Son yıllarda, başını emperyalizmin ideologları ve propagandacılarının çektiği geniş bir koro, artık sosyalizmin kapitalizm karşısında kesin bir yenilgiye uğradığının, kapitalizmin ebediyen yaşayacak bir ekonomik ve siyasal sistem olarak varolacağının kanıtlandığının propagandasını, ellerindeki sınırsız iletişim olanaklarıyla yüksek perdeden yayıyorlar.
Bu anti-sosyalist koro, sadece emperyalizmin dolaysız ideologları ve liberal aydın ve politikacılardan da ibaret değil. 1960’lı yıllarda Marksizm’in platformundan açıkça ayrılarak burjuva reformist bir platforma kayan Euro-komünistler, çoktan beri bu koronun vokalistliğini yapıyordu. Yine aynı yıllardan itibaren SB ve Doğu Avrupalı revizyonistler ise açıkça bu koroya katılmasa da, tutumları ve izledikleri anti-Stalinist, anti-Leninist çizgiyle hayranlar safındaydılar. Ama, 1980’lerden sonra, özellikle de Gorbaçovculuğun SB ve D. Avrupa’daki etkinliğinin yaygınlaşması ve D. Avrupa’nın revizyonist diktatörlüklerinin bir bir devrilmesinden sonra bu utangaç hayranlık utanmazca bir emperyalizm, liberalizm şakşakçılığına dönüştü. Ve böylece de anti-sosyalist koronun safları genişleyip berraklaştı.
Koronun kadrosu genişledikçe de sesi daha gür çıkmaya başladı ve bu ses, sosyalizmin prestijinin yüksek olduğu dönemde burnundan kıl aldırmaz sosyalistler olarak boy gösteren küçük burjuva çevrelerde yankı buldu ve bu çevreler bu ideolojik baskı karşısında sosyalizmi, Marksizm-Leninizm’i açıkça ya da üstü kapalı bir biçimde yeniden gözden geçirmeye koyuldular. Yanıtı, emperyalist propagandacılar tarafından kulaklarına önceden fısıldanmış soruları kendilerine sormaya başladılar: SB ve D. Avrupa’da sosyalizm neden yıkıldı? Batı, “sosyalist ülkelere” göre nasıl oldu da teknolojik üstünlük sağladı. Marks, Lenin, Stalin ve diğer büyük Marksistlerin “kapitalizm yıkılacak” öngörüsü neden doğru çıkmadı? Materyalist tarih anlayışından başka doğru bir tarih açıklaması neden olmasın? Diyalektik bugün olup bitenleri neden açıklayamıyor?
Bu sorular elbette çoğaltılabilir, ama hepsinin özü diyalektik materyalist dünya görüşüne karşı olumsuz kuşkular ve sosyalizme karşı düşmanca bir tutumda kendisini açığa vuran sorulardır.
1917’lerden 1970’lere kadar sosyalizme ve Marksizm’e cepheden saldın cesaretini yitirten; burjuva liberal aydınlara, küçük burjuvazinin radikal ve reformcu sözcülerine sosyalizm maskesi takmaya zorlayan kuşkusuz ki; sosyalizmin kazandığı prestijdi. Ve sosyalizm bu prestiji SB gibi Avrupa’nın en geri ülkesini iç savaşlara, emperyalist abluka ve komplolara, 2. Büyük Savaşın SB’de yaptığı büyük tahribata karşın dünyanın ikinci en büyük ekonomik devi haline getirerek, bütün güçlükleri göğüsleyerek, ezilen halklara ve dünya proletaryasına karşı enternasyonal görevini yerine getirerek, Hitler faşizmine karşı gösterdiği kahramanca savaş vb. herkesçe bilinen (bugün Marksizm inkârcılarının, sosyalizm düşmanlarının bile reddedemeyeceği) büyük mücadeleler içinde kazandı.
Bu prestij, sosyalizm ve dünya proletaryası için büyük bir kazanandı ve SB’nde Ekim Devrimi’yle 1950’li yılların ortasına kadar, sosyalizmin kuruluşuna Marksizm-Leninizm’in yön verdiği yıllar boyunca burjuva ideologları ve iktisatçılarının, diplomat ve politikacılarının sosyalizmin geleceği konusunda bütün kötü kehanetleri iflas etmişti. Bu da onları artık sosyalizme karşı cepheden saldırmaktan vazgeçmeye zorlamıştı. Ne var ki; SB’nde parti ve devlet iktidarım ele geçiren revizyonistler, sosyalist devlet ve ekonomiye burjuva normları egemen kılarak emperyalizm ve gericilikle uzlaşma ve işbirliği politikalarını uygulamaya sokarak, bu prestiji kısa zamanda ayaklar altına aldılar. Bu yüzden de, I960’lı yıllardan itibaren emperyalist ideolog ve propagandacıların sesleri, Euro-komünist partilerden başlamak üzere, henüz Marksist sosyalizm çizgisine gelmemiş, ama sosyalizmin kazanımı olan “sosyalist” çevrelerde, devrimci demokrat, ulusal kurtuluşçu çevrelerde yankı bulmaya başladı. Kruşçevizm D. Avrupa’dan Çin’e, Vietnam’a kadar etkisini duyururken, eski Marksist partilerden büyük çoğunluğu da bu etkinin yayılma alam oldu. Emperyalizm ve kapitalizme karşı mücadelenin yerini işbirliği ve uzlaşmanın alması bu partilerle proletaryanın bağlarını zayıflatırken, partiler içinde işçi aristokrasisi, küçük burjuva ve burjuva çevrelerin etkinliği arttı. Bu değişim işbirliği ve uzlaşma eğilimini kışkırttı, daha çok işbirliği ve uzlaşma ve sağa kayış önlenemez biçimde ilerledi. Bugün gelinen yer ise ortada.
Kısaca söylenecek olursa; başka nedenlerin yanı sıra emperyalist ve kapitalist sistemin ideolojik baskılarının ürünü olarak yükselen revizyonizm, dolaysız emperyalist ideolojinin ideologlarının cesaretlenmesinde ve sosyalizme karşı sürdürdükleri kampanyanın yükselip geniş yığınları etkilemesinde çok önemli bir dayanak oldu.
