Burjuvazi yönlendiriyor İletişim tekeli ve “kamuoyu”

Günümüzde artık iletişimin önemini bilmeyen yok. Özellikle egemen sınıfın ideolog ve politikacıları iletişim aygıtlarını kullanmakta Gobbels’e rahmet okutacak bir ustalığa ulaşmış durumdalar. Ama onlar; bunu kamu yararına olarak kullandıklarını, sınıfsal ve kişisel bir çıkar gözetmediklerini iddia ediyorlar. Geniş aydın çevrelerinden de bu konuda destek görüyorlar. Bilinçli olarak yönlendirilen kamuoyu, yine iletişim araçları tekelinden yararlanılarak kendiliğinden oluşmuş gibi ya da oluşturulan gündem “kamuoyunun gündemi” olarak sunuluyor. Örneğin Özal’ı her vesile ile (onu eleştirmek için bile olsa) manşete çıkaran gazete yayın yönetmeni, ayın sonunda yapılan “geçen ay ne konuşuldu?” sorusuna, anketlerden.”Özal” yanıtı çıkınca, bu sefer bir “aydın” olarak; “bu millet adam olmaz, Özal’ı konuştukça daha çok çekeriz!” diye emekçileri eleştirebilmektedir. Özellikle de gazetelerin “ilerici” yazarlarında bu eleştiriye sık sık rastlamaktayız.
Yeni bir yıla girerken, biz de geçen yıl neler konuşulduğunu, daha doğrusu neler konuşturulduğunu merak ettik ve basınımızın, toplumu neleri konuşmaya teşvik ettiğine baktık. Özellikle de gazeteler ve gazetecilerimizin tutumunu şöyle bir değerlendirmeyi amaçladık.
Yapılması belli bir bilgiyi gerektiren ya da özel beceri isteyen işlerle uğraşanlarda; bu işle uzun süre uğraştıklarında, mesleki miyopluk ya da meslek yozlaşması diyebileceğimiz bir “hastalık” baş gösterir: “Meslek erbabı”, kendi mesleği olmasa dünyanın ve toplumun dengesinin bozulup, her şeyin altüst olacağını, ya da kendi inancına göre en kötü durumların meydana geleceğini sanır. Örneğin bir hukukçu eğer hukuk okumasaydı, toplumun anarşiye sürükleneceğini, insan toplumunun topluluk olarak var olmaya devam edemeyeceğini iddia eder, bir mühendis, eğer mühendislik bilimi olmasaydı, toplumun varolamayacağına, insanın hayvanla aynı düzeyde kalacağına inanırken, bir komisyoncu bile kendisini üretici ve tüketici arasında “vazgeçilmez” birisi olarak görmektedir. Belirli biranda ve belli tarihsel koşullar altında az-çok geçerliği olan bu savlar, bu mesleklerle uğraşanlar tarafından gerçeklikten koparılarak birer dogma haline getirilerek, mühendislik, hukukçuluk, komisyonculuk vb.nin insan toplumun başlangıcından bu yana varolan ve ebediyen de var olması gereken değişmez meslek kategorileri olacağına kadar düşünce saltıklaştırılmaktadır. Bu ezelsizlik ve ebetsizlik içinde meslekler kutsanmakta, her mesleğin belli bir tarihsel-toplumsal gelişmişlik düzeyine karşılık geldiği gözden kaçırılmaktadır. Çeşitli meslekten otoritelerin, kendi mesleklerinin sorunları ve toplumsal rolüne ilişkin yazdığı “ciddi” makalelerde ya da mesleki yayın organlarında sık sık rastladığımız bu tutum sadece o mesleğin toplumsal statüsünü yüksek göstermek gibi pragmatik bir kaygıdan değil, aynı zamanda mesleki miyopluktan, kendi mesleğini bütün mesleklerden üstün tutmanın gereğine (toplum çıkarı için) ciddi olarak inanmaktan da gelmekledir.
Kapitalist toplum ve teknolojik gelişme, bir yandan mesleklerin sayısını artırırken, öte yandan meslekler arasında rekabeti de hızlandırarak mesleki miyoplaşmayı kışkırtmıştır ve neredeyse çeşitli meslekler arasında düşmanlığa varan bir rekabet ortamı yaratmıştır. Ama bütün bu meslekler içinde birisi, mesleki miyopluk bakımından bütün öteki mesleklerle ölçü kabul etmez biçimde ileridir. Öyle ki; çoğu zaman bu miyopluk müdahale ile düzeltilemeyecek biçimde ilerlemektedir. Bu meslek, günümüzde TV vb. iletişim araçları; muhabir, programcılık vb.ni de içine alarak genişleyen gazeteciliktir.
Kapitalist toplumda gazeteci kendi mesleğini yasama, yürütme, yargı gibi üç “kuvvet”in yanı sıra “dördüncü kuvvet” olarak görmektedir. Böylece, burjuva toplumu tarafından “onore edilen” gazeteci, kendisini devletin bir unsuru, onun koruyucusu olarak bu “onurlandırmaya” yanıt verir. Bu sadece bizim ülkemiz gibi, demokrasi geleneği olmayan, gazetecilik geleneği Takvimi Vaka-i gibi resmi gazeteciliğe dayanan ülkelerde değil, İngiltere, Fransa, ABD gibi ülkelerde de böyledir. Gazeteciler hükümetler ve siyasi partiler; devlet çıkarlarını, ulusal çıkarları kendi kişi ve partilerinin çıkarlarına feda ettikleri için eleştirmektedirler. Zaman zaman onaya çıkarılan “gerçekler” ya da “skandallar” hem mesleğin “şerefini” kurtarmakla, hem de “batı demokrasilerinin “erdemi” hanesine yazılarak burjuva düzeni vc toplumun devamının ciddi bir dayanağı olmaktadır.
Öte yandan bu mesleğin mensupları, doğrudan “kamuoyunu oluşturarak ve onu “yansıtarak” “güçlerini” dolaysız bir biçimde duyup gördüklerinden ve burjuva toplumunda “korkuyla karışık bir saygı”nın muhatabı olduklarından da kendi mesleklerinde toplumun devamı için gizemli güçler var sanabilmektedirler.
Devlet ve egemen sınıfın desteğini arkasında duyan gazeteci, giderek yaygınlaşan etkinliğinin burjuvazinin etkinliği değil kendisinin kişisel gücünden olduğuna herkesten daha çok inanarak, kendisine sınıflar-üstü bir rol ve statü biçebilmektedir. Hele “toplum yararına” olmayım hükümet ya da ünlü kişilerin eylemlerini açığa çıkarıp, onları geri adım atmaya zorladıklarında, nasıl yararlı işler yaptıkları konusunda güçlerin büyüklüğü konusunda inançları sınırsız artar. Öyle ya, bir gazete muhabirinin yazısı koskoca hükümete geri adım attırıyorsa, ya da falanca ünlü kişiyi istifaya zorluyorsa, “toplumun bekası” için gazetecilik mesleğinden daha büyük bir meslek olabilir mi?
Hele bu muhabir çeşitli basın kuruluşları ve diğer “bağımsız” kurumlarca ödüllendirilir, hakkında olumlu yazılar yayınlanırsa, dünyada kendi mesleğinden önemli, hatta kendisinden güçlü birini görmese yeridir!
Hiç kuşkusuz gazetecinin kendisini nasıl hissettiği, ne olarak gördüğü bu yazının konusunu doğrudan ilgilendirmiyor. Burada bizi ilgilendiren “kamuoyu”nun oluşturulması ve yönlendirilmesinde basın ve yayın organlarının yeridir. Gazetecilerin anlayışları vc kendilerini ne sandıkları bunun içinde bir öneme sahip olur.
Kamuoyu ve iletişim
Burjuva demokrasisinin savunucuları, onun en önemli özelliğini iki kavramla açıklarlar: “kamuoyu” ve “iletişim (haberleşme) özgürlüğü”. Bunda da haksız sayılmazlar. Çünkü gerçekte de burjuva toplumunu ayakta tutan, onu yığınlar için “kabul edilebilir” biçime getiren “kamuoyu”nun bizzat burjuvazi tarafından oluşturulması ve “iletişim (haberleşme) özgürlüğü” tekelinin burjuvazinin elinde olmasıdır. Ancak burjuvazi, emekçi kitlelerin burjuvazinin fikirleriyle yönlendirilip denelim allına alınması, anlamına gelen eyleminde “kamuoyu” ve “iletişim özgürlüğü” sözcüklerinde saklanan “gizemden” yararlanır. Çünkü söz konusu kavramlar, sınıfsal içerikleri gözden kaçırıldığında kimsenin itiraz edemeyeceği, tutum ve değerleri çağrıştırırlar.
Çünkü
Kamuoyu; yığınların herhangi bir konuda fikirbirli-ği içinde, en azından çoğunluğunun fikir birliği içinde olduğunu ifade eden bir kavramdır. Burjuvazinin, ideologlarının vc propagandacılarının iddiası, kamuoyunun “serbestçe”, yani herkesin, her toplumsal siyasi eğilimin düşüncelerinin serbestçe söylenip, bu düşüncelerin yığınlar tarafından seçilerek çoğunluğun bir düşünce üstüne birleşmesiyle oluştuğudur.
