Haberler-Mektuplar

İdama ve hücre yaşamına hayır!
İHD İstanbul Şubesi, ülkemizde en son idamın infaz edildiği günün (25 Ekim 1984 Hıdır Aslan) 7. yıldönümünde yaklaşık 150 kişinin katılımıyla bir basın açıklaması yaptı. Önemli bölümlerini yayınlıyoruz.

Ortadoğu’daki savaş geriliminden yararlanmak isteyen siyasi iktidar, insan hak ve özgürlüklerine aykırı ne kadar ilkel, intikamcı anti-demokratik tezgâhlar varsa, peşi sıra gündeme getirmeye devam ediyor. Tek gayesi haklının olmadığı bir savaşa girmek istemeyen halk kitlelerini susturmak, idam ve hücre hapsiyle yani en tehlikeli terör olan devlet terörüyle toplumu suskunlar toplumu, köle bir toplum haline getirmek.
Önce kendilerine özgü dili, kültürleri, sosyolojik gerçeklikleri bulunan, mevcut hukuki düzenlemede, Doğu ve Güneydoğu diye adlandırılan bölgede yoğun olarak bulunan milyonlarca insanın temel hak ve özgürlüklerini, uluslararası sözleşmenin 15. maddesini keyfi ve kendine göre yorumlayarak askıya aldığını ilan etti. Zaten geçmişten beri izlenen, bu insanların her türlü hak ve özgürlüklerini inkâr politikasını, uluslararası hukuk meşruluğuna oturtmak istedi.
Bir adım daha atarak siyasi mahkûm ve tutukluları, yaşam boyu hücre hapsine mahkûm etmek için, Eskişehir’deki hücre tipi cezaevine sevkin provaları gündeme getirildi. Baskı ile işkence ile vahşi operasyonlarla! Ne mevcut yasalarda, ne de uluslararası hukuk belgelerinde suçu ne olursa olsun mahkûm ve tutukluları yaşam boyu, uzun süreli hücreye tıkmayı meşru gösterecek bir tek hukuk düzenlemesi mevcut değildir. Eskişehir hücre tipi cezaevi Batı standartlarında bir cezaevi değildir. Bu bir kandırmacadır. Havalandırması dahi hücre esasına göre düzenlenmiştir.
İnsanın başka bir insanla beraber yemek yemesi, beraber hava alması, iki cümle sohbet etmesi, insanın insan yüzü görmesi bu hücre tipi cezaeviyle ortadan kaldırılmak istenmektedir. Yani en asgari insani özellikler bu cezaevi ile tahrip edilmek istenmektedir, insan, devlet eliyle insanlıktan çıkartılmak, çıldırtılmak istenmektedir. Bu uygulama ile yasalarda olmayan ömür boyu, uzun süreli hücre mahkûmiyeti uygulamaya sokulmaktadır. Yasalara göre inzibati mahiyetteki hücre hapisleri 15 günü geçemez. Sürekli hücre cezası 6 ayı geçtiği takdirde durum kendiliğinden tekrar görüşülür. Eskişehir hücre tipi cezaevi ile yıllar boyu sürecek hücre mahkûmiyeti yürütme eliyle gündeme getirilmektedir.
İktidar, bu provanın arkasından sosyal muhalefetin üzerinde tekrar Demokles’in Kılıcı gibi, İDAM TEHDİDİNİ sallamaya başlamıştır. “Asmayalım da besleyelim mi?” zihniyetinin yerini ikiyüzlü “Ortak Pazar’ın hatırı için şimdilik uygulamayı donduralım” anlayışından sonra, savaş ortamından istifade tekrar cellât devlet anlayışı gündeme getirilmiştir,(…)
İdam cezaları tamamen kaldırılmalıdır. Eskişehir hücre tipi cezaevi eski haline getirilmelidir. Hücre tipi yaşama izin verilmemelidir. Uluslararası hukuk kurallarıyla meşruluk kazandırılmaya çalışan milyonlarca insanın temel hak ve özgürlüklerinin askıya alınması uygulamasına son verilmeli, milyonların temel hak ve özgürlükleri iade edilmelidir. İnsan hakları savunucuları her zamankinden daha çok seslerini çıkarmalı, zulüm tedbirlerine karşı çıkılmalıdır.
28 Ekim 1990’da İnsan Hakları Derneği Genel Merkezi’nin Genel Kurulu’nca, Türkiye genelinde yürütülecek imza kampanyasının başlatılması;
Miting ve yürüyüş;
Afişleme;
Video gösterimi;
El ilanlarının dağıtılması.
Tüm kurum, kuruluş ve aileleri, insan hakları mücadelecilerini; bir CİNAYET olan İDAMA karşı başlattığımız kampanyaya katılmaya, destek olmaya çağırıyoruz.


“Ali Akgün’ün öldürülmesi onaylanamaz”
Çanakkale Cezaevi’nden

Devrimci kamuoyunun da öğrendiği gibi, Eylül ayı sonunda geçmişte DEV-SOL örgütlenmesinde değişik düzeylerde görev yapmış ALİ AKGÜN, Dev-Sol’cu arkadaşların koğuşunda kalmakta iken öldürüldü. “Cezalandırma eylemi”ni Dev-Sol merkezi düzeyde üstlendi. Elimize ulaşan 4 Ekim tarihli Dev-Sol bildirisinde özetle ölüm gerekçesi olarak şunlar belirtilmiştir:
“Örgütümüzün yaptığı soruşturma sonucu Ali Akgün’ün ihaneti polisle zımni işbirliği içinde çalışmasını, PAŞA GÜVEN alçağı ile birleşerek hareketi arkadan hançerlemeye kalkışmasını, kendi kişisel çıkarları ve ihtirasları için şaibeli serseri ve polisle işbirliği yapan kişiler Biralında toplayarak bir çete oluşturduğunu ve bu çapulcu çetesiyle yaptığı işlere örgütümüzün adını karıştırdığını vb… açıklığa kavuşmuştur.
