‘Açık faşizm’ teorisi ya da pratik yanılgılar üzerine -1

Toplumsal tarihe materyalist bir bakış açısı ile bakmamak, olguları açığa çıkan görüntüleri ile tahlil etmek, ‘aşağıdaki’, tabandaki oluşumları görememek, gözlerin hep ‘yukarılara’ çevrilmesini beraberinde getiriyor.
‘Aşağıya’ bakmayanlar, ‘yukarıdaki’ değişimlerden olumlu tarihsel sonuçlar çıkarmaya yöneliyor. İlerici ve demokratik siyasal miras ve gelenekler, olmayan yerde aranıyor.
Yanıltıcı oluyor.
Önce 27 Mayıs’ın ‘ilerici bir politik devrim’ olduğunun ve ‘küçümsenmeyecek dönüşümler gerçekleştirdiğinin’ bir hipotez olarak kabul gördüğü anlaşılıyor. Sonra da ‘toprak ağalarının sürgüne gönderilmesi’ olgusu, benzeri başka tip olguların yanında, 27 Mayıs ‘ilericiliğinin’ unsurları arasında sayılıyor.
Ek’te sunular aktarmalardan da görülüyor: Toprak ağalarının sürgüne gönderilmesi olayı, 27 Mayıs ‘politik devriminin’ anti-feodal bir yönelme olarak tahlil ediliyor, öyle anlaşılıyor.
Sürülen toprak ağalan olgusunu görür görmez, sürgünü gerçekleştiren siyasal otoriteyi, anti-feodal gibi ‘ilerici’ bir sıfatla ödüllendirmek, olguların dış görünüşünün aldatıcılığının ilerisine göçememek olur.
Dahası, özellikle toplumsal-siyasal olguları, içinde hareket ettikleri tarihsel-siyasal zeminden kopararak ele almak ve resmi ideolojinin ortaya koyduğu veriler dışındaki kaynaklara ulaşamamak, nesnel koşullardan kaynaklanıyor olsa bile, sonuçta genel kabul görmüş tezlerin, farklı bir platformda, yeniden üretilmesini beraberinde getiriyor.
Bugün sol, Kemalizm’in, Kemalist tezlerin yeniden üretilmesini değil, Kemalist ideolojiden, Kemalizm’in siyasal etki ve geleneklerinden çok yönlü bir kopuşu temsil etmek zorundadır.
Gerçekçi ve nesnel bir sonuca ulaşmak için, olguları çok yönlü etkileriyle irdelemek gerekiyor.
Ulusal sorun ve ulusların kaderlerini tayin hakkı savaşımının bütün bir cumhuriyet tarihini etkilediği, yönlendirdiği Türkiye gibi çok uluslu bir sosyal ve siyasal zeminde, önemli siyasal dönüm noktalarını, bugün güncel siyasal gelişmelere damgasını vuran ulusal sorundan kopararak irdelemeye kalkışmak, hep yanıltıcı sonuçlara yol açar. Cumhuriyet tarihinin belirli dönüm noktalarından, varılmaması gereken sonuçlara varılır.
27 Mayıs ‘devriminin’ toprak ağalarını sürgüne göndermesi olgusunu ulusal sorundan, ulusal sorunun verili koşullardaki bölgesel gelişme düzeyinden ve bu gelişme düzeyinin Türkiye Cumhuriyeti sınırları içerisindeki etkilerinden, ek olarak da Kemalist devlet geleneklerinden soyutlayarak irdeleyebilmenin, kendimize tarihin nesnel yasalarını ve nesnel oluşumlarını özgürce yorumlama hakkı tanımıyorsak, mümkün olmadığını söylememiz gerekiyor.
27 Mayıs Milli Birlik Hükümeti, Kemalist devlet geleneğini ve mirasını, Kemalizm’in ulusal soruna ilişkin ‘çözüm’ politikasını sürdürüyor ve 55 toprak ağasını, belirli bir süre İçin kamplara topluyor.
Sınırlı bir süre için 55 ağanın sürgünü ve toprak reformu sloganının, 1960 sonrasına sarkacak şekilde hep tartışma gündeminde tutulması dışında, 27 Mayıs ‘politik devriminin’, anti-feodal bir yönelim taşımadığı görülüyor.
Veya şöyle de ifade etmek mümkün: Toprak reformu sloganı, kısa bir dönem dışında, bütün bir cumhuriyet tarihi boyunca politik gündemden hiç düşmüyor ve bütün hükümet programlarında yer alıyor. Ve hep slogan düzeyinde kalıyor. 27 Mayıs Milli Birlik Hükümeti, var olan demokratik bir birikimi eritmek için, cumhuriyet hükümetlerinin politik geleneklerine sahip çıkıyor ve daha uzunca bir dönem sürdürme gereğini duyuyor.
Toprak ağalarının sürgün edilmesi olgusu ise, 27 Mayıs’ın anti-feodal politik özelliğinin bir sonucu olarak ortaya çıkmıyor. Ulusal sorunla bağlantılı olarak, bir ‘çözüm yöntemi’ olarak 55 toprak ağası için sürgün kararı alınıyor.
Biliniyor, ama sorunun tarihsel olarak yerine oturtulması ve bir yanılgının düzeltilmesi için tekrar edilmesi gerekiyor.
Türkiye’de 27 Mayıs 1960 darbesi ile Irak’ta monarşiye son veren 1958 General Kasım darbesi arasında iki yıllık bir zaman farkı olmasına karşın, General Kasım rejiminin Güney Kürdistan’a ilişkin politikaları, daha sonraki gelişmeleri içerisinde, 27 Mayıs’ın sürgün politikasını bütünüyle olmasa bile, önemli ölçüde belirliyor.
