ABD’de Indiana’nın Muncie kasabasında mezarlıkta olta taşımak, New Jersey’de lokantada şapırdatarak çorba içmek yasalara aykırıdır. Tennessee eyaletinin Memphis kentinde, yasaya göre, önünde elinde kırmızı bir bayrak taşıyan bir erkek yürümedikçe, bir kadının araba sürmesi yasaktır. Kentucky’nun Lexington’unda, cepte dondurma külahı taşımak yasaya aykırıdır.
Türkiye’de de 1982 Anayasası’na göre, devlet “insan haklarına saygılıdır” ve bu ilke yasalarla korunur.
Bazıları yasaları sever. Yasalar ve o yasaların koyduğu yasaklar karşısında boyunları kıldan incedir. Gerçi insan haklarından, “bu uğurda mücadele” etmekten söz ederler, ama yasaları da gözetirler. Yasaların ve yasakların dikenli teliyle çevrilmiş sınırlı alanlarındaki bu “mücadeleleri” ile kum havuzundaki “cici” çocuklara benzerler. Dağda, bayırda özgürce koşturan “pis” çocuklara burun kıvırırlar. Onlara, kumdan kuleleri, şatoları yeter!
Kum havuzunda bir dernek
Türkiye’de; işkenceyle, kentlerdeki açık devlet terörüyle, Güneydoğu’da Kürtlere yönelik zulümle, işten atmalar, işçi tutuklamaları ve grev yasaklamalarıyla, “olağanüstü hal” dayatmalarıyla insan hakları ihlallerinin her geçen gün biraz daha tırmandığı bir gerçek. Varlık nedeni bu ihlallere karşı mücadele etmek olan İnsan Hakları Derneği’nin suskunluğu da bir başka gerçek. İHD Genel Merkezi’nin, TBKP çizgisiyle bütünleşen bu tavrı, derneği bir yol ayrımına sürüklüyor: “Kum havuzundan” çıkmak veya devlete “teslim olarak” varlık nedenini ortadan kaldırmak… Bu iki seçenek, İHD’nin 15 Haziran 1990 tarihinde Adana Bölge toplantısında ilginç bir biçimde somutlaşıyor.
Toplantıya Diyarbakır’dan katılan Vedat Aydın; 1980-84 döneminde Diyarbakır Cezaevi, 1984-1990 döneminde de Güneydoğu gerçeğini yaşayan biri olarak şunları söylüyor:
“Şu dönemde meşruiyet-yasallık ayrımının doğru yapılması da önemlidir. Kendimizi yasallıkla sınırlama yanlışına düşmeden, meşru olanı, bedelini ödeyerek sağlamalıyız.”
İnsan Hakları Derneği Genel Başkanı Nevzat Helvacı ise şu “çarpıcı” yanıtı veriyor:
“Biz İHD olarak siyasi çözümler üretip, o siyasi çözümleri birilerine kabul ettirmek durumunda değiliz. Haddimizi aşmayalım. Mantar tabancasıyla insan öldüremezsiniz. Dernekle, dernekçilik yapabilirsiniz.”
Bay Helvacı, “Biz siyasi bir hareket değil, derneğiz” diyor. Bu sözler (hani şu Amerikan dizilerindeki mahkeme sahnelerinden aşina olduğumuz yeminler gibi) gerçeği, yalnız gerçeği ve bütünüyle gerçeği ifade etse, “canım, adam dernekçi” deyip geçeceğiz. Ama değil! Bay Helvacı, bir siyasi hareketin, TBKP’nin çizgisini uyguluyor. Bay Helvacı, İHD Genel Sekreteri Adımlar Dergisi yazarlarından Akın Birdal ile birlikte TBKP’nin yolundan yürüyor.
İHD’nin “resmi” politikası ile TBKP’nin çizgisi arasındaki kesişmeleri, bütünleşmeleri ilerde sergileyeceğiz. Ama önce, “mantar tabancasıyla” neler yapılabileceğine bir örnek vermek istiyoruz.
1525 yılında bir grup insan, tartışa bağıra bir metin oluşturuyor. Tartışmaya katılanlar Orta Avrupa köylülerinin temsilcileri. Günün yıpratıcı işlerinin ardından, akşam vakti bir yağ kandilinin etrafında toplaşmışlar; aralarında okuma yazma bilen tek kişiye, kalfa Sebastien Lotzer’e metni yazdırıyorlar. Sonraları bu metin tarihe “Köylülerin 12 Maddesi” olarak geçecek. Ama o gün hiçbiri bunun farkında değil. Onlar yalnızca, “efendiler”in zulmünü azaltabilmek, biraz daha insanca yaşayabilmek için taleplerini dile getiriyorlar. Lotzer yazıyor:
“… Kutsal kitap bizim özgür olduğumuza söyler, biz de zaten özgür olmak isteriz. Ama tamamen özgür değil, yani üstümüzde hiç kimsenin bulunmadığı bir özgürlük istemeyiz. Tanrı bize bunu buyurmaz çünkü. Biz bir başımıza, bedeni taşkınlıklar içinde değil, Tanrı’yı efendimiz olarak severek, insan kardeşlerimizde Tanrı’yı bularak ve onlar için elimizden gelen her şeyi yaparak, gönlümüze göre, Tanrı’nın buyurduğu gibi, kurallar ve buyruklar altında yaşamalıyız.
