BURJUVAZİ İDAMLA SALDIRIYOR

25 Ekim 1984. Hıdır Aslan idam edildi. Bu tarihten günümüze kadar cezası infaz edilen başka idam hükümlüsü olmadı. Ancak, idamla yargılananlar birçoklarının kafasını ve gündemini işgal etti. Birçoklarının yüreğini.
23 Şubat 1985. “Oğlu idam mahkûmu baba intihar etti”. (Cumhuriyet)
1 Eylül 1985. Cumhurbaşkanı Kenan Evren TBMM’yi açış konuşmasında “… Ölüm cezalarının kaldırılması konusunda belki ben çok katı ve yanlış düşünüyor olabilirim. Eğer öyle kabul ediliyorsa bunun en salim yolu ‘ölüm cezası kalksın mı kalkmasın mı’ konusunu halkın oyuna sunmaktır” dedi.
21 Ocak 1986. “Oğlu idamdan yargılanan bir anne anlatıyor: ‘Çamaşır ipine bile bakamıyorum’ (Cumhuriyet)
8 Kasım 1987. “ANAP’ın formülü meclisteki idamları müebbede çevirmek” ANAP Genel Başkan Yardımcısı Bülent Akarcalı “… Ama bizim genel olarak idam cezalarını mecliste bloke etmiş olmamız tesadüfî değil. Biz idam cezalarını bloke ederken, bilinçli veya bilinçsiz bir yerde buna karşı çıktık. İkinci husus bu idamlar konusunda işine geldiği zaman çok hassas görünen yazarlarımızın, basınımızın, TBMM’nin -basın meclis diyorum, ANAP grubu demiyorum- ve milletvekillerinin bu tutumundan dolayı en ufak bir takdirleri, övmeleri, desteklemeleri olmamıştır. Milletvekilleri de insandır, insanlar yaptıkları işin iyi olduğuna dair bir emare bir destek gördüklerinde devam ederler. Ve geçmiş dönemde hiçbir milletvekili de çıkıp ‘150 tane idam dosyası var aşağı indirilmiyor, bu adamlar asılmalıdır, bunlar canidir, bunları niye asmıyoruz?’ dememiştir.” diyor (Yeni Gündem savı 88)
14 Ekim 1990. “Hükümet idamlara infaz istiyor.” Devlet Bakanı Mehmet Keçeciler “… Biz belki ıslaha vesile olur, belki Batı’daki uygulamaların Türkiye’deki tatbikatı sebebiyle Türkiye’ye gelişmiş bir ülke imajı verir düşüncesiyle yıllardır askıya aldığımız ve bir türlü elimizin varmadığı, tasdik etmediğimiz meclisteki idam cezaları da tasdik edilecektir. Bu teröristlerin sahip oldukları çetelere ait idam cezalarının meclisteki tatbikatı meselesi hükümetimizce kararlaştırılmıştır… Sen oturacaksın, polisi, jandarmayı, Mehmetçiği vuracaksın, şehit edeceksin, insanlara kalleşçe bombalar göndereceksin; ondan sonra da gideceksin Batı’daki kuruluşlara sığınacaksın. İdam cezası gayri insanı bir cezadır, bu ceza kaldırılmalıdır diye savunacaksın, Türkiye’de işkence var diyeceksin. Öyle yağma yok!” diyor. (Güneş)
Bu da nereden çıktı yıllar sonra? Hani idam cezaları infaz edilmeyecekti?! Hani iki yıl içinde onaylanmayan idamlar müebbede çevrilecekti? Hani …? diyorsunuz, şaşkın, kırık… Bay Keçeciler “… Öyle yağma yok!” diyor. Ama yine de idam cezalarının infazını bu kadar dayanılmaz, çekici kılan nedeni anlayamıyorsunuz. Durup, dururken, insanlara ‘artık infaz edilmeyecek’ mesajı verdikten sonra. Af Örgütüne garantiler verildikten sonra, birden bire “…öyle yağma yok!” diyor Bay Keçeciler.
Güneş 7 Ekim 1990: “Terör ağlarını örüyor: SHP-PM üyesi eski milletvekili Bahriye Üçok bombalı kitap paketi ile öldürüldü.”