Hiç kuşkusuz bu ideolojik yükselişe emperyalist ülkelerin askeri politik ve ekonomik yükselişi de eşlik etti. Buna, giderek, geniş yığınların gözünde hala sosyalist olan revizyonistlerin, sosyalizmin prestijini ayaklar altına alan politikaları ve ekonomik, siyasi alandaki başarısızlıkları da eklenince, dünya yüzünde sosyalizm sadece kimi ülkelerde kapitalizmin restorasyonu yoluyla toprak kaybetmekle kalmadı, milyonlarca proleterin, komünistin ve devrimcinin kanı canı pahasına kazanılan saygınlığı da önemli ölçüde erozyona uğradı. Bu da kaçınılmaz biçimde, bu propagandanın baskısına ve “sosyalizm” olarak gördükleri revizyonizmin iflasının ortaya çıkardığı moral bozukluğunun baskısına karşı direnecek kadar Marksizm’den etkilenmeyen çevrelerin kısa sürede saf değiştirerek anti-sosyalist kampa geçmelerinin yolunu açtı.
Bu gelişmenin finali sayılacak son 10 yılı ülkemizde 12 Eylül terörüyle de birleşti. Bu yüzden de Marksist saflarda ve önemli ölçüde Marksizm’den etkilenen devrimci demokrat çevrelerde, anti-sosyalist kampanyanın etkileri daha da yıkıcı oldu. Tasfiyecilik, devrimden kaçış kitleler üstünde de etkili oldu. Gorbaçovcu etkiler özellikle devrimci demokrat hareket saflarında oldukça geniş bir yankı buldu. Ama ülkemizde, bu olumsuz etkinin yanı sıra mücadelenin yükseliyor olması, işçi sınıfı başta olmak üzere emekçi sınıfların ve gençliğin oldukça yüksek bir mücadele isteği göstermesi, gösteriyor olması bu olumsuzluğun derinleşmesinin başlıca engeli olarak ortaya çıktı. Bugün de, bütün bu olumsuzlukları tersine çevirecek bir güçle gelişeceğini gösteren belirtilerle ilerliyor.
Hiç kuşkusuz ki; bugün, tarihi boyunca sosyalizme karşı açılmış en kapsamlı ve planlı yürütülen bir kampanyayla yüz yüzeyiz. Etkileri de ortada. Ama bu, ne burjuvazi tarafından sosyalizme karşı açılmış ilk kampanya, ne de zafer çığlıkları, sosyalizm öldü, artık zafer kapitalizmin haykırışları ile kutladığı ilk “bayram”.
Marksizm’in tarih sahnesine çıkmasından bu yana, devrimin yükseliş dönemlerinde büyük bir popülarite kazanan Marksizm, burjuva ideologları tarafından bile dokunulmaz bir statüye ulaşırken, yenilgi dönemlerinde “eski” Marksistler başta olmak üzere bütün “eski solcuların”, pusuda bekleyen burjuva ideologlarının saldırılarına uğradı.
1848-1849 devriminin arifesinde gün ışığına çıkan Komünist Manifesto, proletarya hareketi ve devrimin yenilmesine paralel olarak anlamsız görünmeye başlandı. Burjuvazi ve gericilik devrimci ve proleter değerleri lanetledi ve kendi tutumunu tüm toplumun tutumu olması için bütün olanaklarını kullandı. Komünist Manifesto’nun 1888 tarihli önsözünde o günleri Engels şöyle anlatıyor
“Haziran 1848 Paris ayaklanmasının, proletarya ile burjuvazi arasındaki bu ilk büyük savaşın, yenilgiye uğraması, Avrupa işçi sınıfının sosyal ve politik amaçlarını bir süre için tekrar arka plana itti. O zamandan bu yana, iktidar için savaşım, Şubat Devriminden önce olduğu gibi, yine mülk sahibi sınıfın farklı kesimleri arasında oluyordu; işçi sınıfı… orta sınıf radikallerinin aşırı sol kanadı durumuna indirgenmişti. Proletarya hareketi nerede canlılık belirtisi gösterdiyse, amansız biçimde bastırıldı. … Manifesto’ya gelince, bundan böyle, unutulmaya mahkûm edilmiş gibiydi.” (1) (abç)
İşçi sınıfı hareketi yeni bir atılım dönemine girdiğinde, devrimci değerler yeniden itibar kazandı. Manifesto yeniden gün ışığına çıktı, sosyalizmin proletarya ve diğer yığınlar üstündeki itibarı arttı vb. Ama 1871’de proletarya Paris Komünü’nde başarısızlığa uğrayıp yenilince, başta proletaryanın yükselişi karşısında inlerine çekilen burjuva ideologları olmak üzere, proletaryanın yükseliş dönemindeki yol arkadaşları, proletarya ve onun değerlerine saldırdılar. Proletarya burjuva gericilik karşısında tek başına savaşmak zorunda kaldığı gibi, yenilgiye uğradığında da temsil ettiği değerleri bütün gericilik elbirliği ile gömmeye çalıştı. Engels bu dönemi anlatırken, Paris Komününden sonra artık herkes devrimci proletaryanın öldüğüne inanıyordu, diyordu. (2)
1880’lerin sonunda Bernsteincilik modası egemen olduğunda da Marksizm’e karşı burjuva revizyonist kampanya esas olarak sözde Marksizm’i savunma adına onu gözden düşürmeyi amaçlıyordu. Ve hemen bütün Avrupa’da Marksizm’e karşı kuşkular yaratmayı da başarmıştı. Lenin, 1889 Ekim’inde yazdığı bir makalede bu bocalama ve kararsızlık dönemi için şunları anlatıyor
“ENTERNASYONAL sosyal-demokrasi halen ideolojik kararsızlık ve bocalama durumundadır. Bugüne kadar Marks ve Engels’in doktrinleri devrimci teorinin sağlam ve şaşmaz temelleri sayılırdı, ama artık her yerde bu doktrinlerin yetersiz ve modası geçmiş olduğunu ilan eden sesler yükselmeye başlamıştır.
