· Emperyalizm, uluslararası burjuvazi savaş isterisinde…
· Saddam gerekçesiyle yeni dünya jandarmalığı örneği…
· Emperyalist kuklalığının yeni adı: aktif ve “kişilikli dış politika”…
· İflas eden barışçıllık hayalleri…
· Gerici burjuva kâr-zarar hesapları üzerine kurulan politik senaryolar…
Barış. BARIŞ… Barışçıl hayaller… Akılcılıkla, iyi niyetlerle dünya barışı sağlanmaktaydı. Emperyalizm, militarizmsiz, sömürgeciliksiz de olabilirdi. Bazı kötü niyetli saldırgan emperyalist çevreler de vardı, ama insanlığın “global çıkarları”, sınıflan ve sınıf mücadelesini değil insanı ve barışı, emperyalistler içinde olmak üzere, kapitalist-sosyalist herkese tek seçenek olarak dikte ettirmekteydi. Ve silahlar imha edilmeliydi, ediliyordu, savaşlardan ve zordan arınmış barışçıl bir dünya için silahsızlanılıyordu. Emperyalizm ve kapitalizmin niteliği ve çağ değişmişti, değişmekteydi; artık entegrasyon koşullarında, emperyalizme entegrasyon koşullarında, doğal ki emperyalizm koşullarında, barış yalnızca mümkün değil, tek seçenekti.
Ne oldu? Dünyaya birden savaş bulutlan çöktü. Emperyalist propagandistlerce desteklenen Gorbaçov kaynaklı barışçıl hayaller yerle yeksan oluverdi. Oysa tüm Doğu Avrupa’nın sosyalist biçimsel kalıntıları bile çöpe atarak kapitalizme tümden avdet etmesinin, Sovyetler Birliği dâhil tüm eski sosyalist ülkelerde revizyonizmden bile vazgeçilmesinin ileri sürülen gerekçelerinden biriydi şu mahut “dünya barısı”.
Doğrulanan bir kez daha Lenin oluyor: emperyalizm koşullarında barış, emperyalist barış yalnızca savaşlar arasındaki ateşkeslerden ibarettir ve barışta da taraflar arasındaki ilişkileri belirleyen yalnızca ve yalnızca güçtür, zordur. Geçerli olan güç ilişkileridir. Ve emperyalizm koşullarında savaşlar kaçınılmazdır.
Ortadoğu ya da Körfez krizi bunu göstermiyor mu? Savaş ister çıksın isterse sorun görünürde “barışçıl” bir çözüme bağlansın, sonucu belirlemekte olanın güç ilişkileri olduğunu yaşayarak görmüyor muyuz?
Ne oldu barış hayallerine? Neredeyse tüm uluslararası ilişkiler savaş durumuna göre yeniden biçimleniyor. O “barış” örgütü Birleşmiş Milletler, uluslararası burjuvazinin, emperyalizm ve dünya gericiliğinin “parlamentosu”, yani laklak merkezi, bu kez ambargo ve abluka kararlarını birbiri peşi sıra alıyor, silahlı güç kullanımına olanak sağlıyor. Dünyanın, artık yalnızca “hür dünya”nın değil tüm dünyanın “bekçisi”, “jandarması” Amerikan emperyalizmi BM’ye savaş karadan dikte ettiriyor.
Silahsızlanmaya ne oldu? Nereden çıkıyor bunca silah? F-111’ler, F-117 A’lar, kimyasal silahlar ve diğerleri.
Hani akılcılık? Birdenbire insanlar, yani emperyalist patronlar, dünyamızın “sevgili” bekçi ve yöneticileri akıldan yoksun mu kaldılar?
Madde ve maddenin koşullandırılması sınır tanımaz ve gerçekler maddeden kaynaklanır. İstendiği kadar hayaller kurulsun ve bunlar gerçekler yerine propaganda edilsin hayal olarak kalır ve gerçek, bazen araştırılıp incelenmeyi gereksinen üstü örtülü haliyle, ama çoğu kez ve önünde sonunda açık-seçik kendini ortaya koyar, kör gözlere bile kabul ettirir. Körfez krizi, tüm barışçıl yaygaraya karşın emperyalizm ve emperyalizm koşullarının gerçekliğinin kendini açık-seçik ortaya koyusunun son örneğidir.
Irak Kuveyt’i önce işgal sonra ilhak etti. Ardından kararlar, tavırlar, olaylar-ambargo, abluka, Orta Doğu’da askeri yığınaklar, tehditler sökün etti. Yalnızca Körfez değil, tüm Ortadoğu bir kampanyanın ve olası bir savaşın alanı haline getirildi. Başta emperyalist büyük devletler olmak üzere tüm emperyalist merkezler ayağa kalktılar, dünya savaş psikozuna sokuldu. Dev savaş makinaları harekete geçirildi. Amerikan ve onun yanında İngiliz emperyalizmi bölgeye savaş gemisi ve asker yığmaya başladılar. BM’nin kararı bile beklenmiyordu. Bu iki emperyalist devlet fiili ablukaya başladılar ve sonunda bu de-facto (fiili) durumu BM’ye onaylattılar. Fransa, Sovyetler Birliği, Almanya gibi emperyalist ülkeler önce tereddüt gösterdilerse de, sonra ablukayı savunma çizgisine geldiler, askeri sevkıyatlara başladılar. Bunlar ve bir dizi başka ülke hala savaştan kaçınmak yanlısı olsalar da, beşinci vitese takmasalar da savaş makinalarını harekete geçirdiler.
Kuveyt’in bağımsızlık ve egemenliği ihlal edilmişti. Bağımsızlığı yeniden tesis edilmeli ve egemenlik El Sabah hanedanına iade edilmeliydi. Emperyalist savaş makinasının harekete geçmesinin ve kuklalarının bunun peşine takılmasının birinci gerekçesi buydu.
Hiç kimse ABD’nin, Panama, Granada, son olarak da Liberya’nın bağımsızlık ve egemenliğine yaptığı saldırıya karşı çıkmayı akıl etmedi ve işin ilginci onca bağımsızlık ve egemenlik ihlalinin faili ABD şimdi Kuveyt’in bağımsızlık ve egemenliğinin savunucusu kesildi.
Saddam’ın ve onun gerici burjuva amaçlarının savunulması gerekmiyor. Ama Kuveyt Emiri’nin hanedanlık çıkarlarının savunulması hiç gerekmiyor. Üstelik Saddam karşısında savunulmak durumunda olunan, yalnızca Kuveyt Em iri ve çıkartan değildir. Sorun ne Saddam-Sabah sorunudur ne de Irak-Kuveyt sorunu. Sorun, birinci emperyalist savaşla birlikte, on yılları bulan bir oluşumun devamı olarak ortaya çıkmıştır. Emperyalistler ve özellikle ve esas olarak emperyalist süper devletler ve uşakları arasındaki, artık gerisinde bir tarih oluşturan çıkar çatışmalarının bir devamıdır. Ve sorun ne “vur Saddam’a” tutumuyla ne de Sabah’ın Emirliğinin iadesiyle çözümlenebilir.
Kuveyt, egemen ve bağımsız bir devlet değildi her şeyden önce. Bir petrol şirketinin, görünüşte egemen bir kukla devlet olarak örgütlenmesiydi. Bu “cetvelle çizilmiş” sınırlarıyla olduğu kadar, Emir ve şeyhlerin tutum ve yaşamlarıyla ve petrol musluklarının tahvil olduğu doların Kuveyt’ten yüzlerce kat daha çok uluslararası piyasalarda kullanılmasıyla da ayan beyandı. Kuveyt’in değil olsa olsa doların egemenliğine saldırıldığından söz edilebilirdi. Ve Kuveyt zaten bağımsız değildi. Arap ulusunun bölünmesi ve daha kolay yönetilmesinin faktörü olarak emperyalistlerce oluşturulmuş bir kukla devletti. Kimse Kuveyt’in bağımsızlığı ve egemenliği için sahte gözyaşları dökmesin. Emperyalist savaş makinasını harekete geçiren, Körfez’i ve Ortadoğu’yu askerle dolduran, başta Amerikan emperyalizmi olmak üzere emperyalist çıkarlardır, ABD’nin peşinde koştuğu dünya egemenliğidir.
Ve zaten her geçen gün savaş çığırtkanlığının bu gerekçesinin öne sürülmesi tavsamakta, bu gerekçe unutulmaktadır. Sorun kızıştıkça, iş sertleştikçe, tüm taraflar, herkes daha açık konuşmakta, saklanamaz olan gerçekler ve gerçek çıkarlar ortaya dökülmektedir.
Temel gerekçe, bölgenin temel ürünü, başlıca yeraltı zenginliği olan petrolün paylaşılmasıdır. Yıllardır Ortadoğu’yu kasıp kavuran çıkar çatışmaları ve sürtüşmelerini, darbelerin ve savaşların maddi zeminini petrolün sahiplenilmesi oluşturmuştur, bugün de oluşturmaktadır. Arapların bölünmesinin temelinde de petrol sorunu yatıyor. Emperyalistler Arap ulusunu ve bölgeyi daha kolay yönetebilmek için, uşaklar ve kukla devletler yaratarak ve bularak, bölgeyi parsellemişlerdir. Bu, birbirleriyle çatışmalarında da dayanaklar edinmeleri, askeri-siyasal üsleri sahip olmaları anlamına geliyor.