Ali Akgün yapılan yargılama sonucunda örgüte ihanet ettiği, işlediği suçların hesabını vermekten kaçtığı, devrimcilere ve halka özeleştin yapmacığı, hareketimize verdiği zararları telafi etmek gibi bir çaba ve niyet içinde olmadığı ve bu yüzden düzelme şansına sahip bulunmadığı için ölüme mahkûm edilmiş ve bu karar örgütümüz tarafından infaz edilmiştir.”
Görüldüğü gibi ölümle cezalandırılan; doğrudan ajan-provokatör olduğu iddia edilemeyen aksine “verdiği zararları telafi etmek gibi çaba ve niyet” içinde olsa, “devrimcilere ve halka özeleştiri” yapsa; arkadaşlarca da öldürülmeyeceği gerekçelendirilen bir kişidir. DS bildirisinde yazılan ölüm gerekçesi çerçevesinde (buradaki iddiaların bütünüyle doğru olduğunu varsayarak) bir devrimcinin ölümle cezalandırılmasının yanlış ve hatalı olduğunu ve “cezalandırma eylemi”ni onaylamadığımızı belirtiyoruz. Yine DS bildirisinde ileri sürülen iddiaların özü itibarıyla doğru olduğu varsayımından hareketle Ali AKGÜN’ün en fazla “yıkıcı, bölücü örgütsel faaliyette bulunan ve yaptığının özeleştirisini vermeyen” profili elde edilebiliyor ki, bu türden insanlara karşı devrimci bir örgütün teşhir, tecrit, saflarından atma vb. her türlü tedbiri; haklı ve meşru temele sahiptir. Ama öldürme olmaz. Bu onaylanamaz, öldürme gerçekten de hainlerin ve halk düşmanlarının kaçınamayacağı bir cezalandırma türüdür. Türkiye ve Kürdistan devrimci hareketinde bu cezalandırma türünün bolca ve güzel örnekleri de yaşanıyor. İşte biz Ali Akgün vb. olumsuz örneklerin, olumlu örneklerin anlaşılmasının da önünü tıkayacağından kaygılanıyoruz.
Çanakkale E Tipi cezaevindeki siyasi tutsakların hiçbiri Ali Akgün’ün öldürülmesini onaylamadı, ilk etapta haklı ve doğal olarak devrimci bir konumda durmaya çabalayan biri için yapılması gerekenler yapıldı. Dev-Sol’cu arkadaşların cezaevi platformu ile olan ilişkileri askıya alındı. Ali Akgün’ün anısına saygı duruşu yapıldı ve ailesi cenazeyi almaya geldiğinde tüm devrimci tutsaklarca imzalanan başsağlığı mesajı ailesine verildi. Ardından platformda birçok siyasi hareketin onayladığı, ölüm olayını kınayan gazete ilanının tüm örgütlerce verilmesi gündeme geldi. Biz, bu öneriye katılmadık, ilana imza atmadık. Çünkü devrimci örgütler arasındaki ilişki ve hatalı eylem anlayışlarının eleştirisinin platformu olarak burjuva basına gazete ilanı verme yönteminin düşünülmesi yanlıştır. Kamuoyu’nu acele bilgilendirme adına da olsa yanlış bir araç kullanmak, büyük bir yanlış olacaktı. Yine daha sonra hemen tüm siyasi hareketlerce Devrimci Kamuoyu’na yapılan geniş açıklamaya da içeriğinden dolayı imza atmadık.
Sonuç olarak, Ali Akgün’ün öldürülmesinin vb. eylemlerin Türkiye ve Kürdistan devrimci hareketlerinin saflarında, olumsuz değerlerin ve hatalı anlayışların aşılarak geçilmesine değil, olumsuzlukları kökleştireceğine hizmet edeceğinden kaygı duyuyoruz. Ayrıca olayın siyasi guruplar arasındaki olumsuz rekabete malzeme edilmemesini, bu olay özgülünden yola çıkarak devrimci ve devrimci mücadeleye, yasa dışı örgütlere karşı saldırı fırsatını kaçırmayacak burjuva yasalcılığına batmış “Blok’ların girişimlerine karşı da uyanıklığın elden bırakılmamasını tüm devrimci çevrelerden ve Özgürlük Dünyası okurlarından diliyoruz.
Çanakkale E Tipi Cezaevi TDKP Davası Tutsakları

Eskişehir tabutluklarına hayır
Bartın Cezaevinden

Günlerdir gazete sütunlarında Eskişehir Özel Tip Cezaevi’nin ‘konforluluğu’ ve ‘benzersizliği’nin propagandası yapılıyor.
Bakanlık yetkilileri, devrimci tutsakların toplumdan ve birbirlerinden tecrit edilmesini amaçlayan tek kişilik tabutlukları ‘konforluluk’, ‘Avrupa standartlarına uygunluk’ ve ‘firara karşı önlem’ propagandası eşliğinde kamuoyuna kabul ettirmeye, şirin göstermeye çalışıyor.