İletişim (haberleşme) kavramı, haber iletimi, toplumsal haber ve bilgi alışverişini ifade eder. Dr. Özen Ozankaya şöyle tanımlıyor sözcüğü: “Düşünce ve duyguların bireyler, toplumsal kümeler, topluluklar arasında söz, el-kol hareketi, yazı, görüntü vb. aracılığıyla değiş tokuş edilmesini sağlayan toplumsal etkileşim süreci”. Görüldüğü gibi “pek tarafsız” bir biçimde ifade edilmiş bu tanım, yukarda yine “pek tarafsız” bir biçimde ifade edilen “kamuoyu” tanımıyla birleşince “dördüncü kuvvet”in “tarafsız”, her zaman “Allahın doğrusu”nu söyleyen işlevi onaya çıkıyor. Ama tabi bu “tarafsızlık”, “doğruluk” gibi şeyler de tümüyle göreceli ve kavramsal düzeyde kalan şeyler. Çünkü gerçek yaşamda her feri bir sınıfa mensuptur ve mensubu olduğu sınıfın düşüncesini savunur. Aynı sınıfın mensupları ve savunucuları arasında görülen çelişme ve çatışmalar da uzlaşmaz bir karakter taşımadığı gibi o sınıfın çıkarlarını “ben daha iyi savunurum” iddiası ve kaygısının bir yansımasıdır. Tersine, ayrı sınıfların aynı düşünce ve politikalarda birleşmesi ise, taraflardan birinin kendi sınıf çıkarlarını telef etmesi anlamına gelir.
Soruna biraz daha yakından bakılırsa, kamuoyu denilen şey; ne kendi kendine ne de tarafsız bir takım sınıflardan sınıflar üstü güçlerce oluşturulmayıp, bizzat kendi çıkarları etrafında birleşmiş egemen sınıfın sözcülerinin yürüttüğü kitle iletişim araçları (gazete, dergi TV, sinema vb.) tarafından, taraflı bir biçimde oluşturulduğu ve sonra da; “kamuoyu böyle diyor” diye, sanki bağımsız bir “kamuoyu” varmış imajı verilmeye çalışıldığı bir durumdur. Örneğin, seçimler öncesinde burjuva basın ve yayın araçları yoğun bir kampanya yürütüp yığınları çeşitli burjuva partileri doğrultusunda koşullandırmaya çalışırlar vc arada bir de “kamuoyu” yoklamaları yaparlar. Ve her bir partinin oy oranlarının ne olacağını, olasılık hesaplarından yararlanarak ortaya koyarlar. Sonuçlar da dâhil bütünüyle bu “kamuoyu”, oluşturulmuş bir şeydir. Yani önce yığınlar çeşitli burjuva partileri doğrultusunda oluşturulur, sonra da böyle bir çaba yokmuş gibi “oluşmuş” kamuoyu sayılara dökülür. Ama bu sonuç bile kamuoyunun oluşumunu etkilemek için bir vesile olur. 1983 seçimlerinde ANAP’ın seçimleri kazanmasında, 1982 anayasa oylamasında, 1973 de Ecevit’in başarısında bu “bağımsız kamuoyu oluşturucularının rolü çok açık bir biçimde kendini gösterir.
Kısaca söylenecek olursa, sınıflı bir toplumda ne kamuoyu kendiliğinden oluşur, ne de kamuoyunun oluşturucuları tarafsız sınıflar-üstü kişi ve kuruluşlardır. Kapitalist toplum gibi iletişim etkinliklerinin çok yoğunlaştığı, bu alana akan büyük sermayenin iletişim tekelini de eline aldığı toplumlarda “kamuoyu” bütünüyle büyük tekellerin çıkarları doğrultusunda biçimlenmiş haberlerle şekillenir. Örneğin, bir ulusal bağımsızlık mücadelesinde gerillalarla emperyalizmin paralı askerleri, ya da kukla gerici hükümetin askerleri arasındaki çatışma, “çapulcu haydutlarla” “demokrasinin, uygarlığın savunucusu” ordu birlikleri arasındaki çatışma olarak yansır. Halta ölü sayısı gibi çok nesnel olunabilecek bir konu bile tümüyle politik çıkarlara bağlıdır. Eğer karşı tarafa karşı öfke birikimi isteniyor ve bir katliama hazırlanılıyorsa “masum” askerlerin kaybı abartılır, “pusuya düşürülen askerlerin” ölümü üstüne acıklı öyküler eşliğinde yoğun bir propaganda yürütülür. Yok ama, özgürlük mücadelesi verenlerin güçsüz, küçük bir grup olduğu imajı verilmek isteniyorsa, bu sefer tam karşıtı bir yol izlenerek, hükümet kuvvetlerinin kayıpları saklanır, öldürülen “terörist” ve “eşkıya”nın kayıpları bire beş kalarak propaganda edilir. Olayın geçtiği bölge de dâhil, bütün dünyanın konuya ilişkin yanlış bilgilenmesi sağlanır.
Bugün artık, iletişim sorununun amatör çabaların çok ötesinde maddi bir gücü ve uluslararası planda örgütlenmeyi gerektirdiği, bu mali güç ve örgütlenme olanaklarının büyük sermayenin elinde olduğu düşünülürse oluşturulan “kamuoyu’nun kimin istekleri doğrultusunda olduğu daha iyi anlaşılır.
İletişim tekeli: Uluslararası haber ajansları
Kapitalizmin emperyalizm aşaması, ekonomide tekellerin egemenliğine, siyasette tekelci kapitalizmin siyasal egemenliğine karşılık geldiği gibi iletişimde büyük emperyalist devletlerin, uluslararası tekelci sermayenin egemenliğine karşılık düşer. İletişim araçlarının hızla gelişmesi, bu alanda yapılacak yatırımların sermaye hacminin de hızla büyümesini getirmiş ve bu durum dünya iletişim lekelinin, AP, UPİ, REUTERS, AFP, TASS gibi az sayıda büyük iletişim tekelinin eline geçmesine yol açmıştır. Bugün dünyadaki belli başlı haber kaynağı bu beş büyük iletişim tekelinin elinde olup, Güney Afrikalı bir zenci işçi, ülkesinin herhangi bölgesindeki bir haberi öğrenmek için o habere ilişkin REUTERS’in açıklamasını dinlemek zorundadır. Örneğin Johannesburg’un zenci mahallelerinde bir polis saldırısının haberi, önce Londra’daki Reuters’in merkezine geçilir. Orada haber, öncelikle uluslararası kapitalizmin, sonra İngiliz emperyalizminin (ya da tersine, önce İngiliz emperyalizmini, sonra uluslararası kapitalizmin) çıkarına uygun hale getirilerek “dünya” ya duyurulur. Bundan sonra ise, ulusal ajansların bu haber üstünde oynaması gelir. Örneğin Güney Afrika haber ajansı, ya hiç böyle bir haber yokmuş gibi davranır, ya da “Reuters’in bildirdiğine göre” deyip, özetlemeyi kendi bildiği gibi yapar. Aynı haberi BBC, Reuters’den aldığı gibi verdiği için, (burada G. Afrika’da İngiliz emperyalizminin özel ilişkilerini yok sayıyoruz) BBC’nin nesnel gerçeği olduğu gibi verdiği sanılır. Böylece, hem burjuvazinin iletişimde “nesnel” bir tutum takındığı, ama bunun baskıcı hükümetlerce ihlal edildiği yayılır, hem de BBC gibi yayın araçlarına güvenilirlik niteliği yüklenir.
Bizim gibi, kamuoyunun oluşumunda Batı hayranı aydınların önemli rol oynadığı ülkelerde ise, bu büyük iletişim tekelleri neredeyse “mutlak gerçeğin” merkezi olarak görülür. Bir haber örneğin BBC’den çıkmışsa, yalan olduğu bilinse bile bir “hikmet” aranır. Ve bu ajansların habercilik anlayışları bizim “devlet haberciliğine” alternatif örnek olarak sunulur. Onların “nesnelliği” hükümetlere karşı “bağımsızlığı” övüle övüle bitirilemez.
Ama aynı merkezlerin.”bağımsızlığının” devlete, kapitalizme karşı değil sadece hükümetlere karşı olduğu unutulur, gözden saklanmaya çalışılır.
Elbette bu tekeller, hükümetlere karşı “bağımsız”, çeşitli burjuva partileri karşısında “yansız” olmayı varlık nedeni olarak görmekledirler. Ama iş, tekelci sermayenin çıkarı, ya da kendi devletlerinin çıkarı olduğunda hiç de öyle “bağımsız”, “yansız” değillerdir. Örneğin Kore savaşında bütün emperyalist iletişim tekelleri, dünya kamuoyunu Kore’nin kurtuluş savaşçıları ve komünizm aleyhine oluşturmaya çalışmışlardır. Yine soğuk savaş yıllarında bu tekeller için gerçek, sadece kapitalizmin, emperyalizmin çıkarı olmuş, Rosenbergler gibi en açık konularda bile gerçeği elbirliği ile çarpıtmayı asıl iş edinmişlerdir. Vietnam savaşı sırasında ise, Vietnam kurtuluş savaşçıları eşkıya, haydut olarak tanımlarken, önce Fransa sonra da ABD’nin Vietnam’a “özgürlük ve demokrasi” götürdüğü bütün Vietnam haberlerinin esas motifi olmuştur. TASS ise, Sovyet çıkarları gerektirdiği için “gerçeğe” daha yakın haberler vermiştir.