1958 darbesi, darbe ile birlikte yasallık kazanan Kürdistan Demokrat Partisi (KDP) tarafından da destekleniyor ve yeni rejimin Kürt ulusunun, ulusal haklarını tanıyabileceği bekleniyor. Tam tersi gerçekleşiyor. SSCB’nin ve Irak Komünist Partisi’nin de cesaretlendirmesiyle, Irak Silahlı Kuvvetleri Güney Kürdistan’a karşı askeri saldırıya geçiyor. Güney Kürdistan’da Molla Mustafa Barzani ve KDP önderliğinde, ulusal kendi kaderini tayin hakkı savaşımı başlıyor. KDP, Güney Kürdistan’ın veya resmi tanımıyla Kuzey Irak’ın büyük bir bölümünde askeri ve siyasal denetimi ele geçiriyor. Güney Kürdistan’daki ulusal kurtuluş savaşımının etkileri Diyarbakır, Van, Mardin, Hakkâri ve Siirt yörelerine uzanıyor ve Güney Kürdistan için yardım kampanyaları başlatılıyor. 27 Mayıs Milli Birlik Komitesi Hükümeti, kuzeyde de benzeri bir hareketin başlayabileceği kaygısına kapılıyor. Barzani, Türkiye tarafından şeyh ve aşiret reisi olarak tanınıyor. Kuzeydeki Kürt kıpırdanmanın arkasında ağaların ve aşiret reislerinin olduğu, ulusal kıpırdanışın ağa ve aşiret reisleri tarafından kışkırtıldığı sanılıyor. Ve bir ‘önlem’ olarak, 27 Mayıs darbesinin hemen arkasından toprak ağası, şeyh ve aşiret reislerinden oluşan 485 kişi Sivas’ta toplama kampına alınıyor. Toprak ağası, şeyh ve aşiret reislerinden 55 kişi, daha sonra Edirne, Balıkesir, Sakarya, Aydın, Çorum ve Kütahya’ya sürgüne gönderiliyor.
Milli Birlik Hükümeti, bir devlet geleneğini sürdürüyor ve ağa, şeyh ve aşiret reislerini sürgüne göndererek, ulusal bir kıpırdanışa gözdağı vermeye çalışıyor. Kısa vadede amacına ulaştığı anlaşılıyor. Ağa, şeyh ve aşiret reisleri, büyük bir bölümüyle toplama kamplarında ehlileşiyor, bir süre sonra da evlerine ve topraklarının başına dönüyorlar.
Daha sonraki cuntalar, Mart ve Eylül darbelerinde görülüyor, toprak ağası ve şeyhlerin ulusal hareketin ezilmesi ve asimilasyon politikasının sürdürülmesi açısından devlet karşıtı değil, devlet yanlısı olduğuna karar veriyor, öyle anlaşılıyor, mart ve eylül rejimlerinin 27 Mayıs’ın sürgün politikasını tekrarlamadığı görülüyor. Mart rejimi, güçlü, diri ve ezilmemiş bir toplumsal muhalefet karşısında, toprak reformu sloganını uzunca bir süre gündemde tutuyor, tepkiyi azaltmaya ve eritmeye çalışıyor. Eylül rejimi ise, toprak reformu vaadini bir slogan olarak dahi kullanma gereğini duymuyor.
Bir nesnellikten kaynaklandığı düşünülmeli: Özellikle askeri darbeler döneminde, askeri darbeler aynı zamanda çelişkilerin derinleşmesinin bir siyasal sonucunu temsil ediyor, darbecilerin zaman zaman toprak reformu gibi sloganlara sarılması, önemli ölçüde ulusal istemlerin ve ulusal asimilasyonun eriştiği boyutlarla ve yoksul köylülüğün doyurulmamış toprak açlığı istemleri ile bağlantılı bir politik taktik olarak kendini açığa vuruyor.
Sadece askeri darbelerin politik sloganlarına değil, ‘sistemin reformcu/sosyal-demokrat veya ‘muhafazakâr’/liberal renklere bürünen hükümetlerinin izlediği politikalara, bunun dışında bir işlev yüklemek yanıltıcı oluyor.
Ek’te aktarılan alıntılardan görebilmek mümkün: Sadece 27 Mayıs’a değil, 12 Mart ve 12 Eylül darbelerine, farklı gerekçelerle de olsa ek işlevler yükleniyor. Mart ve eylül rejimleri, aynı zamanda tekelci burjuvazinin pre-kapitalist ilişkilere ve bu ilişkilerin siyasal temsilcilerine karşı bir ‘tepkisi’ olarak da değerlendiriliyor.
Görebilmek zor değil: 19. yüzyılın Bonapartist rejimleri tarihsel ve siyasal işlevleri ile bugüne taşınıyor ve Bonapartizm ile büyük ölçüde eşitlenen askeri rejimler, ‘açık faşizm’ terimi ile tanımlanıyor. Ek yazıda tarihsel ve siyasal kaynakları ile üzerinde duruluyor. ‘Açık faşizme’ karşı siyasal savaşım taktikleri açısından açık ve radikal bir tutum sergilenmesi, burada konumuzun dışında yer alıyor ve ikinci derecede bir rol oynuyor. Ama açık ki, siyasal niyet ve siyasal iradeden, siyasal gerekçeler arasındaki farklılıktan bağımsız olarak, nesnel bir zeminde 19. yüzyıl Bonapartizm ine yaklaştırılan ‘açık faşizm’ olgusuna ve tekelci burjuvaziye, ‘pre-kapitalist unsurları’ siyasal iktidardan ve süreç içinde doğal olarak toplumsal-ekonomik yaşamdan ‘dıştalamak’ gibi ileri ve ilerici bir misyon yükleniyor.
Bir kısım ‘sol’ görünümlü çevrelerin, bütün bir cumhuriyet döneminde ‘sol’u temsil eden reformculuğun siyasal ve tarihsel mirasını sürdürdüğü, THKP-C’nin tarihsel ve siyasal mirasının taşıyıcısı olan radikal siyasal oluşumların ise, 1990’lı yılların maddi siyasal zemininde, reformculuğun etkilenmelerinden ve Kemalizm’in ideolojik kalıntılarından dinamik bir kopuş sürecine giremedikleri görülüyor.
İdeolojik düzlemde dünle bugün arasında bir kopuştan değil, bir süreklilikten söz etmek gerekiyor.