Sistem, kendi yarattığı çıkmazdan kendi hukuk normlarını dahi yok ederek çıkmaya çalışıyor. Avrupa’da bile hücre sistemine bu yüzyılın başında son verildiği ve daha beş yıl önce Eskişehir Özel Tip Cezaevine göre daha katlanılabilir bir mimari yapıya sahip olan İstanbul Sağmalcılar Özel Tip Cezaevi için ‘yaşanamaz’ raporu verildiği halde Bakanlık yetkilileri, bir yandan hücre sistemine dayalı özel tip cezaevi örneğini Avrupa standartlarına geçiş uygulaması olarak göstermeye, bir yandan da tek kişilik tabutlukları ‘hükümlü odası’ adıyla tanıtarak şirin göstermeye çalışıyorlar.
Açık ki bugün Eskişehir’de uygulanmaya sokulmak istenen hücre sistemi, mevcut hukuk normlarının ve infaz hukuku sisteminin dışına düşüyor. Siyasal iktidar, kendisi için bağlayıcı olması gereken hukuk sistemini dahi yok sayıyor. Mevcut infaz hukuku sistemi, hükümlüler için, ancak mahkeme kararı ile verilmiş ve pratikte belli bir uygulama alanına kavuşamamış belli limitler içerisinde bir hücre cezası uygulaması öngörmüşken, Eskişehir örneği, hiçbir mahkeme kararına dayanmaksızın ve hiçbir ümit tanımaksızın hücre cezası uygulamasını, sistemin esası haline getiriyor. Gene mevcut infaz sistemi, ‘anarşi ve terör suçlusu’ türünden bir suç tanımını ve özel statülü cezaevi ayrımını yapmamışken, Bakanlık yetkilileri Eskişehir Özel Tip Cezaevinin siyasal tutsaklar için ayrıldığını açıklama gereğini duyuyorlar.
Siyasal iktidar, hücre esasına dayalı özel bir infaz sistemi ile çıplak şiddeti ve hukuksuzluğu içeren Eylül hukukunu tamamlamaya, Eylül Rejiminin hukuki ve siyasal sonuçlarını takviye etmeye çalışıyor.
Eylül döneminin çıplak şiddetini, rehabilitasyon ve tecrit politikasının sürdürülmesi için Eskişehir Öze Tip Cezaevi pilot bir uygulama olarak gündeme getiriyor.
Eylül rejiminin uyguladığı rehabilitasyon politikasına karşı direnmeyi ve insan onurunu korumayı, en değerli arkadaşlarımızı kaybetme ve bedenlerimizin yıpranması pahasına, varlık nedeni saymış biz devrimci tutsakların, Eskişehir tabutluklarına diri diri gömülmeyi kabul etmeyeceğimizin bilinmesini, yıllarca süren toplu bir direnişin sonuçları olan kazanımlarımızın gasp edilmesi girişimleri karşısında sessiz kalmayacağımızın bilinmesini istiyoruz.
Eskişehir’den Aydın’a uzanan ‘ölüm yolculuğu’nda iki direnişçinin kaybedilmesinin, onlarcasının sakat bırakılmasının üzerinden daha bir yıl geçti.
Bugün yeni ‘ölüm yolculukları’nı engellemek ve insanların ölüm tabutluklarına kapatılmasının önüne geçmek, ancak, en temel insan haklarının savunulmasını hedefleyen kişi ve kuruluşların ortak tepkisi ve ortak çabası ile mümkün olacaktır.
Kendimizi ve eylemliliğimizi böylesine bir ortak tepkinin parçası sayıyoruz. Ve insan haklarının ve insanın en temel hakkı olan yaşama hakkının savunulması için gösterilecek toplu bir tepkinin, Eskişehir tabutlukları ile mevcut infaz sistemini dahi yok sayan siyasal iktidara geri adım artıracağına inanıyoruz.
Eskişehir Tabutluklarına Hayır!

YURTSEVER DEVRİMCİ DEMOKRAT KAMUOYUNA!
25 Mart 1990 tarihinde Mersin’de yakalandım. Yakalandığım andan itibaren baskı ve tartaklamalar başladı. Mersin Emniyet Müdürlüğüne götürüldüm. Orada yapılan ilk sorgulamada Türkiye Devrimci Komünist Partisi ve onun gençlik örgülü Türkiye Genç Komünistler Birliği’nin üyesi olduğumu ve faaliyetlerini yürüttüğümü ve bundan dolayı da faaliyetleri kimlerle ve nasıl yürüttüğümü anlatmamı istediler.
Söylenen şeylerle ilgimin olmadığını söyleyince de günlerce işkence yaptılar. Yapılan her türlü fiziki işkencenin yanı sıra kadın olmamı bile bana karşı bir işkence aracı olarak kullandılar. Sözle, elle yapılan sarkıntılıklar yetmiyormuş gibi tecavüz etmeye yeltendiler.
Sorgulamamı (işkenceyi) bitirip ifademi aklılar ve bu sefer de kendileriyle işbirliği yapmamı, yaparsam mahkemede salıverileceğimi, aksi durumda ceza alacağımı, almayıp tahliye olsam bile beni rahat bırakmayacaklarını, her seferinde baskı ve işkence yapacaklarını söylediler. Böylesi bir ihaneti asla yapmayacağımı, bunun yerine ölümü seve seve kabul edeceğimi söyledim.