“Bu sözlerimiz için (Lenin bir üst paragrafta Bernsteincılara karşı Marksizm’i savunuyor. ÖD) bir alay suçlamalara hedef olacağımızı şimdiden biliyoruz; sosyalist partisini, “dogma”dan saptıkları için ve her türlü bağımsız düşünceleri yüzünden “sapkınlara” işkence eden “gerçek müminlerin” tarikatı haline sokmak istediğimizi ileri sürecekler ve buna benzer kim bilir daha ne yaygaralar koparacaklar.” (3) (abç)
1905 devrimi sonrasındaki yenilgi döneminde, devrimin yol arkadaşlarının, Marksist geçinen aydınların partiden ve devrimden nasıl kaçtıklarını, kendi kaçışlarının teorisini yaparak nasıl inkârcı ve tasfiyeci bir bataklığa sürüklendiklerini, ama balarken de, herkesi o bataklığa çekmek için, devrimciyken devrim için gösterdikleri enerjiden daha büyük bir enerji harcadıklarım az çok tarih bilen, Marksizm’le ilgilenen herkes bilir.
Yukarıda bir kaç belirli dönem için yapılan aktarmalardan da anlaşılacağı gibi, 150 yıla yaklaşan tarihi boyunca Marksizm, bütün öteki teorilerden farklı olarak bir spekülatif laf yığını değil de bir eylem kılavuzu olduğundan, mücadelenin yükseliş dönemlerinde proletarya dışındaki çevreler, devrimden yana olan güçler tarafından da baş tacı edilirken, yenilgi dönemlerinde, burjuvazi ve sözde- “eski” Marksist çevrelerce “günah keçisi” olarak ilan edilmiş, egemen sınıf ve yardakçıları için ellerindeki bütün karaları Marksizm’e çalmak, onu tarih sahnesinden silmek baş amaç olarak belirlenmiştir.
Marksizm’in tarih sahnesine çıkışı, kendisinden önceki idealizm ve kaba materyalizmle kesin bir hesaplaşma içinde oldu ve her adımda bu eğilimlerin “yeni” versiyonları ile tekrar tekrar savaşmak zorunda kaldı. Bu mücadele onun gelişmesinin de itici gücü oldu kuşkusuz, ama ilerlemesi öyle dümdüz bir çizgi de izlemedi. Sınıf mücadelesinin yükseliş ve alçalışlarına göre Marksist teorinin yaygın kabul görmesinin sınırları da değişti. Bütün bu iniş çıkışlar içinde 1848’den başlanarak günümüze doğru yüründüğünde, (sınıf mücadelesinin sıkça rastlanan yenilgi ve zafer günlerine dönemeç dersek) her dönemeçte, insana tarih tekerrür ediyor duygusunu verecek kadar aynı olgularla karşılaşılıyor. Devrimin yükseliş günlerinde, mücadele içinde yer alıp az çok bir itibara sahip olmak için insanların kendilerini “Marksist”, “sosyalist” ilan etmesinin zorunlu olduğu günlerde Marksizm’in en “kararlı” savunucusu görünenlerin, kendi yaptıkları bütün aptallıkları Marksizm’in bir yorumu olarak varılmış uygulamalar olarak gösterenlerin, kabarışın bir zaferle değil de yenilgiyle sonuçlanması somasında, yaptığı bütün saçmalıklar da dâhil her şey den, “artık modası geçmiş bir teori” olan Marksizm’i, sosyalizmi sorumlu tuttuğu görülüyor. Marksizm’in eski çığırtkanları, yenilgi döneminde kapitalizmin çığırtkanlığına soyunuyor, ama yine de görüşlerinden dönmemiş oldukları devrimci olmaktan vazgeçmedikleri çalımıyla. Onlar yine ilerleme, toplumun ilerlemesi için uğraşıyorlarmış, ama “yaşam Marksizm’in günün sorunlarını çözemeyecek kadar eskidiğini” göstermiş, bu yüzden de daha modern bir teoriye ihtiyaç varmış. Neymiş bu modern teori, örneğin Marks doğmadan, (Marks’ın doğumundan 11 yıl önce 1804’de öldü) ölen Kant’ın kuramına, Marks doğmadan 28 yıl önce ölen (Ölümü 1790) Adam Smith’in liberalizmi eklenir ve ikisinin tepesine de iki yüz küsur yıllık bir geçmişi olan çoğulcu siyasal sistem oturtulursa, “günümüzün sorunlarını çözecek” “yeni” bir dünya görüşü ortaya çıkarmış! Ya da örneğin, Marks, zamanında haklıymış, ama Stalin ve Lenin onu yanlış doğrultuda geliştirmişler. Nitekim uygulamaları başarısız olmuş. Öyleyse, Marksizm’in uygulanmasında ve yorumlanmasında, başarılı olanlara dönülmelidir. Kim bu başarılı olan Marksizm yorumcuları, uygulayıcıları? Bunu herkes biliyor Bernstein, Kautsky, Buharın, Troçki, Tito. Elbette ki dürbünün tersinden bakarsan, Ekim Devrimi, dünyanın 1/3’ünde sosyalizmi inşaya koyulmak başarı değildir, ama sosyalizmin içeriğini boşaltarak onu burjuva, sosyal adaletçi, reformcu bir sisteme dönüştürmek, bütün hayatı boyunca sosyalizm adına kürsülerde, parlamento koltuklarında, ya da emperyalist burjuvazinin tahsis ettiği keşanelerde oturup sosyalizm düşmanlığı yapmak sosyalizmin, Marksizm’in “başarılı bir yorumlaması” olarak görülebilir. Belki bu söylediklerimizden daha saçma gerçekler öne sürerek sosyalizmi karalamaya yönelenler de vardır. Zaten görünen o ki, yenilgi dönemlerinde bir kez mücadele saflarını terk edenler için gerinin, gericiliğin, düşmanlığın sınırlan çizilemiyor. Burjuvazi ve gericiliğin çıkardığı toz duman içinde, yarattığı terör ortamında “şimdi gerçeği gördüm, meğer Marksizm’in dogmaları benim gerçeği görmemi engellemiş” diye yola çıkanlar, gerçekte karşı devrimin baskı ve terörü karşısında gördükleri kabusu “gerçek” sanmaktadırlar, ama bir kez gerçekler ülkesinden gittikleri için de gidebildikleri kadar geriye gitmektedirler. Kiminin, Kuruçeşme’ye, kiminin, TBKP’ye, kiminin SHP, kiminin ANAP, kiminin de itirafçılığa kadar gitmesi gibi.