Aynı ideolojik zemin, Kemalizm’in Bonapartizme eşitlenmesi ve dahası Kemalizm’e, ek olarak yeni ‘ilerici’ misyonlar yüklenmesi, cumhuriyetin ilk yıllarında ulusal bir ayaklanmanın ‘kara irtica’ olarak nitelenip, ‘gericiliğe ve feodalizme karşı yürütülen bir savaş’ adına ezilmesinin desteklenmesini beraberinde getiriyordu. Aynı Kemalist mantık, 12 Mart askeri darbesinin desteklenmesine veya Muhtıra karşısında en azından bir beklenti içerisine girilmesine kaynaklık ediyordu. Bonapartizm ideolojisi, aktarılan alıntılardan görebilmek mümkün, Mart darbesi ile yeniden dinliyordu.
Bugün Gorbaçovculuk akımı ile siyasal sloganların değiştiğini görebilmek mümkün. Ama ideolojik zeminin, olguların ele alış yönteminin aynı kaldığı görülüyor.
Irak’ta Baas’çı faşist rejimin 2 Ağustos 1990 ile birlikte Kuveyt’i işgal ve ilhak etmesi ve arkasından Ortadoğu’nun ABD’nin ve diğer Batılı emperyalistlerin askeri işgal ve ablukasına girmesi karşısında, Yüzyıl dergisi ve Doğu Perinçek’in, Ortadoğu’nun Prusya’sını, Saddam Hüseyin’de de Bismarck’ın tarihi kişiliğini buluyor. Prusyacılık olgusunun tarihsel ve siyasal miadını doldurmasının üzerinden bir yüzyıldan fazla bir zaman geçmesinin arkasından, D. Perinçek, ‘Arapların Prusya’sı nerede?’ diye soruyor ve ‘Arap milliyetçiliğinin’ gerçekleşmesi için Kuveyt’in işgalini yetersiz buluyor ve “Keşke Irak Arap Emirliklerini, hatta Suudi Arabistan’ı alabilse” diye ekliyor, işgal ve ilhaklar, ezilen halkların kendi kaderlerini tayin hakkı yöntemleri arasında dahil ediliyor. Irak’ın Kuveyt’i işgal etmesi ile emperyalizme darbe indirdiği sonucuna varılıyor: “… Emperyalizmi huzursuz eden bir birleşme hangi sınıfın önderliğinde olursa olsun, ileri doğru bir gelişmedir.” ‘Birleşme’ için ırk birliği yeterli sayılıyor: “Irak Kuveyt’i işgal ederse, bu Arapkir’in kendi geleceklerini belirleme hakkına bir saldırıdır ve yasal olmayan bir zordur. Ama Araplar arasındaki ilişkilere farklı bakmak gerekir.” D. Perinçek farklı baktığını gösteriyor ve Saddam’ın kişiliğinde Bismarck’ı tarihi olarak yeniden diriltiyor. Irkçı hayaller de D. Perinçek’in kimliğinde diriliyor. Bu durumda Kıbrıs işgalinin, Turancılık hayallerinin ve Tercüman gazetesi aracılığı ile kamuoyunda hep diri tutulmaya çalışılan Kerkük-Musul politikalarının fazlaca bir terslik taşımaması gerekiyor.
Bugün Alman birliği Prusyasız ve Bismarksız gerçekleşiyor.
Sadece 19. yüzyılın Bonapartizmi ve Bismark politikaları değil. 1970’li on yılların ‘üç dünyacılık’ politikaları da Yüzyıl’ın sayfalarında yeniden dinliyor.
Gericiler arasındaki çatışmada taraf olmak ve 19. yüzyıl Bonapartizmini bugüne taşımak, ‘üç dünyacılığı’ yeniden diriltmek, ancak, gerici bir savaş kışkırtıcılığına, gerici ilhak ve işgallerin meşrulaştırılmasına, desteklenmesine hizmet ediyor.
1990’lı yıllarda gericiler arasındaki savaşları, emperyalist blokların Ortadoğu’yu ateş çemberine almasını veya Irak’ın Kuveyt’i işgal ve ilhak etmesini Bonapartizm çerçevesinde ‘haklılık-haksızlık’ platformunda tartışmak, tarih mantığını emperyalizm öncesine geri götürmek olur. Dahası emperyalizm çağını ve emperyalizm çağında gerici-faşist rejimlerin yapısını ve işlevini yok saymak olur.
Emperyalizme ve Oligarşiye Karşı Mücadele dergisi, emperyalizm çağında gerici-faşist rejimlerin yapısını ve işlevini yok saydığını gösteriyor. 15 Ağustos 1990 tarihli 2. sayısında, “Irak’ın Kuveyt’i işgal etmesi(ni) tarihsel olarak haksızlık-haklılık boyutlarında” tartışıyor. Aslıda tartışmıyor, satır aralarında Irak’ın tutumuna destek verdiğini belli ediyor. “Irak’ın tavrının, en başta ABD emperyalizminin tartışmasız hegemonyasını” sarstığım tahlil ediyor. ABD’nin bu yüzden Irak’ı ‘dize getirmek’ istediğini belirtiyor. 1 Eylül 1990 tarihli 3. sayıda belirlenen siyasal tutum, daha net biçimde formüle ediliyor. Kuveyt’in emperyalizm tarafından suni bir devlet olduğu saptanmasından kalkılarak, Irak’ın “tarihsel bir haksızlığa neşter vurduğu” belirtiliyor. Mücadele dergisi tarafından, geçmişte Ortadoğu’da küçük burjuva radikalizmini temsil eden rejimlerden biri olarak tanımlanan Irak Baas rejiminin, Ortadoğu’daki bugünkü yayılmacı politikası açık bir anti-emperyalizm ile eşitleniyor ve Saddam rejiminin yayılmacı ve yağmacı politikasına anti-emperyalizm adına destek veriliyor. Mücadele dergisi, Saddam’a karşı olmayı da ‘hedef saptırma’ sayıyor.
