Üçüncü Yıla Merhaba…

Elinizdeki 23. sayısıyla Özgürlük Dünyası, yayın hayatının ikinci yılını bitirip üçüncüsüne giriyor. Özgürlük Dünyası iki yaşında. Özgürlük Dünyası ve çalışanları için iyi ve kötü anıları, zorlukları ve zorlukları kolaylıklara dönüştürme çabaları, hep ileriye doğru gitme kararlılığı ile dolu iki yıl. Bunlar, Özgürlük Dünyası’nı izleyenlerin yakından bildiği şeyler..
Deneysizlik ve maddi olanaksızlığa ilişkin olarak herhangi bir şey söylemeyeceğiz 2. Yıldönümümüzde. Deneysizliği önemli ölçüde aştık, maddi olanaksızlıkları ise şöyle ama böyle aşmayı öğrendik, bundan böyle de olağanüstü boyutlarda baskı ya da buna benzer bir durumla karşılaşmazsak, maddi olanaksızlıkla yüz yüze gelmeyeceğiz. Gelirsek, mutlaka aşmaya çalışacağız, aşacağız da…
Basın özgürlüğünün olmayışından, mevcut yasaların aşırı gerici ve çağdışı oluşundan, her gün yeni ve daha gerici yasalarla karşı karşıya kalışımızdan söz etmeyeceğiz. Basında genel olarak adından 2. Takrir-i Sükûn Kararnamesi olarak söz ettiren (ve gerçekte öyle de olan) 413, daha sonra ise eksikleri tamamlanarak piyasaya 424,425 No’lu Kanun Kuvvetinde Kararnameler olarak sürülen yasaların, işlerimizi ve genel olarak yayın hayatını ne kadar güçleştirdiğinden de… Bu ve buna benzer engelleme ve baskılardan söz etmenin, artık hiçbir anlam ve önemi yok. Çünkü Türkiye böyle bir ülke ve bu ya da buna benzer faşist ve gerici yasalarla mücadele ederek onları her ne pahasına olursa olsun aşmak ve delmek, kendine devrimci, demokrat ve Marksist diyen herkesin boynunun borcu. Türkiye’de yayın hayatına başlayan ve sürdürmekte kararlı olan herkes bilecek: Türkiye, basın-yayın ve örgütlenme konularında (ve daha birçok konuda) gezegenimizin en gerici, en tutucu ve en korkak ülkesidir ve yayın hayatında bildiği doğrultuda ilerlemek isteyenler, mevcut yasalardan, ama daha önemlisi, kullanılması hiç bir zaman hiç kimse tarafından engellenmeyecek olan yasal boşluklardan yararlanmak zorundadır. Türkiye’de gerçekleri yazmanın ve yayın yoluyla Türkiye halklarına duyurmanın bir yolu, yasal boşluklardan yararlanmak. Bunun dışındaki yol ise, kendini hiç bir yasa ile sınırlandırma zorunluluğu olmayan özgür basın yolu. Bu yol, devrimci komünistler tarafından pratikte sınanıp çelikleştirilerek bilinen doğrultuda başarıyla kullanılıyor.
Legal, yani yasal yayın, dili, yasal boşluklardan yararlanmada ustalık kazanması ve siyasi ilkelerinden taviz vermeden ne pahasına olursa olsun yayınını sürdürmesiyle önündeki zorlukları aşmak zorunda. Bunun dışında bir yayıncılık yok. Bunun dışındaki yollar tıkalı. Bunun dışındaki yollara bel bağlamak yanlış, ya da eski bir deyimle beyhude. Özgür basın ve onun yayın politikası bir yanda tutulursa, yukarıda saydıklarımız dışındaki yolları zorlamadan legal yayın faaliyeti sürdürmek demek, esasında sürdürememek anlamına geliyor. Keskin ya da sivri tavır ve söylemler ardına sığınarak meydanı gericiliğe bırakmak anlamına geliyor. Sözüm ona ilkeler ardına saklanarak zorluklardan kaçmak.. Görevi, gerçekleri halka duyurarak ve bu temelde halkı bilinçlendirerek gericiliğin teşhirini sağlamak olan basın (ya da daha doğru bir deyimle devrimci basın), ne işe yaradığı pek de belli olmayan (ve işin garibi hiç bir kitapta da yeri bulunmayan) bir “ilke”ye uygun davranmak adına devrimci yayın faaliyetini durdurursa, bu yaptığına ne ad verilir?
Okuyucularımız, bu söylediklerimizle, kimleri kastettiğimizi anlamışlardır. Bunlar, 413, 424 ve 425 sayılı Kanun Hükmünde Kararnamelerin yayınlanmasından sonra, devrimci yayın faaliyetlerine ara veren devrimci dergiler… Bu dergiler, yayınlarına ara verdikten başka, siyasi ilkelerinden ödün vermeksizin yayınını sürdürmekte ısrar eden Özgürlük Dünyası’na veryansın ettiler. İlkelerden taviz verilemezmiş… Hangi ilkeler? Özgürlük Dünyası hangi konuda taviz verdi? Eğer bahse konu olan şey, Kürtlerle ilgili yayınsa, Özgürlük Dünyası özellikle bu kararnamelerin yayınlanması sonrasında bu konudaki yayınına hız verdi. Ve sadece ama sadece bu nedenden dolayı toplatıldı. Eğer sorun kararnamelere karşı mücadele etmek ve onları işlevsiz hale getirmekse, bu, yine, yayın faaliyetini sürdürerek ve bu yasaları zorlayarak olabilir.
Özgürlük Dünyası bunu yaptı, yayınını durduranlar ise, önce, “kazanılmış mevzileri mücadele etmeden terk etmeyelim” gibi güzel bir gerekçeye sarılarak ve onu fetişleştirerek işe başladılar. Yayınlarını durdurdular ve mücadeleyi, kendi yayınları dışındaki yayınlara konu olmaya çalışarak sürdürme yolunu seçtiler. Sonra daha kötüsü, seviyesi her zaman alaylı gülümsemelere konu olan ama aynı zamanda bu yasayı çıkaran ve belki de cumhuriyet tarihinin en baskıcı başbakanıyla konuşmak ve bu şekilde kamuoyu oluşturmak üzere Ankara’ya gittiler.
Bizce bu dergilerin, kamuoyunu kendi devrimci yayınlarıyla oluşturmaları daha doğru olurdu. Devrimci dergi ve gazeteler bu ve benzeri engellemelerle her zaman karşılaşacak. Belki bugünkünden daha ağır baskılara maruz kalacak. Her defasında mevzileri savunmak adına yayınını durdurmak mı gerekir; yoksa baskı, engelleme ve sansüre rağmen söylemek istediğini söylemenin çeşitli biçimlerini yaratarak ve bu şekilde hem mevzilerini terk etmeyerek ve hem de yeni yasaları delerek ve bu konuda ustalık kazanarak mı mücadele etmek gerekir? Yanıtı verilmesi gereken soru budur.
Yayınını durduran dergilerin, yaptıklarıyla, basın dünyasını harekete geçirmeyi ummaları bizce bir yanılgıydı. Yapılanlarla basın emekçilerini kazanmak amaçlanıyor idiyse bu, zaten gerçekleşmiş bir şey. Kaldı ki basın emekçilerini kazanmanın yolu da bu değil. Basın emekçileri her gün dergilerin yaşadığını yaşıyor. Dolayısıyla onları harekete geçirmenin yolu yayınını durdurmak olmaz. Ama amaç, basını kontrol eden ve çeşitli basın kuruluşlarını elleri altında bulunduranlara “demokratik” görevlerini hatırlatmaksa eğer, bu da yanlış bir çaba olur, çünkü bu odaklar, TC’nin birlik ve bütünlüğü için yayınlanan kararnamelerin içten bir destekçidirler ve devrimci yayın organlarına getirilen bu kısıtlamalara karşı olmadıkları gibi, çeşitli nedenlerden dolayı sevinmektedirler de.
Yukarıda değindiğimiz nedenlerden dolayı, çeşitli dergileri bir araya getiren platformlara, İlk günler çağrılı olarak katıldık. Ne var ki bu dergilerin temsilcileri 413,424 ve 425 sayılı KHK’lara karşı mücadelede uygulanacak yöntemler konusunda özgürlük Dünyası’nın anlayışına ters düşen ve bırakalım başarılı olmalarını, uygulanma şansı da olmayan biçimler önermeye başlayınca adım adım bu platformlardan uzaklaşmaya başladık. Çünkü öneriler, ya “miting düzenlenirse kaç bildiri dağıtacak, mitinge kaç kişi getireceksiniz?” gibi yayın organını yayın organı olarak değil, bir kitle örgütü ya da ona benzer bir başka şey olarak ele alan bir anlayışın ürünüydü ya da “matbaa kuralım” gibi hayalci bir yaklaşımı sergiliyordu. Devrimcilerin, dergilerini, dayanışmalarının ürünü olan bir matbaada bastırmaları iyi bir şeydi de, tüm olanakların birleştirilmesi bile bir rotatif almaya yetmezken, 413. sayılı KHK gereğince matbaa kapatılırsa ne olacaktı? Matbaanın kapatılmasını engelleyecek nasıl bir tılsım vardı? Hem henüz tüm olanaklar tüketilmemişken ve pekâlâ da kararnameye rağmen yayın çıkarmak olanaklıyken…
Nitekim dergi platformuna katılan dergiler, ya bir biçimde yayınlarını sürdürmenin yollarını aramaya başladılar ya da buna benzer bir başka yolla çıkış arama durumunda kaldılar. Platform toplamlarından geriye, yalnızca boşu boşuna kaybedilen zaman ve boşuna harcanan enerji kaldı.
Zorluklarla da olsa yayın çıkarılabiliyor ama gelecekte, içinde bulunduğumuz zorlukların daha beteriyle karşılaşmamız mümkün. 2. Takrir-i Sükûn Kararnamesi öyle hafife alınacak bir bela değil. Her şeyden önce kurnazca bir düşüncenin ürünü olduğu belirtilmeli. Çünkü devlet, usta bir manevra ile sansürcülüğün birinci perdesini matbaa sahiplerine havale etmiş durumda. Özellikle Kürtler hakkında yazılan yazıların matbaa sahipleri tarafından kabul edilebilir olması gerekiyor. (Bu noktada dergi yazarları Ezop dilinin en süzülmüşünü kullanmak zorunda.) Yoksa matbaaların, uzun ya da kısa bir süre için kapatılması işten bile değil! İkinci perde, DGM savcılarının… Matbaa sahiplerinden sıyrılmayı başarabilen yazı mutlaka savcılıklara takılıyor. Matbaa sahipleri hiç değilse Kürt sorunu konularında hassas. Kürt sorunu dışına bir konu onları ilgilendirmiyor. Kürt sorunu konusunda tehdit edilmişler çünkü. Komünizm propagandası, bir sınıfın diğer sınıflar üzerinde baskı ve tahakküm kurması ve çeşitli devlet kurumlarına hakaretler DGM savcılarının ihtisas alanına giriyor. Haklarını teslim etmek gerek! En geç iki, bilemediniz üç gün içinde bütün “suç” delillerini toparlayıp toplatma kararını çıkarıveriyorlar. Ancak belirtmek gerek, çoğu kez, herhangi bir gerekçe göstermeksizin de toplatma kararı çıkabiliyor. İstim arkadan geliyor o zaman.
11. sayımızda 1. yılımızı tamamlamış ve durumumuz hakkında genel bir bilgi vermiştik. 3. sayımızla başlayan ve sonraları tuhaf bir gelenek haline gelen tek sayıların toplatılması kuralına uygun olarak o sayımız da toplatıldı. 9. sayımızdan sonra “gelenek” de ortadan kalktı ve dördü dışında tüm sayılarımız DGM savcısının ihtisas alanına girdi. 19.20. sayılarımız, 2. Takrir-i Sükûn kararnamesi sonrasına rastlamalarına rağmen toplatılmamayı başardılar. Böylece yirmi iki sayımızdan dokuzu dışındaki tüm sayılar toplatılmış oluyor. Birinci yılımızda toplanma oranı % 60 iken, ikinci yılımızda bu oran % 75’e yükseldi. Toplam ortalama % 62.5
Açılan davaların büyük çoğunluğu 142 maddeye muhalefetten. Bunların bir kısmı sonuçlandı ve Yargıtay’da kararın kesinleşmesini bekliyor. Üç tanesi para cezasına çevrildi. Karar kesinleşirse 35,5 milyon TL ödemek durumunda kalacağız.
Toplatılan sayılarımızdan iki tanesi kesin olarak beraat etti. Bunlardan biri, dergimizin ilk kez toplanmaya konu olan 3. sayısı. Diğeri de 14. sayımız. Bu dergileri geri aldık, ne var ki, Adliye’nin rutubetli depolarında okunmaz ve kullanılmaz hale gelmişti. Yine de aralarında işe yarar bir miktar dergi var. Dergiler beraat etse bile kullanılmasınlar diye üzerine su dökülerek küflenmeye terk edildiklerinden kuşkulanıyoruz. Dergilerin büyük kısmının çürümüş olması bu kanımızı doğruluyor, ama olsun. Düşmana inat çıkacağız.
Toplatılmalardan dolayı satış grafiğimizi tam olarak verebilmek mümkün değil. Toplatma olmadığı ya da toplamanın geciktiği aylarda Hür-Da’ya verdiğimiz dergilerin % 60-70’i satılıyor. Derginin erken, yani ayın ilk ya da ikinci gününde toplatıldığı sayıların satışı doğal olarak % 30-35’lere kadar düşüyor. Böylesi zamanlarda polis, dergiyi, bölge bayiliklerinden, yüzlük paketler halinde, henüz küçük bayiliklere dağıtılmamışken topluyor. Benzer durumla, çok geç çıkmış toplatma kararlarında da karşılaşıyoruz. Siyasi tercihlerine göre hareket eden bölge bayilikleri var ve bunlar, nasıl olsa toplatma olacak diye, dergileri dağıtıma çıkarmayarak polisin gelip alması için bekletiyorlar. İzmir başbayisi bunlardan biri ve yaptıkları tutanakla da sabit. Tokat başbayii ise Tokat’a sol yayın sokmuyor.
Derginin satışında karşılaşılan pürüzler bunlardan ibaret değil elbette. Polislerin bazen keyfi bazen de örgütlü tutumları sonucu büfe bayileri üzerinde yaratılan baskılar dergi satışını düşürüyor. Büfeciler, Özgürlük Dünyası’nı görünür bir yere koymasınlar diye tehdit ediliyor. Kimi zaman, hakkında toplatma kararı olmasa bile polisler dergilere keyfi olarak el koyuyorlar Dergileri aldıklarında tutanak da imzalamadıkları için, büfe sahipleri, dergilerin parasını, Hür-Da’ya satılmış gibi ödemek zorunda kalıyorlar. Bu yüzden de dergileri görünmez yerlere koyuyorlar, ya da hiç satmama tutumu içine giriyorlar. Okuyucularımızın, bu durumu göz önünde bulundurarak hareket etmeleri gerekiyor. Çünkü bayilerde genel olarak dergi var ve satıcı sormadan dergiyi ortaya çıkarmıyorlar. Kuşkusuz bunlar da aşılacak, aşacağız. Her şeye karşın aylık siyasal-kültürel bir teorik dergi olarak Özgürlük Dünyası en çok satılan dergi durumunda ve bu da bizi sevindiriyor.
7000 civarında bir satış ilk bakışta ve sürdürdüğümüz misyonun geçmişteki yayın faaliyeti göz önünde bulundurulduğunda az gelebilir. “Neden bu kadar az?” diye soranlar oluyor. Evet az. Ne var ki 12 Eylül depreminden geçmiş bir Türkiye’de yaşadığımız düşünülürse, bu rakamın teorik bir dergi için pek az olmadığı görülür. Hemen hemen hiç tanıtımı yapılmadığı, satışı arttırmak için ilan verme yoluna pek az gidildiği (İlan fiyatlarını çok yüksek olduğunu bu arada söyleyelim. Örneğin iki sütuna 5 santimlik, yani 45 santimetre karelik bir ilan Cumhuriyet gazetesinde indirimli olarak 650.000 TL. Cumhuriyet gazetesi dışındaki gazeteler Marksist dergilerin ilanını almıyor. Cumhuriyet, aldığı ilanı 413. KHK’ya göre sansür ediyor vb.) hatırlanırsa, satışların neden arttırılamadığı dahi iyi anlaşılır.
İlan, yalnızca tanıtım açısından önem taşımıyor. Ayın ilk günü çıkma garantisi olmayan dergiler için ilan, okuyucularına, piyasaya çıktığını haberini vermesi açısından önemli. Gerçekten, bazen yasal engellerden, bazen kâğıt bulunamamasından ya da bir başka yasal zorunluluktan dolayı, genellikle söz verilen tarihte çıkılamayabiliyor. Böyle olunca dergi okuyucuları derginin çıktığını öğrenemedikleri için ilan bekleme durumunda kalıyorlar. O arada ilan verilmemiş ve hele hele ardından toplatma kararı da çıkmışsa, dergi satışı epeyce düşüyor. Bu bakımdan ilan verme ile toplatma kararının çıkması arasındaki hassas dengeyi, hem bizim ve hem de okuyucularımızın iyi kollaması gerekiyor. Ne oluyorsa bu arada oluyor çünkü. Türkiye’ye özgü bu kovalamada kimin daha atik olduğu büyük önem taşıyor. “Malı kapan götürüyor”
Özgürlük Dünyası siyasi ilkelerinden ve Marksizm-Leninizm’den ödün vermeden yayınını sürdürecek. Bu süreçte karşılaştığı zorlukları öyle ya da böyle aşacak. Zaman olacak dilini, zaman olacak üslubunu değiştirecek. Ama değişmeyecek olarak kalacak olan şey, doğru bildiğinden emin olduğu görüş ve düşüncelerinin propagandasının hemen her koşulda olanaklı olduğudur. Devrimci basın, koşulları göz önünde bulundurarak gerekli esnekliği uygulamada başarılı olursa, olanakları gerekli enerji ile zorlayabilirse, kalıcı olabilmek ve kalıcı bir yayın geleneğini oluşturmak mümkündür. Yeter ki azmedilsin, yeter ki bu mantık inatla hayata geçirilebilsin.
Özgürlük Dünyası doğru bildiği yolda yürüyecek…