Yedi aydan bu yana Malatya DGM’de yargılanıyorum. 3 Eylül 1990 günkü duruşmamızda savcı yaşımın küçüklüğünü ve mevcut delilleri göz önünde bulundurarak tahliye edilmemi istemişti: o duruşmada benimle yargılanan üç arkadaş tahliye olmasına karşın ben tahliye edilmedim. 9 Ekim 1990 tarihli bir sonraki duruşmada ise savcılık bir önceki duruşmada bulunduğu talepten söz etmediği gibi bu sefer de duruşma hâkimi daha önce 141/5’ten yargılanıyor olmamıza rağmen, bu sefer 168/2’den tutukluluk halimizin devamına karar verdi.
11 Ekim 1990 günü adını bilmediğim görevli gardiyanlardan biri beni koğuşun kapısına çağırarak Mersin Emniyetinde bana her türlü işkenceyi yapan ve bana tecavüze yeltenen ve kendileriyle işbirliği yapmamı isteyen işkenceci cellatlardan Komiser Arif…..in telefon edip benim durumumu sorduğunu ve selam gönderdiğini söyledi. 16 Ekim 1990 günü avukatımla görüşmeye çağrıldığımda aynı haberi bu sefer de başka bir gardiyan tekrarladı.
İşkenceci cellâtların amaçları açıktır. Bir sefer tahliyemi istetiyorlar, bir sonraki duruşmamda cezamı yükselteceklermiş havası yaratıyorlar ve böylesi bir ortamda işkenceci Komiser Arif … bana buradaki işbirlikçileri aracılığıyla selam gönderiyor. Selamına karşılık alırsa, işbirliği isteyeceği açık.
Bunların amaçlarını boşa çıkarıp işkenceci cellâtları teşhir etmek için sizler aracılığıyla yurtsever devrimci demokrat kamuoyuna seslenmek istiyorum:
Hiçbir parti veya örgüte üye değilim, ancak yurtsever devrimci biriyim. Yani emperyalizme, faşizme ve her türden gericiliğe karşıyım ve ulusların kendi kaderlerinin tayin hakkını savunan ve de inandığım şeyler uğruna üstüme düşenleri yapmaya çalışan biriyim. Değil yıllarca zindanlarda tutsak edilmeyi, öldürseler bile işkenceci cellâtların ve uşaklığını yaptıkları sistemin ajanlığını asla kabul etmem.
Beni arayan işkenceci cellât ve diğerlerine şunu söylemek istiyorum: Bütün baskı tehdit ve işkenceleriniz boşuna. Yaşımın küçüklüğünden hareketle psikolojik baskıyla bir yere varacağınızı en azından hakkımda kuşku uyandıracağınızı sanıyorsanız yanılıyorsunuz. Benim halkıma ve onların özgür yarınları için mücadele veren devrimcilere veremeyeceğim bir hesap yoktur. Sizler yaptıklarınızın hesabını halkımıza vermekten kurtulamayacaksınız. Beni de asla suç ortağınız yapamazsınız.
İnsanlık onuru işkenceyi yenecek!
Nigar Gülbeyaz / Malatya E Tipi Cezaevi Bayanlar Koğuşu

TUFAN LİCELİ MÜCADELEMİZDE YAŞIYOR
29 Kasım 1976’da mücadele meydanında katledilen ve şehit düşen, Ceyhan halkının ve gençliğinin yiğit önderi Tufan Liceli yoldaşın yaşamı ve mücadelesi 14 yıl sonra da bizlere örnek ve esin kaynağı olmaya devam ediyor. (Paralı Yüksek Öğrenime karşı mitinginde polis tarafından öldürüldü.)
Tufan, daha lise çağlarında ilerici fikirleri benimsedi ve kavrayışı ölçüsünde yaygınlaştırmaya çalıştı. O öğrenci gençliğin sorunlarıyla ilgileniyor, öğrenci arkadaşlarının o dönemde en önemli taleplerinden biri olan öğrenim özgürlüğü, can güvenliği talebini savunuyor ve bu alanda çeşitli mevziler elde edilmesi için bütün Ceyhan Lisesini mücadeleye katmaya çalışıyordu. Liseyi bitirdikten sonra öğrenci gençliğin sorunlarıyla daha sistemli olarak ilgilendi. Artık sadece Ceyhan Lisesi düzeyinde değil, diğer lise ve ortaokullarda da çalışıyordu.
Şimdi artık daha büyük bir şevk ve heyecanla, daha kararlı ve bilinçli bir şekilde devrim mücadelesinin her alanında yoğun bir faaliyet yürütüyordu. O hem sağlam bir bakış açısına sahip olmak hem de M-L hareketin gösterdiği yolda halkın ve gençliğin demokrasi ve devrim mücadelesine fiilen katılıyor ve her türlü karşı-devrimci engele karşı en önde yürüyordu.
O 1975-76 yıllarında devrim ve karşı-devrim arasındaki çalışmanın şiddetlenmesine ve bu çatışma içinde M-L hareketin siyasi ideolojik ve diğer alanlarda gelişip güçlenmesine paralel olarak kendini sürekli yeniliyordu. Teorik ve pratik olarak her geçen gün daha da olgunlaşıyordu. Bu süreç içinde, Halkın Kurtuluşu gazetesini kitlelere ulaştıranların başında O vardı, öğrenci gençliğin faşist-feodal eğitime ve faşist disiplin yönetmeliğine, resmi ve sivil faşistlerin okulları işgal etme çabalarına karşı yürütülen mücadelede O vardı. Ceytaş ve Çırçır fabrikaları işçilerinin ücretlerin yükseltilmesi, çalışma koşullarının düzeltilmesi, zamların geri alınması, sendika ağalarının alaşağı edilmesi için verdiği mücadelede O vardı. Yumurtalık boru hattında ve kanalet fabrikasında çalışan işçilerin haklarını elde etmek için gerçekleştirdikleri grev ve direnişte, Sarıbahçe köylülerinin, ağaların topraklarını işgal ederek, ağaların ve diktatörlüğün silahlı güçleriyle girdiği çatışmada O vardı. DGM’nin dağıtılması için Ceyhan’da da yapılan 2000 kişilik yürüyüş ve mitingin başkanlığını yaptığı sıralarda, üyelerin bilinçlenmesi için seminerler düzenlemesine önderlik ediyordu.