“Saddam’ın son tavrı, hangi nedenle yola çıkarsa çıksın, emperyalizme rağmen bağımsız olarak gelişti ve emperyalizmin bölgesel çıkarlarına yönelerek, emperyalizmle karşı karşıya gelmesine yol açtı. (…) anti-emperyalist tavır öne çıkarıl(malıdır). Tersi bir tavırla, Irak’ı da hedef tahtası içine almak, emperyalizmin politikasının ve nereye yöneldiğinin açık ve net olarak görülmesini engelleyecektir. ABD emperyalizminin yapacaklarını biraz olsun gözden kaçıracak bir tavra gelmemelidir. Bu noktada Saddam yönetimine, geçmişte Halepçe’de yaptıklarına bakarak gerici, ırkçı demek fazla bir şey ifade etmiyor ve etmeyecektir.” (Mücadele, 1 Eylül 1990, sayı: 3)
Gericiler arasında bir dalaşmada, sadece emperyalist kuşatmayı teşhir edip, emperyalizmin desteği ile Ortadoğu’da bir ‘çıbanbaşı’ olan faşist Saddam rejiminin işgal ve ilhak politikasının karşısına çıkmamak, hatta ‘gerici ve ırkçı’ olarak teşhir edilmesine ambargo koymaya kalkışmak eksikli bir politikayı yansıtıyor. Bugün geçmişten devralınan eksikli politikaları, aynı düzlemde ama daha geri bir konuma savrularak yeniden üretmenin kazanç hanesine yazılamayacağı açık. Düzen karşıtı, radikal akımların çürümüş bir cesede yeniden kan vermeye çalışmalarını, her şeyden önce, siyasal bilânçonun zarar hanesine kaydetmek gerekiyor. Yüzyıl dergisinin, aradan geçen on yıl sonunda da Maocu Üç Dünya Teorisi’nden kalkarak anti-emperyalizm adına gerici, ırkçı Saddam rejiminin yayılmacı politikasına destek vermeyi sürdürmesi anlaşılır bir durum, yadırganmamalıdır. Aynı ideolojik temelin, belirli dönemlerde siyasal tutumları eşitlemesi eşyanın doğasına uygun, ama Mücadele dergisinin anti-emperyalizm adına Saddam rejiminin yayılmacı politikasına destek vermesinden, ancak üzüntü duyulabilir. Hele Saddam gericiliğinin yayılmacı ve ilhakçı politikasının anti-emperyalistliği ile tek ülkede yeni yeni oturma sürecine giren sosyalist rejimin emperyalizmin ablukası ve işgali koşullarında, çevre ülkelerde toplumsal bakımdan gerici bir konumda bulunan bazı rejimler için belirli dönemler öne çıkarılan anti-emperyalizm tanımlaması arasında tarihsel ve siyasal paralellikler kurma ve geçmişin belirli tarihsel olgularını tartışmasız dini dogmalar düzeyine indirgeme, emperyalizmin ve kapitalizmin dışına çıkmayan dar bir anti-emperyalizm noktasında çakılıp kalma perspektifi ile, toplumsal devrimin bugün getirip dayattığı sorunları çözmek bir yana, salt bir anti-emperyalizm tutumunda dahi siyasal savrulma örnekleri yaşanabilir. “Körfez Krizi’ ile ilgili olarak sergilenen tutumlar, savrulma politikasının ilk değilse bile, net bir örneğini sunuyor.
Gericiler arasındaki bir çatışmayı, ‘it dalaşı’nı, taraflardan birinin yayılmacı ve ilhakçı tutumunu ‘haklılık’ zemininde tartışmak, politik bir taktik belirleme tutumundan, çok daha önemli olarak ideolojik düzlemde sistemin ördüğü sınırların dışına çıkamamayı ifade ediyor. Faşizm olgusunu siyasal olarak tekelci burjuvazinin sadece bir kanadına, ‘en gerici’ tekelci burjuva kanadına bağlama, tekelci burjuvaziyi ABD yanlısı ve  AT yanlısı olarak iki kesime ayırarak, ABD yanlısı olanları faşist, AT yanlısı olanları ‘liberal-demokrat’ ilan etme tutumu da, aynı bakış açısının, aynı ideolojik zeminin dışa vuran örneklerini oluşturuyor.
19. yüzyıl Bonapartizmi ile eşitlenen ‘açık faşizm’ olgusuna, siyasal ve toplumsal platformda anti-feodal bir misyon yüklenmesi de aynı ideolojik zeminden kaynaklanıyor.
‘Açık faşizm’ olgusu egemen sınıf ittifakındaki daralma perspektifi üzerine, toprak ağalarının siyasal iktidardan dışlanması tahlilleri üzerine oturtuluyor. Mart ve eylül rejimleri ile birlikle Bonapartizm olgusu yeniden tarih sahnesine çağrılıyor.
Kapitalizm ve siyaset ile ekonomi arasındaki ilişki
Siyasal anlamda ‘olağanüstü’ olmayan dönemlerde egemen sınıf bloğunda hep entegrasyon arayışını sürdürme perspektifi, mart ve eylül rejimleri gibi ‘olağanüstü’ dönemlerde tam tersine dönüşüyor, entegrasyon teorisi yerini, egemen sınıflar bloğundaki çelişmeler ve çatışmalar teorisine bırakıyor.
Dahası çelişmeler ve iç-çatışmalar olgusu, burjuva toplumunun sınıf yapısı ve siyasal düzlemi ile yapısal olarak uyuşmayan siyasal sonuçların çıkarılmasına ve siyasal taktiklerin ve bir ölçüye kadar siyasal ittifakların belirlenmesine kaynaklık ediyor.
Burjuva toplumunun yapısal özelliklerinin ve kapitalist-emperyalist ilişkiler sisteminin genel karakteristiğinin, sınıfsal zeminle kesişmeyen bir siyasal bakış açısı ile tahlil edildiği anlaşılıyor.
Kapitalizmin kapitalizm olarak kavranmadığı görülüyor.