Eylül 1990

Büyük emperyalist operasyon

Irak’ın Kuveyt’i ilhakı ile bütün dünyada emperyalizm, yeni ve bugüne kadar görülenlerin en büyüğü olmaya aday bir gövde gösterisine girişti. Şu ana kadar, başta ABD ve İngiltere olmak üzere, Federal Almanya, Fransa, Avustralya silahlı kuvvetlerinden oluşan bir güç, (buna bir hafta içinde aralarında ispanya’nın da bulunduğu birçok NATO üyesi devlet katıldı) görünürdeki gerekçesi ve uluslararası platformlardaki “meşru zemini” durumunda bulunan “Suudi Arabistan’a karşı muhtemel bir Irak saldırısını önlemek” için bölgeye gelmiş bulunuyor: Çok değil, bir ay öncesine kadar, tüm dünyada barış ve silahsızlanmanın kaçınılmaz bir biçimde bütün devletlerin yeni seçeneği haline geldiğini propaganda eden emperyalistler, şimdi gene aynı propaganda motiflerini kullanarak, Ortadoğu’da bir “kabadayının” bütün “iyi gelişmeleri” baltalamasına karşı birleşmiş görünerek kendi silahlarını şakırdatıyorlar.
Ortalığı kaplayan toz duman içinde, haritalara bakanlar, iki ülke, Irak ve Kuveyt arasındaki olağanüstü düzgün geometrik sınırlan görecekler ve yeryüzünde, böylesine “düzgün” sınırlan olan diğer bütün ülkelerin, yani pek çok Afrika ülkesinin, Orta Amerika ülkelerinin ve bir de özel durumu nedeniyle Avustralya ve Yeni Zelanda’nın, bu patlama noktası ile aynı politik güçler tarafından belirlenmiş bir tarihleri ve daha bir dönem boyunca devam edecek olan bir ortak kaderleri bulunduğunu düşüneceklerdir.
“Cetvelle çizilmiş” bu sınırlar sömürgeciliğin tarihi mirasının kalıntılarıdır ve bugün sürüp giden anlaşmazlıkların ve savaşların kaynağında, özellikle de Ortadoğu’yu bir barut fıçısına çeviren ilişkilerin geçmişinde, bütün haşmetiyle sömürgeciliğin tarihi bulunmaktadır. Haritaların bunca düzgün sınırları göstermesi, kafa kafaya vermiş emperyalist şeflerin milimetrik pazarlıklarının sürüp gelen izleridir. Bu tarz bir bölüşümde belli başlı ekonomik, askeri, siyasi coğrafya faktörleri rol oynar, fakat bölge halklarının iradeleri, talep ve ihtiyaçları hemen hemen hiç bir değer taşımaz. Onlar, haritalarda görünmezler ve üzerinde yaşadıkları toprakların, farklı sömürgecilerden birinin ya da ötekinin egemenlik bölgesi olmaktan başka bir değer taşımadığını, suların ve toprakların kendi emekleriyle değiştirilmiş halinin bir kağıt parçasından ibaret kaldığını ancak, cetvelle çizilmiş sınırların ne tarafında bulunacaklarını kendilerine bir biçimde anlatmak için gelen askeri-politik gücü gördüklerinde öğrenirler. Emperyalistler açısından önemli olan, aşırı kâr çarklarının dönmesine hizmet edecek olan yerüstü ve yeraltı kaynaklandır. Bu yüzden, bu tarz tayin edilmiş sınırlara sahip komşu ülkeler arasında daima bir yeniden düzenleme ihtiyacından kaynaklanan ve her zaman bir tarafın kendisine “tarihi bir haksızlık” yapıldığı iddiasıyla ortaya çıkmasına yol açan sorunlar, halkların iradesi dışında verilmiş kararların, çizilmiş sınırların ürünüdür. Emperyalistlerin kendi aralarındaki paylaşım esaslarına göre çizdikleri bütün sınırlar ve bunlar aracılığıyla dile gelen güncel ve tarihsel sorunlar geçmişe ait egemenlik ilişkilerinin izlerini ve onların bir biçimde devam ettiğini gösterirler. Topraktan başka üretim aracı bilmeyen ve doğal ekonominin kendilerine tanıdığından başka imkân yaratamamış ya da savaştan başka üretim ilişkisi tanımayan insanlar arasındaki kavganın ve çatışmanın ürünü olan sınırlar bir nehri, bir dağı, doğanın hayatlarını etkileyen bir parçasını esas alırdı. Sömürgecilik ve emperyalizm ise, toprağa topografiyi, yeraltı-yerüstü kaynaklarının kullanımı için gerekli teknolojiyi, teknolojinin gerektirdiği ilişkilerin ve bunların korunması için gerekli denizaşırı askeri güçlerin konumlandırılmasının problemlerini getirdiler. Geleneksel ticaret yolları, savaş yollan niteliği kazandı. Toprağın altında ya da üstünde ne bulunduğuyla olduğu kadar, bunların hangi siyasal ve askeri araçlarla korunabileceği ve yönetileceği de önem kazandı. Çünkü sömürgeciler, bir zenginliğin topraktan koparıp almakla kalınamayacağını, bunun taşınması, geliştirilmesi ve sürekli kılınması için mücadelenin de gerekeceğini biliyorlardı. Yalnız toprağın gerçek sahibi bulunan, onu bin yıllardır kullanan insanlara karşı değil, aynı zamanda birbirlerine karşı da.
Bugün yaşanan olayların yüz yıllık bir geçmişi vardır ve günümüzün olayları ile geçmişte olup bitenler arasındaki benzerlik şaşırtıcıdır. Denilebilir ki, emperyalizm ve sömürgecilik yeryüzünde var oldukça, yaşanacak olanlar, yaşanmış olanların daha vahşi, daha karmaşık ve daha çok insanı etkileyen bir tekrarından başka bir şey olmayacaktır.
“Tekrarlanan” tarih
Kuveyt, Avrupa devletlerinin ilgisini, ilk kez Almanların Berlin-Bağdat demiryolunu, Kuveyt limanına kadar uzatmak için harekete geçtikleri 19. yüzyıl sonlamda çeker. Emperyalist ilişkilerin tarih sahnesine biraz gecikmiş olarak çıkan, fakat hızla gelişip diğerlerine yetişerek rekabet gücü kazanan ve yeryüzünün yeniden paylaşılmasını talep edecek güce ulaşmış bulunan Almanların tasarılarını engellemek isteyen İngiltere, Osmanlılara karşı güvence arayan Kuveyt şeyhi ile 1899’da bir anlaşma imzalar. Buna göre, o zamana kadar Osmanlılar tarafından Basra’ya bağlı bir bölge olarak yönetilen Kuveyt’in dışişleri, İngiltere’ye bırakılır. 1914’te Osmanlılarla savaşa giren İngiltere, Kuveyt’te protektora (himaye: uluslararası ilişkiler ve savunma, hami devletin elindedir.) yönetimi kurar… 1923’tc Irak ile Kuveyt arasındaki kuzey sının çizilir… 19 Haziran 1961’de İngiltere, Kuveyt’in bağımsızlığım tanır, Uç gün sonra, Irak, ülkenin etnik ve coğrafi bakımdan kendi parçası olduğunu ileri sürerek, kendisine bağlanmasını ister. İşgal tehlikesi karşısında, Kuveyt İngiltere’yi yardıma çağırır. Temmuz başlarında da İngiltere, Kuveyt’e çıkarma yapar. Bunun ardından, 20 Temmuzda Arap Birliği, Kuveyt’i üyeliğe kabul edince, hem Kuveyt’in bağımsızlığı Arap dünyası nezdinde kabul edilmiş olur, hem de Irak’ın toprak talebi reddedilir. İngiltere’nin Kuveyt’i ayrı bir statü ile ayırmasından sonra bu karan tanımayan ve ardından “esrarengiz bir trafik kazasında ölen” Irak Kralı Gazi, Irak topraklarının çalındığını iddia etmişti. 1958’de Kral Faysal’ı bir darbe ile deviren Abdülkerim Kasım zamanında kriz yeniden alevlenir. 1961’de Kasım, İngiltere tarafından verilen bağımsızlığı tanımayarak, bölgenin Irak’a ait olduğu iddiasını tekrarlayınca, İngiltere, bölgeye gene asker çıkartır. Cemal Abdulnasır bu sürtüşmede “Kuveyt’in yanında “yer tutar! Nasır, bir yandan İngiliz askerlerinin
Süveyş’ten geçmesine izin verirken, diğer yandan “Kuveyt’in bağımsızlığının korunması için” Arap askerlerinden oluşan bir barış gücü kurulmasına da önayak olur.
Irak’ın İran’la arasının bozulmasından sonra (1970), Bağdat, Kuveyt açıklarındaki ufak fakat stratejik açıdan önemli Bubiyan ve Warba adalarının denetiminin kendisine verilmesini istemiş, Kuveyt bu adaların kiralanmasını dahi reddetmişti. Iranla savaş sırasında Kuveyt’in Irak’ı desteklemesi aradaki ilişkileri yumuşatmıştı. Şimdi, Irak’ın “kabadayı” lideri Saddam’ın kişisel hırslarının ve Kuveyt’in küçük bir Ortadoğulu tüccar kurnazlığıyla çevirdiği dolapların bir sonucu gibi gösterilen krizin, aslında bütün bir tarihi ilgilendiren ve bugüne aktarılmış emperyalist mirasın bir sonucu olduğu anlaşılıyor.
Geçmişte yaşanan bu olaylar ve olaylar içinde tarafların oluşması ve ilişkiler, bugün de aşağı yukarı aynen tekrarlanıyor. Bundan sonrası bakımından da emperyalistlerin aynı beklentileri temel alan senaryolar kurmamaları için bir neden yoktur, örneğin, Şubat 1963’te Kasım, BAAS’çı subaylar tarafından devrilerek öldürülmüş ve yeni yönetim, önemli ekonomik yardımlar karşılığında Kuveyt’in bağımsızlığını tanımayı kabul etmişti. Nitekim henüz günümüzdeki kriz bu aşamaya varmamış ve askeri yığınak bu ölçülere ulaşmamışken, ABD başkanı Bush, gerekliğinde bütün “kirli” araçların kullanılabileceğini gösterdi ve CIA’ya Saddam’ı devirmek için bir plan hazırlanması yolunda emir verdiğini dünyaya duyurarak, Kasım’ın başına gelenlerin, Saddam’ın da başına gelebileceğini ima etti. Ne var ki, şu anda, tarihin hiç olmazsa bu noktada tekerrürünü en azından güçleştiren bazı faktörler hareket halinde bulunuyor.
Birincisi: Şu anda Irak’ta Saddam’ın yerine geçebilecek ve emperyalistlerle onların istediği doğrultuda bir anlaşma yaparak “barışı” yeniden getirebilecek güçte herhangi bir muhalefet odağı yok. Örneğin, bu son yıllar içinde Saddam’ın en “sert” muhalifi olarak kendisini göstermiş bulunan ve geçmişte Kasım’ın da devrilmesinde önemli bir rol oynamış olan Kürt örgütleri, “Irak’ı yönetmek” ya da Irak’ın sosyal ve siyasal yapısında köklü bir değişiklik yapmak iddiasında ve isteğinde olmadıkları gibi, ülkenin siyasal hayatında da bir dış darbenin doğrudan unsuru olarak hareket edebilme güç ve niteliğini gösterecek bir konumda bulunmuyorlar. Ancak muhalefetlerinin şiddetlenmesi ve askeri bakımdan da Saddam’ı sıkıştırabilecek bir savaş düzeyine tırmanmaları halinde, Irak egemen sınıflan arasındaki çelişmeleri artırmak ve Amerikan-Batı Avrupa planlarına uygun bir çözümü geliştirmek için zemini hazırlamak bakımından bir etkileri olabilir. Nitekim belli başlı “savaşan” Kürt gruplarının liderlerinin görüşü, Saddam’a karşı Amerika ve Batı Avrupa’nın ve bu arada dolaylı da olsa İsrail’in desteğinin sağlanabileceği bir ortamın doğduğu yolundadır. (1) Geçmiş yılların deneyleri, bu grupların ve örgütlerin, son durumda daima güçlü olanın yanında yer aldıklarını ve kendilerinin bir güç olarak nasıl hareket edeceklerinden çok, belki bir güce ne biçimde eklenebileceklerini hesap etmeye alıştıklarını göstermektedir. Ortadoğu’nun geri egemen sınıfları aracılığıyla temsil edilen halklarının kaderi, kendi politikalarına sahip olmamak ve başkalarının politikaları içinde kendilerine bir yer aramak olarak özetlenebilir. Bu Kürtler için olduğu kadar, Araplar için de geçerlidir. Aşiret reislerinin, “Kralların”, “Prenslerin”, “Emirlerin” sultası altında yaşamın ötesini göremedikleri sürece halklar, politikanın etkin öznesi olamayacaklar, ama daima başkalarının politikalarının nesnesi halinde kalacaklardır. Yukarıda özetlediğimiz “tavır” bunun klasik bir örneğini oluşturmaktadır. Dolayısıyla, geleneksel Kurt muhalefetinin şu anda “havayı koklamakta” olduğu ve içten içe Amerika-Batı Avrupa-İsrail planları içinde kendi yerlerini ayarlamaya çalıştıkları söylenebilir. Diğer muhalefet hareketleri gibi onların da bu planlar bakımından etkin güç haline gelebilmelerinin koşulu, ekonomik ve siyasi bakımdan ambargo altına alınmış bulunan Saddam yönetiminin sıkışmasıdır. Muhalefet, demokratik bir hareket içinde imkân olabilecek bu ortamı, emperyalistlerin amaçlarının aracı olmak uğruna feda etmeye daha eğilimli görünüyor.
Irak’ın siyasi tarihinde önemli bir rol oynamış ve birçok hükümette yer almış bulunan ve Sovyet nüfuzunun temsilciliğini üstlenen “komünistler” ise, bugün sahnede yoktur. Kürt muhalefetinin bir eklentisi halinde hareket etmenin ötesine geçememektedir ve onun gücünden kendisine bir pay çıkarmaya çalışmaktadır. Şii muhalefet ise, genellikle İran tarafından kontrol edilen ve yönlendirilen yapısı dolayısıyla ve bugün İran’ın Kuveyt’in ilhakı karşısındaki hayırhah tutumu nedeniyle, paralize vaziyettedir ve etkili bir halk hareketinin bu akım ekseninde doğması ve emperyalistlerin planlarında bir faktör değeri kazanabilmesi, en azından dengeler bugünkü durumunu koruduğu sürece beklenmemelidir. Diğer yandan, Saddam, kendi halkının darbeci bir çözüme razı olmaması için ve muhalif odakların halk üzerindeki etkisinin güçsüz kalmasını sağlamak üzere tedbirler almış görünmektedir. Kasım’ı deviren BAAS Partisi, bugün Saddam’ın tek başına bütün kademelerine komuta edebildiği bir şef partisine dönüşmüştür ve Irak devletiyle özdeşleşmiştir. Kuveyt’in işgalinin hemen öncesinde Irak’ta 120 subayın idam edildiği yolundaki haberler doğruysa, şu anda ordu ya da parti içinde Saddam’a karşı etkili bir muhalefetin ayakta bulunduğu söylenemez. Dolayısıyla, BAAS partisi içindeki çeşidi fraksiyonlardan birinin Saddam’a karşı darbede rol oynaması, gene iç muhalefeti canlandırıp yükseltecek olan ekonomik ve siyasi tecrit uygulamasının sonuçlarına bağlı olarak mümkün görünmektedir. İşçi ve emekçi yığınların inisiyatifine değil de, egemen sınıf klikleri, fraksiyonları arasındaki çelişmelere ve güç dengelerine dayanarak yürütülen bütün politik muhalefet hareketlerinin özelliği, dış baskılardan ve dış baskılar yoluyla oluşacak olan iç sıkıntılardan medet ummaktır. Irak’ta da “muhalefet” olarak adlandırılan bütün hareketlerin kendilerini bu gelişmeye göre ayarlaması ve beklentilerini emperyalistlerin kumpaslarıyla yönlendirmeleri kaçınılmazdır.
İkincisi: Saddam, son çıkışı ile bütün bir emperyalist dünyayı karşısına alarak, ezilen Arap dünyasının sömürgecilikten uzun yüzyıllar boyu acı çekmiş bulunan halklarının bir bölümünü yanına almış görünmektedir, özellikle, anti-sömürgeci bir mücadele geleneğine sahip bulunan ve batılı emperyalistlerle aralarına zaman zaman belli bir mesafe koymuş yönetimler altında yaşamış Libya, Cezayir, Yemen ve vatansız Filistin halkının duygularının, genel Arap kamuoyunun etkili bir parçasını oluşturduğu düşünülürse, Saddam’a karşı girişilecek bir komplonun Kasım’ı devirmek kadar kolay sonuçlar vermeyeceği, Arap dünyasında sessiz karşılanmayacağı görülebilir. Krizin onuncu gününde, Saddam’a bir “halk desteği” gösterisi de Ürdün’den geldi. Şu nokta güvenle ileri sürülebilir ki, bundan sonraki gelişmeler başta ABD olmak üzere, batılı emperyalistlerin Ortadoğu’daki varlığının nesnel temellerinden birisini oluşturan halk suskunluğunun önemli ölçüde “zayıflamasına”, bir başka deyişle, anti-emperyalist muhalefet hareketlerinin güçlenmesine yol açacaktır. Elbette bu muhalefetin, Saddam gibi bir temsilcisi aracılığıyla dile gelmiş ve onun eylemiyle başlangıç bulmuş olması, bundan sonraki gelişmeleri de önemli ölçüde yaralayacak ve muhalefetin ilerici muhtevasında onarılması zor boşluklar açacaktır.
Başlıca bölge ülkelerinin ve emperyalistlerin tutumu
Bundan sonraki gelişmelerde, Arap anti-emperyaliz-minin daha sağlıklı ve kendi güçlerine güvenen bir yol izlemesinin önemli bir koşulu da, SB’nin bölge halkları ve milliyetçi güçleri üzerindeki Arap halklarının aleyhine olan nüfuzunun ve “anti-emperyalistlerin dostu” olma imajının ortadan kalkmasıdır. Kuşkusuz bunun ilk koşulu, Arap işçi ve emekçilerin ulusal harekete kendi ağırlıklarını koyarak, işbirlikçi Arap burjuvazisinin daima bir emperyaliste dayanarak diğerine karşı mücadele etme biçimindeki geleneksel politik belirleyiciliğini tecrit edebilmeleridir.
Sovyetler Birliği’nin sosyalist olduğu dönemlerden kalan itibarı, revizyonistlerin iktidara geldiği yıllar boyunca kötüye kullanılmış ve daima mücadelenin ve devrimci-ulusalcı hareketlerin ilerlemesinin önünde engel teşkil etmiştir. Sovyetler Birliği bu tarihi mirası, darbeciler arasındaki rekabette, egemen sınıflar arasındaki çelişmelerde birinden yana diğerine karşı tavır koyarak ve sözde “kapitalist olmayan yoldan sosyalizme geçiş” yolunu genelleştirerek kendisine bağlı ülke sayısını artırmak ve hegemonyasının sınırlarını genişletmek için kullanmıştır. Arap ülkelerinde, uzunca bir dönem “ilerici Arap rejimleri” adıyla anılan, gerçekte ise daima askeri-bürokratik baskı rejimleri olarak kendi halklarına kan kusturan rejimleri desteklemiştir. Bugün SB’nin, kuvvet kullanımı sorununda, uluslararası bir mutabakatın bulunmasını ve kontrolün hiç olmazsa hukuki bakımdan BM Güvenlik Konseyinde olması koşulunu ararken, iki noktayı göz önünde tuttuğu düşünülebilir: Birincisi, batılı emperyalistlerin bu biçimde girdikleri Ortadoğu’dan nasıl ve hangi koşullarla ayrılabileceği SB açısından tedirgin edici ve gelecek bakımından karanlık bir sorudur. İkincisi, SB, bölge ülkeleri ve özellikle de bir dönem kendilerine güven verdiği halklara karşı düştüğü duruma bir çıkış ararken, “saldırgan batı bloğunun yanında” görünmeyi istememektedir. Bu ikincisi nihayet somut girişimlerin arkasını besleyecek bir psikolojik faktör olarak değerlendirilebilir. Ne var ki, egemenlik mücadelesinin kazandığı bu boyut içinde, geleceğe ilişkin hesaplar bakımından daima önemli rol oynamaya adaydır. SB, şu anda, dış ilişkiler bakımından en fazla güçlüklerle karşı karşıya bulunduğu bir dönemden geçiyor. (Yüzyıl’ın 3. sayısında SB başbakan 1. yardımcısı Voronin’in Türkiye’de bir kokteylde şu mealde konuştuğu yazılıyor: Irak, Kuveyt işgalinden önce bize danıştı. Yeşil ışık yaktık. Perestroyka’nın finansmanı için 50 milyar dolar kaynağa ihtiyacımız vardı ve Batılılar bu kaynağı sağlamıyorlardı. Ortadoğu’da kaos işimize gelecek, altın rezervlerimiz ve uluslararası piyasada fiyatların yükselmesine bağlı olarak petrolümüz değer kazanacaktı. Nitekim kriz sonrası gerekli kaynağın önemli bölümü bu yolla sağlanmış oldu.) Kendisine askeri ve siyasi bakımdan manevra yeteneği kazandıran belli başlı müttefikleriyle olan ilişkisinin biçimi önemli ölçüde değişmiş, en azından büyük bir çoğunluğu üzerindeki belirleyici etkisini kaybetmiştir. Dünyanın belli başlı “sıcak” noktalarındaki dolaysız ve dolaylı müttefikleriyle SB arasındaki ilişkiler, “yumuşama süreci”nin kurbanı olmuşlardır. SB, batılı emperyalistlerle aralarındaki ilişkileri yumuşatmak için hegemonya alanlarını ya isteyerek ya da artık elde tutma imkânlarını tümüyle kaybetmiş olması nedeniyle eskisi kadar kontrol edemez duruma gelmiştir. Latin Amerika’da bugün dayanacağı fazla güç kalmamıştır. En büyük destekçisi ve dostu durumunda bulunan Küba’ya ihanet etmiştir ve bunu, Castro’nun kellesini isteyen ABD ile bu konuda da işbirliği yapmaya kadar götürmüştür. Daima soğuk ve çıkarcı bir yaklaşımla ele aldığı Nikaragua devrimi ise, kendi sorunlarına boğulmuş ve buradaki Sovyet etkisi, yerleşik bir faktör değeri kazanamadan ve Küba ile olan ilişkisi de kopmuş biçimiyle tamamen zayıflamış ve eriyerek etkisizleşmiştir.
Afrika ilişkileri bakımından da SB geçmiş yıllara oranla büyük ölçüde gerilemiştir. Başlıca uydusu olan Etiyopya, iç savaşın ve Tigre halkının devrimci vuruşlarının etkisiyle iyice zayıflamış durumdadır ve SB’nin bu ülkeyi, Ortadoğu ilişkilerini kontrol edebilmekte kullanmasına imkân vermeyecek bir sıkışıklık içindedir. Kübalı askerler aracılığıyla kontrol altında tuttuğu diğer ülkelerde de, örneğin Angola’da da, Sovyet etkisi, eski yüksekliğinde değildir.
Gene de SB, krizin bir biçimde fakat batılı emperyalistlerin müdahalesi ile ve genel olarak Arap gururunun incinmiş olmasını içerecek tarzda çözülmüş olmasının sonunda kendisine yeni ve değişik bir hareket alanı bulacağını düşünebilir. Bu bağlamda, Amerikan aleyhtarlığıyla beslenecek olan Arap kamuoyunun tepkilerini kendi kanallarına akıtmaya çalışmak için mekanizmalar arayışına şimdiden girişmesi beklenmelidir.
Ortadoğu’daki “en sağlam kalesi olan Suriye,” gene SB’nin elleriyle Mısır-İsrail-ABD planlarının eksenine itilmiştir ve bu bakımdan da SB’nin Suriye üzerinde sağlayabileceği avantajlar kısıtlanmıştır. Gene de, Arap Barış Gücü içine Suriye silahlı kuvvetlerinin katılmış bulunması, ileride SB’nin hanesine yazılabilecek kazançların başlıca imkânı olarak görülebilir. SB’nin şu andaki tek dolaylı katılımı, o da oldukça uzak ve zayıf bir nitelikle, bu son katılım sayılabilir. Sovyetler Birliği-Suriye ilişkileri ve özellikle Amerikan emperyalizminin Ortadoğu’daki çıkarlarının İsrail tarafından korunması ve ifade edilmesine karşı daima güçlü bir ordu ve uluslararası destekle güçlendirilen Hafız Esad yönetimi, bir süredir, Mısır’la ilişkilere zorlanarak Filistin-Lübnan sorunlarının “İsrail’in de kabul edebileceği bir çerçevede” çözülmesine yardımcı olmaya yönlendirildiğinden ve bununla ilgili olarak Mısır’la görüşmelere zorlandığından (bizzat Gorbaçov tarafından) bu yana, bölgede yalnızca ikinci elden güçleriyle (Emel örgütü vs.) (2) boy gösteriyordu ve bu İsrail ile olan yakınlaşması bakımından olduğu kadar, örneğin, Hizbullah’a karşı girişilen ve İran’ı tedirgin eden hareketlerde de açığa çıkmıştı. Suriye, İsrail ve Irak tarafından çevrilmiş durumda. Diğer komşusu Türkiye ile arası hiç bir zaman iyi olmadı. Karşılıklı suçlamaların eksik olmadığı bu ilişki, zaman zaman tehlikeli gerginlik işaretleri de verdi. Bütün bunlar hâlâ geçerliliğini koruyan sorunlar halindeyken Sovyet desteğine de artık güvenmeyen Hafız Esad, geçen yıldan beri aradığı hiç olmazsa üzerindeki İsrail baskısını azaltma ve Amerika ile daha yakınlaşma fırsatını Irak’ın tavrı dolayısıyla ele geçirebileceğini umabilir. Nitekim Hafız Esad, son Mısır gezisinde, Mübarek’in barış planına olumlu yaklaştığı izlenimi verdi. Bu, Suriye’nin Filistin konusundaki eğilimlerine de uygundur. Çünkü İsrail ve Suriye’nin çıkarları, Filistin konusu bakımından önemli ölçüde birbirine benzemektedir. Suriye de, İsrail kadar bağımsız bir Filistin ihtimalinden rahatsızdır; bugün Lübnan’da bulundurduğu ve Irak’ın Kuveyt sorununun çözümü için çekilmesini koşul olarak ileri sürdüğü ordusu, İsrail’den çok Filistin halkına yöneliktir. Eğer İsrail’le aralarında uzun süredir en önemli gerginlik konusu olan Golan Tepeleri’ni geri alabileceği bir ilişki bulabilirse, Filistin sorununun çözümünde İsrail’le birlikte hareket edebileceği, gözlemcilerin ortak kanışıdır. Suriye, Körfez savaşında İran’ı tek taraflı olarak destekleyen Arap ülkelerinden biriydi. (Diğerleri, Güney Yemen, Libya ve Cezayir’di). Bununla beraber, Suriye’de Muhalefet, özellikle Arap sorunlarına ve Filistin halkına karşı duyarlı olan halk, Saddam’ın içi boş da olsa, anti-emperyalist ve anti-Siyonist hava estiren tavrının etkisiyle, Esad’ın daha geri ve dolaysız bir işbirlikçi durumuna girmesini önleyecek tepkiler geliştirebilir. Hafız Esad, özellikle örgütlü bir güç olan “Müslüman Kardeşler”in değerlendireceği böyle bir fırsatı yaratmaktan çekinecektir. Kaldı ki, uzun süreli bir kriz içinde, Irak’la bütün bağları koparacak ve Arap dünyası içinde yalnızlığa yol açacak bu tavır, deneyli bir diktatör olan Hafız’ın kendi hesaplarına da aykırı düşecektir.
İran’ın, bu aşamada Kuveyt emirini doğrudan doğruya desteklemesi, ya da Irak’a bu müdahalesinden dolayı sıcak bir karşılık vermesi düşünülemez. Ancak İran, krizin ilk günlerinde sorunun bölgesel bir çerçeve içinde çözülmesinden yana göründü ve uluslararası bir harekâta karşı soğuk tavır takındı, özellikle, sorunun çözücü gücü olarak İsrail’in kullanılmasının bölgeye “yabancı” akışının İran açısından en kötü biçimi olacağı düşünülebilir. Bu yüzden, bir dış müdahale olacaksa eğer, bunun Türkiye eliyle ve İran desteğiyle, mümkünse eğer Suriye’nin de katılabileceği bir kombinezon içinde gerçekleştirilmesinin İran bakımından en elverişli sonuçları doğuracağı yorumlan yapıldı. Kısaca İran, Amerikan-Sovyet-Avrupa güçlerinin birleşik bir ifadesi ve vurucu gücü olarak hareket edecek bir İsrail’e karşı olduğu gibi, aynı rolün Türkiye tarafından oynanmasına da karşıdır. 23.7.1990 tarihli GÜNEŞ, “İran’dan Irak’a Destek” başlıklı bir haber yayınladı. Buna göre, İran’da yayınlanan ve Rafsancani’ye yakınlığı ile bilinen “Tahran Times” gazetesi Kuveyt ve BAE’yi OPEC kararları çerçevesine çekmek için Saddam’ın atacağı pratik adımların destekleneceğini yazdı. İngilizce yayınlanan “Kayhan International” ise, “Kuveyt ve BAE’nin geçmişteki akıl dışı davranışlarıyla birçok düşmanlık gösterdiklerini ve OPEC’in Cenevre’de yapılacak bakanlar toplantısında diğer ülkelerden iyi niyet beklememesi gerektiğini” bildirdi. Şu ana kadar İran, kriz karşısında en soğukkanlı ülke olarak göründü. Anlaşılan, İran geleneksel düşmanları arasındaki bu çatışmanın sonuçlan üzerinde çalışmayı, başlangıçta ve acele verilmiş bir kararla krize müdahale etmekten daha elverişli görüyor.
Mısır, başlangıçta kendisine arabuluculuk rolünü uygun gördü. Irak hakkında ve özellikle Saddam söz konusu olduğunda dikkatli ve “sut sıvazlayıcı” bir dil kullandığı dikkat çekti. Mübarek, Kuveyt’in işgalinin ilk günlerinde “Saddam Hüseyin’in soğukkanlı ve nesnel temellere dayanan bilgece politikasıyla bu sorunun üstesinden geleceğine” olan inancını belirtti! Fakat herkes, Mısır’ın Amerikan politikalarının Arap dünyasındaki sözcüsü olduğunu bilerek, bu iyimserlikteki ikiyüzlülüğü tespit etti. Son durumda Mısır, NATO kuvvetlerinin yanı sıra Suudi Arabistan’da konumlandırılan “Arap Barış Gücü”nün içinde yer alıyor. Bu tutumuyla Nasır’ın 1961 ‘deki tutumuna paralel düştüğü izlenimini vererek, Arap dünyası karşısında da kendisini savunabileceği bir pozisyon buluyor.
Ve Türkiye
Türkiye, Körfez krizinin hemen öncesinde, krizle beraber unutulan bir başka önemli gerilimi, Suudi Arabistan ile yaşamıştı. Hac sırasında ölen Türkiyeli hacılarla ilgili görüşmelerde Suudi tarafı, olayla ilgili hemen hemen hiçbir sorumluluk almadı ve Türkiye’nin taleplerini geri çevirdi. Bu trajik olay, hac öncesinde ortaya çıkan “kota krizi”nin ilginç boyutlarını ve Türkiye ile Suudi Arabistan arasındaki ilişkinin karmaşık, dolaylı yapısının bir bölümünün günışığına çıkmasına yardımcı oldu. Suudi Arabistan Kralı Fahd’ı, “zalim Haccac’ın soyundan gelen” olarak niteleyen ve ona karşı “inkılâp” isteyen Türkiye’deki radikal Müslüman çevrelerin dergisi “Objektif”, henüz hac, yüzlerce insanın feci ölümüyle sonuçlanmadan önce, Suudi Arabistan ile Türkiye arasındaki çelişkinin “su sorununa bağlı” olduğunu yazdı. Buna göre, Irak’ta yapılan Arap Zirvesinde, Suriye ve Irak, Arap ülkelerine Türkiye’ye yaptırım uygulanması konusunda baskı yapmışlar ve Suudi Arabistan, bunun sonucu olarak “hac kotası” uygulamasını getirmişti. Türkiye, özel olarak İranlı hacılarla ilgili olarak alınmış bu kararın daha önce Türkiye’ye karşı hiç uygulanmadığını, kaldı ki özel olarak İran’a karşı alınan bu tedbirde kendisinin de imzası bulunduğunu söyleyerek, kota uygulamasını kaldırılmasını istedi. Suudi Arabistan’a kadar giderek bu isteği öne süren Devlet Başkanı Cemil Çiçek’e Kral, cevap verme tenezzülünde dahi bulunmadan, kendilerinin bir bakanının konuyla ilgili olarak Türkiye’ye geleceğini bildirmekle yetindi. 10 Haziranda Türkiye’ye gelen Suudi Bakanı, “Hac konusunda kota artırımının gerçekleşemeyeceğini” bildirerek ülkesine döndü. TC, su konusunda geri adım atmamasının karşılığını, Suudi Arabistan’dan böylece almış oluyordu. Suudi Arabistan’ın cevabı, bu konuda Irak ve Suriye’nin yanında yer tuttuğunu gösteriyordu ve “su yoksa hac da yok” anlamına geliyordu. Konu, Türkiye ile Suudi Arabistan arasında ciddi bir gerginlik boyutu kazanınca, Suudi Arabistan Konsolosluğu, mahiyeti pek anlaşılmayan bir açıklama yaparak :”Türkiye Cumhuriyeti’ni, Türk halkına gerçekleri açıklamaya çağırdı. Müslüman “Objektif dergisi, “Nedir bu gerçekler?” diye soruyordu.
“…..Suud’un ricasıyla savaşta zor durumda kalan Irak’a yardım için yapılan ‘kıyaklar’ mı? Nedir bu gerçekler, Suudi İşleri bakanı Cemil Çiçek’in daha önce de defalarca ziyaret ederek Afganistan’daki fitne unsuru Azadbeg’e aldığı petrodolarlar mı? ABD koordinesinde iki güçlü müttefik Suud ve TC’nin bölge üzerindeki ortak karar ve çıkartan doğrultusunda yaptıkları mı?” (3)
Şu anda Türkiye, “su ve petrol” kavranılan eksenine oturtmaya çalıştığı Ortadoğu politikalarını, krizin getireceği yeni ilişkiler boyutu içinde yeniden gündeme sokmak için bir fırsat yakalamış gibi görünüyor. Ceyhan ve Seyhan nehirlerinin suyunu Suudi Arabistan’a “barış suyu” adı altında satarak onu Suriye ve Irak’ın Dicle-Fırat sulan üzerindeki hak iddialarıyla başlattıktan kavgada taraf olmaktan çıkarmaya çalışırken, “suları İsrail’e satacak” propagandasıyla geri çekilmiş olmasının sonuçlarını da böylece zayıflatmış olmayı ummaktadır. Suudi Arabistan’ın kendi yerinin “Arap kardeşlerinin” değil, “Amerika’nın bölgedeki en güçlü müttefiki ve NATO’nun tek Müslüman üyesi” olan Türkiye’nin yanı olduğunu da anlaması ve son olaylardan çıkarılan “önemli bir ders” olarak bir kenara yazması da Türkiye’nin beklentileri arasındadır.
Diğer yandan, Irak’ın içine düşebileceği bir siyasal krizin, Kürt sorununa da hangi yeni unsurları katabileceği şimdiki halde belirsizliğini korumaktadır ve Türkiye, özellikle bu konuda başına örülebilecek bir çorabın, “jeo-strateji” teorileriyle çözülemeyecek kadar “içsel” bir boyut kazanacağından emindir. Nitekim Türkiye’nin Irak karşısında açık bir pozisyon almasına karşı olan muhalefet çevreleri, Irak’ın özellikle iki noktada değerlendirilmesini istiyorlar. Birincisi, Irak, “hemen yanı başımızda” bağımsız bir Kürt devletinin kurulmasına karşı bir güvence olarak görülüyor. İkincisi Irak, radikal İslam hareketlerinin, “İslam devrimi” akımının Ortadoğu’da yaygınlaşmasına karşı bir güvencedir! Ayrıca Irak’ın da bir İslam ülkesi olması ve Ortadoğu ilişkileri bakımından vazgeçilmez bir güç olarak kalması da gelecekteki ilişkiler bakımından değerlendirilmesi gereken önemli bir özellik olarak vurgulanıyor. Kuşkusuz, bu bağlamda, Türkiye-Irak boru hattının ekonomik önemi ve boru aracılığıyla geliştirilen siyasal kontrol mekanizmaları da hesaplara dâhil ediliyor. “İsrail bile henüz devrede yokken” ve kriz, diplomatik araçlarla çözüm imkânını henüz kaybetmemiş gibi göründüğü bir anda Türkiye’nin kendisini ortaya atması, burjuva muhalefet çevrelerinde derin bir endişe yaratmış bulunuyor.
Diğer yandan, Türkiye, kriz şu ya da bu biçimde sona erdiğinde, dış politikasının temel eksenlerinde de, bu zamana kadar açıklık kazandırmaktan çekindiği bazı yenilikler yapmak zorunda kalabilir. ABD ve Batı Avrupa, Türkiye’ye “NATO’nun yeni pozisyonu” bakımından yeni bir rol biçme arayışındadır ve rolün içeriği, aşağı yukarı, “Mısır-Suudi Arabistan-İsrail” ekseni” olarak tanımlanan kombinezona dâhil edilmek olarak görünüyor. Bazı yetkili NATO çevreleri -ki bunlar arasında İtalya da bulunuyor- NATO’nun bundan böyle, İslam dünyasından doğacak tehlikelere karşı bir örgüt niteliğine bürünebileceğini ileri sürüyorlar. İslam’ın emperyalizm için ciddi bir tehlike halini alması, doğrudan doğruya “İslam devrimi” kavramı ekseninde hareket eden güçlerin daha uzun bir süre belirleyici önemini koruyacağı hesap edilen petrol üzerindeki kontrolü ele geçirmeleri halinde söz konusudur. Milli bir petrol politikasının geçmişteki mimarlarından Musaddık, İslami bir iddia ve renk taşımayan reformlarıyla emperyalizmi telaşlandırmıştı. Şimdi Arap ülkelerinde milliyetçilik, kendisini daha çok İslam devrimi sloganlarıyla ifade ediyor. Şu halde emperyalizmi kısa vadede asıl korkutan, İslamiyet değil, ulusalcılıktır. Bu akımların İslam dünyasında (son zamanlarda Cezayir’de kendisini gösterdiği gibi) devlet yönetimi düzeyinde etki kazanması, özünde emperyalist sermaye sistemine karşı bir tehdit niteliği taşımamakla beraber, varlığını Ortadoğu ve Afrika petrol yataklarına bağlı gören tekelleri sıkıştıracak bir rekabet gücü doğurabilecektir. Sanayi ve ulaşım bakımından, olduğu kadar, yan ürünlerinin tüketimi bakımından da büyük ölçüde petrole bağımlı olan kapitalist dünya, bu kaynaklar üzerindeki dolaysız-dolaylı denetimini sürdürmeye kararlıdır ve İslam’ın asıl tehlikesi, bu denetimin en azından dolaylı bir hal almasına yol açacak potansiyelleri taşıyor olmasındadır. Kendi petrolü kendisine yeter düzeyde olan ve halen dünyanın en büyük petrol üreticisi ülkelerinden biri durumunda bulunan Sovyetler Birliği ise, Ortadoğu petrolünün siyasi fonksiyonlarıyla ilgilidir ve batı emperyalizmi üzerindeki etki gücünü, Ortadoğu üzerinden sağlayacak araçlara daima büyük önem vermiştir. Bu yüzden Türkiye’nin bölgedeki varlığını yalnızca askeri bakımdan güçlendirmek ve etkili konumda tutmak, Batı’ya yetmemekte, onun “laik bir cumhuriyet” olarak siyasal rejimini sürdürmesi de emperyalizm bakımından şu anda önem taşımaktadır.
Türkiye açısından son kriz, bir çok iç ve dış ilişkiye yeni faktörler eklerken, kendi konumunun NATO açısından tartışılması sırasında öne sürdüğü bir çok tezi savunmak için de yeni imkânlar elde edebileceği umudunu doğurmuştur. Türkiye sorunun teorik cephesinde, kendi “jeo-stratejik öneminin” kanıtlandığının propagandasını yapıyor. Körfez petrolü ekseninde dönen olaylar, Türkiye’nin kendisiyle ilgili her uluslararası platformda savunduğu tezlerinin yeni bir gözle değerlendirilmesinde ısrarlı ve kararlı davranabilmesi için kapılar aralamış gibi görünmektedir. Türk dış propagandası, bu temaları şimdiden işlemekledir ve kriz sonunda batının önüne uzatacağı faturanın muhtevası hakkında herkesi uyarmaktadır. Bununla birlikte, Türkiye, Irak’a karşı gerek Birleşmiş Milletler, gerekse uluslararası başka emperyalist platformlarda alman kararların uygulayıcısı olarak görünmeyi isterken, bunun gerçekleşmesi koşullarında başına gelebilecekler için de hayli endişelidir. Bu yüzden bir “sıcak görev” teklifi karşısında, yalnızca Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyinin almış olduğu kararların arkasında bulunmasıyla yetinmek istememekte, Amerika’nın ve Sovyetler Birliğinin tereddütsüz desteğini, Avrupa’nın “kıymet bilirliğini”, petrol zengini Arap ülkelerinden daima bekleyip bir türlü cevabını net olarak alamadığı “İslam kardeşliği” avantajlarını da somut olarak görmek istemektedir. Kısaca bu beklentiler, şöylece özetlenebilir: Sürekli olarak uluslararası platformlarda gündemde tutulan Kıbrıs sorununda Türkiye’nin tezlerini göz önüne alan bir yaklaşımın özellikle de Amerika ve belli başlı Batı Avrupa etkili devletlerinin bu konudaki “Yunanistan yanlısı” tutumunda bir gevşemenin sağlanması. Avrupa Topluluğuna giriş konusunda çıkarılan engellerin ve erteleyici, savsaklayıcı tavrın giderilmesi, “jeopolitik ve jeo-stratejik öneminin” yeniden kabul edilmesi… NATO’da düşünülen değişikliklerin, kendi “önemini” sarsmayacağına dair açık belirtiler, garantiler, En azından prensip olarak, bu önemin vurgulanması… Savaş söz konusu olduğunda ya da daha şimdiden belirmiş bulunan iktisadi kayıpların “tatmin edici bir ölçüde” karşılanması… Suudi Arabistan ve diğer Körfez ülkeleriyle, petrol avantajlarını ilerleten bir yakınlaşma. Bu, Türkiye’nin kendileri için çok önemli bir şemsiye olduğunun anlaşılması sonucuna bağlı görünüyor. Bu yüzden şu andaki yönetimiyle Türkiye, yalnızca herhangi bir Arap ülkesinden batıya yönelecek tehlikeler karşısında batının gücü olarak değil, aynı zamanda Arapların birbirleri arasındaki çatışmalarda da “iyi tarafın” yanında yer tutacağına güvenilir bir ülke olmak, Araplar-arası çatışmaların ya da devrim ihtimallerinin önleyici gücü olarak kabul görmek istiyor. Sovyetler Birliği’nin “batı için bir tehdit olmaktan çıktığı” koşullarda, Türkiye kendisini kabul ettirmek için batıya yönelik “yeni ve ciddi” tehlikelerin bulunduğunu gösteren her fırsatı değerlendirmeye çalışmaktadır. Bu kanıt, bugün Saddam eliyle gelmiştir, yarın bir devrimci gelişme ile gelebilir, önemli olan petrolün ve siyasal hegemonyanın daima “korunma” ihtiyacı ile karşı karşıya bulunacağının ve bunun Türkiye aracılığıyla gerçekleştirilebileceğinin kabul ettirilmesidir. “Jeo-strateji-Jeopolitik” kavramlarının açık anlamı budur.
Ekonomik ambargonun boyutları ve muhtemel sonuçları:
Irak, bir ekonomik ambargoya ve giderek bunun askeri güçler aracılığıyla yürütülen bir ablukaya dönüşmesi koşullarına ne kadar dayanabilir? Irak’ın bütün ekonomik gücü petrole dayanıyor. Ambargonun etkili bir biçimde uygulanmasının başlıca koşulu, petrolün sevk edilme yollarının tutulmasıdır. Bu bakımdan, Suudi Arabistan ve Türkiye üzerinden işleyen boru hatları ve tanker işleyişinin başlıca yolu olan Körfez büyük önem taşıyor.
Irak kendi nefes borularım kapamayı hedefleyen ambargo karan karşısında yeni pencereler açabilmek için şimdilik oldukça etkili olduğu gözlenen bir atak yaptı: Ortadoğu’da şu anda işgal altında bulunan bütün topraklara ilişkin problemlerin “tarih sırasına göre” ele alınmasını, bu cümleden olmak üzere de, İsrail’in Filistin’den, Suriye’nin Lübnan’dan çekilmesini ve Suudi Arabistan’da üslenmiş bulunan bütün batılı kuvvetlerin ülkelerine dönmesini, kendisinin Kuveyt’ten çekilmesinin başlıca koşulu olarak ileri sürdü. Arap kamuoyunu bölmeye ve kendi yanında bir güç birikimi sağlamaya yönelik “İşgal Altındaki Topraklar Planı” karşısında, Sovyetler Birliği “zamansız ve uygulama imkânı olmayan bir öneri” değerlendirmesini yaptı. Bu, aynı zamanda, “zamanında ve uygulama imkanlarıyla birlikte yapıldığı taktirde benimsenebilir bir öneri” anlamına da geliyor.     Arap kamuoyu ise, anlaşılır nedenlerle, bu öneride, İsrail’e, ABD’ye ve uzun yıllar sömürgeci baskısını tadıp tanıdığı diğer batılı ülkelere karşı savaşçı bir çağrı görerek sevindi. Irak’ın ambargoyu delmesi için elverişli coğrafi ve siyasi etkileri barındıran Arap ülkeleri halkları bu öneriyi coşkuyla karşıladı. Böylece, Saddam’ın ablukaya alınması bir yana, bir ambargonun gerçekleşebilme-sinin koşullarının da hayli engeli olduğu görülebiliyor. Nitekim ambargo zinciri, Irak’ın karayolu bağıntılarının önemli bir kısmını sınırlan içinde tutan Ürdün’de kırıldı. Ürdün’ün Akabe limanı ile Irak arasında karayolu sevki-yatına izin vermesi, Irak’ın karayolu ile temel gıda ve diğer tüketim maddelerinin temin edebilmesinden daha önemli olarak, siyasi bir başarıya işaret ediyor.
Uzun süren bir ekonomik ambargoda, Irak’ın asıl sıkıntıyı besin maddeleri bakımından çekeceği yolundaki tahminler, Ürdün’ün bu tavrını esaslı bir unsur olarak hesaba kalmamışlardı. Irak’ın ihraç kapasitesi olan başlıca tarım ürünleri pirinç ve hurmadır. Tahıl ithal etmek zorundadır ve bu alanda fazla stoku olmadığı belirtilmekledir. Krizin ilk günlerinde, Irak’ın üç aylık pirinç, iki aylık buğday, arpa ve fasulyesi bulunduğu belirtiliyordu, mısır stoku ise iki haftalıktı. Yeni mısır ürünün tarladan kaldırılmasına ise allı hafta kadar bir zaman kalmıştı. Ne var ki, bu türden bir savaşta, gıda maddeleri yokluğu ambargo olsun olmasın çekilir. Ve savaşta, gıda maddelerinin sıkıntısından çok, bunun yarattığı politik sonuçlar önemlidir. Şimdi Saddam rejimi, ambargonun sıkıntılarını siyasi avantaja çevirmenin gayreti içindedir.
Arap kamuoyunu yanına almaya ve Arap devletleri arasında bir bölünmeye yol açan plan gibi, Irak, uluslararası petrol şirketleri arasında da bir bölünme yaratabilecek ve bunların kendi devletleri üzerindeki baskısına yol açabilecek önlemler için İran’la olan savaşta kazandığı deneylere sahiptir ve şimdi de bu yönde adımlar atabileceğine dair işaretler görünüyor. Batılı petrol şirketlerine, şu anda 30 dolar civarına yükselmiş bulunan petrol fiyatlarının cezp edici bir biçimde altında fiyatla petrol satacağını gösterebilirse, şirketlerin emperyalist devletler üzerindeki baskısı, ambargonun da ablukanın da kırılmasına yol açabilir. Ancak, Kuveyt’in işgalinin yarattığı bunalım içinde siyasi çıkartan ve uzun vadeli ekonomik hesaplan daha ağır basmakta olan devletler, buna bir süre daha direnebilirler ve Irak’ın böyle bir planı yürütebilmesinin imkânlarını kendi ellerinde tutabilirler. ABD’nin diğer batılı petrol tekellerine Irak’ın “ucuz petrol” tuzağına düşmemeleri için uygulayacağı böyle bir” baskı, enflasyon tehlikesinin baş göstermiş bulunduğu Batı Avrupa ülkelerini uzun süre aynı politik çizgi üzerinde kalmaktan alıkoyacak yeni çelişmeler doğurabilir. Nitekim ablukaya dönüşmeye yönelen ambargo karşısında, işin bu boyutunu da hesapladığı anlaşılan emperyalistlerden başta Irak’ın öteden beri en büyük silah kaynağı durumunda bulunan Fransa, sonra da Kanada tepki göstermiştir ve batılı devletlerarasında bu konuda da bir ayrılığın işaretleri henüz her şey yeni iken baş göstermiştir.
Sonuç olarak emperyalizmin Ortadoğu operasyonu, dünyanın bu bölgesinde düğümlenmiş bulunan karmaşık binlerce bağıntının içyapısını ve onların her birinin çelişik ve birbiriyle çatışmalı karakterini ortaya dökmüştür. Her biri kendi hareketine ve diğerleri üzerindeki etkisine sahip olan bu bağıntıları, “karşılıklı bağımlılık” ilkesini “uluslararası barış ve denge” formülasyonunun merkezine oturtmuş bulunan ve savaşların imkânsızlığı konusunda herkesi ikna etmeye çalışan sosyal-emperyalizmin teorisyenlerini de, nükleer silahların sınırlanmasıyla barışın gerçekleşeceğini vazeden emperyalist propagandaları da yalanlayan gerçekler olarak değerlendirebiliriz. Bu operasyon, iki süper gücün birbirleriyle anlaşarak her şeyi barış ve huzur içinde çözebileceği yolundaki emperyalist propagandanın sahteliğini ve buna inananların saflığını da açığa çıkaracaktır.
Olayların yapısı ve gelişme doğrultusu, “Amerikan emperyalizmine karşı Saddam’ın desteklenmesi” sloganını atanların da gerici bir konumda bulunduğunu göstermektedir. Saddam rejiminin cinayet ve terörünü yakından tanımış olanlar, bugünkü koşullarda, bu rejimin ayakta kalmasına ya da bir başka saldırgan güç karşısında kendini korumasına yönelik politikalara itibar etmemelidirler. Yeryüzü, her sınıfın kendi politikalarını uyguladığı bir savaş alanına dönmüşken, “ikisi arasında bir tercih”in bağımsız bir politika anlamına gelmeyeceği açıktır. Bölge halkları, bu “it dalaşı”na aktif olarak müdahale etmek ve kendi iradelerinin belirlediği bir sonucu elde etmek gücünden şu anda yoksun da olsalar, ilk elde, bütün saldırgan ve işgalci güçlerin ellerinde bulundurduktan topraklardan koşulsuz geri çekilmelerini, bölgeye yığılmış emperyalist orduların derhal ve koşulsuz ülkelerine dönmesini, savaş tehdidinin ortadan kaldırılmasını talep edebilir ve kendi hükümetlerinin savaşa herhangi bir biçimde karışmasını önlemek için yığınsal bir etkinlik gösterebilirler.

Dipnotlar
1) Bkz: “YÜZYIL”, s, 2 Ağustos 1990IKDP sözcüsü Muzuri ile görüşme
2) Suriye, Irak’ta, Kuveyt’e girmesinin öncesinde, bölgede Emel örgütü aracılığıyla güncellik kazanmıştı, Lübnan’da stratejik önemi büyük olan Carcu kasabası üzerinde mevzi elde etmek amacıyla İran yanlısı Hizbullah ile giriştiği çarpışmada Suriye, 1500 Emel ve 500 BAAS militanım kullandı. Bu çatışma, Suriye’nin Lübnan’daki İran etkisini kırmaya yönelik bir operasyonu olarak yorumlandı.
3) Bkz. “OBJEKTİF” Temmuz 90 Ahmet Taşdemir’in yazısı.

EK
Jeopolitik ve jeostrateji
Jeopolitik kavramı, devletlerin ulusal güçlerini ve dış politika davranışlarını ülkenin coğrafi ve fiziki çevre koşullarıyla ve konumu İle açıklamaya çalışan teorilerin genel kavramıdır. Jeopolitik teorilerin hemen hemen hepsi, belirli ölçüde metafizik determinizmin İzlerini taşırlar. Friedrich Ratzel (1724-1804), devletleri belirli çevresel koşullar içinde yaşayan birer organizmaya benzetirken, jeopolitiğe İsini babalığı yapan Rudolf Kjellen (İsveçli coğrafyacı), yaptığı çalışmalarla jeopolitiğin temellerini oluşturmuştur. (1864-1922)
“Jeopolitik” kavramının şekillenmesi ve bu kavram etrafında bir “bilimin doğuşu emperyalizm çağının başlangıç aylarına rastlar. Sömürgecilik, “sosyal bilim” dünyasına “vahşilerin” hayatına ve kökenlerine duyulan ilgiyi ifade etmek üzere, Antropolojiyi, Etnografiyi sokmuştu. Denizaşırı sömürgeler, coğrafya bilgilerini politikanın İhtiyaçlarından biri haline getirdi. Ve emperyalizm, gerek kendi yayılma amaçlarını açıklamak ve gerekse “ikna edici” kanıtlar derlemek amacıyla “Jeopolitik” sözde “biliminin doğmasına yol açtı. Jeopolitik, politika ile “sosyal bilimler” arasındaki İlişkinin en İlginç ürünlerinden biri olarak doğdu.
Jeopolitik, kendisini bir “bilim” olarak sunarken, devletlerin siyasetleriyle coğrafi çevre arasındaki ilişkileri araştırdığı ve açıkladığı İddiasına dayanır. Buna göre, devletlerin politikaları yaşanan çevrenin coğrafyasıyla belirlenir. Bu yüzden, bir devletin dış politikası, devleti kuşatan coğrafi koşulların etkisiyle belirlendiğine göre, tıpkı doğa kanunları gibi kesin, değiştirilmez ve zorunludurlar.
Jeopolitik, en gelişmiş biçimini ve kendi varoluş gerekçesini Alman Nazi Partisinin temel tezlerinde buldu. Karl Haushofer (1869-1946) 1924’de Münih’te “bir jeopolitik enstitüsü kurdu ve “Zeitschrift für Geopolitik” adlı bir dergi çıkararak NAZİ propagandasının başlıca kollarından birini oluşturdu. Onun ve çevresinin geliştirdiği teoriler, sonradan açıkça görüldüğü gibi, Alman-NAZİ emperyalizminin dış politikasının nedenlerini açıklamaktan çok, gerekçelerini üretmeye yönelikti. Hitler Almanya’sında jeopolitik, bu ülkenin başka ülkeler aleyhine genişlemesinin “hayat alanları” kavramıyla açıklanacak bir tutarlılığa sahip olduğunu göstermeye çalıştı. Devletin politikası, bir doğa olayı gibi, biyolojide Darvin tarafından ileri sürülmüş kavramlarla “açıklanabiliyor”, kaçınılmazlığı, kabul edilmesi gerekirliği “apaçık” kanıtlanıyordu! Devletlerin hayatı, organik bir hayat tarzıydı ve doğa yasalarıyla belirlenmiş bir kesinliğe sahipti) Devletlerin oluşum ve gelişim yasaları, doğa yasalarıyla birleşiyordu!
Zamanla “Jeopolitik”, yalnızca bir zamanlar Alman emperyalizminin ihtiyaçlarını karşılamak üzere ileri sürülmüş olduğu gerçeği bir yana bırakılarak, her türden emperyalist İçin uluslararası politikada coğrafya etmenlerinin güç ilişkileri üzerindeki etkisini incelemeye yönelik teorileri kapsayan daha genel bir kabul alanı buldu. Böylece/önemli deniz yollarının, stratejik kara parçalarının denetlenmesinin, komşu bir ülke ile dostluğun ya da düşmanlığın “ulusal politikaları belirleyen coğrafyanın bir gereği” olduğunu iddia eden her propagandada, kendisini “bilimin kesin yargısı” olarak göstermeye başladı.
Şurası açıktır ki, coğrafya unsurunun önemi hakkındaki teoriler, yalnızca uluslararası alanda yönetici rolü oynayan süper devletlerin politik hesaplarında değil, kendi çaplarında uluslararası rol oynamaya soyunan küçük devletlerin politikalarında da önemli bir propaganda unsuru olarak yer tutuyor.
Ama bu, politikanın coğrafyadan doğduğu anlamına gelmez. Eğer belli bir coğrafya üzerinde kendi ereklerine sahip olarak ve bunların gerçekleşmesine yönelik politika yapma ihtiyacı içinde yaşayan ve kendilerine özgü bir ilişkiler bütünü kurarak onu yaşatmaya çalışan toplumlar olmasaydı, coğrafyanın belli özellikleri kendi başına bir politikayı ve politikanın yönlendirici nitelikteki unsurlarını yaratamazdı. Hangi coğrafi özelliğin hangi politik amaç için etkili olduğuna karar veren şey, coğrafyanın “kendinde” özellikleri değil, ona biçim veren ve açığa çıkaran insan eylemliliğidir. Bir başka deyişle, belirleyici olan, bir ülkenin coğrafya üzerindeki yeri değil, o ülkenin egemen sınıflarının dünya üzerindeki faaliyetinin niteliği ve o ülkeyle ilgili her ülkenin o ülke hakkındaki politikalarının bileşimidir.
Bu bileşim, belli bir yolu, belli bir hammaddeyi, belli bir tarihsel sorunu vs. vs. gündeme getirdiğinde, bunların nesnel karşılıkları sanki coğrafyada bulunuyormuş gibi görünmeleri artık güç değildir. Belli bir çevreyi kendi toplumsal ihtiyacının karşılığı olarak gören bütün toplumlarda, politikalar bir coğrafya çizerler ve sonra ondan etkilenirler. O anda belli bir coğrafyayı ilginç kılan hammadde kaynakları, ticaret yolları, askeri harekât bakımından elverişlilik gibi özellikler, gerçekte dolaysız olarak toplumsal gelişmenin düzeyi ile bağıntılı nesnel bir içerik kazanırlarken, sanki bütün değerleri ve politik anlamları onlara yaratılışlarından itibaren verilmiş gibi görünmeye başlarlar. Böylece, toplumsal ilişkilerle doğa birbirine karışır ve hangisinin belirleyici olduğu, hangisinin önce olduğu sorusuna karışır. Birine verilen cevap diğerinin de cevabı gibi kabul edilmeye başlanır. Nasıl ki, “Sosyal Darwinizm” açısından sınıfların varlığı ve hiyerarşisi, doğanın bir emri, kaçınılmaz ve mücadele ile değiştirilemez bir doğa yasası gibi sunulursa, jeopolitikte de, bir belli bölgede yer tutmuş bir devletin coğrafyası değişmedikçe politikalarının da değişmeyeceği ileri sürülür. Toplumların tarihsel oluşum yasalarını yok sayan bu görüş, bir ucundan bugünkü toplumsal ilişki biçiminin “coğrafya kadar ölümsüz” olduğu iddiasını da öne sürmüş olur.
Jeostrateji kavramı ise, belli bir “jeopolitik” konumda bulunan devletlerin izlemeye “mecbur oldukları” ve değiştirilmeleri bu yüzden imkânsız görülen politik uygulamaların genel program ve planlarını tanımlamak için kullanılan, aynı derecede metafizik ve ideolojik bir kavramdır.
Jeopolitik, bugün en gerici politikaların dayanağı halinde ileri sürüler bilen ve burjuva çevrelerde de “teknolojideki gelişmelerin ve ülkelerin coğrafi önemlerinin nispi olarak azalmasının sonucunda modası geçmiş” bir teori olarak kabul edilmektedir. Gerçekte, siyasal coğrafya denilen, belli sınıfların, ekonomik ve politik eylem ve ereklerinin genel hareket ve etkinliğine bağlı olarak ortaya çıkan ve olan kesişme/düğümlenme, yoğunlaşma odağı durumunda bulunan bölgeler söz konusu olduğunda geçerlilik kazanan bir kavramdır. Bu yüzden, değişmez ve her zaman belirleyici kalan donmuş bir jeopolitika ve jeostratejik bir bölge yoktur.