Bir kere karşı saflara geçenlerin, düşmanlıkta sınır tanımamaları en gerici, en akıldışı kurumları bile Marksizm’e üstün tutacak bir ölçüsüzlüğe sürüklemelerinin elbette pek çok “nedenleri” vardır. Belki bu “nedenlerin” bir bölümü de sadece psikologları ilgilendirir, ama burada bizim konumuzu ilgilendiren nedenler de vardır ki; biz bu nedenler üstünde burada biraz duracağız.
Konumuz açısından bakıldığında: vesile neden ister revizyonizmin iflası, ister kapitalimin nispi bir refah dönemi yaşıyor olması, isterse daha köklü ya da basit bir neden olsun; bugün, burjuva ideolog ve propagandacıların daha yüksek perdeden yaygara yapıyor olması, ya da eskiden Marksizm’in etkisi altındaki çeşitli “sosyalist” çevrelerin açıkça burjuva dünya görüşünü kutsamaya cesaret etmelerinin nedeni, emperyalist burjuvazinin ideolojik baskısının geçmiş yıllara oranla daha yüksek olmasındandır.
Hiç kuşkusuz her ideolojik yükselişin arkasında ekonomik ve sosyal alanda yapılan “atılımlar” vardır ve bugün burjuva ideolojisinin etkinliğinin artışının arkasında da revizyonizmin kapitalizme sunduğu (SB ve Doğu Avrupa’da sosyalizmi yıkma, yığınlara revizyonizmi) sosyalizm olarak gösterme başarısı vb.), önce gizli, sonra da açık destek vardır. Bunlar Özgürlük Dünyası’nın bundan önceki sayılarında çeşitli vesilelerle işlendiği, ulusal ve uluslararası planda M-L parti ve çevrelerde yaklaşık 30 yıldır çeşitli boyutlarıyla tartışıldığı için, bunlardan ayrıca söz etmeyeceğiz. Burada sorunun bir başka yönü, düşünsel alanda Marksizm’in gerçekten yenilgiye uğrayıp uğramadığı üstünde duracağız. Çünkü burjuva yaygaracılar ve onların yardakçılarının iddiası bu sefer geçici değil “kesin” bir zafer kazandıktan, Marksizm’i kesin bir yenilgiye uğrattıkları biçimindedir. Bu iddiayı öyle çok, öyle yüksek perdeden ve öylesi çok kanaldan tekrarlamaktadırlar ki; samimi olarak Marksizm’den yana olan çevrelerde bile kuşkular, kararsızlıklar yaratabilmektedirler. Buradaki en büyük avantajları ise, burjuvazinin dünya ölçüsünde egemen sınıf olarak örgütlenmiş olmasından gelmektedir. Marks’ın da çok açık biçimde belirttiği gibi;
“Egemen sınıfın düşünceleri, bütün çağlarda, egemen düşüncelerdir de… Maddi üretim araçlarını elinde bulunduran sınıf, aynı zamanda, zihinsel üretim araçlarınım da elinde bulundurur… Kendisine zihinsel üretim araçları verilmeyenlerin düşünceleri de aynı zamanda bu egemen sınıfa bağımlıdır… Egemen sınıfı meydana getiren bireyler, başka şeylerin yanı sıra, bir bilince de sahiptirler ve sonuç olarak düşünürler; bu bireyler, bir sınıf olarak egemen oldukça ve tarihsel çağı bütün genişliğince belirledikçe, elbette ki bu bireyler sınıflarının bütün genişliğince egemendirler ve ötekiler arasında düşünen varlıklar olarak olduğu gibi fikir üreticileri olarak da egemen bir durumları vardır ve kendi çağlarının düşünceler üretimini ve dağıtımını düzenlerler; o halde onların fikirleri, çağlarının egemen fikirleridir.” (4) (abç)
Hiç kuşkusuz bu aktarmadan anlaşılması gereken her toplumda (sınıflı toplumda) birden çok ideolojinin varlığıdır. Aksi halde egemen bir ideolojiden söz edilmezdi. Örneğin kapitalist toplumda her sınıfa karşılık bir ideolojinin varlığı söz konusudur ve sınıflar mücadelesi ekonomik ye siyasi alanlarda olduğu gibi egemen burjuvazinin ideolojisine karşı da bir mücadele hem kaçınılmaz hem de zorunluluk olarak vardır.
Öte yandan burjuvazi, nasıl ki, ekonomik çıkarlarım tüm toplumun çıkartan olarak öne sürüyorsa, kendi dünya görüşünü de tüm toplumun dünya görüşü olarak öne sürer ve bütün ezilen ve sömürülen sınıflan da aynı dünya görüşü etrafında toparlamayı amaçlar. Bugün olan da budur; ve burjuvazi, bugünkü tarihsel durumdan yararlanarak, hiç bir zaman meşru bir dünya görüşü olarak tanımak istemediği proletaryanın dünya görüşünü, Marksizm’i kesin bir yenilgiye uğrattığı yaygarasını koparmaktadır. Çünkü özellikle Ekim Devrimi’nden sonra dünyanın bir bölümünde de olsa egemen sınıf olarak örgütlenmiş proletarya karşısında, ne kendi etrafında bütünleşmiş tek bir dünyanın varlığını iddia edebilme, ne de kendi ideolojisini bütün insanlığın ideolojisi olarak öne sürme şansını yitirmişti. Şimdi bu durumu elindeki sınırsız olanaklarla değerlendirmek istiyor ve bütün gücüyle “Marksizm, sosyalizm öldü, kapitalizm ebediyen yasayacak!” diye haykırıyor. Ve onun bu görüşü de, gerçek Marksistler, proletaryanın ileri kesimleri dışında genel bir kabul görüyor.