-“Askeri konuklar yine Ankara’da: Bir süre önce İngiltere Genelkurmay Başkanı ile Fransa Deniz Kuvvetleri Komutanı’nın ziyaret ettiği Ankara’ya dün de Almanya Kara Kuvvetleri Komutanı geldi.”
-“Yayınevi kundaklandı.”
-“Körfezde yığınak tamamlandı.”
Güneş 11 Ekim 1990: -“Yargı da irtica tehdidi altında.”
– “Üçok’un suikasttan üç gün önce İnönü’ye verdiği rapor açıklandı: Cihat tehlikesi var”
Güneş 14 Ekim 1990: -“MİT Müsteşarı Teoman Koman yurtdışından destek bulan İslami teröre dikkat çekti: şeriat askeri eğitimde.”
-“HÜKÜMET İDAMLARA İNFAZ İSTİYOR”
Milliyet 18 Ekim 1990: – “Komik zam: Ek yardımlar dâhil memur maaşlarındaki artış sadece % 15”
Güneş 20 Ekim 1990: -“ABD Eski Dışişleri Bakanı Henri Kissinger Türkiye ve Mısır’ı bekleyen tehlikeyi anlattı: Irak püskürtülmezse iki ülkeye şeriat gelir.”
-“Orgeneral Torumtay: Taassup tehlikesi var.”
Gazete haberlerine göz atıyorsunuz. İdamların infazının gündeme getirildiği günün öncesinde ve sonrasındaki gazete haberleri ilginç. Ama Bay Keçecilerin öfkesinin “birden bire’ kabarmasına neyin neden olduğu belli değil. Bahriye Üçok’un öldürülmesi ise, Muammer Aksoy, Çetin Emeç cinayetlerinde olduğu gibi nedense, hiçbir ipucu yok. Kimin yaptığı belli değil, ‘karanlık’. Öfkelenecek somut bir hedef yok! Ama öte yandan devletin güvenlikle sorumlu da üst düzey yetkilisi -MİT Müsteşarı ve Genelkurmay Başkanı- ‘şeriat tehdidinden’ söz ediyordu. (Her ikisinin de çok ender demeç verdiğini hatırlarız) ABD eski Dışişleri Bakanı Henri Kissinger da bu tehlikeyi ‘Körfez Krizine’ bağlıyor: “Irak püskürtülmezse iki ülkeye (Türkiye ve Mısır) şeriat gelir” diyor.
Öyleyse Irak’ı püskürtmek zorundayız! …
Avrupalı askeri yetkililerin ikisi gidiyor, biri geliyor. Uluslararası askeri trafik yoğun.
Peki, ama Irak’ı püskürtmek zorunda oluşumuzla idam cezalarının infazının ne ilgisi var? diye bir soru takılıyor aklınıza. Şeriat mı gelecek yoksa savaş mı? Diyorsunuz. (Ölümlerden ölüm beğen!)
Şeriat gelecekse ölüm cezalarının infazında acele etmeye gerek yok ki ! O nasıl olsa fazlasıyla infaz edecek.
Demek ki savaş gelecek? Zaten bu Kissinger da tehdit eder gibi konuşuyordu. ‘Irak’a karşı savaşa girmezseniz, şeriat gelir ha! Şeriatı Kissinger mi gönderiyor yoksa? Pek tekin bir adam olmadığı her uğursuzlukta ortaya çıkıp ‘görüş beyan etmesinden’ anlaşılıyor. Nerede bir karışıklık, bir savaş olasılığı var. Kissinger ‘piyasada’! ‘Piyasa kızıştırıyor’ diye aklınızdan geçiyor gayri ihtiyari…
İçiniz kararıyor! Ama hâlâ sorunlarınıza net yanıtlar bulabilmiş değilsiniz.