Şimdi emperyalist stratejistler, propagandistler ve onların çeşitli ülkelerdeki taraftarları ve uşakları, bu saklanamaz gerçeği, savaş çığırtkanlıklarının kabul edilebilir bir gerçeği haline sokup propaganda etmeye çalışıyorlar. Bunlardan bir örnek, Türkiye’yi Amerikan savaş arabasına bağlamaya uğraşan, Güneş gazetesinin İngiliz patentli genel yayın yönetmeni Metin Münir’in düşünceleri: “Saddam Hüseyin’e karşı takındığı kararlı ve kesin tulumdan dolayı hükümeti eleştirenlerin unuttuğu birçok gerekçeden bir tanesi, Irak’lı despotun her ne pahasına olursa olsun durdurulması gerekliliğidir. (…) Körfez ülkelerindeki petrol, Türkiye dâhil bütün dünya devletlerini ekonomisi için hayatidir. Saddam’ın kontrol ettiği bir Körfez ve Arap Yarımadası, dünyayı olağanüstü bir ekonomik gerilemeye sokar. Bundan etkilenecek ülkelerin başında Türkiye vardır. (…) Türkiye buna izin vermez.” (Güneş, 16 Ağustos)
Petrol Saddam’ın değil, emirler ve kralların, onların kuklalığını yaptığı emperyalistlerin elinde kalmalıdır diyor akıl dane, bunu Türkiye’nin çıkan olarak pazarlamaya ve Türkiye’yi bu gerekçeyle savaşa yollamaya çalışıyor. Petrolü Türkiye kontrol edecek olsa hadi neyse! Hoş, en azından petrolün bir kısmını kontrolünü, yani Musul ve Kerkük’ün “zaptı”nı önerenler de var. TC’nin hâlihazır sömürgeciliğini yeterli görmeyerek “hayat alanını” genişletmeyi öngören bu önerinin sömürgeci gericiliği bir yana, katı gerçeklere bakılırsa, Saddam’ın değil emperyalistlerin ve onların Emirleri ve Krallarının kontrolündeki petrol için savaşta Türkiye hakinin ne çıkarı olabilir? Dünya ve Türkiye, bugüne kadar pek mi ilerledi de, Saddam’ın dünyayı sokacağı “olağanüstü bir ekonomik gerileme”den korkutsun? Burada önemli olan, Orta Doğu’nun siyasal bölüşümüne de temel olan petrol kaynaklarının paylaşımının çatışma nedeni olarak kabul edilişidir. Türkiye proletaryası ve emekçileri Orta Doğu petrolünün şunun değil bunun elinde olması için savaşmayacaktır, başkalarının ne petrolü ne de toprağında çıkan yoktur.
Emperyalist propaganda merkezleri ve onların çeşitli ülkelerdeki, bu arada Türkiye’deki enformasyon büroları, kalemşorları, M. Münir’de görüldüğü gibi, halkları davalarına kazanmak için Saddam’ın despotluğu ve faşizmini teşhire, O’nu Hitler’le özdeşleştirmeye koyuldular. Bu benzetme Bush’un ağzından dökülünce pek hoş ve “inandırıcı” oluyor. Bizde de zilli faşistlerin ağzına doğrusu pek yakışıyor. Eski solcu muhteris yeni gerici ve Amerikancı kalemlerden sosyal demokrat çevrelere kadar bu benzetmenin tuttuğu görülüyor. Oktay Ekşi örneğin, “Hitler’den Saddam’a” başlıklı yazı döktürüyor. (Hürriyet, 22 ağ.) Ama Saddam’ın bu alanda Bush’la yarışamayacağı gerçektir. Dünyanın baş belası, jandarması, savaş kışkırtıcısı ve savaşçısı, baş sömürgecisi tartışmasız Amerikan emperyalizmi ve onun başı Bush’tur. Günün Hitler’i Bush’tur. Ve ne ilginç ki, Saddam’ın faşizmi, kan dökücülüğü, despotluğu Amerikancıların, burjuva gericilerinin aklına şimdi geliyor! Saddam onca Kürt’ün kanım dökerken neredeydiniz? Halepçeler zamanında neredeydiniz? Amaç, dünyadaki ve Türkiye’deki anti-faşist potansiyelden, proletarya ve emekçilerin faşizme karşı öfke ve nefretinden emperyalist ve onun güdümündeki savaş arabasının yolunu düzlemek için yararlanmak. Emperyalistler ve burjuva gericilik proletarya ve ezilen halkların anti-faşist birliklerini bile kendi emperyalist ve sömürgeci, hegemonyacı çıkarlarını alet etmeye uğraşıyorlar. Günümüzün, Hitler’i Bush ve örneğin Türkiye açısından Petain’i ya da kral Boris’i Özal’ken… Türkiye’de başını Sabah, Hürriyet, Güneş gibi gazetelerin çektiği bir savaş kışkırtıcılığı körükleniyor. Sabah “sıkı” Özal muhalifliğinden “sıkı” Özalcılığa çark etti. Güneş’in Kürt sorunu çerçevesinde vidaları gevşeyen ve açık gerici yüzü görünen sahte liberal demokratizmi, savaşçılığı dolayısıyla iyice açığa çıktı. “Katil”, “despot”, “faşist” Saddam “belasını^ bulacak”, “gözü döndü”, “Türkiye üzerinde şu emelleri var” yollu manşetlerden geçilmiyor. Ne bunlar ne başkaları Amerika ve İngiltere körfezde ne arıyorlar diye soruyor. Amerikan emperyalistlerinin dünya jandarmalığını hiç kimse tartışmıyor. Bu, kader! Tatlı ve kaçınılmaz bir durum. Yapılması gereken, yaltaklanmak ve işbirliği oluyor. Aşağılık bir tutumla kuyruk sallama ve Saddam’ın Amerika’nın vazgeçemeyeceği düşünülen devrilişinden sonra kurulacak yeni “statüko” ve oluşturulacak yeni dengeler içinde “uygun mevziler kazanma” hesapları, Türkiye’nin çıkarları oluyor ve ulusal çıkarlar adına savunuluyor. Suud kralı Fahd ile Amerikancılık yarışındaki Özal ve destekçileri, Sabah, Güneş, özellikle, eski TKP’li babasına yapıldığını düşündüğü haksızlığın kin birikimiyle sola, devrime, devrimcilere, en çok da Stalin’e hayâsızca küfreden sağlak (!) Engin Ardıç ve hızlı dönek Cengiz Çandar gibi eskiden sola bulaşmış, madde ve ruhlarını burjuvazi ve Amerika’ya satmış kalemler, bu Amerikan kuyruğu politikayı “kişilikli” ve “aktif politika olarak gösteriyor ve uyguluyorlar. “Tarafsız-Atatürkçü dış politika”, Onlara göre koşullara uymamaktadır ve Türkiye’nin bugünkü ve gelecekteki çıkarlarına zarar verecektir. Özal, bu perspektifle, krizin başlamasıyla birlikte, ABD’nin itişiyle Irak ambargosuna ilk katılan ülke yaptı Türkiye’yi. BM’yi bile beklemeyecekti, ama BM kararı gecikmedi. Oysa Irak, boru hatundan akan petrolün % 30’unu kesmemiş, Türkiye’ye ihtiyacı kadar petrolü vermeye devam edeceğini ortaya koymuştu. Özal tümden kapattı. Sonraki günlerde sağdan-soldan dilencilikle karşılamaya yöneldiği milyarlarca dolarlık yükü göze alarak. Ne denli Amerikancı olduğunu göstermeliydi. Türkiye’nin emperyalistlerin ne denli vazgeçemeyeceği bir ülke olduğunu ortaya koymalıydı. Üsler Amerikalılara açıldı. Türkiye’nin stratejik önemi de belirtilmeliydi. Ve Meclisten savaş yetkisi istendi. Düşünülen, Körfeze sembolik miktarda da olsa asker gönderilmesiydi. Bu olmadı. Özal Amerikancı gösterilerinde güdük kaldı. Geleneksel “tarafsız dış politika” bir yana bırakıldı. Türkiye Amerikancılığıyla Orta Doğu’nun Saddam sonrası düzenlenmesinde “söz sahibi” olmalıydı. Bu aktif ve taraflı olmayı gerektiriyordu. Sabahta Güngör Mengi yazıyor:
“Türkiye Saddam’ın yarattığı kriz karsısında, bugüne kadar benimsenen içe kapanık ve çekingen dış politikayı terk etmiştir. Seyircilikten düzenleyiciliğe geçmek istemiştir. Tarafsızlık terkedilmiş, açık biçimde taraf olunmuştur. Sonuç? Bu politika yüzünden Türkiye, Batı dünyasında adeta yeniden keşfedilmiştir. Müzminleşmiş kamburlarından kurtulma yolunda vaatler almış, umutlar kazanmıştır… Bu kriz, Ortadoğu’da haritanın yeniden düzenlenmesini gündeme getirecekse bu işte Türkiye’nin söz hakkı olmalıdır. Bu hakkı güvence altına almak için ne yapmak lazımsa o yapılmalıdır. İktidar böyle yapıyor.” (24 Ağ.)