Bir düşüncenin böylesi geniş bir kabul bulması tek basma azınlıkta kalan düşüncenin yenilgiye uğradığı anlamına gelir mi? Tarih buna hayır diyor. Tersine insanlık tarihine bakıldığında, çoğunluk düşüncesinin genelde egemen sınıfın düşüncesi olduğunu, ezilen sınıfların da, kendi sınıf çıkarlarıyla çelişmesine karşın çok uzun bir süre bir düşüncenin peşinden sürüklendiği görülüyor. Dahası din gibi açıkça bilime aykırı düşüncelerin bile, bugün, 21. yüzyılın eşiğinde insanlığın çok büyük bir kesimince kabul gördüğüne bakılırsa, bir düşüncenin geniş kabul görmesinin o düşüncenin doğru ve her zaman kabul görecek bir düşünce olduğu anlamına gelmiyor.
Öyleyse, bugün Marksizm’in ebediyen gömüldüğü yaygarasının “genel kabul” görme iddiasının gerçekliği ile ilgili bir kanıt olamayacağı açıktır. Bu yüzden de işin bu görüntü yanını bir yana bırakıp, yaygaranın arkasındaki gerçeklere bakmamız, ama ön yargılardan, arınacak burjuvazinin gözlüğünü bir yana bırakarak bakmamız gerekir. Bize, bu toz duman arkasındaki gerçeği gösterecek olan, bilimin, tarihin gözüdür.
Biraz tarih
19.yüzyılın ikinci yarısında, Marksizm tarih sahnesine çıktığında, burjuvazi insan toplumuna verebileceği hemen her şeyi vermişti. Kendi devrimci çağının ürünleri yetkinleşmiş, bütün olanaklarının sonuna gelmişti.
Felsefede Hegel, Ekonomik politik alanında Adam Simitti ve Ricardo, var olan toplumun eleştirisinde Saint Simon, Fourier ve Robert Owen gibi ütopik sosyalistler tarih alanında (doğa bilimi dışındaki bütün toplum bilim kastediliyor), burjuva dünya görüşü çerçevesinde söylenebilecek olumlu ne varsa onu söylemişlerdi. Bu burjuva tarih bilimlerinin zirvesiydi, aynı zamanda da sonuydu çünkü burjuva dünya görüşü çerçevesinde kalındığı sürece bu alanda söylenebilecek her şey ya bir yineleme ya da daha eskiye dönmek biçiminde olacaktı. Nitekim sonraki 150 yıl boyunca burjuva dünya görüşü çerçevesinde tarih bilimlerine hiç bir yeni katkı yapılamadı. Bu alandaki bütün ciddi ilerlemeler ve bilime yeni gerçek katkılar Marksizm’den ve Marksist bilim çevrelerinden geldi.
Daha başından, 1840’larda bu gerçeği fark eden Marksizm’in kurucuları Marks ve Engels, kendi kuramlarını, Hegel’de uçlaşan Alman idealist felsefesini, Adam Smith ve Ricardo’da en olgun biçimini alan İngiliz ekonomi politiğini ve Saint Simon, Fourier ve R. Owen’in şahsında biçimlenen ütopik sosyalist düşünceyi eleştirerek kurdular. Ve bütün tarih bilimleri için devrim yaratan şu temel önermeye vardılar.
“Maddi hayatın üretim biçimi genel olarak toplumsal, siyasi ve fikri süreci şartlarıdırır.
“Bütün toplum ve devlet görüşleri, bir bütün din ve hukuk sistemleri, tarihte beliren bütün nazari görüşler, ancak o devrin maddi hayat şartları anlaşılmışsa ve bunlar bu maddi şartların sonucu olarak görülüyorsa anlaşılabilir.
“İnsanları varlıklarını belirleyen bilinçleri değildir; aksine, onların toplumsal varlıkları bilinçlerini belirler.” (5)
Bu basit önerme “uygulamada tamamen devrimci sonuçlar” (Engels) yarattı. Sadece burjuva tarihçilerinin ve bilim adamlarının değil, ama burjuva toplumunun eleştiricileri olan ütopik sosyalistlerce de bir türlü kargaşalık ve anlaşılmazlıktan kurtulamayan insanlık tarihi son derece açık, anlaşılır hale geldi. Kendi önermesinden kalkan Marks, burjuva üretim biçimini inceleyerek, burjuva toplumun çelişmelerini herkes için anlaşılacak bir biçimde sergiledi. Burjuva toplumunda burjuvazi ve proletaryanın sosyal konumlarını açıkladı, sömürünün kaynağını gösterdi, bu iki sınıf arasındaki çatışmanın kaçınılmaz olarak bir sosyal devrime, kapitalizmin yıkılmasına yol açacağını, yeni bir toplumsal düzene, sınıfsız topluma giden yolu açacağını gösterdi
Marks öncesi sosyalistler elbette kapitalist toplumu eleştiriyorlar, onun çelişmelerini sergiliyor, kapitalizmin “akla aykırı” bir toplumsal düzen olduğunu söylüyorlardı, ama bu sömürünün kökeni üstüne bir şey söyleyemedikleri gibi, kapitalizmin yerine de ancak kendi kafalarında tasarımladıkları toplumsal düzen projeleri önermenin ötesine geçemiyorlardı. Proletarya için de durum çok farklı değildi. Proletarya sömürüldüğünü görüyor, yaşıyor, kapitalist sömürüye karşı ayağa kalkıyordu; ama bu sömürünün nerede olduğu konusunda bir fikre sahip olmadığı için de mücadelesi bir protesto ötesine geçmiyordu.
Düşünsel gelişme ve proletarya mücadelesinin gelip dayandığı bu açmazı çözümleyen Marks oldu. Onun çözümlemeleriyle sosyalizm düşünürlerin akıl yoluyla buldukları bir toplumsal proje olmaktan çıkıp bir bilim haline geldi.