Biliniyor, fazladan tekrar edilmesi gerekmiyor. Burjuvazi, tekelci burjuvazi terimi bir bütünü ifade ediyor, gerek ulusal ve gerekse uluslararası düzlemde parçalı, birbirinden çıkar çatışmaları ile ayrılmış bir bütünü ifade ediyor. Ekonomik ve siyasal çıkar çatışmaları, ulusal ve uluslararası düzlemde tekeller arası, tekelci gruplar ve tekelci devletler arası rekabete, yoğunlaşmış ve daha ileri bir siyasal platforma, askeri platforma sıçramış rekabet de emperyalistler arası paylaşım savaşlarına kaynaklık ediyor.
Siyasal devlet iktidarı, ulusal düzlemde, tekellerin, tekelci grupların siyasal anlamda birliğini temsil ediyor.
Genel olarak tekellerin, tekelci burjuvazinin, burjuva toplumunun en üst düzeydeki siyasal örgütlenmesi, tekelci burjuva devletinde ifadesini buluyor.
Tekelci burjuva devleti, sosyal sınıf temelini şu veya bu tekel grubunda değil, genel olarak tekelci burjuvazinin bütününde buluyor. Burjuva devletinin siyasal olarak, tekelci burjuvazinin genel sınıf çıkarlarını temsil etmesi, dönemsel ekonomik ve siyasal politikaların, hükümet politikalarının belirli tekel gruplarının tekelci çıkarlarım daha fazla yansıtıyor olması olgusu ile çelişmiyor, tersine bu iki olgu birbirini tamamlıyor. Dahası, olgunun kendisi, açık ki, devletin temel ve genel politikaları ile hükümetlerin dönemsel politikaları ve sosyal-ekonomik yönelimleri arasına eşit işareti koymamak kaydıyla, tekelci burjuvazinin çelişmeli ve çalışmalı birliğinin siyasal düzlemdeki yansımasını oluşturuyor.
Saptayabilmek ve izleyebilmek mümkün: Belirli dönemlerin belirli hükümet politikaları, kapitalist sanayinin belli dallarının, tekelci burjuvazinin belli kesimlerinin, diğerleri aleyhine gelişmesinde, hatta zaman zaman, ihracatçılık politikasının bir dönem için önem kazandığı Eylül rejimi alünda yaşanan örneklerde görüldüğü gibi, ekonomik politikaların, başka etmenlerle birleşmesi durumunda, bir kısım tekel gruplarının ekonomik çöküş tehlikesi ile karşı karşıya gelmesinde, belirli ölçüde etkili oluyor. Dengesiz ve eşitsiz gelişme, kapitalizmin yapısından kaynaklanıyor. Kapitalist sanayi dallarının eşitsiz ve dengesiz gelişmesi, sanayi ve tarım sektörleri arasındaki yapısal eşitsizlik ve dengesizlik, belirli ekonomik politikaların etkisiyle daha da büyüyebilir, özellikle ekonomik krizin derinleştiği koşullarda, kredi-teşvik-yatırım politikaları yoluyla, fiyat düzenlemeleri yoluyla, daha çok tarımdan sanayiye kaymak aktarımı hızlanabilir.
Böylesine bir politika doğal tepkisini, tarım burjuvazisinin, büyük toprak sahiplerinin direnişlere kadar uzanabilen muhalefetinde bulunabilir.
Bir senaryo çizilmediği açık. Tersine kapitalizmin, burjuva toplumunun yapısına, toplumsal ve ekonomik ilişkiler bütünlüğüne uygun düşen, kapitalist ilişkiler bütünlüğünü, özellikle belirli dönemlerde birebir ölçülerde yansıtan bir tablo.
Burjuva toplumunun ezilen-ezen sınıf ilişkisi temelinde yükselen ve sosyal ifadesini proletarya-burjuvazi arasındaki antagonizmada bulan çelişmeli birliği, farklı bir düzlemde, burjuvazinin kendi iç-karşıtlığı ile iç-çatışmaları ile tamamlanıyor.
Kapitalizmin yapısal özellikleri ve krizin derinleştiği koşullar, burjuvazinin kendi iç-çelişmelerinin, daha büyük ölçüde ‘açık faşizm’ ortamında veya ‘açık faşizm’e yönelme sürecinde, açığa çıkmasının maddi-nesnel zeminini sağlıyor.
Sanayinin bir dalının başka bir dalı lehine veya tartışılan konu açısından genel olarak kapitalist sanayinin kapitalist tarım lehine gelişme göstermesi, başka bir ifadeyle tarımla sanayi arasındaki eşitsizliğin ve dengesizliğin büyümesinin, ‘açık faşizm’ koşullarında kapitalizmden bir sapma olarak görülmemesi gerekiyor, tersine kapitalizmin nesnel ekonomik-sosyal işleyişinin bir devamı olarak değerlendirilmesi gerekiyor.
Burjuva toplumunun ekonomik ve siyasal özelliklerini, tekelci burjuvazinin farklı kesimlerinin eğilimlerini ve eğilim farklarını tahlil etmek, farklı eğilimlerden gerekli siyasal sonuçları ve eğilimleri çıkarmak entegrasyon mantığının kırılması açısından da önemli sayılmalıdır. Entegrasyon mantığının karılması bir ilerlemedir. Ama entegrasyon mantığının kırılmasına yol açan tahlillerden, başka bir sonuca varmanın, egemen sınıflar bloğu arasındaki çelişme ve çatışmaları, ‘açık faşizm’ ve anti-feodalizm saptamaları ile açıklamaya yönelmenin, önemli bir ideolojik gerileme olduğu görülüyor. Sosyal sınıf olarak tekelci burjuvaziye ve tekelci burjuvazinin sınıf iktidarının siyasal bir biçimi olarak faşizme, anti-feodal bir misyon yükleniyor. Siyasal yaşam bazen kara mizah örnekleri sunuyor. Eylül rejimi altında toprak ağalarının siyasal iktidardan dışlandığının tahlil edildiği dönemde, eylülcüler Urfa’daki toprak reformu uygulamasından ‘zarara’ uğrayan toprak ağalarının eski topraklarına kavuşmalarını sağlayacak yasa değişikliğinin hazırlıkları ile meşguldüler.