Pek yaman bir düzenleyiciliğe geçiş! Amerikancı yazar da “düzenleyici”nin Amerikan emperyalizmi olduğunu ve olacağını biliyor. Ve Amerikancılıkla “kurulacak” yeni düzende Türkiye’ye ihsan edilecekleri irice bir pay almasını sağlamayı öngörüyor. Bunu da açıkça ikrar ediyor. Sovyetler ve Doğu Avrupa’daki gelişmelerle önemini yitiren NATO ve onun kanat üyesi Türkiye’nin yeni rollerine ilişkin olarak bir süredir konuşuluyordu. Türkiye’nin egemenleri Batı’yı işlerinin bitmediği ve önemlerinin azalmadığına iknaya uğraşıyorlardı. Körfez kriziyle fırsat yakaladıklarını düşünüyorlar. Zaten kendilerine biçtikleri yeni rol, Avrupa ile Ortadoğu arasında “köprülük”tü. Araplara Avrupa ve Batı’nın etkilerini taşıyacak, Batı çıkarlarının koruyuculuğunu yapacaklardı, bunu pazarlamaya çalışıyorlardı. Şimdi Batı’nın iknası kolay olacaktı. Ama Türkiye Batı’nın çıkarları ve bunların korunması açısından önemini “fiilde” göstermeliydi. Tarafsızlık bunun için terk edildi ve G. Mengi de bunu belirtiyor: Türkiye Batı’da yeniden keşfedilmiş! Bu taraflı politika nedeniyle vaatler almış, umutlar kazanmış. Kamburlarından kurtulacak. Kendisi değil. Vaat edilen ve umudu verilen yardımlar ve desteklerle. Örneğin ekonomik-askeri yardımlar alacak, örneğin “Kürt çıbanını” Batı kaşımayacak, Ermeni sorununu gündeme getirmeyecek. Belki Musul ve Kerkük. Umut Memedin ekmeği. Ama bunlar Memet değil Petain! Ve bu düzenleyicilik oluyor! Hem de başkalarının düzenlemeleriyle onların vaat ve verdikleri umutlarla “adam olunacağı” hesabı yapılırken, bu yaltakçılığa düzenleyicilik adı takılıyor. Türkiye söz sahibi olmalıymış. Bunun için her şey yapılmalıymış. Biliniyor: kırk takla bile atarsınız. Ama buna söz sahibi olmak demezler. Gerçek söz sahiplerinin, başta Amerika olmak üzere Batı emperyalizminin uşaklığı, maşalığı, jandarmalığı derler. Ve doğru: İktidar böyle yapıyor. Bahse değmez Engin Ardıç güdümlüsü de bunu diyor: “Allahtan basımızda Özal var”.
Gelelim eski Aydınlıkçı solcu, Arafat hayranı, sonraları Müslüman yönelimli yeni hızlı Amerikancı, Nadir beslemesi C. Çandar’a.
“Türkiye’nin bu krizin dışında kalabilmesi imkânsızdır. Türkiye bu krizden en az zararla, azami kârla çıkmalıdır. Türkiye çok mükemmel bir zamanlamayla ambargo kararına ilk uyan ve petrol boru hattını kapatan ülke olarak uluslararası ilişkilerde çok önemli bir kozu eline geçirdi, uluslararası sahnede gayet iyi bir görüntü’ verdi. Krizin olumsuz ekonomik gelişmeleri tümüyle bertaraf edilemez. Üstelik Türkiye pısırık davransaydı da, ekonominin olumsuz etkilenmesinden kurtulamazdı.” (18 Ağ.)
Türkiye niçin krizin dışında kalamıyormuş? Ve üstelik krizin dışında şöyle de kalınmaz böyle de. Çandar’ınki Amerikancı kalmayıştır; Batı’ya iyi görüntü veren kalmayıştır. “Pısırık” davranmayarak Türkiye’nin elde ettiği kazançları görelim:
“Türkiye’nin istikrarını ve toprak bütünlüğünü tehdit eden Kürt meselesinde ayrılıkçı faaliyetler üzerindeki ‘takdis’ ve destek kalkmıştır. ABD… Türkiye’yi rahatsız edebilir diye Talabani’ye yeşil ışık yakmıyor.
“Türkiye üzerinde çok yakında daha da ağırlaşacağa benzeyen Kıbrıs sorununa ilişkin baskı mekanizması dağılmıştır ve yakın gelecekte de kolay kolay toparlanacağa benzemiyor.
“Yunan ve Kıbrıs Rum tarafı, neredeyse Türkiye’nin artan rolünden ötürü matemdeler.
“Ermeni sorununu da, AŞD nezdinde Türkiye’nin çıkarlarına uygun görüntü kazandırmak için kozlar ele geçirilmiştir.” Ve projeksiyonel gelişmelere ilişkin düşünceler “Ortadoğu’da radikal rüzgârlar esecek… Birçok rejim sallanacak (…) Amerikan-Arap izdivacının faturasının, bir gün, Filistin sorununa ilişkin olarak İsrail tarafından ödenmesi pekâlâ ihtimal dâhilindedir. NATO’nun ve Batı sisteminin tek Müslüman ve Orta Doğu ile ‘köprü’ teşkil eden ülkesi Türkiye’yi, uluslararası siyasette gelecekte de çok iş ve büyük roller bekliyor.”
Bu “çok iş ve büyük roller” açıklanmıyor ama ima ediliyor Güçten düşecek ya da devrilecek Arap rejimleriyle, örneğin Filistin’le anlaşmaya zorlanarak faturalar ödeyecek ve güç ve rol yitimine uğrayacak İsrail tarafından boşaltılacak “rol” alanlarının, yaratılacak boşlukların “pısırık” olmayan Türkiye tarafından doldurulması! Çandar Türkiye’ye, tam bir jandarma rolü biçiyor, Ülkeyi Amerika’nın yanında ve Arap emir ve krallarının yanında, Arap halklarının karşısında berbat bir gerici role soyundurmayı tasarlıyor Yeni ve daha güçlü bir İsrail rolüne! Ve diyor ki: “Orta Doğu’nun jandarması mıyız, bar fedaisi mi vs. türü tedavülden kalkmış kavramları bir kenara bırakıp geleceği düşünmek geriyor. “Neden mi? “Nedeni çok basit. Artık mevcut statükonun parametreleriyle düşünemeyiz? Mevcut statüko, bu kriz ve ulaştığı boyutlarla sona ermiştir.” (24 Ağ.)
Çandar, Saddam defterini kapatmış geleceğe bakmaktadır. Ve gelecekte ne sosyalizm vardır, çünkü “iflas edip ölmüştür” (!), ne de halkların kurtuluş mücadelesi. Varsa yoksa galip emperyalizm! Ve açıkça saptıyor hedefini: “Amerikancı ve Batıcı olmalıyız, onların verdiği ile yetinen, onların kanatları altına sığınan, emperyalizmin sınır bekçiliği”. Yazıyor: ‘Türkiye, bu coğrafyadan kaçamayacağına ve Batı’nın rol dağılımı, bu krizle yeniden değişen yapısına ABD’ye yakın bir konumda atladığına göre, ‘Ortadoğu depreminden’ en fazla etkilenen ülkelerin başında yer alacaktır. (…) ‘Dünyanın rakipsiz yeni önderi’ ve Avrupa’ya karşı Batı camiasında en yakın müttefikleriyle mesafeyi fazla açmamaya mecbur kalacaktır. Türkiye’nin önünde tek seçenek yatıyor: Büyük oynamak! Batının vazgeçemeyeceği parçası ve İslam dünyasının önderi ülkesi olmak, yani gerçekten ‘köprü’ olmak.”
ABD güdümünde bir büyük oyunda, büyük oynadığını sanan, iyi beslenip semirtilen, güçlendirilen, kendi oyunuyla ilgisi olmayan bir oyun oynayan bir piyon. Arap halkına, Arap uyanışına karşı ve Avrupa’yla sürtüşmelerinde Amerikan emperyalizminin yanında bir piyon, İslam’ın önderi. Ve “köprü”… Anlamı şu: Amerikan emperyalizminin İslam ülkeleri, yani Arap hal karına yönelik oyunlarının vurucu gücü ve temel direği. Çandar’ın ürkütücü ve zavallı yeni Türkiye’ye ilişkin planlan böyle.
“Avrupa ABD’siz düşünülemiyor. Ama iş Körfez güvenliğine gelip dayanınca, Türkiyesiz de düşünülemiyor. Avrupa, ABD-Türkiye parantezi içine alınmıştır. Şimdi bundan Türkiye için azami yararları sağlamak gerekir. Tarih Türkiye’yi yolun kenarına iterken birdenbire sahnenin en önüne çıkardı. Türkiye, Allah’ın nimeti coğrafyası sayesinde tarihin bu son cömertliğinden pısırıklık edip kaçamaz! Kaçmamalıdır!” (15 Ağ.) Ve işe Allah da karıştı. Çandar’dan korkulur!
Çandar üzerinde bunca uzun durmamız yersiz değil. O, hem bir Orta Doğu “uzmanı” hem de yeni ve hızlı bir Amerikancı olarak oldukça açık sözlü. Eski bir solcu olarak ise anlaşılır konuşuyor. Düşünüp yazdıkları, gerçekten Özal’ın ve Türkiye’nin azılı Amerikancılarının düşüncelerini yansıtıyor. Özal’ın farklı bir yaklaşım ve hesaplar sahibi olmadığını güvenle düşünebiliriz. Çandar tarafından dile getirilen görüşler, Körfez krizi dolayısıyla Türkiye’de geliştirilen ve uygulanmakta olan politikanın ifadelendirilmesidir; en sağlam Amerikancıların, emperyalizm uşaklarının politikasını ortaya koymaktadır.
Amerikancılar doludizgin savaş kışkırtıcılığı yapıyorlar. Bunu yaparken; Hürriyet’ten Ertuğrul Özkök gibi, “aktif politikayı savaş kışkırtıcılığı olarak niteleyen kişiler”!, bu politikayla Kıbrıs’ın geleceğinin kurtarıldığını ileri sürerek sıkıştırmaya çalışıyorlar. Sanki KKTC’nin kurtarılması, sömürgeciliğin onay bulması doğru ve gerekliymiş ve sanki bu doğru olsa bile, bunu başaracağı varsayılan politika savaş kışkırtıcısı politika olamazmış gibi… Savaş kışkırtıcısı politikalarına kendilerini ve emekçileri ikna etmek için dilenciliği övüyorlar. Devrik Kuveyt Emirinin yeniden iktidar olduğunda vereceği milyarlarca dolarlık bedeli, Amerika’nın açmakta olduğu yardım ve kredi musluklarım, verdiği hurda fantomları, Batıyla dayanışmanın koşulu olarak AT’ye kabul edilmemiz gerektiğini manşetlerden indirmiyorlar. Öylesine bir propaganda faaliyeti içindeler ki, sanırsınız, girilecek savaş Türkiye’yi ihya edecek. Oysa şimdiden petrolün litresi 2000 TL’sini vurdu ve bunu ne Şeyh Sabah ne de AT önlüyor.