Cezaevinde eli kolu bağlı insanların savaşa ne zararı var ki ya da şeriata, diyorsunuz -böyle acele ediyorlar, idam etmekte. Maksat, Muammer Aksoy’un, Çetin Emeç’in, Bahriye Üçok’un katillerine, anti-laik teröristlere gözdağı vermekse, idamlıkların kurban seçilmesi pek yerinde değil. Zira idamı onay bekleyen 280 kişinin çoğu solcu. Şeriatçı, anti-laik bilinen kimse de yek aralarında. Ama Bay Keçecilerin öfkesinin son döneminin cinayetleri Muammer Aksoy, Çetin Emeç, Bahriye Üçok aydınlanmamış, katilleri sırra kadem basmış dururken, ‘idam cezası insani bir cezadır’ demek ‘yüzsüzlüğünü’ gösterenlere yöneldiğini anımsıyorsunuz! Ne ilgisi var?’ diyorsunuz.
Sonra bir gazete manşeti geliyor gözünüzün önüne: “Körfez’de yığınak tamamlandı”. Ankara’ya gelip giden Avrupalı askeri yetkilileri, Bay Kissinger, Bay Koman ve Bay Torumtay’ın sözlerini, olup bitenleri anlamaya çalışıyorsunuz. Öfkeleniyorsunuz: Allah aşkına, ne yapmak istiyorsunuz? Ne geveleyip duruyorsunuz? Söylesenize ne yapacağınızı! … diyorsunuz.
Birden birisinin yüksek sesle düşündüklerini duyar gibi oluyorsunuz:
“… Bu milletin, memleketin yüksek menfaatlerini her şeyin üstünde müdafaa etmek bizim asli vazifemiz. Savaşı bunun için istiyoruz. Bunun için gerektiğinde savaşa gireceğimizi açık seçik söylüyoruz. Niyetimizin bu vesileyle önemli memleket meselelerine, aktif ve dinamik politikamızla hızla çözüm getirmek olduğunu belirtmek isterim ‘Oradaki’ durumun fevkalade hal tedbirleriyle sonuç alınamayacağını gördük Adam ordu değil, devlet değil ki, savaş ilan edesin… Bu tedbirlerle bir yere varmak mümkün değil. Haber sirkülasyonunu önemli ölçüde önledik Ama yine meraklıları her şeyi biliyor, öğreniyor. SS kararnamesi diye tabir edilen mevzuattan mühim ölçüde istifade ettik. Tantana etliler ama alıştılar sonunda. Savaşa da alışırlar. Bu fırsatı değerlendiremezsek kimseden çekinmeden, gocunmadan ayrılıkçı terörü tümüyle ‘oradan’ söküp kökünü kurutmazsa bu meselenin üstesinden gelemeyiz. Biz en çok da bu yönünü düşünüyoruz hadisenin. Bununla birlikte, başka birçok sayısız menfaatimizin de olduğunu müşahede ve derhal teşhis ettik. Çok iş başardık. Bunu da -Allah’ın izniyle- başaracağız. Şimdi her zamankinden daha hareket ve serbestimiz mevcut. İnsan hakları, demokrasi diyenleri bugünlerde Avrupa Topluluğu ülkeleri duymazdan geliyor. Çünkü onların da bu savaştan menfaatleri vardır. Menfaatlerimiz müşterektir. O sebeple bize son derece saygılılar ve dostluğumuza muhtaçlar! Savaşa hayır diye her fırsatta bağırıp, işçileri, öğrencileri ve işsiz güçsüz takımını peşine takan terör heveslilerini bu çığırtkanlıktan uzaklaştırmak, iyice dikkati çekmeye başlayan bu savaş aleyhtarlığına da bu arada bir dur demek lazım. Batılıların da işine gelmez nümayişler. Onlar çok ciddiye alırlar böyle şeyleri. Ancak şimdi durum değişik. Onlar da savaşı istiyor. Bizim demokrasi heveslilerinin en hassas olduğu bir konuyu kurcalayarak dikkatleri şu savaş konusundan ayırmak lazım. Bunların en hassas olduğu konu idam cezalarıdır. Bir yoklama çektin mi bunlar savaşı mavaşı unuturlar. 