Din, Laisizm, Ateizm ve Dincilik

·    İşçi ve emekçilerin yükselen mücadelesi karşısında burjuvazi, din ve dincilik silahını biliyor.
·    İslam ve dincilik hem “papaz” hem cellât rolünde.
·    Dinci terör laik aydınları sindirmeye yönelik.
·    “Tanrıları korku yarattı”. Din insan acizliğinin ürünüdür.
·    Laisizm ateizmle birleşmiyorsa, yetersizdir.
·    Sınıf mücadelesine bağlanmadan dine karşı gerçek bir savaş yürütülemez.

Türkiye proletaryası içinde, bugüne dek benzeri görülmemiş bir mayalanma var. Proletarya, şurada burada çeşitli taleplerle ayağa kalkıyor. Talepler, henüz genellikle ekonomik içerikli. Ancak ekonomik nitelikli taleplerin aşıldığı da oluyor ve bu yönde bir gelişmenin güçlü belirtileri görülüyor.
Proletarya, birdenbire bir çığ gibi patlayan 89 Bahar Eylemlerinden geliyor. Ücret artışı istemişti, ekmek işlemişti, örgütlenme ve talepleri için eylem hakkını ortaya koymuştu, üstelik yalnızca istememişti de. Bahar Eylemleri sonrasında eylemliliği tümüyle durmadı, şöyle bir şiddeti hafifleyip duralasa da, bir yatışma sağlanmadı, göreli de olsa bir “iç barışa” varılmadı. Proletarya hareketliliğini sürdürdü.
Sürdürmeden edemezdi. Yaşama koşulları ve emeğin koşulları alabildiğine kötüydü. Ücretler, yıllardır mutlak olarak düşmüştü, sağlanan ücret artışları, durmak bilmeyen enflasyon karşısında anında eriyordu. Hak taleplerini ve mücadelesini, bu mücadelenin örgütlenmesini olağanüstü dar bir yasal çerçeveye sıkıştırarak neredeyse tümden engelleyen siyasal koşullar her bir adımda proletaryanın önüne dikiliyordu. Üstelik bir türlü içinden çıkılamayan ekonomik istikrarsızlık ve kapitalist kriz, Amerikancı yardakçıların Körfez bunalımına balıklama dalmalarıyla tahrip edici, yıkıcı gücü daha da anmış olarak, rolünü oynamaya devam ediyordu. Son aylarda sanayi üretimi, özellikle imalat sanayi üretimi önemli oranda düşmüştü. Dış ticaret ve dış ödeme dengeleri açık vermekteydi. Para değer kaybedip duruyordu, zamların önü alınmaz olmuştu. Birinci olarak bu nedenden ve ikincisi -özellikle devrimci örgütlenmeye yatkın mayalanma ortamında- uzun süreli işçiliğin örgüt “belası”na yol açıyor olmasından ve bir üçüncüsü, sigorta, kıdem tazminatı vb. gibi harcamaları en aza indirmenin bir yöntemi olarak yoğun işçi çıkarımları başlatılmıştı.
Ücret artışı, özellikle sendikal örgütlenme ve eylem özgürlüğü (grev hakkı önündeki engellerin aşılması amaçlı) ve iş güvenliği, proletaryayı hareketlendiren başlıca talepler olarak öne çıktı. Yılsonu ve 91 başı yeni bir toplu iş sözleşmesi dönemi. Görüşmeler milyona varan işçiyi kapsıyor. Bu durum, taleplerin ve bu yönde mücadelenin önemini artırdı. İşçi hareketlenmesi ciddi boyutlar kazanmaya yönelerek büyüyor ve gelişiyor. Şimdi genel grev, pratik bir sorun olarak geniş işçi katmanları ve bazı sendikacılar arasında tartışılıyor.
Ve Körfez krizi yaşanan dönemi daha karmaşıklaştırdı ve zorlaştırdı. Bu krizin yol açtığı ek yükler işçi sınıfının sırtına yıkılmak isteniyor. Krizin ve savaş hazırlığının sertleştirdiği ortamda, fırsatı ganimet bilen burjuvazi ve onun siyasal temsilcileri sınıfa ve emekçi halka karşı yeni saldırılara yöneliyor. Ve hem de Türkiye Ortadoğu’da kendisine biçilen yeni role koşar adım soyunarak emekçileri müdahaleciliğe ve savaşa ısındırıp seferber etmeye, engelleyici faktörleri izole etmeye girişiyor. Bu nedenlerle sınıf mücadelesinin koşulları sertleşip zorlaşıyor.
Bahar Eylemleriyle burjuvaziyi korkutan proletaryanın, toplumu sarsan hareketliliğinin bir aşaması olarak başlamakta olan -ve hatla başlamış olan- yeni bir grev ve direniş dalgası, başlıca ekonomik hak talebi mücadelesi. Memurları da kucaklayarak gelişmekte olan ve merkezinde örgütlenme talebi olan siyasal demokrasi mücadelesi. Yıllardır neredeyse küflenmiş olan ama Körfez krizinin güncelleştirdiği, özellikle savaşa karşı yönüyle yeniden gelişmeye başlayan anti-emperyalist uyanış. Ve son olarak derinden derine, tüm toplumsal muhalefeti peşine takmaya aday potansiyeliyle yükselme içine giren proletaryanın sosyalist mücadelesi. Bu mücadeleler, birkaç yıl öncesiyle karşılaştırıldığında artık küçümsenmeyecek faktörlerdir. Ve günümüze dek olmadık bir biçimde, öğrenciler ya da başka katmanlar değil, proletaryanın mücadelesi yükselişin en önündedir ve proletarya diğer sınıf ve tabakalan etkileyerek, peşine takmaya başlayarak, sınıf mücadelesine damgasını vurmaya yönelmiştir. Bugün bu damganın henüz geniş ölçüde ve ölçekte sınıf bilinçli proletarya tarafından vurulmuyor oluşu az önemlidir. Gelişme, bir kez gerçek temeline oturmuştur ve gidiş, siyasallaşma ve sınıf bilinçli proletaryanın önderliği gerçekleştirmesi yönündedir.
Burjuvazi, Ortadoğu’ya yönelik yeni hesapları da dikkate alındığında ve üstelik içinden çıkamadığı ekonomik ve siyasal istikrarsızlık koşullarında, bu mayalanma ve gelişmelere karşı önlemler geliştirmezlik edemezdi, edemiyor.
Her zamanki temel silah, bürokratik militarist şiddet ve terör aygıtının durmaksızın yetkinleştirilmesi, vazgeçilmez eğilimidir burjuvazinin. Bu yapılıyor. Körfez krizinin de etkilediği koşullarda terör makinasının güçlendirilmesi için harcamalar artırıldı. Özellikle K…tan’da yeni askeri ve polisiye düzenlemeler yapılıyor, yeni özel birlikler kuruluyor, çeşitli birlikler yeniden konumlandırılıyor, geliştirilmiş silahlarla donatılıyor vb. Yeni kararnamelerle (413, 425) demokratik haklar hemen tümüyle kullanılamaz hale getirilmiştir. Sıkıyönetim lafları edilmeye başlanmıştır. Verilmiş idam “cezaları”nın infazı gündeme alınmıştır. Sözün kısası cellât işbaşındadır. Zor, toplumsal yaşamın ayrılmaz bir parçası olarak rolünü artırarak oynamaktadır. Hiçbir “ulusal mutabakat” ve yasal meşruiyet propaganda ve çabası, cellâdın güçlendirilmekte olan rol ve işlevini gözlerden gizlemeye güç yetiremiyor. Siyasal ve ekonomik yaşamın ne denli zor ve zorbalık üzerine kurulu olduğunun görülmesini engelleyemiyor. Bu zor ve zorbalık koşullarında, olsa olsa, yasala meşruiyet ve “ulusal mutabakat” tezleriyle burjuva gericiliğinin meşrulaştırılmasına soyunanlar proletarya ve emekçiler içinde tecrit oluyorlar. Bu koşullarda, yasalcı meşruiyetin burjuvazinin yeni saldırıları, saldırı yasaları ve kararnamelerine destek veren, “ulusal mutabakatın burjuvazinin yeni saldırılarını onaylayan, bunlarla “mutabık” olduğunu ilan eden içeriği, işçi sınıfının en gen tabakalarında bile nefret uyandırıyor.
Ve ikinci önlem olarak “papaz”ın rolü, saptırıcı yatıştırıcılığın önemi artmaktadır. “Papaz”a verilen değer bilinçli olarak yükseltildikçe yükseltilmektedir.
Türkiye’de “papaz”, ilk kez bu denli gerçek papaz olmaktadır. Bizde “papaz” şeyhtir, hoca ve imamdır, seyyittir, dededir. Din ve dincilik, dinsel fanatizm. Bayar-Menderes dönemini de aratırcasına, ilk kez bu kadar devletle birleşmiş halde ve gelişkin boyutta proletarya ve emekçilerin karşısına sürülmüş durumdadır.
Kuşkusuz bunun nedenleri var. Yatıştırıcı diğer faktörler bugün ciddi ve alternatif bir güç oluşturmaktan uzaklar. Sosyal demokrasi, bir türlü iç çekişmelerinden kafasını kaldıramamakta, hizip çatışmalarını aşamamakta, bölünmüşlüğünü giderememekte ve bu yüzden burjuvazi açısından tercih edilir bir durumda bulunmamaktadır, ikincisi, oldukça sert, çatışmalı sınıf karşı ılıkları ve mücadelesi koşullarında, işçi ve emekçi gibi sınıf kavramları kullanarak yapılmaya çalışılacak bir yatıştırıcılık ve sağlanmaya çalışılacak “sınıf barışı”, başarı kazanmaya aday görünmemekte ve zaten olamamaktadır. “İç barış’ın “sınıf barışı” olarak gerçekleştirilebilme olanağı da hemen hemen yok gibidir. Başlıca bu nedenle SHP ve DSP gibi sosyal demokrat partiler ne doğru dürüst alternatif olacak bir program ne de bu programı uygulamaya yetecek bir güç oluşturabilmektedirler. Sınıf karşıtlığı ve mücadelesinin sen koşullan, onları işçi ve emekçilere pek fazla taviz sunamaz ve dolayısıyla peşlerine takamaz politikalar savunmaya itmektedir. Bunda, dünya ve özellikle Doğu Avrupa’daki gelişmelerin yol açtığı ideolojik-siyasal karmaşa ve klasik kapitalizm ve piyasa ekonomisinin kazandığı varsayılan “zafer”in, sosyal demokrasiyi “sosyal piyasa ekonomisi”nin ötesine geçerek, devletleştirmeleri ve sosyalizasyon önlemlerini bile savunmaktan caydıran moral ve ideolojik çöküntünün rolünü saptamak doğru olacaktır. Ancak Türkiye’de sosyal demokrasi, dünyadaki benzerlerine göre daha da geri bir konuma savrulmuş durumdadır. Sen sınıf mücadelesi koşulları ve 12 Eylül’den çıkardığı “dersler”le, sosyal demokrasi, çok küçük itirazlarla burjuvazinin has partilerinden kendini ayırmaya çalışmakta, proletarya ve emekçi halkı büyük burjuvaziyle uzlaştırmaya sevk edebilmeye yeterli olmayacak, bu uzlaştırmaya pek elvermeyen tutumlar geliştirmektedir. Ekonomik açıdan emekçilere kırıntılar bile vaat edememekte, siyasal açıdan ise kendisini Eylülcülükten hemen hiç ayıramamaktadır. Ne ekonomik ne de siyasal açıdan emekçilere umut olarak gösterebileceği sloganlara sahip sosyal demokrasi. Çoğu kez DYP’nin geminde kalıyor. Eylül’ü bile eleştirmiyor. Buna rağmen burjuvazi, ANAP’ın güç kaybetmesi karşısında SHP ve son zamanlarda güçlenme olasılığını dikkate alarak DSP’yi elinin altında tutuyor, ama ciddi bir güç ve alternatif oluşturmadıklarını da görüyor.
Burjuva yasallığı alanının yeni “gücü” TBKP’nin bu açıdan ciddiye alınacak durumu hiç yok. Onlar ne SHP ve DSP’den ideolojik, siyasal ve sloganlarda bir farklılık taşıyorlar ne de onlar kadar bile bir güç oluşturuyorlar. Burjuva siyaset alanına çeşni bile katamayacakları görülüyor.