Türkiye halkı yeni bir Kore macerasına sürüklenmek isleniyor. Hem de sonuçlan çok daha büyük ve yakından hissedilecek bir Kore macerasına. Çünkü Saddam devrilsin ya da devrilmesin; Türkiye açısından sorun bitmiyor, başlıyor. Arap halklarının karşısında Amerikan’ın Ortadoğu politikasının bekçisi bir Türkiye, bir yandan dizginsiz bir gericilik ve dışarıda saldırganlık, ulusal onurun çiğnenmesi, binlerce emekçinin kendi çıkarlarıyla ilişkisiz ölümü, ekonomik yıkıntı., ve tam bir batak demektir. Türkiye proletaryası ve emekçileri Arap ulusuna karşı ve Amerikan emperyalizminin jandarması olarak savaşmayacaktır.
Savaş kışkırtıcılığı sınır tanımıyor. İlginç bir örnekle belirtelim: “Irak sınırımıza asker yığıyor” gibi düpedüz yalanları manşet yapan Sabah, savaş kışkırtıcılığında yüzyıllar öncesinin kahini Nostradamus’u bile kullandı. Kehanete göre, çılgın bir Arap Ortadoğu’yu ele geçirmeye çalışacakmış, Büyük bir devlet, ABD olmalı, onu durdurmayla uğraşacak, çılgının kaderini ise Türkler belirleyecekmiş. Pes. Şu Türklere ne görevler ve roller biçilmiş vaktiyle!
En azılı Amerikancı kampın yanında “pısırıklık” yanlıları duruyorlar. Bunlar kimi zaman “tarafsız dış politika” laflan etmelerine rağmen, aslında bu politikanın değiştirilmekte oluşuna ağır-aksak ayak uydurmaktadırlar. Başlıca DYP, SHP ile liberal ve demokratik aydınlardan oluşuyorlar. Azılı Amerikancılardan ayrıldıktan nokta, aceleci olmamak gerekliliği; yalnızca Amerikan emperyalistleriyle değil BM ile birlikte davranmak zorunluluğu gibi ayrıntılardır. Hükümetin, ambargo genel olarak başlamadan ilk ülke olarak boru hattını kapatmasını eleştiriyorlar, ABD askerleri bölgeye gelmeden savaş lafları edilmesini yanlış buluyorlar. Ambargonun yeterli olacağını ileri sürüyor ve BM kararlan doğrultusunda davranılmasını, Türkiye’nin fazla öne çıkmamasını istiyorlar.
Bunlardan örneğin İnönü, yalnızca Amerikalılarla birlikte savaşa girilmesine karşı çıkarak bir “uluslararası ordu” kurulmasını öneriyor. Baykal BM karar alırsa savaşa katılmadan söz ediyor. Ecevit işi yokuşa sürerek tarafsızlık siyasetini sürdürmeyi deniyor, ambargoya katılmayı, Batı’nın ambargodan doğacak zararları karşılaması koşuluna bağlıyor ve hatta giderek son zamanlarda Türkiye’nin uzlaştırıcı girişimlerin önderliğini yapması gerektiği fikrine kayıyor. “Dünya, bu kadar barışı ararken, öbür tarafta bu kadar savaşa susamışlığı anlamak mümkün değildir” diyerek, burjuva muhalefet içinde en barışçıl görüntüyü ortaya koyan Demirel, öte yandan, ‘Türkiye nasıl BM kararları karşısında samimi olmayacak ki” demektedir. (Güneş, 26 Ağ.) ve Demirel Türkiye’nin Amerikan yardakçılığıyla düşeceği durumun farkındadır: “Türkiye olayın içinde ve bu öldürme olayının yanında olursa, Orta Doğu’da ikinci bir İsrail durumuna düşer” (Güneş, 23 Ağ.) Ama tüm burjuva muhalefeti birleştiren, BM kararları doğrultusunda ağırdan ve aklıselimle hareket etmektir.
Peki, Birleşmiş Milletler nedir? Bir emperyalist kuruluştur. Sözde barışçı amaçlarla kurulmuştur, ama Kore örneğinde görüldüğü ve şimdi Körfez krizi dolayısıyla yeniden yaşandığı gibi, savaş örgütü rolünü üstlenebilmekte; Kore örneğinde olduğu gibi şimdi de Amerikan emperyalizminin dikte ettiği politikaları onaylama mercii, bu politikaların uluslararası meşruluğunu sağlama organı olmaktadır. Ve BM kararları da ortadadır. Önce ambargo, sonra da abluka ve ambargonun silah gücüyle uygulanması, yani krizin silahlı çatışmaya doğru tırmandırılması kararları çıkmaktadır BM’den.
Bizim pek barışçı ve “tarafsız dış politikacı” görünmeyi seven burjuva muhalefet partilerimizin aklına neden kararları eleştirmek ve barışçı kararlar çıkmasını zorlamak gelmez? Ve üstelik BM kararlarına uyma zorunluluğu da yoktur. Nitekim Türkiye, Kıbrıs konusunda alınan karalara uymamıştır. İsrail, bir dizi, Filistin lehine ve hatla ortalama karara uymamaktadır. Bir tutum ya doğrudur ve gereklidir ya da değildir ve bir savaş ya haklıdır, yanında yer alınması gerekir ya da karşı çıkılması gereken haksız bir savaştır. Ama burjuva muhalifler bunlarla, yani sorunun özüyle ilgilenmiyorlar, kâr-zarar hesaplan içinde pek pespaye bir biçimde Türkiye’nin “ulusal çıkarlarını” gözetiyorlar. O ulusal çıkarlar ki, ancak ve yalnızca Türkiye’nin Batılılarla iyi ilişkiler içinde olması anlamına gelmekledir. Bunlar dolar veya markla, ama mutlaka Batı paralarıyla trampa edilebilecek türden “ulusal” çıkarlardır. Burjuva muhalefetin tek derdi, Türkiye’nin uluslararası zeminde yalnızlığa itilmemesi ve destekler bulabilmesidir. Bu destekler ise, kuşkusuz emperyalist-kapitalist desteklerdir.
Burjuva muhalefet, sorunun özüyle ilgilenmemektedir.
Onlar tutumlarını belirlemek için pis bir kapitalist hesap yapıyorlar. Aynı kapitalist mantık C. Çandar tarafından da dile getirilmiş, ancak O, yalnızca kazançların envanterini çıkarmıştı. Berikiler ise hem kazanç hem kayıp hesabını mukayeseli yapıyorlar. Tutumlarını buna göre belirleyecekler. “Kıbrıs’ı kazanırız, ama Ortadoğu’nun gayya kuyusuna düşeriz” vb. gibi karşılaştırmalı yöntemle, sorunun özüne, örneğin haklıyla haksızı ayırmayı ya da örneğin Amerikan emperyalizminin Körfez’de ve Ortadoğu’da ne aradığını sormayı, emperyalist saldırganlığa karşı çıkıp, ezilen halkların yanında yer almayı feda ediyor, aşağılık burjuva mantığını yürütüyorlar.
Eski, Darbe hükümeti dışişleri bakanlarından Osman Olcay’ın 26 Ağustos tarihli Güneş’teki yazısının başlığı “Bu karmaşanın içinde ne kazandır, ne yitirilir?” Başında Amerikan emperyalizminin bulunduğu Batı sistemi içindeki yerimizi sağlamlaştırmanın ve en azından korumanın, örneğin Amerikan yardımında Yunanistan’la 7/10 oranını lehimize değiştirmenin nasıl mümkün olabileceğini tartışıyor yazısında. Amerikan emperyalizmiyle bağlantılar ve Batı sistemi değişmez veri.
CHP’li sosyal demokrat ideolog Haluk Ülman, Günaydın’da (20 Ağ.) aynı hesabı, varsayımlar üzerine kurarak yapıyor. Şöyle yazıyor
“Özal’ın Kuveyt bunalımı karşısında izlediği politika iki ‘varsayıma’ dayanıyor. Birincisi, Saddam Hüseyin’in gidici olduğu, daha doğrusu başta Birleşik Amerika olduğu halde Batı’nın onu götürmeye kesin kararlı bulunduğu varsayımıdır. (…) İkinci varsayım, Saddam Hüseyin’in gitmesinden sonra da başta Birleşik Amerika olmak üzere Batı’nın bölgeye kendi istedikleri türden, kendileri için güvenli bir düzen vermeden Körfezden çekilmeye yanaşmayacaklarıdır.
“Gerçekten de eğer Irak’ın gelecekteki yönetimi ve statüsü gibi Körfezin kaderi de Batı tarafından belirlenecekle, Türkiye’nin bu konularda Batı ile birlikle yürümesi, kaçınılmazdır. Çünkü her iki konuda da Türkiye’nin, başta ulusal güvenliği olmak üzere, yaşamsal çıkarları vardır.
“İzlenen politikanın başarı kazanması, bu politikanın üzerine kurulan iki varsayımın doğru çıkması, yani ambargonun tam olarak işlemesine ve Ortadoğu’daki belirleyici güç’ün gerçekten Batı olmasına bağlı. Oysa bu, bana o kadar doğru görünmüyor. Çünkü bir bölgenin geleceğini belirleyecek olanlar, dış güçlerden çok iç çelişmelerdir. Saddam Hüseyin gitse de Batı’nın bunca bölünmenin içinden bir düzen, bir ‘Batı barışı’ çıkarması kolay değildir. Benim korkum, bunalım sonrasında söz sahibi olacağız derken, kendimizi, Araplar arasında bugün başlamamış, yarın da bitmeyecek olan bölünmelerin içinde, üstelik Batı’dan ve Batıcı Arap ülkelerinden taraf olarak buluvermemizdir.”