280 kişiyi ertesi gün asacakmışız gibi kıyameti koparırlar. Bunları ne yapacağımızı da bilemiyorduk zaten. Bir tane iki tane değil ki 280 tane. İki misli de meclise gelecek var. Barış zamanı bir tanesini bile asamazsın zaten. Nasıl ki ‘oradakileri’ bir çırpıda temizlemiyoruz yıllardır, öyle, bu mesele de. Ancak şimdi bu arada ortaya atarsak, kim ne söylüyor, ne yapıyor onu da görürüz. Bu arada yine ‘savaşa hayır’ diyenlerin şiddetle susturulması için tedbirleri de sıkı tutmalı. Kafasını kaldıranı tıkacaksın. Öyle bir denk getireceksin ki, bunlara özenen barış, özgürlük, emek diyenin artık sesi duyulmayacak. İcabında üç beş tanesini de asabilesin. ‘Oradakileri’ ‘yanlışlıkla’ kurşuna dizmelisin. Tabi artık ‘savaş hali’ olacak! 50’şer, 100’er ölenlerin yanında üç-baş tane asılanın adı bile anılmaz. İcabında, yani. Bu körfez krizi iyi yetişti. İşlerimizi kolaylaştırdı. Savaş olmasa da bu gerginliği tutmakta fayda var. O da işimize gelir. Bu sayede memuru % 15 ile savuşturmadık mı? Yapılan Fiyat artırmalarına kimse sesini çıkaramıyor, savaş geliyor diye. Terör merör de iyi güzeldi ama, bu işin suyu çıktı. Kaç tane adamın suikastı meçhul kaldı, bu işin içinde bir iş var demezler mi? Şeriat tehditleri de biraz fazla oldu ama ziyanı yok. Dozu arttıkça milletin kulağı alışıyor, iyi oluyor, icabında. Şeriat, savaş, terör, bir de şu idamlar konusunu ele alalım da..”
Bir an için duyar gibi olduğunuzun gerçek olduğunu sanıyorsunuz. Dehşet! Ürperiyorsunuz. Ama gerçek olmaması için de hiçbir neden yok Her şey tamam! Suikastlar şeriat tehditleri, savaş ile şeriatın birbirine alternatif iki zorunluluk olarak dayatılması idamların da çok amaçlı olarak bir koz gibi kullanılması. İnce politika her yerde aynı kurnazlıkla kullanılıyor. Aynı kurnazlıkla ama acz içindeki küstahlıkla, bayağı simsarlıkla… Neredeyse Saddam’a teşekkür edecek aşağılıkla. Artık ne ilgisi var diye sormuyorsunuz. Oğlu idam cezası almış bir annenin sözleri geçiyor kulaklarınızdan: “Hep aklımda idam anı. Hep beyaz giysiler içinde oğlum. Her seferinde ‘ip boynunu acıtır mı acaba?’ diye düşünüyorum”
Boğazınıza bir yumru oturuyor. Zar-zor yutkunuyorsunuz. Dişleriniz ve yumruklarınızı sıkın. Bay Keçeciler’e “ÖYLE YAĞMA YOK!” demek için sabırsızlanıyorsunuz.

Bir Şantaj ya da acizliğin dışavurumu
İdam saldırısı
Devlet Bakanı Mehmet Keçecilerin “meclisle bekleyen idam hükümlerinin infaz çalışmalarını başlatacağız. Anarşi ve teröre karşı yeni tedbirler hazırlıyoruz” yollu açıklamaları, toplumda idam olayını tekrar tartışma masasına getirdi. Turgut Özal’ın Körfez seyahati öncesi başkanlık yaptığı Bakanlar Kurulu Toplantısı’nda; devletin beslemesi İslamcı teröre hiç değinmeden bir kaç bireysel terör eylemini ön plana çıkartarak yükselen halk muhalefetinin nasıl bastırılacağı üzerine konuşurken; “Acil tedbirler alın. Biz hiç bir idam cezası infaz etmedik, ama bu, teröre prim veriyorsa, o da dâhil bütün tedbirleri yerine getirmemiz lazım.” (!) diyerek direktif vermiştir. Özal’ın direktifi yalnız bu kadar da değildir; “teröristleri yok edin” şeklindeki devrimcilerin sağ olarak değil, öldürülerek ele geçirilmesi yönündeki açıklamaları da basına yansıdı. Zaten pratikte uygulanan bu yöntemin süreklilik kazanmasını buyurmuştur, Özal.