Şu son körfez krizinde bu ajansların “nesnel haberciliği” daha çarpıcı bir biçimde ortaya çıkmıştır. Bütün haberler, canavar, haydut, soyguncu, megaloman vb. bir Saddam imajının verilmesi için biçimlenirken, ABD ve emperyalist gericiliğin yığınak ve bölgedeki eylemleri “dünya barışını kurtarmaya” yönelik girişimler olarak kamuoyuna aktarılmıştır. Örneğin, Saddam’ın rehin Batılıları stratejik bölgelere götürmesi “vahşet”, “canavarlık”, “katillik” olarak nitelenirken, o insanların yaşamının durup dururken değil, ABD, İngiliz ve Fransız uçak ve gemilerinden atılan bombalarla yok olacağı gerçeği, böylesi çıplak bir gerçek gözlerden saklanmaya çalışılmış, bu büyük ölçüde de başarılmıştır.
Yine büyük iletişim tekellerinin son Körfez Krizin-deki tutumları açıkça gösteriyor ki; sadece gerçekleşen olay ve olguları “oldukları” gibi aktarmak da nesnellik için yeterli olmuyor. Örneğin olgu ve olay olarak ele alındığında, iletişim tekelleri pek çok şeyi de “doğru” olarak aktardılar. Örneğin, ABD’nin kaç tank, kaç asker kaç savaş gemisiyle körfezde bulunduğunu, Fransız ve İngiliz güçlerinin durumlarını, Suudi Arabistan’ın Batı için önemi, Kuveyt’in Irak tarafından işgal edildiğini vb. Ama bütün bunlar zaten saklanamazdı ve saklanmaya gerek de yoktu. Tam tersine bir “cani”nin hesabını görüp Ortadoğu halklarını bu baş belasından “kurtarmak” için ABD ve öteki emperyalistler ve gericiler ne fedakârlıklara katlanıyorlardı. İşte bütün diğer “doğrular bu mesajın içine yerleştirilince sonuç gerçeğin lam tersi olarak karşımıza çıkmakladır.
Demek ki; Johannesburg’un bir banliyösündeki polis baskının, önce Reuters’in Johannesburg’daki merkezine, oradan Reuters’in haberleşme uydusuna, oradan da Londra’daki merkeze gelip, sonra da tersi bir yol izleyerek, G. Afrika radyosu ya da BBC yayınından diğer zencilere ulaşan bir yol izlemesi burjuvazi için boşa masraf değildir. Çünkü haber ancak böyle bir yol izlediğinde “ihtiyaca uygun” bir biçim kazanabilmektedir. Dahası yukarda sözünü ettiğimiz ya da her gün karşılaştığımız daha küçük ölçekli olayda görüldüğü gibi olayın kendisinin “olduğu gibi” aktarılmasının da nesnellik olmadığı görülüyor. Aynı zamanda bu olayın hangi mizansenin bir parçası olduğu olayın kendisinden çok daha önemlidir.
“Ulusal” ajansların habercilik politikalarında ise yanlılık kendini daha çarpıcı olarak ortaya koymaktadır. Türkiye gibi habercilik tekelinin doğrudan devlete bağlı (AA gibi) ajanslarda olduğu ülkelerde bu ajanslar bırakalım devleti, hükümetlerin politikalarının bir aleti olarak işlev görmektedirler. Bunlar, bir yandan ülke içindeki haberleri hükümet politikalarına göre biçimlendirmektedirler. Örneğin Kürt sorununa ilişkin gelişmeler AA’da tümüyle Türk şovenizminin ihtiyaçlarına uygun olarak biçimlendirilip, “gerçek” gibi dünyaya yansıtılmaktadır.
İletişim tekeli ve basın
Burjuva demokrasisi içinde basın hem tarihsel bakımdan hem de görünüşün kurtarılması bakımından önemli bir role sahiptir. Görünüşü kurtarma bakımından diyoruz, çünkü burjuva demokrasisinin vazgeçilmez öğesi olarak lanse edilen “düşünce özgürlüğü”nün somutlaştığı, alan olarak görülür basın. Radyo, TV gibi iletişim araçları devlet vc hükümetlerin (az ya da çok) denetimindeyken, basın “özgür” bir konuma sahiptir. Basın, daha doğrusu muhalif basın hükümet ve rakip siyasi partiler aleyhine propaganda yapmakta özgür olduğu için, izlenen politikalardan hoşnut olmayan kesimlerin sesi gibi görünür. Bazen yolsuzlukları teşhir ederek, bazen hükümetin yasadışı uygulamaların açığa çıkararak basın yığınlarını gözünde de “bağımsız” ya da “yansız” görünüme sahip olur.
Ama gerçek böyle midir? Adlarının altında “bağımsız günlük siyasi gazete”, “halktan ve doğrudan yana bağımsız gazete” vb. yakıştırmalar bulunsa da, en demokratik burjuva cumhuriyetlerinde bile basın ne bağımsızdır ne de yansızdır. (Burada, elbette, devrimci-demokrat ya da komünist vb. siyasi eğilimli basın organlarını ve yerel, büyük basın tekellerinin denetimine girmemiş ya da henüz girmemiş basın organlarını bu genellemenin dışında tutuyoruz.) Özellikle kapitalizmin tekelci aşamaya geçmesiyle birlikte, burjuvazinin egemenlik eğiliminin artmasına paralel olarak basında da tekeller ortaya çıkmış, böylece basın organları ya büyük basın tekellerinin eline geçmiş ya da büyük sanayi ve ticaret tekelleri basın organlarını ele geçirerek basını doğrudan denetimleri altına almışlardır.
Bugün hemen bütün kapitalist ülkelerde basın olarak sözü edilen her şeyin basın tekellerinin elinde olduğunu, hatta dünya ölçüsünde büyüyen büyük basın imparatorluklarının ulus ve ülke sınırı gözetmeksizin basını ele geçirmeye çalıştıkları artık kimse için bir sır değil. Örneğin basın için en çorak ülkelerden biri sayılan Türkiye’de bile Mordoch, Maxwell gibi basın tekellerinin çalıştığı göz önüne alınırsa savaşın boyutları ve basın tekellerinin egemenlik alanları daha iyi anlaşılır.
Ülkemiz gibi, basının demokrasi mücadelesinden çok “devletin bekası” ile ilgilendiği bir ülkede ulusal çapta yayınlanan basın organlarının büyük bir çoğunluğunun basın tekellerinin denetimi altında olması kaçınılmazdır. Nitekim ülkemizde yayımlanan basın organları (ulusal çapta yayımlanan gazete ve haber dergilerinin çoğunluğu kastediliyor) her dönemde kendilerini devletin gerçek sahibi olarak görmüşler, “devletin yüce çıkarlarını” her türden kaygının üstünde tutmuşlardır. Gazeteler kendilerini devlet koruyucusu gibi gösterirken, ünlü köşe yazarları da bazen deneyimli bir diplomat pozunda dünya politikasına “yön verirken” bazen bir savaş çığırtkanı olarak kahve politikası yapabilmektedirler. Haberler ise tümüyle günlük politikanın gerekleri içinde ve patronun tuttuğu tarafın çıkarlarına uygun olarak biçimlenmektedir.
Kısacası gazete patronunun tuttuğu tarafın çıkarlarını gözetmek koşuluyla gazeteciler “serbestçe” fikirlerini yazabilirler. Ve bu koşullar “kamuoyu” dedikleri o gizemli “birliği” oluşturur.
Bugün ülkemizde, kamuoyunun oluşturulmasında basın hala önemli bir işlev yerine getirmektedir. Politika üstünde TV’nin etkisi gün geçtikçe anmasına karşın basın hala önemli bir yere sahiptir. TV’nin açıkça hükümet yanlısı tulumu ve TV haberciliğinin inandırıcılığını iyice yitirmesi nedeniyle de basın nispeten prestijini korumaktadır. Bu nedenle de burada basının “tarafsızlığı” ve yansızlığı üstünde durmakta yarar olacaktır. Özellikle de kapitalist toplumda kamuoyunun kimler tarafından, nasıl ve ne amaçla oluşturulup yönlendirildiği daha anlaşılır olacaktır.
Basın kamuoyunu nasıl oluşturuyor
Günlük bir gazeteyi açıp baktığınızda hemen hepsinde her gün devlet ve hükümetin yukarı kademelerinde olanlara, işverenlere vb.ne gazetelerin kamuoyu oluşturma konusundaki etkinliklerinden söz edildiği görülür. Bu bezen bir seçim, bazen bir direniş ve grev ya da herhangi bir başka vesile nedeniyle olabilir. Ama “her zaman basın haklidir. Eğer basının uyarılarına kulak tıkanmasaydı, o seçim kaybedilmez, o direniş ve greve neden kalmaz, ya da o olay öyle olumsuz bir biçimde gelişmezdi! Çünkü basıncılara göre basın her şeyin doğrusunu bilir, dahası “dördüncü kuvvet” olarak ulusun ve ülke çıkarlarının gözeticisidir. Nitekim bununla aynı anlama gelmek üzere basınımızın öğündüğü en büyük “erdem”lerinden birisi de onun “bağımsız” olmasıdır. Hemen bütün büyük gazeteler, en partizan olanları bile “bağımsız” bir basın organı olmakla öğünürler. Bu çok açık bir ikiyüzlülüktür, ama etkilerinin de buna bağlı olduğunun bilincindedirler. Halk yığınları nezdinde inandırıcılığını yitiren burjuva siyasi partileri “bağımsız” basın organları aracılığı ile toplumu yönlendirmeye çalışırlar.