Belli ki Amerikancı politikaya itirazı var üstadın, ama kanundan konuşuyor, hatta konuşmuyor, karnından homurdanıyor. Şöyle şöyle ise bu politika doğru olacak diyor. O durumda Batı ve Amerikan uşağı olmakta beis olmayacak! Ama söylendiği gibi “gayya kuyusuna düşmek”ten korkuyor. Hesap meselesi! Hesap halklar üzerine kurulmazsa, öyle mi gelişir böyle mi diye kafa patlatmaktan başka seçenek olmuyor. Ama işin acısı, Ülman’ın eğer Amerika ve Batı’nın Orta Doğu’da güdümlü bir düzen yerleştirecek olmasını aklı kesecek olsa, bu emperyalist düzeni ve buna önder İslam ülkesi olarak katılmaya yönelik Amerikancı Özal politikasını destekleyecek olmasıdır; durumu ve izlenen politikayı bu yönüyle takdis etmesidir. Kârlı çıkacak olsak Amerikancılıkta karar kılacak!
Burjuva düzenin muhalefet partileri, hep bu kâr-zarar hesabını yaptıklarından, izlenmekte olan politikanın zararını fazla bulduklarından, “pısırık” kalıyor ve bütün içinde erimek, en başta Arapların düşmanlığını kazanmak istemiyorlar. Bu nedenle BM kararlan doğrultusunda herkesle birlikte yürünmeli, ileride Amerikan emperyalistlerinin bile satabileceği bir tecrit durumuna sürüklenmemeliyiz diye düşünüyorlar. Yoksa iç politika kaygılarının ötesinde Özal ve politikasını destekleyeceklerdir.
Oktay Ekşi, Hürriyet’te “pısırık” ve “kişilikli” saldırgan politikaların hangisini uygulanacağını Meclis’in kararına bırakarak bir ölçüde uzlaştırmaya çalışıyor. Hem zaten BM de silahlı güçle ambargoyu denetleme kararı almadı mı? Ha doğrudan saldırı, ha ambargoyu denetleme bahanesiyle saldırı. Zaten ABD öncesinden de saldırı düzenleseydi, mutlaka bir provokasyon gerçekleştirirdi, kimse merak etmesin, Irak mutlaka bir Amerikan askerinin en azından postalını kirletmiş olurdu, Şöyle yazıyor ‘Türkiye’de bilindiği gibi, bu konuda iki politika çarpıştı.” Biri, ‘Türkiye’nin süratle ABD ve Suudi Arabistan’ın yanında yer almasını, böylece Ortadoğu’nun yeniden düzenlenmesi sırasında söz sahibi olma fırsatını kaçırmamamız gerektiğini savunuyor. Öteki tam tersine, Türkiye’nin vakit kazanmasının ve ancak BM örgütünün bağlayıcı kararları uygulamakla yetinmesinin doğru olacağını ileri sürüyor.”
Hele CHP’li sosyal demokrat, Milliyet başyazarı Altan Öymen, pek de yanlış olmayarak iki politika arasında öylesine fark görmüyor ki (Haluk Ülman’ın görüşleri hatırlansın, gerçekten fark hesaba ve yönteme ilişkindir) ulusal bir konsensüsten söz etme noktasına varıyor: “Kimimiz sanıyoruz ki, iktidarın Körfez politikasıyla artık bir batağa saplandık ki, içinden çıkamayız. Kimimiz de muhalefetin o politikaya taban tabana zıt bir çizgide olduğunu sanıyoruz. Oysa ne Türkiye’nin şimdiye kadarla kararlarıyla bir batağa saplanmışlığı vardır. Ne de muhalefetin BM kararlarını dışında bir hedefe yönelmişliği” (16 Ağ.)
Muhalefetin pespayeliğini en iyi belirten Öymen’in bu sözleri olsa gerek. Yanlış mı? Fark nerede? Amerikan emperyalizmi de, Birleşmiş Milletler de Körfez’e ve Ortadoğu’ya müdahaleden, hem de silahlı müdahaleden yana değil mi? Her ikisi de Saddam bahanesiyle Arap halklarına saldırı konumunda ve emperyalist çıkarlar peşinde değil mi? ister ABD ile birlikte davran, ister BM ile! Özde fark yok. Fark, yalnızca hesap meselesinde, geleceğin kârlılığın saptanmasında; politik yöntem olarak ise biraz acelecilik ya da geciktirmecilikte. Burjuva, her tutum ve yöntemde burjuvadır; Türkiye burjuvazisi her tutum ve politik yönteminde özel olarak Amerikan emperyalizmine genelde ise Batı’ya bağlı ve bağımlıdır. Kimisi uşaktır, kimisi uşaklığa eğilimli ve yatkın. O kadar fark olsun! Var mı burjuvalarımız içinde Arap halkına yönelik emperyalist saldırıya karşı tek laf eden? Var mı Türkiye halkının emperyalist emellere şöyle ya da böyle alet edilmesine tavır alan? Tümünün sorunu “Saddam sorunu”dur, halkları ve Körfez krizinin tarihsel koşullarını ve hangi politikanın devamı ve sonucu olduğunu görmek istemiyorlar, tümü “Saddam’ın devrilmesi gerekliliğinde hemfikir. Sorunu böyle anlıyorlar. İnönü “uluslararası ordu” öneriyor bunu için; A. Öymen, “Irak’ın yola getirilmesi uluslararası görevdir” (10 Ağ.) diyor. Bu, Amerikan müdahalesini, BM müdahalesini savunmaktır, Arap halkına karşı savaş narası atmanın bir biçimidir.
Kriz dolayısıyla her politik akım sınavdan geçiyor. Türkiye’nin dincileri bu sınavda sınıfta kaldılar. İslamiyet dolayısıyla olsun “Müslüman Arap halkları”nın yanında yer almıyorlar. Amerikan emperyalizmine saldırganlığı açısından karşı çıkan dikkate değer bir İslamî grup, “İslam savaşçısı” yok ortalıkta. Kutsal topraklar, Kâbe, Mekke, Medine, hepsi “laf dincilerin sözlüğünde. Suudi kralı sözde İslam’ın kutsal topraklarını Hıristiyan” Amerikan askerlerin çizmelerine çiğnettiriyor, ses yok. Bunlar yine “Müslüman Irak”a saldırıya hazırlanıyorlar, yine ses yok. Bizim dincilerin dini paradır, dolardır, onlar Faysal Finans’la Al Baraka’nın “kâr ortaklıkları”nın faizleriyle geçinmeyi, ceplerini ve midelerini şişirmeyi biliyorlar. Proletarya, Amerikan emperyalizmine karşı, ister İslamcı ister milliyetçi ideolojik motiflerle kendini ortaya koymuş olsun, her türlü direnişin yanındadır, yanında olacaktır. O, devrimci proletarya hiçbir zaman rol yapmadı, yapmıyor. Devrimci proletarya Saddamcı değildir, onu desteklemiyor. Marksizm, proletaryanın hareketi, ezilen halkların yanındadır ve Arap halkına yönelik emperyalist saldırganlığa, komploya karşıdır.
Bugün Saddam faktörünün ötesinde Arap halklarında anti-emperyalist bir uyanış belirtileri reddedilemez şekilde görülmeye başladı. Ne yazık ki bu uyanış ve direniş ruhu, batılı emperyalistlerin Saddam’ı hedefliyor görünmesinin sonucu olarak kendisini Saddam’dan ayıramıyor. Filistinliler Ürdün ve işgal altındaki topraklarda, Lübnan’da anti-emperyalist gösteriler düzenliyorlar. Onların anti-emperyalist bir birikimleri vardır, bu gelişiyor. Mısır’da gösteriler görülüyor. Nasır milliyetçiliğinden kalan bir anti-emperyalizm uyanışın bir kaynağıyken İslamcılık ikinci kaynak durumunda, Aynı şey, Moritanya’da, Sudan’da, Libya ve Yemen’de ortaya çıkıyor. Kuşkusuz Saddam bu hareketlenmeyi tahrik ediyor, bir yandan anti-emperyalist görünümlü çağrılar diğer bir yandan cihat çağrıları yapıyor. O, Arap halkının duygularını istismara yönelmiştir, bu açık. Ama gösteriler yapan Arap halkından destekler buluyor, bu gösterilerde resimleri taşmıyor. Şimdiye kadar 100 bin civarında gönüllü, Irak’ın yanında çarpışmak üzere kayıt yaptırdı. Şimdilik Arap halkının duygulan Saddam’a doğru akıyor.
Gelişen anti-emperyalist uyanış, ister milliyetçi ister dinsel motifli olsun, bir başka savaşın unsurudur. Bu uyanışın doğurduğu hareketlenme, savaş koşullarına yeni bir yön, yeni bir eğilim taşıyor Halkın anti-emperyalist eğilimini. Bu eğilimin gelişmesi, oluşmakta olan savaşın niteliğini değiştirebilir. Ve eğer bu eğilim savaşa damgasını vurur hale gelirse, Arap halkının temsilcisi kim görünürse görünsün Türkiye Proletaryası Arap halkının anti-emperyalist savaşını destekleyecektir.
Şimdi sorun Saddam sorunu değil, emperyalist müdahale ve savaş kışkırtıcılığına karşı çıkma ve mücadele sorunudur.