M. Keçeciler’in yaptığı açıklama, bakanların tümünce onay görürken, karşı çıkar görünenler ise, infazların bu koşullarda, “hem yurt içinde hem de yurt dışında yeni bir sıkıntının kaynağı olabileceği” endişesini gerekçe göstermektedirler.
Demokrasi havarisi pozuna bürünen DYP genel başkanı Süleyman Demirel, “işlenmiş suçların ne olduklarına bakarak komisyondaki tavırlarını belirleyecekleri”ni belirtip, “eğer hadise hükümetin dediği gibiyse, yani ‘infazlar yapılsaydı, cinayetler işlenmezdi’ deniyorsa, bu zamana kadar yapmamış olmaktan dolayı kendileri suçludur, özürleri kabahatlerinden büyüktür” diyerek ANAP Hükümetini şimdiye dek devrimcileri idam etmediği içini eleştirmektedir.
SHP yöneticilerinin “idama karşı oldukları” yolundaki beyanları da gerçekte bir demagojidir. SHP, kendisini, demokrasi ve özgürlükleri savunucu bir parti gibi göstermeye çalışıyor. Ama somut uygulamaları onu yalanlamaktadır, Özal’la üçlü zirveye oturup Kuzey Kürdistan’da 413 sayılı KHK kapsamındaki tedbirlerle baskıda mutabakat sağlayan, ulusal kurtuluşçu güçlerin katledilmelerini onaylayan, “terör silahla ezilmelidir” diyen, Paris’teki Uluslararası Kürt Kimliği ve Kültürü Konferansına katıldılar diye yedi milletvekilini partiden ihraç eden, dahası Körfezde “kurulacak uluslararası bir ordu kapsamında asker gönderme”yi savunan SHP yöneticileri değil mi? Onların idama karşı olmaları, gerçek bir karşılık değil, tabanlarına ve halka ters düşmeme gayretleri sonucu takındıkları sahte bir çehredir.
Bugün idam olgusunun tekrar gündeme getirilmesi, siyasal iktidarın içinde bulunduğu koşullar ve emekçi kitlelerin hareketliliğiyle yakından bağlantılıdır. İdam olayını, dört faktörü kendi özgülünde kısaca inceleyerek, birbirinden farklı kesimler çerçevesinde değerlendirerek bilince çıkarabiliriz.
1-Siyasal iktidar açısından durum ve idamlar olgusu:
Emperyalizmin yarı sömürgesi durumunda olan ülkemizde ekonomik kriz, halkın daha da yoksullaştırılması pahasına aşılamamış, giderek derinleşmekte ve siyasi kriz de kapıda görünmektedir. Daha önce uygulanmazken şimdi gıda maddelerine de KDV uygulanmaya başlanmıştır. Yüksek enflasyon ve her gün yapılan zamlara karşın, ekonomik kriz giderilememiş, bütçe ve dış ticaret açıklan rekor düzeye ulaşmıştır. Bu durum ANAP Hükümetini de sarsmakta, içindeki hiziplerin mücadelesinin kızışmasına yol açmaktadır. Dışişleri Bakanı Ali Bozer’den sonra şimdi de Milli Savunma Bakanı Sefa Giray bakanlıktan istifa etmiştir.
K…tan’da ise silahlı direnişler, önlenebilmek şöyle dursun, giderek yoksul Kürt köylüsünün ve aydınlarının daha bir desteğini kazanmakta, yaygınlaşmakta, katliam ve devlet terörüne karşın, Kürt emekçilerinin kitlesel tepkileri, Silopi, Cizre ve Nusaybin örneklerinin çoğalacağının işaretlerini vermektedir. TC bu nedenle Siirt ve Eruh’un 30’dan fazla köyünü zorla boşalttırmıştır.