Din ve dinciliğin yatıştırıcı rolünden yararlanma bu koşularda daha da önem kazanıyor. Kuşkusuz dinin siyasal bir meta olarak kullanılması, diğer yatıştırıcı unsurların güçsüzlüğüne bağlı değildir. Ancak başka unsurların önemsiz oluşu onun önemim artırmaktadır.
Ve üstelik din ve dincilik, biraz da karşıt güçlerle çatışması içinde tarihsel gelişiminin de etkisiyle, yanı sıra günümüzde rollerini oynayan bir dizi faktör nedeniyle, yalnızca yatışıma “papaz” rolünü oynamakla kalmamaktadır. Bir yanağına tokat atana diğer yanağını döndüren İsa’nın dininden farklı olarak doğasında zor ve savaşçılık olan İslam dini, aynı zamanda cellât rolünü oynamanın ya da zaten temel gücü tarafından oynanmakta olan bu rolü güçlendirmenin zeminini de oluşturmaktadır.
Yatıştırıcılıktan teröre kadar işlev ve kullandığı araçlar çeşitlenen dincilik, bugün ve geleceğe yönelik olarak dikkate alınması, amaç, hedef, nitelik ve kullandığı araçlar açığa çıkarılıp işçi ye emekçiler üzerindeki etkisi kırılmaya çalışılması gereken bir güçtür. Bilinmelidir ki, Türkiye Ortadoğu’ya yönelik yeni bir role soyundurulmaktadır ve bu rolün gerçekleşmesinde din önemli bir faktör olacaktır, şimdiden böyledir. Körfez’de savaş çıksın çıkmasın, Ortadoğu’da dengeler değişmekledir, yeni dengeler oluşmaktadır. Lübnan’daki son gelişmeler bunu bir göstergesidir. Hıristiyan general Aoun devreden çıkarılmıştır. Bunda Amerikan-Suriye yakınlaşmasının rolü reddedilemez. EMEL ve Hizbullah örgütleri dâhil milis örgütlenmelerinin devreden çıkarılması gündemdedir. Yeni bir Lübnan kurulmaktadır. Filistinlilerin de bu çerçevede güç ve mevzi kaybedecekleri kolaylıkla tahmin edilebilir. Orada yeni bir statüko oluşuyor. Bu oluşumun nerede duracağı şimdilik meçhuldür. Ancak temel oluşturucu Amerikan emperyalizminin amaçlan gelişmelerin neleri hedeflediği hakkında bir fikir verebilir. Ve Türkiye, Amerikan amaç ve planlarında, söylendiğine göre, “temel direk”tir. NATO Genel Sekreteri Manfred Wörner Türkiye’nin yeni rolünü şöyle açıklıyor:
“Kriz sona erdikten sonra Türkiye, coğrafi durumu, siyasi önemi, ekonomik gücü, tarihi gelenekleri ve hatta din faktörü sebebiyle Ortadoğu’da çok önemli bir rol oynayabileceği gibi, bu rolü oynamak zorundadır da. Türkiye’nin üstleneceği rol, istikrarın sağlanması rolü olacaktır. Bölgede yeni bu güvenlik yapısı oluşturulması halinde -ki ben bunu tamamıyla destekliyorum. Türkiye bu yapının temel direği olacaktır.”
Türkiye’ye yeni rol ve rolün nedenlerinde biri “din faktörü”! Doğal. Bölge, İsrail dışta tutulursa İslam ülkelerinden oluşuyor. Ve Türkiye de “İslam ülkesi”. Laiklik nedeniyle Ortadoğu’nun İslam ülke ve halkları pek sıcak bakmıyorlar Türkiye’ye. Ama serde İslamlık var ve bu laiklik sorunu Amerikan planlarında kuşkusuz halledilebilir bir sorun. Türkiye’nin gerçek İslam için hazırlanması gerekiyor. Ve “İslâm mücahitleri” bir süredir Türkiye’de toprağı sürüyorlar. Ülkeyi, en azından, İslam Ortadoğu’da kabul edilebilir hale getirecekler. Şeriat devleti haline geliş, belki Avrupai eğitimden geçmiş burjuvalarımızın ve Kemalist gelenek içinde yetişmiş ordunun pek hoşuna gitmeyecek, ancak onların rahatını ve konumlarını bozmayacak buna yakın bir durum yaratılabilir!
Amerikan emperyalistlerinin Türkiye’ye yönelik bu planları yeni de değildir. İran devrimi ve bölgede Amerikan emperyalizminin başlıca dayanaklarından biri olan Şah’ın düşüşünden beri. hatta daha öncesinden, Türkiye bölgeye yönelik olarak kullanılmak peşindedir. Eylül darbesiyle birlikte dinciliğin her alanca ve devlet kademelerinde güçlenmesi, dinsel fanatizmin önünün açılması ve son zamanlarda buna karşı çıkan laik burjuva aydınların sistemli biçimde katledilmesini, Türkiye’ye biçilen bu yeni rolden ayn düşünmek safdillik olur. Türkiye, Müslüman Ortadoğu’ya aykırı düşmeyecek yeni bir konumda, yeniden şekillendirilmek üzere operasyondan geçirilmektedir. Dış koşullar açısından uygun bir dinsel ortam yaratmak amacıyla, nadasa bırakılma süresi yeterli görünen Türkiye toprağı, sürülmeye başlanmıştır.
Amerikan planlan uyarınca devlet desteğinde geliştirilen dinci, İslamcı eğilim ve terör, kuşkusuz yalnız dışa yönelik olarak gündemde değildir. Onun asli nedenlerinden biri, temel bir işlevi ülke içinde dinciliğin dayanaklarını geliştirmektir.
Burada birinci derecede önemli olan, dinin temel bir sorun olarak ülke gündemini belirler, herkes tarafından konuşulur, hem de ülkenin gerçek temel sorunlarını arka plana, iterek “kamuoyu” ilgisinin odağına yerleşerek tartışılır hale getirilmesi amacıdır. Bugün dinsel bir çatışma din temelinde yükselen bir savaş sahte ve saptırıcı bir çatışmada. Din ve dinsel sorunlar, kapitalizm ve modem toplum ve devlet koşullarında belirleyici bir öneme sahip değildir, olamaz. Toplum ve devlet, kapitalizmin temel karşıtlığı ve tekelci burjuvazi ile proletarya ve emekçi halk arasındaki çatışma üzerine kuruludur. İşçi sınıfı ve şehir ve köy emekçileriyle emperyalizmin desteklediği tekelci burjuvazi ve onunla birleşmiş, çözülmekte olan feodal kalıntılar arasındaki mücadele, gerçek ekonomik nedenlerden kaynaklanmaktadır. Ki dinsel fikirler ve zorbalığa neden olan, bu fikirleri yanıştan ve bu zorbalığa temel sağlayan da bu gerçek maddi koşullardır. Proletarya ve emekçilerin yoksulluk ve sefalet koşulları, ücret artışı ve iş güvenliği için, örgütlenme hakkı ve genel olarak siyasal demokrasi için ulusal özgürlükler için onları mücadeleye iten koşullar, proletaryaya kurtuluş mücadelesini, sosyalizmi dayatan koşullar… Kapitalizm koşulları, Din ve dinsel sorunlar, bu koşulların üçüncü beşinci dereceden sorunlarıdır. Dincilik, burjuvazi ve devlet tarafından beslenerek geliştirilmesinin yanında, dayatmayla, zora başvurarak, kendisini birinci sorun olarak lanse edip gündemin birinci maddesi yapmaya yönelmiştir. Anti-emperyalist bilinç ve mücadelenin filizlenmesi için uygun çerçevenin onaya çıktığı, demokrasi ve ulusal haklar mücadelesinin gelişmekte ve sosyalist mayalanma ve yönelişin oluşmakta olduğu, burjuva gericiliğin önemli ölçüde sıkıştığı günümüzün özel koşullarında dincilik, maddi yaşamın, kapitalizmin dayattığı maddesel gerçekleri ve sonuçlarını saptırmak üzere devreye girmeye çalışmaktadır. O, din “gerçeğini” öne sürmekte, proletarya ve emekçileri dinle, dine, tanrıya, “öte dünya”ya ve onun bu dünyadaki sapkın amaç ve hedeflerine ilişkin sorunlarla ilgilendirip uğraştırmaya yönelmektedir. Sahte sorun ve çatışmalarla dincilik ve onun besleyici ve destekleyicisi burjuvazi ve devleti, demokrasi ve sosyalizm mücadelesini saptırmayı, proletarya ve emekçilerin gündemini çarpıtarak değiştirmeyi, onları din ve dinsel sorunlarla ağulayıp ekmek ve iş için, özgürlük için mücadeleden alıkoymayı ve bu mücadelenin bastırıcı güçlerini oluşturmayı amaçlamaktadır. Bu, din ve dinciliğin, son zamanlardaki dinci terörün temel yönelimidir.
Anti-emperyalizm açısından ise durum çok daha ciddidir. Dinciler tam da emperyalizmin planları doğrultusunda işlevselleştirildiklerini de gizlemek üzere, emperyalistlerin din faktörünü de hesaba katarak Türkiye’yi sokmak istedikleri batağı görünmez kılmak ve bu hesap ve amaçlara karşı mücadeleyi saptırıp engellemek amacıyla gündemi kapmak istiyorlar. Onlar geçmişte de “kanlı Pazar”ı, 6. Filoyu protesto eden gençlere karşı gerçekleştirmişlerdi. (Yıl 1969.. Şubat. İstanbul’da üniversite öğrencileri 6, Filoyu protesto gösterisi yapıyor. Taksim’e yürüyorlar. Yeniden Milli Mücadele Derneği, Mehmet Şevket Eygi ve “Babı-Ali’de Sabah”ı günlerdir yürüttükleri propagandayla, örgütlü olarak gösteriye karşı hazırlanmışlardı. Kayseri, Konya, Maraş gibi illerden İstanbul’a yüzlerce şeriatçı militanı yığılmıştı. Siya-sallaştırılmış, dinci fanatizm, Taksim’de baltalar, palalar ve ateşli silahlarla polis desteğinde protestocu gençlere saldındı. Sonuç üç ölü. Şeriatçı gericilik, dincilik kendim besleyip teşvik eden efendisine sahip çıkıyor. Amerikan emperyalizminin savunucusu olarak, onun 6. Filosunu protesto eylemini kana boyuyor: KANLI PAZAR)
Dinsel fanatizm karşıtı insanların ve özel olarak bu konuda konuşma ve propaganda kapasitesine sahip aydınların sindirilmesi, güç gösterisi ve gözdağı vermek, gelişme durumundaki dinsel fanatizmin ve İslamcı terörün bir diğer amacıdır. Laiklik yanlısı burjuva aydınlar korkutulup sindirilecek ve dinci gericilik, karşıtlarının kendi dertlerine düşüp seslerini çıkaramadıkları korku ortamında ülkeyi İslamlaştıracaktır! Devletin dinciliği teşvik etmesine ses çıkarmayacaksın, okullarda din dersinin zorunlu hale getirilmesine muhalefet etmeyeceksin, şeriat devletini eleştirmeyeceksin, imam hatip okul ve kurslarına dil uzatmayacaksın vb. Yoksa ölüm seni bekliyor! Dirici gericilik bu mesajı veriyor ve yolunu düzlemeye çalışıyor. Sözde Türkiye, dinin devlet ve eğitimden ayrılığı ilkesi demek olan laikliği benimsemiş bir ülke. Ama bu ülkede insanlar laikliği savundukları için devlet tarafından beslenen dincilerce öldürülüyorlar ve başbakan çıkıp “İslami terör olmaz”, “İslami terör ne demek? Onları söylemek doğru değil. Terörü böyle baza oturtamazsınız, yanlıştır. Yüzde 99’u Müslüman olan ülkeyiz” (Güneş, 22 | Ekim) diyor. Sanki Hıristiyanlar öldürüyor Aksoyları, Dursun ve Üçokları! Ya da solcular öldürüyor! Yüzde 99’u Müslüman ya ülkenin, o zaman İslamcı terör eleştirilemiyor! Devlet, başbakanının ağzından, bırakalım katilleri bulmayı, katledilenlere sahip bile çıkmıyor. Türkiye laik bir ülke..!
İslami tırmanış ve terörün bir başka amacı, oluşturulan terör ortamında sermaye ve faşizmin yeni saldırılarına gerekçe yaratmak. İslamcılar dincilik muhalifi aydınlan öldürüyorlar, ama ne oluyor? Devrimci ve ulusalcı insanların idamlarının infazı gündeme getiriliyor. Yeni zorbalık yasaları düşünülüyor. K…tan’a yönelik saldırılar artırılıyor. Cezaevlerindeki devrimci ve ulusalcı tutsaklara saldırılıyor. “Savaşa hayır” diyen gençler tutuklanıyor. Grev ve grevcilere karşı alınabilecek ek önlemler tartışılıyor vb. vb.