Engels, Marks’ın buluşunun ne olduğunu şöyle ifade ediyor:
“Ama bunu yapabilmek için (kapitalist toplumun gizemini çözümlemek için -ÖD) (1) kapitalist üretim yöntemini, tarihsel bağlantısı ve belirli bir tarihsel dönemdeki kaçınılmazlığı içinde ve bundan ötürü, kaçınılmaz çöküşüyle birlikte göstermek ve (2) onun hala bir sır olan temel karakterini ortaya çıkarmak gerekliydi. Bu artı-değer’in bulunmasıyla yapıldı, ödenmemiş emeğe el koymanın, kapitalist üretim tarzının ve bu üretim tarzında ortaya çıkan işçi sömürüsünün temeli olduğu ve kapitalistin, emekçinin emek-gücünü pazardaki bir meta gibi tam değerini ödeyerek satın alsa bile, ondan ona ödediğinden daha çok değer çıkardığı (sağladığı) ve son çözümlemede, bu artı-değerin, varlıklı sınıfların ellerinde sürekli olarak artan sermaye birikimlerini çıktığı değerler tutarını oluşturduğu gösterildi. Kapitalist üretimin ve sermaye üretiminin doğumu, ikisi de açıklandı.” (6)
Bu açıklama sadece bir açıklama olarak da kalmadı, sonraki yıllarda proletarya mücadelesiyle doğrulandı. Ama bu pek kolay olmadı Her adımda, her ilerlemede bütün burjuva dünya görüşleriyle dişe diş bir mücadele gerekti. Bir yandan ütopik sosyalizmin geç kalmış temsilcileri diyebileceğimiz, Proudhonculuk, Blankicilik, Lassalcılık gibi anarşist, reformist eğilimlerle savaşılırken, öte yandan da Hegel ardıllarıyla hesaplaşma sürdü.
Marks öncesi tarih anlayışı idealist ve metafizik bir tarih anlayışıydı ve tarihçiler olup biteni, ya doğaüstü güçlerle açıklıyor, ya da büyük adamların tarihi rastlantısal olarak, ya da keyiflerine göre yaptıklarını iddia ediyorlardı. Kralların, sultanların dizi dindeki vakanüvislerin, efendilerinin hoşuna gidecek biçimde tuttukları notlar, kahinlerin öngörüleri, mitoloji ve dinsel doğmaların birbirine karıştığı bir olaylar dizisi tarih olarak sunuluyordu. Bütün bu saçma sapan şeylere “akılcı” bir kılıf geçirenlere de tarihçi deniyordu. Örneğin, ünlü İtalyan tarihçisi Giovani Battista Vico (1868-1744), tarih yasalarının tanrısal bir ilkeden geldiğini söylüyordu. Hegel (1770-1831) ise, çağın en seçkin zekası olarak, Fransız devrimine hayranlık duyuyor, insan eyleminin önemini fark ediyor, ama devrimi insan eylemini düşüncenin biçimlendiriri olarak yorumluyor ve kendi tarih tezini, tarihe insan bilincinin üstünde bir tümel bilincin yön verdiği biçimde bile dile getiriyordu. O’na göre, evrensel düşüncenin kendi ereğine varmak için (kendi bilincine) geçtiği bir süreçtir toplum ve toplum tarihi de böyle bir erek taşır. Sol Hegel’ciler ise, evrensel düşüncenin yerine daha gerçek varlıklar olarak önder kişileri geçirerek, tarihe önder insanların yön verdiği tezini öne sürerek Hegel’i “aşmaya” çalışırlar.
Hiç kukusuz onca altüst oluş içinde, tarihi materyalist bir doğrultuda yorumlamaya çalışan tarihçiler de vardır Restorasyon dönemi tarihçilerinden, tutucu burjuvazinin temsilcisi Guizot (1787-1874), İngiltere devrimini inceleyerek tarihte sınıflar mücadelesinin önemini fark eden çağının büyük tarihçilerinden biridir. Yine aynı dönem Fransız tarihçilerinden Mignet (1796-1884) Fransız devrimini inceleyerek Guizot’la aynı sonucu varır. Thierry (1795-1856) de bütün Fransız tarihini sınıf savaşımı tarihi olarak ele alarak Materyalist tarih anlayışına katılan tarihçilerdendir.
Marks, sınıf savaşımını keşfetme şerefinin, kendisine değil; bu restorasyon dönemi tarihçilerine ait olduğunu söyleyerek, onların hakkını teslim eder. Ama sadece bu kadar. Çünkü, Restorasyon dönemi tarihçilerinde sınıf savaşımının kavranması sadece sezgisel düzeyde kalır. Kavramın içeriği ise, ancak artı-değer’in keşfedilmesiyle Marks tarafından doldurulur.
Diyalektik materyalist tarih anlayışı
Marks’ın, Hegelciliğin şahsında kendinden önceki felsefeyi eleştirmesiyle başlayan süreç; eski anlamıyla felsefenin, spekülatif felsefenin sonu olmuştu. Gerçekten de Hegel sonrası burjuva filozoflarının bütün spekülatif felsefe denemeleri, saman alevi gibi gelip geçici oldu ve bu alandaki bütün girişimler başarısızlığa uğradı. Bu filozofların en “umut verici” olardan bile Kant’a, Hegel’e ya da idealizmin en berbatı olan Berkeleyciliğe varmak zorunda kaldılar. Üstelik onların en olumsuz yanlarını geliştirerek… Çünkü gerek bilimlerin gelişkinlik düzeyi, gerekse sınıflar mücadelesinin ulaştığı boyut, artık “ya katıksız materyalizm ya da idealizm” seçeneği dışında bir seçenek tanımıyordu. August Comte gibi “ne idealizm ne materyalizm” diye yola çıkan üçüncü yolcular bile sonunda öznel idealizme vardılar.
Felsefi alanda olup bitenler tarih alanında da, ama daha da çarpıcı bir biçimde yaşandı. Fransız ihtilali, 1831’deki Lyon büyük işçi ayaklanması, 1838-1842 arasındaki İngiliz çartistlerinin önderliğinde büyük bir atılım gösteren İngiliz işçi sınıfının mücadelesi, önceki insanlık tarihinin olgularının incelenmesini bir zorunluluk haline getirmişti.
Marks, yukarda sözünü ettiğimiz, bütün tarih bilimlerinde çığır açan önermesini insan toplumunun tarihin uyguladığında, o güne kadar ki, tarih kavrayışından tamamen farklı ve tarihin “kendi amaçlarına ulaşmaya çalışan insan faaliyetinden başka bir şey olmadığı” (7) sonucuna vardı. Her toplumda insanların değişmeyen faaliyeti ise; yeme, içme, barınma gibi insan yaşamına sürdürmeye yarayan araçların üretimiydi. Bu araçların üretilmesi ve bölüşümü bütün toplumsal yapının temelini oluşturuyordu. Her toplumda, zenginliğin dağıtımı toplumsal sınıfların durumlarını belirtiyordu. Bu görüş açısından yaklaşıldığında da, toplumdaki ilerleyiş ve gerileyişlerin, toplumsal evrim ve devrimlerin insanların kafalarında beliren, kişilerin ya da “sonsuz gerçek” ve “adalet duygusundan” değil, üretim ve değişim biçimindeki değişmelerden olduğu açıkça görülüyordu.