Aynı günlerde, eylülün daha ilk günlerinde, TKP, eylül rejimine anti-MHP politikalar yamamakla uğraşıyordu.
‘Kara irtica’ olarak tanımladığı ulusal ayaklanmaların Kemalist rejim altında bastırılmasına destek veren ve bütün tarihi boyunca burjuvazinin bir kanadı karşısında diğer kanadını desteklemeyi politika sayan TKP’nin ideolojik-siyasal mirasının, ideolojik geleneklerinin aşılamadığı görülüyor. TKP’nin ideolojik gelenekleri, radikal bir akımın siyasal tezlerinde, ‘açık faşizm’e bir özellik olarak eklenen anti-feodal siyasal yapılanma olarak yansıyor. Olguların tahlilindeki eklektizmin teorinin eklektizmi ile birleşmesi ve teorinin sağa çekilerek yorumlanması sonucunda, ‘açık faşizm’in ve ‘gizli faşizmin üretici güçleri geliştirme saptamasına takılıp kalma tutumu, ancak mart rejimi altında THKP-C bölünmesi örneğinde yaşandığı gibi, sağ-sağcı kanadın elemanlarının, sıkıyönetim mahkemelerindeki savunmalarında Demirci’lere, Abdülhamit’lere övgü dizmeleri gibi traji-komik bir sonla noktalanabilir.
Veya en iyimser ve olumlu yanıyla, bütün bir 1970’li ve 80’li on yıllar boyunca, kapitalizmin serbest rekabetçi dönemlerinin radikal köylü politikalarının, emperyalizmi ve tekelci kapitalizmin tarihi zeminini yok sayarak, çarpık bir biçimde yeniden üretilmesinin ötesine geçilememiş olur.
Kapitalizmin serbest rekabetçi dönemine dönüş, radikal köylü-toprak devrimi tarihi sürecinin yaşanmadığı bir coğrafi zeminde, ancak Bonapartizmin yeniden diriltilmesiyle mümkün olabiliyor.
Tekelci kapitalizm koşullarında, özellikle krizin derinleştiği durumlarda, tekelci burjuvazinin kendi iç-çatışmaları, sektörler arası eşitsiz, dengesiz ve sıçramalı gelişmenin getirdiği sonuçlar ve bunların siyasal düzlemdeki yansımaları farklı bir durumu ifade ediyor, kapitalizm ve tekelci ilişkiler çerçevesinde, geri ülkelerde de olsa, feodal ilişkilerin giderek kapitalist ilişkiler ağı tarafından kuşatılması ve kapitalist ilişkilere bağlanması, tekelci kapitalizmin daha farklı bir özelliğinin ifadesini oluşturuyor.
1920-30’lu on yıllarda kapitalizmin gelişmişliği, olgunluk derecesi üretici güçlerdeki gelişmişlik başka tip etmenlerle birlikte baz alınarak, ülkeler çeşitli kategorik gruplara ayrılıyor ve proletarya diktatörlüğüne geçişin çeşitli yol ve koşullan tahlil ediliyordu. Bugün de kapitalist-emperyalist ilişkiler sistemi içerisinde, metropollerde ve bağımlı ülkelerdeki kapitalizmin ‘olgunluk’ ve ‘gelişmişlik’ farklarından söz edebilmek mümkün. Kapitalist-emperyalist sistem eşitsiz ve dengesiz gelişmişlik konumunu sürdürüyor. Kapitalist ilişkiler ve üretici güçlerdeki gelişme düzeyi açısından çeşitli ülkeler, metropol ve bağımlı ülkeler arasındaki kategorik farklar sürüyor. Nicel bakımdan, 1920-30’lu yılların olgunluğunun ve gelişmişlik düzeyinin bugün aşıldığı, geri ve bağımlı ülkelerde yaygınlaşan meta ilişkileri, ücretli işgücü ve sermaye ihtiyacı temelinde, kapalı ekonomilerin kapitalist pazar ilişkileri çerçevesine çekildiği, feodal-yarı-feodal ilişkilerin önemli ölçüde çözülme gösterdiği açık. Görülüyor, somut olarak tahlil edebilmek mümkün.
Bugün giderek daha büyük ölçüde yaygınlaşan kapitalist ilişkiler ve tarımın daha büyük ölçüde kapitalize olması, burjuva devlet iktidarının siyasal biçimlerinden, ‘gizli’ veya ‘açık’ faşizm tartışmalarından, ‘demokrasi’ tartışmalarından bağımsız olarak, feodal/yarı-feodal ilişkilerin büyük ölçüde dönüşmesine maddi temel hazırlıyor. Kapitalist ilişkiler, tarım sektöründe, yarı-feodal ilişki biçimlerini kendine bağlıyor, dönüştürüyor. Dönüşüm, toprakta yarı-feodal ilişkilerin köylü-toprak devrimi yoluyla ve radikal bir biçimde gerçekleşmiyor, feodal/yarı-feodal ilişkiler ekonomik ve sosyal platformda bir köylü devrimi ile değil, kapitalizmin yaygınlaşmasıyla, kırsal alanlarda meta ekonomisinin gelişmesiyle ve ücretli işgücü ilişkisinin artış göstermesiyle hızlı bir dönüşüm sureci yaşıyor, kapitalist ilişkiler ağına bağlanıyor, kapitalist ilişkiler sistemine tabi oluyor.
Kredi dağılımı veya tarım ürünlerine uygulanan taban fiyatları politikası ile belirlenen farklı siyasal koşullar ve farklı hükümet politikaları yarı-feodal ilişkilerin çözülmesinde hızlandırıcı veya yavaşlatıcı bir işlev taşıyor. Dahası bir köylü devrimi ile feodal ilişkilerin tasfiye edilmemiş olması ve geri ve emperyalizme bağımlı ekonomik yapı, üretilen ekonomik değerin metropollere taşınmasını beraberinde getiriyor, yapısal özellikler iç-sermaye birikimini geri çekici yönde bir rol oynuyor. Emperyalizm faktörü, bağımlı, yarı-sömürge yapı, bağımlı ve çarpık bir kapitalist ilişkiler sisteminin gelişmesine temel hazırlıyor.