Kısaca söylenecek olursa, ülkemizde basın “dördüncü kuvvet” olarak, devletin çıkarlarını gözetip korumayı amaçlarken kendi yandaşı olduğu siyası parti ve kümelenmeler ile yakın ilişki içinde olduğu kapitalist tekellerin çıkarlarını gözeten bir yayın politikası izler. Muhalefetleri ve gerçek hayranlıkları bu sının aşmaz. Birbirlerinden farkları da, yandaşı oldukları siyasi eğilimlerin farkından ibarettir.
Bunu son yıl içindeki belli başlı gazetelerin sorunlara nasıl yaklaştıklarım izleyerek daha iyi anlayabiliriz.
Anımsanacağı gibi 1990’ı Gorbaçovcuların Romanya darbesiyle karşılamıştık.
Darbeyle ilgili o günlerde çıkan bazı gazete başlıkları bu basın organlarının tutumlarını da sergiler.
“Çavuşesku kışı Romanya’yı donduruyor”
“Stalinizmin son kalesi Romanya’da yine zor ve sert bir kış hüküm sürüyor” (Güneş, 15 Aralık, 8.sayfa)
N. Çavuşesku, Tameşvar’a müdahale ettiğini kabul etti. Binlerce ölü!
Avusturya radyosunun, bir görgü tanığına dayanarak verdiği habere göre, Tameşvar kenti cesetlerle dolu! (Güneş, 21 Aralık)
Çavuşesku rejimi sallanıyor. Gösterilerde: TAAS 2, AP 13 TANJUK 20 ölü! (Güneş, 22 Aralık)
Çavuşesku devrildi! (6 sütuna manşet)
Bükreş’te şiddetli çatışmalar… Yüzlerce ölü! 29 yıllık diktatörün akıbeti meçhul! (Güneş, 23Aralık)
“Romanya’da köylüye toprak!”, “Akbulut’tan Demirel’e: Türkiye Romanya değil, vatandaşa Romanya’yı gösterip toplantı ve yürüyüş yapamazsınız” (Cumhuriyet 2, Ocak)
“Çavuşesku’yu kaçıran pilot: Beni silahla tehdit ettiler” (Cumhuriyet, 3 Ocak, 4 sütuna manşet)
“Çavuşesku hanedanının son 10 günü! (Sabah, 1 Ocak 1990) (Çavuşesku’ların yaptıkları anlatılıyor)
“Romen halkının kaderini MİG uçakları belirledi! Halk sarayı alıyor!” (Sabah, 2 Ocak, 3/4 sayfa resimli)
“Doğu bloğunda yatırım yapacak işadamına öğütler!” (Sabah, 5 Ocak, köşe yazan E. Ardıç’ın yazısıyla tam 1 sayfa)
“Romanya’da yeni açıklama: ‘devrimde’ ölenlerin sayısı 10 bin. “Romanya’daki yeni hükümet, Aralık ayındaki olaylarda ölenlerin sayısını 10 bin olarak açıkladı. Daha önce sözü edilen 60 bin ölünün Çavuşesku dönemi (29 yıllık) boyunca ölenler olduğu açıklandı.” (Güneş 11. Ocak)
Yukarıdaki aktarmalar, “bağımsız”, “yansız”, “doğru” haber vermekle öğünmekte birbiriyle yanşan üç günlük gazeteden alındı. Hemen hemen hepsi de aynı manşetleri kullanmış. Ve ilk bakışta bu olayın aynen öyle olduğu imajını güçlendiriyorsa da gerçekle bu yanıltıcıdır.
Şöyle ki; Çavuşesku bir diktatördür ve iktidardan düşürülüp kurşuna dizilerek idam edilmiştir. Bütün anlatılanlar içinde tek gerçek budur. Ama gazetelerimize bakılırsa, Romanya halkı özgürlük için ayaklanmış, ayaklanmalarda 60 bin kişi Çavuşesku’ya bağlı birliklerce öldürülmüş! Ama olaylardan hemen sonra Romanya’nın yeni hükümcü ölü sayısını 10 bin olarak açıklaması ilginç. Ve utanmazca: “daha önceki açıklanan 60 bin ölü şimdi değil, Çavuşesku’ların 29 yıllık iktidarı boyunca ölenler!” Ama ölü sayısı 10 bini de bulmuyor. Kısa bir süre sonra batılı kaynaklar ölenlerin sayısını önce 80 olarak azaltıp, sonra da 28’e düşürüyorlar. Ne var ki, atı alan Üsküdar’ı geçmiştir. Amaca ulaşılmış, dünya kamuoyu Romanya’daki darbenin haklılığına inandırılmıştır. Zaten olaylar yatışıp, iktidar sağlama alınınca, bizzat darbenin arkasındaki ABD ve Gorbaçovcular, olayın bir halk ayaklanması değil, aylar önce hazırlanan bir darbe olduğunu açıkladılar. Darbenin vurucu gücü Romen ordusu. Sokaktakiler ise kilise yanlısı gericiler ve faşist ırkçı milislerdir. Ama bunları kim anımsar. Asıl sorun yaratılan toz duman arasında kaybolmuş, kamuoyu onu tezgâhlayanların ona biçtiği rol doğrultusunda biçimlendirilmiştir.
Romanya’nın, dünya kamuoyu gündeminin ön sırasına çıkarıldığı günlerde gazetelerin konuya ilişkin haberleri kadar yorumları da; adeta tek merkezden yönlendiriliyor intibaını verecek biçimde tek tiptir. Hemen hepsi de “Çavuşesku’nun sonu”nun böyle dramatik bir biçimde sona ermesini Romanya’da Batı tipi demokrasisinin yokluğu, Stalinci proletarya diktatörlüğünün iflası, “daha da önemlisi” “basın özgürlüğü”nün yokluğuna bağlamaktadırlar. Ve bütün iddialar koyu bir anti-komünist propagandaya bulanmış olarak sunulmaktadır. Tabii bol bol, özellikle de politik çevreler kaynaklı “serbest piyasa ekonomisi” edebiyatı yapılmaktadır.
Burada şöyle bir soru akla gelebilir. Haber ve yorumlardaki “tek tip”liliğin nedeni nedir? Burada iki nedenden söz edilebilir. Birincisi; bu tür olaylarda Türkiye’deki basının uluslararası iletişim tekellerinin verdiği bilgiyle yetinmek zorunda olması ki yukarda da belirtildiği gibi bu tekeller olayları emperyalizmin genel çıkarlarına uygun hale getirerek yansıtmayı varlık nedenleri saymakladır. Ama bundan daha önemlisi bizim ülkemizde de, hemen bütün belli başlı basın organlarının, tekelci sermayenin denetiminde olması nedeniyle, uluslararası iletişim tekellerinin biçimlendirdiği haberlerden rahatsız olmaması, rahatsız olmak bir yana onlardan daha pervasızca haber çarpıtmaya eğilimli, olması tek tip haber ve yorumların birinci nedenidir. İkinci neden ise; gazetecilerimizin haber ve haber yorum anlayışının başlıca burjuva dünya görüşü ve ondan kaynaklanan bir gazetecilik anlayışıyla biçimlenmiş olmasıdır. “Bir köpeğin insanı ısırması haber değildir, ama bir insanın köpeği ısırması haberdir” anlayışı belki çok ilkel, ama temel habercilik anlayışıdır. Bu yüzden de onlar habere bir takım başka nedenlerin bir sonucu olarak değil, o anki biçimiyle okuyucunun “ilgisini” çekip çekmeyeceği, gazetenin tirajını hangi yönde etkileyeceği açısından bakmaktadır. Bu ise, kişinin kendi amacı doğrudan patrona, burjuva sınıfına hizmet olmasa bile sonuçta onların çıkarlarına uygun bir habercilik-gazetecilik yapmasına yol açmaktadır. Buna, patronların ya da vekillerinin haber ve yorumlan yakın denetimde tuttukları eklenince; “düşünce özgürlüğü” şampiyonlarının bütün havaları yok olup gitmekte, burjuva siyasi partileri ve burjuva klikleri arasında çalışma olmayan konularda (Romanya olayı gibi) tek tip habercilik ve yorumculuk kaçınılmaz olmakladır. Yeri gelmişken bir kez daha belirtelim ki; eğer değişik gazetelerde bazen değişik tutumlar görüyorsak bu sadece değişik burjuva partilerinin birbiriyle çatıştığı alanlarla sınırlıdır. Yoksa kapitalist düzeni ve zorbalığı, devlet bütünlüğünü savunmada, “ulusal sorunlarda” aralarında bir fark görmek olanaksız. Örneğin Kürt sorununda, PKK’ya karşı tavır”da, sosyalizm düşmanlığında, emekçi sınıfların örgütlenme özgürlüğü konusunda görünüşte, “muhalefetin gerektirdiği”nin ötesinde bir farklılık siyasi partiler arasında olmadığı gibi burjuva basınında da yoktur.
Demek ki, burjuva basını kamuoyunu oluştururken sadece olayların arkasındaki gerçekleri değil, olan olayın kendisini de çarpıtmakta, en şaşırılamayacak konularda, sayılarda bile oynayarak, 28’i 60 bin ya da 80 bin olarak sunmakta bir sakınca görmemektedir. Yeler ki, kamuoyu burjuvazinin çıkarları doğrultusunda şekillensin, emekçiler yanıltılabilsin!