Elbette ki tarihi insanlar yapıyordu, ama bunu keyiflerine göre yapmıyor, önceki kuşaklardan devraldıkları üretim ilişkileri içinde yapıyorlardı. Bundan dolayı da, insanlık tarihi insanlar tarafından yapılmasına karşın yasalı, doğal-toplumsal bir süreçti.
Eğer tarihsel materyalist tarih kavrayışı tarihe yön veren temci itici gücün sınıflar mücadelesi olduğu açıklamasıyla yetinseydi eski materyalizmden kopmuş olmazdı. Tersine Marks ve Engels, daha kuramlarının geliştirme sürecinin başında, eski felsefeden sadece kuramsal olarak değil, ama tutum olarak da koptuklarını gösterirler. Ve Marks, Feuerbach Üzerine Tezler’inde;
“Filozoflar yalnızca dünyayı değişik biçimlerde yorumladılar önemli olan onu değiştirmektir.” (8) (abç, Marks) diyerek tulumunu belirtiyordu.
Marks ve Engels yaşamları boyunca kendilerini eski tip filozoflardan ayıran tutumlarına sadık kaldılar. Sadece olup biteni incelemek ve bunlardan sonuçlar çıkarmakla yetinmediler, proletarya mücadelesinin gündelik sorunlarıyla yakından ilgilendiler, pratiğin karşılarına çıkardığı sorunlara çözümler aradılar; ajitasyondan örgütlenmeye kadar bir pratikçinin ilgileneceği her sorunla ilgilendiler. Savaşan işçiler için ajitasyon bildirileri yazdılar, grev kırıcılarını saf dışı etmek için yol ve yöntemler gösterdiler, grevcileri desteklemek için diğer ülkelerdeki işçileri dayanışmaya çağırdılar, yardım kampanyaları örgütlediler. Kısaca Onlar, proletarya ile bazen barikatlarda, bazen uluslararası platformlarda proletaryanın davasını savundular, yenilgi dönemlerinde de asla kötümserliğe, umutsuzluğa düşmeden onu yeniden toparlayıp savaş yeteneğini geliştirerek son büyük savaşa hazırlamak için bütün enerjilerini harcadılar.
Marks ve Engels’in büyük izleyicileri Lenin ve Stalin, Marksizm’in bütün diğer gerçek teoricileri de onların açtığı yoldan yürüdüler, teori ile pratik arasında bağı asla koparmadan, proletaryanın büyük davasının savunucuları oldular. Tarihsel maddeciliğin ilkelerini proletarya mücadelesi içinde denediler ve onu her adımda zenginleştirdiler.
Marksizm, kendisinden önceki bütün felsefelerden farklı olarak; toplumsal pratikten çıkarılmıştı ve amacı da yine toplumsal pratikti. Bu yüzden de Marksizm daha ilk şekillenmeye başladığından itibaren büyük toplumsal mücadelelerde denendi ve geliştirildi: Örneğin, Marksist devlet kuramı, 1848 devrimi, 1851 karşı devrimi ve Paris Komünü deneyimleri içinde geliştirildi. Proletaryanın, burjuva devleti ele geçirmesiyle yetinemeyeceği, tersine burjuva devlet makinasını parçalayıp, yerine proletarya devletini geçirmesi gerektiği, bu devletin biçiminin de proletaryanın devrimci diktatörlüğünden başta bir şey olamayacağı biçimdeki tarihsel materyalist devlet kuramına varıldı. Lenin, bu kuramı yetkinleştirdi ve 1917 Büyük Ekim Devrimi ile pratik bir gerçek haline gelmesini sağladı. Ya da örneğin Marksist devrim kuramı, kapitalizmin 20. yüzyıldaki bir biçimi olan emperyalizm koşullarında yeniden yorumlanarak geliştirildi ve yine 1917 devrimi ile doğrulandı.
Diyalektik materyalist tarih anlayışı tarihi, “kendi amaçlarına ulaşmaya çalışan insanların faaliyetlerinden başka bir şey” olarak görmediğinden ve bunun toplumsal plandaki ifadesi olan karşıt sınıflar arasında bir mücadele olarak ele aldığı, tarihin akışını üretici güçlerin gelişkinlik düzeyiyle açıkladığından, insanlık tarihini ileriye doğru akan bir süreç olarak ele aldı. İnsanlığın ilkel topluluklardan kapitalizme, oradan sosyalizme ulaşan ilerleyişini de bu maddi koşullardaki sürekli gelişme temeline oturttu. Buradan elbette şöyle bir genel sonuç çıkarılabilir: tarih, ileriye doğru akan bir süreçtir ve tarihin tekerleği geriye döndürülemez. Ama bu sonucu, ne Marks ne Engels, ne Lenin ne Stalin, ne de Marksizm’in diğer gerçek izleyicileri tarihin ilerleyişini sürekli bir ileri gidiş olarak yorumlamadılar. Tersine, tarihin akışının ileri gidiş ve geri dönüşlerle, zikzaklarla olduğunu her zaman özenle belirttiler. Tarihe sürekli bir ilerleyiş (geri dönüşleri olmayan) niteliğini yakıştıranlar Marksizm’in kaba materyalist izleyicileri ve 1950’ler sonrasının revizyonist ideologları oldu.