“Eğer Rabbin dileseydi, yeryüzündeki bütün insanlar elbette ki hep birlikte iman ederlerdi. Böyle iken, sen bütün insanlar mümin olsunlar diye onları zorlayıp duracak mısın?” (Kur’an, Yunus suresi: 99)
“Dinde zorlama yoktur.” (Bakara suresi: 256)
“İnsanları Rabbinin yoluna hikmetle ve güzel öğütle davet et; onlarla mücadeleni en güzel yol hangisi ise onunla yap.” (Nahl: 125)
Kur’an, İslamı kabul etmeyenlere, yani “kafir”lere zor kullanmayı yasaklıyor, “öğüt” öğütlüyor. “Tanrı”, kelamında, isteseydim, onları da İslam yapardım diyerek kerameti kendine saklıyor. Ve sanki Muhammet “tanrı kelamı” olarak gösterdiği kendi yazdığı bu kitapta (Kur’anda) her şeyi “Tanrının tek ve mutlak iradesi”ne bağlamıyormuş, tüm iyilikleri olduğu kadar kötülükleri de “tanrı”ya ve onun “yaratıcılığına” mal etmiyormuş ve yine bu kitapta “şeytan taşlamak”tan tutun da çeşitli kötü ve kötülüklere karşı zor ve savaşlar sadece öngörülmekle kalmayıp hikâye edilmiyormuş gibi. “tanrı”yı zor kullanımına karşı gösteriyor! Peki dinci gericiler, İslamcı suikastçılar Kur’anın bu açık hükmüne rağmen nasıl oluyor da zor kullanıyor, aydın insanları katlediyorlar? Yoksa Kurandaki “onlarla mücadeleni en güzel yol hangisi ise onunla yap” emrinde sözü edilen “en güzel yol”, durum ve koşullara göre “en güzel”, yani en uygun olan yol, gereğinde zor yolu olmasın? Kuran böyle bir diyalektiğe dayanarak kaleme alınmış olabilir mi? Hayır, o donmuşluğun kitabıdır, metafiziğin kitabıdır” ve eklektik fikirler toplamıdır. Konumuza, zora ilişkin olarak aynı Kur’an şunları da yazıyor:
“Onları nerede bulursanız öldürün… Kafirlerin cezası böyledir… Fitneden eser kalmayıncaya, din de şunun bunun değil yalnız Allanın dini diye tanınıncaya kadar onlarla savaşınız.” (Bakara: 191)
Ve “cizye”, yani haraç olarak zekatın zorla alınması konusunda:
“Ey iman edenler, kendilerine kitap verilenlerden, ne Allaha ne Ahiret gününe inanmayan. Allanın ve Resulünün haram ettiği şeyleri haram tanımayanı hak dinini din olarak kabul etmeyen kimselerle, zelil, ve hakir, kendi elleriyle cizye verecekleri zamana kadar muharebe edin. “(Tevbe: 29)
Birinci pasaj, hem de, “dinde zorlama yoktur” denilmiş olan aynı Bakara, yani İnek suresinden alınmadır. Aynı sure içinde zor hem yasaklanır hem emredilir. Bu belkemiksizliktir. Her şeye kadir olacak bir “varlık”ın böyle bir tutarsızlığı olmamalıydı! İkinci pasajdaysa, yalnız inançsızlardan değil, başka peygamberlerin peşinden gidenlerden alınacak haracın yolu olarak zorun, savaşın meşru görüldüğünü anlıyoruz. İslam yapmak için zor yok, ama haraç almak için zor uygulanacak! Bu “her şeyi bilen” bir “varlık”ın, “Tanrı”nın tutarlılığı oluyor…
Ancak tutarsızlıklar bir yana, İslamcı terörün, zor ve terör için kendisine Kuranda dayanak bulduğu ve bulacağı kesin. Ve yine başbakan da İslamcı suikastların peşini bırakmak için Kur’anda kendine dayanaklar bulabilir!
Din, insanların acizliğinden doğmuştur. Henüz sistemli bir kavramsallaşmaya ulaşamayan, ama yine de dinsel içerikli kutsallık inanışları, sömürüye dayanmayan ilkel komünal topluluklarda, insanın doğa karşısındaki acizliğinin, bilgisizliğinin, çevresinde olan-biteni açıklayamamasının sonucu olarak doğmuştur. İlkel ve bilgiden yoksun insanlar, olayların oluşunu açıklayamadıklarında, bunları çeşitli doğal güçlere ve görüngülere yorarak onları kutsallaştırmışlardır. Giderek çeşitli doğal olaylara katlanabilen ya da onların şöyle ya da böyle üstesinden gelen kahraman kişileri ilahlaştırmışlar, tanrı ya da yarı-tanrı katına yükseltmişlerdir. Totemlere ve sonra kahraman ata ruhlarına tapınma ve bağlanma bu ilkel dönemlere özgüdür. Burada henüz doğaüstü, yaratılmış varlıklara inanç ve tapınma yoktur, nehirlere, dağlara, ağaçlara, hayvanlara vb. üstün güç atfedilip bunlar kutsallaştırıldı. Giderek kutsallaştırılanlar arasına kahraman insanlar katıldı. Doğaüstü güçleri kutsallaştırıp bunlara tapınma, toplumsal bir ilerlemeyi ve buna bağlı olarak düşünme ve kavramsallaştırmada belirli bir ilerlemeyi gereksindi. Eski Yunan’da en gelişkin örneği görülen çok tanrıcılığa buradan varıldı. Yere, göğe, yeraltına, aşk hayatına, hasada vb. hükmeden ayrı ayrı tanrılar, düşünüşün henüz maddi yaşamdan çok fazla koparılarak ilerlemediği koşullarda, insan görünüşleriyle tasvir edildiler. Kimi yerlerde (Hindistan gibi) tanrı fikrine varılmadı, felsefe eski totemciliğin, kutsal varlıklara inanışın yanına eklendi, inek vb.nin yanında, iyilik-kötülük gibi kavramlarla erdemlilik yüceltildi. Erdemlere adlar takıldı, kutsallıklar yakıştırıldı.
Mısır ve Ortadoğu ise mistisizme beşiklik etti, tek tanrıcılığa burada varıldı. Mısır’ın Amon ve Ra adlı iyilik ve kötülük ya da yer üstü ve yeraltı tanrıları önceleri iki taneydi. Giderek Amon-Ra adıyla tekleşme eğilimine girdi. (Sonra yine ayrıldı) Birleşme dönemi Mısır’da yaşayan Musa, öğrendikleriyle ilk tek tanrılı dinin kurucusu oldu. Tek ve mutlak “yaratan” fikrine vardı. Ardından İsa ve Muhammed birbirlerini onaylayarak geldiler. Her şeyi bilen ve yargılayan, “öte dünya”nın güzellikleri ve mutluluğunu garanti eden yatıştırıcı ve korkulan tanrı fikri, artık yalnızca doğa karşısında acizliğin değil, aynı zamanda dayanılmaz toplumsal koşullar ve bu koşulları değiştirme karşısında acizliğin vardığı nokta oldu. İnsanlar toplumsal koşullara katlanabilmek için bu dünyanın, gerçek maddi dünyanın değil “öte dünya”nın hayali nimetleriyle yatıştırıldılar ve “öte dünya”nın nimetlerinden yararlanabilmek için bu dünyanın zalimlerine ses çıkarmamaya koşullandırıldılar.
“Tanrıları korku yarattı”, İnsanlar, bir yandan bu dünyanın zalimlerinden duydukları korkuyla “öte dünya”ya inanmaya yöneldiler, çünkü bu dünyada korkuyu yenemiyorlardı; çünkü bu gerçek dünyada yaşadıkları toplumsal koşulları açıklayamıyorlardı, açıklayamayınca değiştirebilmeyi tasarlayamıyorlar, sömürü ve zulümden kurtuluşu hayal edemiyorlardı. Ama sömürü ve zulümden kurtuluş, eski altın çağdan kalma bir özlemdi ve yakalarını bırakmıyordu. Ve kurtuluşu, ölümden sonra yeniden doğacakları “öte dünya”ya ertelemeye yatkındılar, ertelediler. Ve öte yandan, “öle dünya”da mutluluk vaat eden tanrı bu dünyaya katlanmayı şart koşuyordu. İsyan edenlerin sonu da herkes tarafından görülmekteydi. Bu dünyada isyan ölümle sonuçlanıyordu. Sömürü ve zorbalığa katlanmayıp, tanrı kelamına inanmayarak bir de “öte dünya”nın mutluluklarından olmak hiç de çekici değildi. Bari “öte dünya”nın “mutluluğu” kurtulsundu!
Doğa karşısındaki acizlik, toplumsal koşullar karşısında acizlikle birleşti. İnsanlar henüz doğayı da temelde açıklayamamışlardı. Barajlarla küçük göller oluşturabiliyorlardı. Ama evreni kim kurmuştu? O iş küçük barajlar kurmaya benzemiyordu. İnsanların toplumsal koşullan karşısında acizlikten hareketle vardıkları öte dünya fikri, doğa karşısında acizlikle desteklendi. Giderek çoğa açıklandıkça, toplumsal koşullara boyun eğiş önem kazandı dinsel açıdan ve din adamları ve dinciler de onu işlediler emekçilerin kafalarına.
Burjuvaziye, burjuva devrimlerine gelinceye dek dinin devlet ve toplum yaşamında egemenliğinde kölecilik ve feodalizm köklü bir değişikliğe yol açmadı. Burjuvazi Batı’da geçerli din olan Hıristiyanlığın, kendi gelişmesini engelleyen feodal sistemle bütünleşmiş kurumlaşmasına, dogmalarına, dinsel iktidara son vermeye yöneldi. Yetkiyi elinde, tutan, kilisede cisimleşmiş dinsel iktidar devlet iktidarını sınırlandırıyor, bilimsel düşünce dâhil burjuvazinin kendi toplumsal siyasal düzeni için ihtiyaç duyduğu her şeyin gelişmesini engelleyici rol oynuyordu. Dinsel inanç özgürlüğüne olur veren ve ama dinin devlet ve eğitim üzerindeki egemenliğini sona erdirerek, dini devlet işleri ve eğitimden ayıran laiklik ilkesine, laisizme böyle varıldı.