Kamuoyu oluşturmada bir başka yöntem: Asparagas habercilik
Asparagas habercilikle ilgili şöyle bir hikaye anlatılır. Gazete baskıya hazır hale gelir, ama bir köşede küçük bir boşluk kalır. Bir türlü oraya konacak bir haber bulunamaz. Nihayet muhabirlerden biri çareyi bulur. Oturur bir haber yazar: “Haber verildiğine göre, Karaip adaları açıklarında saatte 150 km. hızla esen tayfun 3 yolcu gemisinin, 5 şilebin batmasına, iki yolcu uçağının da içindeki 120 yolcu ile düşmesine neden olmuştur. Can kaybının anmasından korkuluyor.” Sonra haberin altında küçük bir not düşmüş: “Bu haber sonradan haber kaynakları tarafından doğrulanmamıştır.”
Bu, elbette tipik bir asparagas habercilik örneği. Ama en zararsız olanlarından. Nihayet okuyucunun biraz heyecanlanmasına neden olur, o kadar. Günümüzde çok satan kaldırım gazeteleri de, kendi okuyucu kitlesinin ilgisini çekecek, “A.Ş. gece yarısı kocasını döverek sokağa attı” gibi uydurma adlar ve resimlerle okuyucuların ilgisini çekmeye çalışıyor. Bu da bir tür asparagas gazetecilik. Ama bu da bizim konumuzun dışında. Burada bizim sözünü ettiğimiz asparagas habercilik, kamuoyunun yanıltılması yoluyla politik ve ideolojik çıkarlar sağlamayı gözeten haberlerle ilgili ki; geçtiğimiz yıl içinde bunun da tipik örnekleri yaşandı. Ama en tipik olanı Arnavutluk’la ilgili geçen Ocak ayı içinde koparılan yaygaraydı.
11 Ocak 1990 tarihli Sabah gazetesi Manşetten veriyor “Arnavutluk da patladı! ” Komünizmin Avrupa’daki son kalesi Arnavutluk’ta öğrenciler ayaklandı… Çok sayıda gösterici öğrenci, meydanlarda asıldı… Alia umutları boşa çıkardı… Tanklar sokakları işgal etmiş durumda” vs…
12 Ocak 1990 Sabah, yine manşetten: “İşkodra’da kanlı çatışma… Askerler göstericilere ateş açtı. Çok sayıda ölü olduğu bildiriliyor… Ramiz Alia ve diğer komünist önderler ortadan kayboldu… ABD Dışişleri Bakanlığı, BBC ve diğer Batılı ajanslar Tiran’da parti ve hükümet binalarının askerler tarafından korumaya alındığını doğruluyor… Ayaklanmacılar “ya istiklal ya ölüm” sloganı ile halkı ayaklanmaya katılmaya çağırıyor. Rejim karşıtlarının tanklarla ezildiği bildiriliyor…
11 Ocak 1990 Cumhuriyet: “Gözler Arnavutluk’a çevriliyor…Arnavutluk’ta Yunan azınlığa baskı yapılıyor… Arnavutluk haberleri yalanlıyor…
12 Ocak 1990 Cumhuriyet: 1. sayfa, 5 sütuna maşet “Yaygın söylenti: Tiran’da geniş önlemler alındığı, İşkodra’da olağanüstü durum ilan edildiği öne sürülüyor. (İhtiyatlı asparagasçılık Ö.D.)
Aynı günkü Cumhuriyet 14. sayfa: “Kapalı kutudan söylenti taşıyor. Arnavutlukta karışıklıklar olduğu yolunda haberler hız kazanıyor.”
15 Ocak, 1. sayfa manşet, Sabah: Arnavutluk’ta çıt çıkmıyor!
16 Ocak, Sabah: “Ramiz Alia’nın evi önünde sadece iki nöbetçi var.”
Sonraki günlerde Sabah, Aydın Bilgin’in Arnavutluk gezisiyle ilgili bir seri yazı yayınlıyor. Çizilen tablo önceki haberleri tümüyle yalanlar mahiyette. Ama ne haberlerin aslı olmadığı yollu açıklamalar, ne de röportaj, önceki haberlerin etkisini kaldırıcı mahiyette değil.
Ağırbaşlı, “ciddi”, Cumhuriyet ise, ihtiyatlı asparagasçılığına yine bir ihtiyat kaydı ekliyor: “Arnavutluk olay lan doğrulamıyor?” (13 Ocak, Cumhuriyet)
Diğer bir asparagas habercilik türü ise; doğrudan resmi makamların, açıklamalarının yalan ve yanıltma amaçlı olduğu bilindiği halde hiç bir kayıt konmadan yaygınlaşmasıdır. Bunu 12 Eylül boyunca çokça gördük. Sıkıyönetim ve Cunta’nın açıklamalarının çoğunluğu kamuoyunu yanlış biçimlendirmeyi amaçladığı bilindiği halde gazetelerimiz tarafından, “devlet ve millet bütünlüğü” uğruna büyük bir şevkle yayınlandı. Ama basınımızın bu alana yönelik asparagas haberciliği sadece “olağanüstü” durumlarla ilgili değil. Kürt sorununa ilişkin haberlerde de yine “devlet ve millet bütünlüğü” uğruna gerçekte olduğu gibi değil, resmi makamların istediği ya da işine geleceği gibi yansıtmaktadır. Bu konuda gazete yöneticilerinin oturup Bölge Valisi ile anlaştıkları biliniyor. Nitekim pek çok köy baskını ve katliamların bizzat devlet güçleri tarafından yapıldığı bilindiği halde basınımız bunları PKK’ya mal etmekten çekinmedi.
Bu konuda ilginç örneklerden biri de Hürriyet gazetesinde yaşandı: Resmi devlet politikasının en gözü kara destekçilerinden biri olan Hürriyet; aynı zamanda sansasyon “haberden” de çok hoşlanan bir gazetedir. Başına gelen de işte bu iki özelliğinin bir araya gelmesinden olmuştur.
18 Şubat 1990 tarihli Hürriyet, polis yetkililerinden aldığı habere göre, “Dev-Sol”un iki lideri D. Karataş ve B. Yağan’ın tünelde öldüğünü açıklıyor.
2 gün sonra, 20 Şubat tarihli Hürriyet, bir yeni tünel haberinde 8 gün önce “öldürdüğü” kişileri yeni tünelin ve firar girişiminin planlayıcısı dışardan yardımcısı olarak ilan ediyordu.
Burjuva basın ve yayın organlarında asparagas haberciliğin bir başka türü de olan bir şeyi olduğundan farklı göstererek, gerçekte hiç bir haber değeri olmayan bir konuyla kamuoyu gündeminin işgal edilmesidir. Bu yan, amacı bakımından bundan sonraki bölümü ilgilendiriyorsa da, oluş bakımından da asparagas haberciliğe dayanır. Bunun en tipik örneğini geçtiğimiz yıl içinde TV’nin en çok seyredilen (özellikle çocuk seyircileri etkilemek için) “7’den 77″e programında tanık olduk. Ünlü müzisyen ve sunucu Barış Manço “Allahın bir mucizesini ekrana getirdi. Afrika’dan getirilen bir ağaç, hızarda biçilirken ağacın içinden “bismillahirrahmanirrahim” yazısı çıkmış. Eğer bu yazının doğal yolla olduğu ispatlanırsa, bunun inanmayanları uyarmak için “allahın bir mucizesi olduğu”ndan başka ne anlamı olabilir? Manço ve onu buna kışkırtanlar hemen bir bilim değil, ama “ilim” adamı oldular. Doç. Dr Hasan Vurdu, bu sayın ‘ilim’ adamı yazının “doğal yolla ” oluştuğunu ve “Allahın bir mucizesi olduğu” yollu raporuyla birlikle ağaç TV’de gösterildi. Bütün gericilik ve basınımızın önemli bir bolümü bu haberi yaydılar ve konu günlerce tanışıldı. Sadece tanrının varlığı değil, Allah’ın varlığının da kanıtı olarak sunuldu ağaç. Kısa bir süre sonra iki bilim adamı yazının “doğal yolla oluşmadığı” doğrultusunda rapor verdilerse de, önceki tartışma çeşitli çevrelerde sürdü gitti.
Açıkça anlaşılacağı gibi, asparagas habercilikte amaç, yığınların dikkatini dağıtmak, doğru bilgi edinmelerini önlemektir. Burjuvazi için basının işlevi göz önüne alınırsa asparagas habercilik burjuva basının ayrılmaz bir unsuru gibi görülür. Bizim gibi ülkelerde ise, bu, bizzat devlet ve burjuva siyasi partiler ve yüksek bürokrasi tarafından da desteklenen bir kurum olarak oluşup yaşamaktadır.
Kamuoyunu yönlendirmenin bir yolu: Gündemin değiştirilmesi
Toplumsal ilerleme, ya-da tarihin oluşmasında emekçi yığınların rolü resmi burjuva ideologları tarafından reddedilse bile; çoktan beridir, burjuvazi tarafından da biliniyor. Bu yüzden de olup bitenler onu yakından ilgilendiriyor. Çünkü yığınların denetim altında tutulması ile onların olup bitenler hakkında ne düşündüğü arasında yakın bir ilişki var. Ve biliniyor ki, eğer olup bitenler hakkında yığınlar burjuvazi gibi, ya da burjuvazinin istediği gibi düşünüyorsa henüz bir sorun yoktur. Yok, eğer tersi, yığınlar olup bilenlerle ilgili burjuvazi gibi ya da burjuvazinin islediği gibi düşünmüyorsa kıyamet yakındır.