Eylül 1990

Tüm yabancılar Orta Doğu ve Körfez’den dışarı! Emperyalizmin saldırı odağı: Orta doğu

·    Emperyalizm, uluslararası burjuvazi savaş isterisinde…
·    Saddam gerekçesiyle yeni dünya jandarmalığı örneği…
·    Emperyalist kuklalığının yeni adı: aktif ve “kişilikli dış politika”…
·    İflas eden barışçıllık hayalleri…
·    Gerici burjuva kâr-zarar hesapları üzerine kurulan politik senaryolar…

Barış. BARIŞ… Barışçıl hayaller… Akılcılıkla, iyi niyetlerle dünya barışı sağlanmaktaydı. Emperyalizm, militarizmsiz, sömürgeciliksiz de olabilirdi. Bazı kötü niyetli saldırgan emperyalist çevreler de vardı, ama insanlığın “global çıkarları”, sınıflan ve sınıf mücadelesini değil insanı ve barışı, emperyalistler içinde olmak üzere, kapitalist-sosyalist herkese tek seçenek olarak dikte ettirmekteydi. Ve silahlar imha edilmeliydi, ediliyordu, savaşlardan ve zordan arınmış barışçıl bir dünya için silahsızlanılıyordu. Emperyalizm ve kapitalizmin niteliği ve çağ değişmişti, değişmekteydi; artık entegrasyon koşullarında, emperyalizme entegrasyon koşullarında, doğal ki emperyalizm koşullarında, barış yalnızca mümkün değil, tek seçenekti.
Ne oldu? Dünyaya birden savaş bulutlan çöktü. Emperyalist propagandistlerce desteklenen Gorbaçov kaynaklı barışçıl hayaller yerle yeksan oluverdi. Oysa tüm Doğu Avrupa’nın sosyalist biçimsel kalıntıları bile çöpe atarak kapitalizme tümden avdet etmesinin, Sovyetler Birliği dâhil tüm eski sosyalist ülkelerde revizyonizmden bile vazgeçilmesinin ileri sürülen gerekçelerinden biriydi şu mahut “dünya barısı”.
Doğrulanan bir kez daha Lenin oluyor: emperyalizm koşullarında barış, emperyalist barış yalnızca savaşlar arasındaki ateşkeslerden ibarettir ve barışta da taraflar arasındaki ilişkileri belirleyen yalnızca ve yalnızca güçtür, zordur. Geçerli olan güç ilişkileridir. Ve emperyalizm koşullarında savaşlar kaçınılmazdır.
Ortadoğu ya da Körfez krizi bunu göstermiyor mu? Savaş ister çıksın isterse sorun görünürde “barışçıl” bir çözüme bağlansın, sonucu belirlemekte olanın güç ilişkileri olduğunu yaşayarak görmüyor muyuz?
Ne oldu barış hayallerine? Neredeyse tüm uluslararası ilişkiler savaş durumuna göre yeniden biçimleniyor. O “barış” örgütü Birleşmiş Milletler, uluslararası burjuvazinin, emperyalizm ve dünya gericiliğinin “parlamentosu”, yani laklak merkezi, bu kez ambargo ve abluka kararlarını birbiri peşi sıra alıyor, silahlı güç kullanımına olanak sağlıyor. Dünyanın, artık yalnızca “hür dünya”nın değil tüm dünyanın “bekçisi”, “jandarması” Amerikan emperyalizmi BM’ye savaş karadan dikte ettiriyor.
Silahsızlanmaya ne oldu? Nereden çıkıyor bunca silah? F-111’ler, F-117 A’lar, kimyasal silahlar ve diğerleri.
Hani akılcılık? Birdenbire insanlar, yani emperyalist patronlar, dünyamızın “sevgili” bekçi ve yöneticileri akıldan yoksun mu kaldılar?
Madde ve maddenin koşullandırılması sınır tanımaz ve gerçekler maddeden kaynaklanır. İstendiği kadar hayaller kurulsun ve bunlar gerçekler yerine propaganda edilsin hayal olarak kalır ve gerçek, bazen araştırılıp incelenmeyi gereksinen üstü örtülü haliyle, ama çoğu kez ve önünde sonunda açık-seçik kendini ortaya koyar, kör gözlere bile kabul ettirir. Körfez krizi, tüm barışçıl yaygaraya karşın emperyalizm ve emperyalizm koşullarının gerçekliğinin kendini açık-seçik ortaya koyusunun son örneğidir.
Irak Kuveyt’i önce işgal sonra ilhak etti. Ardından kararlar, tavırlar, olaylar-ambargo, abluka, Orta Doğu’da askeri yığınaklar, tehditler sökün etti. Yalnızca Körfez değil, tüm Ortadoğu bir kampanyanın ve olası bir savaşın alanı haline getirildi. Başta emperyalist büyük devletler olmak üzere tüm emperyalist merkezler ayağa kalktılar, dünya savaş psikozuna sokuldu. Dev savaş makinaları harekete geçirildi. Amerikan ve onun yanında İngiliz emperyalizmi bölgeye savaş gemisi ve asker yığmaya başladılar. BM’nin kararı bile beklenmiyordu. Bu iki emperyalist devlet fiili ablukaya başladılar ve sonunda bu de-facto (fiili) durumu BM’ye onaylattılar. Fransa, Sovyetler Birliği, Almanya gibi emperyalist ülkeler önce tereddüt gösterdilerse de, sonra ablukayı savunma çizgisine geldiler, askeri sevkıyatlara başladılar. Bunlar ve bir dizi başka ülke hala savaştan kaçınmak yanlısı olsalar da, beşinci vitese takmasalar da savaş makinalarını harekete geçirdiler.
Kuveyt’in bağımsızlık ve egemenliği ihlal edilmişti. Bağımsızlığı yeniden tesis edilmeli ve egemenlik El Sabah hanedanına iade edilmeliydi. Emperyalist savaş makinasının harekete geçmesinin ve kuklalarının bunun peşine takılmasının birinci gerekçesi buydu.
Hiç kimse ABD’nin, Panama, Granada, son olarak da Liberya’nın bağımsızlık ve egemenliğine yaptığı saldırıya karşı çıkmayı akıl etmedi ve işin ilginci onca bağımsızlık ve egemenlik ihlalinin faili ABD şimdi Kuveyt’in bağımsızlık ve egemenliğinin savunucusu kesildi.
Saddam’ın ve onun gerici burjuva amaçlarının savunulması gerekmiyor. Ama Kuveyt Emiri’nin hanedanlık çıkarlarının savunulması hiç gerekmiyor. Üstelik Saddam karşısında savunulmak durumunda olunan, yalnızca Kuveyt Em iri ve çıkartan değildir. Sorun ne Saddam-Sabah sorunudur ne de Irak-Kuveyt sorunu. Sorun, birinci emperyalist savaşla birlikte, on yılları bulan bir oluşumun devamı olarak ortaya çıkmıştır. Emperyalistler ve özellikle ve esas olarak emperyalist süper devletler ve uşakları arasındaki, artık gerisinde bir tarih oluşturan çıkar çatışmalarının bir devamıdır. Ve sorun ne “vur Saddam’a” tutumuyla ne de Sabah’ın Emirliğinin iadesiyle çözümlenebilir.
Kuveyt, egemen ve bağımsız bir devlet değildi her şeyden önce. Bir petrol şirketinin, görünüşte egemen bir kukla devlet olarak örgütlenmesiydi. Bu “cetvelle çizilmiş” sınırlarıyla olduğu kadar, Emir ve şeyhlerin tutum ve yaşamlarıyla ve petrol musluklarının tahvil olduğu doların Kuveyt’ten yüzlerce kat daha çok uluslararası piyasalarda kullanılmasıyla da ayan beyandı. Kuveyt’in değil olsa olsa doların egemenliğine saldırıldığından söz edilebilirdi. Ve Kuveyt zaten bağımsız değildi. Arap ulusunun bölünmesi ve daha kolay yönetilmesinin faktörü olarak emperyalistlerce oluşturulmuş bir kukla devletti. Kimse Kuveyt’in bağımsızlığı ve egemenliği için sahte gözyaşları dökmesin. Emperyalist savaş makinasını harekete geçiren, Körfez’i ve Ortadoğu’yu askerle dolduran, başta Amerikan emperyalizmi olmak üzere emperyalist çıkarlardır, ABD’nin peşinde koştuğu dünya egemenliğidir.
Ve zaten her geçen gün savaş çığırtkanlığının bu gerekçesinin öne sürülmesi tavsamakta, bu gerekçe unutulmaktadır. Sorun kızıştıkça, iş sertleştikçe, tüm taraflar, herkes daha açık konuşmakta, saklanamaz olan gerçekler ve gerçek çıkarlar ortaya dökülmektedir.
Temel gerekçe, bölgenin temel ürünü, başlıca yeraltı zenginliği olan petrolün paylaşılmasıdır. Yıllardır Ortadoğu’yu kasıp kavuran çıkar çatışmaları ve sürtüşmelerini, darbelerin ve savaşların maddi zeminini petrolün sahiplenilmesi oluşturmuştur, bugün de oluşturmaktadır. Arapların bölünmesinin temelinde de petrol sorunu yatıyor. Emperyalistler Arap ulusunu ve bölgeyi daha kolay yönetebilmek için, uşaklar ve kukla devletler yaratarak ve bularak, bölgeyi parsellemişlerdir. Bu, birbirleriyle çatışmalarında da dayanaklar edinmeleri, askeri-siyasal üsleri sahip olmaları anlamına geliyor.
Şimdi emperyalist stratejistler, propagandistler ve onların çeşitli ülkelerdeki taraftarları ve uşakları, bu saklanamaz gerçeği, savaş çığırtkanlıklarının kabul edilebilir bir gerçeği haline sokup propaganda etmeye çalışıyorlar. Bunlardan bir örnek, Türkiye’yi Amerikan savaş arabasına bağlamaya uğraşan, Güneş gazetesinin İngiliz patentli genel yayın yönetmeni Metin Münir’in düşünceleri: “Saddam Hüseyin’e karşı takındığı kararlı ve kesin tulumdan dolayı hükümeti eleştirenlerin unuttuğu birçok gerekçeden bir tanesi, Irak’lı despotun her ne pahasına olursa olsun durdurulması gerekliliğidir. (…) Körfez ülkelerindeki petrol, Türkiye dâhil bütün dünya devletlerini ekonomisi için hayatidir. Saddam’ın kontrol ettiği bir Körfez ve Arap Yarımadası, dünyayı olağanüstü bir ekonomik gerilemeye sokar. Bundan etkilenecek ülkelerin başında Türkiye vardır. (…) Türkiye buna izin vermez.” (Güneş, 16 Ağustos)
Petrol Saddam’ın değil, emirler ve kralların, onların kuklalığını yaptığı emperyalistlerin elinde kalmalıdır diyor akıl dane, bunu Türkiye’nin çıkan olarak pazarlamaya ve Türkiye’yi bu gerekçeyle savaşa yollamaya çalışıyor. Petrolü Türkiye kontrol edecek olsa hadi neyse! Hoş, en azından petrolün bir kısmını kontrolünü, yani Musul ve Kerkük’ün “zaptı”nı önerenler de var. TC’nin hâlihazır sömürgeciliğini yeterli görmeyerek “hayat alanını” genişletmeyi öngören bu önerinin sömürgeci gericiliği bir yana, katı gerçeklere bakılırsa, Saddam’ın değil emperyalistlerin ve onların Emirleri ve Krallarının kontrolündeki petrol için savaşta Türkiye hakinin ne çıkarı olabilir? Dünya ve Türkiye, bugüne kadar pek mi ilerledi de, Saddam’ın dünyayı sokacağı “olağanüstü bir ekonomik gerileme”den korkutsun? Burada önemli olan, Orta Doğu’nun siyasal bölüşümüne de temel olan petrol kaynaklarının paylaşımının çatışma nedeni olarak kabul edilişidir. Türkiye proletaryası ve emekçileri Orta Doğu petrolünün şunun değil bunun elinde olması için savaşmayacaktır, başkalarının ne petrolü ne de toprağında çıkan yoktur.
Emperyalist propaganda merkezleri ve onların çeşitli ülkelerdeki, bu arada Türkiye’deki enformasyon büroları, kalemşorları, M. Münir’de görüldüğü gibi, halkları davalarına kazanmak için Saddam’ın despotluğu ve faşizmini teşhire, O’nu Hitler’le özdeşleştirmeye koyuldular. Bu benzetme Bush’un ağzından dökülünce pek hoş ve “inandırıcı” oluyor. Bizde de zilli faşistlerin ağzına doğrusu pek yakışıyor. Eski solcu muhteris yeni gerici ve Amerikancı kalemlerden sosyal demokrat çevrelere kadar bu benzetmenin tuttuğu görülüyor. Oktay Ekşi örneğin, “Hitler’den Saddam’a” başlıklı yazı döktürüyor. (Hürriyet, 22 ağ.) Ama Saddam’ın bu alanda Bush’la yarışamayacağı gerçektir. Dünyanın baş belası, jandarması, savaş kışkırtıcısı ve savaşçısı, baş sömürgecisi tartışmasız Amerikan emperyalizmi ve onun başı Bush’tur. Günün Hitler’i Bush’tur. Ve ne ilginç ki, Saddam’ın faşizmi, kan dökücülüğü, despotluğu Amerikancıların, burjuva gericilerinin aklına şimdi geliyor! Saddam onca Kürt’ün kanım dökerken neredeydiniz? Halepçeler zamanında neredeydiniz? Amaç, dünyadaki ve Türkiye’deki anti-faşist potansiyelden, proletarya ve emekçilerin faşizme karşı öfke ve nefretinden emperyalist ve onun güdümündeki savaş arabasının yolunu düzlemek için yararlanmak. Emperyalistler ve burjuva gericilik proletarya ve ezilen halkların anti-faşist birliklerini bile kendi emperyalist ve sömürgeci, hegemonyacı çıkarlarını alet etmeye uğraşıyorlar. Günümüzün, Hitler’i Bush ve örneğin Türkiye açısından Petain’i ya da kral Boris’i Özal’ken… Türkiye’de başını Sabah, Hürriyet, Güneş gibi gazetelerin çektiği bir savaş kışkırtıcılığı körükleniyor. Sabah “sıkı” Özal muhalifliğinden “sıkı” Özalcılığa çark etti. Güneş’in Kürt sorunu çerçevesinde vidaları gevşeyen ve açık gerici yüzü görünen sahte liberal demokratizmi, savaşçılığı dolayısıyla iyice açığa çıktı. “Katil”, “despot”, “faşist” Saddam “belasını^ bulacak”, “gözü döndü”, “Türkiye üzerinde şu emelleri var” yollu manşetlerden geçilmiyor. Ne bunlar ne başkaları Amerika ve İngiltere körfezde ne arıyorlar diye soruyor. Amerikan emperyalistlerinin dünya jandarmalığını hiç kimse tartışmıyor. Bu, kader! Tatlı ve kaçınılmaz bir durum. Yapılması gereken, yaltaklanmak ve işbirliği oluyor. Aşağılık bir tutumla kuyruk sallama ve Saddam’ın Amerika’nın vazgeçemeyeceği düşünülen devrilişinden sonra kurulacak yeni “statüko” ve oluşturulacak yeni dengeler içinde “uygun mevziler kazanma” hesapları, Türkiye’nin çıkarları oluyor ve ulusal çıkarlar adına savunuluyor. Suud kralı Fahd ile Amerikancılık yarışındaki Özal ve destekçileri, Sabah, Güneş, özellikle, eski TKP’li babasına yapıldığını düşündüğü haksızlığın kin birikimiyle sola, devrime, devrimcilere, en çok da Stalin’e hayâsızca küfreden sağlak (!) Engin Ardıç ve hızlı dönek Cengiz Çandar gibi eskiden sola bulaşmış, madde ve ruhlarını burjuvazi ve Amerika’ya satmış kalemler, bu Amerikan kuyruğu politikayı “kişilikli” ve “aktif politika olarak gösteriyor ve uyguluyorlar. “Tarafsız-Atatürkçü dış politika”, Onlara göre koşullara uymamaktadır ve Türkiye’nin bugünkü ve gelecekteki çıkarlarına zarar verecektir. Özal, bu perspektifle, krizin başlamasıyla birlikte, ABD’nin itişiyle Irak ambargosuna ilk katılan ülke yaptı Türkiye’yi. BM’yi bile beklemeyecekti, ama BM kararı gecikmedi. Oysa Irak, boru hatundan akan petrolün % 30’unu kesmemiş, Türkiye’ye ihtiyacı kadar petrolü vermeye devam edeceğini ortaya koymuştu. Özal tümden kapattı. Sonraki günlerde sağdan-soldan dilencilikle karşılamaya yöneldiği milyarlarca dolarlık yükü göze alarak. Ne denli Amerikancı olduğunu göstermeliydi. Türkiye’nin emperyalistlerin ne denli vazgeçemeyeceği bir ülke olduğunu ortaya koymalıydı. Üsler Amerikalılara açıldı. Türkiye’nin stratejik önemi de belirtilmeliydi. Ve Meclisten savaş yetkisi istendi. Düşünülen, Körfeze sembolik miktarda da olsa asker gönderilmesiydi. Bu olmadı. Özal Amerikancı gösterilerinde güdük kaldı. Geleneksel “tarafsız dış politika” bir yana bırakıldı. Türkiye Amerikancılığıyla Orta Doğu’nun Saddam sonrası düzenlenmesinde “söz sahibi” olmalıydı. Bu aktif ve taraflı olmayı gerektiriyordu. Sabahta Güngör Mengi yazıyor:
“Türkiye Saddam’ın yarattığı kriz karsısında, bugüne kadar benimsenen içe kapanık ve çekingen dış politikayı terk etmiştir. Seyircilikten düzenleyiciliğe geçmek istemiştir. Tarafsızlık terkedilmiş, açık biçimde taraf olunmuştur. Sonuç? Bu politika yüzünden Türkiye, Batı dünyasında adeta yeniden keşfedilmiştir. Müzminleşmiş kamburlarından kurtulma yolunda vaatler almış, umutlar kazanmıştır… Bu kriz, Ortadoğu’da haritanın yeniden düzenlenmesini gündeme getirecekse bu işte Türkiye’nin söz hakkı olmalıdır. Bu hakkı güvence altına almak için ne yapmak lazımsa o yapılmalıdır. İktidar böyle yapıyor.” (24 Ağ.)
Pek yaman bir düzenleyiciliğe geçiş! Amerikancı yazar da “düzenleyici”nin Amerikan emperyalizmi olduğunu ve olacağını biliyor. Ve Amerikancılıkla “kurulacak” yeni düzende Türkiye’ye ihsan edilecekleri irice bir pay almasını sağlamayı öngörüyor. Bunu da açıkça ikrar ediyor. Sovyetler ve Doğu Avrupa’daki gelişmelerle önemini yitiren NATO ve onun kanat üyesi Türkiye’nin yeni rollerine ilişkin olarak bir süredir konuşuluyordu. Türkiye’nin egemenleri Batı’yı işlerinin bitmediği ve önemlerinin azalmadığına iknaya uğraşıyorlardı. Körfez kriziyle fırsat yakaladıklarını düşünüyorlar. Zaten kendilerine biçtikleri yeni rol, Avrupa ile Ortadoğu arasında “köprülük”tü. Araplara Avrupa ve Batı’nın etkilerini taşıyacak, Batı çıkarlarının koruyuculuğunu yapacaklardı, bunu pazarlamaya çalışıyorlardı. Şimdi Batı’nın iknası kolay olacaktı. Ama Türkiye Batı’nın çıkarları ve bunların korunması açısından önemini “fiilde” göstermeliydi. Tarafsızlık bunun için terk edildi ve G. Mengi de bunu belirtiyor: Türkiye Batı’da yeniden keşfedilmiş! Bu taraflı politika nedeniyle vaatler almış, umutlar kazanmış. Kamburlarından kurtulacak. Kendisi değil. Vaat edilen ve umudu verilen yardımlar ve desteklerle. Örneğin ekonomik-askeri yardımlar alacak, örneğin “Kürt çıbanını” Batı kaşımayacak, Ermeni sorununu gündeme getirmeyecek. Belki Musul ve Kerkük. Umut Memedin ekmeği. Ama bunlar Memet değil Petain! Ve bu düzenleyicilik oluyor! Hem de başkalarının düzenlemeleriyle onların vaat ve verdikleri umutlarla “adam olunacağı” hesabı yapılırken, bu yaltakçılığa düzenleyicilik adı takılıyor. Türkiye söz sahibi olmalıymış. Bunun için her şey yapılmalıymış. Biliniyor: kırk takla bile atarsınız. Ama buna söz sahibi olmak demezler. Gerçek söz sahiplerinin, başta Amerika olmak üzere Batı emperyalizminin uşaklığı, maşalığı, jandarmalığı derler. Ve doğru: İktidar böyle yapıyor. Bahse değmez Engin Ardıç güdümlüsü de bunu diyor: “Allahtan basımızda Özal var”.
Gelelim eski Aydınlıkçı solcu, Arafat hayranı, sonraları Müslüman yönelimli yeni hızlı Amerikancı, Nadir beslemesi C. Çandar’a.
“Türkiye’nin bu krizin dışında kalabilmesi imkânsızdır. Türkiye bu krizden en az zararla, azami kârla çıkmalıdır. Türkiye çok mükemmel bir zamanlamayla ambargo kararına ilk uyan ve petrol boru hattını kapatan ülke olarak uluslararası ilişkilerde çok önemli bir kozu eline geçirdi, uluslararası sahnede gayet iyi bir görüntü’ verdi. Krizin olumsuz ekonomik gelişmeleri tümüyle bertaraf edilemez. Üstelik Türkiye pısırık davransaydı da, ekonominin olumsuz etkilenmesinden kurtulamazdı.” (18 Ağ.)
Türkiye niçin krizin dışında kalamıyormuş? Ve üstelik krizin dışında şöyle de kalınmaz böyle de. Çandar’ınki Amerikancı kalmayıştır; Batı’ya iyi görüntü veren kalmayıştır. “Pısırık” davranmayarak Türkiye’nin elde ettiği kazançları görelim:
“Türkiye’nin istikrarını ve toprak bütünlüğünü tehdit eden Kürt meselesinde ayrılıkçı faaliyetler üzerindeki ‘takdis’ ve destek kalkmıştır. ABD… Türkiye’yi rahatsız edebilir diye Talabani’ye yeşil ışık yakmıyor.
“Türkiye üzerinde çok yakında daha da ağırlaşacağa benzeyen Kıbrıs sorununa ilişkin baskı mekanizması dağılmıştır ve yakın gelecekte de kolay kolay toparlanacağa benzemiyor.
“Yunan ve Kıbrıs Rum tarafı, neredeyse Türkiye’nin artan rolünden ötürü matemdeler.
“Ermeni sorununu da, AŞD nezdinde Türkiye’nin çıkarlarına uygun görüntü kazandırmak için kozlar ele geçirilmiştir.” Ve projeksiyonel gelişmelere ilişkin düşünceler “Ortadoğu’da radikal rüzgârlar esecek… Birçok rejim sallanacak (…) Amerikan-Arap izdivacının faturasının, bir gün, Filistin sorununa ilişkin olarak İsrail tarafından ödenmesi pekâlâ ihtimal dâhilindedir. NATO’nun ve Batı sisteminin tek Müslüman ve Orta Doğu ile ‘köprü’ teşkil eden ülkesi Türkiye’yi, uluslararası siyasette gelecekte de çok iş ve büyük roller bekliyor.”
Bu “çok iş ve büyük roller” açıklanmıyor ama ima ediliyor Güçten düşecek ya da devrilecek Arap rejimleriyle, örneğin Filistin’le anlaşmaya zorlanarak faturalar ödeyecek ve güç ve rol yitimine uğrayacak İsrail tarafından boşaltılacak “rol” alanlarının, yaratılacak boşlukların “pısırık” olmayan Türkiye tarafından doldurulması! Çandar Türkiye’ye, tam bir jandarma rolü biçiyor, Ülkeyi Amerika’nın yanında ve Arap emir ve krallarının yanında, Arap halklarının karşısında berbat bir gerici role soyundurmayı tasarlıyor Yeni ve daha güçlü bir İsrail rolüne! Ve diyor ki: “Orta Doğu’nun jandarması mıyız, bar fedaisi mi vs. türü tedavülden kalkmış kavramları bir kenara bırakıp geleceği düşünmek geriyor. “Neden mi? “Nedeni çok basit. Artık mevcut statükonun parametreleriyle düşünemeyiz? Mevcut statüko, bu kriz ve ulaştığı boyutlarla sona ermiştir.” (24 Ağ.)
Çandar, Saddam defterini kapatmış geleceğe bakmaktadır. Ve gelecekte ne sosyalizm vardır, çünkü “iflas edip ölmüştür” (!), ne de halkların kurtuluş mücadelesi. Varsa yoksa galip emperyalizm! Ve açıkça saptıyor hedefini: “Amerikancı ve Batıcı olmalıyız, onların verdiği ile yetinen, onların kanatları altına sığınan, emperyalizmin sınır bekçiliği”. Yazıyor: ‘Türkiye, bu coğrafyadan kaçamayacağına ve Batı’nın rol dağılımı, bu krizle yeniden değişen yapısına ABD’ye yakın bir konumda atladığına göre, ‘Ortadoğu depreminden’ en fazla etkilenen ülkelerin başında yer alacaktır. (…) ‘Dünyanın rakipsiz yeni önderi’ ve Avrupa’ya karşı Batı camiasında en yakın müttefikleriyle mesafeyi fazla açmamaya mecbur kalacaktır. Türkiye’nin önünde tek seçenek yatıyor: Büyük oynamak! Batının vazgeçemeyeceği parçası ve İslam dünyasının önderi ülkesi olmak, yani gerçekten ‘köprü’ olmak.”
ABD güdümünde bir büyük oyunda, büyük oynadığını sanan, iyi beslenip semirtilen, güçlendirilen, kendi oyunuyla ilgisi olmayan bir oyun oynayan bir piyon. Arap halkına, Arap uyanışına karşı ve Avrupa’yla sürtüşmelerinde Amerikan emperyalizminin yanında bir piyon, İslam’ın önderi. Ve “köprü”… Anlamı şu: Amerikan emperyalizminin İslam ülkeleri, yani Arap hal karına yönelik oyunlarının vurucu gücü ve temel direği. Çandar’ın ürkütücü ve zavallı yeni Türkiye’ye ilişkin planlan böyle.
“Avrupa ABD’siz düşünülemiyor. Ama iş Körfez güvenliğine gelip dayanınca, Türkiyesiz de düşünülemiyor. Avrupa, ABD-Türkiye parantezi içine alınmıştır. Şimdi bundan Türkiye için azami yararları sağlamak gerekir. Tarih Türkiye’yi yolun kenarına iterken birdenbire sahnenin en önüne çıkardı. Türkiye, Allah’ın nimeti coğrafyası sayesinde tarihin bu son cömertliğinden pısırıklık edip kaçamaz! Kaçmamalıdır!” (15 Ağ.) Ve işe Allah da karıştı. Çandar’dan korkulur!
Çandar üzerinde bunca uzun durmamız yersiz değil. O, hem bir Orta Doğu “uzmanı” hem de yeni ve hızlı bir Amerikancı olarak oldukça açık sözlü. Eski bir solcu olarak ise anlaşılır konuşuyor. Düşünüp yazdıkları, gerçekten Özal’ın ve Türkiye’nin azılı Amerikancılarının düşüncelerini yansıtıyor. Özal’ın farklı bir yaklaşım ve hesaplar sahibi olmadığını güvenle düşünebiliriz. Çandar tarafından dile getirilen görüşler, Körfez krizi dolayısıyla Türkiye’de geliştirilen ve uygulanmakta olan politikanın ifadelendirilmesidir; en sağlam Amerikancıların, emperyalizm uşaklarının politikasını ortaya koymaktadır.
Amerikancılar doludizgin savaş kışkırtıcılığı yapıyorlar. Bunu yaparken; Hürriyet’ten Ertuğrul Özkök gibi, “aktif politikayı savaş kışkırtıcılığı olarak niteleyen kişiler”!, bu politikayla Kıbrıs’ın geleceğinin kurtarıldığını ileri sürerek sıkıştırmaya çalışıyorlar. Sanki KKTC’nin kurtarılması, sömürgeciliğin onay bulması doğru ve gerekliymiş ve sanki bu doğru olsa bile, bunu başaracağı varsayılan politika savaş kışkırtıcısı politika olamazmış gibi… Savaş kışkırtıcısı politikalarına kendilerini ve emekçileri ikna etmek için dilenciliği övüyorlar. Devrik Kuveyt Emirinin yeniden iktidar olduğunda vereceği milyarlarca dolarlık bedeli, Amerika’nın açmakta olduğu yardım ve kredi musluklarım, verdiği hurda fantomları, Batıyla dayanışmanın koşulu olarak AT’ye kabul edilmemiz gerektiğini manşetlerden indirmiyorlar. Öylesine bir propaganda faaliyeti içindeler ki, sanırsınız, girilecek savaş Türkiye’yi ihya edecek. Oysa şimdiden petrolün litresi 2000 TL’sini vurdu ve bunu ne Şeyh Sabah ne de AT önlüyor.
Türkiye halkı yeni bir Kore macerasına sürüklenmek isleniyor. Hem de sonuçlan çok daha büyük ve yakından hissedilecek bir Kore macerasına. Çünkü Saddam devrilsin ya da devrilmesin; Türkiye açısından sorun bitmiyor, başlıyor. Arap halklarının karşısında Amerikan’ın Ortadoğu politikasının bekçisi bir Türkiye, bir yandan dizginsiz bir gericilik ve dışarıda saldırganlık, ulusal onurun çiğnenmesi, binlerce emekçinin kendi çıkarlarıyla ilişkisiz ölümü, ekonomik yıkıntı., ve tam bir batak demektir. Türkiye proletaryası ve emekçileri Arap ulusuna karşı ve Amerikan emperyalizminin jandarması olarak savaşmayacaktır.
Savaş kışkırtıcılığı sınır tanımıyor. İlginç bir örnekle belirtelim: “Irak sınırımıza asker yığıyor” gibi düpedüz yalanları manşet yapan Sabah, savaş kışkırtıcılığında yüzyıllar öncesinin kahini Nostradamus’u bile kullandı. Kehanete göre, çılgın bir Arap Ortadoğu’yu ele geçirmeye çalışacakmış, Büyük bir devlet, ABD olmalı, onu durdurmayla uğraşacak, çılgının kaderini ise Türkler belirleyecekmiş. Pes. Şu Türklere ne görevler ve roller biçilmiş vaktiyle!
En azılı Amerikancı kampın yanında “pısırıklık” yanlıları duruyorlar. Bunlar kimi zaman “tarafsız dış politika” laflan etmelerine rağmen, aslında bu politikanın değiştirilmekte oluşuna ağır-aksak ayak uydurmaktadırlar. Başlıca DYP, SHP ile liberal ve demokratik aydınlardan oluşuyorlar. Azılı Amerikancılardan ayrıldıktan nokta, aceleci olmamak gerekliliği; yalnızca Amerikan emperyalistleriyle değil BM ile birlikte davranmak zorunluluğu gibi ayrıntılardır. Hükümetin, ambargo genel olarak başlamadan ilk ülke olarak boru hattını kapatmasını eleştiriyorlar, ABD askerleri bölgeye gelmeden savaş lafları edilmesini yanlış buluyorlar. Ambargonun yeterli olacağını ileri sürüyor ve BM kararlan doğrultusunda davranılmasını, Türkiye’nin fazla öne çıkmamasını istiyorlar.
Bunlardan örneğin İnönü, yalnızca Amerikalılarla birlikte savaşa girilmesine karşı çıkarak bir “uluslararası ordu” kurulmasını öneriyor. Baykal BM karar alırsa savaşa katılmadan söz ediyor. Ecevit işi yokuşa sürerek tarafsızlık siyasetini sürdürmeyi deniyor, ambargoya katılmayı, Batı’nın ambargodan doğacak zararları karşılaması koşuluna bağlıyor ve hatta giderek son zamanlarda Türkiye’nin uzlaştırıcı girişimlerin önderliğini yapması gerektiği fikrine kayıyor. “Dünya, bu kadar barışı ararken, öbür tarafta bu kadar savaşa susamışlığı anlamak mümkün değildir” diyerek, burjuva muhalefet içinde en barışçıl görüntüyü ortaya koyan Demirel, öte yandan, ‘Türkiye nasıl BM kararları karşısında samimi olmayacak ki” demektedir. (Güneş, 26 Ağ.) ve Demirel Türkiye’nin Amerikan yardakçılığıyla düşeceği durumun farkındadır: “Türkiye olayın içinde ve bu öldürme olayının yanında olursa, Orta Doğu’da ikinci bir İsrail durumuna düşer” (Güneş, 23 Ağ.) Ama tüm burjuva muhalefeti birleştiren, BM kararları doğrultusunda ağırdan ve aklıselimle hareket etmektir.
Peki, Birleşmiş Milletler nedir? Bir emperyalist kuruluştur. Sözde barışçı amaçlarla kurulmuştur, ama Kore örneğinde görüldüğü ve şimdi Körfez krizi dolayısıyla yeniden yaşandığı gibi, savaş örgütü rolünü üstlenebilmekte; Kore örneğinde olduğu gibi şimdi de Amerikan emperyalizminin dikte ettiği politikaları onaylama mercii, bu politikaların uluslararası meşruluğunu sağlama organı olmaktadır. Ve BM kararları da ortadadır. Önce ambargo, sonra da abluka ve ambargonun silah gücüyle uygulanması, yani krizin silahlı çatışmaya doğru tırmandırılması kararları çıkmaktadır BM’den.
Bizim pek barışçı ve “tarafsız dış politikacı” görünmeyi seven burjuva muhalefet partilerimizin aklına neden kararları eleştirmek ve barışçı kararlar çıkmasını zorlamak gelmez? Ve üstelik BM kararlarına uyma zorunluluğu da yoktur. Nitekim Türkiye, Kıbrıs konusunda alınan karalara uymamıştır. İsrail, bir dizi, Filistin lehine ve hatla ortalama karara uymamaktadır. Bir tutum ya doğrudur ve gereklidir ya da değildir ve bir savaş ya haklıdır, yanında yer alınması gerekir ya da karşı çıkılması gereken haksız bir savaştır. Ama burjuva muhalifler bunlarla, yani sorunun özüyle ilgilenmiyorlar, kâr-zarar hesaplan içinde pek pespaye bir biçimde Türkiye’nin “ulusal çıkarlarını” gözetiyorlar. O ulusal çıkarlar ki, ancak ve yalnızca Türkiye’nin Batılılarla iyi ilişkiler içinde olması anlamına gelmekledir. Bunlar dolar veya markla, ama mutlaka Batı paralarıyla trampa edilebilecek türden “ulusal” çıkarlardır. Burjuva muhalefetin tek derdi, Türkiye’nin uluslararası zeminde yalnızlığa itilmemesi ve destekler bulabilmesidir. Bu destekler ise, kuşkusuz emperyalist-kapitalist desteklerdir.
Burjuva muhalefet, sorunun özüyle ilgilenmemektedir.
Onlar tutumlarını belirlemek için pis bir kapitalist hesap yapıyorlar. Aynı kapitalist mantık C. Çandar tarafından da dile getirilmiş, ancak O, yalnızca kazançların envanterini çıkarmıştı. Berikiler ise hem kazanç hem kayıp hesabını mukayeseli yapıyorlar. Tutumlarını buna göre belirleyecekler. “Kıbrıs’ı kazanırız, ama Ortadoğu’nun gayya kuyusuna düşeriz” vb. gibi karşılaştırmalı yöntemle, sorunun özüne, örneğin haklıyla haksızı ayırmayı ya da örneğin Amerikan emperyalizminin Körfez’de ve Ortadoğu’da ne aradığını sormayı, emperyalist saldırganlığa karşı çıkıp, ezilen halkların yanında yer almayı feda ediyor, aşağılık burjuva mantığını yürütüyorlar.
Eski, Darbe hükümeti dışişleri bakanlarından Osman Olcay’ın 26 Ağustos tarihli Güneş’teki yazısının başlığı “Bu karmaşanın içinde ne kazandır, ne yitirilir?” Başında Amerikan emperyalizminin bulunduğu Batı sistemi içindeki yerimizi sağlamlaştırmanın ve en azından korumanın, örneğin Amerikan yardımında Yunanistan’la 7/10 oranını lehimize değiştirmenin nasıl mümkün olabileceğini tartışıyor yazısında. Amerikan emperyalizmiyle bağlantılar ve Batı sistemi değişmez veri.
CHP’li sosyal demokrat ideolog Haluk Ülman, Günaydın’da (20 Ağ.) aynı hesabı, varsayımlar üzerine kurarak yapıyor. Şöyle yazıyor
“Özal’ın Kuveyt bunalımı karşısında izlediği politika iki ‘varsayıma’ dayanıyor. Birincisi, Saddam Hüseyin’in gidici olduğu, daha doğrusu başta Birleşik Amerika olduğu halde Batı’nın onu götürmeye kesin kararlı bulunduğu varsayımıdır. (…) İkinci varsayım, Saddam Hüseyin’in gitmesinden sonra da başta Birleşik Amerika olmak üzere Batı’nın bölgeye kendi istedikleri türden, kendileri için güvenli bir düzen vermeden Körfezden çekilmeye yanaşmayacaklarıdır.
“Gerçekten de eğer Irak’ın gelecekteki yönetimi ve statüsü gibi Körfezin kaderi de Batı tarafından belirlenecekle, Türkiye’nin bu konularda Batı ile birlikle yürümesi, kaçınılmazdır. Çünkü her iki konuda da Türkiye’nin, başta ulusal güvenliği olmak üzere, yaşamsal çıkarları vardır.
“İzlenen politikanın başarı kazanması, bu politikanın üzerine kurulan iki varsayımın doğru çıkması, yani ambargonun tam olarak işlemesine ve Ortadoğu’daki belirleyici güç’ün gerçekten Batı olmasına bağlı. Oysa bu, bana o kadar doğru görünmüyor. Çünkü bir bölgenin geleceğini belirleyecek olanlar, dış güçlerden çok iç çelişmelerdir. Saddam Hüseyin gitse de Batı’nın bunca bölünmenin içinden bir düzen, bir ‘Batı barışı’ çıkarması kolay değildir. Benim korkum, bunalım sonrasında söz sahibi olacağız derken, kendimizi, Araplar arasında bugün başlamamış, yarın da bitmeyecek olan bölünmelerin içinde, üstelik Batı’dan ve Batıcı Arap ülkelerinden taraf olarak buluvermemizdir.”
Belli ki Amerikancı politikaya itirazı var üstadın, ama kanundan konuşuyor, hatta konuşmuyor, karnından homurdanıyor. Şöyle şöyle ise bu politika doğru olacak diyor. O durumda Batı ve Amerikan uşağı olmakta beis olmayacak! Ama söylendiği gibi “gayya kuyusuna düşmek”ten korkuyor. Hesap meselesi! Hesap halklar üzerine kurulmazsa, öyle mi gelişir böyle mi diye kafa patlatmaktan başka seçenek olmuyor. Ama işin acısı, Ülman’ın eğer Amerika ve Batı’nın Orta Doğu’da güdümlü bir düzen yerleştirecek olmasını aklı kesecek olsa, bu emperyalist düzeni ve buna önder İslam ülkesi olarak katılmaya yönelik Amerikancı Özal politikasını destekleyecek olmasıdır; durumu ve izlenen politikayı bu yönüyle takdis etmesidir. Kârlı çıkacak olsak Amerikancılıkta karar kılacak!
Burjuva düzenin muhalefet partileri, hep bu kâr-zarar hesabını yaptıklarından, izlenmekte olan politikanın zararını fazla bulduklarından, “pısırık” kalıyor ve bütün içinde erimek, en başta Arapların düşmanlığını kazanmak istemiyorlar. Bu nedenle BM kararlan doğrultusunda herkesle birlikte yürünmeli, ileride Amerikan emperyalistlerinin bile satabileceği bir tecrit durumuna sürüklenmemeliyiz diye düşünüyorlar. Yoksa iç politika kaygılarının ötesinde Özal ve politikasını destekleyeceklerdir.
Oktay Ekşi, Hürriyet’te “pısırık” ve “kişilikli” saldırgan politikaların hangisini uygulanacağını Meclis’in kararına bırakarak bir ölçüde uzlaştırmaya çalışıyor. Hem zaten BM de silahlı güçle ambargoyu denetleme kararı almadı mı? Ha doğrudan saldırı, ha ambargoyu denetleme bahanesiyle saldırı. Zaten ABD öncesinden de saldırı düzenleseydi, mutlaka bir provokasyon gerçekleştirirdi, kimse merak etmesin, Irak mutlaka bir Amerikan askerinin en azından postalını kirletmiş olurdu, Şöyle yazıyor ‘Türkiye’de bilindiği gibi, bu konuda iki politika çarpıştı.” Biri, ‘Türkiye’nin süratle ABD ve Suudi Arabistan’ın yanında yer almasını, böylece Ortadoğu’nun yeniden düzenlenmesi sırasında söz sahibi olma fırsatını kaçırmamamız gerektiğini savunuyor. Öteki tam tersine, Türkiye’nin vakit kazanmasının ve ancak BM örgütünün bağlayıcı kararları uygulamakla yetinmesinin doğru olacağını ileri sürüyor.”
Hele CHP’li sosyal demokrat, Milliyet başyazarı Altan Öymen, pek de yanlış olmayarak iki politika arasında öylesine fark görmüyor ki (Haluk Ülman’ın görüşleri hatırlansın, gerçekten fark hesaba ve yönteme ilişkindir) ulusal bir konsensüsten söz etme noktasına varıyor: “Kimimiz sanıyoruz ki, iktidarın Körfez politikasıyla artık bir batağa saplandık ki, içinden çıkamayız. Kimimiz de muhalefetin o politikaya taban tabana zıt bir çizgide olduğunu sanıyoruz. Oysa ne Türkiye’nin şimdiye kadarla kararlarıyla bir batağa saplanmışlığı vardır. Ne de muhalefetin BM kararlarını dışında bir hedefe yönelmişliği” (16 Ağ.)
Muhalefetin pespayeliğini en iyi belirten Öymen’in bu sözleri olsa gerek. Yanlış mı? Fark nerede? Amerikan emperyalizmi de, Birleşmiş Milletler de Körfez’e ve Ortadoğu’ya müdahaleden, hem de silahlı müdahaleden yana değil mi? Her ikisi de Saddam bahanesiyle Arap halklarına saldırı konumunda ve emperyalist çıkarlar peşinde değil mi? ister ABD ile birlikte davran, ister BM ile! Özde fark yok. Fark, yalnızca hesap meselesinde, geleceğin kârlılığın saptanmasında; politik yöntem olarak ise biraz acelecilik ya da geciktirmecilikte. Burjuva, her tutum ve yöntemde burjuvadır; Türkiye burjuvazisi her tutum ve politik yönteminde özel olarak Amerikan emperyalizmine genelde ise Batı’ya bağlı ve bağımlıdır. Kimisi uşaktır, kimisi uşaklığa eğilimli ve yatkın. O kadar fark olsun! Var mı burjuvalarımız içinde Arap halkına yönelik emperyalist saldırıya karşı tek laf eden? Var mı Türkiye halkının emperyalist emellere şöyle ya da böyle alet edilmesine tavır alan? Tümünün sorunu “Saddam sorunu”dur, halkları ve Körfez krizinin tarihsel koşullarını ve hangi politikanın devamı ve sonucu olduğunu görmek istemiyorlar, tümü “Saddam’ın devrilmesi gerekliliğinde hemfikir. Sorunu böyle anlıyorlar. İnönü “uluslararası ordu” öneriyor bunu için; A. Öymen, “Irak’ın yola getirilmesi uluslararası görevdir” (10 Ağ.) diyor. Bu, Amerikan müdahalesini, BM müdahalesini savunmaktır, Arap halkına karşı savaş narası atmanın bir biçimidir.
Kriz dolayısıyla her politik akım sınavdan geçiyor. Türkiye’nin dincileri bu sınavda sınıfta kaldılar. İslamiyet dolayısıyla olsun “Müslüman Arap halkları”nın yanında yer almıyorlar. Amerikan emperyalizmine saldırganlığı açısından karşı çıkan dikkate değer bir İslamî grup, “İslam savaşçısı” yok ortalıkta. Kutsal topraklar, Kâbe, Mekke, Medine, hepsi “laf dincilerin sözlüğünde. Suudi kralı sözde İslam’ın kutsal topraklarını Hıristiyan” Amerikan askerlerin çizmelerine çiğnettiriyor, ses yok. Bunlar yine “Müslüman Irak”a saldırıya hazırlanıyorlar, yine ses yok. Bizim dincilerin dini paradır, dolardır, onlar Faysal Finans’la Al Baraka’nın “kâr ortaklıkları”nın faizleriyle geçinmeyi, ceplerini ve midelerini şişirmeyi biliyorlar. Proletarya, Amerikan emperyalizmine karşı, ister İslamcı ister milliyetçi ideolojik motiflerle kendini ortaya koymuş olsun, her türlü direnişin yanındadır, yanında olacaktır. O, devrimci proletarya hiçbir zaman rol yapmadı, yapmıyor. Devrimci proletarya Saddamcı değildir, onu desteklemiyor. Marksizm, proletaryanın hareketi, ezilen halkların yanındadır ve Arap halkına yönelik emperyalist saldırganlığa, komploya karşıdır.
Bugün Saddam faktörünün ötesinde Arap halklarında anti-emperyalist bir uyanış belirtileri reddedilemez şekilde görülmeye başladı. Ne yazık ki bu uyanış ve direniş ruhu, batılı emperyalistlerin Saddam’ı hedefliyor görünmesinin sonucu olarak kendisini Saddam’dan ayıramıyor. Filistinliler Ürdün ve işgal altındaki topraklarda, Lübnan’da anti-emperyalist gösteriler düzenliyorlar. Onların anti-emperyalist bir birikimleri vardır, bu gelişiyor. Mısır’da gösteriler görülüyor. Nasır milliyetçiliğinden kalan bir anti-emperyalizm uyanışın bir kaynağıyken İslamcılık ikinci kaynak durumunda, Aynı şey, Moritanya’da, Sudan’da, Libya ve Yemen’de ortaya çıkıyor. Kuşkusuz Saddam bu hareketlenmeyi tahrik ediyor, bir yandan anti-emperyalist görünümlü çağrılar diğer bir yandan cihat çağrıları yapıyor. O, Arap halkının duygularını istismara yönelmiştir, bu açık. Ama gösteriler yapan Arap halkından destekler buluyor, bu gösterilerde resimleri taşmıyor. Şimdiye kadar 100 bin civarında gönüllü, Irak’ın yanında çarpışmak üzere kayıt yaptırdı. Şimdilik Arap halkının duygulan Saddam’a doğru akıyor.
Gelişen anti-emperyalist uyanış, ister milliyetçi ister dinsel motifli olsun, bir başka savaşın unsurudur. Bu uyanışın doğurduğu hareketlenme, savaş koşullarına yeni bir yön, yeni bir eğilim taşıyor Halkın anti-emperyalist eğilimini. Bu eğilimin gelişmesi, oluşmakta olan savaşın niteliğini değiştirebilir. Ve eğer bu eğilim savaşa damgasını vurur hale gelirse, Arap halkının temsilcisi kim görünürse görünsün Türkiye Proletaryası Arap halkının anti-emperyalist savaşını destekleyecektir.
Şimdi sorun Saddam sorunu değil, emperyalist müdahale ve savaş kışkırtıcılığına karşı çıkma ve mücadele sorunudur.
Körfez kriziyle ilgili olarak Türkiye’de diğer muhalif gruplarla karşılaştırdığında Aydınlıkçılar doğruya yakın bir konumda görünüyorlar. Ancak “üç dünyacı” yaklaşımlarıyla, kuzey-güney ülkeleri ayrımlarıyla Saddam destekçiliği yapıyorlar. D. Perinçek, Kuveyt işgalinde açıktan Irak’ı destekliyor, “Kuveyt, Araplar arasındaki kalın bölünmede, Irak’ın bir parçasıdır” diyor (Yüzyıl, sayı. 3), Kuveyt işgalini, “yarı ortaçağlı Arap toprakları kendi geriliklerinin lekelerinden etkilenerek birleşeceklerdir” diyerek, haklı göstermeye yöneliyor. Daha ileri giderek, “keşke Irak, Kuveyt’i, Arap Emirlikleri’ni ve hatta Suudi Arabistan’ı olabilse. Bu tür eylemler sonunda sömüren ve sömürülen milletler doğmaz, daha güçlü milli birlikler doğar” diyor. “Emperyalizmin tehdit olarak kabul ettiği, İslam değildir, ezilen dünyadır; üçüncü dünya ülkeleridir; güneydir-halk devrimcileridir” diyor. Böyle muğlâklıklar ve yutturmacalarla olmaz. Hem 3. dünya ülkeleri ve güney nemde halk devrimcileri olmaz. Ve zaten Kuveyt’i işgal ederek D. Perinçek’in desteğine mazhar olan Irak ve Saddam’ın halk devrimcisi olmadığı açık bir gerçek. Üç dünyacılıkla ancak Saddam destekçiliği yapılabiliyor.
Ama yine de Aydınlıkçılar TBKP’den bir gömlek ilerideler. Amerikan saldırganlığına karşı tutum açıklıyorlar. TBKp’liler ise emperyalizmin safında, BM’nin safında yer alıyorlar. TBKP MYK açıklıyor: “Şimdi sorun bütün ülkelerin ambargo kararına sıkı sıkıya uyması, geçmişte benzer durumlarda sık sık karşılaşılan önlemleri el altından etkisizleştirme girişimlerine kesinlikle izin verilmemesidir, şu ya da bu devletin kendi bencil çıkarları için bölge ve dünya barışının çıkarlarını hiçe sayması mutlaka önlenmelidir” Girişimlerle ambargonun delinmesine de kesinlikle karşılar, demek ki ablukayı da, yani silahlı müdahaleyi de savunuyorlar. Sovyetler, BM’de silahlı gözetimi onayladıktan sonra şimdi bunu açıkça da savunacaklardır. TBKP Irak’ı mahkûm etmekte ve sanki sorun Irak-Kuveyt sorunuymuş gibi, çözüm için de silahlı müdahaleye dek uzanan bir tutum açıklamaktadır. “Ambargonun getireceği ek yükleri” karşılamak için “Türkiye’ye yardımcı olunmalıdır” dilencilik noktasına da varan TBKP, “barış” ve “barış cephesi” konusundaki görüşleriyle ise tümüyle komik duruma düşmektedir:
“Irak’ın saldırgan politikası karşısında bütün dünyada bir barış cephesi oluşmuş durumdayken soruna askeri çözüm aramak akıl dışılıktan başka bir şey değildir… Barış çizgisi dünya tarihinde ilk kez her türlü ideolojik politik farklı yaklaşımlarına rağmen çok sayıda ülkeyi birleştiren, sorunları güç kullanarak çözen anlayışları dışlayan bir yol izliyor.” (Adımlar, s. 41)
Irak saldırısı karşısında dünya barış cephesi oluşuyor! Barış çizgisi izleniyor! Şaşkınlık ve gerçekleri tersyüz etmek bu kadar olun ama bunlara inanacak insan bulunabilir mi? Savaş cephesini, ortaya bunca silah dökülmüşken barış cephesi diye tanımlarsan, bu hayalle tek bir kişiyi bile kandıramazsın. Hele Türkiye’de müdahalenin yalnızca biçimi ve tarihi üzerinde tartışma varken, barış çizgisinden söz edersen, sana yalnızca gülen çıkar, inanan değil. TBKP her sorunda, her alanda burjuva gericiliğin ve emperyalizmin yanında saf tutmaktadır. Proletaryaya karşı olduğu gibi, ezilen halklara karşı da…
Amerikan emperyalizminin Körfez’e tüm Orta Doğu’ya, bu arada Türkiye’ye güç yığdığı ortada. Ve bunun barışçıl amaçlarla olmadığı açık Peki tüm bu yığmağın amacı ne? Kısa vadede görünüm ve belirtilen amaç, Saddam’ın cezalandırılması. Ama Amerikan askeri şefi Cheney “birliklerimiz Suudi Arabistan’da 1-2 yıl kalacak” diyor.
ABD emperyalizmin amaçları birkaç yönlü. Birincisi, Ortadoğu’da askeri olarak yerleşmeyi, petrole dayalı çıkarlarını uzun vadede ve kesin olarak garanti alana almayı ve yanı, sıra stratejik üstünlük elde etmeyi amaçlıyor. Bugün onunla çatışmak isteyecek rakip yok, ama bu sonuna kadar böyle kalacağı anlamına gelmiyor. ABD hem Arap halklarından hem de rakip emperyalist güçlerden gelecek tehditlere karşı bölgede askeri açıdan üslen-meye yöneliyor. İkincisi, Körfez’e müdahale aracılığıyla ABD, bölgede siyasal durumunu güçlendirmeyi amaçlamaktadır. Bugünden, O, oldukça başarılı biçimde Arap ülkelerini bölmüş, bazılarını siyasal olarak kazanmıştır. Bunu sürdürmek ve taraftarlarının sayısını ve siyasal gücünü arttırmayı düşünmektedir. Ve bu üçüncü amacına götürmektedir. Çandar’ın da söylediği gibi, ABD Ortadoğu’nun yeniden biçimlendirilmesine yönelmiştir. Bölgede yeni bir denge, yeni bir düzen peşindedir. Ve dördüncüsü. Körfez krizi ile artan petrol fiyatları dolayısıyla en başta uluslararası Amerikan mali sermayesi kârlarına kâr katmaktadır.
Peki, Türkiye, krizden barış yönünde etkilenmeyecekse, nasıl etkilenecektir? Bir savaşa girerse kurtulamayacağı bir batağa batmış olacaktır, bu kesindir. Arap halicinin düşmanlığım kazanacak ve direnişlerine muhatap olacaktır. Tanışılan Kürt faktörü önemsiz değildir. ABD Talabani ile görüşmeler yapmıştır. Ve Yüzyıl’daki haberlere göre, Talabani’nin yanı sıra, bazı Kürt gruplarının görüşlerini yansıttığını söyleyen Mehmet Ali Aslan ABD ile işbirliğine hazırdır. Tevger Irak’a karşı savaşma eğilimindedir, Barzani ise ABD’nin eski ihanetlerinin anısıyla mütereddit… Amerikan emperyalizmine karşı sağlam bir tavır açıklayan yalnızca PKK vardır. Bu, Irak ve Saddam’ın cezalandırılmasıyla, TC egemenlerinin karşısına hiç hoşlanmayacakları bir durumun çıkabileceğinin belirtisidir: ABD destekli Irak Kurdistan devleti. Bu egemenlerimizi korkutuyor. Bunun ötesinde, Özal Musul-Kerkük’ü hiç ağzımıza almayalım diyor, neden? Açık değil mi? PKK’nın yanı sıra bir de Irak Kürdistan’ı ve Irak Kürtleri çıkacak karşısına. Biriyle baş edemezken ikincisiyle uğraşmak zorunda kalmak hiç çekici gelmiyor Özal’a. Ama savaşın ve hatta savaş koşullarının oluşmasının bile avantajları var. Zaten 413’le girişilen saldırı iyice geliştirilebilir; köyler, Kürt köyleri de saldırı hedefleri olabilir. Ama hesap edilmesi gereken zıt faktörler de var.
Savaş ihtimali, çeşitli etkenler nedeniyle, örneğin bir 1974 Kıbrıs işgalinde olduğu gibi güçlü bir şovenizm dalgasına yol açmasa bile, yine de şovenizmi körükleyerek, bundan proletarya ve emekçilere karşı yararlanılmasını gündeme getirecektir. Şovenizm dalgası güçsüz olacaktır, bu avantajdır, çünkü Türkiye halkını Arap halkına ve üstelik Müslüman Arap halkına karşı seferber etmenin zorlukları vardır.
Burjuva gericilik bölünmüş durumdadır ve kitle hareketi, savaş ihtimaliyle birlikte başlayan grev yasaklanrrının bileyici gücüyle de beslenerek bir yükseliş içindedir. Belirli bir düşüş olsa bile, bu muhtemelen oldukça kısa ve geçici bir dönemi kapsayacaktır. Ama son grev ertelemelerinin gösterdiği gibi, burjuvazi kuşkusuz savaş koşullarından faydalanıp devrime, proletarya ve emekçilere saldırmaya yönelecektir. Sıkıyönetim, olağanüstü halin tüm Türkiye’yi kapsaması ve belki savaş hali ilanı olası gelişmeler olacak; egemen burjuvazi emekçi kitleleri ve eylemlerini yeni ve güçlendirilmiş bir çerçevede bastırmaya çalışacaktır. Marksistlere ve devrimcilere düşen ise bu saldırıları püskürtmektir. Ancak bu doğru bir örgütlenmeyi gerekli kıldığı gibi, doğru taktikleri de gerektirmektedir.
Yasal ve başlıca yasa dışılığın alanlarında, şovenizm dalgasıyla güçlendirilecek ve zaten 413 ile birlikte tırmandırılan karşı devrimci saldırının özellikle ilk hışmının atlatılması önemlidir. Bu, şovenizmin etkisinin doğru taktiklerle kırılmasını da gereksiniyor. Hazırlanan savaşın gerici ve haksız niteliği her fırsattan yararlanılarak emekçilere anlatılarak ve savaşa karşı ve barış için devrimin ve devrimci mücadelenin gerekliliği ortaya konarak ve böyle bir mücadele yükseltilerek saldırının püskürtülmesi kolaylaştırılacak, emekçi kitlelerin bu saldırganlık dönemini en az zararla geçiştirmesi sağlanabilecektir.
Tüm yabancı askerler ve üslerin, bütün yabana birliklerin işgal ettikleri bölgelerden çekilmesi talebinin yükseltilmesi kuşkusuz zorunludur.
Eğer egemenler bir savaş çıkarmaya ve emekçileri Arap kardeşlerine karşı cepheye sürmeye cüret ederlerse, gerici emperyalist savaşın iç savaşa dönüştürülmesi tehlikesini göğüslemeye de hazır olsunlar.
Yaşasın devrim, yaşasın sosyalizm, yaşasın halkların kardeşliği!