Dini doğuran, ona hayat veren, modern zamanlarda özellikle, toplumsal koşullar karşısındaki acizliktir. Din bu acizliğin belirli bir sistem içinde kavramlaştırılmasıdır. “Tanrı, her şeyden önce, insanın bir yandan doğa, öte yandan sınıf boyunduruğuna sokulmasının yarattığı fikirlerin, yani bu bağımlılığı pekiştiren, sınıf mücadelesini uyutmayı amaçlayan kavramların bir bileşimidir.” diyen Lenin açarak şöyle yazıyor:
“İşçilerin ekonomik baskı altında olmaları, kaçınılmaz biçimde her türlü siyasal baskıya, toplumsal aşağılanmaya, kitlelerin ruhsal ve moral çöküntüsünün artmasına yol açar. İşçiler ekonomik kurtuluşları adına az ya da çok ölçüde siyasal özgürlük elde etmek için savaşabilirler. Ne var ki, kapital gücü yönetimden yok edilmedikçe ne oranda olursa olsun elde edilecek siyasal özgürlük, işçileri yoksulluktan, işsizlikten ve baskıdan kurtaramayacaktır. Başkaları hesabına çalışmaktan, yerine getirilmeyen isteklerden ve yalnız bırakılmışlıktan yılmış halk kitleleri üzerine her yerde büyük bir ağırlıkla yüklenen ruhsal baskı biçimlerinden biri dindir. Doğaya yenik düşen ilk insanların tanrılara, şeytanlara, mucizelere ve benzeri şeylere yol açışı gibi, sömürülen sınıfların sömürenlere karşı mücadeledeki yetersizliği de kaçınılmaz olarak ölümden sonra daha iyi bir yaşamın varlığına inanmalarına yol açar. Din, bütün yaşamı boyunca çalışan ve yokluk çekenlere, bu dünyada azla yetinmeyi, kısmete boyun eğmeyi, sabırlı olmayı ve öteki dünyada bir cennet umudunu sürdürmeyi öğretir. Oysa yine din, başkalarının emeğinin sırtından geçinenlere bu dünyada hayırseverlik yapmayı öğreterek, sömürücü varlıklarının ceremesini pek ucuza ödemek kolaylığını gösterir ve cennette de rahat yaşamaları için ehven fiyatlı bilet satmaya bakar. Böylelikle din, halkı uyutmak için afyon niteliğindedir. Din, sermaye kölelerinin insancıl düşlerini, insana daha yaraşan bir yaşam isteklerini içinde boğdukları bir çeşit ruhsal içkidir.” (Din Üzerine, 9-10)
Toplumsal ve doğal maddi koşullardan değil “mutlak irade”den hareket ettiği ve birincinin ikinciye ilişkin yanılsamalı inanışı değil ikincinin birinciyi yarattığını iddia eden dinci idealizm, acizlik sorununu tepe taklak ederek olsa da ortaya koymazlık edemiyor. Mısır’da Nasır döneminde idam edilen Müslüman Kardeşlerin önde gelen ideolog ve pratisyenlerinden Prof. Seyyid Kutup şöyle yazıyor:
“Fani olduğu için insan ömrü hudutludur, içinde yaşadığı bir korkunç kâinatta ehemmiyetsiz bir zerreden ibarettir. Fakat bu fani yaratık ezeli ve ebedi kuvvetle birleşerek o muazzam kâinatı bir anda kucaklayabilir. O fani yaratık, o aciz mahlûk çok şeyler başarabilir… Çünkü o, ezeli ve ebedi kudrete istinat ettiği için aciz ve güçsüz bir yaratık değildir artık. Fani insan varlığını, ezeli ve ebedi kudrete bağlama işi ancak dinin yapabileceği bir iştir.” (İslamın Dünya Görüşü, s 67-68)
Tüm dinlerde ortak olan “yarancı-mutlak irade”, hiçbir şekilde kanıtlanamamasına rağmen, “madde var edici” olarak kabullenilir, tüm evren bu eşsiz iradeye kurdurulur. Maddenin bilinci değil tersine bilincin maddeyi yarattığı temel idealist tezi, İslam’ın da temelini oluşturur. Hikmetinden sual olunmaz yaratıcı fikri, bu fikrin zihninde oluşması gereken insanı ve onun maddi yaşam koşullarını değil, fikrin kendisini birincil veri olarak alan onmaz bir idealizme denk düşer. “Olmak”ın ya da “yaratılma”nın bir süreci de yoktur, şeyler “mutlak irade” tarafından mutlak donmuşluğu ve tamamlanmışlığı içinde yaratılırlar. Kuranda şunlar yazılmıştır:
“Bir şeyi dilediği zaman, Onun emri ancak ‘ol’ demesinden ibarettir. O da oluverir.” (Yasin: 82) ve,
“Ey, insanlar, sizi bir tek candan yaratan; ondan da yine onun zevcesini vücuda getiren ve ikisinden de birçok erkekler ve kadınlar üreten Rabbinizden çekinin.” (En-Nisa 1)
İnsan, doğa ve. toplumsal koşullar karşısındaki acizliğini gidermenin yolunu “ol” dediğinde her şeyi ve her istediğini olduran, açıklayamadığı her şey ve olgunun yapılış ve oluşunu kendisine atfettiği “mutlak irade” sahibi hikmetinden sual olunmaz bir “yaratıcı”nın varlığında bulmuş: yapmakta va açıklamakta dönüştürüp değiştirmekte aciz kaldığı maddenin, nesnel şey, olgu ve olayların açıklamasını ve yapıcılığını maddi olmayan, doğa üstü yanılmaz bir iradeye, “tanrı “ya yormuştur. Kendisi içinde olmak üzere, tüm doğal ve toplumsal gerçeklerin varoluşu tanrıdan gelme sayılmıştır. Şeyler ve olaylar öylesine başsız sonsuzdur ki, kavrayış aczi içindeki insan, buradan “yaratıcı”nın başsız sonsuzluğu fikrine, “tanrı”nın “ezeli ve ebedi” oluş fikrine varmıştır. Bu fikir, tanrının insana ve onu çevreleyen doğa ile içinde yaşadığı toplumsal koşullara ilişkin her şeyi, her sorunu çözümlediği, yalnızca geçmiş ve an için değil sonsuz gelecek açısından da çözüme kavuşturduğu ve zaten yaratılırken şey ve olguların belirli bir amaçla var edildiği fikrine götürdü. Kutsal kitapların Allah’tan geldiğine ve bu kitaplar odağında belirli bir zamanda kurulmuş dinlerin “tanrı kelamı”yla insanın sorunlarını çözümlediğine inanıldığına göre, kitaplarda cisimleşen Allah’ın, bu kitaplar dolayımıyla, geleceği de ipotek altına aldığı savunuldu. Bu inanç insandan çok din adamlarının ihtiyacıydı. Yazılı kurallar ve kural koyucu bir akide gerekiyordu. Ve kutsal kitaplar. İslama göre Kuran ve burada açıklanan İslam dini, geleceğe de egemen Allah kelamı olduğu için, tüm gelecek için de geçerliydi ve her şeyi kapsayıcıydı. Kuran ve İslama göre şeyler donmuştu, değişmezdi, bir amaca göre var edilmişlerdi, oldukları gibi kalırlardı ve bir kez açıklanmışlardı, gelişmeler içinde yeni açıklamaları gereksinmelerdi. Buradan genel olarak din ve özel olarak İslam’ın kapsayıcılığı ve tutuculuğu çıkmakladır. O, her şeyi bilmektedir ve her şeye egemendir, tüm dünya İslam ve Kurana göre yönetilmek üzere yaratılmıştır ve yönetilmelidir. Üstelik bu, 1400 yıl önce yazılmış ya da vahyolunmuş bir kitaba göre gerçekleştirilmelidir!
Şeriat devleti fikri, hem idealist hem metafizik ve hem de tutucu ve gericidir.
“Akide (İslam akidesi-ÖD), ferdin çevresindeki insan, hadise ve eşya ile olan alakasını, bu alakanın gayesini ve istikametini açıklar.” diyen Prof. Seyyid Kutup şöyle devam ediyor “Bizim, halkı davet ettiğimiz akide ise, yalnızca muvakkat bir zaman için ve insanların bazı muayyen müşküllerini halletmek için değildir. Onun paha biçilmez kıymeti, insanın bütün meselelerini çözmekten ve bu hali ebedler boyu devem ettirebilmekten gelir.” (İslam’ın Dünya Görüşü, s. 69)
Dünyanın “mutlak irade”nin göksel yasalarıyla ya da bu iddiadaki Muhammed’in 1400 yıl önce değişmezlik iddiasıyla koyduğu yasalarla, maddi gerçeklerden çıkarılmış maddenin gelişme yasalarıyla değil saf aklın ürünü idealist ve metafizik yasalarla yönetileceği, tüm insanı sorunların çözümünün içerildiği şeriat sistemi, tüm zamanların çözümü olmaktadır böylelikle.
İnsan, ancak Allah’a sığınarak, yaşamını sürdürebilir. Esas önemlisi, gerçek dünyada mutlu ve kendi efendisi bir yaşam süremediği ve süremeyeceği için, “öte dünya”daki yaşamı ve mutluluğunu gerçekleştirebiliyor, İslama göre. Yoksa kendi sorunlarını, doğa ve toplum yasalarını keşfederek çözümleyebilmekten acizdir aciz kalmaya mahkumdur. Ve Allah, Kuran aracılığıyla, onun bu acizliğini vurgulamakta, kafasına vurmaktadır: “Olur ki, bir şey hoşunuza gitmezken o sizin için hayırlı olur, bir şeyi sevdiğiniz halde o da hakkınızda şer olur. Allah bilir siz bilmesiniz.” (Bakara: 216)
Kuşkusuz İslam’ın önerdiği bilinemezcilik Berkeley türü değildir. O, şeylerin sadece bilinebilirliğini değil her şeyi bilen bir “yaratıcı” tarafından yaratıldığını belirtmektedir. Bilinmeyen, bilinemeyecek olan, bilinmezlik denizinde yüzen, “aciz insan”ın Allah’a sığındığında öğrenen insan!
İnsan bilmezse yargılayamaz da. Ve İslam yargılayıcı olarak Allah’ı gösterir. O’nu Alan kelamı olarak Kuranda cisimleştirir, yargılamayı dünyevi olarak Kurana verir “O, hanginizin daha güzel amel edeceğini imtihan etmek için ölümü de hayatı da takdir eden ve yaratandır. O, galib-i mutlaktır, çok yargılayıcıdır.” (El-Mülk 1/2)
Burada “tanrıyı yaratan korku”, tanrısallığın temel bir niteliği olarak vurgulanmakta, tanrının korku ve bunun unsurları olarak imtihan edicilik ve yargılayıcılık üzerine oturduğu belirtilmektedir. İnsan acizliğinin neden olduğu korku, doğa ve sermayenin gücünden korku olmadan, tanrı olmazdı, tanrı fikrine varılmazdı. Ve imtihan ve yargılayıcılık öyledir ki, insan ölümle imtihan edilip yargılanmaktadır. Bu fikirler, tahmin edileceği gibi, “öte dünya “, “cennet-cehennem ” fikirleriyle bağlantılıdır. İnanmayan, isyan eden, dünyevi sorunları kendi çözmeye girişen, ölünce, yargılama sonucu cehenneme gidecek, bu dünyada çektiği azapları misliyle “öte dünya”da çekmeye devam edecektir. Her şeyi Allaha bırakıp “öte dünya”nın mutluluğunu istemekten, ancak “öte dünya”da kurtulabilmekten başka çere bırakılmamaktadır “aciz insanlar”a.
İşte Allah kelamı doğrultusunda davranmak, şeriat düzenini kabullenmek ve gerçek dünyada sömürü ve zalime boyun eğmeye katlanmak karşılığında kendisine “öte dünya”nın, cennetin mutlulukları, huri ve gılmanları sunulan insan üzerinde, onun bilinç ve ruhuna hükmeden dinin, İslam’ın yatıştırıcı etkisi buradadır, “din afyondur” sözünün anlamı budur. Kutup, İslam’ın bu yatıştırıcı etkisini de açıklıyor:
“… İslam, sulhu (siz, sınıf barışı, sömürü ve zorbalığa boyun eğme olarak okuyun-ÖD), ferdin ve cemaatin hudutlarından öteye taşır. Fertten başlayarak, cemaate; cemaatten da bütün beşeriyete götürerek sulhu tahakkuk ettirir. Çoğu zaman kavgalar, zorla başarılmış kuvvetin, müsamaha görmemiş enerjinin birden bire isyan etmesiyle olur (Demek ki “papaz” gerekiyor, yatıştırıcı bir faktör gerekli-ÖD). Yaşama sahasının daraldığı, hayat hedeflerinin gizlendiği; ferdin ve cemiyetin düşüncesinin gelişmek için imkân bulamadığı yerlerde kavgalar olur.