Şimdiye değin alışılageldiğince, hiç bir yoksul kişi dörtayaklıları, kanatlıları ya da akan sudaki balıkları yakalama iznine sahip olmamıştır. Bize öyle geliyor ki, bu kardeşliğe sığmayan, ayıp bir şeydir, çıkarcılıktır, Tanrı’nın kelamına aykırıdır…
Hizmetler yüzünden de eziyet çekiyoruz. Hizmetler günden güne artırılmakta, hatta her gün durduğu yerde çoğalmaktadır. Biraz insaf edilmesini istiyoruz. (…) Bundan böyle efendi köylüyü zora koşmanı ah, sıkıştırmamalıdır. Eğer efendinin hizmete gereksinmesi varsa, köylü uysallık ve bağlılıkla herkesten önce ona koşmalı, ama kendi zararına olmayacak bir saatte ve zamanda, uygun bir ücret karşılığında hizmet görmelidir.
Bazılarının, aslında topluluğa ait olan çayır ve arazileri kendi üzerlerine geçirmelerinden dolayı eziyet çekiyoruz. Eğer bu topraklar ciddi ve samimi bir biçimde görüşülüp satın alınmamışlarsa, biz bunları yeniden kendi topluluğumuza katmayı düşünüyoruz…”
Bugünden bakıldığında ancak “masum” ya da “ilkel” diye nitelenebilecek bu istekler, “efendiler”in büyük tepkisini çekiyordu. “Efendilerin köylülere, onlara angarya ile çalıştırıp sömürmek için ihtiyacı vardı. Ama sömürü düzeninin devamına daha çok ihtiyacı vardı. O nedenle ordularını köylülerin üstüne sürdüler. 1525 yılı, yaklaşık 100 bin köylünün ölümüyle sona erdi.
Evet, o insanlar öldü. Mızraklarla parçalanarak, ağaç dallarına asılarak, köy meydanlarında yakılarak… Bedenlerinden başka kalkanları, ağaç sopalarından başka silahları yoktu. Ama Sebastien Lotzer’in etrafında toplanan o bir avuç insan, yan-lızca tarihe bir “hürriyet bildirgesi” daha bırakmakla kalmadı, insanca yaşama hakkı yolunda önemli kazanımlar elde etti.
“Gündüz dersleri”
İnsanın içinde, 1525 yılından bugüne dönüp Bay Helvacı’ya “demek ki neymiş?” diye sormak geliyor.
İnsan haklan savunuculuğuna soyunan Bay Helvacı’nın bunu hak edebilmek için dersini öğrenmesi ve sınavını vermesi gerekiyor. Tabii, öğrenilen ne “dersi” olduğu da önemli…
Latife Tekin’in “Gece Dersleri” romanındaki Gülfidan gibi; devrimci mücadeleyi karalamak, örgütlenmeyi “bireyin yok oluşu” gibi algılamak, işçi sınıfından kopmakla yetinmeyip sınıf sözcüğünün içini boşaltmak tavrındakilere herhalde “gündüz dersleri” yakışır.
Gülfidan/Latife gibi “gece derslerinden ödleri kopanlar, kendilerini yasalarla sınırlayıp dernekle dernekçilik yapabilirsiniz, siyaset değil” diyorlar. Ve bu sözlerle çifte yalan söylüyorlar. Bir yanda, “siyasi hareket değiliz” deyip İHD’yi TBKP’nin gerici siyasetinin peşine takıyorlar, bir yandan da sıkı sıkıya sarıldıkları yasalar çerçevesinde bile mücadele etmekten kaçınıyorlar. 1 Mayıs’ta tutuklanan işçilerin yanında yer almaya, İsmail Beşikçi’yi savunmaya, Amerikan üslerindeki ve lastik fabrikalarındaki grev yasaklamalarının karşısına dikilmeye, Cihangir’de iki genci kurşuna dizen ve Güneydoğu’da insanları “ölü ele geçirip” evlerini yakan devlet terörüne karşı kamuoyunu ayağa kaldırmaya acaba hangi yasa engel?