Ceyhan halkı, Tufan’ın cenazesinde on binlik kitle halinde, onun katillerini ve diktatörlüğü lanetlerken, her ölüm yıldönümünde o saygı ve sevgiyle anılagelmiştir ve anılacaktır. O, sonsuza dek bir bayrak olarak yaşayacaktır.
Tufanlar ölmez!
Ceyhanlı devrimciler.

Burjuva faşist eğitim sistemine
Liseli gençlik “hayır” diyor

Günümüzde birçok şey gibi eğitim de tam bir çöküntü, yıkıntı, dönemine girmiştir.
Bizler, meslek lisesinde olup da daha elektrik voltajını ayarlamayı beceremeyen, 1 Mayıs’ın tüm dünya işçilerinin bayramı olduğunu bilmeyen, devrimci-demokrat, aydın binlerce insanı hapislere dolduran, 17 yaşında gençleri asan, bütçenin 2/3’ünü askeri harcamalara yatıran, Amerika’nın arkasında saklanmış ‘çağ atlayan’ bir ülkenin lise öğrencileriyiz.
Okullar, burjuvazi için kendi çıkarları doğrultusunda insanları eğitmek, biçimlendirmek için kullanılır. Burjuvazi, düşünen, yaratma gücü olan insanlar yerine, düzen paralelinde kendi hizmetine koşabileceği insanlar yaratmayı amaçlar. Nitekim 1980 askeri faşist darbesinden sonra tüm ilerici, devrimci ve demokrat öğretmenler görevden alınmış (kimisi açığa kimisi hapishaneye), yerlerine ülkücü, faşist öğretmenler getirilmiştir. Yönetmelikler ise kendi çıkarları doğrultusunda değiştirilmiştir. Amaç belli, sisteme uygun insanlar yetiştirmek ve düzeni devam ettirmek.
Bütün bunlar için neler yapılıyor ve bunların sonuçları nelerdir?
– Gerici faşist eğitim ve kitapları: Burjuvazi düşünmeden üreten, verilenlerle yetinen, boyun eğen ve yaratıcılıktan yoksun sadık insanlara ihtiyaç duyuyor. Bunun için ders kitapları, egemen sınıflara sadık, gerici faşist nitelikteki “eğitim” elemanlarına yazdırılmıştır. Bu kitaplarda sömürü gerçeği, halkımızın içinde bulunduğu sefaletin nedenleri; ülkemizi her yönden (ekonomik siyasi ve kültürel) boyunduruk altına almış emperyalizm, bilimsel düşünce anlatılmaz, insanlığın ve toplumların geçmişten bu güne kadarki tarihleri, edindikleri deney ve bilgiler, bilimsel temelde anlatılmaz. Aksine şoven ırkçı bir dille anlatılır. Tarih anlaşılmaz ve karmakarışık hale getirilir.
Okul yönetmelik ve disiplin kuralları ile öğrenciler faşist bir disiplin altına alınmıştır. Öğrenciler, saç tıraşından çorabına kadar günlük yaşantısına karışılıp tek bir şekle sokulmak istenmektedir. Dayak bir cezalandırma şekli olarak kullanılmaktadır. Gerici yayınlar okullara rahatça sokulurken, herhangi bir ilerici yayını okula sokan öğrenciler birçok sorgudan, dayaktan sonra polis kovuşturmasına kadar götürülmektedir.
Mantık, Felsefe gibi düşünmeye, yorumlamaya dayanan dersler gerici, faşist öğretmenler, aracılığıyla gerçeklerin reddedildiği dersler haline getirilmiştir. Bu öğretmenler ellerindeki not aracını da bir silah olarak kuşanıp öğrenciler üzerinde sürekli bir baskı kurmuşlardır.
Okullara mescitler açılmış, din dersleri zorunlu kılınmış, ders kitaplarından Darwin ile ilgili bilgiler bile çıkarılmıştır. Öğrenciler kaderci bir felsefe ile eğitilmek, düzene sadık insanlar haline getirilmek istenmektedir. Milli Güvenlik dersleriyle 12 Eylül faşizmi haklı gösterilmektedir. Gerici faşist örgütlenmeler Milli Eğitim Bakanlığı ve okul yöneticilerinin desteği ile kurulmaktadır.
– Cinsiyetçi baskılar: Okullarda kız öğrenciler gerici yoz bir kafayla 2. sınıf vatandaşlar olarak değerlendirilmektedir. Bazı okullarda bekâret kontrolü yapılmaktadır.
– Ezberci Eğitim: Eğitim sadece ezberciliğe dayanmaktadır. Derslerini iyi ezberleyen, başarılı öğrencilerdir. Ezberci bir eğitimde bilimsel bir görüş, üreticilik ve yaratıcılığın gelişmesi söz konusu değildir.