EK -1
Savaş kışkırtıcılığı ve basın

Sığınaklar kazılıyor… Gaz maskeleri satın alınıyor ya da devletin gaz maskesi temin etmesi için çağrılarda bulunuluyor… Sivil savunma önlemleri hazırlıklarına hız veriliyor… Kahvelerde ve işyerlerinde sürdürülen tartışmaların merkezinde “Saddam saldırırsa ne yapacağız?’ konusu yer alıyor. Toplum tam anlamıyla terörize edilmiş, başka şey düşünemez ve yorum yapamaz hale getirilmiş durumda. Varsa yoksa Saddam… Her şey ona göre belirlenir hale gelmiş. Toplumun düşünce yetisi, mantığın alamayacağı kadar dar bir alana hapsedilmiş: Saddam saldıracak… Saldırırsa ne yapacağız?
Tam bir beyin yıkama olayı yaşanıyor, ister Türkiye’de ister dünyada toplumlar, olağanüstü boyutlarda bir ideolojik bombardımana tabi kılınıyor. İnsanlar ne yapacağını bilemez durumda. Ortalığı toz duman kaplamış.. Sonumuz ne olacak?
İster dünya ister ulusal planda bu toz dumandan bir şeyler bekleyenler olmalı… Çünkü toz dumanı sıyırıp gerçeklere baktığımızda daha değişik şeyler görünüyor. Her şeyden önce diğer emperyalist devletlerle ve onların devasa askeri güçleriyle karşılaştırıldığında Saddam nedir ki… İran savaşında hurdaya çıkmış 550 tankı, İran karşısında hiç bir etkinlik gösteremeyen uçakları ve ancak korumasız durumdaki Kürtlere karşı kullanıldığında etkili olabilen kimyasal silahıyla Saddam, hiç Amerika, İngiltere ya da Fransa’ya karşı koyabilir mi? Saddam’ın gücü ve etkisinin bu kadar abartılmasının nedeni ne olabilir?
Yüzler ve hatta binlerce gelişme ve olguyu bir yana bırakırsak, ülkemizden ve yakın çevremizden şu iki olay bir rastlantı olabilir mi? Saddam’ın Kuveyt’i işgal edişinin İlk günlerinde Pakistan’da askeri de sayılabilecek bir darbe ve Türkiye’de Doğu ve Güneydoğuya olağanüstü boyutlardaki askeri yığınaklar. Doğu ve Güneydoğu’da onlarca köy yakılıyor. Binlerce insan topraklarından ediliyor, buna karşılık bunlar; bir haber değeri bile taşımıyor. Türkiye’nin tüm sorunları unutturularak bir kenara bırakılmış, varsa yoksa Saddam!
Amerika yüz binlerle ifade edilen devasa bir askeri yığınak gerçekleştiriyor. Ortadoğu özellikle Amerika tarafından işgal etmiş durumda, denizlerde emperyalist savaş gemileri cirit atıyor ve her yere ve her şeye müdahale ediyor, bunlar görülmüyor, varsa yoksa Saddam?
Saddam kapana kısılmış fare gibi ülkesindeki yabancıları silah depolarının yakınında bir yerlere yerleştiriyor, olası saldı dardan korunabilmek için. Bütün dünya ayağa kalkıyor: katil! Canavar… Vs. Ama hiç kimsenin aklına, Amerika ya da diğer emperyalist ülkeler ve onların uşaklarının yaptıklarının da aynı ölçüde canavarca eylemler olduğunu söylemek gelmiyor. Irak’a saldırılacak olmasının da canavarca olması düşünülmüyor. Irak’ın bombalanacak oluşunun da canavarca olduğunu söylemek gelmiyor. Başka ülkeleri işgal etmeyi gelenek haline getirmiş Amerika’yı, Suudi Arabistan’a yerleşmişken ve Irak’a da girmeye hazırlanmışken eleştirmek gelmiyor. Tüm Ortadoğu’yu ele geçirme planlarının son perdesi oynanıyor Amerika tarafından ve bunun daha birçok sonuçları var, ama kimsenin aklına onun daha haksız bir pozisyonda olduğunu söylemek gelmiyor. Kimsenin aklına, binlerce kilometre öteden gelen ABD, Fransız, İngiliz ve daha birçok ülkenin Ortadoğu’da ne işi var demek gelmiyor. Emperyalistler en hayâsızca tutumlar içine giriyor, saldırganca davranıyor; küstahlıktan görmezden geliniyor. Amerika’nın Grenada, Vietnam; Panama ve hatta Kuveyt’in işgal edildiği aynı günlerde Liberya’ya müdahalesi unutturulabiliyor, Ortadoğu’yu işgal faaliyetleri sürerken, yalnızca Saddam ve Saddam’ın eylemleri ön plana çıkarılıyor.
Nedendir bu tek yanlı şartlandırma? Nasıl oldu da kamuoyuna bu at gözlüğü takılabildi? İnsanlar Ortadoğu’da son olayları neden dar bir koridorun içinden değerlendirme durumunda kalıyor?
Bu konuda basın yayın ve televizyon kuruluşlarının birinci dereceden sorumlu olduğunu saptamak gerekiyor. Ve elbette bu kuruluşlardan CCN Televizyonunun başı çektiğini de. Türkiye’de haber kaynaklarının çok kısıtlı olduğu biliniyor. Kolaycılık ve geleneksel atalet, bürokratik yapı, basın yayın ve TV’yi hep kolay yollardan haber toplamaya sevk ediyor. İş böyle olunca CNN, bizim basın yayın ve TV için başvurulacak yegâna kaynak olarak ortaya çıkıyor. CNN’in savaş yanlısı bir tutum içinde olduğu açık. Türkiye’de basın yayın da bundan payını alıyor.
Ancak savaş yanlısı propagandanın tek nedeninin CNN olduğunu söylemek -hiç değilse CNN için-haksızlık olur, Türk basını başından itibaren “ulusal” Çıkarlarının nerelerde olduğunu sezdi ve savaş çığırtkanlığı yönünde propagandaya başladı. Savaş çıkması ve savaş yönünde propaganda, Türkiye’ye; Ala girmekte yardıma olacak, dış yardım musluklarının açılması olanaklarını artıracak, Amerika ve Avrupa’nın Ermeni ve Kürtler konusundaki Türkiye aleyhtarı tutumlarını değiştirecek, ABD’yi, Irak Kürdistan’ına vereceği olası destekten vazgeçirecek ve neden olmasın, belki de Kerkük’e girmek için Batı tarafından yeşil ışık yakılmasına neden olabilecekti. Basın, burjuvazinin hayalindeki hedefleri kaşıma konusundaki görevleri de unutmamıştı. Ama tüm bunların ötesinde, Doğu ve Güney-doğu’da sürmekte olan savaşın her türlü yol (sürgün, jenosit, köy yakma gibi) denenerek bastırılmasında kullanılacak en vahşi yöntemlerden yükselen sesler, savaş çığlıkları arasında duyulmayacaktı. Ve Türk basını bu arada, oradan gelen hiç bir sesi duymadı.
Türk basını, uşaklığını yaptığı burjuvazinin çıkarlarının nerede olduğunu çok iyi sezinlemişti. En savaş kışkırtıcısı çığlıklar, halkı en tedirgin edici ve üstelik gerçek de olmayan haberler gazete sayfalarını doldurmaya başladı.
Kuşkusuz haber ve yorumlarda tek yanlılık esastı. Basın, uluslararası petrol tekelleri ve ABD’nin çıkarlarını TC’nin çıkarları olarak kabul etti ve Türkiye’yi emperyalistlerin savaş arabasının arkasına bağlamayı “milli” bir politika olarak sundu.
Türkiye’yi ABD ve Batı’nın çıkarları doğrultusunda yönlendirme konusunda gazetelerin hiç biri diğerinden geride kalmadı. Daha doğrusu ABD ve Batılı ülkelerin saldırganlıklarını gizleme konusunda hepsi birbiriyle yarıştı. Tek tehlike Saddam’dı ve Saddam herkese saldırabilirdi. Dünyaya bile, Türkiye de dâhil tüm dünya halkları, Saddam’dan gelecek bir savaş tedirginliği içine girdi. Güncel sorunlar bir kenara itildi. Türkiye’yi en çok ilgilendiren Kürt sorunu unutuldu.. Pahalılık, zamlar, her şey her şey Saddam’a bağlandı.
Savaş kışkırtıcılığı ve ABD’nin arkasından gitme konusunda gazetelerin hiç birinin diğerinden farkı yoktu ama bu arada Güneş gazetesinin tutumu özel bir dikkat çeki Güneş, bir-iki köşe yazarı dışında genel olarak savaşın en gönüllü kışkırtıcısı oldu. (Hürriyet ve Özal’ı yeniden keşfeden Sabah’ı anmaya gerek bile yok.) Bu noktada ister istemez, uluslararası basın tekellerinin, neden Türkiye gazetelerini satın almak istediği sorusu akla geliyor. Asil Nadir, içinde Güneş gazetesinin de bulunduğu basın tekellerinden birini satın alırken açıkça anlaşılıyor ki, yalnızca karlılığı gözetmiyor. Hürriyet gazetesini almaya çalışan Maxwell’in de farklı bazı beklentilerin içinde olduğu anlaşılıyor. Bu beklenti, emperyalist tekeller için kamuoyu oluşturmaktan başkası değil. Kamuoyunu yönlendirme ve bundan doğan kazancın, para ve avantaj olarak nereye aktığı artık ayan beyan ortada.
Savaş olasılığı tedirginliği içinde ortaya çıkan sonuçlara bakılsın, yalnızca bu bite emperyalist tekellerin amaçlarına ulaştığına dair verilerle dolu. Piyasanın tümünü bir kaç tekelin kontrol ettiği petrole olan zamlar ve bu zamların aktığı yerler, bu arada astronomik düzeylere fırlayan silah satışları, bunlar, emperyalist savaş propagandasının amaçlarını yeterince ortaya koymuyor mu? Bu arada da yerli basınımızın gerçek yerinin kimin yanı olduğunu?
Basınımız savaş tedirginliğini canlı tutmak için, tüm dünyanın abluka altına aldığı ve Türkiye’ye yönelme olasılığı düşünülemeyecek kadar zayıf olan Irak’ın, Türkiye’ye de saldıracağı spekülasyonunu ciddi bir gerçekleşebilirlik vurgusuyla bilinçli olarak canlı tutmaya çalıştı. Kapana kısılmış fareden farkı olmayan ve ateş olsa ancak cürümü kadar yer yakabilecek olan Saddam’ın, Türkiye’ye de saldırabileceği spekülatif olarak işlendi ve insanlar bu düşünceye inandırılmaya çalışıldı.
Basın adi ve alçakça bir tutum içinde gözünü Kerkük’e dikmiş, Kerkük konusunda burjuvazi ve ordunun ayranını kabartmak için uğraşıyor. Burjuva basın tekelleri Kurt direnişini ezmek için savaş kışkırtıyor. AT’ye girmek ve ABD’den Yunanistan’ın aleyhine olmak üzere yardım alabilmek için emperyalistlere adice yaltaklanan ve bu yüzden savaşa girmeye çalışan burjuvaziye destek sunuyor, hatta kışkırtıyor. Burjuva basın şimdiye kadar olageldiği gibi barış, demokrasi ve insan hakları açısından sınıfta kaldı; Burjuva basının sınıf geçme şansı yok, böyle bir isteği de yok Çünkü basın, savaş isteyen uluslararası tekellerin uzantısından başka bir şey değil. Yerli basınımızdan, bundan fazlası beklenmemeli zaten.

EK -2
TDKP İSTANBUL İL KOMİTESİ’NİN İSTANBUL İŞÇİ SINIFI VE EMEKÇİLERİNE ÇAĞIRIŞI:
Emperyalizm ve uşaklarının çıkarları uğruna savaşa karşı çıkın!

(……….)
Yıllardır gerici Saddam rejimini her türlü silahla besleyen, İran-Irak savaşında yüz binlerce genç ölür, milyonlarcası sakat tanırken, Saddam rejimi HALEPÇE’de kimyasal silahlarla 5000 Kürt emekçisini katlederken seyirci kalan emperyalistler, izinleri olmadan Kuveyt işgal edilip ucuz petrol kaynakları tehlikeye girdiğinde ne kadar “insancıl”, “barışçı ve özgürlükçü* kesildiklerini de gösterdi. Amerika Grenada’yı ve daha dün Liberya’yı, İngiltere Falkland Adalarını işgal ederken sesi çıkmayan uluslararası gericilik, Kuveyt’in işgaliyle nasırına basılmış gibi ayağa fırladı. Evet, gerici Saddam rejimi çıkmazdaki ülke ekonomisini kurtarmak için Kuveyt’i işgal ederken uluslararası tekellerin nasırına bastı; çünkü Kuveyt emperyalistlerin ucuz petrol kaynağıydı. Emperyalistler için uğrunda savaşılacak tek şey DAHA FAZLA KAR ve SÖMÜRÜDÜR.
Ülkemiz egemen sınıfları için de tek değer kar ve sömürüdür Onlar Irak sorunu sayesinde bir taşla birkaç kuş vurmak istiyorlar. Dünyadaki son gelişmelerle batılı emperyalistlerin güzünde değeri kaybolan Türkiye’nin aslında değerinin kaybolmadığını, Ortadoğu’da emperyalizmin çıkarları tehlikeye girdiğinde Türkiye’nin bu çıkarları koruyabilecek tek güç olduğunu kanıtlamaya çalışıyorlar. AET’ye girebilmek, daha fazla kredi alabilmek, kısacası emperyalistlerin talan sofrasından fazladan bir kemik almak uğruna yüz binlerce gencin kanını pazarlık masasına getiriyorlar.
(……….)
Onlar aynı zamanda kapitalist yağma ekonomisinin sorunlarını savaş sayesinde gizlemeyi, savaşın getireceği fazladan ekonomik faturayı da ‘vatan ve milletin kutsal çıkarları” adı altında işçi ve emekçilerin sırtına yıkmayı amaçlıyorlar
“Savaş hali” ilanında egemen sınıfların yapacağı ilk şey grevleri tamamen yasaklamak, zorunlu çalışma ve mesai koymak, “savaş fonu” ve ‘orduya destek’ adı altında ücretlerimizin bir kısmına el koymak olacaktır. Daha şimdiden grev yasakları başlatılmıştır, öte yandan, bütün bunları yapabilmek ve örgütlü muhalefeti önleyebilmek için kitle örgütlerimiz olan sendika ve meslek örgütlerinin faaliyeti durdurulacak, ekonomik ve politik istemlerimiz “ulusal güvenlik, vatan millet bahanesiyle bastırılacaktır.
Kadın ve Erkek işçiler, Emekçiler:
Egemen sınıfların çıkar hesapları uğruna evlatlarınızın ölüme gönderilmesine ve başka ulusların emekçileriyle birbirlerini katletmelerine izin vermeyin. Emperyalizmin jandarmalığı uğuruna yapılacak savaşa karşı çıkın. Bu savaşın aynı zamanda K…istan’daki haklı özgürlük mücadelesini ezmeye yönelik bir savaş olduğunu unutmayın.
(……….)
Sınıf bilinçli işçiler;
Devrimciler:
Egemen sınıflar tüm propaganda araçları ve uşak basın aracığıyla şoven-milliyetçi duyguları körükleyerek, sözde gerekçeler uydurarak emperyalizmin jandarmalığını haklı göstermeye çalışıyor; Gücümüzü ve enerjimizi birleştirerek ırkçı-faşist demagojinin etkisini kıralım. Kitle örgütlerimizi bu it dalaşına karşı çıkmaya zorlayalım, ortak mücadeleye atılalım.


EK -3

“Ne işgalci emperyalistler, ne de Saddam diktatörlüğü”
Irak’ı, kimyasal silahlarla donatarak patlamaya hazır bir silah deposu haline getiren emperyalist devletlerin kendileridir Emperyalist devletlerin donattığı ve şımarttığı Irak faşist diktatörünün bölge halklarının başına musallat olması ve sonunu getirecek olsa da bölge halklarını savaşa sürüklemesi kaçınılmazdı.
Eğer bugün emperyalist devletler Irak diktatörlüğünü cezalandırma hazırlıkları içinde oluyorlarsa, bu, onların bölge halklarını düşündüğünden değildir. Emperyalist devletlerin, “Kuveyt’i Irak İşgalinden kurtarma”, “Körfez ülkelerini Irak ordularının işgalinden koruma” gibi sözleri tümüyle yalandır. Emperyalist devletler, uşakları bile olsa, bölgedeki gerici statükoyu zorlayacak, petrol talanlarına yönelecek ve kendilerine problem çıkaracak her girişimi bastırmak istiyorlar. Emperyalist devletler, Saddam’ı cezalandırma adı altında tüm bölgeyi yeniden işgal etme ve bölge halkları üzerinde daha koyu bir baskı hazırlıkları içindeler.
Öte yandan Saddam Hüseyin’in çıkışı ne İsrail’i cezalandırma, ne Filistin halkını koruma, ne Arap birliğini sağlama ve ne de anti-emperyalist bir çıkıştır. Saddam Hüseyin’in çıkışı, yıllardır beslenen ve şımartılan bir caninin efendisine havlaması ve bir yerinden ısırmasından başka bir şey değildir. Bölge halkları tarihlerinde bir kez daha böylesine tehlikeli ve büyük yıkım getirecek savaş tehdidi ile yüz yüzeler.
Bu savaşta bölge halklarının yeri ne işgalci emperyalistlerin, ne de Saddam diktatörlüğünün saflarıdır. Bölge halkları olarak, ülkelerimizde yıkım, acı ve kölelikten başka bir şey getirmeyecek olan emperyalist işgalcileri istemediğimizi göstermeliyiz.
Bölge halkları ve devrimci yurtsever güçleri olarak tutmamız gereken tek yol vardır: Ülkelerimizi emperyalistlerin çizmeleriyle kirlettirmeyelim. Başımıza bela kesilen ve emperyalistlerin bölgeye müdahalesine zemin hazırlayan zorba ve kukla yönetimlere ve emperyalist güçlere karşı direncimizi yükseltelim, bu direnişte güçlerimizi birleştirelim. Direnişle ve halk devrimleriyle ülkelerimizin efendisi olma mücadelesi içinde olalım. Ancak bu şekilde, bölgemizi emperyalist işgalcilerden ve genci savaşlardan koruyabilir, kardeşliğin ve barışın egemen olduğu bir Ortadoğu gerçekliğine varabiliriz.
ERNK-Avrupa temsilciliği 15 Ağustos 1990

Eylül 1990

Bir çırak cehennemi: Ankara Mobilyacılar Sanayi Sitesi

Ankara Mobilya Sanayi Sitesi Türkiye’nin en büyük mobilya sitesi olduğu gibi dünyanın da sayılı büyük sitelerindendir. 1955’li yıllarda dağınık bir biçimde üretimini Akköprü ve Soğukkuyu gibi semtlerde yapmakta olan mobilyacılar birleşerek bir kooperatif oluşturmuşlar. Bu kooperatif vasıtasıyla o dönemin Başbakanı Menderes’in desteğini alarak 1955 yılında bugünkü sitelerin temelini atmışlardır. 1960 yılından beri de burada üretim yapmaktadırlar.
Bugün Mobilyacılar Derneğinin 6000 üyesi, Marangozlar Derneğinin 4500 üyesi, Döşemeciler Derneğinin 2100 üyesi bulunmaktadır. Bunun dışında mermer imalatı ve metal işkolunda demir doğrama, alüminyum ve çelik eşya üzerine üretim yapan birçok işyeri de bulunmaktadır. Toplam olarak 20.000 civarında işyeri olup bunların 130 işletmesi irili ufaklı şirketlerden oluşur. Geri kalanı ise 3 veya 5 işçinin çalıştığı küçük atölyelerden meydana gelir.
Site işçisinin durumu ve çalışma koşulları:
Sitelerde çalışmak bir tercih değil içinde yaşanılan sosyal durum ve ekonomik koşulların zorlaması sonucudur. Kırdan şehre gelen emekçi halk, ekonomik koşullar altında ezilmesi ve sürekli yoksullaşması nedeniyle gezme, oynama ve okuma çağında, daha yaşadığı dünyayı yeni yeni tanımaya başladığı yaşta, sözde meslek öğrenip hayata erken atılıp iş güç sahibi olmak adına, ama aslında kendi içinde bulunduğu ekonomik zorluklara azda olsa bir katkı olması ve kendi masraflarını çıkarması için koşulların zorlaması ile çırak olarak çocuklarını siteye verir.
Bu çocuklar 11, 12 yaşlarında yoğun bir sömürü, baskı ile karşılaşırlar. Küçücük yaşta çıraklıkla başlayan işçinin bütün dünyası siteler olur. Onun için her şey sitelerdir. Burada dayakla, küfürle bütün pislik ve angarya işlerle başlayan yaşamı, çıraklık, kalfalık ve ustalık basamaklarıyla büyür. En iyi bildikleri şey yaptıkları iş ve sitelerdir. Bunun dışında kalan ise ev ve kahvedir, sosyal yaşam diye bir şeyleri yoktur.
Önceleri meslek öğrenip iş kurma hayallerinin yoğun olduğu sitelerde ülkenin içinde bulunduğu ağır ekonomik koşullar nedeniyle bu hayaller de bilmiştir. Hiç bir sosyal güvence ve çalışma garantisinin bulunmadığı, her an işten atılmayla yüz yüze bulunan işçilerin büyük çoğunluğu sitelerden kaçmayı düşünmektedir. Ama site dışında farklı bir durumun olmadığı da bir gerçektir. Site dışında iş bulan birçok kişi aldıkları ücret kendilerine yetmediği için ikinci bir ek iş olarak siteye gece ve hafta sonları gelerek çalışmaktadır. Bunun yanında dışarıda iş arayan birçok site işçisi iş bulamayıp tekrar buraya dönmektedir.
Diğer taraftan günden güne kötüleşen yaşam koşulları ve devletin sürekli insanlara şırınga ettiği gerici dinci-faşist propagandalar ve kapitalizmin nimetleri diye liberalizm adı altında sunulan köşe dönücülük, ahlaksızlık, yolsuzluk ve dolandırıcılıklar, umut adı altında halkı soymanın aracı olan loto-toto, piyango ve futbol vb. gibi propagandaların etkileri de site işçisinde büyük ölçüde kendini göstermekledir.
200 bine yakın işçinin çalıştığı sitelerde işçi ve çıraklar en olumsuz ve sağlıksız koşullarda çalışır. % 90’ı sigortasız ve kaçak çalıştırılır. Sigortalı çalışan işçilerin çoğu ise ustabaşı veya kalifiye işçilerden oluşur. Küçük atölyelerde ve birçok işyerinde ise işçi sigortalı gösterilir fakat sigorta primleri ödenmez, girdi-çıktı gösterilir. Sigorta yapılanların primleri asgari ücret üzerinden ödenir ki bu da yine işçinin zararınadır, çünkü sitelerde asgari ücretle çalışma yoktur.
Çalışanların birçoğu sigorta olsun da nasıl olursa olsun diye düşünüyor. Oysa asgari ücret üzerinden ödenen primler tazminat düşüklüğüne yol açtıklarından, hem emeklilik pirim ve maaşları düşük olacak hem de işçinin işi bırakma durumunda alçağı para işverenin insafına kalacak, işveren bunu ister asgari ücretten isterse normal verdiği haftalıktan ödeyecektir.
Sitelerde işçi sağlığı ve iş güvenliği denince patronların aklına işçilerin değil kendi makina ve takımlarının güvenliği gelir. Hiç bir işyerinde sağlıklı çalışma koşulları yoktur. Ayrıca iş güvenliğine yönelik hiç bir önlem de alınmaz. İşyerleri sürekli toz içerisinde ve yazın alabildiğine sıcak, kışın ise soğuktur, havlandırma ve klima diye bir şeye rastlanmaz. Özellikle boya yapılan polyester-haneler de buna dâhildir. İşyerlerinde banyo olayını bırakın lavabo ve su bile ender görülen şeyler arasındadır.
Elbise dolabı diye gelişigüzel derme çalma dolaplar bulunur veya duvara bir kaç tane çivi çakılarak sorun böylece halledilir.
İş kazaları site işçisinin başından hiç eksik olmaz, iş kazası geçiren işçi veya çırak genellikle kendileri veya arkadaşları tarafından sağlık ocağına götürülür. Patronlar lütfedip de kapı önünde duran arabalarıyla götürmeye tenezzül bile etmezler. Üstelik eğer kaza parmak kaptırmak (kesik) gibi ise ve rapor alınmış olsa da çoğu kez istirahat bile yaptırmayıp çalıştırırlar. Mesela Emeksan Mobilya ve Gün Mobilya’da aynı durumda kalan işçilerin dinlenmesi gerekirken çalıştırılmışlardır.
İşyerinin sürekli toz içerisinde olması, işçi sağlığını önemli ölçüde etkiliyor, özellikle de polyester atölyelerinde sürekli boya ve tinerle iş yapıldığı halde hiç bir işyerinde işçileri zehirlenmeye karşı koruyucu besin olan süt ve yoğurt gibi yiyecek ve içecek verilmez. İşyerlerinin çoğunda ilk yardım dolabı yoktur, olanlarda ise boştur.
Sitelerdeki sağlık ocağında erken müdahale için ne araç gereç vardır ne de yeterli personel. Bu durumu kendileri ile görüştüğümüz sağlık ocağı personeli de söylemektedir. Devlet ve patronların 200 bin işçi ve çırağın çalıştığı sitelerde işçi sağlığına verdikleri önemin en güzel kanıtı (!) siteler sağlık ocağıdır.
Patronlar özellikle sigorta müfettişleri ile düzenli ilişkiler içindedirler, her zaman müfettişler gelmeden önce haberleri olur. Böyle bir ilişkisi olmayan işverenler ise uyarılır ve müfettişler gelmeden önce hemen hazırlık yapılır. Sigortasız çalıştırdıkları işçileri bir kenara çekerek belli talimatlar verirler; “bir kısmınız hemen çay ocaklarına veya kahveye gidin ve ben çağırtmadan gelmeyin”. Diğer bir kaçından ise işe yeni başladıklarını söylemeleri istenir, eğer geriye adam kalmışsa “bende köyden yeni geldim patronun akrobasiyim” dersin diye uyarılırlar ve bu emirler genelde hemen hemen harfiyen yerine getirilir. Özellikle bilinçsizlik ve işçiler arası birlik ve dayanışmanın öneminin bilinmeyişi ve işlerini kaybetmek korkusuyla bu oyuna hemen herkes katılır.
Çalışma saatleri:
8 saatlik olması gereken işgünü, bir kaç işyeri dışında hiç bir atölyede uygulanmaz. İşçi ve çıraklar cumartesi de dahil günde 9-10 saat çalıştırılmaktadır. Sekiz saatin üzerindeki bu zamanlar için hiç bir ek ücret ödenmez, normalden fazla olarak her gün bir, iki saat patronlara “sevabına” çalışılır.
İşin en kötü yanı işçiler bu dokuz-on saatin dışında ayrıca bir de mesai diye çalıştırırlar. Bu mesai de her işyerinin patronuna göre değişen bir mesai ücretiyle olur. Bazı yerlerde % 50 uygulanır, bazılarında ise yarım yevmiye gibi uygulamalar vardır. Mesai ücretleri ve vergi iadeleri birçok atölyede patronların keyfine göre iki veya üç ayda bir ancak verilir. Özellikle gece mesaileri ve benzeri fazla çalışmalar genelde bayramlar öncesi ve yılbaşı gibi dönemlerde sabahlamalar şeklinde bile olabilir. Ayrıca inşaat, mobilya ve benzeri malların montajı döneminde yoğun mesai gündeme gelir. Bu ve benzeri durumlarda mesai ücretleri bazı işyerlerinde normal ücrete göre ödenir. Kısacası mesai ücreti miktarı patronların insafına kalmıştır.
Ücret durumu:
Sitelerde ücret durumu yaşam koşullarına ve çalışma saatlerine göre gülünç denecek derecede düşüktür. Genellikle ustabaşı ve kalifiye ustalar istisnalar dışında 500.000’den 700.000’e kadar ücret alabiliyorlar. Ustalar 350.000’den 500.000 bine kadar, kalfalar 250.000’le 300.000 civarında, çıraklar ise 150.000 ile 250.000 lira ücret alabiliyorlar. Bu ücretler aylıktır, sitelerde ücretler genellikle haftalık ödenir.
Yemek konusuna gelince; birkaç şirket dışında hiç bir yerde yemek ya da yemek parası verilmez. İşçiler genelde öğle yemeklerini kendi paraları ile yerler, peynir, zeytin, helva gibi yiyecekler; yazın da domates, üzüm türü şeylerle karınlarını doyururlar.
Yemek ve yemek parasının verilmemesinin yanında servis parası, çocuk parası, ikramiye, yakacak parası, yıllık izin ve benzeri sosyal hakların hiç birisinin adı sitelerde anılmaz. İşyerlerinin % 95’inde iş önlüğü bile verilmez.
Önemli sorunlardan biri de, işten atılma ya da işi bırakma gibi durumlarda kalan paranın alınamamasıdır. Aylarca oyalanıp, üç-beş kuruş alıp gerisini alamama, ya da hiç para alamama gibi durumlar sık sık yaşanır.
Sitelerde işler yoğun olduğu zaman işçi alınır işler durduğunda işten çıkarılır ve hiç bir şey talep edilemez. İstisnalar dışında çoğunluk tazminat alamaz, alınan tazminat ise ya çok düşüktür ya da üretilen mallarla, mobilya türü mallarla ödenir.
Sitede yaygın olan bir iş yaptırma yöntemi de götürü ve parça-başıdır. Bu yöntemle işçiler yaptığı işin miktarına göre para alacağından daha hızlı ve daha uzun süre çalışmak zorundadırlar. Özünde bu yöntem işçilerin daha çok çalışmasına ve daha çok yıpranmasına neden oluyor. Ayrıca çalışan işçilerin birliğini bozarak, rekabeti körükleyerek, işçilerin işyerinde dayanışma ve mücadelesini engelliyor. Bu yüzden bu yöntem site patronları tarafından çok sevilir.
Çırakların ve stajyer öğrencilerin durumu:
Bir işçi cehennemi olan sitelerde çıraklık demek, her türlü aşağılanma, işverenin getir götür işlerinden dayak ve küfürlerine, angarya işlerine, işyerinin ve tuvaletin temizliklerine, en pisinden en ağırına kadar işleri yapmaya zorlanmak demektir.
Çıraklar özellikle usta işçilerin ve kalfaların çalıştıkları süre kadar çalıştırılırlar, mesai sonu atölye temizliğini de onlar yaparlar. Çok düşük olan ücretlerinin büyük bir kısmı da, dolmuş ve yemek parasına gider.
Bir kaç yıl öncesine kadar gerici çıraklık mukavelesi ile çalıştırılırlardı. Bugün bu mukavele uygulanmıyor. Ama çalıştırılma yöntemleri gene aynı kalmıştır. Çalıştıkları işyerinde kırılan ya da bozulan aletlerin parası yine çıraklara ödetilir. İş elbisesi bile verilmediği için kendilerinin getirdikleri elbiseler de çabuk yıpranır.
18 yaşından küçüklerin ağır işlerde çalıştırılması yasalarda yasakken en ağır işlerin altına sokulurlar. Üç, dört katlı atölyelere malzeme çıkarma ve indirme işleri de büyük çoğunlukla onlara yaptırılır.
Sözde meslek öğretmek için işe alınan çıraklara aletlerin kullanılması ve iş öğretilmez. Ustalarla ve kalfalarla çalışırken onların gösterdikleriyle öğrenirler. Kesici aletlerin kullanılması öğretilmediği için en çok iş kazasına uğrayan gene onlar olur ve üstelik bu nedenle suçlanırlar da. Kesici aletlerle iş yaptırırlar, kaza olduğunda “niye dikkatli olmadın yada ben sana dokunma demedim mi!” diye azarlanırlar. Diğer işçiler gibi hiç bir sosyal güvenceleri yoktur.
Siteler’de Çıraklık Mesleki Eğitim Kursuna devam eden kalfa ve çırak adaylarının son rakamları:
Kaynakçılık:     90
Elektrik:     40
Mobilya:     2450
Döşemeci:     560
Cilacı:         125
Kalfa sayısı:     100
Aday çıraklık:     1780