Ama hayır! Onlar Kutlu ve Sargın için mücadele ederler… Onların “mücadele” gündeminde işçi sınıfı, Beşikçi, Kürtler yoktur. O nedenle de ne tutuklanan, grevleri yasaklanan işçiler için, ne de Beşikçi için parmaklarını bile kımıldatmazlar. O nedenle Kürtlere yönelik baskı ve zulümlere karşı “mücadeleleri”, Güneydoğu’ya sembolik gezinin ve dışkı yedirilen Yeşilyurt köylülerine törenle “plaket” vermenin ötesine gitmez. Dışkı yedirme olayının suçlusu iki ay memuriyetten men ve 375 bin lira para cezasına çarptırılıp, üstelik bu ceza da tecil edilince tepki göstermek akıllarına bile gelmez.
Evet, onlar yasaları sever. En çok da, “işlerine geldiği zaman” sever… Örneğin, kararnamelere tepki gösterilmesini talep eden İHD tabanına “derneği kapattırmak mı istiyorsunuz?” derken yasaların arkasına sığınırlar. Oysa asıl mazeretleri, Bay Helvacı’nın müeddep (edepli) üslubu ve devletçi mantığını yansıtan şu sözlerinde gizlidir:
“Olağanüstü hal bölgesindeki sorunların çözümü için baskı ve şiddetin dozunu arttırmak gibi bir yolun seçildiği anlaşılıyor. Demokratik yöntemlerin önemli ölçüde ihmal edildiği görülüyor. Hukuk devleti olmanın temel kurallarından biri, devletin kendisini hukukla bağlı sayması ve yönetimin hukuka bağlılığının sağlanmasıdır. Yönetimce konulacak düzenleyici kuralların ve yapılacak işlemlerin hukuka uygunluğunu sağlayacak başlıca yol, yargı denetimidir. Bu yolun kapatılması isabetli olmam aştır. Ülke bütünlüğünün korunması elbette devletin görevidir. Demokrasinin, hukuk devletinin ve insan haklarının korunması da aynı önemde değer taşır.”
Bay Helvacı, Kürtlere karşı devletin yanında yer alıyor. Kürtlerin haklarını değil, köleliğini savunuyor. İnsan haklarının korunmasında (!) devletten yarar umuyor:
“İnsan hakları ve temel özgürlüklerin, ortak bir yaşam biçimi olarak benimsenmesi ve evrensel boyutta ayrım gözetilmeksizin gerçekleştirilmesi, yaşadığımız çağda uygar dünyanın önemli bir amacı olmuştur. Bu amacın gerçekleştirilmesinde, hükümetler gibi hükümetler dışı insan haklan örgütlerine de önemli görevler düşüyor.”
İHD Genel Başkanı Nevzat Helvacı, TBKP’nin programını uyguluyor. Program, TBKP yöneticilerinden Zülfü Dicleli’nin Adımlar Dergisi’ndeki yazısında şöyle anlatılıyor:
“Söylenen, devlet iktidarını amaçlamaktan vazgeçmek değil, bunu devleti değiştirmek, iktidarı yaygınlaştırma, çoğulculaştırmak, demokratikleştirmek, sivil toplumda iktidar odaklarının oluşmasını desteklemekle birleştirmektir. Söylenen, etkili bir muhalefetten vazgeçmek değil, bunu toplumu bugünden değiştirmek, sivil toplumun özgür örgütlenmesi yolunda bugünden adımlar atmakla birleştirmektir.
Sivil toplumun örgütlenmesi, çeşitliliğin ve farklılığın örgütlenmesi, gerçek bir plüralizmin ortaya çıkmasıdır. Sınıfların, çeşitli sosyal katmanların, ezilen ulus ve cinsin, katılımcı sosyal hareketlerin, yurttaş girişimlerinin ve kampanyalarının çevre ve barış hareketinin, dinsel örgütlenmelerin kendilerini özgürce ifade edebilmeleri kendi soranlarının çözümünde söz sahibi olmaları ve özgür bir yarışma ortamı toplumsal değişimin başlıca yönü olacaktır.”
Böyle bir tabloya Özal’ın bile pek itirazı olacağını sanmıyoruz. Ezilen ulus ve cins kendisini özgürce ifade edecek! Özal bile “ben Kürdüm” diye ifade özgürlüğünü kullanıyor. Ezilen cinsin kendisini ifadesini, Semra Özal’ın şahsında bulmak mümkün! Özal da çoğulculuktan, “demokratikleşmeden” yana. Dinsel örgütlenmelerin kendilerini ifadesi ise, değil hoş görülmek, destekleniyor. Özal, olsa olsa, TBKP’nin programındaki “özgür bir yarışma ortamı” nitelemesine karşı çıkacak, onun yerine “rekabet ortamı” sözcüklerini yeğleyecektir.
“Siz Amerika’da bu işleri nasıl hallediyorsunuz?”