Yığınları burjuvazi, gibi, ya da burjuvazinin onların düşünmesini islediği gibi düşündürmenin değişik yollan var. Bunların ilk ikisini bundan önceki bölümlerde gördük. Olayın çarpıtılarak gerçekle olduğundan farklı gösterilmesi ya da doğrudan asparagas habercilikti bunlar. Bir üçüncü yol ise; gündemin gündem olmayan olay ve olgularla işgal edilmesidir ki; çoktan beridir burjuva politikacılar ve burjuva toplumbilimcileri, psikologları vb. gibi bir uzmanlar ordusu bunun en iyi nasıl başarılacağını araştırıyor, basın radyo TV gibi iletişim araçlarının gelişmesinin de desteğinden bu konuda ileri adımlar atıyorlar.
Bizim ülkemizde 12 Eylül’cüler gündemi zorla kendileri belirleyerek bunu yaptı; zor, basın ve TV’nin desteği ile Anayasalarına % 91 oy sağladılar. 1983’ten bu yana da Özal ve çevresi basın ve TV aracılığı ile kamuoyu gündemini belirlemektedir. Üstelik bunu basınla alay ederek ve “göstere göstere” yaptığı halde her seferinde de başarmaktadır. Hiç kuşkusuz başarısında büyük burjuvazinin, dolayısıyla basın tekellerinin bilinçli desteği vardır, ama ona muhalif olduğunu iddia eden çevreler bile onun belirlediği gündemin dışına çıkamamaktadır. Bu nedenle de “muhalefet” ciddi bir varlık olmayı, Özal ve ANAP’tan ayrılığını olduğu kadarıyla bile onaya koymayı başaramamaktadır.
Hiç kuşkusuz bunda muhalefetin ne menem bir muhalefet olduğunun da rolü vardır, ama konumuz açısından bakıldığında, bugünkü duruma damgayı basan Özal ve ANAP’ın gündemi belirleme başarısını sürdürüyor olmalarıdır.
Nitekim bu yıl içinde yapılan (gazeteler ve sözde bağımsız kamuoyu araştırma kurumlarının yaptığı araştırmalara göre) değişik “kamuoyu yoklamalarında en çok konuşulan Özal’dır. Ana muhalefet başkanı bile S. Özal, bazen da Ahmet ve Efe Özal’dan sonra gelmektedir. Bu araştırmaların ciddiliği ve aynı zamanda araştırmanın kendisinin de saptırılmış olduğu bir yana, oyları % 20’lerin altına düşmüş bir iktidar partisinin hala iktidarda olmasında, gündemi belirlemeyi elinde tutmanın rolü inkâr edilemez olsa gerektir.
Nedir gündem? Gerçekte sınıflı bir toplumda birden çok gündem vardır, ama bunlardan birisi öne çıkıp diğerlerini baskısı altına alır ve bu yüzden de bütün bir toplumu ilgilendiren binek gündem varmış gibi görünür. Gerçekte ise, her sınıfın gündemi ayrıdır. Bugün, bizim ülkemiz koşullarında bakıldığında; birbirine karşıt iki gündemden söz edebiliriz. Birincisi emekçi sınıfların özgürlük ve demokrasi mücadelesinin konularından oluşan gündem, diğeri ise egemen sınıfların emekçi sınıfların mücadelesini baltalamak için kendi konularını öne çıkardıkları gündem ki, basında son bir yılda öne çıkan konulara baktığımızda; egemen sınıfların öne çıkmasını istedikleri sorunların, daha doğrusu sorunun kendisi emekçileri ilgilendirse bile egemen sınıfların istedikleri biçim ve kapsamda gündeme geldiği görülüyor. Soruna daha yakından bakıldığında ise, egemen sınıfların partileri içinde de gündemin Özal ve hükümet-ANAP üçgeni tarafından belirlenip yönlendirildiği görülüyor. Öyle ki, Özal’a muhalefet ettiğini iddia eden Sabah ve Cumhuriyet gibi gazeteler bile bu üçgenin çizdiği sınırları aşamıyor.
1990’ın başından itibaren belli başlı gazetelerin hangi konuları öne çıkarıp kamuoyu gündeminin konusu haline getirdiğine bakarsak, uluslararası planda ve uluslararası basın tekellerinin biçimlendirdikleri tarzda işlenen Bush-Gorbaçov zirveleri, AGİK, NATO, Gladio ve benzeri sorunların yanı sıra bizim basınımız tarafından üç-dört konunun yılın asıl gündemini oluşturduğu görülüyor. Bunlar, din, laiklik, Özal’ın yetki/yetkisizliği ve anayasa değişikliği, “erken seçim” ve cinsellik olarak öne çakıyor. Bunların dışında savaş, Kürt sorunu ve yılın son çeyreğinde grevler egemen sınıfların isteği dışında gelip gündeme girmişler ama onlar da basın tarafından egemen sınıfların çıkarlarına uygun, en azından onlar tarafından kabul edilebilir biçimler altında kamuoyuna sunulmuşlar.
Daha yılın ilk günlerinde, Romanya olaylarının dumanı üstündeyken, şu meşum “Ayasofya’nın cami yapılması” sorunu bizzat bakanların önderliğinde dinci çevreler tarafından öne çıkarılmış. Bu çıkış, orduda irtica soruşturması ile “dengelenirken”, türban kargaşası da yeni yılın ilk günlerinde yeniden alevlenmiş.
Tabii ki Ayasofya’nın ibadete açılmasına Cumhuriyet ve yazarları karşı çıkarken, örneğin Boğaziçi üniversitesi ve İlahiyat Fakültesinden bazı öğretim üyeleri de karşı çıkmışlar.
Daha birkaç yıl önce “dinin toplumu bütünleştiren bir unsur” olduğu gerekçesiyle dinciliği kışkırtıp okullarda din öğretimini zorunlu yapan kendileri değilmiş gibi, Hava Kuvvetleri “İrtica soruşturması” açmış ve gazetelerimiz, Generaller “ne yaparsa doğru yapar” anlayışıyla sorunu kamuoyuna sunuyorlar…
Dinciler 1990’da da bilinen taktiklerini sergiliyorlar. Konu “türban”. Kimi üniversite türbanı “yasaklarken” kimisi serbest bırakmış. Konuya ilişkin görüşler ve demeçler hemen yılbaşından itibaren yoğunlaşmış.
Din tanışması; 8 Ocakta “Diyanet Kuran’ında büyük yanlış: ‘tövbe etmeyeni öldürün” haberiyle biraz daha alevlenmiş.
22 Ocakta Adnan Hoca ve müritlerine baskın”la şenlenirken, Özal’ın New York’ta Azerilerin Şiiliği ve “bize uzak olduğu” konusundaki demeci muhalefeti de Türkçüleri de tartışmanın içine çekerek din tartışmasını koyulaştırmış. Yine Ocak sonunda Alevi-Sünni tartışması da “laiklik” sorununu da tartışmaya “Alevilik” renginde yeniden sokmuş. Ve 25 Ocakta Diyanet Özal’a manşetten yanıt vermiş. Ve aynı günlerde, Alevilik Nokta dergisine kapak olurken, adeta bir merkezden yönetilircesine ve alışılmış tepkinin çok ötesinde bir “duyarlılıkla” belli başlı gazetelerin manşetine çıkmış. Dahası, hızını almayan Cumhuriyet, Güneş, Sabah 15-20 gün sürecek “Alevilik” dizileri başlatıyor ve 1300 yılık yeni keşfedilmiş gibi “dedelik”ten cem törenlerine okuyucuya açılıyor. Bu ara öteki kazançları bir yana bırakılsa bile gazeteler büyük tiraj alıyor ve Cumhuriyet tarihinde ilk kez 200 binin üstüne çıkıyor. Tabi bu arada dedeliğin yeniden ihyası için “ilericiler” görüşler öne sürüp, Aleviliği irticaın panzehiri olarak ele aldıkları doğrultusunda, yorumlar öne sürülüyor. Alevilikle ”sosyalizm” ve “hümanizm” keşfediliyor. Kendilerinden önce o yollardan geçenlerin nereye vardığı görmezden geliniyor. Dine karşı dini çıkararak irticaın alt edileceği hayalleri yayılıyor, taktikler geliştiriliyor. İrticai generaller yoluyla yok edemeyeceğini nihayet “anlayan” uyanık aydınlar, Atatürk’ün verdiği bu görevi bu sefer de alevi emekçilerle yapmaya çalışıyor.
Bizde gündemin başköşesine çıkarılınca olacak, İngiliz ve Amerikan gazeteleri de Türkiye’de İslam’ın tehlikeli bir atak” içinde olduğunu yazmışlar ve laiklik savunucusu basınımız da bunları hemen aktarmış.
Laiklik-din tartışmasını gündeme getirmenin bir vesilesi de M. Aksoy, Ç. Emeç, T. Dursun ve B. Üçok’un öldürülmesi olmuş. Ve gazetelerimiz, irtica ile bu aydınların öldürülmesi arasında bağ gördüğünden irticayı lanetlemiş, ama geçen sayımızda da değindiğimiz gibi dinciliği eleştirirken ona laiklikten ödün de vermiştir.