Sitelerde Çıraklık Eğitim kursuna % 40 civarında çıraklardan gidenler var. Çıraklık eğitimine giden aday ve çırakların dışında, site haricinden boş zamanlarında meslek öğrenmek isteyen gençler de gelir.
Sitelere Meslek Liselerinden stajyer öğrenciler gelir. Bu öğrenciler branşlarında uzmanlaşma ve pratiklerini geliştirme adına gönderilir-lar. Branşlarında uzmanlaşmak yerine çıraklıkta uzmanlaşırlar. Meslek Liselerinin bazı hoca ve atölye şefleri tarafından, adeta “eti senin kemiği benim” diye atölyelere pazarlanırlar. Stajyer öğrencilere, branşları ile ilgili hiç bir şey öğretilmez, öğretilen de yarım yamalak tır. Kısaca bir çırağın yaptığı işlerin aynısı onlara da yaptırılır.
Stajyer öğrenci işveren açısından ucuz bir iş gücüdür. Stajyer öğrencilerin aldığı ücret bunun en güzel kanıtıdır. Zaten kendisi gülünç bir rakam olan asgari ücretin üçte biridir. Kısacası stajyer öğrenciler sitelerde diplomalı kölelerdir.
Siteler de işverenin durumu:
İşverenlerin büyük çoğunluğu sitelerde meslek öğrenen ve ellerinde belli bir sermaye olan (bu sermaye genellikle köydeki arazi, borç, ortaklık vb şeylerden bulunmuştur) ustalardan oluşmaktadır. Yazının giriş bölümünde de belirttiğimiz gibi sitede en büyük çoğunluğu teşkil eden ve 3-5 işçi çalıştıran küçük işverenler bunlardır.
Ayrıca galericilik yapan büyük mağaza sahiplerinin kurduğu imalathaneler de azımsanmayacak sayıdadır ve bunların yanı sıra mimarların ve teknik öğretmenlerin kurduğu atölye ve şirketler de bulunmaktadır.
Sitenin % 70’ni oluşturan küçük işverenler sürekli iflasla içice yaşamaktadır. 12 Eylül faşist cuntasıyla birlikte yürürlüğe sokulan 24 Ocak kararları, bunların devamı olan diğer ekonomik uygulamalar, enflasyon ve gittikçe derinleşen ekonomik krizler nedeniyle sitede farklılaşma belirgin biçimde hızlanmıştır. Bazı şirketler fabrikalaşmaya doğru giderken, küçük imalathaneler büyük mağaza sahiplerinin ve sitedeki bir avuç tüccarın kıskacında kıvranmakta ve başladıktan yere yani ustalığa tekrar dönmektedirler.
Site işverenleri işçilerin sendikal örgütlenme mücadelesine hiç bir zaman tahammül edemez ve bu talepleri işten alma, baskı ve zorla yok etmeye çalışırlar. Kendileri ise işverenler arası dayanışma ve birliğini sağlama, sorunlarını çözme, ucuz hammadde sağlama adına işverenler derneği ve kooperatiflerde örgütlenmişlerdir. Bu örgütler de büyük işverenlerin tekelindedir. İşveren örgütlerinin en önemli işlevleri de, işverenlerin denetim ve engellerini aşarak, onlara karşı haklı talepler temelinde örgütlenip gelişecek işçi ve çırakların mücadelesini boğmaktır.
Site patronlarının siyasi durumuna bakıldığında büyük çoğunluğunun sermayenin temsilcileri olan gerici-faşist partilerin üyeleri oldukları görülür. Canı gönülden onlara hizmet ederler, çünkü bu partiler ve faşist kuruluşlar patronların gerici nitelikleriyle tam bir bütünlük arz ederler.
Bir de sosyal demokrat geçinen ve azınlıkta kalan patronlar vardır ki bunlar sermayenin utangaç uşaklarıdırlar. İşçiyi, emekçiyi savunduklarını iddia ederler, çalıştırdıkları işçilere “benim patron olduğuma bakmayın bu işyeri sizin sayılır, ben de devrimciyim-demokratım sizden yanayım” diyerek, diğer gerici faşist patronlar gibi işçi ve çırakların emeğini sömürürler. Gerçekte demokrat niteliğe sahip işveren hemen hemen yok gibidir, onlarını demokratlıkları da eylemlerinde değil laftadır.
Faşist diktatörlüğün özellikle generaller zamanında yaygınlaştırdığı ve bugün de devam eden dinsel gericilik ve tarikatçılık sitede patronlar arasında oldukça yaygındır ve sürekli olarak artmaktadır. Bu işverenler dini kendi işleri için bir araç olarak kullanarak işçileri kendi denetimleri altına almaktadırlar. İşçilere “biz Müslüman’ız, biz din kardeşiyiz, çalışmak ibadettir, biz bu dünyaya Allah’a kulluk etmeye geldik gerçek olan öteki dünyadır” diyerek onların dini duygularını kullanmaya çalışırlar. Bunları söylerken işçileri sömürürler ve haklarını vermezler.
Sitelerde sendikal örgütlenme:
Site çalışanlarının büyük çoğunluğunun kırsal kökenli (köyden şehre göç etmiş) ailelerin çocuklarından oluşmaktadır ve hemen hemen hepsi de gecekondu bölgelerinde oturmaktadırlar. Bilinç düzeyleri çok geridir, büyük çoğunluğu gerici düşüncelerin etkisi altındadır. Eğitim durumu genellikle ilkokul düzeyindedir.
Site işçi ve çırak gençliği henüz proleterleşememiştir ve işçi sınıfının örgütlü mücadelesini tanımamaktadırlar. Aralarındaki ilişkilerde işçiler arası ilişki ve dayanışma bilinci değil, akrabalık ve aynı atölyede çalışmak gibi şeyler etkilidir. Hatta aralarında düzenli bir ilişki de yoktur. Aldı üstlü kadarda çalışan işçiler bile çoğunlukla birbirlerini tanımazlar. Ayrıca kendilerini işyerine bağlayacak sendika, sigorta gibi hiç bir bağ olmadığından sürekli iş değiştirmeler olmaktadır. Bu durum örgütlenme açısından önemli bir engel oluşturmaktadır. Yine sitenin büyük çoğunluğunun küçük atölyelerden oluşması örgütlenme önünde başka bir engel olarak ortaya çıkmaktadır.
Siteler kurulduğundan bugüne kadar uzun bir zaman geçmiştir. Bu yıllar içerisinde işçi ve çırak gençliğin çeşitli hak ve talepler ve sendika için mücadelesi birçok imalathanede zaman zaman kendiliğinden ortaya çıkmıştır. Ama çıkışlar büyük çoğunlukla yenilgiyle sonuçlanmıştır. Son yıllarda bu durum Domsan ve Sedir mobilyada da yaşandı. Bu mücadelelerin yenilgiyle sonuçlanmasının nedenlerini ortaya çıkarmak ve kavramak site işçi gençliğinin bugünkü ve sonraki mücadelesi çin çok önemlidir.
Site işçi ve çırak gençliğinin bilinçsiz ve gerici düşüncelerin etkisi altında olması, işçi sınıfının gelişen mücadelesinin etkilerini önemli ölçüde hissedememesi ve kendisine şimdiye kadar ekonomik ve siyasi mücadele konusunda tutarlı bir önderlik götürülememesi onların birleşerek işçi sınıfının mücadelesi içerisinde yer almasını geciktirmiştir. Bu nedenledir ki sitede zaman zaman ortaya çıkan, işyerine sendikanın sokulması mücadelesinde birçok yanlışlara düşülmüş ve bu yanlışlar mücadelenin yenilmesine yol açmıştır.
Sendikal mücadelenin en belirgin yanı kediliğinden ortaya çıkması ve ortaya çıktığı işlerlerinde çalışan tüm işçileri kapsayamamasıdır. Ücretlere zam yapılması, sigorta, gerekçesiz ve tazminatsız işten atılma vb. taleplerle hızlanan mücadelenin tek bir işyeriyle sınırlı olması, sendika olmadan hiç bir acil ve temel talebin alınamayacağının düşünülmesi, her şeyin sendikaya bağlanması ve mücadelenin çok dar bir alanda tutulması bu yenilgileri hazırlayan etkenlerdir.
Siteli genç işçi ve çıraklar yıllardır yaşadıkları bu cehennemi koşullardan çıkabilmek için başta büyük işyerlerinde (buralarda işçi sayısının fazla olması nedeniyle örgütlenmeye daha yatkın bir durum olduğu için) ve irili ufaklı tüm atölyelerde, İster Türk, ister Kürt ve diğer milliyetlerden olsun, ister Alevi ve Sünni mezheplerinden olsun, milliyet ve mezhep ayrımı gözetmeksizin kendi acil ve temel talepleri etrafında birleşmelidirler. Tüm çalışanların birliğini hedefleyen atölye komiteleri oluşturulması ve bu komiteler aracılığıyla kendilerine karşı birleşmiş olan site patronlarına karşı, acil ve temel taleplerini kazanabilir ve kendi sınıf örgütlülüklerini yaratabilir ve işçi sınıfının mücadelesindeki yerlerini alabilirler. İşyeri komiteleri, hem tek tek atölyelerde mücadelenin bir aracı, hem de başka atölyelerde gelişen mücadelenin desteklenmesinin, dayanışmanın gerçekleştirilebilmesinin, tüm site gençliğinin merkezi bir örtülüğünün, sınıf örgütlülüğünün yaratılmasının önemli bir adımı olacaktır.

EMEKSAN MOBİLYA İŞÇİLERİ ANLATIYOR

100 işçinin çalıştığı Emeksan mobilya şirketinde çalışan bir İşçi arkadaşımız gerekçesiz işten atılıyor. Arkadaşımız işten çıkartıldığında Çalışma Bakanlığı’na dilekçe vererek işverenden davacı oluyor ve müfettişler kendisinden iki şahit bulmasını istiyorlar. İşyerinden hiç kimse şahit olmuyor. Mahkemeden haberi olan işveren diğer işçilere baskı yaparak işçilere şahit olmamaları için gözdağı veriyor. İşçi arkadaşımızın mücadelesi sonucu müfettişler iş yerini denetlemeye geliyorlar. İşveren kendi hazırladığı senaryoya tüm işçileri de baskıyla sokuyor. İşyerinde çalışma saatleri sabah saat 8’de işbaşı, akşam 6’da paydos olan durumu, müfettişlere 8.30’da işbaşı, Saat 5’de paydos Olarak işçilere imzalatıp denetlemeyi geçiştiriyor. Çalışan işçiler bilinçsizlikleri, kendi aralarında dayanışma olmaması ve aynı durumun kendi başlarına geleceğini düşünememeleri nedeniyle işten çıkarılan arkadaşlarına değil de patronlarına yardım ediyorlar ve arkadaşın mücadelesini boşa çıkarıyorlar. Arkadaş hem günde çalıştığı bir saat fazlanın parasını, hem de tazminatını alamıyor.

SİTE’Lİ GENÇ İŞÇİ VE ÇIRAKLARIN ÖNE ÇIKAN TALEPLERİ:
* Grevli toplusözleşmeli sendika hakkının tanınması,
* 8 saatlik iş gününün uygulanması ve 18 yaşından küçük İşçi ve çıraklara gece çalışma yasağının getirilmesi,
* 18 yaşından küçük işçi ve çıraklar için 6 saatlik iş gününün uygulanması, 16 yaşından küçük çocukların çırak olarak çalıştırılmasının yasaklanması,
* 16 yaşından küçük çırak adaylarının zorunlu ve parasız okullarda okumasını sağlanması,
* Tüm çalışanların sigortalanmasının hayata geçirilmesi,
* İşyerlerinde sağlığa uygun çalışma koşullarının sağlanması, polyester ve diğer atölyelerde maske, eldiven, iş önlüğü sağlanması, süt, yoğurt gibi yiyeceklerin verilmesi,
* Bütün işyerlerinde iş kazalarını ve meslek hastalıklarını önleyecek önlemlerin alınması, duş ve banyo olanaklarının sağlanması, havalandırma tesisatının yapılması,
* Sağlık Merkezinin ihtiyaçları karşılayacak biçimde düzeltilmesi,
* Yemek ve yol paralarının İşverenler tarafından ödenmesi,
* Çıraklar üzerindeki her türlü baskı, dayak, küfür ve angaryanın kaldırılması,
* Meslek ve Teknik Liseli stajyer öğrencilerin çıraklık statülerinin kattırılarak ücretlerinin asgari ücretten ödenmesi, işverenlerle okul yöneticileri arasında yapılan işçi kiralama anlaşmalarının yasaklanması,
* Çıraklık ve mesleki eğitim merkezlerinde eğitim gören çırakların haftada bir gün olan eğitim sürelerinin haftada üç güne çıkarılması, eğitim süresince ücretlerin ödenmesi.

Eylül 1990

“Mücadele” Laf Üretiyor Kafa karışıklığı ve olguculuk üzerine

Mücadele’nin 1. sayısında, Arif Soylu imzasıyla, “Sosyal Emperyalizm Teorileri Üzerine Yöntem ve Terminoloji Dersleri” başlığı ile bir yazı yayınlandı. Başlık böyle iddialı olunca insan, elbette yöntem ve terminoloji üstüne bir şeyler “öğreneceğini” umuyor. Ama ne var ki yazar, daha ilk paragraflardan itibaren okuyucunun beklentisini kırıyor. Çünkü “yöntemim ilk akla getirdiği şey, hiç olmazsa bir iç tutarlılıkken, biraz sonra göstereceğimiz gibi yazar daha ilk paragraflarda kendisiyle apaçık çelişen düşünceler öne sürerek, yöntem konusunda nerelerde bulunduğunu ele veriyor. “Yöntem” başlığına gelindiğinde, bu yöntemsizliği nasıl açıklayacak diye merak ediyorsunuz, ama o bunu hiç umursamadan, “önce yöntem” başlığı altında; yöntem konusunda yanlış ya da doğru hiç bir söylemeden, özel mülkiyet olmadan kapitalizmin olamayacağını kanıtlamaya koyuluyor. Üstelik de bunu, Japonya’dan ABD’ye, Türkiye’den Güney Afrika’ya kamu iktisadi teşebbüslerinin varlığını, bunların kapitalist mülkiyetin bir biçimi olduğunu unutup, devlet mülkiyeti varsa sosyalizm vardır, özel mülkiyetsiz kapitalizm olmaz iddiasıyla yapmaya çalışıyor.
A. Soylu “terminoloji” konusunda da ilgili ara başlığın altını ilgisiz alıntılar, spekülatif iddialarla dolduruyor.
Yukarıdaki nedenlerden dolayı, A. Soylu’nun yazısını sadece bir şeyler söylemeye çalıştığı bölümlerle sınırlı olarak eleştireceğiz.
Mücadele’nin tedirginliği neden?
MÜCADELE dergisi, orta sayfalarını “sosyal emperyalizm teorileri”ne ayırmış. Daha önce Yeni Çözüm dergisini çıkaran siyasi eğilimin çevresince çıkarılan bu dergi, tıpkı Yeni Çözüm gibi konuyu sık sık gündemine almasına karşın, soruna soğukkanlı ve sağlıklı bir yaklaşım yerine, anlaşılmaz (ya da anlaşılır) bir telaş ve tedirginlikle yaklaştığı için olumlu olabileceği noktalarda bile sağa sola savrulmaktan kurtulamıyor. Soruna yaklaşımdaki telaş ve tedirginlik daha yazının ilk paragraflarında açıkça belli oluyor.
Arif SOYLU yazısına şöyle başlıyor:
“Sosyal emperyalizm teorileri yeniden gündemde…
“Sınıflar mücadelesinin yıllar önce çöp sepetine attığı bu safsata yığınının bugün yeniden ısıtılarak gündeme sokulma çabalarının altında yatan, idealizm ve çarpık kafa yapılarından başka bir şey değildir.
“Uluslararası alanda sosyalizmin karşı karşıya kaldığı sorunlar her devrimci grup ve yapının değerlendirmek, çözüm aramak, en azından ilgi duymak zorunda olduğu sorunlardır. Çünkü bu sorunlar ‘devrim’ diye bir derdi olan her grup ve yapı açısından sadece geleceğin değil, bugünkü mücadelenin de yakıcı sorunları olarak kendini dayatmaktadır. Dünya çapında, sosyalizm mücadelesinin içinde yer alan herkesin, ister genel enternasyonalist, isterse özel -ülke özgülünde- planda sahip olması gereken sorumluluk duygusu böyle bir yaklaşımı gerekli kılmaktadır. Hiç kimsenin “bizi ilgilendirmiyor, “önemli bir sorun değil”, “biz ülkemize bakalım” demeye hakkı yoktur.” (Mücadele, Sayı: 1, s. 16) (abç)
Mücadele’nin kafa karışıklığı daha ilk paragraflarda kendini açığa vuruyor: “Sosyal emperyalizm teorileri ısıtılarak yeniden gündeme getiriliyor”muş! Getirenler de Özgürlük Dünyası ve diğer sosyal emperyalizm teorisini savunan çevrelermiş!. Önce şunu belirtelim ki, okuyucularımızın da yakından bileceği gibi, Özgürlük Dünyası (bu durumun Emeğin Bayrağı ve Yeni Demokrasi için de geçerli olduğunu izleyenler bilecektir) sosyal emperyalizm konusunu gündeme getirmek için hiçbir özel çaba göstermedi. Çünkü Özgürlük Dünyası için bu sorunun teorik olarak tartışması daha 1970’lerin sonunda tamamlanmıştı ve bu yüzden de sorunun teorik tartışmasının yeniden gündeme getirilmesi anlamsız olurdu. Ama bu teorik yaklaşımı doğrulayan olgular ortaya çıktıkça da, bu olgulardan söz edildi ve onlar yerli yerine oturtulmaya çalışıldı, oturtuldu. Kaldı ki; bu olgulardan, burjuva basın ve yayın araçlarından Yeni Çözüm’e kadar pek çok basın ve yayın aracı herhalde Özgürlük Dünyası’ndan daha çok söz etmiştir. Ama olup bitenler ve ortaya çıkan olguların artık en bağnaz revizyonistlerce bile reddedilemez biçimde kendini kabul ettirmesi ve olup bitenlerin Özgürlük Dünyası ve okuyucuları için hiç bir gizemli yanının olmaması nedeniyle Özgürlük Dünyası bu olgulara sadece değinmekle yetindi. Bu yüzden de, “sosyal emperyalizm teorilerini” Özgürlük Dünyası “ısıtarak gündeme” sokmadı. Ama doğrusu bir ısıtan oldu, fakat bu “ısıtan” Özgürlük Dünyası ya da diğer “sosyal emperyalizm teorisi”ni savunanlar değildi. Bizzat hayatın kendisiydi. Ortaya çıkan, artık diyalektik materyalist bir dünya görüşüne sahip olmayanların bile görmezden gelemeyeceği kadar açıkça kendisini ortaya koyan olgulardır. Ama “Mücadele” her zamanki sübjektivizmi nedeni ile bu nesnel gerçeği görmek istemediği için bir sorunun gündeme gelmesinde hep bir “kışkırtıcı” arıyor. Oysa sorunu gündeme getiren gerçekler ortada. Dönüp Yeni Çözüm’ün son aylardaki sayılarına bakılırsa, “Polonya’da Kapitalist Restorasyon”, “Sosyalizmin Sorunları”, Romanya’da olup bitenler üstüne söylenenler yanlış da olsa, son aylarda bu konuda Yeni Çözüm’ün Özgürlük Dünyası’ndan daha çok sayfayı bu konuya ayırdığı görülür.
Arif Soylu, dönüp Yeni Çözüm’ün aylardır bu konuyla uğraştığını görmezden gelerek, “Sınıflar mücadelesinin yıllar önce çöp sepetine attığı bu safsata yığınının bugün yeniden ısıtılarak gündeme sokulma çabalarının altında yatan idealizm ve çarpık kafa yapılarından başka bir şey değildir” diyerek hem kendisiyle hem de Y. Çözüm’ün aylardır sürdürdüğü tartışmalarla çelişkiye düşüyor. Aslında çelişkiye düşüyor demek hafif kalıyor, çam deviriyor. Çünkü eğer yazarın dediği gibi, bu teoriyi sınıflar mücadelesi yıllar önce çöp sepetine atmışsa, Yeni Çözüm ve Mücadele neden bugün, çok zor koşullarda çıkabilen ve her sayfası için pek çok emek harcanan dergilerinin en okunan sayfalarını (bu dergiler genellikle orta sayfalarını bu konuya ayırıyorlar) bu “çöp sepetine atılmış” “safsatalara” ayırıyor? Hangi akıllı insan, bir değeri olmayan şeylerle uğraşır?
Kaldı ki yazar, bu “çöpe atılmış” konuda kendisi yazmakla da yetinmiyor “sosyalizm mücadelesi içinde yer alan herkes”i de bu konuda kafa yormaya, tartışmaya çağırıyor: “Hiç kimsenin ‘bizi ilgilendirmiyor’, ‘önemli bir sorun değil’, ‘biz ülkemize bakalım’, demeye hakkı yoktur” diyerek konunun önemine parmak basıyor. Oysa Marksistler bu çağrıyı hemen hemen aynı sözcüklerle 1970’lerde yapıyorlardı ve o zaman Y. Çözüm eğilimi “bizi ilgilendirmez”, “biz ülkemize bakarız” diyordu. 15 yıl sonra da olsa onlar için bir “ilerleme” bu durum.
Mücadele’nin yazarı, yukarıda aktardığımız üç giriş paragrafında iki kez kendisiyle çelişkiye düşen “fikirler” öne sürdükten ve niçin yazıldığı pek anlaşılmayan birkaç paragraftan sonra saptamalar yapıyor:
“Sınıflar mücadelesinin yıllar önce bertaraf etliği ancak yeniden canlandırılmaya çalışılan sosyal emperyalizm ‘teorileri’nin bugün ortaya çıkardıkları etkenleri çeşitli yönlerden ele alabiliriz.
“Birincisi, sosyal emperyalizm ‘teori’leri dün olduğu gibi bugün de sübjektivizmin ürünüdür. Hiçbir bilimsel temeli yoktur. Temelinde Çin-Sovyet çelişkisinde Çin’in siyasi birlikleri vardır.
“İkincisi, sosyal emperyalizm ‘teori’lerinin yeniden tartışma gündemine sokulmasının altında geçmişi aklama, doğru bir geçmiş yaratma niyetleri vardır.
“Son olarak da, bu “teori”leri yeniden gündeme getirme zeminini yaratan olgular oligarşinin 12 Eylül sürecinde izlediği ideolojik-siyasi hat ve sınıflar mücadelesinin bugünkü seviyesi ile emperyalizmin izlediği saldırı politikası ve revizyonizmin iflasıdır. Tüm bunlar sosyal emperyalizm ‘teori’leri için uygun bir zemin yaratmıştır.” (A. Soylu, Mücadele, Sayı: 1, S. 16) (abç)
Okuyucunun da dikkatini çekmiş olacağı gibi Mücadele’den yaptığımız aktarmaları uzun uzun ve hiç atlamadan yapıyoruz. Çünkü Mücadele’nin bu yazısını okumamış olan okuyucularımız, iddialı bir yazıda böylesi açık çelişkilerin olacağını akıllan yatmayarak, bizim aktarmalarda Mücadele’nin söylediklerini anlamsız hale getirdiğimizi, ya da değişik yerlerde söylenenleri bir araya getirerek, Mücadele yazarını çelişkiye düşürmeyi amaçladığımızı düşünebilir. Kesinlikle değil; yukarıdaki aktarmalar aynen Mücadele dergisinden yapıldı. Yani, ‘Temelinde Çin-Sovyet çelişkisinde Çin’in siyasi birlikleri vardır” gibi anlamsız ve anlaşılmaz cümleler ve bir paragraf üstte bu “teorilerin dün olduğu gibi bugün de sübjektivizmin ürünüdür” derken iki paragraf aşağıda “bu ‘teori’leri yeniden gündeme getirme zemini yaratan olgular” sıralanmasının çelişkisi tümüyle Mücadele ve onun yazarına aittir.
Bu ara açıklamadan sonra Mücadele yazarının iddialarının temelsizliğine dönelim.
Önce ikinci iddia üstünde duralım: A. Soylu, bu tartışmanın gündeme sokulmasında “sosyal emperyalizm teorilerini savunanların kendilerine “doğru bir geçmiş yaratma niyetleri vardır” diyor. Yukarıda, “bu teorileri” gündeme sokmak için özel bir çaba harcamadığımızı belirttik. Ancak, bu kuramın savunucularının “yeni” ortaya çıkan olguların kuramlarını ne ölçüde doğruladığı ve yalanladığı konusunda kuramlarını sınamaları en doğal haklarıdır. Dahası bu Marksizm’in en temel yöntemlerinden birisidir. Çünkü kuramlar, olgular henüz herkesçe görülemez, ancak bilimsel bir yaklaşımla anlaşılabilecek durumdayken oluşurlar ve olgular bütün bağlantılarıyla ortaya çıktığında da kuramın olgularla ne ölçüde uyuştuğu sınanır. Eğer olgular, kuramı doğruluyorsa, kuram (teori), doğru kabul edilir. Bazı olgular kuramı doğruluyor, bazıları onunla tam bir uygunluk göstermiyorsa kuramda düzeltmeler yapılır. Kuramın olgularla uyuşmayan yönleri reddedilir. Yok, ortaya çıkan olgular kuramla çelişikse kuram tümüyle reddedilir. Bu, hem doğa bilimleri için hem de toplum bilim için tek doğru yöntemdir. Olgular herkesçe görülür hale gelince kuram oluşturulur düşüncesi (ki Mücadele kuram oluşturmayı böyle anlıyor) saçmadır. Çünkü gerçek herkesçe görülür hale geldiğinde zaten kurama da ihtiyaç kalmamıştır. Artık Polonya’da devlet iktidarını ele geçirenler “biz sosyalist, komünist değiliz”, “biz kapitalistiz” diye dünyaya ilan ettiklerinde, kahvede oturan sade yurttaşların Polonya’da sosyalizm değil kapitalizm uygulanıyor diye konuştuğu bir zamanda “Polonya’da kapitalist restorasyon nasıl oldu” gibi yazılar yayınlamak, ve bu temelde bir görüş oluşturmaya çalışmak, ne kuram geliştirmektir, ne de sosyalizm düşüncesi ve Marksizm’e yaratıcı bir katkıda bulunmaktır. Bu aşamadan sonra izlenmesi gereken doğru yol, ben bu gelişmeleri neden önceden göremedim diye kendi ideolojik-siyasi çizgisini sorgulamak, görüş açışım darlaştıran anti-Marksist, anti-Leninist etkilerden arınmak için bir çabaya girmektir. Ama dün Y. Çözüm, bugün de Mücadele bu sağlıklı yola girmekten özenle kaçınıyor ve tam bir küçük burjuva tutumuyla, bu konuda öngörüde bulunanları “kâhin”lik yapmakla suçluyor. Bu nasıl kahinliktir ki; 15-20 yıl önce söylenenler bugün artık herkesçe görülür ve kabul edilir hale geliyor? Eğer bu uzak görüşlülüğe kâhinlik deniyorsa, böyle “kâhin”lere, dünyanın, daha iyi bir dünya kurma misyonunu yüklenmiş emekçi sınıflar ve proletaryanın hep ihtiyacı olacaktır. Tanrı herkesi, burnunun ucunu görmeyen “önderlerden” ve böylesi “Marksistler”den korusun!
Yöntem sorununa kısaca değindikten sonra burada konuyu yöntem sorununa getiren “doğru bir geçmiş yaratma” iddiasına ilişkin bir iki şey daha söylemek gerekiyor.
Kendi geçmişiyle hesaplaşmak, doğrularını geliştirmek, yanlışlarını atmak her siyasi eğilimin hem hakkı hem de görevidir. Konumuz açısından bakıldığında, sosyal emperyalizm konusunda Özgürlük Dünyası’nın savunucusu olduğu ideolojik eğilimin kendi haklı tutumunu öne çıkarmasında yadırganacak hiçbir şey yoktur. O bunu asla böbürlenmek için yapmıyor. Amacı kendi teorik zeminini pratikte sınamak ve sağlamlaştırmaktır. Bundan da kimse komplekse kapılıp alınmamalıdır ve konunun Özgürlük Dünyası tarafından “yanlış” zemine kaydırıldığı sanılmamalıdır.
Nitekim Mücadele de, bir yandan “sosyal emperyalizm ‘teori’lerinin sınıflar mücadelesi tarafından yıllar önce bertaraf edildiğini, ancak yeniden canlandırılmaya çalışıldığı”nı iddia ederken, yukarıdaki alıntının son paragrafında, bir paragraf önce söylediklerini unutmuşçasına, bu tartışmayı yeniden gündeme getiren “olgular”dan (yani nesnel etkenlerden) söz, ediyor: “… bu ‘teori’leri yeniden gündeme getirme zeminini yaratan olgular oligarşinin 12 Eylül sürecinde izlediği ideolojik-siyasi hat ve sınıflar mücadelesinin bugünkü seviyesi ile emperyalizmin izlediği saldırı politikası ve revizyonizmin iflasıdır.”
Bu tartışmaların nesnel nedeni için gösterilen olguların doğruluğu ve yanlışlığı bir yana (bize göre asıl neden revizyonizmin iflasıdır ve kanımızca diğer nedenler bulanıklık yaratmak için öne çıkarılmaktadır) bir nesnel “zemin”‘in varlığı kabul ediliyorsa bu tartışmaların gereksiz yere “kışkırtıldığını”, ikide bir yinelemenin anlamı nedir? Bu “teori”lerin bir yandan “sınıflar mücadelesi tarafından yıllarca önce çöp sepetine atıldığı”nı iddia edip, sonra da herkesi bu “çöp kutusundan” çıkmış “teori”leri tartışmaya çağırmanın gereği nedir?
Bir tek yazının sınırları içinde ele alındığında bu çelişkinin anlaşılması mantıksal bakımdan olanaksızdır. Ama sorun, tarihsellik ve Mücadele’nin savunduğu ideolojik-siyasi tutumun sınıflar mücadelesi içinde aldığı konum bakımından ele alındığında her şey daha anlaşılır olmaktadır.
“Mücadele”nin savunduğu ideolojik-siyasi tutum, bir yandan Marksizm’den (dışından) öte yandan da kendi küçük burjuva dünya görüşünden ve bu dünya görüşüyle uygunluk içinde olan revizyonizmden etkilenmektedir. Mücadele’nin savunduğu eğilim sınıflar mücadelesi içinde genel olarak devrimci bir konumda olduğu ve bundan dolayı da kendi dışındaki Marksizm’in etkilerine açık bulunduğu için sosyalizm ve onun sorunlarına karşı ilgisiz kalamamakta, dahası sosyalizm maskesi taksa da revizyonistlerin reformcu siyasi tutumlarına karşı, devrimciliğinden gelen bir tepki göstermektedir. Bu nedenle revizyonistleri, sosyalizme, onun devrimci ilkelerine ihanet ettikleri için suçlamaktadır. Ama öte yandan bütünüyle Marksist bir platformda olmadığı, sosyalizm kavrayışı Marksist sosyalizme kadar uzanmadığı için, revizyonistleri, kötü de olsa sosyalist olarak görmeye devam etmekte, revizyonist diktatörlükleri ise, zaafları olan proletarya diktatörlükleri olarak görmektedir. Nitekim bu yüzden yıllardır revizyonist, iflah olmaz dediği partilerin iktidarda bulunduğu ülkeleri sosyalist diye tanımlamakla, bu diktatörlüklerin yıkılışını, sosyalizmin yıkılışı olarak anlayarak, Çavuşesku, Jaruzelski, Honnecker gibi revizyonistlerin safında yer almakta bir sakınca görmemektedir. Bu nedenle de bir yandan Marks’tan, “Kapitalist toplum ile komünist toplum arasında, birinden ötekine devrim yoluyla geçiş dönemi yer alır. Buna bir siyasi geçiş dönemi tekabül eder ki, burada devlet proletaryanın devrimci diktatörlüğünden başka bir şey olamaz” biçimindeki aktarmayı yaptıktan sonra, 1960’ların sonunda “proletarya diktatörlüğünden vazgeçtiğini açıklayan SB ve diğer Doğu Avrupa ülkelerini sosyalist saymaya devam ediyor. Daha da kötüsü bu alıntıyı onların “proletarya diktatörlüğünden vazgeçtikten sonra da sosyalist olmaya devam ettiklerini “kanıtlamak” için kullanmaya çalışıyor, ama aktarılanlar Özgürlük Dünyası’nın savlarını öylesine doğruluyor ki, “Mücadele” yazarı ister istemez bir paragrafta söylediğinin tam aksini hemen bir sonraki paragrafta söylüyor. Ve sonunda mücadele yazan, tam bir sübjektivizmle, geriye dönüş sizin dediğiniz gibi 4-14 yılda olmaz, ama 30 yılda olabilir demek zorunda kalıyor.
Öte yandan “Mücadele” yazarının bağlı olduğu siyasi eğilim, hemen bütün diğer küçük burjuva siyasi eğilimler gibi bir özeleştiri geleneğine sahip değildir ve özeleştiriyi bir “gurur sorunu” olarak görmektedir. Bu yüzden de, artık olgular kendisini dayatıp, kendisini inkar edilmez bir biçimde ortaya koyduğunda, geçmişteki tutumunun haklı olduğunu göstermek için Marksist teoriyi zorlayarak sorunu “çözme” yolunu tutmaya çalışıyor. Böyle olunca da yapılan alıntılarla savunulan tez arasında çelişkili bir durum ortaya çıkmaktadır. Bu ise, bu durumda olanları, bir çelişkiden kurtulayım derken bir diğerine sürüklemekte, savunulan tezi de belirsizleştirmektedir. Tıpkı, “Yeni Çözüm”ün Polonya’da kapitalist restorasyon” ve Mücadele’nin eleştirdiğimiz yazısında savunduğu tezlerde olduğu gibi.
Öyle görünüyor ki; “Mücadele”, bugün bulunduğu ideolojik platformda kalarak bu çelişmelerden kurtulamaz. Kendisinden çok önce Doğu Avrupa’da “kapitalist restorasyon” ve bunun sonucu olarak bu ülkelerin sosyal emperyalist politikalar izlediği tezini öne sürenlere saldırmakla da bu çelişmelerin üstü örtülmez; tersine, çelişkiler daha da açık hale gelir. Ancak sorun, ben önce dedim öteki sonra söyledi, ben her zaman doğruyu söylerim vb. biçimindeki ön yargılardan ve kaygılardan uzak ele alınırsa anlaşılır hale gelebilir ve olup bitenlerin tutarlı bir açıklaması yapılabilir. Her konuda olduğu gibi bu konuda da tutarlılığa varmanın tek yolu budur.
“Mücadele” elmalarla armutları topluyor
Matematik gibi, bilimlerin en soyutunda bile öğrencilere, ilk önce elmalarla armutların toplanamayacağı öğretilir. Yani ayrı nitelikteki şeyler ayrı ayrı sayma konusu olsalar bile birlikte sayılıp ortak bir sayı ile ifade edilemezler. Bu durum sosyal bilimler alanında matematikte olduğundan daha çok geçerlidir. Hele diyalektik yöntemi benimsediğini iddia edip, başkalarına diyalektik dersi vermeye kalkanların, bunu iyi bilmesi gerekir. Bu yüzden de biz herkese “yöntem ve terminoloji dersleri” vermeye kalkan birisinin bu basit kuralları bilmediğini düşünmek istemiyoruz. Ama o zaman bilgisizlikten daha da kötü bir zaafla karşılaşıyoruz ki; o da, spekülasyonculuk.
Mücadele dergisinin yazan, yazısında, “sosyal emperyalizm” tezini savunan herkesi aynı kefeye koyup, bazen Aydınlıkçılara göndermeler yaparak, işine geldiğinde Yeni Demokrasi’den, işine geldiğinde E. Bayrağı’ndan alıntılar yaparak ve sonra bunları Özgürlük Dünyası da savunuyormuş gibi göstererek kendi çelişkilerini ve açmazlarını gözlerden saklamaya çalışıyor.
Böylesi iddialı başlıklar atan bir yazarın 1970’li yıllar boyunca Doğu Avrupa ve SB’de kapitalizmin restorasyonuna ve bununla ilgili olarak da sosyal emperyalizm tezinin kavranışına ilişkin ayrışmaları ve farklı görüşleri bilmeden yazı yazdığı düşünülemez. Öyle olunca da, o yıllarda Marksist eğilimin taraftarlarınca çıkarılan Parti Bayrağı dergisinin 17, 18, 20, 21, 22. sayılarının Mao Zedung’un görüşlerinin eleştirisine ayrıldığı ve Mao Zedung ve Çinli revizyonistlerin sorunu milliyetçi bir tarzda ele aldıklarının, ideolojik temellerinden kopartarak Çin-Sovyet çatışmasında kendilerine bir pozisyon sağlamak için kullandıklarının eleştirildiğini bilmesi gerekir. Dahası, kendilerinin Mücadele sayfalarında birkaç paragrafta ifade ettiği eleştirilerin çok ötesinde belgelerle, Çinlilerin bu konuyu nasıl olumsuz bir platforma çektiklerinin sergilendiğini geçmiş tartışmalarla az çok ilgisi olan herkes bilir. Ama Mücadele, Yeni Demokrasi’den yaptığı alıntılarla Özgürlük Dünyası’nı da eleştirmeyi bütün bunları bilerek sürdürüyor.
Bırakalım 10-15 yıllık tartışmaları, son Doğu Avrupa’daki gelişmelerle ilgili olarak da Mücadele aynı tutumu sergiliyor. Emeğin Bayrağı’nın Romanya olayları üstüne yazdığı (ve sonradan özeleştirisini yaptığı) bir yazıdan alıntılar yaparak işte “sosyal emperyalizm teoricilerinin sosyal emperyalizm kavrayışları bu” diyor. Oysa, Özgürlük Dünyası’nın, Doğu Avrupa’daki gelişmeler ve buradaki kitle hareketlerinin niteliği üstüne çeşitli yazıları vardır ve yazar zahmet edip bunlara baksaydı, Özgürlük Dünyası yaklaşımının ne E. Bayrağı, ne de Yeni Demokrasi’nin yaklaşımıyla ilgisi olmadığını görürdü. Dahası, Özgürlük Dünyası, 15. sayısında, Romanya olaylarını değerlendirirken, Mücadele’nin E. Bayrağı’ndan aktarma yaptığı yazıyla aynı bakış açısından kaynaklanan Yeni Demokrasinin Çin olayları ile ilgili, kille kuyrukçusu, popülist tutumunu eleştiriyor, her kitle hareketinin desteklenemeyeceğini, kitlelerin bazen gericilerin ve emperyalistlerin aleti olarak da sahneye çıkabileceklerini, D. Avrupa ve Çin’de olanların da bugün böyle olduğunu söylüyordu.
İşte yazılanlardan bir kaç paragraf:
“Oysa Yeni Demokrasi dergisi, revizyonist ülkelerdeki ayaklanmaları desteklemek için hiçbir çözümlemeye gerek duymuyor. Arkadaşlara göre, bu ülkelerde patlak verecek her ayaklanma desteklenmeye layıktır. Bu yaklaşımın bir nedeni, ayaklanmanın taleplerine önem vermeyiş ve gerici bir diktatörlüğe karşı tüm ayaklanmaları nesnel olarak ilerici varsayarak, gericiliğe karşı yönelen halkın hoşnutsuzluğu ve öfkesinin saygıdeğerliğiyle bu hoşnutsuzluk ve öfkenin ne tür bir zarf ya da çerçeve içinde şekillendiği ve ne tür bir yönelimle hangi kanalda aktığının ayırt edilmesiyle ilgilenmemeyse, diğer neden de burjuva demokratik diktatörlüğün faşist diktatörlüklere -ehveni şer görülerek- tercih edilmesidir ki, bu da, bir teorik yaklaşım yanlışlığıdır.

