık 300 kişinin katıldığı üç günlük açlık greviyle kararlılık sürdürüldü, İstanbul’da yapılan yürüyüş Türkiye’nin değişik üniversitelerindeki öğrencileri harekete geçirerek, gösteri yapmalarına neden oldu. Ankara, İzmir ve diğer illerde yasadışı gösteriler yapıldı. Ankara’da Kızılay’da yapılan iki bin kişilik gösteriye polisin müdahale etmesi sonucu 250 kişi gözaltına alındı. Hükümet öğrenci hareketinin gösterdiği bu direniş karşısında geri adım atarak yasayı Meclis’e sunmaktan vazgeçmişti.
14 Nisan, öğrenci hareketinin dernekleşme çabasına girdikten sonra yaptığı bütün çalışmaların bir ürünü olmuştu. Bu mücadele sürecinin sonucunda geniş bir gençlik kitlesi devlete karşı çıkma gücünü göstermiş ve anti-faşist bir gösteri gerçekleştirerek diktatörlüğe geri adım attırmıştır.
14 Nisan’dan sonra revizyonist-reformist çizginin öğrenci derneklerinden uzaklaşması ve tasfiyesiyle birlikle, 1987-88 yıllarında öğrenci hareketi yükselişinin doruğuna vardı. Bu süreçte YÖK’ün kaldırılması, vizelerin iptali, atılmaların durdurulması ve atılanların okullarına geri alınması, örgütlenme özgürlüğü önündeki engellerin (tek tip dernek yasası) kaldırılması vb. talepler üzerinde yükselen öğrenci hareketi, 12 Eylül’e karşı gençliğin anti-faşist tepkisiyle birleşince ciddi bir kitleselliğe ulaşmıştı. Bu dönemde, kazanılan önemli bazı akademik-demokratik hakları (tek tip dernek yasasının durdurulması, 44. maddeden atılanlara af çıkarılması, polisin okullardan çekilmesi) gençliğin geniş kesimlerini öğrenci derneklerine yöneltmişti. Bunun yanında gençlik hareketi giderek politikleşmeye başlamıştı. Ancak 14 Nisan’dan sonra YÖG (Yüksek Öğrenim Gençliği) bir dönem daha bazı yükselişler gösterse de, özellikle 1988’den sonra genel bir düşüşe geçmiştir. 1988’de siyasi polisin İÜ’de bazı öğrencilere sataşması üzerine gerçekleşen rektörlük işgalinden sonra hareket yine bir kitleselleşme eğilimi taşımış, fakat bünyesinde taşıdığı zaaflardan dolayı, bu giderek zayıflamış ve darlaşmıştır.
Bu zaafların başta gelenlerini inceleyecek olursak; gençlik içerisinde faaliyet gösteren devrimci gençlik örgütlenmelerince, bütün gençliği kapsayan talepler olan, YÖK’ün kaldırılması, paralı eğitime son verilmesi, harçların-vizelerin iptali, öğrencilerin yönetime katılması vb. türden akademik ve demokratik talepler için mücadelenin geri plana alınması, hatta bazen pratikte bu konuda hiç çalışılmamasıdır. Bu durum diktatörlük ve üniversite yönetimlerince devrimci öğrencileri yığınlardan koparmak ve boğmak için “geniş olanaklar sunmaktadır”. Öğrenci demekleri gençliğin bu sorunları hakkında hiç bir program ve hedef saptamamaktadır. Ya da, diktatörlüğün çeşitli saldırılarına karşı tepki biçiminde gelişen eylemlerdir ağırlıklı olan. Bu faaliyetlerde dahi öğrenci kitleleriyle bağ kurmak için hiç bir çalışma yapılmamakta; kitleden kopuk bir alanda kısa bir forumda yapılan birkaç konuşma ile sınırlanarak, sloganlar atıldıktan sonra dağılınmaktadır.
Devrimci öğrenciler varolan tıkanıklığı aşmak için ise, bazı “sihirli formüllere dört elle sarılmışlardır. Tepeden inme bir şekilde, başlangıçta sadece bir grup tarafından (DEV-GENÇ) “merkezileşme, hareketin önündeki tıkanıklığı aşacak” bir model olarak getirilmiştir. Başlangıçta bu gruba karşı birim derneklerin sağlıksızlığı, merkezileşme için önce birim demeklerin sağlıklı olması gerektiği savunulsa da, daha sonra bu sürece Dev-Yol taraftarlarının etkisiyle herkes katıldı.
Dev-Genç taraftarları tek başına kendi gruplarının bir yapılanması olan İYÖ-DER’i kurarak, sağlıksız bir şekilde platformdan koptular, İstanbul öğrenci Demekleri Platformu’nda yer alan diğer demekler ise, 1990 Kasım’ında merkezileşme çalışmalarına başlamışlar; 21 Kasım’da yapılan kurultay ile merkezileşmeye geçerek İstanbul Öğrenci Dernekleri Federasyonu’nu kurmuşlardır. Kurulan İÖDF de öğrenci derneklerinin nitel olarak değişmesini bugüne kadar sağlayabilmiş değildir. Dernekler ve İÖDF çoğunluğu elinde bulunduran Dev-Yol taraftarlarının etkisiyle giderek prestijlerini yitirmektedir.