“İslam, bütün bunları keskin bir görüşle görerek, derinliğine nüfuz ederek, ferdi ve cemiyeti kısa mesafeli hedeflerden (dünyevi hedeflerden, sömürüden kurtuluş hedeflerinden okuyun-ÖD) kurtararak, hür bir hayatın yüce hedeflerine yöneltir ve bu hedeflere varması için ona çalışma imkanı temin eder. Ferdi, kısa ömrünün dar sahasından (gerçek maddi dünyadan- ÖD) çıkararak umumi hayatın (“öte dünya”nın-ÖD) geniş sahasında serbest bırakarak (geçici olduğu gerekçesiyle gerçek dünyaya katlandırarak yatıştırma- ÖD)”. Ve en önemli olana geliyoruz:
“Öyle bir nizam ki, orada fert, çalışırken yalnız kendisi için değil, bütün insanlığın faydasına da çalıştığını hisseder (Söz konusu edilenin tüm üretim araçlarının kamu mülkiyetinde bulunduğu sosyalizm olduğu sanılacak! Oysa kapitalist sömürgenlik koşullarında konuşuluyor ve işçinin sadece kendisi için değil herkes için çalıştığını hissetmesi istenerek, burjuvazi için çalışma, burjuvazinin artı değere el koyması kutsanıp onaylanıyor, buna karşı çıkmaması için işçi “öte dünya” düşüyle yatıştırılıyor-ÖD) O zaman Müslümanlar… kendilerine ait mülkiyetin sadece kendilerine ait olmadığını görürler. (Burada, sıra burjuvaziye geliyor. Onlar da mülkiyetin, işçilerin anı değerine el koyarak var ettikleri mülkiyetin sadece kendilerine ait olmadığını görecekler! Ne olacak? Mülkiyet İslama göre Allah’a ait. İşin içinden nasıl çıkılacak, burjuvazi sömürüp tüm mülkiyeti elinde toplar işçiler de sürünürken, hakkaniyet, Allah’ın adaleti nasıl sağlanacak? Yolu var. Zenginler Allanın olan mal ve mülklerinden bir kısmını “zekât” olarak yoksullara dağıtacaklar. Ne düşük bir bedel burjuvalara “öte dünya”yı garanti eden. Ama bu sadaka, zaten ücret olarak dağıtılmıyor mu? Ancak zekat sorunu çözmüyor, Peygamber zamanında varolan köle, hala ücretli köle olarak var olmaya devam etlikçe, yatıştırma bir noktada tıkanacak, zekat para etmeyecek, gerçek dünyanın yasaları rollerini oynamaya başlayacak ve proletarya kurtuluşunun yoluna girecektir-ÖD) Yaşamış oldukları hayatın gaye değil, sadece bir vasıta olduğunu anlarlar. O halde, büyük gayelerin tahakkuku ve bütün insanlığın ulaşılmasını beklediği kapsayıcı hedefler için çalışırlar. Zira ferdi ve küçük meseleler için kavga etmek yoktur İslam’da.” (İslam’ın Dünya Görüşü. S. 181)
Yaşam geçicidir, “öte dünya” mutluluğu için yalnızca bir imtihan, bir araçtır. Yapılması gereken cennet için, büyük ve kapsayıcı hedefler için Allah’a hamdetmek, yaşanan gerçek ve maddi dünyanın sömürü ve baskı gibi “küçük” sorunlarıyla ilgilenmemek, bunlardan kurtulmak için kavgaya atılmamaktır. Din, proletarya ve emekçiler için yalnızca yatıştırıcı bir ilaçtır. Din afyondur.’
Tanrı ve kutsal kitapları bu dünyayı, gerçek maddi dünyâyı niçin bir “öte dünya” lehine geçici gösteriyor? Bu dünyanın pisliğine, sömürü ve zoruna, sermayenin kör gücüne, cennetin hurileri adına katlanmak niçin öneriliyor? Bu yatıştırıcılık neden? Açık değil mi? Bu dünyayı kavgasız gürültüsüz “sulh” içinde, “sınıf barışı” içinde yaşanabilir kılmak için. Gerçek yaşam ve onun mutluluğu burjuvaziye ve diğer sömürücülere, “öte dünya”nın mutluluğu başta işçiler olmak üzere “günahkâr” olmayan, önerilen katlanmaya boyun eğerek uyan ve Alanına hamdeden herkese!
Tanrı kavramı, tarihsel olarak ve gerçek yaşamda acizliğin, doğa ve sınıf boyunduruğu altında oluşun ve bu koşulları değiştirmede yetersizliğin, üstelik anlaşılıp açıklanamadıkça körlesen, egemenlik altına alınamayan doğa ve üstesinden gelinemeyen sermaye gücünden, nerede nasıl etkilerde bulunacağı kestirilemeyen bu güçlerden duyulan korkunun kavramlaşmasıdır. Önyargılar, kutsallaştırılan bilgisizlik, kölece boyun eğiş ve mutlak egemenlik, sığınma, genel olarak korku ve ölüm korkusu, tanrı kavramının içini doldurur. Dünyada ve “öte dünya”da bir yanda kölelik, öte yanda egemenlik, bu kavramın değişmez içeriğidir. Kul-tanrı, mümin-halife, şeyh-Ayetullah vb, proletarya-burjuvazi, tebaa (ya da vatandaş)- devlet ve bunların mutlak değişmezliği, dinlerde ve tanrı kavramında içerilmiştir. Ve doğal ki aciz insanın bilgisizliği içinde oluşturduğu bu tanrı kavramı, geri dönüp, kendi oluşturucuları üzerinde karşı etkisini gösterir. Pratikte, tanrı fikri, insanı, halkı kölelik düzeninde tutmaya, geçici varsayılan gerçek dünyanın sömürü ve zorbalık koşullarına boyun eğişin sürmesine yardımcı olur. Tanrı ve dinleri, insanın -tanrı aracılığıyla- insana, sınıf boyunduruğuna bağımlılığını pekiştiren, sınıf mücadelesini yatıştıran, proletaryayı burjuvazi, emekçi halkı gencilikle “sulh” içinde yaşamaya yönelten yanılsamalı fikirler toplamıdır”.
Tanrı ve dinleri, Kutup’un da vurguladığı gibi, çok açık olarak, toplumsal olarak yaratılmış kavram ve kategoriler oldukları gibi, tek tek bireylerle ilgilenmekle kalmazlar, bireyle toplumu birbirine bağladıkları, aralarındaki temel bağlantıyı kurdukları iddia edilir. Oysa İsa ve Muhammed zamanları dâhil hiçbir dönemde, tanrı kavramı ve dinler, bireyle toplum arasındaki bağlantının kurucusu olmamıştır. Toplumsal ilişkiler hiçbir zaman tanrısal ve dinsel ilişkiler olarak şekillenmemiştir. İnsanlar, kuşkusuz her zaman gerçek maddi ilişkilere sahip olmuşlar, çeşitli üretim ve değişim ilişkileri içinde belirli üretim aletlerini kullanmış ve belirli üretim tarzları ve ona uygun toplumsal ilişkilere sahip olmuşlardır. Gerçek ilişki hep, ya kölelerle köleciler ve patrisiyenler ve serflerle feodal beyler ya da proleterlerle kapitalistler arasında kurulmuştur. Bunlar, ya önceleri olduğu gibi insandan insana ilişkiler olarak şekillenmiş ya da kapitalizmde olduğu gibi insanlar arasındaki ilişkiler metalar arasındaki ilişkiler, meta ilişkileri olarak görünmüştür. Ama bu gerçek ilişkiler ve dönüşümünü açıklayamayan, onları yöneten yasaları çözümleyemeyen insanların zihninde toplumsal ilişkiler, bireylerle toplum arasındaki ilişki, dinsel ya da başka türden yanılsaman biçimlerde yansıyabilmiş ve yansımıştır. Gerçekte ise, tanrı kavramı ve dinler bireyle toplum arasındaki tek ilişkiyi, “korkulan ve yargılayıcı tanrı” inancı aracılığıyla, ezenlerin “tanrılaştırılması”, çünkü üstesinden gelinmezliği, değişmezliği ve değiştirilmezliği inancı aracılığıyla, ezilen sınıfların ayağına pranga olmakla kurmuştur. Ezilmeyi ve sömürülmeyi kader göstererek, din ve tanrı kavramları, bireyle toplum arasında kurulmuş gerçek bağları, sömürü ve zora dayanan bağları takdis edip onaylamış, tek toplumsal rolünü bu olumlama dolayısıyla, afyon olma özelliğiyle oynamıştır. Din afyondur.
“Din ayfondur” demek yeterli midir? Kuşkusuz hayır. Dinsel idealizmin, tanrı fikrinin uygun şekilde çürütülmesi ve proletarya ve emekçilerin dinsel dogmalar karşısında aydınlatılmasını amaçlayan, doğrudan dini hedef alan bir propaganda ateizm propagandası yürütülmesi gereklidir. Din karşısında ideolojik açıdan hiçbir uzlaşma tanımadan ateizm (dinsizlik) platformunda bir kuramsal mücadele ve propaganda yürütülmesi zorunluluktur. Ancak burada Marksizm’in din karşısındaki tutumuna, siyasal taktiğine geliyoruz. Marksizm’in din sorunu karşısındaki siyasal tavrı ve taktiği ne olmalıdır?
“Din kişinin özel sorunu olarak kabul edilmelidir. Sosyalistler din konusundaki tavırlarını genellikle bu sözlerle belirtirler.” (Lenin, Din Üzerine, S.10)
Bunun anlamı, devletle ilişkisi açısından alındığında dinin kişisel bir sorun olarak anlaşılması gerektiğidir. Din devletten bağımsız, devletle ilişkisiz olmalıdır. Dinin devlet üzerinde herhangi bir yetkisi ve düzenleyici bir işlevi, devletin de din üzerinde, dini inanış sahibi insanlar üzerinde herhangi türden baskısı olmaması, ayrımcılık yapmaması gereklidir.
Dinsel kişiler, kurumlar, siyaset dışı olmalı, siyasal yaşamın dışında bulunmalıdır. Din, inanç sorunudur.
Siyasal bir sorun değil. Tanrıya inanan insan ile tanrısı arasına girmemek ne kadar doğruysa, tanrının da tek tek insanlarla ilişkisi alanının ötesine geçerek dini siyasallaştırması, insanlarla inanç ilişkisini siyasal ilişkisi olarak düzenlemeye kalkışması o kadar akıl dışıdır.
İnsanlar şu ya da bu dine inanmakta ya da inanmamakta, ateist olmakta tümüyle özgür olmalılar, devlet herhangi bu dine inandığı ya da inanmadığı için insanlar arasında ayrım ve bazıları lehine diğerleri üzerinde baskı oluşturmaya yönelmemelidir. Dine inanmak ya da inanmamak tümüyle ve yalnızca kişinin kendi öz sorunu olmalı, devlet dine hiçbir şekilde müdahale etmemeli, kişi inanç özgürlüğüne sahip olmalıdır. Müdahalesizlik aynı zamanda, devletin dini kişi ve kurumları mali açıdan da bağımsızlığına sahip kılmasını kapsamalıdır. Devlet dini kurumlara mali açıdan ne dayanmalı ne de onları finanse etmelidir.
Dinin kişiselliği ve devletten bağımsızlığı, kısaca laisizm olarak nitelendirilir ve burjuva devrimleri çağında burjuvazi tarafından konulmuş bir ilkedir laiklik. “Devlet dini” söz konusu olmayacaktır. Devlet yapısı dinsel kurallara göre şekillendirilmeyecektir. Din kamu hizmeti olarak kabul edilmeyecektir. Kişilere dinsel özgürlük tanınacak ve garanti edilecektir. Laikliğin eğitim alanında da gerçekleşmesi ve eğitimin dinden ayrılması tamamlayıcı bir ilke olarak gereklidir.
Bir de sorunun diğer yanı var. Marksizm açısından, proletaryanın partisi açısından, din kuşkusuz özel bir sorun değildir ve olamaz. Marksizm’in felsefi temeli, her türden idealizme olduğu gibi dinsel idealizme de karşı ve tamamen ateist bir tutumda olan diyalektik materyalizmdir. Genel olarak idealizmi özel olarak dini, emekçileri uyutup yatıştıran ve sınıf mücadelesini saptıran afyon olarak gören Marksizm, tüm dinleri ve dinsel örgütleri, proletarya ve emekçilerin sömürülüp ezilmesine katkıda bulunan gerici kategori ve kurumlar olarak değerlendirir. Parti, diyalektik tarihsel materyalizmi felsefi temel edinen ve kurtuluş için bir araya gelmiş proletaryanın bilinçli ileri unsurlarının toplandıkları örgüttür. Proletaryanın kurtuluş yolunu göstermek ve bu mücadeleyi yönetmek üzere kurulmuş bu örgüt, dinsel inanç olarak ileri sürülen idealizme, sınıf bilincinden uzaklığa bu bilinç karşıtlığına, cahilliğe ve önyargılara göz yumamaz, bunlar karşısında tarafsız kalamaz. Bu, kendini inkâr olur. Parti, her türden idealizm ve metafizik düşünce tarzına karşı olduğu gibi, dinsel düşünüş ve inanışa dinsel aldatmacalara karşı proletaryayı aydınlatmazlık edemez. Çünkü o, işçi sınıfının kurtuluş yolunu ancak böyle açabilir.
Bu ne demektir? Marksizm, proletarya partisi, dinsel doğma ve aldatmacalara karşı, dine karşı ateizmi savunacak ve propaganda edecektir. Kendini yarım yamalak eleştiriyle, dinin aşırı kötülüklerinden arındırılmasıyla ya da dinin devletten bağımsız olarak yaşamını sürdürmeye devam etmesini kabullenmekle, burjuva laisizmiyle sınırlandırmayacak, dini yok etmeyi, işçilerin kafasından bir bütün olarak dini ve dinsel inanışı söküp atmayı ve dinsizliği, materyalizmi yerleştirmeyi hedefleyecektir. Din ile uzlaşma olamaz, idealizmle materyalizm birbirinin inkârıdır. Marksizm dinsizliktir. Bu tümüyle açık olmalıdır.