“Açık olmalıdır ki, burjuva hareketin içeriği ve talepleri, Marksizm ve Marksistler karşısındaki tutumu, destek açısından karar vermenin, şu ya da bu tutumu almanın temel kıstasıdır.

“Yeni Demokrasi, ayaklanmada halkın yer almış olmasından yanlış sonuç çıkarıyor, emekçilerin gerici burjuva liberallerin peşinde olduğunu görmüyor ve önemsemiyor. Bu tutum, liberal burjuva gericiliği, onun uluslararası merkezi Gorbaçov ve Gorbaçovculuğu güçlendirir. Yeni Demokrasi, revizyonist ülkelerde ortaya çıkan olay ve gelişmelerde, eylem ve ayaklanmalarda gerici burjuva liberallerin rolünü görmezlikten gelerek, halk kitlelerini gelişmenin etken dinamiği olarak değerlendiriyor…” (Özgürlük Dünyası, Sayı: 15, Doğu Avrupa’da neler oluyor?)
Aktarmalardan da açıkça anlaşılacağı gibi, Mücadele’nin aktarma yaptığı E. Bayrağı dergisindeki yazı ile aynı içerikte olan Yeni Demokrasi dergisinin tutumu Özgürlük Dünyası tarafından eleştirilmiştir.
Doğu Avrupa’daki gelişmelere bakıldığında, liberallerin peşine takılmış kitlelerin yanında yer alan Yeni Demokrasi ve E. Bayrağı’nın tutumuyla Çavuşesku ve Jaruzelskilerin yanında yer almış olan Yeni Çözüm ve Mücadele’nin tutumu Özgürlük Dünyası’ndan aynı uzaklıktadır. Ama görünüşte, farklı uçlarda yer almalarına karşın Mücadele ve Yeni Demokrasi, soruna aynı dünya görüşü açısından yaklaşmakla, bu bakımdan da aralarında Yeni Demokrasi ile Özgürlük Dünyası arasında olandan daha fazla bir yakınlık vardır. Bu bir paradoks gibi görünse de değildir. Çünkü daha kötüye karşı daha az kötü olarak gördükleri güçleri desteklemekledirler ve bütün mantıkları bu Maocu, pragmatist ilkeye göre işlemekledir. Bu yüzden de akla hemen yeni bir soru geliyor: Acaba Mücadele ve yazarı revizyonizmin kötü de olsa sosyalizm olmadığını fark ederse, bu sefer de liberal gericilerin ve emperyalistlerin peşine takılan “kulelerin” (tıpkı eleştirdiği E. Bayrağı ve Y. Demokrasi gibi) yanında yer almaz mı? Onun dünya görüşü açısından bakıldığında bu soruya hayır demek olanaksız oluyor. Çünkü sorun, Mücadele yazarının göstermeye çalıştığı gibi bir olguya aynı adı verenlerin aynı olmadığı sorunudur. Önemli olan o olgunun kavranışı ve mücadele açısından yerli yerine oturtulmasıdır. Nitekim Sovyetler Birliği’ne, Doğu Avrupa ülkelerinde halk demokrasilerinin kuruluşuna yardım ettiği için ya da Orta ve Balı Asya’daki halkları SSCB içinde tuttuğu için sosyal emperyalist diyenler de vardır. Ama bu kavram benzerliğinden başka bir şey değildir. Çünkü Özgürlük Dünyası’nın sosyal emperyalizm kavramı Sosyalist SB’nin revizyonistler tarafından kapitalist bir ülkeye dönüştürülmesi temeline bağlı bir içerik kazanmış kavramdır. Bu içerik farkı bu gerici çevrelerle ve olgular karşısındaki tulumlarda açıkça ortaya çıktığı gibi Yeni Demokrasi ve E. Bayrağı ile de vardır. Bu yüzden de biz Mücadele yazarının elmalarla armutları toplayan matematik bilmeyen birisi gibi davrandığını söylüyoruz.
Evet, Özgürlük Dünyası bir taraftır:
Mücadele’nin yazarı Mao Zedung’un Çin’ini bile sosyalizmin ders çıkarılacak ülkelerinden biri olarak sayarken. 30 yıldır Marksizm-Leninizm ilkelerini savunan Arnavutluk’u bu kategoriye sokmaktan özenle kaçmıyor. Aslında bu tepkinin nedenini anlıyoruz. Bu, küçük burjuvazinin bozulmamış Marksizm-Leninizm’e gösterdiği tepkidir ama bu tepkinin böylesi ileri bir boyuta varması ve yazarın ölçüsüz saptamalarını yine uzunca bir aktarmayla kendi ağzından dinlemek okuyucu için daha öğretici olacaktır.
“… bu sekler bakış açılarının temel özelliklerinden biri de, şablonculuğun da ötesinde, bir taraftarlıktır. Ve bugünkü haliyle ‘fanatik bir futbol taraftarından’ daha geniş bir bakış açısına sahip olduklarını söylemek zordur.
“Sosyalizmin sorunlarında ‘taraftar’ gözlüğü ile bakan bu kesimlerin bu kesimdeki nadir örneklerinden iki tanesi de EB ve Özgürlük Dünyası dergilerinde ifadesini bulan anlayışlardır.
“Onlara göre bugün dünyada AEP dışında Marksist-Leninist bir parti, Arnavutluk dışında sosyalist bir ülke yoktur…
“Örneğin Özgürlük Dünyası ‘Biz proletarya ele geçirdiği tüm iktidarları birer birer yitirmiştir düşüncesinde değiliz. Arnavutluk sosyalizmin kalesi olarak durmakladır ve sağlamdır’ derken bu anlayışı yansıtmakladır.” (A. Soylu, Mücadele, Sayı: 1, s. 17) (abç)
Şu ünlü demagojik propaganda sözcüğü “şablonculukları da öle taraftarlık” nitelemesine geçmeden önce, yazarın çelişkilerini ölçüsüz iddialarla örtme çabalarının bir uç noktasına değinmek istiyoruz.
Yazar, yukarıya aktardığımız bölümdeki 3. paragrafta, “Onlara göre bugün dünyada AEP dışında Marksist-Leninist bir parti, Arnavutluk dışında sosyalist bir ülke yoktur” diyor. Cümlenin son bölümü doğru, ama ilk bölümü ölçüsüz olduğu kadar da saçma. Kim iddia ediyormuş “dünyada AEP dışında Marksist-Leninist bir parti yoktur” diye? Bırakalım Özgürlük Dünyası’nı, bugün ülkemizde böyle bir iddiası olan bir dergi ya da siyasi eğilimi biz bilmiyoruz. Hayır, bay yazar, dünyanın pek çok ülkesinde gerçekten Marksist Leninist olan partiler var. İsterseniz var olduğu birkaç ülkeyi burada sayalım. Her şeyden önce Türkiye’de var. Fransa, İngiltere, Danimarka, İtalya, Almanya, Portekiz, Brezilya, İran, Togo, Tigre ve daha birçok ülkede var. Demek ki, Özgürlük Dünyası Marksist Leninist parti olarak tek AEP’i görmüyormuş. Başka partiler de var. Özgürlük Dünyası bu partilerin sayısının daha da çoğalmasından ancak sevinç duyar.
Arnavutluk’un tek sosyalist ülke olarak görülmesine gelince; bunda Özgürlük Dünyası’nın hiçbir suçu yok. Özgürlük Dünyası Marksizm Leninizm’i dünya görüşü olarak benimsediği, bu nedenle de çeşitli partileri ve ülkeleri kendilerine taktıkları ada göre değil de onların gerçek durumlarına göre değerlendirdiği için kendine sosyalist, komünist diyen revizyonistleri sosyalist saymamaktadır. Bu türden “sosyalistleri” de Mücadele’ye bırakıyoruz. Onlarla birlikte dünyada sosyalizmin zaferi için savaşsın diye!
“Şablonculuktan da öte taraftarlık”, “fanatik futbol taraftarlığı” gibi nitelemelere gelince, bu kahve “terminolojisi”ni sahiplerine iade ediyoruz. Ama bu basit terminolojinin arkasındaki düşüncelere elbette söylenecek birkaç şey var.
Mücadele’nin yazarı da bilir ki, sosyalizm daha doğuşunda uluslararası bir dünya görüşü olarak doğmuş, milliyetçi çitleri yıkan ilk ideoloji olmuştur. Bu sadece teorik bir iddia olarak da kalmamıştır. Marksizm, doğuşundan itibaren uluslararası proletaryayı uluslararası burjuvaziye karşı birleştirmeyi vazgeçilmez bir amaç olarak her zaman en önde tutmuşlar. Bu amaçla, kendisini, 1. 2. ve 3. Enternasyonaller olarak da ete kemiğe büründürmüştür.
Bunun anlamı çok açıktır: Bütün dünyadaki proletarya partileri, burjuvazinin ideolojik-siyasi-ekonomik saldırıları karşısında ortak bir tutum almak olarak kendini açığa vurur.
Epey uzun bir zamandan beri bir enternasyonal yok, ama dünyadaki bütün proletarya partileri, yine de aralarında dayanışma, karşılıklı düşünce alışverişinde bulunma, burjuvazinin saldırıları karşısında ortak tutum alma geleneğini sürdürüyorlar. AEP de bu partilerin içindedir. Ama onun özgün konumu, sosyalist bir ülkede devlet iktidarını elinde tutan tek Marksist Leninist parti olmasından ayrıca da 30 yılı aşkın bir süredir revizyonizme karşı en önde savaşıyor olmasından gelmektedir. Yani AEP, Türkiye ve dünyadaki Marksist partilerden ve Marksistlerden saygı görüyorsa bu onun tarihi boyunca izlediği tutarlı ve yiğitçe tutumdan dolayıdır.
Mücadele yazarını rahatlatacaksa, şunu söyleyelim ki, eğer Özgürlük Dünyası AEP’in çizgisini destekliyorsa bu, onun sandığı gibi “dayanacak bir kale” aramasından değil, kendi çizgisi ile AEP’in dünya ve sosyalizm sorunları konusundaki görüşlerinin örtüşmesindendir. Kaldı ki, bugüne kadar AEP kimseye kendi çizgisini dayatmaya kalkmamıştır ve Marksist-Leninist partiler arasındaki ortak görüşler her Marksist partinin kendi Marksizm Leninizm kavrayışı ölçüsünde gerçekleşmiştir. Bu yüzden de ortak tutumda bir “şablonculuk” değil bir ortak kavrayış ve karşılıklı dayanışma vardır.
Elbette Mücadele yazarı da bunları bilir ama anlayamaz. Anlayamaz, çünkü onun dünya görüşü içinde ne proleter enternasyonalizmi ne de revizyonizm ve oportünizme karşı ortak uluslararası bir tutum alma anlayışı vardır, bu yüzden de Mücadele yazarı, AEP’le Özgürlük Dünyası’nın pek çok konuda aynı görüşü paylaşıyor olmasını rahatlıkla “şablonculuk”, “futbol” taraftarlığı gibi taraftar olma” olarak niteleyebilmektedir.
Evet, Özgürlük Dünyası taraftır. Tarafı ise, iki ayağı da Marksizm’in platformunda olanların tarafıdır. Ama bunu, bir ayağı devrimci demokraside öteki ayağı revizyonizmde olanların “taraftarlık” (futbol taraftarlığı anlamında) olarak anlamalarına da bir diyeceğimiz yoktur. İnsanlar ve tabii siyasi eğilimler de yaşadıkça öğreniyorlar, Mücadele’nin yazan da nasıl bugün, geçmişte, tartışılmasına bile, karşı çıktığı “kapitalist restorasyonu” tartışmak zorunda kalmışsa, giderek kendisi Marksizm’in tarafında olmasa bile, yer alanların, neden yer aldığını anlayacaktır.
Somut koşulların somut tahlili mi, olguculuk mu?
Yeni Çözüm’ün 1989 Eylül sayısında yayınlanan “Polonya’da Kapitalist Restorasyon” adlı yazının “kapitalist restorasyona” yaklaşımı Özgürlük Dünyası’nın 13. sayısında eleştirilmiş ve bu yaklaşımın diyalektik materyalist değil olgucu bir yaklaşım olduğu sergilenmişti.
Mücadele bu eleştiri içinde Yeni Çözüm’e yönelik olarak söylenen başka şeyleri söylenmemiş sayarak, olguculuk eleştirisini öne çıkarıyor.
Kanımızca Mücadele yazarının bir paragrafı ötekiyle çelişen, söyledikleriyle aldığı alıntılar birbirini yalanlayan uzun yazısı boyunca yanlış da olsa soruna sağlıklı bir yaklaşım içinde olduğunu hissettiren tek konu bu.
Neden “sağlıklı bir yaklaşım” diyoruz. Çünkü Yeni Çözüm ve Mücadele’nin sorunlara yaklaşımındaki yanlışlık ve sığlık onun politikalarına yön veren diyalektik materyalist olmayan bir dünya görüşüne sahip olmasından kaynaklanmakladır. Bu yüzden de yazar konuyu öne çıkarıp tartışmayı sürdürmek istemesi bakımından olumlu bir yaklaşım içine girmiştir diyoruz.
Mücadele’nin yazarı “Olguculuk olgulara teslim olmaktır”, “biz olgulara teslim olmuyoruz, somut koşulların somut tahlilini yapıyoruz ” diyor.
İlk bakışta bir olgucu ile bir Marksist’in olgulara önem vermesi benzer görülürse de olgulara yaklaşım ve bundan sonuçlar çıkarmada iki eğilim tamamen karşıt tulumdadırlar. Çünkü olgucu için, olup bitmiş bir sonuç olan olgu, kendi başına bir değer taşır, başkaca önemli bir şey de yoktur. Dahası duyumlar ve algıların araçsız olarak verdiği dışında başkaca bir bilimsel olgu yoktur. Bir diyalektik materyalist için ise son olgu olmuş bilmiş olmasına karşın başka olgularla da sıkı bir ilişki içinde yeni bir sürecin de başlangıcı olması bakımından önem taşır. Bir başka söyleyişle olgu yaşanan (toplum bilim alanında) tarihsel ve toplumsal süreç içinde anlam kazanır.
Bu nedenle de, olguculuk, bilimsel teoriyi reddeden bir tutuma karşılık gelirken, diyalektik materyalist dünya görüşü bilimsel bir dünya görüşüne karşılık gelir. Bunun anlamı ise, diyalektik materyalist dünya görüşünün olaylar ve olguların kendisinden çok olay ve olgular arasındaki ilişkiyi kavrayarak bunlardan gerçeğin çıplak gözle görünmeyen yönlerini ortaya çıkararak nesnel gerçeği tüm yönleriyle kavramayı amaçlamaktır. Çünkü gerçek hiçbir zaman (ister doğa biliminde ister toplum biliminde olsun) insanın karşısına bütün yönleriyle görünür biçimde çıkmaz. Tersine gerçek, her zaman karşımıza, ilk bakışta insanı yanıltabilecek sayısız başka olgu ve olaylarla örtülü yanıltıcı bir biçimde kendisini onaya koyar. Eğer böyle olmayıp da gerçek kendisini açıkça ortaya koysaydı, gerçekten de o zaman olgucular haklı olur, bilimsel bilgiye, teoriye hiç gerek kalmazdı. Böylece kötü niyetliler dışında kimseyle de gerçek şu mu, bu mu diye bir tartışmaya ihtiyaç kalmazdı. Tıpkı bugün ABD’de de kapitalizm mi var sosyalizm mi var tartışmasını yapmadığımız gibi. Ya da Polonya’da Yeni Çözüm ve Mücadele ile en azından olgusal düzeyde farklı şeyler söylemediğimiz gibi…
Bu açıdan Yeni Çözüm’ün “Polonya’da Kapitalist Restorasyon” yazısında ortaya koyduğu “kapitalist restorasyon” tespitine dönersek, her şeyden önce Yeni Çözüm, artık Polonyalı revizyonistlerin bile kapitalizmi açıkça savundukları, sıradan insanların bile artık Polonya’da sosyalizm diye bir şeyin kalmadığını söyledikleri, bir başka söyleyişle gerçeğin artık hiçbir inceleme ve araştırmaya ihtiyaç duyurmayacak kadar açıkça ortaya çıktığı bir dönemde, “kapitalist restorasyon” teşhisini koyuyor. Bugün bu teşhiste bulunmak için bir teorik bakış açısına hiç de ihtiyaç yoktur. Nitekim bugün, ne Marksist ne de başka bir teorik bakış açısına sahip olmayanlar da aynı teşhisle bulunabiliyorlar. Bu durumda da, Yeni Çözüm ve Mücadele’nin sahip olduklarını iddia ettikleri teorinin bir anlamı kalmıyor.
Teorik bir bakış açısına sahip olmakta amaç, varolanı değerlendirerek görünen gerçekten kalkarak gerçeğin henüz olgu olarak ortaya çıkmamış yanları hakkında da bilgi sahibi olarak gelecekte izlenmesi gereken yol ve yöntemler konusunda kestirimlerde bulunabilmektir. Burada Mücadele’nin yazarı “bizde kestirimde bulunduk, örneğin revizyonizmin iflas edeceğini söyledik” diyecektir, diyor da. Ama en tipik olgucular bile, kendi felsefelerine aykırı olmasına karşın kestirimlerde bulunurlar. Bu durumda da tutumları, açıkça ortaya çıkmış olguları yinelemekten öteye geçmez. Kaldı ki Mücadele yazarı, olgulara teslim olan bir olgucu olmakla birlikte ilkel bir olgucu değildir. O öte yandan Marksizm’den de etkilendiği için içeriği boş da olsa kestirimlerde bulunmaktadır. Ama onların bu tutumlarını asıl belirleyen Marksizm’den etkilenmeleri değildir.
Onların “revizyonizm iflas edecektir” kestirimlerinin neden içeriği boştur? Çünkü onlara göre revizyonizm, bir burjuva ideolojisi, revizyonistler de bürokrat-burjuvalar değildir. Tersine onlara göre, revizyonizm biraz yozlaşmış bozulmuş da olsa sosyalizm, revizyonistlerse “kötü” sosyalistlerdir. Bu yüzden de SB ve Doğu Avrupa ülkelerinde kapitalizmi bunlar restore etmiyor, bunların uzlaşıcılığından yararlanan revizyonistlerin dışındaki kapitalist güçler yapıyorlar. Örneğin Polonya’da Jaruzelski vb. revizyonistler bütün çabalarına karşın Dayanışma ve benzeri açıkça liberal kapitalizmi savunan güçlerin iktidara gelmesini önleyemedikleri için Polonya’da kapitalist restorasyon başlıyor, yoksa kapitalizm revizyonistlerin uyguladıkları ekonomi politikalar ve onların sosyalist kuruluşları yozlaştırdıkları, proletarya diktatörlüğünü bir bürokrat-burjuva diktatörlüğüne dönüştürmeleri sonucu ortaya çıkmıyor. Yeni Çözüm’ün mantığına göre bakarsak, Jaruzelski revizyonistinin önlemleri başarılı olsa da Dayanışma ve öteki Batı yanlısı güçlerin iktidara gelmesi önlenseydi Polonya’da restorasyon olmayacaktı! Yani revizyonizm iflas etmeyecek, Polonya da sosyalist olmaya (Yeni Çözüm henüz Polonya’nın sosyalist olmadığını söylemiyor zaten) devam etmek bir yana “kapitalist restorasyon”u bile başlatmayacaktı. Çünkü ona göre kapitalist restorasyonu ancak, açıkça kapitalizmi savunan güçler yapabilir. Dolayısıyla restorasyoncu güçler revizyonistlerin dışındadır. Bu yüzden de “revizyonizm iflas edecektir” öngörüsü Marksizm’den kabaca aktırılmış bir laftan ibaret haline geliyor.
Oysa Marksizm’in tarihi ve büyük Marksistlerin değerlendirmeleri açıkça gösteriyor ki revizyonizm, Marksizm’in yozlaşmış, burjuva bir platforma sürüklenmiş, biçimsel olmak ötesinde Marksizm’le hiç bir bağı kalmamış burjuva bir dünya görüşüdür. Revizyonistler ise, işçi sınıfı içinde burjuvalaşmış bir kesim olan işçi aristokrasisiyle özdeşleşmiş (bazı ülkelerde ise küçük ve orta burjuvaziyle bütünleşmiş) bir kesimdir ki, 2. Enternasyonalin de açıkça gösterdiği gibi giderek açıkça Marksizm’i reddeden bir konuma varmaları sadece bir zaman ve uygun koşullar sorunudur. Nitekim bugün Doğu Avrupa’nın revizyonist partileri paramparça olurken içlerinde her renkten burjuva fraksiyonlar çıkmaktadır. Çok azı ise, hala Marksist olduğunu söylemekte yarar umuyorlar. Ama hepsinin ortak yanı özde Marksizm’e, sosyalizme karşı çıkmak, liberal kapitalist uygulamaları desteklemekte birleşmek oluyor.
Görüldüğü gibi Mücadele’nin yazarının, “biz de öngörü yaptık” dediği ve tek örnek olarak öne sürdüğü “revizyonizm iflas edecektir” savı Marksizm’den içeriği anlaşılmadan aktarılmış bir slogandır ve kaldı ki, onların kavrayışı açısından bakıldığında da bu öngörü bile gerçekleşmemiştir. Bu yüzden de Yeni Çözüm teorik bir bakış açısına sahip değil, sadece olguları kabul etmektedir diyoruz.
1970’li yıllarda Marksistlerin hangi gelişmeleri değerlendirerek Doğu Avrupa ve SB’de kapitalist restorasyonun gerçekleştirdiği saptamasını yaptığına Özgürlük Dünyası’nın 13. sayısında uzunca değinildiğinden burada bu konuya ayrıca değinmeyeceğiz.
Kısaca söylenecek olursa, Mücadele’nin yazan A. Soylu Özgürlük Dünyası’nı çok iddialı başlık altında, eleştirirken geçmişte; bugün Gorbaçov’un kollarına atılan revizyonistlerin söylediklerinden farklı ve yeni bir şey söylemiyor. Onlardan tek farkı kafasının son derece karışık olmasıdır. Karışıklığın olumlu bir doğrultuda çözümlenebilmesi için ise, kafa karışıklığını kışkırtan olguculuktan uzaklaşması, Marksizm’e yaklaşması, en azından 1970’lerde bu konuda süren tartışmaları ciddi bir biçimde incelemesi gerekmektedir. Ancak o zaman “kapitalist restorasyon”, yöntem ve terminoloji üstüne tutarlı şeyler söyleme olanağını elde edecektir.