Merkezileşmeye rağmen gençlik içerisinde sekler, dar grupçu, rekabetçi tutumlar varlığını sürdürmektedir. Bu grupçuluk ve sekterlik öylesine büyük boyutlara varmıştır ki, olmayan, gerçekleşmeyen boykotların (10 Nisan boykotu) başarısını paylaşma savaşı bazı gençlik dergilerinde yapılabilmektedir. Kitleden kopuk, kitle hareketini yaratmada başarısızlığa düşüldükçe, kendini tatmin etmek için küçük eylemler abartılmakta ve bunların sahiplenmesi tartışmaları yapılabilmektedir. Bu, devrimci eylemin ve çizginin dejenerasyonudur.
Devrimci öğrenciler, dönemin ortaya çıkardığı ve bütün gençliği ilgilendiren paralı eğitim uygulaması, Körfez Savaşı, 3 Ocak grevi karşısında sorumlu davranıp gençliğin diktatörlüğe karşı birleşik hareketini yaratamamışlardır. Bu dönemde ne İYÖ-DER ne de İÖDF kitleleri harekete geçirici bir perspektifle çalışmamış; istisna birkaç korsanın dışında ciddi bir faaliyet gösterilmemiştir. Ancak, bütün bu zaaflara karşın devrimci gençler, faşizme karşı birleşik mücadelenin zaman zaman olumlu örneklerini vermişlerdir. 1 Aralık 1990’da faşistlerin saldırısını protesto için Basın Yayın Yüksek Okulu işgali, 3 Ocak’ta yapılan Çapa’daki yürüyüş, Murtaza Kaya’nın öldürülmesini protesto için polisle çatışma gibi, bu zaaflardan kurtulanabileceğinin işaretlerini veren eylemler de gerçekleştirilmiştir.
* * *

YÖK
YÖK 12 Eylül’le birlikle doğdu. 12 Eylül’ün üniversitelere biçtiği modelin adıydı. Ve YÖK aradan 12 yıl geçtikten sonra işlevini yapmış olarak tarihe gömülüyor. Ama YÖK’ü tarihin çöp tenekesine gömen, bir yapının artık kabul edilmemesi değil, YÖK’ün yıpranan yüzünü ve başkanı ile birlikte kullanılıp atılan tüm uşaklar gibi yenilenme ihtiyacıdır. Siyasal iktidarlar, artık yüzü açığa çıkmış, adı anti-demokratik olmakla eşdeğer hale gelmiş YÖK ile birlikte anılmak istemiyorlar. 12 Eylül’den ve onun yarattığı kurumlardan sıyrıldıklarını, kendileri ile birlikte yeni bir dönemin başladığı demagojisini hayata geçirmek için YÖK’ü ve onun başkanını bir kenara atma yoluna gidiyorlar. Ama bunun yerine koymak istedikleri üniversite yapılanması YÖK’ten sadece biçimsel farklılıklar taşıyor. Yeni hükümetin propagandasında eğitim ile ilgili olarak genel soyut sözlerden başka hiç bir şey olmaması, yeni hükümetin de -çizdiği- bütün farklılıklara- rağmen pek farklı olmadığını gösteriyor. Hükümet programında sözü edilen -evrensel standartların kabul gördüğü- üniversite anlayışının YÖK’ten pek farklı olmadığı görülecektir. YÖK de kurulduğundan beri en özerk üniversite sisteminin YÖK ile birlikte var olduğu propagandasını yapmıştı. İhsan Doğramacı kendisi ile YÖK üzerinde yapılan bütün konuşmalarda, YÖK’ün en özerk ve demokratik sistem olduğunu ispatlamak için Avrupa ülkeleri ile kıyaslamalar yapıyordu.