Körfez kriziyle ilgili olarak Türkiye’de diğer muhalif gruplarla karşılaştırdığında Aydınlıkçılar doğruya yakın bir konumda görünüyorlar. Ancak “üç dünyacı” yaklaşımlarıyla, kuzey-güney ülkeleri ayrımlarıyla Saddam destekçiliği yapıyorlar. D. Perinçek, Kuveyt işgalinde açıktan Irak’ı destekliyor, “Kuveyt, Araplar arasındaki kalın bölünmede, Irak’ın bir parçasıdır” diyor (Yüzyıl, sayı. 3), Kuveyt işgalini, “yarı ortaçağlı Arap toprakları kendi geriliklerinin lekelerinden etkilenerek birleşeceklerdir” diyerek, haklı göstermeye yöneliyor. Daha ileri giderek, “keşke Irak, Kuveyt’i, Arap Emirlikleri’ni ve hatta Suudi Arabistan’ı olabilse. Bu tür eylemler sonunda sömüren ve sömürülen milletler doğmaz, daha güçlü milli birlikler doğar” diyor. “Emperyalizmin tehdit olarak kabul ettiği, İslam değildir, ezilen dünyadır; üçüncü dünya ülkeleridir; güneydir-halk devrimcileridir” diyor. Böyle muğlâklıklar ve yutturmacalarla olmaz. Hem 3. dünya ülkeleri ve güney nemde halk devrimcileri olmaz. Ve zaten Kuveyt’i işgal ederek D. Perinçek’in desteğine mazhar olan Irak ve Saddam’ın halk devrimcisi olmadığı açık bir gerçek. Üç dünyacılıkla ancak Saddam destekçiliği yapılabiliyor.
Ama yine de Aydınlıkçılar TBKP’den bir gömlek ilerideler. Amerikan saldırganlığına karşı tutum açıklıyorlar. TBKp’liler ise emperyalizmin safında, BM’nin safında yer alıyorlar. TBKP MYK açıklıyor: “Şimdi sorun bütün ülkelerin ambargo kararına sıkı sıkıya uyması, geçmişte benzer durumlarda sık sık karşılaşılan önlemleri el altından etkisizleştirme girişimlerine kesinlikle izin verilmemesidir, şu ya da bu devletin kendi bencil çıkarları için bölge ve dünya barışının çıkarlarını hiçe sayması mutlaka önlenmelidir” Girişimlerle ambargonun delinmesine de kesinlikle karşılar, demek ki ablukayı da, yani silahlı müdahaleyi de savunuyorlar. Sovyetler, BM’de silahlı gözetimi onayladıktan sonra şimdi bunu açıkça da savunacaklardır. TBKP Irak’ı mahkûm etmekte ve sanki sorun Irak-Kuveyt sorunuymuş gibi, çözüm için de silahlı müdahaleye dek uzanan bir tutum açıklamaktadır. “Ambargonun getireceği ek yükleri” karşılamak için “Türkiye’ye yardımcı olunmalıdır” dilencilik noktasına da varan TBKP, “barış” ve “barış cephesi” konusundaki görüşleriyle ise tümüyle komik duruma düşmektedir:
“Irak’ın saldırgan politikası karşısında bütün dünyada bir barış cephesi oluşmuş durumdayken soruna askeri çözüm aramak akıl dışılıktan başka bir şey değildir… Barış çizgisi dünya tarihinde ilk kez her türlü ideolojik politik farklı yaklaşımlarına rağmen çok sayıda ülkeyi birleştiren, sorunları güç kullanarak çözen anlayışları dışlayan bir yol izliyor.” (Adımlar, s. 41)
Irak saldırısı karşısında dünya barış cephesi oluşuyor! Barış çizgisi izleniyor! Şaşkınlık ve gerçekleri tersyüz etmek bu kadar olun ama bunlara inanacak insan bulunabilir mi? Savaş cephesini, ortaya bunca silah dökülmüşken barış cephesi diye tanımlarsan, bu hayalle tek bir kişiyi bile kandıramazsın. Hele Türkiye’de müdahalenin yalnızca biçimi ve tarihi üzerinde tartışma varken, barış çizgisinden söz edersen, sana yalnızca gülen çıkar, inanan değil. TBKP her sorunda, her alanda burjuva gericiliğin ve emperyalizmin yanında saf tutmaktadır. Proletaryaya karşı olduğu gibi, ezilen halklara karşı da…
Amerikan emperyalizminin Körfez’e tüm Orta Doğu’ya, bu arada Türkiye’ye güç yığdığı ortada. Ve bunun barışçıl amaçlarla olmadığı açık Peki tüm bu yığmağın amacı ne? Kısa vadede görünüm ve belirtilen amaç, Saddam’ın cezalandırılması. Ama Amerikan askeri şefi Cheney “birliklerimiz Suudi Arabistan’da 1-2 yıl kalacak” diyor.
ABD emperyalizmin amaçları birkaç yönlü. Birincisi, Ortadoğu’da askeri olarak yerleşmeyi, petrole dayalı çıkarlarını uzun vadede ve kesin olarak garanti alana almayı ve yanı, sıra stratejik üstünlük elde etmeyi amaçlıyor. Bugün onunla çatışmak isteyecek rakip yok, ama bu sonuna kadar böyle kalacağı anlamına gelmiyor. ABD hem Arap halklarından hem de rakip emperyalist güçlerden gelecek tehditlere karşı bölgede askeri açıdan üslen-meye yöneliyor. İkincisi, Körfez’e müdahale aracılığıyla ABD, bölgede siyasal durumunu güçlendirmeyi amaçlamaktadır. Bugünden, O, oldukça başarılı biçimde Arap ülkelerini bölmüş, bazılarını siyasal olarak kazanmıştır. Bunu sürdürmek ve taraftarlarının sayısını ve siyasal gücünü arttırmayı düşünmektedir. Ve bu üçüncü amacına götürmektedir. Çandar’ın da söylediği gibi, ABD Ortadoğu’nun yeniden biçimlendirilmesine yönelmiştir. Bölgede yeni bir denge, yeni bir düzen peşindedir. Ve dördüncüsü. Körfez krizi ile artan petrol fiyatları dolayısıyla en başta uluslararası Amerikan mali sermayesi kârlarına kâr katmaktadır.
Peki, Türkiye, krizden barış yönünde etkilenmeyecekse, nasıl etkilenecektir? Bir savaşa girerse kurtulamayacağı bir batağa batmış olacaktır, bu kesindir. Arap halicinin düşmanlığım kazanacak ve direnişlerine muhatap olacaktır. Tanışılan Kürt faktörü önemsiz değildir. ABD Talabani ile görüşmeler yapmıştır. Ve Yüzyıl’daki haberlere göre, Talabani’nin yanı sıra, bazı Kürt gruplarının görüşlerini yansıttığını söyleyen Mehmet Ali Aslan ABD ile işbirliğine hazırdır. Tevger Irak’a karşı savaşma eğilimindedir, Barzani ise ABD’nin eski ihanetlerinin anısıyla mütereddit… Amerikan emperyalizmine karşı sağlam bir tavır açıklayan yalnızca PKK vardır. Bu, Irak ve Saddam’ın cezalandırılmasıyla, TC egemenlerinin karşısına hiç hoşlanmayacakları bir durumun çıkabileceğinin belirtisidir: ABD destekli Irak Kurdistan devleti. Bu egemenlerimizi korkutuyor. Bunun ötesinde, Özal Musul-Kerkük’ü hiç ağzımıza almayalım diyor, neden? Açık değil mi? PKK’nın yanı sıra bir de Irak Kürdistan’ı ve Irak Kürtleri çıkacak karşısına. Biriyle baş edemezken ikincisiyle uğraşmak zorunda kalmak hiç çekici gelmiyor Özal’a. Ama savaşın ve hatta savaş koşullarının oluşmasının bile avantajları var. Zaten 413’le girişilen saldırı iyice geliştirilebilir; köyler, Kürt köyleri de saldırı hedefleri olabilir. Ama hesap edilmesi gereken zıt faktörler de var.
Savaş ihtimali, çeşitli etkenler nedeniyle, örneğin bir 1974 Kıbrıs işgalinde olduğu gibi güçlü bir şovenizm dalgasına yol açmasa bile, yine de şovenizmi körükleyerek, bundan proletarya ve emekçilere karşı yararlanılmasını gündeme getirecektir. Şovenizm dalgası güçsüz olacaktır, bu avantajdır, çünkü Türkiye halkını Arap halkına ve üstelik Müslüman Arap halkına karşı seferber etmenin zorlukları vardır.
Burjuva gericilik bölünmüş durumdadır ve kitle hareketi, savaş ihtimaliyle birlikte başlayan grev yasaklanrrının bileyici gücüyle de beslenerek bir yükseliş içindedir. Belirli bir düşüş olsa bile, bu muhtemelen oldukça kısa ve geçici bir dönemi kapsayacaktır. Ama son grev ertelemelerinin gösterdiği gibi, burjuvazi kuşkusuz savaş koşullarından faydalanıp devrime, proletarya ve emekçilere saldırmaya yönelecektir. Sıkıyönetim, olağanüstü halin tüm Türkiye’yi kapsaması ve belki savaş hali ilanı olası gelişmeler olacak; egemen burjuvazi emekçi kitleleri ve eylemlerini yeni ve güçlendirilmiş bir çerçevede bastırmaya çalışacaktır. Marksistlere ve devrimcilere düşen ise bu saldırıları püskürtmektir. Ancak bu doğru bir örgütlenmeyi gerekli kıldığı gibi, doğru taktikleri de gerektirmektedir.
Yasal ve başlıca yasa dışılığın alanlarında, şovenizm dalgasıyla güçlendirilecek ve zaten 413 ile birlikte tırmandırılan karşı devrimci saldırının özellikle ilk hışmının atlatılması önemlidir. Bu, şovenizmin etkisinin doğru taktiklerle kırılmasını da gereksiniyor. Hazırlanan savaşın gerici ve haksız niteliği her fırsattan yararlanılarak emekçilere anlatılarak ve savaşa karşı ve barış için devrimin ve devrimci mücadelenin gerekliliği ortaya konarak ve böyle bir mücadele yükseltilerek saldırının püskürtülmesi kolaylaştırılacak, emekçi kitlelerin bu saldırganlık dönemini en az zararla geçiştirmesi sağlanabilecektir.