Eylül 1990

Devrimci birlikler ve ittifaklar

Sermayenin ve faşist diktatörlüğün işçi sınıfına, emekçi halka ve Ulusal Harekete yönelttiği çok yönlü ekonomik ve siyasi saldırılarının yoğunlaştığı; ve buna karşılık işçi sınıfının eylem sıcaklığını hissettirdiği, grev, direniş vb. eylemlerde önemli bir artışın gözlendiği, ulusal hareketin sıcaklığının kitleleri sardığı, şehir küçük burjuvazisinin hoşnutsuzluk ve öfkesinin arttığı ve sendikal özgürlük talebinin öne çıktığı, küçük üreticilerin “taban fiyatlara” karşı öfke ve eylemlilikle karşı durduğu günümüz koşullarında; bunlara bu yükselişin daha çok kendiliğindenciliğin damgasını taşıdığı, kitlelerin büyük oranda örgütsüz olduğu ve varolan kitle örgütlerinin revizyonist-reformist güçlerin yozlaştırıcı etkisi altında bulunduğu eklenirse, yeni bir yükseliş dönemine giren işçi sınıfı ve emekçi sınıflar hareketinin birleştirilmesi ve bu birliğin kapsamının proletaryanın azami hedefine bağlı olarak asgari hedeflerine doğru genişletilmesinin, buna hizmet etmek üzere kitleleri harekete geçirebilme potansiyeli taşıyan siyasal yoğunlukların birleştirilmesinin önemi M-L’ler açısından daha anlaşılır bir hal alır.
12 Eylül darbesiyle gelen yenilginin ardından, özellikle ’80’li yılların ikinci yansından başlayarak ardı arkası kesilmeyen, akademik bir tartışma düzeyine “yükselen” “birlik” tartışmaları “sol” hareketin, üzerinde en çok konuşulan konusu haline geldi. Herkes “birlikçi”. Saçak-Sosyalist Parti’den TBKP’ye kadar uzanan revizyonist akımlar “birlik” çığırtkanlığını bir aksesuar olarak vitrinlerinden eksik etmiyorlar. Radikal devrimci hareketin etkinlik gösterdiği dönemde dibe çökmüş tortular yenilginin bulanık ortamında prim yapmaya çalışıyorlar. Samimi duygulan birlikçilerce sömürülen iyi niyetli insanları belirtmek gerekiyor. ’80 öncesinde revizyonizmle devrimci-demokrasi arasında yalpalayan bazı yoğunlukların bugün revizyonizme ve troçkizme sıcak bakışları ve bunun etkisiyle “birlikçiler” arasında görünmeleri bir başka gerçek. İşçi sınıfı ve halk kesimlerinin birliğe gerçekten ihtiyaç duydukları bu dönemde “birliğin” bu kadar yaygın tartışılması, ülkemizin gerçek Marksistleri ve devrimcileri tarafından sevindirici bir gelişme olarak değerlendirilemiyor.
Değerlendirilemiyor, çünkü bu “birlikçilik” devrimci-demokrasi güçlerinin, işçi sınıfı ve ezilen diğer sınıfların gerçek birlik özlemlerini yansıtmıyor. Tersine, ’80 öncesi hareketin her yönüyle mahkûmiyeti, güçsüzlüğün bir ifadesi olarak, yenilginin sınıf ve örgüt dışına düşürdüğü unsurların, kitlelerden ve onların taleplerinden tümüyle kopmuş tasfiyeciliğin üzerinde yükselip vücut buluyor. İlkesiz legalist, 141-142’siz “Eylül demokrasisini savunan her mezhepten unsurları bir partide birleştirmeye çalışan bu platform, yıllardır üzerinde tartışılan birliğin ruhudur. En son Kuruçeşme ‘de büyük iddia ve gürültüyle toplanan ve ardından fare bile doğuramayan “birlik” toplantılarının ruhu da aynı ruhtur.
Kanatları ve sesleri çok olan, fakat içinde devrimcilik adına bir şey bulunmayan bu birlikçiler tartışa dursunlar, çok farklı, devrimci temelde birliğin gereği üzerinde duran Marksistler, birliği iki yönde ele alıyorlar. Birincisi, işçi sınıfının en kararlı, en fedakâr ve en girişken unsurlarını ve Marksizm’e yönelmiş kişi ve grupları, kanatları olmayan, proletaryanın gönüllü çelikten disiplinine sahip, Marksist teoriyi rehber edinmiş M-L partinin saflarında birleştirmek; ikincisi, işçi sınıfı ve diğer ezilen sınıfların, proletaryanın asgari programı temelinde stratejik ittifakını ve taktik birliğini sağlamak, buna bağlı olarak kitleleri şu ya da bu oranda harekete geçirme potansiyeli taşıyan devrimci-demokrat siyasal yoğunluktan devrimci bir platform temelinde birleştirmek.
Yazımızın konusunu ikinci türden birlikler oluşturuyor: Proletaryanın, ezilen diğer sınıflarla stratejik ittifakları, proletarya partisinin ittifak politikası ve taktikleri.
Proletaryanın ittifaklar politikası
Demokrasi için birleşik bir mücadele cephesi dendiğinde, yaygın olarak akla gelen şey, halk saflarında yeşeren siyasal grupların birliğidir. Bu anlayış yanlıştır. Gerçekte birleşik cephe, proletaryanın, devrimin o anki aşamasında, stratejik dolaysız yedek olma özelliğine sahip sınıf ve tabakalarla girdiği sınıfsal ittifaklardır. İttifaklar politikasını sınıflar temelinden koparan yanlış anlayışlar, sınıfla siyasi gruplan aynılaştırıyor, sınıfın yerine siyasi grupları geçiriyorlar. Siyasi gruplar birleşince, böylece, sınıflar da birleşmiş olacak. Sınıf mücadelesi, devrimci siyasetçilerle karşı-devrimci siyasetçiler arasında bir mücadele olmadığı gibi, mücadele cephesinin birliği de siyasetçilerin, yani sınıfların siyasal öncüleri gibi gözükenlerin birliği değildir. Kuşku yok ki, siyaset sahnesinde boy veren şu ya da bu grubun belirli bir sosyal sınıftan kaynaklandığı doğrudur; sınıflar, siyasal arenada siyasal parti ve örgütlerce temsil edilirler. Fakat siyaset, sınıftan kaynaklansa da, sınıfın kendisi değildir. Ve devrim, sınıfların kitleler halinde katıldıkları bir siyasal olay olduğundan, devrimin temel koşulu olan birlik için de sınıflardan söz etmek gerekir. Siyasal örgütlülük, bilinç, kısaca sübjektif etken, devrimin zaferini garanti altına alır. Fakat özne, üzerinde etki yarattığı nesne olmadan dünyayı değiştiremez.
Olmayan bir hedefe karşı konuşuluyor sanılmasın. Hiç bir kitle temeli olmayan, ama birleşik cephe anlamı yüklenen sayısızca birlik girişimi anılardadır. “İdeolojik önderlik”, “kır kenti kuşatsın” gibi düşünceler sonuçta, proletarya adına onun “ideolojisine sahip” bir grubun köylülük ya da küçük-burjuvazi içindeki konumuna proletarya önderliği adını veriyorlar.
Yanlış anlamayı önlemek bakımından şunu vurgulamak gerekir: Eğer siyasal gruplar, gerçek temellerine oturmuş sınıf partileri, kitle partileri haline gelmişlerse, bu grupların birliği sınıfların geniş kesimlerini birleştiriyorsa, bu gerçekten de bir birleşik cephedir. Eleştirilen, kitle temeline oturmamış grupların birliği ile sorunun çözüleceğini sanma şeklindeki anlayıştır, ikinci bir hatırlatma: Siyasal grupların birliğinin küçümsendiği sanılmasın. Bu birlikler sınıfları birleştirmeye, onları harekete geçirmeye hizmet ettikleri oranda faydalı, ondan da ilerde gereklidirler.
Proletaryanın ittifaklar politikası nesnel zorunluluklara dayanır ve bu nesnelliğin tahlilinden çıkar. Proletaryanın nihai hedeflerine ulaşması, ülkenin ekonomik ve siyasal yapısına, sürekli değişen toplumsal-siyasal koşullara, ezen ve ezilen sınıflar arasındaki güç ilişkilerinin gösterdiği gelişmeye bağlı olarak şekillenen bir dizi sınıfsal ve siyasal ittifakla olanaklıdır.
Proletaryanın ittifak politikasını belirleyen nesnel zorunluluklar nelerdir? Bu zorunluluklar, ülkenin ekonomik-toplumsal yapısının, siyasal koşullarının, devrim ve karşıdevrim arasındaki çatışmanın niteliğinin, vb.nin tahlilinden çıkar. Proletaryanın stratejik ittifaktan, içinde bulunulan devrim aşamasına göre toplumsal gelişmenin ve devrimin engeli olan sınıflara karşı mücadele potansiyeli taşıyan toplumsal sınıflardan meydana gelir. Bu aynı zamanda proletaryanın ve öncü partisinin asgari/azami programının bir yönüdür.
Proletaryanın ve siyasal öncüsünün asgari-azami programının bir yönü olarak ifade edilen stratejik ittifaktan kısaca özetlemek gerekirse:
İçinde bulunulan demokratik devrim aşamasında, proletarya, işçi-köylü temel ittifakı üzerinde bütün köylülükle, kentin küçük burjuvazisiyle stratejik ittifaklar kurar, orta (ulusal) burjuvaziye karşı tarafsızlaştırma ve tecrit politikası izler.
Devrimin bir üst aşamaya yükselerek sosyalist bir karakter taşıdığı dönemde; proletarya, yoksul köylülük ve kentin yarı-proleter tabakalarıyla bütün kapitalizmi tasfiye etmek üzere stratejik ittifaklar kurarken, küçük burjuvaziyi etkisiz kılmaya, tarafsızlaştırmaya çalışır.
Devrimin her iki aşamasında da, proletaryanın ittifaklar stratejisi işçi-köylü temel ittifakı üzerinde şekillenir. Bu ittifak, demokratik devrimde bütün köylülükle ittifak, sosyalist devrim aşamasında yoksul köylülükle ittifak biçimindedir ve birincisi asgari, ikincisi azami programa tekabül eder.
Bütün bir demokratik devrim sürecinde proletarya, geliştirdiği günlük ve geçici, dönemsel ittifak ve birlik taktiklerini oluştururken nihai hedefini gözden ırak tutmaz. Bu taktikler, yığınların hareketini ilerletmenin yanı sıra, proletaryanın azami/asgari stratejik amaçlarım ve ittifaklarını kolaylaştırma, yakınlaştırma, güçlendirme taktikleridir. Nasıl ki, bir savaşı kazanabilmek için, her biri savaşın bir parçası olan çarpışmalara girmek çarpışmayı savaşın genel çıkarına tabi kılmak zorunluysa, proletarya da azami hedefine bağlı olarak stratejik ve taktik ittifaklar ve birlikler kurar.
Proletarya, hedefine varabilmek için, her aşamada temel hedeflere karşı mümkün olan en geniş cepheyi kurmak zorundadır. Bunun için de, kapitalizmin gelişme sürecinde, kapitalist gelişmeyle eşzamanlı olarak eriyen ve dağılan, proletarya ve burjuvazi arasında bir kategori oluşturan köylülüğü, proletaryanın yedeği haline getirmek zorundadır. Bu görevi proletarya, köylülüğün talepleri için en etkin mücadeleyi üstlenmek, kararlı ve cesaretli tutum almakla başarabilir. Proletarya dışındaki diğer bütün sınıflar, çıkarları nihayet kapitalizm sınırlarını aşmayan sınıflardır. Proletarya, kapitalizmin yıkılmasıyla kendini kurtarabilecek sınıf olma özelliği ile diğer sınıfların önderidir. “… Yalnızca proletarya… emekçi ve sömürülen nüfusun geri ve dağınık katmanlarını bir araya getirecek ve ardından sürükleyecek…” güçtedir (Lenin) “… çalışan halkın proletaryaya karşı gösterdiği kaçınılmaz sempati doğmuştur, çünkü proletarya, yiğitçe ve cesaret ve acımasızca sermayenin boyunduruğunu atmakta, sömürücüleri alaşağı etmekte, onların direnişini bastırmakta…”dır. Proletaryanın diğer sınıflan peşinden sürükleyebilmesinin nedeni onun kapitalizmin mezar kazıcısı olması, bu anlamda biricik devrimci sınıf olması, diğer sınıfların çıkarları için kahramanca savaşmasıdır.
Proletaryanın önderliği, sınıfsal ve fiili bir önderliktir. Proletaryanın önderliği, proletaryanın ideolojik önderliği düzeyine indirgenemez. Proletarya ideolojisine sahip bir grubun proletarya adına diğer sınıflarla birleşmesi ile bu grup proletaryayı temsil edemez; birleştiği sınıf m bir sözcüsü olabilir. Çünkü önderlik iradi bir sorun değildir
Proletarya, diğer sınıfları, platonik gösterilerle, ideolojik sempatiyle demokrasi mücadelesine kazanamaz. Ve ayrıca devrim mücadelesi bir çırpıda gerçekleşen tek bir hareket değil, içinde barışçıl ve silahlı bir dizi eylem ve örgüt biçimleri taşıyan karmaşık bir süreçtir. Proletarya ye öncüsü, bu zengin ve çeşidi eylemlilik mozaiği içinde yığınları kazanabilmek için “sadece propaganda ve ajitasyonla yetinemez”. Yığınların kazanılması ve kapsamı giderek genişleyen bir platforma çekilebilmesi, yanı sıra “yığınların kendi öz-deneyimleri gereklidir”.
Proletarya partisi, propaganda ve ajitasyonla “ideolojik bakımdan” kitlelerin öncülerinin bir kısmını kazanabilir. “Ama oradan zafere varmaya çok yol vardır.” Yığınların kazanılması gerekir. Yığınlar ise, ancak “kendi öz siyasal deneyimleri” ile kazanılabilirler. Bunun için dönemsel koşullardan, hareketin gösterdiği iniş-çıkışlardan ve taşıdığı eğilimlerden yola çıkılması, dönemsel ve günlük taktikler tespit edilmesi, günlük mücadele içinde taktiklerin doğruluğunun kavratılması gerekir.
Diğer sınıfların kazanılması yolunda proletarya, kapitalizm koşullarında bütün savaşkanlığını ortaya koyarken, iktidarı altında buna iktidardan gelen gücünü de ekler. Burada 1917 Ekim’i ve sonrasında Bolşeviklerin küçük burjuva yığınlarım kazanabilmek için başvurduktan bir dizi taktiği, köylü yığınlarıyla birleşebilmek için Sosyalist Devrimcilerin Tarım Programını virgülüne bile dokunmadan kabul ettiklerini hatırlamak gerekir.
Kitlelerin siyasi öz-deneyimler, yığınların kazanılması ve proletaryanın tartışılmaz önderliğini kabullenmeleri için gerekli olduğu gibi, dönemsel ve günlük, geçici veya nispeten uzun süreli ittifaklar içinde, proletaryanın bütün bir sınıf olarak kendi devrimci tarihsel rolünü kavraması, diğer ezilen sınıflan önderliği altında toplaması gerektiği bilincine varması için de gereklidir.
Proletaryanın ittifaklar politikası, bir yönüyle, “uzlaşma” ve” taviz” politikasıdır. Fakat proletarya ve partisi, diğer sınıflarla yaptığı ittifaklar içinde, bağımsızlığından, bağımsız ideolojik, siyasi ve örgütsel çalışmasından asla vazgeçmez. Çalışmasını hiç bir şekilde sınırlamaz. Proletarya ittifaklarını demokrasi ve özgürlük yönünde daha da ileriye götürmek ve sosyalizmin güçlerini geliştirmek için mücadele ederken, müttefiklerinin devrimdeki yalpalamalarına, devrimi yozlaştırma ve ya-n yolda bırakma eğilimlerine karşı mücadele eder. Proletarya hareketi, bağımsız ajitasyon ve eylem hakkını, birliğin baş koşulu olarak görür. Taviz ile ideolojik ödünsüzlüğün örneği olarak Lenin’in İngiliz “Sol”larına önerdiği yöntemi aktarmak faydalı olacaktır:
“Komünist Partisi, Henderson ve Snowden’e, bir “uzlaşma”, bir seçim anlaşması önerir: Lloyd George ve muhafazakârlar koalisyonuna karşı birlikte yürürüz; biz tam bir propaganda, ajitasyon ve siyasi eylem özgürlüğünü muhafaza ederiz. Bu sonuncu şart olmadan, besbelli ki, blok da kurulamaz, çünkü siyasi eylem özgürlüğünü elde etmeden uzlaşmaya varmak ihanet olur?’ (Sol Komünizm, 92-93)
B urdan çıkan ilk sonuç, ajitasyon ve siyasi eylem özgürlüğünün pazarlık konusu yapılamayacağı; ikincisi, (söz konusu birlik İşçi Partisi’yleydi) İşçi Partisi’nin niteliğinin yığınların kendi deneyleriyle anlaşılması gerçeğidir. Yazımızın akışı içinde “yığınların siyasi öz-deneyimleri” konusuna tekrar döneceğiz.
Siyasal grupların taktik birliği
Yukarıda anlatıldığı gibi, kitlelerin eseri olarak devrim, içinde bulunduğu aşamaya göre temel hedeflere karşı, devrimci rol oynama potansiyeli taşıyan sınıf ve tabakaların birleşik bir mücadele cephesi ile olanaklıdır. Devrimci sınıflar ittifakı çok çeşitli ve karmaşık koşullar altında farklı biçimlerde gerçekleşir, örneğin, Arnavutluk’ta bütün ezilen sınıfların proletarya ve partisi etrafında Milli Kurtuluş Cephesi’nde doğrudan örgütlenmesinde olduğu gibi, Bulgaristan’da, İspanya iç savaşında proletarya ve öncü partisinin diğer sınıfların partileriyle kurduğu birleşik cephe şeklinde de gerçekleşebilir.
Fakat her iki ittifak biçiminde de ittifak, sınıflar temeline oturmuştur. Proletarya için önemli olan devrimci sınıfların asgari program temelinde ittifakıdır.’
Fakat bundan çeşitli siyasal gruplarla yapılan geçici ya da uzun süreli ittifak ve eylem birliklerinin gereksiz olduğu sonucu çıkarılamaz.
“… geniş bir toplumsal temele dayanan ve sınıfsal ve siyasal pek çok gücün katıldığı bu karmaşık süreçte, proletaryanın devrimci partisi, devrimin şu ya da bu aşamasında, ortak çıkara dayanan şu ya da bu sorunda, diğer siyasal parti ve örgütlerle işbirliği yapmak ve ortak cephe kurmak sorunuyla sık sık karşılaşmaktadır. Bu sorunda, kitleleri devrime ve kurtuluş mücadelesine çekmek, hazırlamak ve seferber etmek için en önemli olan şey, her tür oportünizmden ve sekterlikten uzak, ilkelere uygun ve aynı zamanda esnek tutumdur. Devrim davasının çıkarları gerektirdiği ve durum zorladığı zaman, M-L parti, diğer siyasal parti ve güçlerle işbirliğine ya da ortak cephe kurmaya ilke olarak karşı değildir ve karşı olamaz.
Bununla birlikte o, bu işbirliğini bir şefler koalisyonu ya da kendi başına bir amaç olarak asla görmez. Aksine bunu, kitleleri mücadele içinde birleştirecek ve ayağa kaldıracak bir araç olarak görür. Bu nitelikte ortak cephelerde önemli olan şudur: Proletarya partisi, proletaryanın sınıf çıkarlarını, mücadelesinin nihai amacını hiç bir an gözden kaybetmemelidir; cephe içinde erimemen, kendi ideolojik kişiliğini ve siyasal, örgütsel ve askeri bağımsızlığını korumalıdır; cephe içinde önderliği sağlamak ve devrimci bir siyaset uygulamak için mücadele etmelidir.” (E. Hoca, Emperyalizm ve Devrim, s.171)
İşçi sınıfı çoğunluğunun ve ezilen sınıflar çoğunluğunun proletarya partisi etrafında toplanmadığı koşullarda, kitleleri devrim hedefinde birleştirmek ve eyleme çekebilmek için, proletarya partisinin, işçi sınıfı, köylülük ve diğer emekçi tabakalar içinde belirli bir örgütlülüğe sahip, halk sınıf ve tabakalarının hareketinin gelişmesi ve birleştirilmesi potansiyeli taşıyan devrimci gruplarla birlikler kurması, M-L parti için zorunludur. ML parti, düzene karşı siyasal bir mücadelenin içinde yer alan kitlelerle birleşebilmek için, bu potansiyeli taşıyan siyasal gruplarla birliği gündeme getirir.
Fakat bu birliğin tayin edici olmadığı, kitlelerin birleştirilip seferber edilmesi amacına bağlı olduğu akıldan çıkarılmamalıdır. Sınıflar mücadelesinden kopuk, kitleleri birleştirme ve mücadeleyi ileri mevzilere götürme amacı taşımayan, kitlelerin gündelik, acil ve somut taleplerinden yola çıkmayan “birlikler’ kısır olmaktan ve hemen dağılmaktan ve işlevsizleşmekten kurtulamazlar. Bu türden birlik, olsa olsa “şefler koalisyonu” olur. “Birlik cephesi taktiğinin gerçek başarısı ‘aşağıdan’, bizzat işçi kitlesinin derinliğinden çıkacaktır.” (Kom. Enternasyonal Belgesi sf. 69)
Proletarya partisinin cephesel ve eylem birliğinin bir yönü taviz, diğer yönü ise ilkelerden ödün vermemedir. Farklı ideolojik ve siyasal çizgilere sahip parti ve grupların ortak eylemler ve ittifaklar yapabilmeleri için karşılıklı siyasi tavizler vermeleri gerekli ve zorunludur. Proletarya partisinin başka siyasal parti ve gruplarla birlikler kurması hiçbir zaman onun bu birlik içinde erimesini, ideolojik hatundan taviz vermesini, ajitasyon ve eylem özgürlüğünü kısıtlamasını gerektirmez. Bu birlikler için proletarya partisinin “tam bir propaganda, ajitasyon ve eylem özgürlüğü” başat koşuldur. Bu eylem özgürlüğü olmaksızın eylem birliğine girmek “ihanet olur”. Proletarya partisi farklı siyasal gruplarla birlik yaparken, bir yandan bu birlikleri uzun süreli ve istikrarlı kılmaya çalışır, aynı zamanda bu siyasal grupları ve özellikle etkilediği kitleyi dönüştürmeye, doğru platforma çekmeye çalışır. Amaç uzun erimli birlikler olmakla birlikte, kısa süreli şu ya da bu günlük taleple sınırlı eylem birlikleri de reddedilmez. Fakat parti, tek tek reform talepleri için gerçekleşen eylem birliklerini devrim perspektifine hareketin devrimci bir hareket haline gelmesine bağlı olarak ele alır, reformist eğilim ve platformlara karşı savaşır. Müttefiklerinin uzlaşma, yozlaşma ve devrimi yarı yolda bırakma eğilimlerine karşı savaşmadan, proletarya partisi, stratejik hedeflerine ulaşamaz.
Yapılan ittifaklarda ve eylem birliklerinde, eylem birliği yapan tarafların ajitasyon ve siyasi eylem özgürlüğünü korumaları, ‘eylemde birlik, propaganda-ajitasyonda özgürlük’ sloganı 12 Eylül öncesinde en çok tartışılan, üzerinde anlaşılamayan konu oldu. Bugün de etkisini şu ya da bu şekilde gösteren dayatmacı, ben-merkezci anlayış, kitlesel birleşmelerin önemli bir engeli oldu.
“Proletarya, proleterden yarı-proletere (işgücünün satışından geçimini ancak kısmen sağlayan yarı-proletere), yarı-proleterden küçük köylüye (şehir ve köydeki küçük zanaatçıya, genel olarak küçük işletmeciye), küçük köylüden orta köylüye vb. geçişi yansıtan son derece çeşitli sosyal tiplerle çevrili olmasaydı; proletaryanın kendisi de, mesleki gruplar gibi, bazen dini vb. gruplar gibi kategorilere bölünmeseydi, kapitalizm, kapitalizm olmazdı. Proletaryanın öncüsü için,onun bilinçli bölümü için, Komünist Partisi için, gerektiğinde zikzaklı, dolambaçlı yoldan yürümenin, ayrı ayrı proleter grupları ile, ayrı ayrı işçi partileri ve küçük üreticiler partileriyle anlaşmalar yapmanın, uzlaşmalara varmanın gereği bundan doğmaktadır. (Sol Komünizm, s.76-77)
Bütününü halk kategorisi içinde ifade edebileceğimiz bu sınıflar çok çeşitli tabakalara, kategorilere, proletaryanın kendisi bile değişik mesleki ve dini vb. kategorilere bölünmüşse, bu sınıfların siyasal planda birbirinden çok farklı program, fikir ve yönelimlere, parti ve örgütlere sahip olacakları açık bir gerçektir. Ayrı ayrı parti ve gruplarda, farklı programlar ve yönelimler etrafında birleşmiş bu çok çeşidi tabakalarla birleşmenin gereği Lenin tarafından konuyor.
Peki, bu birlik nasıl gerçekleşecek? Elbette ki, birlikte yapabileceklerini birlikte; birlikte yapamayacaklarını ayrı ayrı yapmak suretiyle. Birlikte yapılacaklar yapılırken, bu birlik homojen bir birlik olmadığına göre; farklılıklar da ortaya konmak zorundadır. Lenin’in, proletarya partisinin kurduğu bloklarda “tam bir ajitasyon-propaganda ve siyasi eylem özgürlüğü”nden vazgeçmeyeceği, bundan vazgeçmenin “ihanet” olacağı şeklindeki sözleri hatırlanırsa, bu hakkı bütün taraflara verme zorunluluğu anlaşılır bir şeydir. Yoksa bu hak sadece proletarya partisinin mi olacak? Her ittifak bir uzlaşma ise eğer, bu koşullarla bir uzlaşma imkânsız olur.
Devam edelim. Birlik gereği, zaten farklı siyasal gruplar gerçeğinin bir sonucu değil midir? Her grup aynı şeyi söylüyorsa, farklı gruplar olarak örgütlenmenin anlamı olmazdı. Fakat iktisadi ve sosyal koşullardan kaynaklanan, ezen ve ezilen sınıfların karşılıklı ilişkileri, ezilen sınıfların kendi aralarındaki ilişkileri üzerinde şekillenen çok çeşitli ve farklı siyasal yapılanmalar siyasal arenada farklı parti, grup ve örgütler olarak boy verir. Ezilen sınıflar proletaryanın bayrağı altında tek bir cephe oluştursaydı, gruplar arası birlik diye bir sorun olmazdı. Fakat yaşam karşımıza çok karmaşık bir siyasal örgütlenmeler mozaiği çıkarıyor. Bu durumda sorun bu grupların demokrasi temelinde, devrimci bir platform etrafında birliği olarak proletarya hareketinin karşısına çıkar. Siyasal gericiliğe karşı demokrasi mücadelesi veren, hem de bu mücadelenin öncüsü olmak gibi büyük bir iddia taşıyanlar, diğer devrimci ve demokrat güçlere demokrasi tanımazlarsa, bu acı bir paradoks olur. Ajitasyonda özgürlükten kaynaklandığı iddia edilen sorunlar, yine ajitasyon özgürlüğü ortamında çözülebilir.
Bu yanlış anlayıştan kaynaklanan ve aslında bu yanlış anlayışın bir başka tezahürü olan diğer bir yanlış da yapılan birliklerde ideolojik kıstaslar ariyan, birliği “ideolojik yakınlığa” göre ele alan anlayıştır. İdeolojik yakınlık başka türlü bir birliğin, bir parti içinde birliğin konusudur. Eğer farklı siyasal gruplar, her biri kendisini diğerine yakın hissediyorsa, ortak bir örgüt çatısı altında birleşir. Yok, eğer bu olmuyorsa “bize en yakın olanlarla birlik” ve diğerlerinden uzak durma yanlıştır. Eğer grupların yönelimi ve eyleminin içeriği devrimciyse, ideolojik ve siyasal plandaki eksik ve yanlış kavrayışları birlik önünde engel olmaz.
12 Eylül öncesinde bu yanlış başlıca iki şekilde ortaya çıkıyordu:
Birincisi, kimi çevrelerce TKP revizyonizmine karşı çıkmak ve onu karşıdevrimci nitelendirmek ve S. Birliği’ne sosyal-emperyalist demek tepkiyle karşılanıyor ve M-L’ler, olmayan düşmanlara karşı hayali bir mücadele içinde olmakla suçlanıyor, bu konudaki tahliller değişmedikçe birliğin imkânsız olduğu söyleniyordu.
İkinci yanlış anlayış da SB’nin sosyal-emperyalist olduğu ve bunların uşağı revizyonistlerin karşıdevrimci olduğu gerçeğinden hareketle, bu gerçeği kabul etmeyenlerle (bunlar devrimci olsa bile) yapılacak birlik sosyal-emperyalizmi ve revizyonizmi güçlendirecektir, onunla uzlaşmaya götürecektir şeklindeydi.
Bu yanlış anlayışlara karşı M-L’ler düşüncelerini şöyle ifade ediyorlardı: S. Birliğinin sosyal-emperyalist olduğu, TKP vb.lerinin revizyonist ve karşıdevrimci oldukları objektif gerçeklerdir. Programlan esas itibariyle devrimci bir öz taşıyan gruplar, bu gerçeği kabullenmeseler bile, eylemlerinin içeriği emperyalizme ve dolayısıyla sosyal-emperyalizme karşıdır. M-L’ler bu görüşlerinden vazgeçmeksizin söz konusu devrimci gruplarla eylem birliği yapabilir; bu birlik devrimin yararına ve sosyal-emperyalizme karşıdır. Bu tür eylem birlikleri M-L’leri revizyonizmin yedeğine düşürmez. Çünkü devrimci mücadele, devrimci örgütlerin ve devrimci siyasetçilerin gerici-faşist siyasetçilerle savaşına indirgenemez. Bu mücadele, temelinde emperyalist bağımlılık ilişkilerine, tekelci sermayeye ve toprak ağalarına karşı, işçi ve emekçi yığınlarının demokrasi ve özgürlük mücadelesidir. Bu bakımdan birlik platformu, sermayeye ve topraklar ağalarına emperyalizme karşı bir platform olmalıdır. Bu konudaki yanlış değerlendirmeler, sosyal-emperyalizme açık tavır almamak, bu platform içindeki tartışmalarla ve bizzat yaşamın canlı pratiği tarafından aşılabilecektir. Sosyal-emperyalizme tavır almak, devrimci-demokrasinin zafiyetini daha aza indirecektir bu doğrudur. Bu tespit yapılmasa da yine birliğin oluşması mümkündür.
Kuşkusuz Eylül öncesinde yaşamıyoruz, sözünü ettiğimiz zaaflar eski biçimiyle varlığını korumuyor. Yine de önemli etkilerinin bugün de var olduğunu son yılların pratiğinde gözlemek mümkün. Köprülerin altından çok sular akü ve dün ‘sosyal-emperyalist denirse, birlikte eylem yapmam’ şeklinde ifade edilebilecek bir anlayışı savunan bazıları, ajitasyon özgürlüğünü Bernstein’in ‘eleştiri özgürlüğü’ne benzeten bazıları, bugün, artık bu yanlışı ‘savunmuyorlar’. O kadar ki, varlığı ve disiplini hizipleri yadsıyan işçi sınıfının yekpare partisinde bile ajitasyon özgürlüğünü savunuyorlar ve tam da Bernstein vari bir ‘eleştiri özgürlüğü’nü ellerinde bayrak olarak sallıyorlar.
12 Eylül yenilgisinin dersleri üzerine konuşan her devrimci kişi ya da grup, bu yenilgide devrimci-demokrasi güçlerinin dağınıklığı üzerinde vurgu yapmadan geçmez. Ama görülen o ki, eski yanılgılar yeterince aşılmış değil. Sekterizm, siyaset dikte etme, ajitasyona tahammülsüzlük… gibi eğilimler, teslim edelim geçmişin aynısı gibi değil, ama 12 Eylül’ün imbiğinden süzülmüş haliyle varlığını koruyor.
Geçmişte bazı yanlış tutumlar
Yukarıda, yazı içinde değişik grupların dün ve bugün birlik ve ittifaklar ve özellikle somut eylem birlikleri konusunda taşıdıktan zaaflara konuyla bağlantılı olduğu ölçüde zaman zaman değindik. Bu konuda M-L Partinin de sahip olduğu ve bugün sadece teorik düzlemde değil, pratikte da aşma sürecinde azımsanmayacak bir yol aldığı bazı yanlış yaklaşımlarına değinmek doğru olacaktır.
Asgari ve azami programının bir yönü olarak sınıfların stratejik konumlanışı ve proletaryanın ittifak politikası konusundaki geçmişteki görüşleri yukarıda ifade ettiğimiz gibi olan M-L Parti, bazı önemli ve O’nu işçi ve emekçi kitlelerin çıkarları ve birliği konusunda sekter hatalara sürükleyen pratik tutuma sahipti.
Hatalar kendini gerek revizyonizme karşı ve gerekse de devrimci-demokrat yapılanmaların büyük ölçüde revizyonist etkiden kaynaklanan baskıcı ve anti-demokratik eğilimlerine karşı ideolojik mücadele alanıyla kitlelerin günlük eyleminde birliğin ye siyasal ittifaklar alanının birbirine karıştırılmasında gösterdi. Bu yanlış yaklaşımın etkisi altında bazı yanlış siyasal platform taktikleri, dar kitle örgütleri ve sendikalar şekillendi. Bu hataların bazıları Eylül öncesinde düzeltildi, fakat yanlış anlayış tamamıyla aşılamadığı için hatalar başka zaman ve biçimlerde pratik içinde kendine yer buldu. Yığınlar karşısında belli bir sekterizmde ifade bulan bu hatalardan kaynaklanan durum sermayenin ve faşizmin saldırılan karşısında mümkün olan en geniş cepheyi oluşturma ve yığınların hareketini devrim ve sosyalizm yönünde ilerletme görevine önemli zararlar verdi.
Bu hatalar üç başlık halinde ele alınabilir.
a) Çeşitli grupların Marksist-Leninist parti karşısındaki sekter tutumları ve bazı grupların komünizme demokrasi tanımayan saldırı eğilimi içine girmesi geçmişte, onun çeşidi grupların sınıfsal niteliklerini tespitle ilgili bakış açısında ve giderek taktik birliklerin belirlenmesinde başlıca kıstaslardan biri oldu.
Bu anlayış nedeniyle, ulusal bir hareket olma özelliği taşıyan PKK “faşist”, başka bazı örgütler de “provokatör” vb. sıfatlarla nitelendirildiler. Bu tespitler yanlıştı. Bazı örgütlerin M-L’lere karşı sekter bir tutum almaları, komünizme ve kendileri dışındaki eğilimlere karşı demokrasi tanımamaları, o grupların sınıfsal niteliklerini tahlil etmek için kıstas alınamaz. Grup ve örgütlerin sınıfsal niteliklerinin ve siyasal sıfatlandırılmalarının ölçütü, sadece anti-demokratik, sekter, proletarya hareketine karşı şiddet uygulayan yön ve eğilimleri olamaz. Böyle bir tespit için faaliyetinin bütünü, eylemi ve karşısında mücadele ettiği siyasal-örgütsel hedeflerin bütünü esas alınmalıdır. TKP önderlerini yok etmeye kadar varan anti-komünizmine, bütün muhalefeti zorla bastırmasına rağmen Kemalistler, güdük de olsa anti-emperyalist haklı bir savaş verdiklerinden bir süre S. Birliği’nin ve Lenin’in müttefiki oldular.
Bu bakımdan bir yandan bu grupların anti-demokratik ve sekler eğilimlerine karşı mücadele ederken, diğer yandan bu gruplarla döneme uygun taktiksel birlikler yapmak ve bu birliğin kapsamını genişletmek ve devrimci bir platform üzerinde yükseltmek gerekirdi. Yanlış siyasal tespitler birliğin engeli olamayacağı gibi, antidemokratik sekler yaklaşımların da birliğin engeli olduğu düşünülmemelidir. Çünkü birliği belirleyen şey mücadelenin üzerinde şekillendiği platformdur. Başkaca bir kıstas aramak gereksiz, ayrıca temel hedeflere karşı “mümkün olan en geniş cepheyi” oluşturmanın engelidir.
b) Geçmişte, “Proletarya partisinin değişik siyasal gruplarla girdiği eylem birliklerinin ve siyasal ittifaklarının amacı, işçilerin ve ezilen halkın eylem birliğini ve ittifakını sağlamak, proletaryanın diğer ezilen sınıflar üzerindeki etkisini güçlendirmektir.” şeklindeki doğru halka kavranmış ve adımlar atılmış olmasına rağmen bu politika doğru bir şekilde hayata geçirilemedi. Bu başarısızlığın, siyasal gruplarla doğru temelde birlik ve ittifak yapamamanın başlıca nedeni, Türkiye ‘sofunda önemli ölçüde etkili olan grupçuluk ve rekabetçilik eğilimleriydi. Bu eğilim, esas olarak, revizyonizmin halk içindeki değişik siyasal yapılanmalar üzerindeki etkilerinden kaynaklanıyor, küçük-burjuva sosyal konumları gereğince değişik siyasal gruplarca körükleniyor, kitlelerin önemli ölçüde politikleştiği o günün koşullarında tam bir siyasal yarış, rekabet ve keşmekeş ortamı yaratıyordu. Öyle ki, çoğu zaman devrim perspektifi unutuluyor, bu grupların devrim yapmak için yola çıktıkları, bunun yolunun da halkın ve siyasal grupların birliğinden geçtiği ancak yazılı metinlerde hatırlanıyordu. Bu güçlü olumsuz dalgadan M-L terin kendilerini tümüyle koruduğunu söylemek mümkün değil. Onlar da küçük-burjuvaziden gelen ve bu özelliklerini kısmen koruyan bir kitleye sahipli ve ayrıca bazı örgütler hakkındaki hatalı tespitleri de bu eğilimi besliyordu.
Türkiye ‘sol’ hareketinde, işçi sınıfı ve ezilen sınıfların çıkarlarından ayrı olarak “grup çıkarı” geleneği önemli ölçüde hâkimdir. İşçi sınıfı ve halkın çıkarları dışında çıkan olmayan, çıkarları proletarya ve halkın çıkarlarıyla uyum halinde olan M-L’lerin “grup çıkan” eğilimine karşı en katı mücadeleyi vermesi, siyasal grupları proletarya ve diğer emekçi sınıfların birliğinin ve mücadelesinin yükseltilmesi yönünde birleştirilmesi, bu birlik ve ittifaklar içinde proletaryanın etkisini güçlendirmesi gerekmektedir.
c)Revizyonist-reformist grupların bulunduğu platformları “revizyonist ve reformist” olarak nitelendirip bu platform içinde yer almama şeklinde beliren hatalı tutumun Marksist saflarda da bir dönem etkili olduğu biliniyor. “Kahrolsun faşizm, sosyal faşizm” sloganı al unda yürütülen mücadele içinde alınan tutumlar daha baştan revizyonistleri kitle içinde teşhir etmeyi engelliyordu. Ayrıca böyle bir slogan revizyonistlerin ‘bunlar bölücüdür’ vb. yollu demagojilerine prim veriyordu. Bu yanlış anlayışın etkisi altında örgütlenen dar kitle örgütleri, örneğin DSM’ler kendisini sınıf sendikası olarak tanımlayarak varolan sendikaları yıkılması gereken merkezler olarak görüyordu. Sekter muhalefet taktikleri, “sol” hareketi etkisi altına alan revizyonizmin ve reformizmin etkisinin kırılmasını engelleyen önemli bir faktördü.
1980 yılında revizyonistlerle aynı platform içinde yer almama tavrı terk edilmeye başlandı. İçinde revizyonistlerin de bulunduğu veya revizyonistlerin oluşturduğu kitle platformlarına katılma çizgisi izlendi. Fakat bu politika değişikliğinin pratik anlamı saflarda iyi kavranamadığından bir çok alanda hatalı olan tutum varlığını korudu.
Genel olarak devrimci-demokrasi cephesinde bu konuda bir dönem kafaların oldukça karışık olduğu ve bu karışıklığın kısmen de olsa halen var olduğunu ve ayrıca bu konudaki doğru anlayış lafız olarak tekrarlansa bile pratikte hatalı tutumlar alınabileceğini göz önünde bulundurarak bu konu üzerinde biraz daha geniş duralım.
Revizyonizm, işçi sınıfı hareketi içinde ortaya çıkan, fakat işçi sınıfına yabancı, sürekli bir biçimde işçi sınıfını ve eylemini yozlaştırmaya çalışan gerici bir burjuva akımdır. Sovyet modern revizyonizminin ve sosyal-emperyalizmin uzantısı ve işbirlikçisi olan revizyonist TKP, hiç bir şekilde ilerici bir güç değildir, proletaryanın ve halk güçlerinin içinde olamaz; müttefik bir güç değil, teşhir ve tecrit edilmesi gereken karşıdevrimci bir akımdır. Bu söylediklerimiz ’80 öncesindeki TKP için doğru olduğu gibi, bugünün kötü ünü daha geniş bir yelpaze tarafından kavranan TBKP’si için de doğrudur. Gorbaçovcu modern revizyonizmin belirlediği karşı-devrimci platform üzerinde kendisini “yenileyen” TBKP, açıkça karşıdevrimci cephenin bir bileşeni, parlamenter bir eklentisi haline gelmiştir. Bu durum M-L’ler ve geniş çevreler için gerçektir, fakat bu, bu gerçeğin kitlelerce hemen kavranılması anlamına gelmez. Öncü için gerçek olanın kitleler nezdinde de gerçek olabilmesi için yaygın ve sürekli bir propaganda ve ajitasyon gereklidir. Fakat bu çaba sadece propaganda ve ajitasyon düzeyinde kaldıkça, kitlelerin günlük talepleri üzerinde yükselen somut bir mücadele ile birleştirilmedikçe revizyonizmin etkinliği kırılamaz.
Şu ya da bu alanda ve farklı şekillerde birçok devrimci grup ya da kişi geçmişte, etkileri bugün de korunan bir tavır içindeydi. İçinde revizyonistlerin yanı sıra, devrimci siyasal akımların da bulunduğu platformlara katılmama yolunu seçmekteydi. Bu durum da, revizyonizmin niteliğini iyi kavrayamamış grupları ve kitleleri revizyonizme terk etmek anlamına geliyor, daha dar ‘anti-revizyonist’ platformlar arayışına girilmesini birlikte getiriyordu. Bu anlayış “revizyonistlerle bir arada olamayız, bizim için ilke sorunudur” denilerek teorileştiriliyordu. Uzlaşmazlığı kanıtlamanın bu “ilke”si, daha büyük ilkelerden ödün anlamındaydı. Böyle bir “ilke”nin saçmalığı ortadadır, çünkü M-L’ler için en önemli ilke, yığınların ve onları şu ya da bu derecede temsil eden grupların (bu gruplar revizyonistlerden etkilenseler bile) doğru bir platforma çekilmesi ve bunlarla birleşilebilmesidir. Bu ilke, M-L’lerin, revizyonistlerin bulunduğu platformlara girmesini ve oradaki yığınlara yönelmesini gerektiriyorsa, bir an bile durak şamam ak ve diğer “ilkeleri feda etmek (!) gerekir. M-L’ler açısından revizyonizme karşı ilkeli olmak, revizyonizme karşı etkin bir ideolojik mücadele ile revizyonizmle M-L arasında ideolojik duvarlar örmek ve revizyonistleri kitlelerden tecrit ettikten sonradır ki, yalnız bırakmakla mümkündür. Tabii bu söylenenlerden, belirli durumlarda revizyonizmle yan yana bulunmanın uzlaşma anlamına gelmeyeceği anlaşılmamalıdır. Tecrit olmuş bir revizyonist grubun devrimci kamuoyunda kendine meşruiyet kazandırma çabasına kesin olarak karşı durulmalıdır. Burada önemli olan, yığınlarla birleşmek, yığınları kazanmaktır. Yoksa sorun, revizyonistlerle yan yana olup olmama sorunu değildir. Revizyonistlerin içinde bulunduğu platformlara girmek her koşulda M-L’leri uzlaşmacı yapmaz.
TBKP’den Sosyalist Parti’ye kadar uzanan revizyonist cepheye karşı mücadele, onların sınıf işbirlikçisi niteliklerini ortaya serip teşhir etmekle sınırlı olamaz. Bununla birlikte onların niteliğinin kitlelere, sınıf mücadelesinin gündelik sıcak pratiği içinde “kitlelerin kendi öz-deneyimleri” yoluyla kavratılması gereklidir.
Revizyonizmin ve reformizmin niteliğinin işçi sınıfı ve diğer emekçi sınıfların çoğunluğu tarafından “kendi siyasal öz-deneyimleri” ile kavranılması nasıl olabilir?
Bu, ancak içeriği her gün genişleyen bir ajitasyon ve propagandanın kitlelerin günlük mücadeleleri içinde ve somut talepler temelinde yükselen bir faaliyetle mümkündür. Kitleler, somut talepleri için mücadele içinde revizyonizmin ve reformizmin ihanetini ve gerçek yüzünü daha iyi kavrarlar.
Alman Sosyalistlerine tavsiye ve öneride bulunan, sosyal demokrasinin nasıl teşhir ve tecrit edilebileceğini anlatan Stalin’i dinleyelim:
“Sosyal demokrasi ancak, işçi sınıfının somut ihtiyaçları uğruna günlük mücadele süreci içinde teşhir edilip işçi sınıfı içinde çok küçük bir azınlık durumuna düşürülebilir. Sosyal demokrasi uzak sorunlar temelinde değil, işçi sınıfının maddi ve siyasal durumunun iyileştirilmesi uğruna yürütülen günlük mücadele temelinde mahkûm edilmelidir ve bu arada ücret, işgünü, barınma koşulları, sigorta, vergiler, işsizlik, yaşam düzeyinin düşmesi vb. gibi sorunlar, belirleyici olmasa bile, son derece ciddi bir rol oynamalıdır. Bu sorunlar temelinde sosyal demokratlara karşı her gün darbe indirip, onun ihanetini ortaya çıkarmak, işte görev budur.”
Yine Komünist Enternasyonal Belgelerinde konuya ilişkin şunlar söylenmektedir:
“Birlik cephesi taktiği, komünist öncünün geniş işçi yığınlarına en zorunlu hayati ihtiyaçları için giriştikleri günlük mücadeleler sırasında yaklaşması anlamına gelir. Komünistler bu mücadele içinde, Sosyal Demokratların ve Amsterdam Enternasyonali’nin hain önderleriyle bile görüşmeğe hazırdırlar.”
İşçi sınıfı ve emekçi halka düşman olanlar ancak emekçi halkın çıkarları için verilen mücadele içinde tecrit edilebilirler.
Siyasal parti ve gruplar, program ve taktikleriyle kitlelerin karşısına çıkarlar. Sınıf mücadelesi pratiği dışında ele alındığında güzel tümceler toplamı olan bu program ve taktikler, kitlelerin, kitle eyleminin karmaşık ve öğretici pratiği içinde ve hele fırtınalı günlerde yaşam tarafından ciddi bir sınavdan geçirilirler. Bu süreçte revizyonist, uzlaşmacı program ve taktiklerin yaşamları nispeten pek kısa sürer.
Leninizm, çeşitli türden oportünist mihraklara karşı mücadele içinde doğdu. Fakat değişik oportünist mihrakların her biri somut bir süreçte işçi hareketinden tecrit oldular. Dünya solu içinde pek itibar sahibi olan Kaustkyci 11. Enternasyonal, 1. Dünya Paylaşım Savaşı’nın sıcağı içinde dağıldı. Menşevik ve sosyalist devrimci önderler Şubat 1917’den sonra ‘yurt savunması’nı sürdürdükleri, kitlelerin kabaran barış özlemlerinin karşısında yer aldıktan için, tabii diğer etkenlerle de birlikte, Bolşevizm yığınların içine derin bir şekilde nüfuz edebildi, vb… vb…
Ülkemiz yakın tarihinden de benzer birçok örnek verilebilir. Onlarca yıllık geçmişe sahip “ordu-gençlik el ele” sloganı, 15-16 Haziran eylemleriyle ordunun diğer saldırgan devlet güçleriyle aynı misyona sahip olduğunun anlaşılmasıyla gündemden çıktı.
Revizyonizmin teori ve taktiğinin her gün, her saat günlük mücadele içinde, somut talepler temelinde teşhiri özel bir önem taşımaktadır.
Karşıdevrim cephesine karşı mücadele bir bütün olmakla birlikte, revizyonizm, işçi sınıfı hareketi içinde ortaya çıkan ve ‘sosyalizm’ maskesi taşıyan bir burjuva akım olduğundan, ona karşı özel mücadele taktikleri geliştirilmesi zorunludur.
İçinde az çok yığınları temsil eden platformlarda revizyonizme karşı ideolojik olarak ödünsüz, fakat kitlelerin ML’lerin taktiklerini anlamasını sağlayacak şekilde esnek bir mücadele, revizyonizmle irtifaka girilmiş gibi görünse bile revizyonizmin zararına, proletaryanın yararınadır.

Eylül 1990

Bazıları yasa sever!

ABD’de Indiana’nın Muncie kasabasında mezarlıkta olta taşımak, New Jersey’de lokantada şapırdatarak çorba içmek yasalara aykırıdır. Tennessee eyaletinin Memphis kentinde, yasaya göre, önünde elinde kırmızı bir bayrak taşıyan bir erkek yürümedikçe, bir kadının araba sürmesi yasaktır. Kentucky’nun Lexington’unda, cepte dondurma külahı taşımak yasaya aykırıdır.
Türkiye’de de 1982 Anayasası’na göre, devlet “insan haklarına saygılıdır” ve bu ilke yasalarla korunur.
Bazıları yasaları sever. Yasalar ve o yasaların koyduğu yasaklar karşısında boyunları kıldan incedir. Gerçi insan haklarından, “bu uğurda mücadele” etmekten söz ederler, ama yasaları da gözetirler. Yasaların ve yasakların dikenli teliyle çevrilmiş sınırlı alanlarındaki bu “mücadeleleri” ile kum havuzundaki “cici” çocuklara benzerler. Dağda, bayırda özgürce koşturan “pis” çocuklara burun kıvırırlar. Onlara, kumdan kuleleri, şatoları yeter!
Kum havuzunda bir dernek
Türkiye’de; işkenceyle, kentlerdeki açık devlet terörüyle, Güneydoğu’da Kürtlere yönelik zulümle, işten atmalar, işçi tutuklamaları ve grev yasaklamalarıyla, “olağanüstü hal” dayatmalarıyla insan hakları ihlallerinin her geçen gün biraz daha tırmandığı bir gerçek. Varlık nedeni bu ihlallere karşı mücadele etmek olan İnsan Hakları Derneği’nin suskunluğu da bir başka gerçek. İHD Genel Merkezi’nin, TBKP çizgisiyle bütünleşen bu tavrı, derneği bir yol ayrımına sürüklüyor: “Kum havuzundan” çıkmak veya devlete “teslim olarak” varlık nedenini ortadan kaldırmak… Bu iki seçenek, İHD’nin 15 Haziran 1990 tarihinde Adana Bölge toplantısında ilginç bir biçimde somutlaşıyor.
Toplantıya Diyarbakır’dan katılan Vedat Aydın; 1980-84 döneminde Diyarbakır Cezaevi, 1984-1990 döneminde de Güneydoğu gerçeğini yaşayan biri olarak şunları söylüyor:
“Şu dönemde meşruiyet-yasallık ayrımının doğru yapılması da önemlidir. Kendimizi yasallıkla sınırlama yanlışına düşmeden, meşru olanı, bedelini ödeyerek sağlamalıyız.”
İnsan Hakları Derneği Genel Başkanı Nevzat Helvacı ise şu “çarpıcı” yanıtı veriyor:
“Biz İHD olarak siyasi çözümler üretip, o siyasi çözümleri birilerine kabul ettirmek durumunda değiliz. Haddimizi aşmayalım. Mantar tabancasıyla insan öldüremezsiniz. Dernekle, dernekçilik yapabilirsiniz.”
Bay Helvacı, “Biz siyasi bir hareket değil, derneğiz” diyor. Bu sözler (hani şu Amerikan dizilerindeki mahkeme sahnelerinden aşina olduğumuz yeminler gibi) gerçeği, yalnız gerçeği ve bütünüyle gerçeği ifade etse, “canım, adam dernekçi” deyip geçeceğiz. Ama değil! Bay Helvacı, bir siyasi hareketin, TBKP’nin çizgisini uyguluyor. Bay Helvacı, İHD Genel Sekreteri Adımlar Dergisi yazarlarından Akın Birdal ile birlikte TBKP’nin yolundan yürüyor.
İHD’nin “resmi” politikası ile TBKP’nin çizgisi arasındaki kesişmeleri, bütünleşmeleri ilerde sergileyeceğiz. Ama önce, “mantar tabancasıyla” neler yapılabileceğine bir örnek vermek istiyoruz.
1525 yılında bir grup insan, tartışa bağıra bir metin oluşturuyor. Tartışmaya katılanlar Orta Avrupa köylülerinin temsilcileri. Günün yıpratıcı işlerinin ardından, akşam vakti bir yağ kandilinin etrafında toplaşmışlar; aralarında okuma yazma bilen tek kişiye, kalfa Sebastien Lotzer’e metni yazdırıyorlar. Sonraları bu metin tarihe “Köylülerin 12 Maddesi” olarak geçecek. Ama o gün hiçbiri bunun farkında değil. Onlar yalnızca, “efendiler”in zulmünü azaltabilmek, biraz daha insanca yaşayabilmek için taleplerini dile getiriyorlar. Lotzer yazıyor:
“… Kutsal kitap bizim özgür olduğumuza söyler, biz de zaten özgür olmak isteriz. Ama tamamen özgür değil, yani üstümüzde hiç kimsenin bulunmadığı bir özgürlük istemeyiz. Tanrı bize bunu buyurmaz çünkü. Biz bir başımıza, bedeni taşkınlıklar içinde değil, Tanrı’yı efendimiz olarak severek, insan kardeşlerimizde Tanrı’yı bularak ve onlar için elimizden gelen her şeyi yaparak, gönlümüze göre, Tanrı’nın buyurduğu gibi, kurallar ve buyruklar altında yaşamalıyız.
Şimdiye değin alışılageldiğince, hiç bir yoksul kişi dörtayaklıları, kanatlıları ya da akan sudaki balıkları yakalama iznine sahip olmamıştır. Bize öyle geliyor ki, bu kardeşliğe sığmayan, ayıp bir şeydir, çıkarcılıktır, Tanrı’nın kelamına aykırıdır…
Hizmetler yüzünden de eziyet çekiyoruz. Hizmetler günden güne artırılmakta, hatta her gün durduğu yerde çoğalmaktadır. Biraz insaf edilmesini istiyoruz. (…) Bundan böyle efendi köylüyü zora koşmanı ah, sıkıştırmamalıdır. Eğer efendinin hizmete gereksinmesi varsa, köylü uysallık ve bağlılıkla herkesten önce ona koşmalı, ama kendi zararına olmayacak bir saatte ve zamanda, uygun bir ücret karşılığında hizmet görmelidir.
Bazılarının, aslında topluluğa ait olan çayır ve arazileri kendi üzerlerine geçirmelerinden dolayı eziyet çekiyoruz. Eğer bu topraklar ciddi ve samimi bir biçimde görüşülüp satın alınmamışlarsa, biz bunları yeniden kendi topluluğumuza katmayı düşünüyoruz…”
Bugünden bakıldığında ancak “masum” ya da “ilkel” diye nitelenebilecek bu istekler, “efendiler”in büyük tepkisini çekiyordu. “Efendilerin köylülere, onlara angarya ile çalıştırıp sömürmek için ihtiyacı vardı. Ama sömürü düzeninin devamına daha çok ihtiyacı vardı. O nedenle ordularını köylülerin üstüne sürdüler. 1525 yılı, yaklaşık 100 bin köylünün ölümüyle sona erdi.
Evet, o insanlar öldü. Mızraklarla parçalanarak, ağaç dallarına asılarak, köy meydanlarında yakılarak… Bedenlerinden başka kalkanları, ağaç sopalarından başka silahları yoktu. Ama Sebastien Lotzer’in etrafında toplanan o bir avuç insan, yan-lızca tarihe bir “hürriyet bildirgesi” daha bırakmakla kalmadı, insanca yaşama hakkı yolunda önemli kazanımlar elde etti.
“Gündüz dersleri”
İnsanın içinde, 1525 yılından bugüne dönüp Bay Helvacı’ya “demek ki neymiş?” diye sormak geliyor.
İnsan haklan savunuculuğuna soyunan Bay Helvacı’nın bunu hak edebilmek için dersini öğrenmesi ve sınavını vermesi gerekiyor. Tabii, öğrenilen ne “dersi” olduğu da önemli…
Latife Tekin’in “Gece Dersleri” romanındaki Gülfidan gibi; devrimci mücadeleyi karalamak, örgütlenmeyi “bireyin yok oluşu” gibi algılamak, işçi sınıfından kopmakla yetinmeyip sınıf sözcüğünün içini boşaltmak tavrındakilere herhalde “gündüz dersleri” yakışır.
Gülfidan/Latife gibi “gece derslerinden ödleri kopanlar, kendilerini yasalarla sınırlayıp dernekle dernekçilik yapabilirsiniz, siyaset değil” diyorlar. Ve bu sözlerle çifte yalan söylüyorlar. Bir yanda, “siyasi hareket değiliz” deyip İHD’yi TBKP’nin gerici siyasetinin peşine takıyorlar, bir yandan da sıkı sıkıya sarıldıkları yasalar çerçevesinde bile mücadele etmekten kaçınıyorlar. 1 Mayıs’ta tutuklanan işçilerin yanında yer almaya, İsmail Beşikçi’yi savunmaya, Amerikan üslerindeki ve lastik fabrikalarındaki grev yasaklamalarının karşısına dikilmeye, Cihangir’de iki genci kurşuna dizen ve Güneydoğu’da insanları “ölü ele geçirip” evlerini yakan devlet terörüne karşı kamuoyunu ayağa kaldırmaya acaba hangi yasa engel?
Ama hayır! Onlar Kutlu ve Sargın için mücadele ederler… Onların “mücadele” gündeminde işçi sınıfı, Beşikçi, Kürtler yoktur. O nedenle de ne tutuklanan, grevleri yasaklanan işçiler için, ne de Beşikçi için parmaklarını bile kımıldatmazlar. O nedenle Kürtlere yönelik baskı ve zulümlere karşı “mücadeleleri”, Güneydoğu’ya sembolik gezinin ve dışkı yedirilen Yeşilyurt köylülerine törenle “plaket” vermenin ötesine gitmez. Dışkı yedirme olayının suçlusu iki ay memuriyetten men ve 375 bin lira para cezasına çarptırılıp, üstelik bu ceza da tecil edilince tepki göstermek akıllarına bile gelmez.
Evet, onlar yasaları sever. En çok da, “işlerine geldiği zaman” sever… Örneğin, kararnamelere tepki gösterilmesini talep eden İHD tabanına “derneği kapattırmak mı istiyorsunuz?” derken yasaların arkasına sığınırlar. Oysa asıl mazeretleri, Bay Helvacı’nın müeddep (edepli) üslubu ve devletçi mantığını yansıtan şu sözlerinde gizlidir:
“Olağanüstü hal bölgesindeki sorunların çözümü için baskı ve şiddetin dozunu arttırmak gibi bir yolun seçildiği anlaşılıyor. Demokratik yöntemlerin önemli ölçüde ihmal edildiği görülüyor. Hukuk devleti olmanın temel kurallarından biri, devletin kendisini hukukla bağlı sayması ve yönetimin hukuka bağlılığının sağlanmasıdır. Yönetimce konulacak düzenleyici kuralların ve yapılacak işlemlerin hukuka uygunluğunu sağlayacak başlıca yol, yargı denetimidir. Bu yolun kapatılması isabetli olmam aştır. Ülke bütünlüğünün korunması elbette devletin görevidir. Demokrasinin, hukuk devletinin ve insan haklarının korunması da aynı önemde değer taşır.”
Bay Helvacı, Kürtlere karşı devletin yanında yer alıyor. Kürtlerin haklarını değil, köleliğini savunuyor. İnsan haklarının korunmasında (!) devletten yarar umuyor:
“İnsan hakları ve temel özgürlüklerin, ortak bir yaşam biçimi olarak benimsenmesi ve evrensel boyutta ayrım gözetilmeksizin gerçekleştirilmesi, yaşadığımız çağda uygar dünyanın önemli bir amacı olmuştur. Bu amacın gerçekleştirilmesinde, hükümetler gibi hükümetler dışı insan haklan örgütlerine de önemli görevler düşüyor.”
İHD Genel Başkanı Nevzat Helvacı, TBKP’nin programını uyguluyor. Program, TBKP yöneticilerinden Zülfü Dicleli’nin Adımlar Dergisi’ndeki yazısında şöyle anlatılıyor:
“Söylenen, devlet iktidarını amaçlamaktan vazgeçmek değil, bunu devleti değiştirmek, iktidarı yaygınlaştırma, çoğulculaştırmak, demokratikleştirmek, sivil toplumda iktidar odaklarının oluşmasını desteklemekle birleştirmektir. Söylenen, etkili bir muhalefetten vazgeçmek değil, bunu toplumu bugünden değiştirmek, sivil toplumun özgür örgütlenmesi yolunda bugünden adımlar atmakla birleştirmektir.
Sivil toplumun örgütlenmesi, çeşitliliğin ve farklılığın örgütlenmesi, gerçek bir plüralizmin ortaya çıkmasıdır. Sınıfların, çeşitli sosyal katmanların, ezilen ulus ve cinsin, katılımcı sosyal hareketlerin, yurttaş girişimlerinin ve kampanyalarının çevre ve barış hareketinin, dinsel örgütlenmelerin kendilerini özgürce ifade edebilmeleri kendi soranlarının çözümünde söz sahibi olmaları ve özgür bir yarışma ortamı toplumsal değişimin başlıca yönü olacaktır.”
Böyle bir tabloya Özal’ın bile pek itirazı olacağını sanmıyoruz. Ezilen ulus ve cins kendisini özgürce ifade edecek! Özal bile “ben Kürdüm” diye ifade özgürlüğünü kullanıyor. Ezilen cinsin kendisini ifadesini, Semra Özal’ın şahsında bulmak mümkün! Özal da çoğulculuktan, “demokratikleşmeden” yana. Dinsel örgütlenmelerin kendilerini ifadesi ise, değil hoş görülmek, destekleniyor. Özal, olsa olsa, TBKP’nin programındaki “özgür bir yarışma ortamı” nitelemesine karşı çıkacak, onun yerine “rekabet ortamı” sözcüklerini yeğleyecektir.
“Siz Amerika’da bu işleri nasıl hallediyorsunuz?”
Bay Helvacı’nın ve TBKP’nin insan haklarına bakışı, yalnızca Özal ile değil, “uygar ülkelerin” temsilcileri ile de çakışıyor. İlginç bir örnek ABD New York Üniversitesi Hukuk Fakültesi öğretim üyesi Prof. Burt Neuborne’un Türkiye’de verdiği “insan hakları” konulu konferansa, İHD yöneticileri tam kadro katılıyor. Ve konferans daha sora İHD genel merkez bülteninde ayrıntılı biçimde yer alıyor. Bültene göre, Prof. Neuborne konferansında, ABD Medeni Haklar Birliği’ni anlatıyor ve “kendilerini hükümetin düşmanı değil, bir parçası, yardımcısı olarak gördüklerini söylüyor.
Konferanstan sonra Prof. Neuborne’a ilk soru Bay Helvacı’dan geliyor. Bay Helvacı “insan hakları konusunda fiili durum yasalara uygun düşmezse ne yaptıklarını” soruyor.
Prof. Neuborne’un yanıtı hayli aydınlatıcı. “Gündüz dersleri”ne uygun.
“Anayasada hakların yazılı olması ve uygulanmaması yalnıza Türkiye de değil ABD için de geçerli. Siyahlar ve yoksullar pek çok haktan yararlanamıyor. Biz böyle durumlarda mahkemelerde dava açılması için zorluyoruz. Yargı baskısının yanı sıra, parlamentomuzda insan haklarının önemini kabul etmeleri için uğraşıyoruz. Onlarla sürekli toplantı ve tartışmalar “yapıyoruz. İnsan haklarını savunmadıkları takdirde yeniden seçilmelerinin zor olduğunu düşünmelerini istiyoruz. Ayrıca kamu aydınlatmasına yöneliyoruz”
TBKP’nin sesi Adımlar Dergisi’nin yazarlarında İHD Genel Sekreteri Akın Birdal, Prof. Neuborne’un “dersinden” feyiz almışa benziyor. İHD Bülteni’nde Özal’ın önerisi ve ANAP Milletvekili Bülent Akarcalı’nın girişimi doğrultusunda oluşturulacak TBMM İnsan Hakları Komisyonu için şunları yazıyor:
“Biz bugüne değin, her ne olursa olsun, insan haklarına ve özgürlüklere yönelik atılmış her adımı desteklemiş ve olumlu bulduğumuzu açıklamıştık. Bunu da olumlu bir adım sayıyoruz. Her nedenle bu yönetimce şu ya da bu gerekçe ile benimsenmiş, imzalanmış ve onaylanmış belge ve sözleşmeler yaşama geçirilmemişse de, ileride, uygulamaya dönüştürülebileceğine dayanak oluşturması açısından olumlu görülebilinir.
(…) Bütün olumsuzluklara karşın, biz, bir komisyonun kurulmasının yararlı olacağı kanısındayız. Çünkü komisyona insan hakları konusunda başvurular yapılabilecek. Hiç değilse her gün bize gelen onlarca başvuru sahibini ya da mektubu Komisyona göndereceğiz.”
Devlet terörüne karşı devletten medet ummak… Devletin baskısına, işkencesine, sürgününe maruz kalmış kişiyi “devlete havale etmek”… Bütün bunları göz ardı etmek için yalnızca yasaların arkasına sığınmak yetmiyor. Simgesel de olsa bir başkaldırıyı temsil etmekten uzaklaştırılıp “hadi abi çocuğunu sevindir” çığırtkanlığına dönüştürülen Uçurtma Şenliği. Hemen, şimdi, bugün, acilen demokrasinin talep edildiği müzikli geceler… Yaya hakları için yürüyüşler… İsmail Beşikçi’nin unutulduğu bültenler… Fotoğraf, afiş, öykü yarışmaları, sergileri… Avrupa’dan gelen konuklan ağırlamalar… Demeçler, demeçler, demeçler… İHD yöneticileri bu kuru kalabalığın ardında gerici yüzlerini gizliyorlar. Yasalcılık bu saklanış için iyi bir sığınak oluyor İHD yöneticilerine. Temelinde emeğin, ezilenin hakkı yatan insan hakları mücadelesinin burjuva devletini yasalarına boyun eğilerek yapılamayacağını görmezden geliyorlar. Dahası, o yasaları bile kullanamıyorlar. Hele “meşru mücadele” kavramından bucak bucak kaçıyorlar.
Sonsöz yerine
Bir yasaya göre, geri geri yürümek yasaktır. Ama İHD ve TBKP yöneticileri korkmasın. Bu yasa New York’un Greene Kasabasında geçerli, Türkiye’de değil. Türkiye’de dileyen geri geri yürüyebilir!