İşçiler, köylüler, memurlar ve öğrenci gençlik, vahşi sömürü ve devlet uygulamalarına, terörü ve baskılara karşı eylemlerini sokağa taşırmaktadırlar. Bu koşullarda toplumu terörize etmek, emekçi halkın hak ve özgürlük taleplerini bastırmak için yeni baskı tedbirleri ve uygulamalarına ihtiyaç duymaktadırlar. Muhalif sesler susturulmalı, halka önderlik edenler yok edilmeli, dinsel gericilik geliştirilmeli ve provokasyonlar tezgahlanmalıdır! Yalnızca burjuva demokratik talepleri savundukları ve şeriatçılığa, dinsel yobazlığa karşı çıktıkları için Muammer Aksoy, Çetin Emeç ve Bahriye Üçok, yurtsever-demokrat olduğu ve laikliği savunduğu için Turan Dursun dinci-faşistlerce katledildiler. Cinayet mihrakları, dahası adresleri belli olmasına karşın himaye gördükten ve bizzat teşvik edildikleri için failler yakalanmamıştır. Çünkü oynanan oyunun Figüranlarıdır onlar.
12 Eylül askeri faşist darbesinin ardından toplumu apolitikleştirmek ve insanları tevekkülcü-kaderci bireyler haline getirebilmek için bir yandan terör uygulanmış, bir yandan da dini propaganda yaygınlaştırılmıştı. İmam Hatip Okulları, kuran kursları çoğaltılmış, dini tarikat ve örgütlenmelere geniş olanaklar tanınmıştı. ANAP yönetiminde fanatik dinciler ve faşist militanlar, devletin kilit noktalarına yerleştirildi ve şeriatçılık eğilimleri güçlendirildi. Bugün doğrudan devletten destek gören dinci fanatikler, laikliği savunanların öldürülmesini yayın organlarında açıktan savunur durumdadırlar. Ve bugün, ‘Terörü önlemek için Meclisteki idam dosyalarını infaz için ele alacakları’nı açıklayan M. Keçecilerin, bu fanatik dinci-faşistlerin hamilerinden biri olduğu, Turgut Özal’ın kardeşi olan Korkut Özal’ın Faysal Finans Kurumu ve Rabıta aracılığıyla Suudi sermayesi ile olan ilişkisi gazete sayfalarına dek yansımıştır.
Körfez’de bir savaş olasılığını ganimet bilen burjuvazi ve faşizm; terörü yoğunlaşmış bir biçimde uygulayarak halk muhalefetini bastırmak, ekonomik krizin yükünü tümüyle halkın sırtından gidermek, K…tan’daki ulusal mücadeleyi, orada “ot bitmeyecek” şeklinde kökünden (!) yok etmek, idamları yeni katliamları gerçekleştirmek ve işkenceyi bugünkünden daha fütursuzca uygulayabilmek için bu savaşın çıkmasını ve emperyalistler safında savaşa katılmayı can-ı gönülden arzulamaktadır.
Öz olarak siyasi iktidar, bugün, içinde bulunduğu ekonomik krizi gidermek, siyasal istikrarı sağlamak ve sessiz, edilgen bir toplum yaratmak amacıyla bir yandan loplumu terörize edip korku dalgası yaratmak için şeriatçı-faşistleri cinayetlerinde kutlanır ve teşvik ederken, diğer yandan Kürdistan’da. Tuzlada ve Cihangir’deki katliamlarında olduğu gibi devrimcileri ölü ele geçirmek ve içerdeki biz devrimci tutsakların başlarını bir şantaj aracı olarak kullanmak acizliğine düşmüştür. Ama “Korkunun Ecele Faydası Yoktur.”
2) Emekçi halkımız açısından durum ve idam olayları:
12 Eylül, siyasal iktidarca sivil görünümüyle sürdürülmektedir. Hak gaspları, işkenceler, beyaz terör yalnızca dozu biraz azalmak zorunda kalmış, biçim değişikliğiyle sürdürülmekledir. Baskı ve şiddete, ekonomik sömürü ve yoksullaşmaya karşı emekçilerin haklı mücadelesi gelişmektedir. Eylemleri artık sokağa taşmakla ve tepkiler giderek daha bir kitlesel özellik kazanmaktadır.