Tüm yabancı askerler ve üslerin, bütün yabana birliklerin işgal ettikleri bölgelerden çekilmesi talebinin yükseltilmesi kuşkusuz zorunludur.
Eğer egemenler bir savaş çıkarmaya ve emekçileri Arap kardeşlerine karşı cepheye sürmeye cüret ederlerse, gerici emperyalist savaşın iç savaşa dönüştürülmesi tehlikesini göğüslemeye de hazır olsunlar.
Yaşasın devrim, yaşasın sosyalizm, yaşasın halkların kardeşliği!
EK -1
Savaş kışkırtıcılığı ve basın
Sığınaklar kazılıyor… Gaz maskeleri satın alınıyor ya da devletin gaz maskesi temin etmesi için çağrılarda bulunuluyor… Sivil savunma önlemleri hazırlıklarına hız veriliyor… Kahvelerde ve işyerlerinde sürdürülen tartışmaların merkezinde “Saddam saldırırsa ne yapacağız?’ konusu yer alıyor. Toplum tam anlamıyla terörize edilmiş, başka şey düşünemez ve yorum yapamaz hale getirilmiş durumda. Varsa yoksa Saddam… Her şey ona göre belirlenir hale gelmiş. Toplumun düşünce yetisi, mantığın alamayacağı kadar dar bir alana hapsedilmiş: Saddam saldıracak… Saldırırsa ne yapacağız?
Tam bir beyin yıkama olayı yaşanıyor, ister Türkiye’de ister dünyada toplumlar, olağanüstü boyutlarda bir ideolojik bombardımana tabi kılınıyor. İnsanlar ne yapacağını bilemez durumda. Ortalığı toz duman kaplamış.. Sonumuz ne olacak?
İster dünya ister ulusal planda bu toz dumandan bir şeyler bekleyenler olmalı… Çünkü toz dumanı sıyırıp gerçeklere baktığımızda daha değişik şeyler görünüyor. Her şeyden önce diğer emperyalist devletlerle ve onların devasa askeri güçleriyle karşılaştırıldığında Saddam nedir ki… İran savaşında hurdaya çıkmış 550 tankı, İran karşısında hiç bir etkinlik gösteremeyen uçakları ve ancak korumasız durumdaki Kürtlere karşı kullanıldığında etkili olabilen kimyasal silahıyla Saddam, hiç Amerika, İngiltere ya da Fransa’ya karşı koyabilir mi? Saddam’ın gücü ve etkisinin bu kadar abartılmasının nedeni ne olabilir?
Yüzler ve hatta binlerce gelişme ve olguyu bir yana bırakırsak, ülkemizden ve yakın çevremizden şu iki olay bir rastlantı olabilir mi? Saddam’ın Kuveyt’i işgal edişinin İlk günlerinde Pakistan’da askeri de sayılabilecek bir darbe ve Türkiye’de Doğu ve Güneydoğuya olağanüstü boyutlardaki askeri yığınaklar. Doğu ve Güneydoğu’da onlarca köy yakılıyor. Binlerce insan topraklarından ediliyor, buna karşılık bunlar; bir haber değeri bile taşımıyor. Türkiye’nin tüm sorunları unutturularak bir kenara bırakılmış, varsa yoksa Saddam!
Amerika yüz binlerle ifade edilen devasa bir askeri yığınak gerçekleştiriyor. Ortadoğu özellikle Amerika tarafından işgal etmiş durumda, denizlerde emperyalist savaş gemileri cirit atıyor ve her yere ve her şeye müdahale ediyor, bunlar görülmüyor, varsa yoksa Saddam?
Saddam kapana kısılmış fare gibi ülkesindeki yabancıları silah depolarının yakınında bir yerlere yerleştiriyor, olası saldı dardan korunabilmek için. Bütün dünya ayağa kalkıyor: katil! Canavar… Vs. Ama hiç kimsenin aklına, Amerika ya da diğer emperyalist ülkeler ve onların uşaklarının yaptıklarının da aynı ölçüde canavarca eylemler olduğunu söylemek gelmiyor. Irak’a saldırılacak olmasının da canavarca olması düşünülmüyor. Irak’ın bombalanacak oluşunun da canavarca olduğunu söylemek gelmiyor. Başka ülkeleri işgal etmeyi gelenek haline getirmiş Amerika’yı, Suudi Arabistan’a yerleşmişken ve Irak’a da girmeye hazırlanmışken eleştirmek gelmiyor. Tüm Ortadoğu’yu ele geçirme planlarının son perdesi oynanıyor Amerika tarafından ve bunun daha birçok sonuçları var, ama kimsenin aklına onun daha haksız bir pozisyonda olduğunu söylemek gelmiyor. Kimsenin aklına, binlerce kilometre öteden gelen ABD, Fransız, İngiliz ve daha birçok ülkenin Ortadoğu’da ne işi var demek gelmiyor. Emperyalistler en hayâsızca tutumlar içine giriyor, saldırganca davranıyor; küstahlıktan görmezden geliniyor. Amerika’nın Grenada, Vietnam; Panama ve hatta Kuveyt’in işgal edildiği aynı günlerde Liberya’ya müdahalesi unutturulabiliyor, Ortadoğu’yu işgal faaliyetleri sürerken, yalnızca Saddam ve Saddam’ın eylemleri ön plana çıkarılıyor.
Nedendir bu tek yanlı şartlandırma? Nasıl oldu da kamuoyuna bu at gözlüğü takılabildi? İnsanlar Ortadoğu’da son olayları neden dar bir koridorun içinden değerlendirme durumunda kalıyor?
Bu konuda basın yayın ve televizyon kuruluşlarının birinci dereceden sorumlu olduğunu saptamak gerekiyor. Ve elbette bu kuruluşlardan CCN Televizyonunun başı çektiğini de. Türkiye’de haber kaynaklarının çok kısıtlı olduğu biliniyor. Kolaycılık ve geleneksel atalet, bürokratik yapı, basın yayın ve TV’yi hep kolay yollardan haber toplamaya sevk ediyor. İş böyle olunca CNN, bizim basın yayın ve TV için başvurulacak yegâna kaynak olarak ortaya çıkıyor. CNN’in savaş yanlısı bir tutum içinde olduğu açık. Türkiye’de basın yayın da bundan payını alıyor.
Ancak savaş yanlısı propagandanın tek nedeninin CNN olduğunu söylemek -hiç değilse CNN için-haksızlık olur, Türk basını başından itibaren “ulusal” Çıkarlarının nerelerde olduğunu sezdi ve savaş çığırtkanlığı yönünde propagandaya başladı. Savaş çıkması ve savaş yönünde propaganda, Türkiye’ye; Ala girmekte yardıma olacak, dış yardım musluklarının açılması olanaklarını artıracak, Amerika ve Avrupa’nın Ermeni ve Kürtler konusundaki Türkiye aleyhtarı tutumlarını değiştirecek, ABD’yi, Irak Kürdistan’ına vereceği olası destekten vazgeçirecek ve neden olmasın, belki de Kerkük’e girmek için Batı tarafından yeşil ışık yakılmasına neden olabilecekti. Basın, burjuvazinin hayalindeki hedefleri kaşıma konusundaki görevleri de unutmamıştı. Ama tüm bunların ötesinde, Doğu ve Güney-doğu’da sürmekte olan savaşın her türlü yol (sürgün, jenosit, köy yakma gibi) denenerek bastırılmasında kullanılacak en vahşi yöntemlerden yükselen sesler, savaş çığlıkları arasında duyulmayacaktı. Ve Türk basını bu arada, oradan gelen hiç bir sesi duymadı.
Türk basını, uşaklığını yaptığı burjuvazinin çıkarlarının nerede olduğunu çok iyi sezinlemişti. En savaş kışkırtıcısı çığlıklar, halkı en tedirgin edici ve üstelik gerçek de olmayan haberler gazete sayfalarını doldurmaya başladı.
Kuşkusuz haber ve yorumlarda tek yanlılık esastı. Basın, uluslararası petrol tekelleri ve ABD’nin çıkarlarını TC’nin çıkarları olarak kabul etti ve Türkiye’yi emperyalistlerin savaş arabasının arkasına bağlamayı “milli” bir politika olarak sundu.
Türkiye’yi ABD ve Batı’nın çıkarları doğrultusunda yönlendirme konusunda gazetelerin hiç biri diğerinden geride kalmadı. Daha doğrusu ABD ve Batılı ülkelerin saldırganlıklarını gizleme konusunda hepsi birbiriyle yarıştı. Tek tehlike Saddam’dı ve Saddam herkese saldırabilirdi. Dünyaya bile, Türkiye de dâhil tüm dünya halkları, Saddam’dan gelecek bir savaş tedirginliği içine girdi. Güncel sorunlar bir kenara itildi. Türkiye’yi en çok ilgilendiren Kürt sorunu unutuldu.. Pahalılık, zamlar, her şey her şey Saddam’a bağlandı.
Savaş kışkırtıcılığı ve ABD’nin arkasından gitme konusunda gazetelerin hiç birinin diğerinden farkı yoktu ama bu arada Güneş gazetesinin tutumu özel bir dikkat çeki Güneş, bir-iki köşe yazarı dışında genel olarak savaşın en gönüllü kışkırtıcısı oldu. (Hürriyet ve Özal’ı yeniden keşfeden Sabah’ı anmaya gerek bile yok.) Bu noktada ister istemez, uluslararası basın tekellerinin, neden Türkiye gazetelerini satın almak istediği sorusu akla geliyor. Asil Nadir, içinde Güneş gazetesinin de bulunduğu basın tekellerinden birini satın alırken açıkça anlaşılıyor ki, yalnızca karlılığı gözetmiyor. Hürriyet gazetesini almaya çalışan Maxwell’in de farklı bazı beklentilerin içinde olduğu anlaşılıyor. Bu beklenti, emperyalist tekeller için kamuoyu oluşturmaktan başkası değil. Kamuoyunu yönlendirme ve bundan doğan kazancın, para ve avantaj olarak nereye aktığı artık ayan beyan ortada.