Kapitalizmin serbest rekabetçi aşamasının ayırt edici özelliklerinden birisi, meta ihracıdır ve meta dolaşımının feodal ekonominin çözülmesinde, kapalı ekonomilerin pazara dahil edilmesinde önemli bir işlev taşıdığı biliniyor. Emperyalizm aşamasına damgasını vuran sermaye ihracı, meta ihracının yanında ve ondan daha önemli olarak, aynı zamanda kapitalist üretim ilişkilerinin de ihracı anlamına geliyor.
Sermaye ihracı ile geri ülkelere ihraç edilen sadece çıplak sermaye değil, aynı zamanda kapitalist üretim ilişkileridir.
“… Emperyalizmin belli başlı niteliği sermaye ihracıdır. Kapitalist üretim, Avrupa mali sermayesine bağımlılıktan kurtulması olanaksız hale gelen sömürgelerde, gittikçe artan bir hızla kök salmaktadır.” (Lenin, Ulusların Kaderlerini Tayin Hakkı)
“İhraç edilmiş sermaye, ihraç edildiği ülkelerde kapitalizmin gelişmesini etkiler, hızlandırır. Böylece sermaye ihracı, ihracatçı ülkelerdeki gelişmeyi bir parça durdurma eğilimi taşısa da, bunun, bütün dünyadaki kapitalizmi derinlemesine ve genişlemesine geliştirmek imhasına olduğunu unutmamalı.” (Lenin, Emperyalizm)
“… Çürüme eğiliminin, kapitalizmin hızla büyümesini dışladığını sanmak yanlış olur. Gerçek böyle değildir. Emperyalizm çağında bazı sanayi dalları, burjuvazinin bazı tabakaları veya bazı ülkeler, kah çürüme kah büyüme eğilimini farklı derecelerde ortaya koymaktadırlar. Genel olarak kapitalizm, eskiye oranla çok daha hızla büyümektedir. Fakat bu büyüme genellikle daha da eşitsiz hale gelmekte ve bu eşit olmayan büyüme, özellikle sermaye bakımından en zengin ülkelerin çürümesinde açığa çıkmaktadır.” (Lenin, Emperyalizm)
Emperyalist sömürünün gerçekleşmesi, kapitalist ilişkilerin gelişmesinin ve yaygınlaşmasının varlığını gerektiriyor. Kapitalist ilişkilerin gelişmesi ise, pazar ilişkilerinin ve ücretli emek sömürüsünün yaygınlaşması ile feodal/yarı-feodal ilişkilerin giderek çözülmesi ile eşitleniyor. Emperyalizm aşamasında da olsa, kapitalizm, meta üretiminin yaygınlaşması, pazarın genişlemesi ile varolabiliyor.
Gelişen kapitalist ilişkiler ve sermayenin tekelci biçimi, aynı zamanda, giderek artan ölçüde kapitalizmin parazitleşerek yozlaşmasını ve çürümesini, üretici güçlerin sınırsız ölçüde gelişmesinin engellenmesini birlikte getiriyor. Rantiyeci ve asalak özellikleri, yaygınlaşan kapitalist ilişkilerin ve emperyalizmin temel ve tarihsel nitelikleri arasında yer alıyor. Dahası, yukarıda bir yönüyle dokunulup geçildi, geri ülkelerde gelişen kapitalist ilişkiler, son derece çarpık ve farklı özgül özellikler gösteriyor.
Bir olguyu tek bir yönüyle değil, tek bir özelliği ile değil, bütün yönleriyle tanımlamak, tahlil etmek gerekiyor. Bir olgunun tek bir özelliği üzerinde sürdürülen vurgu, doğal olarak, hep tek yanlı savrulmalara yönelmenin ideolojik-maddi zeminini sunuyor. Savrulmaların kendi iç-bütünlüğü ayırt edici bir politik çizgi düzeyine yükseliyor. Feodal/yarı-feodal ilişkiler aleyhine kapitalist ilişkilerin, meta ekonomisinin gelişmesini, egemen ilişkiler haline dönüşmesini, ‘açık faşizm’ şartına bağlamak, emperyalizm olgusunu kapitalizmin hareket yasalarından bağımsızlaştırma, emperyalizmi salt bir siyasal olgu düzeyine indirgeme anlayışının doğal sonucu olarak ortaya çıkıyor. Kapitalizmi kapitalizm olarak kavramama ve emperyalizm olgusunun belirli özelliklerini kapitalizmin temel hareket yasalarının tamamen dışında arama anlayışı, 19. yüzyıl Bonapartizmini, 1990’lar dünyasının emperyalist ilişkilerine taşıma ve askeri-faşist diktatörlüklere nesnel olarak ‘ilerici’ misyonlar yükleme gibi açıklanması zor sonuçlan beraberinde getiriyor.
Bükülme ve kırılmaları doğrultmak gerekiyor, burjuva devletinin siyasal biçiminden bağımsız olarak, emperyalizm koşullarında da, gelişen kapitalist ilişkilerin feodal/yan-feodal ilişkileri süreç içinde çözdüğünü ve kendisine bağladığını, dünün feodal torak ağalarının bir bölümünün, bugünün kapitalist toprak sahiplerine dönüştürdüğünü görmek gerekiyor.
Kapitalist gelişmenin izlediği tarihsel seyri ve gelişme seyrinin özelliklerini, yayınlanmış bir dizi araştırma dokümanından somut olarak irdeleyebilmek mümkün. Sorunun bu yönü üzerinde özel olarak durmak, böylesine dar kapsamlı bir çalışmanın sınırlarını aşar, ayrıca ele aldığımız sorun açısından, sorunun bizi ilgilendiren yanı gelişen kapitalist ilişkilerin tarihsel ve özgül özellikleri değil, tarihsel-siyasal ve toplumsal sonuçlandır. Kapitalist gelişme sorununa, kapitalist gelişmenin yarattığı sonuçlar açısından, kırdan kente sürülen ve proletarya ordusunun büyümesine potansiyel bir kaynak oluşturan yedek işgücü açısından, kırsal alanlardaki proleter/yoksul köylü-toprak sahibi sektörü açısından, sınıf ilişkilerinin aldığı yeni boyutlar ve sınıflar savaşımının ortaya çıkardığı sonuçlar açısından bakmak gerekiyor.