Türban sorunu, bazen hükümet tarafından kışkırtılarak, bazen YÖK’ün tezgâhlamasıyla yıl boyunca gerici çevrelerin en kar getirici sermayesi olmuş. Basınımız da konuyu öne çıkararak gericiliğin propagandası için ortamı uygun hale gelirmiş.
Din olur da, peygambersiz olur mu? Ama günümüzde “gerçeği” pek bulunmadığından yalancısı gündeme girmiş. Ve basınımız habercilik adına ABD’de çıkan “yalancı peygamber”i (sanki doğrucu peygamber varmış gibi) tefrika etmiş. Örneğin Nokta Dergisi 4 Şubat 1990 tarihli sayısını bu yeni “UFO dini”ne ayırmış:
“Hollywood’daki peygamber Sir George King:Tanrı dünyalılarla doğrudan değil Merihliler aracılığı ile görüşüyor.’ dedi. Türkiye, İngiltere ve ABD’de yeni dinin temsilcileri… Kozmik iletişimle yazdırılan kutsal kitaplar…Nokta, tapınaklarına girdi… ayinlerine katıldı, ‘peygamber’le konuştu. …’ ‘İsa bir tüp bebekli… Kuran 1999’e kadar tüm haberleri içinde toplamıştır… vs. vs.”
Görüldüğü gibi tam gündemi saptıracak konu. Bir yandan “iletişim”, “UFO”, “kozmik ışın” gibi “çağdaş” ama spekülasyona açık “zararsız” konular. Öte yandan 1999’a kadar da olsa Kuran’a bir “doğrulama”. Hollywood-peygamber sözcüklerinin bir araya getirilmesiyle boş (gerçekte boş değil, lam bir kafa karıştırma çabası) tanışma için sınırsız bir malzeme.
Günlük basınımızda gündemi çarpıtmaya yönelik diğer malzeme ise; Özal, ailesi, Cumhurbaşkanı’nın yetkileri ve erken seçim olmuş.
Gazeteler gözden geçirildiğinde şu pek çarpıcı olarak görünüyor. Yılın ilk günlerinde “Özal’ın Çankaya’daki yetkileri” tartışılmaya başlanmış hemen her gün gazetelerde bu konu, bazen “aile”nin bulaştığı rezalet ve yolsuzluklarla süslenerek, bazen de erken seçim ve ANAP içi tartışmalarla iç içe sürmüş, nihayet son haftalardaki “sine-i millet” tartışmalarıyla yeni boyut kazanmıştır.
Bu tartışmalar içinde Özal’a övgüden sövgüye her şey söyleniyor. Muhalefet için de, “beceriksizlikken “kurtarıcı”lığa her yakıştırma yapılıyor ama “ilericisinden” gericisine basın şundan özellikle kaçınıyor: Özal değil de, İnönü ya da Demire! Cumhurbaşkanı olsa diktatörlük daha mı demokratik olurdu, ya da erken seçim neyi değiştirecektir, emekçiler daha çok mu özgürlüğe sahip olacak, daha iyi mi yaşama ve çalışma koşullarına kavuşacak sorusunun sorulup tartışılmasından… Sadece herkes kendi tuttuğu taraf gelirse her şeyin daha iyi olacağı konusunda demagojik bir kampanya yürütüyor.
Ve “kamuoyu yoklamaları” da kaçınılmaz olarak yığınların işte bu konuları konuşarak yatıp kalktıklarını gösteriyor.
Son bir yıllık gazetelere göz atıldığında basınımızın “kamuoyuna” sunduğu konulardan birisinin de Cezaevleri, idamlar, ceza uygulamaları vb. olduğu görülüyor. Bir yandan cezaevlerindeki kütü yaşama koşulları ve yıllardır cezaevinde yatan devrimci tutsaklara baskı ve politika dışına itme çabalarına karşı tepkileri, öte yandan bakanlığın ikide bir “iyileştirme” adı altında cezaevlerinde baskıyı artırma girişimleri ve tabii bu girişimlere karşı gösterilen ve genellikle “açlık grevi” biçimindeki tepki basınımızı, aralıklarla da olsa, yıl boyunca meşgul etmiş.
Soruna iletişim ve iletişimin kamuoyu oluşturmadaki rolü açısından bakıldığında konuyu gündeme getirmek ve gündemde tutmak isteyenler, toplumumuzun en duyarlı kesimi olan ilerici demokratik çevreleri böyle hassas oldukları bir konuyla sürekli oyalamayı, onların özgürlük ve demokrasi mücadelesinin diğer sorunlarından uzak tutmayı amaçladıkları görülüyor. Özellikle son yıllarda kazanılan haklara saldırının arkasında bu niyetin yattığı açıkça görülüyor. Adalet Bakanlığı ya da hükümet, sık sık “idamlar” ve “cezaevleri” sorununu bu nedenle gündeme getirmeye önem veriyorlar. Ama tabii bir taşla da iki kuş vuruyorlar çoğu zaman. Bir yandan içerideki ve dışarıdaki devrimci demokratları cezaevleri sorunuyla ilgilenmeye zorlarken, öte yandan da cezaevlerinde yaşama koşullarını kötüye götürme girişimlerini yoğunlaştırarak, kimi kazanılmış hakları da yok etmeyi başarıyorlar.
Kamuoyu gündemine özellikle sokulan konulardan birisi de cinsiyetle, özellikle de kadın cinsiyle ilgili sorunlar.
Bugün bütün kapitalist ülkelerde, kadının ve cinsiyetinin bir meta olarak kullanıldığı, basının da “tiraj artırmak ve bilinç çarpıtmak” vb. amaçlarla bu imajı kullandığı biliniyor. Bizim ülkemizde ve diğer kapitalist ülkelerde sadece kadın ve cinselliğini konu edinen pek çok dergi ve gazete var. Sadece bizim ülkemizde, şu anda çıkan, bu konuya ilişkin dergi ve gazetelerin adı bile bu sayfayı doldurur. Ve elbette bir yanıyla bu yayınlar, en azından, kamuoyunun sağlıksız oluşmasının bir unsuru oluyorlar. Ama bu yan bizi bu yazı çerçevesinde doğrudan ilgilendirmiyor. Burada bizi ilgilendiren “ciddi” yayın organlarının konunun ciddi yanı üstündeki yayınları.
Son 1 yıl içinde çıkan belli başlı gazetelere bakıldığında, kadın sorunu türbana, İslam dininin kadını ele alışına ya da feminist çevrelerin etkinliklerine bağlı olarak gündem konusu olmuş. Ama bunların yanı sıra, Sabah, Güneş, Hürriyet, Günaydın gibi gazetelerle Nokta dergisi kadının erotik yanını öne çıkaran, bunu bazen “bilimsel gerekçelere” dayanarak, bazen de “kadın hakları” uğruna yaptıkları iddiasıyla yapmışlar ve bu yayını kesintisiz sürdürmüşler.
Dinciler “sürekli olarak dinde kadının “yüce bir varlık” olduğunu iddia ederken, aynı zamanda din kurallarını savunurken de kadını aşağılamışlar (M. Keçeciler, C. Çiçek gibi bakanlar konunun gündemde tutulması için özel bir çaba harcamışlar), laik ilerici kadın çevreleri ise, bu saçma sapan tezler üstüne paneller, gösteriler düzenlemek, gazete köşelerinde makaleler yayınlamak gibi pek çok etkinlik gerçekleşmiştir. Örneğin C. Çiçek “flörtle fahişelik aynı şeydir”, arkasından Korkut Özal, “kadının elini sıkan erkeğin abdesti bozulur”, ya da bir başka ticani “eğer kadının sesi erkek tarafından duyulacak kadar yüksekse bu ses zinası olur, onun için kadınlar ağızlarına birer küçük çakıl tanesi alarak konuşmalıdır” gibi şeyler zırvalıyorlar. Bir de bakıyorsunuz herkes bu zırvaları tartışmaya başlıyor. Kimisi bunların “İslam’ın inanç sistemi” olduğunu iddia ederek savunuyor, kimisi “bunlar sonradan uydurulmuş, Müslümanlık gibi kutsal bir dinde böyle şeyler yoktur”, kimisi de “bu laikliğe aykırıdır” diye fetvalar vererek sonu gelmez tartışmalar başlatıyorlar. Ve sonra bir sonuca ulaşamadan bu tartışmalar yatışır gibi olunca bilmem hangi din adamı, kadınlar için “yeni” bir dini yasağı anımsayıveriyor, haydi yeni bir tartışma başlıyor. Bu arada, birisi yeni bir zırva dini yasak öne sürünceye kadar eskisi üstünde tepişiliyor.