34 bin 183’ü kadrolu olmak üzere 1990 yılı başından bu yana toplam 75 bin işçi işten atılmıştır ve işten tazminatsız olarak da çıkarmalar halen devam etmekledir. Metal, Maden, Tekstil, Gıda, Lastik vb. işkollarında toplu sözleşme görüşmeleri uyuşmazlıkla tıkanmıştır ve 300 bin işçi grev hazırlığındadır. 1991 yılı başında ise, 650 bini kamu sektöründe olmak üzere 700 bin işçinin toplu sözleşme görüşmeleri başlayacaktır. Grev hakkının kuşa çevrilmiş olması grevlerin ancak tek tek iş yerlerinde gerçekleşebilir kılınıp getirilen düzenlemelerle etkinliğinin zayıflatılmaya çalışması, işçi sınıfında direniş ve dayanışma eğilimlerinin yükselmesiyle çok daha üst boyutla etkileyici olacak olan genel grevin koşullarını da oluşturmuştur. Genel grev şiarının, giderek tüm işçiler için ortak eylem talebini ifade eder duruma gelmesi, sendika ağalarının bile bu slogana sahip çıkar görünmelerine yol açmıştır. İşçiler daha şimdiden ’89 Bahar Eylemleri benzeri direnişlere başlamışlardır. Burjuvazi hükümet-işveren sendika ağaları el ele vererek bu “tehlikeli” gidişi önlemenin çareleri araştırmaktadır.
Memurlar, sağlık emekçileri ve öğretmenler; grevli-toplu sözleşmeli sendika hakkı ve ekonomik hak ağırlıklı talepleri için on binlercesiyle sokağa taşmış ve daha da gelişebilecek bir potansiyel taşıdıkları görülmekte, üstelik işçi sınıfınca da eylem ve talepleri desteklenmektedir.
Köylüler, yüksek maliyetli tarım girdileri ve düşük taban fiyatları nedeniyle giderek yoksullaşmakta, banka ve tefeci-tüccara olan borçlarını ödeyemedikleri için toprakları ve diğer üretim araçlarından yoksun kalmakta, hızla sefaletin içine çekilmektedirler. Akhisar’da türün üreticilerinin sokağa taşan, gün boyunca radikal biçimlere dönüşerek devam eden toplu eylemleri, Karadeniz fındık ve çay üreticilerinin hoşnutsuzlukları, bu kesimin de içten içe kaynamakta olduğunu göstermekledir.
Öğrenci faşist-feodal eğitim sistemine, okul ve yurtlardaki kışla baskısına, polisin ve faşist disiplin yönetmenliğinin baskılarına karşı demokrat lise, özerk-demokratik üniversite talepleri ile henüz kitleselleşmese de mücadelesi gelişmekledir.
Açığa çıkan odur ki, emekçi halkın genel direnişinin koşuları hızla olgunlaşmaktadır. Tekelci burjuvazi, bu tehlikeli gelişmeyi önleyebilmek için bir yandan sopayı, bir diğer yandan demagojiyi ve öte yandan da şantajı uygulamaktadır. Sınıf mücadelesi, toplum, çıkarları zıt sınıflara bölündüğü sürece sürecek, nesnel bir olgudur. Sınıflı toplumlar tarihi göstermektedir ki; hiç bir terör-demagoji ve şantaj sınıf mücadelesini ne dengeleyebilmiş ne de yok edebilmiştir. Bu, maddenin doğasına aykırıdır. İşte bu nedenle, biz evlatlarını idamla katletmek şantajı; işçi sınıfı ve diğer emekçi tabakaların mücadelesini engellemeyecek, idamların gerçekleşmesi durumunda ise: olsa olsa emekçi halkın özgürlük ve demokrasi mücadelesinin daha bir kızışması söz konusu olacaktır. Çünkü halkımız evlatlarına sahip çıkmakta, bizlerin, kendilerinin çıkarlarının savunucusu olduğumuzu bilmektedir.
3) Devrimci siyasal hareketler açısından durum:
Devrimci örgütlenmeler, geleceğin özgür, bağımsız ve demokratik toplumunu, komünist örgütlenme ise; bunlara ek olarak sınıfsız toplumu yaratma mücadelesinde çok sevdikleri arkadaşlarını, dostlarını yitirmişler, yitirmekteler ve yitireceklerdir. Her mücadelenin bedeli kayıplar olacaktır. Ama onlar bu kayıpları veriyorlar ya da verecekler diye ideallerine ulaşma mücadelesinden vazgeçmezler. Her yitirilen yoldaşın kararlı, baş eğmez, militan ve fedakarca tavırlarını kendilerine örnek alarak, yoldaşlarının anılarını yüreklerinde sevgiyle taşırlar. Yoldaşları yitirmek acıdır ama üstlenilen misyon; tek tek insanların değil, toplumun kurtuluşu içindir, idamlar, onların yalnızca sınıf kinlerini biler ve büyük davalarına daha sıkı sarılmaların; yüreklerinde çiçek açan yoldaşların fedakarlıklarını boşa çıkarmamak için daha bir kararlı davranmalarına dürtü olur.