Bay Helvacı’nın ve TBKP’nin insan haklarına bakışı, yalnızca Özal ile değil, “uygar ülkelerin” temsilcileri ile de çakışıyor. İlginç bir örnek ABD New York Üniversitesi Hukuk Fakültesi öğretim üyesi Prof. Burt Neuborne’un Türkiye’de verdiği “insan hakları” konulu konferansa, İHD yöneticileri tam kadro katılıyor. Ve konferans daha sora İHD genel merkez bülteninde ayrıntılı biçimde yer alıyor. Bültene göre, Prof. Neuborne konferansında, ABD Medeni Haklar Birliği’ni anlatıyor ve “kendilerini hükümetin düşmanı değil, bir parçası, yardımcısı olarak gördüklerini söylüyor.
Konferanstan sonra Prof. Neuborne’a ilk soru Bay Helvacı’dan geliyor. Bay Helvacı “insan hakları konusunda fiili durum yasalara uygun düşmezse ne yaptıklarını” soruyor.
Prof. Neuborne’un yanıtı hayli aydınlatıcı. “Gündüz dersleri”ne uygun.
“Anayasada hakların yazılı olması ve uygulanmaması yalnıza Türkiye de değil ABD için de geçerli. Siyahlar ve yoksullar pek çok haktan yararlanamıyor. Biz böyle durumlarda mahkemelerde dava açılması için zorluyoruz. Yargı baskısının yanı sıra, parlamentomuzda insan haklarının önemini kabul etmeleri için uğraşıyoruz. Onlarla sürekli toplantı ve tartışmalar “yapıyoruz. İnsan haklarını savunmadıkları takdirde yeniden seçilmelerinin zor olduğunu düşünmelerini istiyoruz. Ayrıca kamu aydınlatmasına yöneliyoruz”
TBKP’nin sesi Adımlar Dergisi’nin yazarlarında İHD Genel Sekreteri Akın Birdal, Prof. Neuborne’un “dersinden” feyiz almışa benziyor. İHD Bülteni’nde Özal’ın önerisi ve ANAP Milletvekili Bülent Akarcalı’nın girişimi doğrultusunda oluşturulacak TBMM İnsan Hakları Komisyonu için şunları yazıyor:
“Biz bugüne değin, her ne olursa olsun, insan haklarına ve özgürlüklere yönelik atılmış her adımı desteklemiş ve olumlu bulduğumuzu açıklamıştık. Bunu da olumlu bir adım sayıyoruz. Her nedenle bu yönetimce şu ya da bu gerekçe ile benimsenmiş, imzalanmış ve onaylanmış belge ve sözleşmeler yaşama geçirilmemişse de, ileride, uygulamaya dönüştürülebileceğine dayanak oluşturması açısından olumlu görülebilinir.
(…) Bütün olumsuzluklara karşın, biz, bir komisyonun kurulmasının yararlı olacağı kanısındayız. Çünkü komisyona insan hakları konusunda başvurular yapılabilecek. Hiç değilse her gün bize gelen onlarca başvuru sahibini ya da mektubu Komisyona göndereceğiz.”
Devlet terörüne karşı devletten medet ummak… Devletin baskısına, işkencesine, sürgününe maruz kalmış kişiyi “devlete havale etmek”… Bütün bunları göz ardı etmek için yalnızca yasaların arkasına sığınmak yetmiyor. Simgesel de olsa bir başkaldırıyı temsil etmekten uzaklaştırılıp “hadi abi çocuğunu sevindir” çığırtkanlığına dönüştürülen Uçurtma Şenliği. Hemen, şimdi, bugün, acilen demokrasinin talep edildiği müzikli geceler… Yaya hakları için yürüyüşler… İsmail Beşikçi’nin unutulduğu bültenler… Fotoğraf, afiş, öykü yarışmaları, sergileri… Avrupa’dan gelen konuklan ağırlamalar… Demeçler, demeçler, demeçler… İHD yöneticileri bu kuru kalabalığın ardında gerici yüzlerini gizliyorlar. Yasalcılık bu saklanış için iyi bir sığınak oluyor İHD yöneticilerine. Temelinde emeğin, ezilenin hakkı yatan insan hakları mücadelesinin burjuva devletini yasalarına boyun eğilerek yapılamayacağını görmezden geliyorlar. Dahası, o yasaları bile kullanamıyorlar. Hele “meşru mücadele” kavramından bucak bucak kaçıyorlar.
Sonsöz yerine
Bir yasaya göre, geri geri yürümek yasaktır. Ama İHD ve TBKP yöneticileri korkmasın. Bu yasa New York’un Greene Kasabasında geçerli, Türkiye’de değil. Türkiye’de dileyen geri geri yürüyebilir!
Eylül 1990