Savaş olasılığı tedirginliği içinde ortaya çıkan sonuçlara bakılsın, yalnızca bu bite emperyalist tekellerin amaçlarına ulaştığına dair verilerle dolu. Piyasanın tümünü bir kaç tekelin kontrol ettiği petrole olan zamlar ve bu zamların aktığı yerler, bu arada astronomik düzeylere fırlayan silah satışları, bunlar, emperyalist savaş propagandasının amaçlarını yeterince ortaya koymuyor mu? Bu arada da yerli basınımızın gerçek yerinin kimin yanı olduğunu?
Basınımız savaş tedirginliğini canlı tutmak için, tüm dünyanın abluka altına aldığı ve Türkiye’ye yönelme olasılığı düşünülemeyecek kadar zayıf olan Irak’ın, Türkiye’ye de saldıracağı spekülasyonunu ciddi bir gerçekleşebilirlik vurgusuyla bilinçli olarak canlı tutmaya çalıştı. Kapana kısılmış fareden farkı olmayan ve ateş olsa ancak cürümü kadar yer yakabilecek olan Saddam’ın, Türkiye’ye de saldırabileceği spekülatif olarak işlendi ve insanlar bu düşünceye inandırılmaya çalışıldı.
Basın adi ve alçakça bir tutum içinde gözünü Kerkük’e dikmiş, Kerkük konusunda burjuvazi ve ordunun ayranını kabartmak için uğraşıyor. Burjuva basın tekelleri Kurt direnişini ezmek için savaş kışkırtıyor. AT’ye girmek ve ABD’den Yunanistan’ın aleyhine olmak üzere yardım alabilmek için emperyalistlere adice yaltaklanan ve bu yüzden savaşa girmeye çalışan burjuvaziye destek sunuyor, hatta kışkırtıyor. Burjuva basın şimdiye kadar olageldiği gibi barış, demokrasi ve insan hakları açısından sınıfta kaldı; Burjuva basının sınıf geçme şansı yok, böyle bir isteği de yok Çünkü basın, savaş isteyen uluslararası tekellerin uzantısından başka bir şey değil. Yerli basınımızdan, bundan fazlası beklenmemeli zaten.
EK -2
TDKP İSTANBUL İL KOMİTESİ’NİN İSTANBUL İŞÇİ SINIFI VE EMEKÇİLERİNE ÇAĞIRIŞI:
Emperyalizm ve uşaklarının çıkarları uğruna savaşa karşı çıkın!
(……….)
Yıllardır gerici Saddam rejimini her türlü silahla besleyen, İran-Irak savaşında yüz binlerce genç ölür, milyonlarcası sakat tanırken, Saddam rejimi HALEPÇE’de kimyasal silahlarla 5000 Kürt emekçisini katlederken seyirci kalan emperyalistler, izinleri olmadan Kuveyt işgal edilip ucuz petrol kaynakları tehlikeye girdiğinde ne kadar “insancıl”, “barışçı ve özgürlükçü* kesildiklerini de gösterdi. Amerika Grenada’yı ve daha dün Liberya’yı, İngiltere Falkland Adalarını işgal ederken sesi çıkmayan uluslararası gericilik, Kuveyt’in işgaliyle nasırına basılmış gibi ayağa fırladı. Evet, gerici Saddam rejimi çıkmazdaki ülke ekonomisini kurtarmak için Kuveyt’i işgal ederken uluslararası tekellerin nasırına bastı; çünkü Kuveyt emperyalistlerin ucuz petrol kaynağıydı. Emperyalistler için uğrunda savaşılacak tek şey DAHA FAZLA KAR ve SÖMÜRÜDÜR.
Ülkemiz egemen sınıfları için de tek değer kar ve sömürüdür Onlar Irak sorunu sayesinde bir taşla birkaç kuş vurmak istiyorlar. Dünyadaki son gelişmelerle batılı emperyalistlerin güzünde değeri kaybolan Türkiye’nin aslında değerinin kaybolmadığını, Ortadoğu’da emperyalizmin çıkarları tehlikeye girdiğinde Türkiye’nin bu çıkarları koruyabilecek tek güç olduğunu kanıtlamaya çalışıyorlar. AET’ye girebilmek, daha fazla kredi alabilmek, kısacası emperyalistlerin talan sofrasından fazladan bir kemik almak uğruna yüz binlerce gencin kanını pazarlık masasına getiriyorlar.
(……….)
Onlar aynı zamanda kapitalist yağma ekonomisinin sorunlarını savaş sayesinde gizlemeyi, savaşın getireceği fazladan ekonomik faturayı da ‘vatan ve milletin kutsal çıkarları” adı altında işçi ve emekçilerin sırtına yıkmayı amaçlıyorlar
“Savaş hali” ilanında egemen sınıfların yapacağı ilk şey grevleri tamamen yasaklamak, zorunlu çalışma ve mesai koymak, “savaş fonu” ve ‘orduya destek’ adı altında ücretlerimizin bir kısmına el koymak olacaktır. Daha şimdiden grev yasakları başlatılmıştır, öte yandan, bütün bunları yapabilmek ve örgütlü muhalefeti önleyebilmek için kitle örgütlerimiz olan sendika ve meslek örgütlerinin faaliyeti durdurulacak, ekonomik ve politik istemlerimiz “ulusal güvenlik, vatan millet bahanesiyle bastırılacaktır.
Kadın ve Erkek işçiler, Emekçiler:
Egemen sınıfların çıkar hesapları uğruna evlatlarınızın ölüme gönderilmesine ve başka ulusların emekçileriyle birbirlerini katletmelerine izin vermeyin. Emperyalizmin jandarmalığı uğuruna yapılacak savaşa karşı çıkın. Bu savaşın aynı zamanda K…istan’daki haklı özgürlük mücadelesini ezmeye yönelik bir savaş olduğunu unutmayın.
(……….)
Sınıf bilinçli işçiler;
Devrimciler:
Egemen sınıflar tüm propaganda araçları ve uşak basın aracığıyla şoven-milliyetçi duyguları körükleyerek, sözde gerekçeler uydurarak emperyalizmin jandarmalığını haklı göstermeye çalışıyor; Gücümüzü ve enerjimizi birleştirerek ırkçı-faşist demagojinin etkisini kıralım. Kitle örgütlerimizi bu it dalaşına karşı çıkmaya zorlayalım, ortak mücadeleye atılalım.
EK -3
“Ne işgalci emperyalistler, ne de Saddam diktatörlüğü”
Irak’ı, kimyasal silahlarla donatarak patlamaya hazır bir silah deposu haline getiren emperyalist devletlerin kendileridir Emperyalist devletlerin donattığı ve şımarttığı Irak faşist diktatörünün bölge halklarının başına musallat olması ve sonunu getirecek olsa da bölge halklarını savaşa sürüklemesi kaçınılmazdı.
Eğer bugün emperyalist devletler Irak diktatörlüğünü cezalandırma hazırlıkları içinde oluyorlarsa, bu, onların bölge halklarını düşündüğünden değildir. Emperyalist devletlerin, “Kuveyt’i Irak İşgalinden kurtarma”, “Körfez ülkelerini Irak ordularının işgalinden koruma” gibi sözleri tümüyle yalandır. Emperyalist devletler, uşakları bile olsa, bölgedeki gerici statükoyu zorlayacak, petrol talanlarına yönelecek ve kendilerine problem çıkaracak her girişimi bastırmak istiyorlar. Emperyalist devletler, Saddam’ı cezalandırma adı altında tüm bölgeyi yeniden işgal etme ve bölge halkları üzerinde daha koyu bir baskı hazırlıkları içindeler.
Öte yandan Saddam Hüseyin’in çıkışı ne İsrail’i cezalandırma, ne Filistin halkını koruma, ne Arap birliğini sağlama ve ne de anti-emperyalist bir çıkıştır. Saddam Hüseyin’in çıkışı, yıllardır beslenen ve şımartılan bir caninin efendisine havlaması ve bir yerinden ısırmasından başka bir şey değildir. Bölge halkları tarihlerinde bir kez daha böylesine tehlikeli ve büyük yıkım getirecek savaş tehdidi ile yüz yüzeler.
Bu savaşta bölge halklarının yeri ne işgalci emperyalistlerin, ne de Saddam diktatörlüğünün saflarıdır. Bölge halkları olarak, ülkelerimizde yıkım, acı ve kölelikten başka bir şey getirmeyecek olan emperyalist işgalcileri istemediğimizi göstermeliyiz.
Bölge halkları ve devrimci yurtsever güçleri olarak tutmamız gereken tek yol vardır: Ülkelerimizi emperyalistlerin çizmeleriyle kirlettirmeyelim. Başımıza bela kesilen ve emperyalistlerin bölgeye müdahalesine zemin hazırlayan zorba ve kukla yönetimlere ve emperyalist güçlere karşı direncimizi yükseltelim, bu direnişte güçlerimizi birleştirelim. Direnişle ve halk devrimleriyle ülkelerimizin efendisi olma mücadelesi içinde olalım. Ancak bu şekilde, bölgemizi emperyalist işgalcilerden ve genci savaşlardan koruyabilir, kardeşliğin ve barışın egemen olduğu bir Ortadoğu gerçekliğine varabiliriz.
ERNK-Avrupa temsilciliği 15 Ağustos 1990
Eylül 1990