YÖK 12 Eylül darbesinin hemen ardından oluşturuldu. Mevcut üniversiteler anarşi ve terör odakları ilan edilerek yerine YÖK üniversiteleri geçirildi. Cunta işçi sınıfının mücadelesinin önüne barikat olarak YHK (Yüksek Hakem Kurulu)’nu çıkarırken, bunun üniversitelerdeki paralel yapılanması YÖK oldu. Daha 12 Eylül Anayasası hazırlanmadan YÖK kurulmuş ve çalışmaya başlamıştı. YÖK cuntanın bütün toplumu olduğu gibi üniversiteleri de militarize yapıya emir kumanda ilişkisi ile bağlamanın oluşumu/aracı oldu. Fabrikalar gibi üniversiteler de kışlaya çevrilirken, YÖK kanunu örgütlenmede doğrudan cunta ve generallerin inisiyatif ve yetkisini egemen kılıyordu. YÖK Başkanı’nın atanmasından rektörlerin ve dekanların atanmasına kadar bütün yönetim kademelerinde ast üst ilişkisi egemen kılınmış, hiyerarşik bir yapılanma oluşturulmuştu. Yasa metnini aynen aktarmakta yarar var: “Kanunun belirlediği usul ve esaslarca, rektörler cumhurbaşkanınca, dekanlar ise Yüksek Öğretim Kurulu’nca seçilir ve atanır. Yüksek Öğretim Kurulu, üniversiteler, Bakanlar Kurulu ve Genelkurmay Başkanlığı’nca seçilen ve sayılan, nitelikleri, seçilme usulleri kanunla belirtilen adaylar arasından rektörlük ve öğretim üyeliğinde başarılı hizmetler yapmış profesörlere öncelik vermek sureti ile Cumhurbaşkanı’nca atanan üyeler ve Cumhurbaşkanınca, doğrudan doğruya seçilen üyelerden kurulur.” Yasa metni ve bugüne kadar yaşanan gerçekler pek bir yorumu gerektirmeyecek kadar açıktır. Cumhurbaşkanı ve Genelkurmay Başkanlığınca seçilme şartı, Üniversitelerin Özerkliğin ihlalinden çok daha öte bir şeydir; toplumun askeri yapılanmaya göre inşa edilmesinin bir parçasıdır. YÖK oluşumu ve politikaları bütünü ile cuntanın elinden çıkmıştır. Kendisiyle birlikte varolan öğrenci örgütlenmeleri kapatılmış, yenilerinin kurulması yasaklar-icazetler zincirine tabi kılınmış, ilerici demokrat, aydın öğretim görevlileri sıkıyönetimce üniversitelerden 1402 sayılı sıkıyönetim yasası ile üniversitelerden atılmış, fakülte ve yurt binaları kışlaya çevrilmiş, ders müfredatları şoven ve gerici ideolojilerle doldurulmuştur. Gelinen aşamada YÖK işlevini ve sürecini tamamlamıştır.
Burjuvazi daha fazla YÖK’le idare edemez olmuştur Tıpkı çalışma ve sendikalar yasasında “ILO” ilkeleri doğrultusunda makyaj değişiklikleri yapma ihtiyacında olduğu gibi, üniversitelerde de böyle bir değişikliğe ihtiyaç duyulmaktadır. Bugün için YÖK, yeni iktidarın sırtında taşımayacağı bir kamburdur. Bu kamburdan kurtulmak için yeni demokratik düzenlemelere gidileceği demagojisinin malzemesi olarak YÖK kullanılmakladır. “Mütevelli heyetleri” ve “özel statü” tartışmalarının ardından Demirci hükümeti YÖK kanununda açık bir tutum sergilememektedir. Ancak yüzeysel kimi değişiklikler yapılabilir ve sistemin adı YÖK yerine başka bir şey konulabilir. Vaatler arasında üniversite senatolarının oluşturulacağı, öğrencilere senatoda temsil hakkı tanınacağı, özerkliğin sağlanacağı vs. yer alıyordu. Çok geniş öğrenci kesimlerinin idari, malı ve bilimsel özerkliği olan demokratik üniversite talebi, üniversite yönetimi ve işleyişinde söz ve karar sahibi olması isteği ve daha birçok talebi burjuvazi ve yeni hükümet tarafından propagandif malzeme olarak kullanıldı/kullanılıyor. Üniversite gençliği ve en başta da devrimci öğrenciler hükümetten vaatlerini yerine getirmesini isteme, bu konuda onu zorlama, uygulama ve politikaların teşhirine gitme yolunu izleyerek taleplerini ileri sürmeli, hükümetin propaganda ettiği değişikliklerin cılızlığı, yetersizliği açıklanmalıdır. Sözgelimi senatoda temsil hakkı, üniversite yönelimine katılma isteği çok yaygın ve yoğun olarak ileri sürülen bir istektir. Yeni hükümet bu isteğe sıcak bakan bir görünüm sergilemesine, seçim öncesi bu talepler üzerinde görüşler öne sürüp “demokratik” bir atmosfer yaratmasına karşın, programlarında muğlâk bir ifade yer alıyor: “Köklü bir üniversite reformuna gidilecektir”.
Bu üniversite reformu SHP Milletvekili Ertuğrul Günay’ın üniversiteler üzerine yapılan bir panelde YÖK yerine nasıl bir sistem getirileceği sorusuna verdiği cevapla da görülebileceği gibi üniversitelerin kendi organları eliyle seçtiği bir kurul gibi görünürde demokratik biçimi olacaktır. Yeni biçimde üniversitenin iç işleyişi, yönetime katılma ve benzeri konularda hiçbir değişiklik olmayacaktır. Değişen YÖK adı yerine Yüksek Öğrenim Eğitim Kurulu adı geçecektir.

Ocak 1992

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