– Ayrımcı Eğitim: Nüfusun büyük çoğunluğunu oluşturan yoksul halk her gün artan geçim zorluğu ve hayat pahalılığı yüzünden çocuklarını orta öğretime gönderememektedir. Sadece bu nedenle milyonlarca ilkokul mezunu, ortaöğretime devam edememekledir.
Ayrıcalıklı eğitim özel okullarda gerçekleştirilmektedir. Eğitimin kalitesi ve olanakları açısından devlet liseleri ile kıyaslanamayacak avantajlara sahip olan bu okullarda öğrenim görebilmek için “giriş” sınavlarından ayrı olarak yüksek bir ücret ödemek gerekmektedir. Devlet okullarının eğitim düzeyinin düşük olması yüzünden sınavlara özel dershaneler aracılığıyla hazırlanmak gerekmektedir. Bu mali külfeti bir işçi, köylü, memur alesi karşılayamayacağından bu okullar yüksek gelire sahip kesimlerin, çocuklarının okuyabileceği kurumlardır. Örneğin 1987 yılında sınavları kazanan 7500 öğrenci maddi gücü yetmediği için özel okullara kaydını yaptıramamıştır.
Yoksul halk çocuklarının yüksek öğrenim şansı da azdır. ÖSS’yi kazanmak için özel dershanelerde hazırlanmak gerekir. Ayrıca okul gereçlerinin temini, barınma, beslenme gibi birçok harcama da gerekir. Önemli bir yekûn tutan bu harcamaların dar gelirli bir aile için karşılanması mümkün değildir. Üniversite öğrencileri içinde şimdiye kadar yapılan istatistikler de üniversitelerde işçi-köylü kökenli öğrencilerin çok sınırlı olduğunu göstermektedir. Kırsal alanda yaşayanlar ise çok daha elverişsiz konumdadırlar. Buradaki öğrenim yıkık dökük binalarda araçsız-gereçsiz, tıka basa dolu ve öğretmensiz yapılmaktadır.
– Örgütlenme hakkının engellenmesi: Bilimsel düşünen, kendi başına karar verebilen, yaratan, haklarını alan insanların olması burjuvazinin ve işbirlikçilerinin sonu demektir. Bunun için her türlü birliği, örgütlenmeyi, dernekleşmeyi yasaklamıştır.
– Polis-idare işbirliği: Burjuvazi, yasakları koymakla yetinmemiş, bunları korumak ve uymayanları cezalandırmak için çeşitli yöntemler bulmuştur. Polis ve idare beraber çalışmakta, ayrıca okul görevlileri arasına yerleştirilen sivil polisler yardımı ile öğrenciler izlenmeye çalışılmaktadır. Okul giriş ve çıkışlarında sürekli olarak sivil veya resmi polis otoları bulunmaktadır.
Eğitimin geldiği noktayı anlamak için bazı örnekler vermek yeter:
– Üniversite mezunu bir genç, ekonomik sıkıntı yüzünden organlarını satıyor.
– Ders kitabı yazan müfettişlerden “uluslararası”, “saptamak”, “tüm”, “önen” gibi sözcüklerin yazılmaması isteniyor.
– Milli Eğitim Bakanlığınca öğrencilere önerilen kitaplardan “… Yüksek masalarda yemek yemek mekruhtur… yemekten sonra elleri yalamak sonra yıkamak lazımdır… eğer o evde canlı insan ve hayvan resimleri varsa oraya girmemek evladır… (Ö. Aslanbey Cumhuriyet 23/3/1985)
– Okul sekreterinden öğretim üyesine tehdit: “Akrabama not ver! Yoksa kötü olur.”
– Devlet Bakanı Kazım Oksay, “her üniversitenin gerçek bir ibadethaneye kavuşturulmasını amaçlıyoruz.” diyor.
– 33 yaşındaki; 5 çocuklu, boş zamanlarında su ve ayran satan bir ilkokul öğretmeni “ekonomik güçlükler nedeniyle intihar ediyor. (Tercüman 8.8.1986)
– Öğretmen Dünyası dergisini okuyan bir öğretmenin önce maaşı kesiliyor sonra başka bir köye sürülüyor.
– “Savaşa Hayır” diyen bir kız öğrenci okuldan atılıyor, polise teslim edilip tutuklanıyor.
– Bakırköy’de bir ilkokulda sınıflarda 100’den fazla öğrenci var. Çoğu sınıflarda bir sırada 4 öğrenci oturuyor.
– K.Çekmece’de bir okulda öğretmen öğrencilerine şunları söylüyor; “Diyalektik öldü”, ‘Çocuklar Amerika ve Rusya neden bu kadar gelişmiş biliyor musunuz?! Cinleri casus olarak kullanıyorlar da ondan.’
Ve daha niceleri… Sonuç: çarpık düzenin çarpık eğitimi…
– Kahrolsun Faşist-Feodal eğitim -Yaşasın Demokratik Lise Mücadelemiz!
Bir grup liseli genç

Sağlık emekçileri sendikalaşma yolunda
Yaklaşık iki yıldır Türkiye çapında örgütlenen “Sağlık Çalışanları Sendikalaşma Eşgüdüm Çalışmaları” 27 Ekim pazar günü Ankara’daki toplantıyla bir dönüm noktasına geldi.
Çalışmalar, 80 öncesinde TKF’nin bir kolu gibi işleyen Tüs-Der’in eski yöneticileri tarafından, önceleri dernek-oda temsilcilerinin de katıldığı Eşgüdüm Komisyonu çerçevesinde gerçekleştiriliyordu. Eski Tüs-Der’liler, bu yolla, dernek ve odaların tabanlarından yararlanmak ve kitle önünde meşruiyet sağlamak istiyorlardı. Ankara’da merkezi düzeyde yapılan bu toplantıların yanında illerde de dernek ve oda temsilcilerinden oluşan eşgüdüm komisyonu toplantıları yapılıyordu.