Ancak ateizmin savunulması ve propagandası, Marksizm ve partinin din ve dinsel öğretilerle uzlaşmazlık içinde bulunması, sorununun bir yanıdır. Diğer yan, dine karşı nasıl mücadele edileceğidir.
Din karşıtı ateist propagandaya, her türden dinsel dogmanın tutarsızlığının açığa çıkarılmasına evet, ama bugünden yarına dine karşı bir siyasal “savaş açmaya” hayır. Neden? Çünkü dinin en derinlere kök salmış kaynağı, yalnızca doğa değil sermayenin kör gücü karşısında bilgisizlikten gelen acizliğin, onu devirmeye akıl ve güç yetirememekten gelen acizliğin yarattığı korkudur. Dinin kaynağı, kapitalizm ve sermayenin egemenlik koşularında işçinin bilgisizliği, kendinin farkında olmayışı, emeğine ve kendine yabancılaşma içinde bulunmasının yarattığı acizlik durumudur. Dinsel fikirler, bu koşulların ürünü ve yansımasıdır. Ama kaynak kurutulmadan, ürünleri etkisizleştirmekle uğraşmak, materyalizmi kavramamak demektir. Bir fikri var eden maddi zemin dururken, bu zemini değiştirmeyi bir yana bırakarak, o zeminde yeşermesi kaçınılmaz fikirlere karşı savaş açmakla yetinmek, bunu birinci sorun haline getirmek ve böylelikle zafere ulaşılabileceğini sanmak safdillik olur.
Bu durumda yapılması gereken şey açıktır, dine ve dinsel dogmalara karşı mücadeleyi kapitalizmi devirmeyi amaçlayan sınıf mücadelesine bağlayarak yürütmek. Bu, zaferi getirecek olan tek yoldur. Tersine davranmak, ikinci ve üçüncü dereceden sorunları ön plana alarak ortalığı bulandırmak, bu tür zaaflı bir mücadelenin teşvik edeceği karşı güçlerle çatışmanın ve onların provokasyonlarının, asıl yapılması gerekeni, sınıf mücadelesini saptırması ve militanlaşacak dinciliğe hedef şaşırtma olanağının tanınması anlamına gelecektir.
Lenin konuyla ilişkin şunları yazıyor.
“Hiçbir koşulda din sorununu, burjuva radikal demokratlarının sık sık yaptığı gibi, soyut, ülkücü bir biçimde sınıf mücadelesinden kopuk ‘entelektüel’ bir sorun gibi ortaya koymak yanlışına düşmememiz gerekir. Aşırı baskı temeline oturan ve işçilerin eğitilmediği bir toplumda, dinsel önyargıların sadece propaganda yöntemleriyle yok edilebileceğini sanmak budalalık olur. İnsanlığın üzerindeki din boyunduruğunun, toplumdaki ekonomik boyunduruğun bir sonucu ve yansıması olduğunu akıldan çıkarmak burjuva dar görüşlülüğünden başka bir şey değildir. Proletarya kapitalizmin karanlık güçlerine karşı kendi mücadelesiyle aydınlanmadıkça ne kadar bildiri dağıtılırsa dağıtılsın, ne kadar söz söylenirse söylensin proletaryayı aydınlatmak olanaksızdır. Bizim açımızdan ezilen sınıfın bu dünyada bir cennet yaratmak adına gerçek devrimci mücadelede birleşmesi, öteki dünya cenneti konusunda proletaryanın görüş birliğine gelmesinden daha önemlidir.
“İşte bu nedenle programımızda ateist olduğumuzu belirtmiyoruz ve böyle davranmak zorundayız. (…) Biz her zaman bilimsel dünya görüsünü öğütleyeceğiz ve çeşitli Hıristiyanların tutarsızlıklarıyla savaşacağız Fakat bu hiçbir zaman, yeri olmadığı halde din sorununun birinci plana alınması demek değildir. Yine bu hiçbir zaman, gerçekten devrimci ekonomik ve siyasal mücadele güçlerinin üçüncü sınıf görüşler ya da anlamsız fikirler nedeniyle birbirlerinden kopmasına, siyasal önemlerini kaybetmesine, ekonomik gelişim karşısında bir yana itilivermesine göz yummamız da demek değildir.” (Din üzerine, s. 14)
Özetlenirse, Marksizm’in dine karşı tutumunun üç öğesi sayılabilir 1. Dinin devletten ve eğitimden ayrılması ve inanç özgürlüğü, din kişisel bir sorundur. Burjuva demokratik karakter taşıyan laiklik ilkesi. Bu ilke savunulmalıdır. 2. Ancak laikliğin savunulması yetersizdir. Proletaryanın partisi din karşıtı ateist propaganda yürütülmelidir. Bu alanda din ve dinsel önyargılarla uzlaşılamaz. 3. Ateist propaganda dini ve dinsel önyargıların yok edilmesinde yetersizdir. Dine karşı sınıf temelinden kopuk savaş yanlışına düşülmemelidir. Ateist propaganda ve dine karşı mücadele sınıf mücadelesine ve onun ihtiyaçlarına bağlanarak yürütülmeli, işçilerin dinsellik gibi üçüncü dereceden sorunlarla bölünmesine izin verilmemeli, kapitalizmi ve sermaye egemenliğini devirme mücadelesi esas alınmalı, gerçekten devrimci siyasal ve ekonomik güçler oluşturulmalıdır. Marksizm’in soruna yaklaşımı budur.
Peki, dinin ve dine karşı mücadelenin tarihsel gelişimi ve proletaryanın görevleri açısından Türkiye’deki somut durum nedir?
Önce, kuralları nispeten yumuşamış olmakla birlikte devlet bir din devletiydi. Sultan aynı zamanda halifeydi ve şeriat yasaları geçerliydi. Kemal’le birlikte bir çatışma başladı ve din, sorun olmaya başladı.
Kemal’in dinsel fikir ve önyargılara ve özellikle dinsel kurumlara karşı ve hatta zaman zaman bizzat dine karşı belirli bir savaş yürüttüğü gerçektir. Bu savaş ve onun tarihsel gelişimi çözümlenmeden, günümüzde proletaryanın din karşısında somut görevlerinin neler olması gerektiği doğru olarak belirlenemez.
Sorun oldukça karmaşıktır. Kemal, Kurtuluş savaşına kendisi hakkında “katli vacip” fetvası veren Sultan’ın Şeyh-ül İslam’ı Dürrizade’nin karşısında Ankara müftüsü Vehbi efendinin ulusalcılığı onaylanan fetvası cebinde başlamıştır. Başlangıçta Sünni hocalar ve Alevi Seyyid ve dedeleriyle arası iyidir.
Savaş sonunda Kemal’de sertleşme görülür. Sultanlığın lağvının ardından yaklaşık bir yıl sonra Halifelik de kaldırılır. Egemenlik çatışması Sultanlığın kaldırılmasına götürmüş, ancak bu kez devletin yeni bir temelde örgütlenmesi gerekmiştir. Ulusalcılık ümmetçiliğin yerini almıştır ve devlet de ulusal bir cumhuriyet olarak örgütlenir. Halifelik belki de süs olarak taşınabilirdi, ancak siyasal kaygılar ve dinci örgütlenme geleneğinden çekinmesi. Kemal’i onu da kaldırmaya götürür. Devlet, ulusal temelde bir feodal burjuva despotluk olarak, modern bir devlet olarak örgütlenir. Ümmet ve ümmetçiliğin reddi ulusalcılığın laisizmle birliğini gerekli kılar. Kemal, önderlik içindeki Karabekir, R. Orbay gibi cumhuriyet ve laiklik karşıtlarıyla çatışması içinde girdiği yolda ilerler. Hem önderlik içinde ciddi muhaliflerin olması hem de ülkede dinsel örgütlenme geleneğinin yaygınlığı Kemal’i dinsel örgütlenmelere ve hatta dine karşı sert önlemler almak durumunda bırakır. Önlemler peşi sıra sökün eder. 1923’te, 1925’te yeniden pekiştirilerek düzenlenmek üzere, “dinin siyasi maksatlarla suiistimal edilmesini önlemek” gerekçesiyle Hıyanet-i Vataniye kanunu çıkarılır. 1925’te ayrıca dinci genellikle suçlanıp adı geçen yasa uyarınca cezalandırılacak olan Şeyh Sait isyanı bahane edilerek çıkarılan Takrir-i Sükûn kanunuyla ve kurulan askeri mahkemelerle dinciliğe karşı savaş düzenine girer Kemal. Ardından tekke ve zaviyeler kapatılır, dinsel örgütlenmelere son verilir. Arap harfleri kaldırılıp Latin alfabesi kabul edilir. Tüm dinsel unvanlar kaldırılır, şeyhlik-müritlik ilişkisi yasaklanır. Kemal şöyle der: “Türkiye Cumhuriyeti şeyhler dervişler, müritler, mensuplar memleketi olamaz. En doğru ve en hakiki tarikat, tarikat-i medeniyettir. ” (Aktaran Ç. Özek, Devlet ve Din, s. 676) Fes giyilmesi ve ezan’ın Arapça okunması yasaklanır, çıkarılan medeni kanunla dini evlilik kaldırılır. Ve laiklik ilkesi Anayasaya konur.
Bu arada dinsellikten güç alan muhalefetin düzene kanalize edilmesi girişimi görülür. Kemal, yakın arkadaşı olan ve belirli bir dinsel eğilim taşıyan Fethi Okyar eliyle bu muhalefeti toparlayacak Serbest Fıkra’yı kurdurur. Parti hızla büyümeye ve elden kaçmaya başlayınca yasaklanır. Sonuç fiyaskodur.
Ve kuşkusuz, silahlı karşı koyuşlara varan muhalif hareketler ortaya çıkar. 1925’te Şeyh Sait’ten (O’nun ayaklanması ulusal nitelikledir, ancak harekette din öğesi de oldukça ağırlıklıdır) başlayarak, şapka “devrimi”ne karşı Of’ta İskilipli Atıf Hocanın isyan etmesiyle süren dinci tepki 30’da Menemen olayıyla doruğa çıkar. 33’te Bursa’da Kozanlı İbrahim Arapça ezan isteğiyle ayaklanır. 35’te Nakşibendi şeyhi Halit’in başlattığı ve sonra oğlu tarafından sürdürülen silahlı ciddi bir hareket görülür. İskilip’te Nakşibendi şeyhi Ahmet Kalaycı yeni bir tarikatla silaha sarılır.
Kemal’in yanılmıyorsak, 30’ların ortalarında doğrudan dine karşı bir saldırısı da vardır. Bizzat kendisi bir Tabiat kitabı taslağı hazırlar. Burada Kuranın Muhammet tarafından yazıldığı, insanın Darwin kuramı uyarınca geliştiği ve Allah tarafından yaratılmadığı vb. türünden materyalist görüşler savunur. Ancak bu Kemal’in genel çizgisi ve yönelimi içinde bir istisna oluşturur. Ve zaten kitap basılıp piyasaya sürülmez ve okutulmaz. (Kemal muhtemelen ikna edilerek yatıştırılmıştır. Bunu İsmet yapmış olsa gerektir.) Bu sayılmazsa, Kemal doğrudan dine saldırmaz, Allah lafı etmez, ancak bu laiklikle, dinin siyası amaçlarla sömürülmesinden kaçınılmasıyla izah edilir ve Allah’a açıktan karşı çıkmaz. Onda materyalist açıdan din eleştirisi, uygulamada ateist bir tutum yoktur.