4) idam “Cezası” alanlar açısından durum:
Tutsak düşmüş devrimciler; kişisel çıkarlarının değil, işçi sınıfı ve diğer emekçilerin emperyalizme, faşizme, sömürü ve baskılara karşı verdikleri mücadelenin birer militanıdırlar. Bu haklı mücadele içinde yer alırken işkenceye çekilmeyi, cezaevlerine kapatılmayı olduğu kadar, vurulup öldürülmeyi ya da idam edilmeyi de göze almışlardır. Burjuvazinin, saltanatını yıkmak isteyenlere gül uzatmayacağı açıktır. Devrimciler, yaşama küskün, kompleksli ya da macera peşinde koşan sergüzeştler değillerdir. Yaşama bağlıdırlar ve yaşanası bir dünyayı yaratmak içindir tüm uğraşları. Ama yaşamın da ancak onurlu olduğu ölçüde değerli olduğunun bilincindedirler. Bu nedenle yaşamları için ve devrimci onurlarını pazarlık masasına sürmezler. Geleceğin aydınlık ve güzel günlerinin, bugünkü direniş ve fedakârlık harcıyla inşa edileceğini bilirler.
Uzun cezaevi yaşamalarında; yıllarca işkenceli, hücre cezası, görüş yasaklı, güneşten-temiz havadan yoksun günler geçirdiler. Açlık grevleri ile ölümü yaratıldı, onlarca arkadaş yaşamlarını yitirdi açlık direnişlerinde, işkence ve kötü koşullar altında. Ama siyasal tutsaklar, inançlarını ve onurlarını korudular, sımsıkı sarıldılar değerlerine. İşte bu yüzden siyasal iktidar, bizlerin siyasal kimliğimizi yok etmek, kişiliksiz, anti-sosyal varlıklar haline getirilmemiz düşüyle Eskişehir özel Tip’te tek kişilik hücre-havlandırma sistemini oluşturdu. Bu düşünceyle yatıp kalkan siyasal iktidar, yallarca uyguladığı en aşağılık ve insanlık dışı yöntemleri para etmediği gibi, bu sitemin de tutmayacağını kavrayamamakta. Çünkü onun yaşamına bireysel çıkar dürtüsü yön vermektedir.
12 Eylül’ün askeri mahkemelerinin, kanıt ve belgelere dayanmadan, yalnızca emekçi sınıflara olan kinleri ve komünizm korkusu ile verdikleri cezalar, Sacco ve Vanzetti’nin yargılanmasındaki komploların, sahtekârlıkların yalnızca birer tekrarları olarak oluşturulmuştur Devrimciler, iddia edilen fiilleri işleseler de, suçlu değillerdir. Çünkü onlar sömürücü bir avuç azınlığa karşı, ezilen ve sömürülen geniş emekçi yığınların safında yer alıyorlar. Onlar, çürüyen, yoz ve adaletsizliğin pis kokulu karanlık dünyasına karşı insanlığın altın çağının yaratıcısıdırlar. Bu nedenle işlenmiş fiiller, birer suç değil, mücadelenin gerekleridir. Ve biliyoruz ki, sınıf mücadelenin zig-zaklı yolunda daha da zor günler yaşanacak ve belki de yitirilecek yaşamlar. İdamlar, devrimci tutsakların ne inançlarını terk etmelerine ne de devrimci onurlarını yitirmelerine yol açamaz. Eğer o gün gelirse, Denizler gibi, gencecik fidan Erdal gibi ip ucunda bayraklanmanın örneklerini vereceğiz yeniden.
Devrimci Tutsaklar Adına İlker DİLCAN

Yorumlar kapatıldı.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