Aslında, tarihin geri dönüşleri içermeyen bir ilerleme içinde olduğunu iddia etmek, tarihe bir “erek” yüklemek anlamına gelir ki; bu “erek” ister tanrısal, isterse doğal-toplumsal bir güç tarafından verilmiş sayılsın, bu açıkça, Marksist materyalizmden kopma, idealist tarih anlayışına geri dönmek anlamına gelir. 1950’lerden sonra SB ve D. Avrupa ülkelerinin M-L Enstitüleri kökenli yapıtları diyalektik materyalist tarih anlayışını terk ederek bu idealist tarih anlayışını Marksizm’in tarih anlayışı, olarak propaganda ettiler. Ve yığınlardaki geriye dönüşlere karşı uyanıklığı körelterek sonraki yıllarda kapitalist normların sosyalizm içine sokulması, giderek kapitalist restorasyonun gerçekleştirilmesinin üstünü örttüler. Nitekim, 1960’lardan itibaren, Marksistlerin, “kapitalist restorasyon” uyarıları karşısında “tarihin tekerleği geriye çevrilemez, bunu iddia edenler anti-Marksistlerdir” tekerlemesi hatırlanırsa, bu idealist tarih anlayışının revizyonizme ve burjuvaziye nasıl bir destek verdiği dahi iyi anlaşılır. Madem tarih, hep ileriye giden bir süreçti; devrime, proletarya diktatörlüğüne ne gerek vardı, gibi sorular bile revizyonist ideologların kaldırdığı toz duman örtüsünü yırtamadı. Çünkü, dönem, Marksizm’in kendi kaynaklarından değil, ama Markizinin “yorumcularından, revizyonist ideologlardan, Politzer’den, Mao’dan, Piao’dan vb. “öğrenildiği” bir dönemdi.
Oysa Marks ve Engels, daha 1848 devrimleri içinde, çok açık bir biçimde; ilerlemenin ancak ilerici sınıfın zaferiyle olanaklı olduğunu, gerici sınıfların zaferinin ise, tarihsel olarak bir gerileme olacağını, açıkça ortaya koyuyorlardı. Çünkü tarih karşıt sınıflar arasında bir mücadeleydi ve ileriye mi yoksa geriye mi gidileceği de bu karşıt sınıflar arasındaki çatışmada kimin üstün geleceğine bağlıydı. İngiliz ve Fransız burjuva devrimlerinin tarihi de bunun açık bir kanıtıydı: Birbirini izleyen devrim ve restorasyon dönemlerinin başka ne anlamı olabilirdi?
Bu türden harcı âlem düşüncelere karşı Marks şöyle diyordu:
“Sermayeye karsı yürütülen savaşım içinde karşılaşılan olaylar ve durumlar, zaferden çok yenilgiler, her derde deva harcı âlem düşüncelerin yersizliğini insanlara mutlaka öğretecek ve işçi sınıfının kurtuluş koşullarının lam bir kavranışını hazırlayacaktı.” (9) (abç)
Marks’ın öğretisinin proletarya ve insanlığa neyi kazandırdığı üstüne yazan Lenin’de sorunun bu yanı üstünde özenle duruyor:
“Belirli bir toplumda, toplumun kimi üyelerinin uğraşıları öbürlerinin uğraşları ile çalışır, toplumsal yaşam çelişkilerle doludur ve tarih, uluslar ve toplumlara arasında olduğu gibi, uluslar ve toplumlar içinde de bir savaşım ve bunun yanı sıra değişerek birbirini izleyen devrim ve gericilik, barış ve savaş, durgunluk ve çabuk ilerleme veya gerileme dönemleri olduğunu açığa vurur. Marksizm, bu görünüşteki karışıklığı ve düzensizliği yöneten yasaların ortaya çıkarılmasına uygun Havuzu, yani, sınıf savaşımının teorisini sağladı.” (10) (abç)
Demek ki; Marksist tarih anlayışında insanlık tarihi dümdüz ilerleyen bir çizgi izlemiyor. Tersine tarih, uzun süreçlere bakıldığında doğrultusunu hep ileriye yönelmiş, ama bunun içinde sayısız ileri gidişler, duraksamalar ve geriye gidişler içeren bir süreçler zinciri olarak görülüyor. Bu yüzden de, tarihi hep ileri giden, yenilgiler ve geriye dönüşleri reddeden görüş, görünüşteki bütün “iyi niyetine” karşın nesnel gerçeklikle bağdaşmayan idealist bir anlayış olarak karşımıza çıkıyor.
Yukardan beri söylenenlere bir bütün olarak bakıldığında; Marksizm’in tarih kavrayışının temelinde, tarihi karşıt sınıflar arasındaki mücadeleden ibaret gördüğünü, tarihte olup biten bütün savaşlar, ayaklanmalar, devrim ve karşı devrimlerin, din, hukuk, siyaset, ideoloji, sanat vb. üst yapı kurumlarının bu çatışma ve bu çatışmaya neden olan üretim-ilişkileri tarafından belirlendiğini; kapitalist toplumda burjuvazi ile proletarya arasındaki çatışmanın proletaryanın devrimci diktatörlüğünden başka bir şey olamayacağı tezinin yattığı görülür.
Bu bilimsel tarih görüşü 150 yıla yakın bir zamandır burjuva tarihçileri tarafından çürütülmeye çalışıldı, çalışılıyor da. Ne var ki; bütün gayretlerine ve zaman zaman Marksizm’in kesin yenilgiye uğradığı iddialarına karşın gericilik, ne Marksizm den ne de onun tarih görüşünden bir taş bile sökemedi. Çünkü Marksizm’e karşı öne sürülen tarih tezlerinde bırakalım bilimselliği hiç bir nesnel temel bile yoktu. Burjuva gerici bu tarih tezlerinin neler olduğu bir sonraki sayımızın konusu olacak.
(Devam edecek)
KAYNAKÇA
(1) Engels, Komünist Manifesto, s. 12, Bilim ve Sos. Yay.
(2) Engels, Fransa’da Sınıf Savaşları
(3) Lenin, Ütopik ve Bilimsel Sosyalizm, s. 18-119, Bilim ve Sosy. Yay.
(4) Marks, Alman İdeolojisi, s. 79-81, Sol Yay.
(5) Marks, aktaran Engels, Felsefe İncelemeleri, s. 86, Doğan Yay.
(6) Engels, Ütopik Sosyalizm ve Bilimsel Sosyalizm, s. 91, Sol Yay.
(7) Marks, Kutsal Aile
(8) Marks, Alman İdeolojisi, s. 22, Sos Yay.
(9) Marks, aktaran Engels, Komünist Manifesto’nun 1888 tarihli önsözü
(10) Lenin, Karl Marks ve Öğretileri, s. 27, Başak Yay.
Ekim 1990