Kemal laisizmle karakterize olur. Dini devletten ve eğitimden ayırmıştır, dinsel çeşidi kurum ve kategorileri kaldırmıştır. Kemal’in din aleyhtarı tutumunun yetersizliği ve zaafı ateist olmayışı ve ateist propagandaya yönelmeyişidir. Ama bundan önemli zaafı, din aleyhtarı savaşı, köksüz ve temelsiz bir biçimde, toplumsal yapının dönüştürülmesine yönelmeden, salt siyasal alanda ve idari tedbir ve yasaklarla yürütmeye girişmesidir. O, hem ateizme yönelmemiş ve hem de üçüncü dereceden sorunları ön plana çıkararak birincil sorunlar haline getirmiştir. Fese karşı yasak uygulamanın anlamı olabilir mi? Süreç içinde giyilmesine alışılacak şapka uğruna Kemal kelleler almış, bu tutum sıradan insanlar tarafından anlaşılamamış, bir yandan, dincilik, benzeri tedbirler nedeniyle militanlaşırken diğer yandan sıradan insanları, “müminleri”‘ni peşine takabilmiştir. Toplumda uygunsuz bir laik-dinci sertleşmesi oluşmuş, bu durum günümüze dek devam edegelmiştir. Kemal döneminde oluşan dinciliğin militanlaşmasının ne derece sınıf örgütlenmesi ve mücadelesinin koşullarını zorlaştırıp bu potansiyeli parçalayıp dağıttığını araştıramadık. Ancak hala Kemal düşmanlığında şampiyonluğu kimseye bırakmayan dinsel fanatizmin, Kemal’in aşırı ve toplumsal dönüşümlerden kopuk, yasakçı din aleyhtarı savaşçılığı ile teşvik edilmiş ve militanlaştırılmış oluşunun sonuçlarını bugün yaşıyoruz. Günümüzde emperyalizm ve gericilik tarafından kışkırtılıp militanlaştırılmanın ötesinde dinsel fanatizm, tarihsel olarak da Kemal tarafından militanlaşmaya itilmiş durumuyla, toplumun gündemine üçüncü dereceden sorunları çıkarmaya çalışmakla, uygulamada olumsuzlukları ortaya çıkmış laiklik karşıtı propaganda ve eylemlerle güç toplamaya girişmektedir. Dinsel fanatizm bu konumunu emperyalist ve gerici teşvikin yanı sıra Kemal’in dar görüşlü burjuva laisizmi çerçevesindeki din karşıtı savaşçılığına da borçludur.
Kuşkusuz, tutarsızlığı eleştirmekle birlikte Kemal ve bugün omun laisizmim sürdürmeye çalışanlarla dinci fanatizme karşı olabildiğince birlemeye çalışmak yanlış olmaz. Ancak onların tutarsızlığı ve köksüzlüğünün eleştirisi mutlaka gereklidir. Çünkü bu tutarsızlık sınıf mücadelesini saptırmaya pirim verme ve üçüncü dereceden sorunların gündemi işgal etmesini kolaylaştırma yönünde bir rol oynamaktadır. Üstelik Kemal de, bugün onun laiklik ilkesini savunanlar da ateist değillerdir (istisnalar dışında). Ve en önemlisi ateist olsalar bile bunu kendilerine saklamakta, ateizm propagandası yapmamakta, yaptıkları kadarıyla ise bu propagandayı entelektüel ülkücülükle yürütmekte, onu başarılı olabileceği yegâne temele, kapitalizmin dönüştürülmesi temeline oturtmamakta sınıf mücadelesine bağlamamakladırlar. Üçüncü dereceden sorunları öne çıkaran temel zaaf buradadır.
Kemal’in orijinalitesi, ekonomik ilişkiler alanında feodalizme karşı bir savaş içine girmeksizin, laiklik ilkesiyle dinsel kuruluş ve kategorilere karşı bir savaş yürütmüş olmasıdır. Böylelikle O. Türkiye burjuvazisi açısından belirli bir dine karşı savaş geleneği oluşturmuştur. .Ancak onun yürüttüğü savaşın radikal köksüzlüğü, toplumsal ilerlemeden kopukluğu, bu geleneğin tüm ülke burjuvazisine mal olmasının engeli olmuş, burjuvazi içinde tersine bir eğilim de gelenekleşmiştir. Göstermelik laflar bir yana bugün burjuvazi laiklik ilkesi karşısında bile bölünmüş durumdadır. Dine karşı savaş konusunda ise tümüyle bölünük haldedir. Ve son yıllarda burjuvazi açısından laik olmayan ve hele savaş bir yana dinselliği savunan eğilim hızla gelişmiş ve esas eğilimi oluşturmuştur. Bunda bir yanıyla burjuvazinin gelişmemişliği ve ideolojik ve toplumsal olarak geriliğinden gelen tutuculuğunun; diğer yanıyla Marks zamanında Avrupa’da olanın tersine, kendisi dine karşı savaş açma yoluyla değil ama dinciliği doğrudan besleyip teşvik ederek onu proletarya ve emekçilerin kurtuluş hareketlerinin üzerine sürme yoluyla üçüncü dereceden sorunların öne çıkarılması aracılığıyla, hem karşı devrimci güçleri büyütme ve dayanaklarını güçlendirme ve hem de gündemi ve sınıf mücadelesini saptırma ve proletaryanın amaçlarını bulandırma hedeflerini gerçekleştirmeye yönelmiş olmasının rolü vardır.
Kemalist savaş geleneğini sürdüren bir burjuva aydın kesimi var ülkede. Ancak bunlar özellikle korkutuldukları koşullarda tutarsız din aleyhtarlıklarının da beslemesiyle hemen gerilemekte ve gündem oluşturacak olanakları pek az bulabilmektedirler. Olağanüstü yozlaşmış haliyle belirli bir laiklik geleneği sürdüren ordu ise dikkate alınması gerekli önemli bir güç oluşturuyor. Zaman zaman aydın kesimle de birbirlerin tavrını güçlendirerek, bu iki kesim ve güç, birlikte din aleyhtarı bir tutuma dayanaklık edebiliyorlar. Oldukça karmaşık durumlar yaşanabiliyor. Örneğin, saldırıda belirli bir denge tutturulduğu görüntüsü vermek ve bazı iç hesaplaşmaları gerçekleştirebilmek için, dinciliğin önünü düzlemiş ve onu teşvik etmiş olan Eylülcü generaller, dinciliğe karşı bir saldırı da düzenleyebiliyorlar, bu yönde ordunun henüz tümden silinmemiş laik geleneğinden ve laik aydınlardan destek alabiliyor, bu noktalara dayanabiliyorlar. Bu ve benzeri örnekler sert sınıf çatışması ortamının neden olduğu karmaşa ayrıntılarıdır. Genel çizgiyi ifade etmez ve belirlemezler.
Bugün saptanması gereken şudur: Batı Avrupa ülkelerinde olduğu gibi dincilikle hesaplaşmasını esasta tamamlayan ve onunla savaşma geleneğine sahip bir burjuvazimiz mi var ve böyle bir burjuvazi, Lenin’in dediği gibi, “kasıtlı olarak dine karşı sözüm ona liberal bir ‘saldırı’ örgütleyerek kitlelerin dikkatini sosyalizmden uzağa çekmeye” ve sosyalizme karşı mücadelesi sırasında geri planlara itilmiş bulunan dine karşı savaşı öne çıkararak sınıf mücadelesini saptırmaya mı çalışmaktadır? Yoksa burjuvazinin dinle hesaplaşması tamamlanmamış, ama küçük bir eğilimi olarak kalarak, dine karşı savaşma görevi, esasta siyasi demokrasi için mücadele eden proletaryanın görevi haline mi gelmiştir ve burjuvazi esas kitlesi ve genel eğilimiyle, dinciliği, demokrasi ve sosyalizm savaşçısı proletarya ve emekçilerin mücadelesi karşısına mı sürmektedir? Bu durumda burjuvazi, karşı devrimci güçleri çoğaltıp geliştirmenin yanında, kuşkusuz üçüncü dereceden sorunların öne çıkarılması aracılığıyla mücadeleyi saptırıp hedefi de bulandırmış olacaktır. Ancak bu sonuca, burjuvazinin dine karşı “savaşı” dolayısıyla değil, onun tarafından beslenip teşvik edilen dinciliğin, dinsel fanatizmin proletarya ve emekçilere saldırısı dolayısıyla varılmaya çalışılıyor olunacaktır.
Hangisi? Doğru olan ikincisidir, Dincilik, sınıfa ve emekçilere ve onların devrimci kurtuluş hareketine karşı sürülmektedir. Kemalist bir gelenek belirli bir kesim tarafından korunup temsil edilmekle birlikte, burjuvazi genel olarak bu gelenekle dine karşı sınıf mücadelesini saptırıcı sonuçlar elde etmeyi amaçladığı bir sözde liberal savaş açmış değildir. Bazı burjuva kesimlerin böyle bir savaş içinde oldukları söylenebilse bile bu, burjuvazi ile din ve dincilik arasındaki ilişkiyi belirlememektedir. Günümüzde sınıf mücadelesi ve burjuvaziyle ilişkisi açısından din ve dinciliğin durumu, burjuvazi tarafından proletarya ve emekçilerin ve onların mücadelesinin üzerine sürülüyor olmakla karakterize olmakta, burjuvazi tarafından böylelikle sınıf mücadelesinin saptırılması amacına da ulaşılmak istenmekte, ancak bu, ikincil bir ürün olarak tasarlanmaktadır. Asıl olan, din ve dinciliğin proletarya ve emekçilerin bağımsızlık, demokrasi ve sosyalizm mücadelesinin saptırıcı değil bastırıcı gücü olarak beslenmesi, hazırlanması, teşvik edilmesi ve yönlendirilmesidir. Bu yönlendirmenin asıl gücü ise emperyalizm, başlıca Amerikan emperyalizmidir.
Saldırı düzenleme durumunda olan, göstermelik olarak dini hedefleyen burjuvazi değildir. Saldırıyı yine burjuvazi, emperyalizm destekli ve güdümlü olarak düzenlemektedir, ama dine karşı değil. O, proletarya ve emekçi kitlelere yönelttiği saldırının dayanağını genişletmek ve güçlerini çoğaltmak, olanaklarını artırmak üzere din ve dinciliği, bugüne dek olmadık ölçüde Kemalizm’e ve laiklik ilkesine “reddiye yazarak” açıktan beslemekte, yedeklemekte ve safları düzenlenmiş, devletin istihbarat ve diğer “güvenlik” teşkilatları tarafından organize edilmiş, kadroları profesyonelleştirilmiş ve olağanüstü finans olanaklarına boğulmuş haliyle karşı devrimci bir saldırı gücü, bir koçbaşı olarak örgütlendirmektedir. Bugün din ve dincilikle savaş, yalnızca sınıf mücadelesinin saptırılması gibi, tasarlanan ve uygulamaya koyulanla kıyaslandığında masum kalabilecek zorlukların üstesinden gelinmesini gereksinmekle kalmıyor. Saldırı durumunda olan, emperyalizm ve burjuvazi tarafından yönlendirilen dinci fanatizmdir ve dincilikle savaş başlıca proletaryaya düşmektedir. Bu öyle bir savaştır ki, proletarya için, mücadelesinin saptırılmasının ötesinde, bertaraf etme ya da ezilme sorunu olarak önem kazanmış durumdadır.
Burjuvazi ve devletiyle din arasındaki ilişki açısından, Kemal’den bu yana köprülerin altından çok su aktı. Sınıfı yok sayan ve dincilikle hesaplaşma durumundaki bir burjuvaziden, proletarya ile kesin hesabını kesmek isteyen ve dinciliği açıktan besleyip örgütleyerek, önemli ölçüde ve büyük boyutlarda kendisi de dincileşerek, 70-80 arasında olduğu gibi pek yarar sağlamayan Türkçülük ve ırkçılık değil başlıca dinsellik konumundan sınıfa ve emekçilere saldırıya geçen bir burjuvaziye evrim yaşandı. Devlet, laik olmakla kalmayan ama din ve dincilik üzerinde baskı uygulayan bir devletten dinci baskılama yapan, laiklikten hemen tümüyle uzaklaşmış bir devlete evrildi. Artık devlet kademeleri Kemal zamanında hiç görünmeyen, sonraları tek tük rastlanan takunyalılarla doldu. Devlet daireleri mescitlerle dolduruldu. Cuma günleri hemen tüm daireler boşalıyor, buralarda tarikat toplantıları yapılıyor. Selamı gereğince vermeyenlerin işi görülmüyor. Yalnıza ordu sık sık dizginleri eline aldığı ve kendince hiyerarşik davrandığı için, gereğinde dizginleri elinde tutabilmek amacıyla, zaman zaman aşırı dincilerin tasfiyesine gidiyor, ama orada da dinin toplumsal bütünlüğü sağlayacağını düşünen dinci subaylar çok sayıda bulunuyor.
Devletin din karşısındaki tutumu, 2. Savaş sonrasında oluşan durumda başlıca 1947’den sonra değişmeye başladı. Bu tarihten itibaren, bir süredir dinsizlik suçlamasına uğramakta olan CHP hükümeti ve Milli Şef İsmet, erimekte olan dayanaklarını güçlendirmek amacıyla, okullara zorunlu din dersi koydu, İlahiyat fakülteleri açtı, Kuran kurslarına izin verdi ve diyanet işlerini din adamları yönetmeye başladı. Bu ilk geri çekilme ve tavizler, Bayar-Menderes diktatörlüğü tarafından, taviz olmaktan çıkarılıp taraf olma durumuna girilerek, devam ettirildi. CHP’nin 27 yılı açıktan dinsizlik olarak suçlandı. Ezan’ın Arapça okunmasına başlandı, tarikatlar önce el altından, sonraları giderek açıktan desteklenmeye ve onlara dayanılmaya başlandı. Vatan Cepheleri bir anlamda tarikatlar tarafından oluşturuldu. Kritik bir hükümet bunalımı sırasında Menderes milletvekillerine mecliste “siz isterseniz Hilafeti bile getirebilirsiniz” diye seslendi. Yalnızca milletvekillerini onore etmiyordu, ülkenin ve devletin gelişiminin hangi noktada olduğunu da beyan etmiş oluyordu.