Bu yapı, sürekli olarak sendika hakkının yasal olduğu ve mücadele edilmeden de alınacağı propagandasını yaptı. Demirel ve milletvekillerinin çağrılı olduğu seminerler, kokteyller düzenledi. Sendika hakkının meclisteki partilerle iyi ilişkiler içinde elde edileceğini empoze etti. Bu süreçte yalnızca İstanbul’dan katılan bazı temsilciler “sendika hakkının verilmeyeceği, mücadeleyle alınacağı”, bunun için de kitleye gidilmesi gerektiğini savundular. Ancak Ankara’daki “eşgüdüm” toplantıları, bugüne dek pratik hiçbir adım almayan polemikler biçiminde sürdü.
Mayıs ayı içinde İstanbul Sağlık Çalışanları Eşgüdüm Komisyonu, toplantılarını oda ve demek temsilcileri düzeyinde değil, işyerlerinden isteyenlerin katılımına açık olarak yapılmasını kararlaştırdı. 90 Haziran sonundan itibaren yaşanan eylemlilikle birlikte İstanbul toplantıları, istisnalar dışında, eylemlerde öne çıkan kararlı, fedakâr sağlık emekçileri ve hizmetli personelin de katıldığı bir yapıya dönüştü. Eylem kararlarının alındığı bir platform oldu.
Başlangıçta çalışmaların içinde olan ancak Temmuz eylemliliği içinde alınan ortak kararlara uymayan Türk Hemşireler Derneği temsilcileri, Temmuzda başka derneklerden aynı eğilimi paylaştıkları kişilerle, önceden ve kitleden ve Eşgüdümden gizli yaptıkları “hazırlık” sonucu, eylemlere sahip çıkma mantığıyla, hiçbir açıklama yapmadan ayrılarak Kamu-Sen başvurusunda bulundular. Kendi dışlarındaki eğilim ve örgütlenmeleri reddederek mücadeleci eylemler adına iş bırakma eylemleri yapmaya çalıştılar. Ancak, kitlelerin peşlerinden geleceği düşüncesiyle kitle adına, kitleye rağmen yapılmaya çalışılan, ama somut duruma uymayan, gerekli ön çalışmaları yapılmayan eylemler, iş yavaşlatmadan öteye gitmedi.
Sürekli olarak birim örgütlenmeleri yaratılması gereğini savunan İstanbul platformu, bunu ancak eylemlilik sonrasında kısmen başarabildi. 21 hastanenin tamamına yakın bir bölümünde ve bazı sağlık ocaklarında işyeri komiteleri oluşturuldu. Temsilci seçimleri gerçekleştirildi. (Bu seçimler, çalışmaların yasal statüsünün olmaması ve sağlık emekçileri üzerindeki yoğun baskı ve engellemeler nedeniyle tüm çalışanların katıldığı toplantılarda yapılamadı. Ancak eylemlilik içinde öne çıkan, duyarlı ve ulaşılabilen her insan bu seçimlere katıldı.) Sağlık emekçilerinin her zaman geri alabileceği bu temsilcilerle il temsilciler kurulu oluşturuldu. Kurul toplantıları gözlemci olarak katılacak tüm çalışanlara açıktı. Kurul kararlarını hayata geçirmekle görevli bir de yürütme kurulu seçildi.
15 Eylül’de, temsilci niteliği olmadığı açıklandığı halde oy hakkıyla “temsilci” olarak katılanların neredeyse çoğunluğu oluşturduğu Ankara’da yapılan Merkezi Eşgüdüm Platformu toplantısında, Merkezi Yürütme Kurulu oluşturuldu. MYK ve illerin tüzük taslağı hazırlamaları kabul edildi.
İstanbul Sağlık Çalışanları Temsilciler Kurulu, grev-topu sözleşme hakkı, seçilen temsilcilerin seçen kişiler ve seçilen organların seçen organlarca geri alınabilmesi, grev-eğitim fonu oluşturulması, her türlü anti-demokratik uygulamaya karşı işçi sınıfıyla birlik ve dayanışma içinde olunması gibi ilkeleri içeren, mücadeleci sınıf sendikası yaratılmasını hedefleyen bir tüzük taslağı hazırladı.
27 Ekim Ankara toplantısı 115 delegenin katılımıyla yapıldı. Ve Eğitim-İş, Türk-İş vb. sendika bürokratları ve Tabip Odası başkanlarının konuşmalarıyla açıldı. Sürekli olarak memur sendikasının yasallığı, mücadelenin de yasal olması gereği üzerinde duruldu. Ardından illerin değerlendirilmesine geçildi. Yapılan açıklamalardan; hiçbir çalışma ve eylemlilik olmayan yerlerde 1,5 ay içinde işyeri örgütlenmeleri gerçekleştiği (!), Ankara’dan bazı temsilcilerin seçilme, diğerlerinin kendiliklerinden geldikleri (!), örgütlenme hakkında hiçbir açıklama yapamayan Samsun delegesinin “tek etkili ve yetkili temsilci” olduğu, Kayseri ve Afyon gibi illerde bir çalışma olmadığı ortaya çıktı. İzmir adına konuşan ama gerçek delege olmadığı anlaşılan bir delegenin hiçbir çalışmadan söz etmemesi, edememesi üzerine, divana yapılan itirazlarla bin bir güçlükle söz alabilen gerçek bir İzmir delegesi örgütlenmeler hakkında bilgi verdi. Aynı şey İstanbul adına da yapıldı.