Söylenenlerden de anlaşılıyor olmalı, ama bir kez daha belirtelim ki; burada amacımız ne irtica sorununu küçümsemek, ne Özal-ANAP hanedanının yaptıklarının gözden uzak tutulmasını istemek, ne de şeriatın kadına karşı düşman tutumunu önemsemezliktir. Ama yanlış olan gündemin bunlarla doldurulmasıdır. Asıl orman dururken bir bir ağaçların gündeme getirilerek kamuoyunun burjuvazinin islediği doğrultuda oluşmasının sağlanmasıdır. Nitekim yakardaki konuların nasıl gündeme getirildiğine bakıldığında şu açıkça görülüyor. Bütün bu konular alevlendirilerek hükümet ve devletin çeşidi kurumları ya da bu kurumların başındaki kişilerce gündeme getirilmiş, basın da bu konuyu bilerek ya da yukarda sözü edilen zaaflarından dolayı alıp tartışma ortamına sokmuştur. Eğer yakından bakılırsa. Laiklik ve din tartışmasının çeşidi bahanelerle hep dinci çevreler tarafından ısıtılıp gündeme sokulduğu, cezaevleri ve idam sorununun yine hükümet ve Adalet Bakanlığı tarafından sık sık gündeme getirildiği, kadın sorununun da yine dinci çevreler ve hükümet tarafından gündeme sokulmaya çalışıldığı görülecektir. Hatta Özal ve ANAP yönelik sözde kötüleme ‘kampanyalarının bile bizzat ANAP ve Özal’a çevresinden yönlendirildiği şüphe götürmez bir gerçek olarak ortaya çıkıyor. Çünkü kötülüyor gibi görünen propaganda öylesi bir mizansenin parçası ki, kötüleme bile Özal-ANAP hanesine yazılıyor. Bu yüzdendir ki, kamuoyumuz yıllardır hükümetlere karşıymış gibi, gericiliğe karşıymış gibi konuları tartıştığı halde ne hükümetler bundan ciddi biçimde etkilenip tavır değiştiriyor ya da kendileri değişiyor ne de gericilik zayıflayıp inine çekiliyor.
Kürt sorununun silah zoruyla da olsa kendini gündeme getirip yerleştirdiğini daha önce belirtmiştik Ağustos başından itibaren de savaş kendini gündeme soktu. Yılın son çeyreğinde ise, bir genci grev ihtimalinin artmasıyla birlikle işçi sınıfının sorunları gündeme girdi. Bunlar elbette gündemin gerçek maddeleri ama burjuvazi ve basını bu gerçek maddeleri çarpıtarak, kendi işine gelecek biçimde biçimlendirerek gündemleştirmeye çalıştı, çalışıyor. Kürt sorunu “bölücü”, “terörist” demagojisi içinde, savaş sorunu en ciddi basında bile “Türkiye’nin çıkarları” etrafında, işçi sınıfının sorunları ise, ücret ve “hükümetin sorun çıkardığı” merkezinde tanışmaya sunulmaya çalışılıyor. Yine burada da burjuvazinin elindeki en etkili kamuoyu çarpıtma aracı basın, özellikle de belli başlı gazeteler.
Kısaca söylenecek olursa, elbette Laiklik ve dincilik de, Özal-ANAP iktidarının bütün pislikleri de, seçim ve parlamento da, cezaevleri ve idamlar sorunu da, kadınlar üstündeki cins baskısı da toplumun bir sorunu olarak tartışılacak bu konulara ilişkin talepler için de eylemler gündeme gelir, gelecektir. Ama burada yanlış olan, bizim bunların zorla ve suni olarak gündeme sokularak gündemin çarpıtılması dediğimiz: bunları kapitalizmin, dini afyon olarak kullanması ve toplumsal işlevinden bağımsız olarak dinin, bizzat diktatörlüğün yapısından bağımsız olarak hükümet ve Özal’ın, demokrasi mücadelesinin ana sorunlarından bağımsız olarak idam ve cezaevleri sorununun, ya da emekçilerin kurtuluş mücadelesinin bir parçası olarak ele alınmayan bir cinsiyet sorununun gündemi çarpıtması, kamuoyunun yanlış biçimlenmesine yol açmasıdır.
Kamuoyunu oluşturmada en etkili ve en sinsi araç TV
İletişim ve kamuoyu oluşturulması konusunda inceleme yapan uzmanların ortak kanısı, Alman kamuoyunun oluşturulup NAZİ partisinin amaçları doğrultusunda yönlendirilmesinde radyo belirleyici bir rol oynamıştır. NAZİ’ler radyoyu başarılı bir biçimde kullandıkları için öyle uzun bir süre iktidarda kalabilmişlerdir.
Gerçekten de 1920-1930’lu yılların harikası radyodur. Belirli sayıda basılan ve ancak her gün belirli bir para ödenerek alınabilen ve ayrıca da “okuma güçlüğü” gibi bir sorun da taşıyan gazeteye göre radyo, milyonlarca insana aynı anda hitap edebilmesi, dinleyiciye seçme şansı bırakmaması, devlet ve hükümet yetkililerince kolayca denetlenebilir olması vb. bakımdan yepyeni ve yazılı basına göre ölçü kabul etmez üstünlüklere sahipti. Ve gerçekten de NAZİ propaganda Bakanı Göbbels’in liderliğindeki NAZİ propagandası radyoyu kendi insanlık dışı amaçları için başarıyla kullandı.
Ama bugün radyonun pabucu dama atılmış durumda. Şimdi radyoya üstünlüğü ölçü kabul etmez bir başka iletişim aracı var. TELEVİZYON!
Radyo, sadece sesle kulağa hitap ederken TV hem kulağa hem göze hitap ettiği gibi “inandırıcılık” olarak da tanışılmaz bir üstünlüğe sahiptir. Bu yüzden de TV hem kamuoyunun burjuvazi tarafından oluşturulup yönlendirilmesi bakımından hem de burjuva siyasi partilerinin kendi aralarındaki yarışla neredeyse belirleyici öneme sahip olmuştur. Örneğin Uzmanlar 1961’deki Nixon-Kennedy yarışını Kennedy’nin kazanmasını TV’yi Nixon’dan iyi kullanmasına bağlıyorlar. Ya da 1983 seçimlerinde ANAP’ın başarısını yine TV’nin Özal tarafından iyi kullanılmasına bağlanıyor. Kuşkusuz bu kesin savlarda yine bir “uzmanlık” hastalığı görmek olasıysa da kamuoyunun yönelişinin etkilenmesinde TV’nin önemli bir payı olduğu da inkâr edilemez.
Burada, insan düşüncesine etki edilmesinde görme ve işitme duyusuna aynı anda hitap etmenin önemi tartışılamayacak kadar açık. Dahası zaten okuma alışkanlığının asgari düzeyde olduğu kapitalist toplum insanı birçok bakımdan kendine hiç bir zahmet vermeden, üstelik de bütün alışkanlıklarını ve zayıflıklarını istismar ederek kendisini “eğlendiren” bir araca esir olmaya hazırken, TV’nin etkisi daha da tartışılmaz oluyor. Örneğin herhangi bir konuda normal tanışma kuralları içinde kabul edemeyeceğiniz şeyleri TV öyle bir mizansen içinde sunuyor ki; farkında olmadan bilinç olarak karşı olduğunuz bir şeye yandaş olabiliyorsunuz. Bir Amerikan askerinin Kore ya da Vietnam da başına gelenler öyle sunuluyor ki, ona acıyor, ya da hayran olabiliyorsunuz. Ya da bir İngiliz misyonerinin hasta zenci çocuklara gösterdiği “ilgi” öyle başınızı döndürüyor ki, yerlilerin ona gösterdiği tepkiyi “ilkelin vahşiliği” olarak suçlanabiliyorsunuz. Çoğu zaman da önceleri size çok itici gelen sözcükler giderek sizin kullandıklarınız arasına giriveriyor… Böylesi etkili bir araç TV… Hele haberler ve haber programlar belirli bir dünya görüşüne sahip kliklerin elindeyse, dünyada hem Olup bitenlerin resmini ekranda seyredip hem de olan bitenin gerçekte olandan tamamen farklı şeyler olduğu konusunda “bilgilenebilirsiniz”. Çoğu zaman da öyle oluyor. Ekranda olay izleniyor, ama fondaki ses olayın nedenlerini bildiği gibi aktarıyor, sonra da yapılmış pek çok röportajdan sadece işine gelenleri ekrana getirip olayı kanıtlarla açıklığa kavuşturmuş oluyor. Hele bizim gibi haberciliği ve programcılığı da azgelişmiş olan ülkelerin TV’si için o gün dünyada olup biten, önce Cumhurbaşkanının, sonra Başbakanın, sonra bakanların söyledikleri, daha sonra da Bush ve Gorbaçov’un o gün ne yaptıklarından ibarettir. Bunların dışında bütün olup bitenler ise, onların olmasını istedikleri gibi sunulur. Örneğin dünyada hiç Kürt yoktur. Kürtlük adına savaşanlar da, “vatan haini”,”Türklük düşmanı bölücüler”dir. Ya da, Örneğin Zonguldak’ta bir grev yoktur, varsa bile her gün on binlerce emekçi sokaklarda hükümeti protesto etmiyordur. Ama Yunanistan grev ve genel grevlerle çalkalanıyordur. vs. vs.
Evet; burjuvazi, kamuoyunu oluşturmak ve yönlendirmek için bütün olanaklara sahip görünüyor. Ama gerçeğin sadece bir yanı bu. Birde bütün değiştirme çabalarına karşın direnen nesnel gerçeklik ve gerçeği bütün çıplaklığı ile sergilemek için savaşan yeni bir toplum kurma uğruna savaşan güçler var. Dolayısıyla da aralarında araçlar bakımından güç farkı olsa da kamuoyunu kamunun çıkarı doğrultusunda oluşturmak için çaba gösterenler var. Gerçeği çarpıtmak isteyenler olduğu sürece de olacak. Yani, burjuvazinin propagandası karşısında başka bir dünya görüşünün propagandası var. Burjuvazinin iletişim tekeline karşı proletaryanın, emekçilerin kendi iletişim araçları kendi iletişim kaynak yolları var. Bu da bir dahaki yazımızın konusu olacak.

Ocak 1991

Yorumlar kapatıldı.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