27 Mayıs ve onu izleyen birkaç yıl devletin laiklikten uzaklaşma sürecinde bir duraklamayı işaretledi. Kemalist gelenek “hortlamıştı”. Sonra AP geldi ve Menderes’in kaldığı yerden devam edildi. İmam hatip okul ve liseleri, kursları yaygınlaştırıldı, tarikatlar yine önem kazandılar, takunya sesleri devlet dairelerinden yükselmeye başladı yeniden. Milli Mücadele Dernekleri, İlim Yayma Cemiyeti bu dönemin örgütlenmeleri, faşist ve şeriatçı yarı askeri örgütlerdi. Bu dönemde dincilik ayrı siyasal parti olarak da örgütlenmeye yöneldi. Anayasa Mahkemesi ilk girişim olan Nizam Partisini kapattı, ancak ikincisi olan Selamet Partisi varlığını sürdürdü. Devlet ve organları dinciliğe alışıyor ve ısınıyorlardı. Kemal kendi kurduğu Serbest Fırkayı bile dayanamayıp kapatmışken, artık açık dinci örgütler “müesses nizam” içinde hayat hakkı bulabiliyorlardı. Ve Eylül 80 geldi. “Kemalist gelenekli” ordunun generalleri dinciliği o zamana dek olmadık boyutlarda geliştirdiler. “Başkomutan” ağzını “Allah”sız açmaz oldu, konuşmalarında Kurandan ayetler okudu, hadislerden örnekler verdi. Zorunlu din dersleri pekiştirildi. Ahlak dersi adı altında genelleştirildi. Lise ders kitaplarında Darwin reddedilerek insanın nasıl çamurdan var edilmiş Âdemden, ikinci sınıf insan olan kadının da onun sol kaburga kemiğinden türediği anlatıldı. Açılan kuran kursları ve imam hatip okullarının sayısını akılda tutmak olanaksızlaştı. Diyanet işlerinin ödenekleri artırıldı. Devlet dairelerine dinci girişi hızlandı. Evren türban konusunda direnmesinin dışında dinciliğin tümüyle önünü açtı. Özal, Evrenin bıraktığı eseri tamamladı ve bugüne gelindi. Artık neredeyse bir “din devletimiz” var! Partisini Nakşibendi şeyh ve üstatlarıyla birlikte kuran, uygun görüntüyü onlarla birlikte seçen ve devletin dincileştirilmesi ve şeriatın egemen takılmasının hesaplarını onlarla birlikte yapan Özal, bugün devletin başında ve planlarını uyguluyor. Bakmayın siz TÜSİAD raporunda eğitimin birliği ilkesinden uzaklaşılmasına ve dinci eğitime karşı çıkılmasına; burjuvazi, uygun eğitim almış işçiye gereksinim duyuyor, ama genel gidişi de destekliyor, teşvik ediyor.
Bugün devletin resmi dinsel örgütlenmelere ayırdığı ödenekler milyarlarla ifade edilemiyor. Bunun ötesinde önemli olan ise, burjuvazinin gayri resmi sağladığı finansmanda. Dış Finansman kaynakları ve bunun ülke içiyle bağlanması (Faysal Finans, Al Baraka, Rabıta vb. aracılığıyla) hesap tutmaz boyutlara ulaşmış durumdadır…
Ve tüm bu siyasal ve ekonomik düzenleme ve olanaklar, dinciliğin beslenip sınıf ve emekçiler karşısında vurucu güç olarak örgütlendirilmesine hasredilmiştir. Burjuvazinin artık dine karşı savaşı sürdürme olasılığı bir yana o, devleti “din devleti” haline getirme eğilimindedir. Dinciliği yönlendirmekledir. Dincilik artık sermayenin gücüne dayanmaktadır. Burjuvazi dinci temelde bastırıcı-ezici bir güç oluşturmaktadır.
Dine karşı savaşa evet. Ateist propaganda kuşkusuz ertelenmemelidir. Ancak bu koşullarda dine karşı savaş, burjuvazinin dine karşı sözde savaşı aracılığıyla saptırıcı sonuçlar elde etmeye yöneldiği durum ve koşullara göre, çok daha büyük bir titizliği gerektirmektedir. Şimdi dikkatli davranmak her zamankinden daha çok önem taşıyor. Şimdi asıl dikkat, saptırma girişimlerine olanak tanımamak ve bu girişimleri az zararla atlatmak sorunu üzerinde değil, saptırıcılıktan çok bastırıcı güç olarak örgütlendirilmekte olan dinsel fanatizmin geniş Müslüman kitleler üzerinde etkisini artırmasını kolaylaştırıp teşvik edici hata ve zaaflardan kaçınmak, tabanını genişletmesine neden olabilecek yanlışlardan sakınmak sorunları üzerinde toplanmalıdır. Dinsel fanatizm, zaten burjuvazinin kendisine sunduğu olanaklarla dinsel inançlara sahip kitleler içinde örgütlenmeye yönelmiştir. Ancak bu örgütlenmeyi kolaylaştıracak şeylerin başında, dinsel fanatizmin dinsel inançlara sahip geniş kitleleri, inançları dolayısıyla, proletarya ve emekçilerin güçleriyle bir sürtüşme ve çatışma içine sokabilmesi gelir. Bu oyuna gelinmemelidir. Burada ölümcül bir zaafın oluşturacağı tehlikeye dikkat çekilmelidir. İnançlarından dolayı inananları aşağılama onların inançlarına ve inançları dolayısıyla onlara siyasal olarak mücadele açma onlarla bu alanda siyasal sürtüşmelere girme, örneğin Sünnilere karşı (onların göreli geriliklerinden ve Sünni inanışın göreli tutuculuğundan hareketle), bir nebze bile olsa, yalnız gönül yakınlığı duyma eğiliminde bile kalsa. dinsel inanışlarının göreli zayıflığı ve örgütlenmeye daha açık olmaları gibi nedenlerden hareketle, Alevilerin tarafını tutma ya da tutar görüntü verme, tahmin edilemeyecek olumsuz sonuçlara yol açabilir. Bu sonuncusu özellikle önemlidir, çünkü geçmişte çoğu durumda bu hataya düşülmüş, Sünni inanıştaki kitleler içinde de örgütlenilememiş ve devrimci-Alevi birliği görüntüsü karşısında onlar karşıya itilmiştir. Oysa Alevilerin tercihi, din karşısındaki tutum açısından ateist temelin zayıflığını gösterir ve hem kolaycılığın ve hem de siyasi uyanıklık eksikliğinin kanıtıdır.
Bugünün koşullarında dinsel inanışa sahip işçilerin kazanılması her zamankinden çok önem taşımaktadır. Dinsel fanatizme işçileri bölme olanağı tanınmaması gerektiği gibi, büyük bir enerjiyle dini inanca
sahip işçileri kazanmaya çalışmak gerekiyor. Bu, hem işçilerin birliği açısından önemlidir hem de dinsel fanatizme karşı mücadelede güçlü bir konum sağlayacaktır. Bunun için ne gerekiyor? Sınıf mücadelesine sarılmak, sınıfın ekonomik ve siyasal taleplerine sımsıkı sahip çıkmak, işçileri inançları nedeniyle değil, somut ve maddi talepleri nedeniyle mücadeleye çekmeye yönelmek. İşçiler arasında inançları dolayısıyla kesinlikle ayrım yapmamak. Bir işçi dini inancı ne denli güçlü olursa olsun, ekmek için mücadelenin, ücret ve iş güvenliği için sendikal örgütlenme ve grev hakkı için mücadelenin dilinden, bu mücadelelerin taleplerinin dilinden anlayacaktır. Yeter ki anlatılması bilinsin. Yeter ki ayrımcılık ve bölücülük yoluna girilmesin. Özellikle grev mücadelesinde komünist, sosyal demokrat ya da dine inanan Türk-İş’li ya da Hak-iş’li işçi arasında ayrım yapmak Marksizm’i hiç bilmemektir. Bu tür durumlarda ateizm propagandasına da girişilmemelidir. Bu tür durumlarda ateizm propagandasının yol açması olası olumlu sonuçların bin katı grev mücadele içinde birleştirilip eğitilecek işçilerin kapitalizm karşıtlığından giderek ateizme kazanılmasıyla sağlanabilecektir. Lenin bu soruna ilişkin olarak şunları söylüyor
“Diyelim ki, belirli bir bölgede ve belirli bir endüstri kesiminde bulunan proletarya biri sınıf bilinci oldukça gelişmiş ve kuşkusuz ateist olan Sosyal Demokratlar, ikincisi köyle ve köylülükle ilişkilerini henüz koparmamış olan, tanrıya inanan, kiliseye giden, hatta bir Hıristiyan sendika örgütlemekte olan yerel papazın etkisindeki geri kalmış işçiler olmak üzere ikiye bölünmüş olsun. Yine diyelim ki, bu bölgedeki ekonomik mücadele bir grev sonucunu doğurmuş olsun. Bu durumda bir Marksist’e düşen görev, grevin başarıya ulaşmasını her şeyin üzerinde tutmak, bu mücadelede işçilerin ateistler ve Hıristiyanlar olarak ikiye bölünmesine kesinlikle karşı çıkmak, bu tür herhangi bir bölünmeye engel olmaktır. Proletaryanın geri kalmış kesimlerini ürkütmek, seçimlerde sandalye kaybetmek vb. endişelerden değil, modem kapitalist toplum koşullarında Hıristiyan işçilerin Sosyal Demokrasiye ve ateizme dönmelerinde ateist propagandadan yüz kat daha etkili olacak durumlarda ateist propaganda gereksiz ve zararlı olabilir. Böyle bir anda ve böyle bir ortamda ateist propaganda yapmak, işçilerin grevdeki tavırlarına göre değil de, dinsel inançlarına güre bölünmelerini isteyen papazların ekmeğine yağ sürmek demektir. Ne olursa olsun, tanrıya savaş açılmasını isteyen bir anarşist, gerçekte papazlara ve burjuvaziye yardım ediyor demektir. Bir Marksist’in maddeci olması, yani dine karşı olması gerekir; ancak bir diyalektik maddecinin dine karşı mücadeleyi soyut, kuramsal, değişmez bir biçimde değil de, uygulamada sürmekte olan ve kitleleri her şeyden iyi eğiten sınıf mücadelesinin somut temeline dayanarak yürütmesi gereklidir.” (Din Üzerine, s.30)
Evet, din bir afyondur ve emekçileri yatıştırmaya hizmet etmektedir. Marksizm, diyalektik materyalizme dayandığı için doğrudan din karşıtıdır ve dine karşı mücadele eder, ateizm propagandası yapar, emekçileri aydınlatmaya yönelir. Ancak bu mücadelenin “nasıl”ı özellikle Türkiye’nin bugünkü koşullarında olağanüstü dikkat ve titizlikle yanıtlanmalıdır. Somut koşullar ve durumları dikkate almayan bir din karşıtı mücadele ve hele bunun sınıf mücadelesine ve kapitalizmin dönüştürülmesi mücadelesine bağlanmadan, salt propagandif bir savaş ya da dine karşı siyasal bir saldırı olarak yürütülmesi, işçilerin kapitalizmin dönüştürülmesi mücadelesine katılmaları ve bu mücadele içinde eğitilmelerinin öneminin sadece genel olarak değil, ateist kazançlar açısından da dikkate alınmaması büyük zararlara yol açacak, dinci fanatiklerin ekmeğine yağ sürecektir.
Günün koşulları, dinci saldırılara karşı uyanıklığı ve bu saldırıların bertaraf edilmesi tutumunu, ama her şeyden çok kapitalizmin temellerine saldırı yöneltilmesini, işçilerin bu temelde birleştirilip mücadeleye çekilmesini, kapitalizmin de, dinciliğin de bu temelde yok edilmeye çalışılmasını gerektiriyor.

Kasım 1990

Yorumlar kapatıldı.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