Eylül 1990

İdeolojik çoğulculuk Sovyetler Birliği’nde manevi hayatın dejenerasyonu

(Albania Today’in 1990 yılı 1. sayısından çevrilmiştir.
İSMAİL LLESHI-Tiran, Enver Hoca Üniversitesi Politik-Hukuk Bilimi Fakültesi Doçenti ve dekanı)

Gorbaçov’a göre “perestroyka” tarafından öne çıkarılan “glasnost”, Sovyet revizyonistlerince “manevi hayatın yeniden yaratılmasının” (1) en doğru yolu olarak ilan ediliyor. “Glasnost” kavramı Gorbaçov revizyonistlerinin temel fikirlerinin teorik kaynağıdır. Öyle ki, bu kavram “perestroyka” ile birlikte temsil ettikleri çizginin sinonimi (eşanlamı) olarak kullanılmaktadır. Aslında bu terim Gorbaçov’un “orijinalite”sinin bir parçasıdır ama bu kelimenin etimolojik anlamı ideolojik muhtevasını ifade etmek için yeterli değildir. “Glasnost” kavramı, gösterdiği somut biçimler ve kendisinin gerektirdiği tavırlar açığa çıkarılarak, daha iyi anlaşılabilir.
Dar anlamda, “glasnost”un sözlük (İngilizce çevirisi) anlamı olan “açıklık”, düşünce ve eylem özgürlüğünün ve bu özgürlüklerin “gerçek demokrasi”nin güçlü silahları olarak gelişmesi için uygun koşulların yaratılmasını ifade eder. Gorbaçov revizyonistlerine göre “glasnost”, açıkça söz söyleme cesaretinden, ifade samimiyetinden, diğer insanların düşüncelerine saygı ve hoşgörüden, insana ve insan haklarına, saygıdan ibarettir.
Özgürlük ve demokrasiyi tanımlarken, tüm bu unsurların her birinin değeri yadsınamaz. Ancak Gorbaçov bunlara, “glasnost”un gizlediği demagoji ve aldatmacayı saklamak niyetiyle yaklaştığından tüm bu kavramlar tumturaklı ibareler olmaktan öteye gidemiyor. Gorbaçovcu revizyonistlere göre, “glasnost”u oluşturan öğelerin gerçekleşmesi, bilinçlenme koşuluna bağlıdır. Çünkü revizyonist KOMMUNIST gazetesinin yazdığına göre, “özgürlük ve demokrasi koşullarında çalışma ve yaşama kapasitesi, halkın genel kültür düzeyine, daha somut olarak ifade etmek gerekirse, politik ve hukuk kültürüne bağlıdır.” (2)
İdeolojik açıdan “glasnost”a böylesi bir yaklaşımın tamamen idealist olduğunu görmek zor değildir, çünkü “glasnost” soyut ve sübjektif düzlemde ele alınıyor. “Glasnost”un her bir unsurunun ve bu unsurların toplamının demokrasi ve özgürlüğü gerçekleştirmedeki önemi ne kadar büyük olursa olsun, bunlara değerinin üstün de bir misyon verilmemeli ve mutlaklaştırılmamalıdırlar. Özgürlük ve demokrasi ne soyut kavramlardır, ne de ideal süreç koşullarına bağlıdırlar. Bunlar, çok daha belirleyici faktörlere bağlıdırlar Yani sosyal düzenin sosyo-ekonomik karakterine ve siyasi örgütlenmesine sınıfsal yapısına ve bu yapı üstünde şekillenen ilişkilere bağlıdırlar. Bu bakımdan, içtenlik, cesaret, hoşgörü ve dürüstlük için yapılan her çağrı sosyal düzenin fizyonomisini hesaba katmak zorundadır. Devrimci ve sosyalist özelliklerini kaybeden bugünkü Sovyetler Birliği’nde düşünce özgürlüğü ve eleştirel tavır konusundaki sloganlar asla gerçek bir içerik taşıyamazlar.
Sovyet revizyonistlerinin “glasnost” hakkında çıkardıkları büyük gürültü, Gorbaçov takımı tarafından ortaya konan düşünce ve tavırlar ve Gorbaçovcuların amaçları göz önüne alınarak yorumlanmalıdır. “Glasnost”un başlatılması rastlantısal değildir. Gorbaçov, “perestroyka” ruhu ile uygulamaya konan reformlarla, revizyonizmi ve Sovyetler Birliği’ndeki tüm toplumu içine alan krizden çıkarmaya çalışmaktadır. Onun stratejik amacı Sovyet sosyal-emperyalizminin güçlenmesidir. Bu amacını gerçekleştirmek için, Gorbaçov’un saygın sosyal desteğe gereksinmesi vardır, öyle ki, kendisinin de ifade etmek zorunda kaldığı gibi, “perestroyka” büyük acılarla yol almakta, dirençle karşılaşmakta ve değişik kesimlerde çeşitli mücadelelere neden olmaktadır. Değişik revizyonist yazarların da belirttiği gibi “perestroyka”yı destekleyen kesimler olduğu gibi, ona karşı çıkanlar (alternatifçiler), gerçekte buna karşı olan ama şimdilik sessiz kalmayı tercih eden bürokratlar ve onları anlamayan ya da değişikliklerden korkan ve yalpalayan kesimler vardır. (3)
Sovyetler Birliği’ndeki son seçimlerde resmi Gorbaçovcu kanat tarafından önerilen adayların üçte birinin reddedilmesi, ya da oluşan gruplar veya bu seçimler sonucu oluşan yüksek devlet organları içindeki mücadeleler anlamsız değildir. Sovyet revizyonist partisi merkez komitesinin son plenumu 103 üyeyi atıp, yerine Gorbaçovcu görüşleri daha çok destekleyen üyeleri getirdi.
AEP’nin işaret ettiği gibi, sınıfsal alanda, “glasnost”, Gorbaçov ve grubunun temsil ettiği liberal kanadın bayrağı olarak görev yapmaktadır. Gorbaçov ve yandaşları devlet içindeki nüfuzlu mevkiler için verilen kavgada, güçlü parti ve Brejnev döneminin devlet bürokrasisi ile karşı karşıyadır. Sonuncular, “perestroyka”nın kendi imtiyazlarını ve çıkarlarını tehdit ettiğini görmektedirler. (4) Ancak, Gorbaçovcuların nüfuzlu mevkileri ele geçirmek, korumak ve güçlendirmek için, yığınları yalnızca aldatmaları ve onları teslim almaları yetmemekte, ayrıca karşıtlarını da dışlamaları gerekmektedir. “Glasnost” tam da bu amaca hizmet ediyor. Yığınlara, şimdiye dek eksikliği duyulan bir demokrasinin yaratılması hayali empoze ediliyor. Rakiplerden ya “perestroyka” lehinde kendilerini ifade etmeleri ya da açıkça karşı çıkmaları -öyle ki sonunda dışlanabilsinler- isteniyor. Zaman, partinin yüksek kademelerinde “glasnost”un ne kadar destek bulacağını ve neler yapabileceğini gösterecektir. Fakat “glasnost”un ilerlediği yolun birçok zorluklarla ve yığınların kayıtsızlığı ve aldırmazlığı ile iktidardaki burjuva sınıfının elinde bulunan yüksek mevkilerdeki bürokrasinin direnmesi ve karşı çıkması olarak ortaya çıkan engellerle dolu olduğu açıktır.
“Glasnost”, devrimci teori ve pratiğe, özellikle bilimsel sosyalizme şimdiye dek görülmemiş boyutlardaki açık bir saldırıda kullanılmaktadır. Gorbaçovcular ve onların “perestroyka” ve “glasnost”ları karşısında sosyalizmin savunulmasında çok daha fazla kesinlik gerekmektedir, önceki Sovyet revizyonistlerinin kendilerine sosyalist ve Leninist bir görüntü vermelerine rağmen, “glasnost” bayrağı altındaki Gorbaçovcular, sosyalist yolun açık reddine doğru ilerliyorlar.
Ekim Devrimi’nin 70. yıldönümünde yaptığı konuşmada, Gorbaçov, “perestroyka”yı yeni bir devrim olarak nitelerken, Ekim Devrimi’nin cazibesinin gücünü kaybettiğini ve onun açtığı yolun hiç bir yere götürmeyeceğim kastediyordu. Bunu, Gorbaçovcuların “perestroyka” ve “glasnost” un temel görevini belirlemeleri izledi: Sosyal örgütlenmenin ve çalışma tarzının sınırlı ve eskimiş şekillerini ortadan kaldırarak Sovyet toplumunun modern şekillerle tanışmasını sağlamak ve böylece sosyalizmlerine yeni bir nitelik kazandırıp, onu “çağdaş toplumun bir modeli” haline getirmek,. Gerçekten de Marksist-Leninist anlamda sosyalist düzenin birçok kötülükleri ve aşırılıkları bağrında taşıdığı ve bu yüzden yalnızca gereksiz olmakla kalmayıp zararlı olduğu yolundaki imaların yerini, bu görüşleri ifade eden açık cümleler almıştır. “Naunke i zhinj” gazetesinin belirttiği gibi, Stalinist sosyalizmin kökleri çok derinlere-Lenin’e ve hatta Marks’a kadar gider. Bütün bunlar, sosyalist sosyal gelişim olasılığını silmek, insanlığın büyük ilerleme idealine bağlı ümitlerine vurmak, insanlar arasında kötümserlik tohumlan atmak için, bu uğursuz karşı-devrimci amaç için yapılmaktadır.
“Glasnost”, tüm gerici tortuların, karşı-devrimcilerin ve Gorbaçovun kendi çizgisini destekledikleri için övdüğü ve Sovyetler Birliği’nde kalan en küçük sosyalist, ya da devrimci talebe karşı kışkırttığı her renkten anti-komünisti destekliyor ve şimdiye dek görülmedik biçimde harekete geçiriyor. Stalinist terör kurbanları olarak adlandırılanların sorunlarını incelemek üzere kurulan özel komisyon, bu kişilerin hepsinin -şimdilik Troçki’yi dışlayarak- itibarını iade etme kararı aldı. “Stalin kurbanları” için dikilen anıtlar mantar gibi bitmekte, “Stalin’in toplama kampları” konulu film ve romanlar en gerçekçi eserler sayılmaktadır. Buharin, Zinovyev, Kamenev gibi sosyalizmin uzlaşmaz düşmanları büyük teorisyenler ve devrimciler olarak övülmektedirler.
Gorbaçovcu revizyonistler, “glasnost”u analiz ederken, somutlarken ve gerçekleştirirken, onunla yakın bağlantı içinde olan ideolojik çoğulculuk kavramının da reklâmını yapıyorlar. Onlara göre, “glasnost” düşünce çoğulculuğunu gerekli, hatta öncelikle şan kılıyor. Revizyonist düşünce ve hareketin mantığı, Gorbaçovcuları, teorik kaynaklarına -burjuva ideolojisine ve onun temel kavramlarına- döndürmek zorundaydı. Tıpkı, “yüz çiçek açsın, yüz fikir yarışsın” diyen diğer revizyonist çeşitlemeler ile, onların ortak asıllarının üstündeki örtüyü atmak zorunda kalması gibi.
Böylece Gorbaçovcular, düşünce çoğulculuğu sloganı ile, revizyonistlerin iktidara gelme serüveni ile başlayan bir çizgiyi tamamlıyorlar. Ama, önceki revizyonistler ideolojik çoğulculuk planlarını gizlemek ve maskelemek konusunda dikkatli oldukları halde, Gorbaçovcular bunu açıkça ilan ediyorlar.
Gorbaçovcuların “sosyalist” fikir çoğulculuğuna atfettikleri karakteristikler arasında en önemlileri, çeşitli fikirlerin karşı karşıya gelmesi, düşüncelerin özgürce mücadele edebilmesi ve değişik görüşlerin yarışmasıdır. “Sosyalist çoğulculuk”tan ne kadar söz edilirse edilsin, sosyalist ideolojinin düşünce ve görüşlerinin karşı karşıya gelme, aşırı ilişkilerde ele alınmasında sosyalist ideolojinin özellikleri yoktur.
İşçi sınıfının çıkarlarının ve ideallerinin yansıması olan sosyalist ideolojinin fikir çoğulculuğu ile bir ortaklığı yoktur. Doğası ve özü gereği, sosyalizmde, değişik dünya görüşleri anlamında ideolojik çoğulculuğun amacı ve sosyal temeli yoktur. Evet, Marksist-Leninist teori, tartışmayı, eleştiri ve özeleştiriyi, görüş alışverişini mücadeleci ruhunun bir ifadesi olarak gerekli kılar. Ancak bu anlam ve tanımlama, bunların aynı ideolojik platformlarda ve yönelişte, aynı amaçta oldukları müddetçe uygundur. Bu platformun ve amacın dışında ve ötesindeki fikir enflasyonu ve abartısı, her çeşit tez ve görüşün ortaya çıkmasına, giderek fikirlerin karşı karşıya gelmesi, mücadelesi ve yarışmasına göz yumarak Marksist-Leninist çizginin terk edilmesine yol açar. Gorbaçovcuların yaptığı tam da budur. Onlar, Marksist-Leninist teorinin canlı, yaratıcı ve yenilikçi ruhundan söz ederken aslında yaptıkları onu temel özelliklerinden, organik iç bütünlüğü ve tutarlılığından, derin bilimsel içeriği ve evrensel doğrularından metafizik bir şekilde koparmaktır.
Gorbaçovcular, anti-Marksist ideolojilerini çeşitli şekillerle ve değişik yollarla ortaya koymaya çalışıyorlar. Bunu yaparken, revizyonizmin Marksizm-Leninizm’e karşı saldırısının biriktirdiklerinden yararlanıyorlar M-L doktrinin bir kısmının eskimiş ve kullanılamaz olduğu ilan edildi ve Gorbaçov’un dediği gibi, “bir alışkanlık” gibi tekrarlanmaması gerektiği belirtildi. Gorbaçov’a göre, Marksist-Leninist klasiklerdeki düşüncelerin bir kısmı ya yanlış anlaşılıyor ya da tek taraflı olarak ele alınıyor. Dolayısıyla, bunlar yeniden okunmalı. Gorbaçov ısrar ediyor. “Tabuları ve doğmaları terk etme süreci, iddiaların tamamlanmasından sonra bile devam etmelidir”. Bu, sosyalizmin ilkelerini temellerine ihlal etmek ya da sosyalizmin tarihinin itibarını sarsmak demektir. (5)
Gorbaçovizmin objektif burjuva öğrencileri bile, bütün bunların Marksizm’in ana temalarını açıkça ve kesin olarak terk etmek için yapılan manevralar olduğunu itiraf ediyorlar. Ve yine, tüm bunlar bugünün karmaşık koşullarında ortaya çıkan sorunlara cevap aramak iddiasıyla yapılıyor. Dünya genelinde ve tek tek her ülkede değişiklikler olduğu ve sürekli olacağı bilinen, kesin bir gerçektir. Fakat tüm bu değişikliklerin, kendi belirgin özelliklerine rağmen, M-L doktrin tarafından doğru ve bilimsel açıklaması yapılan gelişim yasalarını inkâr etmediği de bir gerçektir.
“Düşüncelerin sosyalist çoğulculuğu” sloganının gerçek içeriği, Gorbaçov’un “doğru’nun tekeli”nden vazgeçmesiyle açığa çıkmıştır. “Doğru’nun tekeli”nden vazgeçme, M-L teoriden ve onun yeni düşünce stilinden vazgeçmedir. Gorbaçov, “perestroyka” ve “glasnost”un, “düşünce tekeli” ile uzlaşamayacağını belirtiyor. Bunu, kapitalizmin ekonomik süreçleriyle benzeştiren çeşitli revizyonist yazarlar, “tekelcilik her zaman, sosyalizm koşullarında dahi, çürümeye yol açar”, dolayısıyla “yarışma gereklidir” (6) diyorlar. “Hiç kimse doğrunun tekeline sahip değildir”(7) diyen burjuva rölativist felsefesini benimseyen Gorbaçovcular, doğrunun, “görüşlerin serbestçe tartışılması”ndan ortaya çıkacağını söylüyorlar.
Sovyet revizyonizmine karşı verdiği kararlı ilke mücadelesinin başından beri AEP, bilimsel tartışma ve görüşlerle, M-L’in doğru kavranışı, gelişmesi ve onun uygulamasının tek partinin ya da birtakım bireylerin tekeli değil, gerçekten devrimci işçi sınıfı partisinin hakkı ve görevi olduğunu ispatlamıştır. Bu anlamda, “doğru” şu da bu partinin sıfatı değildir ve hiç kimse “doğrunun tekeli”ne sahip olduğunu iddia edemez.
Şimdi Gorbaçovcular, yeni sloganlarıyla “doğrunun tekeli”nden ve böyle temelsiz bir iddiadan vazgeçmiş görünüyorlar. Oysa bu, aslında M-L’i kesin olarak gözden düşürmek için ortaya atılan bir Gorbaçovcu spekülasyondur. Doğrunun tekelinden vazgeçme sloganının arkasında ne M-L’in, ne de onun ilke, temel ve kavramlarının doğru olmadığı düşüncesi saklıdır.
“Tek doğru” kavramı, M-L doktrine tamamen yabancıdır. Ama M-L, doğru bir bilimsel doktrindir; çünkü o, toplumun en ilerici sınıfının çıkarlarıyla uyum halindedir ve toplumun gelişiminde gerçeği yansıtır. İnsan toplumunun gelişiminin ve dönüşümünün bilimi olan M-L, objektif toplum yasalarının bilgisine dayanır ve dolayısıyla gösterdiği yol, toplum gelişiminin her aşamasında ortaya çıkan çelişme ve problemlerin çözüm yoludur.
“Tek doğru”ya karşı Gorbaçovcu ifadeler, yalnızca sofistike spekülasyonlardır. Sorun, M-L teoriye karşı tutum sorunu olduğunda, “tek doğru”ya karşı sözde mücadeleleriyle, M-L’in objektif içeriğini inkar etmeyi tercih ediyorlar. Ama sorun kendi teorik platformları hakkındaysa, Gorbaçovcular tüm ideolojik eğilimleri bir kanala yöneltmeyi ve “perestroyka” ve “glasnost” alternatifi içinde tekelleştirmeyi biliyorlar ve bunda tüm çabalarını harcıyorlar. “Glasnost” ve “perestroyka”ya karşı en küçük bir karşı çıkışa son derece sert tepki gösteriyorlar. Gorbaçov, “hiç bir yayın ya da gazetenin, düşüncelerin çeşitliliği konusunda bize bir başka yol dikte etmesine izin vermemeliyiz” diye tehdit ediyor.(8)
“Glasnost” ve ima ettiği ideolojik çoğulculuk yoluyla, Sovyet revizyonistleri, manevi hayatın dejenerasyonun belirleyici faktörü olarak, manevi hayatin gerçekten demokratikleşmesini uygulayabileceklerini iddia ediyorlar. Gorbaçovculann demokratikleşme kartını ilk oynayanlar olmadığı herkesçe bilinir. Bu sloganla, insanın en duyarlı olduğu alanına hitap ettikleri bilinmektedir.
Gorbaçovcular, demokratikleşme sorununu öne sürerken, bunun, “perestroyka” tarafından ortaya atılan yeni bir unsur olduğunu iddia ediyorlar. Bu yolla, sosyalist düzeni değersiz kılmaya ve ona çamur atmaya çalışıyorlar. Sosyalist düzeni, bir çarpıklıklar ve ucubelikler düzeni, trajik aşırılıklar, dramatik koşullarla dolu bir düzen olarak ilan ettikten sonra, geleneksel burjuva çekincesiyle onu demokrasi yoksunluğuyla suluyorlar. Gorbaçov’un “demokrasiyi öğrenelim” sloganının veya Pravda gazetesinin “demokrasi öğrenilmelidir; mükemmelleştirilmeli ya da geliştirilmeli” değil, ‘öğrenilmeli’ diye vurguluyoruz” (9) sözleri ve çağlılarının anlamı budur. Dahası, Gorbaçovcular bu istemin her zaman sınıflar-üstü bir olgu olduğunu, özgürlük mücadelesinin her çağda ve koşulda, sosyal gelişmenin her düzeyinde var olduğunu söylemekteler. Özgürlük ya herkesindir ya da hiç kimsenin. (10)
Marksist-Leninist klasikler, demokrasinin siyasi ve ideolojik anlamının bir sınıfın çıkarıyla olan organik bağlarından doğduğunu bilimsel tartışmalarla kanıtlamışlardır. Bu çıkarlar, demokrasinin özünü, çeşitli biçimlerde ifadesini, boyutlarım, gelişimini, uygulama derece ve koşullarını belirlerler. Bu anlamda demokrasiyi siyasi ve ideolojik muhtevasından kopararak yorumlamak, onu kötü emelleri gizleyen, içi boş bir slogandan ibaret kılar. Lenin, “tüm insanlar için, tüm bir ulus için ve sınıflar-üstü genel bir demokrasi kavramı ve sloganının yalnızca sömürücü sınıfların çıkarlarına hizmet ettiğini söylüyor. (11) Demokrasi, hem dayandığı sınıf çıkarlarından, hem de karşıt olduğu sınıf çıkarlarında koparılarak doğru bir şekilde kavranılamaz.
Ülkemizdeki sosyalizm uygulamasında önemi ve değeri açıkça görülen demokrasinin bilimsel içeriğinin anlaşılmasında tüm bunların hayati önemi vardır. AEP ve Enver Hoca Yoldaş, sosyalizmin inşasının yığınların katılım derecesine bağlı olduğunu görmüştür. Böylelikle, onlar halkın bilincinin sürekli yükselmesi, inisiyatiflerinin ve bağımsız hareket edebilme yeteneklerinin gelişmesi, çeşitli sorunların tartışılması ve çözüme katılmalarının sağlanması, düşüncelerinin dinlenmesi ve görüşlerini özgürce ifade edebilmeleri yönünde teşvik edilmeleri için sürekli olarak çalışmışlardır. Ama tüm bunların sosyalizmin inşasında ve mümkün olan en etkin şekilde uygulanmasında M-L çizgi ve onun doğru kavranması temelinde olması gözetilmiştir.
Bu şekilde anlaşılıp uygulanan demokrasi, ülkemizde sürekli genişletilen, derinleştirilen ve devrim ve sosyalizmin çıkarlarına, emekçi yığınların çıkarlarına göre mükemmelleştirilen gerçek bir demokrasi olarak hayata geçirilmektedir. Ülkemizde, demokrasi yolunda, insanların politik ve siyasi kanaatlerinde, psikolojileri ve düşünüşlerinde, kültürel formasyonlarında, ahlaki yapılarında ve tümüyle manevi dünyalarında şimdiye dek görülmemiş ölçüde mesafe kat edilmiştir.
Gorbaçovcu revizyonistlerin manevi hayata ilişkin demokrasiyi, düşünce ve inanç özgürlüğü, özellikle de ifade ve tartışma özgürlüğü olarak yorumlamalarında yoğun bir spekülasyon mevcuttur. Bu ibareler ne denli çekici olursa olsunlar, içerikleri o denli çarpıktır ve yanlışa yönlendirirler. Gorbaçovcuların demokrasiyi ele alış biçimlerinde, bu kavram idealist ve biçimsel bir imge olarak, mutlak ve soyut bir özgürlük olarak ortaya çıkıyor. Bu özgürlük, sosyal bilincin tüm unsurlarıyla geliştiği somut tarihi koşullardan koparılarak ve özellikle her sınıfın çıkarlarından ve sınıflar-arası ilişkilerden soyutlanarak ele alınıyor.
Gorbaçovcu önderliğin emekçi yığınların düşünce ve ifade özgürlüğü ile gerçekten ilgilendiği noktasında bir yanılsama olamaz: Yalnız bu ilgi belli bir noktaya kadar ve belli boyutlardadır. “Perestroyka”nın henüz anlaşılmadığı ve karşı çıkıldığı ilk günlerde, “perestroyka” şampiyonlarının kendini “özgürce” ifade eden, onaylayıcı bir kamuoyuna gereksinmeleri vardır. Gorbaçov “demokratikleşme, güçlü bir duygu, düşünce ve inisiyatif akımını serbest bırakmıştır”, “bunların eylemliliği olmadan perestroykanın bir anlamı olamaz” (12) demekle bu gereksinmeyi kastediyor. Fakat burjuva ve revizyonist mantıkla, Gorbaçovuların ele aldığı biçimde demokrasi oyunu, düşünce ve tartışma özgürlüğü (onlar için de) tehlikeli olabilir. Bunu onlar da biliyorlar. Şeytanın şişeden kolayca çıkarıldığı, ama aynı kolaylıkla şişenin içerisine sokulamadığı hatırlatılmasının Gorbaçov’a yapılması pek rastlantısal değildir.
Gözde tartışmalardan birisi de “perestroyka”nın zıddın zıddına dönüşmesi yasasının orijinal bir biçimi olduğu, manevi hayatın önceki gelişmelerinin bir sonucu olduğu, gelişmenin önünde engellerden bir kurtulma olduğu savıdır. (13) Lenin, diyalektiğin tek bir yönünü ele almanın, onu tek yönlü olarak ve biçimsel bir şekilde ve soyut düzlemlerde kullanma ve örneklemenin metafiziğe kaymak olduğunu vurgulamıştır. Zıddın zıddına dönüşmesi yasasının bağlantı, yok etme ve koruma özellikleri, bizi, manevi hayatın dejenerasyonunun (yeniden doğuşun), Gorbaçovcuların iddia ettikleri gibi ilerici ve devrimci bir süreç olduğu otomatik sonucuna götürmez. Soruna, dayandığı temeller ve ilişkilerle, yöneldiği boyutlar ve hayata getirdikleriyle yaklaşılmalıdır. Yoldaş Enver Hoca’nın dediği gibi, “olayların diyalektiği öyledir ki, zorlukların ve çelişmelerin, kendilerini doğuran çizgi temelinde yenilmesi yolundaki her atılım, bu zorluk ve çelişmelerin daha fazla büyümesinden başka bir şey getirmez.” (14)
Gorbaçovcu çizgi, manevi hayat da dâhil her alanda Sovyetler Birliği’nde kök salan ve oradan doğan politika, ideoloji, mantık ve ahlak’ın bir devamıdır. Bunlar, Gorbaçovcu çizginin temelini ve çıkış noktasını oluştururlar. Bunlar olmaksızın, böyle bir çizgi de olmaz. Dolayısıyla söz konusu çizgi, kendisini zıddına döndürmeden bunları da zıddına döndüremez.
Aslında Gorbaçovcu revizyonistlerin ilan ettikleri manevi hayatın yeniden şekillenmesi, bu temeli savunmak ve mükemmelleştirmek yönünde bir girişimdir.
Her şeyden önce, manevi hayatın yeniden şekillenmesi, ideolojik alanla bağlantılıdır ve Gorbaçov’un belirttiği gibi “Bir ideoloji ve psikoloji biçimlenmesi sürecinde insanların yaratıcı bir biçimde düşünebilme ve hareket edebilme yeteneğini geliştirme” (15) sinden ibarettir. Aslında “yeni” Marksist-Leninist ibarelerin yerine pragmatik düşüncelerin konduğu gerçeğinden ibarettir.
Bu ideolojik bakış açından, yeni bir ekonomiyi özelleştirme stratejisi ve tüm politik sistemin yeniden inşası, manevi hayatta radikal bir değişim, uluslararası ilişkilerde demokratikleşme, hümanistleşme görülmektedir.
İdeolojik platformda sosyalizm reddedilmekte ve “çağdaş bir toplum modeli” aranmaktadır. Batının kapitalizm değerleri ve yasaları vurgulanmakta ve övülmektedir. Partinin rolü yeniden gözden geçirilmekte, yönlendirilmekte, aydınların rolü, “perestroyka” şampiyonları olarak mutlaklaştırılmaktadır. Aynı zamanda, anti-Stalinizin görülmemiş oranlarda artmakta ve tüm karşı-devrimci güruha eski hakları ve itibarları iade edilmektedir. Devrimi, sınıf mücadelesini ve proletarya diktatörlüğünü inkâr eden tartışma ve savlar araştırılmaktadır. Düşünürler, sosyologlar, ahlakçılar “çağdaş burjuva düşüncesinin pozitif başarıları”nı ispatlamak için birbirleriyle yarış halindedirler ve hepsi de bu düşünceye karşı düşmanca tutum hastalığını öğrenmek için çağrılar yapmaktadırlar. Felsefe alanında çok geniş tartışmaların yapılmadığı noktası önemlidir. Bazıları, Marksist-Leninist felsefeyi, tüm başarısızlıkların, özellikle de sosyal bilimler alanındaki sefaletin nedeni olarak görmektedirler. Gerçekten de Sovyet düşüncesi (felsefesi)nin psido-bilim (pseudo science) olarak adlandırılan genetik ve sibernetik bilimlerinin önemini zamanında kavramamışlar ve mevcut durumdan M-L felsefiyi sorumlu tutmuşlardır. Bir kısım düşünür ise, Marksizm-Leninizm’i onarılması mümkün olamayacak kadar eskimiş ve dogmatik olarak görmektedirler. Diğer bir kesim de “perestroyka”nın ortaya attığı yeni bir demokratik sosyalizm modelini teşvik etmektedir. Bunlar felsefenin özüne yeni bir Marksizm çeşidini ortaya çıkarma görevini koymaktadırlar (16) ve bugünkü burjuva felsefesinden başka bir şey olmayan çağdaş felsefenin dönüşümünü, felsefenin yeniden doğuşuna giden yol olarak görmektedirler.
Bugün, revizyonist felsefe, çağdaş idealizmin baz, konularda materyalist bir içerik taşıdığını, dolayısıyla onun sözde pozitif değerlerinin kullanılması gerektiğini açıkça söylemektedirler. Batı tipi felsefi akımlar üzerine yazılan yazı ve kitapların çoğalması, Gorbaçovculara göre “demokrasinin olgunlaşması” (17) yolundaki adımlardır. Gerçekten de eskimiş ve modem felsefi düşünceye artık ayak uyduramaz (18) olduğu düşünülen diyalektik ve tarihi materyalizmin revize edilmesi yolunda güçlenen bir eğilim vardır.
Genelde, sosyal bilimlere ilişkin olarak şu söylenmektedir. Sosyal bilimlerin ideolojik bilimler olarak tanımlanması, onların içeriğini daraltır ve oynadığı rolü azaltır. Şimdiye dek Batı’nın sosyal teorilerinden ödünç alman görüşler Marksist ibarelerle maskelendiği halde, bugün bu teorilerin incelenmesi, asimilasyonu ve propagandası sosyal bilimlerin düzeyini yükseltmede, son derece önemli görülüyorlar. Böylelikle sosyolojiyi tarihi materyalizm düzeyine çıkardıktan sonra, sosyo-politik hayatın ele alınışında burjuva anlayışlarını legalize eden Batı “bilimleri”ne duyulan gereksinmeden çok fazla söz ediliyor.
Sovyet edebiyatı ve kültürü, “perestroyka” ve “glasnost”un ortaya attığı yeni düşüncelerin sunulması mücadelesinde ön cephede savaşıyorlar. Aslında bu cephenin ünlü temsilcileri, Gorbaçovcuların sahip çıktıkları programı çok önceden ortaya attıklarını söylemektedirler. Görülmemiş çoklukta eğilim ve akım-avangardist-pseudo-realistler, mistik ve modernist ideoloji, edebiyat ve sanat alanındaki çoğulculuk ve çöküntünün ürünleridir, “özgün bir Rus geleneğinin arayışı” içinde olma maskesi altında Bulgakov, Pasternak, Akhmatova ve Tsvetaeva gibi çöküntünün şampiyonlarının ve başlıca eğilimlerin itibarları tamamen iade edilmiştir. Bu şampiyonların eserleri “Sovyet edebiyatının en iyileri” olarak görülmektedir.
Sembolizm, constructuvizm ve fütürizm gibi birçok çökmüş modern akımların Rus kökenli olduğunu kanıtlamak için tezler ileri sürülmektedir. Stalin zamanında hiçbir çalışmasını bastırmayan Bulgakov’un absürt (saçma) edebiyatının prensiplerini “Kafka’dan bağımsız” olarak ortaya atıp, bu edebiyatı başlattığı iddia edilmektedir. İşler o dereceye varmıştır ki, Gorki’nin “Klim Samgin’in Yasamı” James Joyce’un “Ulisses”i ile karşılaştırılmaktadır. “Yeni bir gelenek yaratma” maskesi altında manevi boşluğun ve banalliğin, küçük burjuva egosunun ve yalnız ve depresif kahramanın şarkısını söyleyen bir edebiyatın ve sanatın yaratıcıları övülmekte ve bu edebiyat ürünleri “özgür yaratıcılığın” “içten ve mükemmel sanatın şaheserleri” olarak görülmektedirler. Oysa dönemin sanat ve edebiyatını karakterize eden özellikler, onların sosyalist-gerçekçiliğe tüm cepheden açtıkları savaştır. Sosyalist-gerçekçilik, edebi ve sanatsal bir kavramı değil; ideolojik ve siyasi bir kavramı temsil etmekle ve sanatsal çalışmayı reddetmekle suçlanmaktadır.
“Glasnost” ve ideolojik çoğulculuk derin ve genel bir karmaşıklık yaratmıştır. ‘Gorbaçov’un kendisi de, idealist ve tutucu, radikal ve liberal, kozmopolitan ve burjuva-milliyetçi rejenerasyon (yeniden doğuş) platformunun birbirleriyle çelişen ideolojik ve ahlaki kavramlara yol açtığını açıklamak zorunda kalmıştır. Tüm bunlar revizyonist çizginin mantıksal sonucudur. Aynı zamanda Gorbaçovculuğun hedeflerini gerçekleştirmek ve modern revizyonizmin mevzilerini güçlendirmek yolundaki tüm engellerin aşılması için insanların kafasını bulandırmak ve zehirlemek için dikkatle seçilmiş bir yolun ürünleridir.
En önemlisi, Gorbaçovcu “manevi hayatın yeniden şekillenmesi” politikasının Sovyet toplum unda yarattığı genel karmaşa, Sovyet revizyonistlerinin içinde bulunduğu derin krizin ve bunalımın bir göstergesidir. Hangi reformları uygularlarsa uygulasınlar, Sovyet revizyonistleri, bu krizden çıkamayacaklardır. Çünkü Ramiz Alia Yoldaş’ın belirttiği gibi, onlar, ilan ettikleri reformlarla, başvurdukları hilelerle ve manevralarla, sosyalizme geri dönmüyorlar; aksine kapitalist yolda ihanetin yolunda gittikçe daha hızlı yuvarlanıyorlar.” (19)

Dipnotlar
1- Sovyet revizyonist partisinin 19. Konferansında Gorbaçov’un yaptığı konuşma
2- Komünist, no: 5, 1987
3- Sovyet revizyonist partisinin 1987 Haziran plenumunda ve 19. konferansta Gorbaçov’un yaptığı konuşma
4- Voprosi filosofii, no.1, 1987
5- Sovyet revizyonist partisinin 19. Konferansında Gorbaçov’un yaptığı konuşma
6- Die eit, Ocak 29,1988 (ATA Bülteni)
7- 1988 Şubat Plenumunda Gorbaçov’un yaptığı konuşma, Komünist, no. 4,1988
8- Pravda, Mayıs 11,1988
9- Pravda, Şubat 14,1988
10- Pravda, Şubat 12,1988
11- Lenin, Toplu Eserler cilt 29, s. 105
12- Sovyet revizyonist partisinin 19. konferansında Gorbaçov’un yaptığı konuşma
13- Şubat 1988 Plenumunda Gorbaçov’un yaptığı konuşma, Komünist, No 4,1988
14- Enver Hoca, Eserler, c. 32, s. 87
15- Ocak 1987 Plenumunda ve Şubat 1988 plenumunda Gorbaçov’un yaptığı konuşma
16- Voprosi filosofii, no. 2, 1989
17- Kommunist, no. 2,1988
18- Voprosi filosofii, no. 9,1988
19- Ramiz Alia, Konuşmalar ve Konferanslar, 1987 (5), s. 231

Eylül 1990

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