Lenin, emperyalizm olgusunu ve kapitalist gelişmenin eski ve yeni özelliklerini, kapitalist gelişmenin yarattığı tarihsel, siyasal ve toplumsal sonuçlarına vardırarak irdeliyor. Emperyalist sermaye ihracının, geri ülkelerdeki kapitalist gelişmeyi hızlandırdığını ve kapitalist gelişmenin doğuracağı toplumsal ve siyasal sonuçlan tahlil ediyor. Lenin, geri ülkelerdeki kapalı yapıların yıkılmasının, uluslaşma bilincini hızlandıracağına ve kapitalist ilişkilerin gelişmesinin emperyalist baskı ve sömürüye karşı ulusal uyanışı ‘kışkırtacağına’ işaret ediyor:
“… emperyalizmin başlıca özelliklerinden biri, en geri ülkelerde, kapitalist gelişmeyi hızlandırması ve ulusların ezilmesine karşı verilen savaşımı yaygınlaştırması ve yoğunlaştırmasıdır.” (Lenin, Savaş ve Sosyalizm)
20. yüzyılın başında, sömürge/yarı-sömürge ülkeler kapitalist gelişme bakımından son derece geri bir konumdayken, ulusal kurtuluş savaşları. Ekim Devrimi’nin açtığı yoldan ilerleyerek, yüzyılın neredeyse bütününe damgasını vuruyor.
Ulusal ve sosyal kurtuluş savaşları, ulusal veya sosyal devrim ihtimali, emperyalist burjuvazi ve yerli tekelci burjuvazi ile toprak ağalarının siyasal ittifakının maddi zeminini oluşturuyor. Tekelci burjuvazinin toprak ağaları ile siyasal sınıf ittifakını, kapitalist ilişkilerle feodal ilişkilerin iktisadi ‘uyumu’ ile eşdeğerli görmek, siyaset ile ekonomi arasındaki ilişkiyi, matematiksel formüller içerisine sıkıştırmak olur. Feodal ilişkilerin, gelişme süreci içerisinde kapitalist ilişkilere ‘uyum’ gösteremeyecek kadar dayanıksız olduğu biliniyor.
Siyasal devlet iktidarı, tekelci burjuvazi ile kapitalist ilişkiler ağına dâhil olan, aynı zamanda kapitalist ilişkilere bağlanan yarı-feodal ilişkileri de sürdüren büyük toprak ağalarının/sahiplerinin siyasal ‘uyumu’, siyasal ittifakı üzerine oturuyor. Ekonomik ve toplumsal alana egemen olan sınıflar, siyasal devlet iktidarını da elinde tutuyor. Tersi de doğru, siyasal devlet iktidarını elinde tutan egemen sınıflar bloğu, siyasal devlet iktidarını kullanarak, ekonomik ve toplumsal egemenliğini güçlendiriyor, perçinliyor.
Kapitalist ilişkiler ağı ve ücretli emek sömürüsü, sadece ülkenin en ücra köşelerine kadar uzanmakla kalmıyor, tarımda yarı-feodal ilişkilerin ve sosyal-siyasal bir kurum olarak aşiret ilişkilerinin nispeten daha yoğun olduğu coğrafi bölgelerde, aynı zamanda aşiret ilişkilerini aşarak ulusal bilincin gelişmesinin, ulusal kurtuluş hareketinin yaygınlaşmasının maddi koşullarını güçlendiriyor. Gelişen ulusal bilincin karşısına, ulusal asimilasyon politikasının bir dalgakıran olarak çıkarılmasının yetmediği görülüyor. Ulusal bilincin köreltilmesi ve ulusal hareketteki yaygınlaşmanın engellenmesi için, resmi ağızlardan, ağalık kurumunun ve aşiret ilişkilerinin güçlendirilmesi gerektiği, artık politik düzeyde dile getiriliyor. Eylül tipi rejimlerin Bonapartizm karşıtlığını somutlamak açısından, yaşanan süreci ve somut olguları irdelemek gerekiyor, aşağıda bu irdeleme yapılıyor, şimdilik tek örnekle yetinebiliriz: Atatürk Yüksek Kurulu’nun 1990 yılının ilk yarısında açıklanan belgelerinde, “oralarda ağalığa dayanmak, dine dayanmak” gerektiği resmi bir politika olarak açıklanıyor,
‘Açık faşizm’ ile Bonapartizm arasında siyasal paralellik çizen siyasal akımlar, parlamento kurumunun yeniden eklenmesi ile 1983’te başlayan siyasal süreci, eylül rejiminin devamı, eylül rejiminin sivil görünümlü devamı olarak tanımlıyorlar.
Haklı ve yerinde bir tanımlama olduğundan kuşku duyulmamalı.
Eylül rejimi, bugün ulusal hareketi, merkezi militarist gücün yanında, aşiret ağalarının sosyal ve askeri gücüne dayanarak bastırmaya çalışıyor.
Görülmesi gerekiyor: Eylül tipi rejimleri Bonapartizm olgusu ile kurulan siyasal bir paralellikte değil, toprak ağalarının siyasal iktidardan dışlanması ekseninde değil, tersine ulusal ve sosyal devrim ihtimalinin egemen sınıflar bloğunu siyasal düzlemde birbirine daha çok yaklaştırması ekseninde irdelemek gerekiyor.
Somut olgular bunu gösteriyor.
Siyasal saptamaları ve genel teorik önermeleri, somut olgular üzerine oturtmak gerekiyor.
(Sürecek)

Ekim 1990

Yorumlar kapatıldı.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