Sonra tüzük tartışmasına geçildi, İstanbul ve bir kısım delegenin haberi olmadan yapılan bir tartışma sonunda kabul edilen tüzük, tüm itirazlara rağmen tek tek maddeler halinde ama amaç ve ilke bölümleri atlanarak 11. maddesinden itibaren, -başlıca, Gümüşhane’de çalıştığı halde kendisini Ordu temsilcisi ilan eden divan başkanının marifetiyle-, oylanmaya başlandı! İstanbul’un hazırladığı tüzük taslağı ise itirazlara rağmen hiç dikkate alınmadı. Tüzüğün, tek tek maddeleriyle değil, farklı anlayışların bulunduğu maddeleri (grev-toplu sözleşme, sınıf sendikacılığı vb.) ve anlayışlar tartışılarak oylanması isteğimiz geri çevrildi. Amaç, farklılıkların tartışılmasını engellemekti. Oylamaya katılmadık. TBMM’deki gülünçlüğüyle, tartışma olmaksızın eller inip kalktı. Olayın farkında olmayan delegeler, neyin oylandığının bilincinde değillerdi.
Toplantıda dikkati çeken iki nokta; özellikle divan başkanı tarafından İstanbul’un grupçu, ayrılıkçı, bölücü olduğu imajının yaratılmaya çalışılması ve örneğin Eğitim-İş yöneticileri dakikalarca konuşurken, İstanbul delegeleri ve onlar gibi düşünenlere zaman darlığı gerekçesiyle söz hakkı verilmemesi, sözlerinin kesilmesiydi.
Tüzüğün bütününün oylanmasına ilişkin ikinci kez verilen öneri tekrar reddedildi. Toplantı çıkmaza girmişti. İstanbul delegeleri olarak, sağlık emekçilerini, “grevli-toplu sözleşmeli sınıf sendikası”nı pratik bir sorun olarak ele almak üzere 17 Kasım’da İstanbul’da yapılacak toplantıya çağırdık. Divandakiler bize laf atarak salondan çıktılar. Döndüklerinde, kararlar aldılar. İlginçti, görevler için aday bulamıyorlardı ama sürekli kararlar aldılar. Toplantı sonundaysa, 16 Kasım’da yapacakları toplantıda kurucular belirleyerek başvuru yapacaklarını açıkladılar.
Daha sonra İstanbul’a gönderdikleri bir haberle, İstanbul’dan iki, diğer illerden birer temsilcinin katılacağı bir toplantı için bizleri Ankara’ya çağırıyorlardı. Tutumlarını değiştirip değiştirmedikleri görülecek, bundan sonrasını süreç belirleyecek.
İstanbul ve diğer illerden gelen, mücadele içinde kurulacak grevli-toplu sözleşmeli sınıf sendikasından yana olanlar dışında, Ankara’daki toplantıya katılan “delegeler”,hemen tümüyle seçilmemişlerdi, kitleyi temsil etmiyorlardı, Temmuz eylemlerinin kinciliği rolünü üstlenmişlerdi ve Ankara’ya türlü tertiplerle gelmişlerdi. Grevli-toplu sözleşmeli sendikadan yana olduklarını söylüyorlardı, ancak başvurunun reddedilmemesi için, bu, tüzükte yer almamalıydı! Sınıf sendikasından yana olduklarını açıklıyorlardı, ancak, “onaylanan” tüzükte onun ilkelerinden eser yoktu.
Başvuruda grev ve toplu sözleşme sözcükleri bulunursa, sendikanın tüzel kişilik kazanamayacağı, tüzel kişilik kazanıldıktan sonra bu konuda mücadele edilmesi gerekliği ileri sürülüyor! Oysa biliyoruz ki, sendika hakkının verilmesi değil alınması esastır. Ve yine biliyoruz ki, başvuruda bu sözcüklerin bulunup bulunmaması, tüzel kişilik kazanma yönünden hiçbir farklılık yaratmayacaktır. Çünkü başvuru yapıldığında, yasalara göre, her iki halde de tüzel kişilik kazanılır. Her durumda, 6 ay içinde yargının, dava açıldığı takdirde, yasal bulmayarak sendikayı kapatma “hakkı” vardır.
Sendikamızın yasallığa yaslanması şiddetle savunuluyor. Memur sendikası kurulup kurulamayacağı hakkında yasal bir düzenleme bulunmamasının, sendikamızın yasallık zemini olduğu sürekli vurgulanıyor. Oysa gereken şey, sendikamızın meşruluk zemininin yaratılması, sonuçta, koparılacak hakkın yasalara da girmesidir. Yoksa yasalar temel alınırsa, iş kanunu işçi-işveren ilişkilerini düzenlediği ve sendika kanunu da işçi sendikalarına ilişkin olduğu için, ya memurların işçi statüsüne geçirilmesi ya da memurlar için bir iş ve sendikalar kanunu çıkarılması gerekecektir. Ve üstelik memurlara grevi yasaklayan ve buna yönelik cezai müeyyideler öngören yasa maddeleri de vardır. O halde, bizim dayanağımız haklılığımızdan, gücümüzden ve toplumsal desteklerimizin gücünden gelen meşruluğumuzdur. Türkiye’nin altına imza attığı İLO ve Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi gibi uluslararası sözleşmeler de, bize, yararlanabileceğimiz olanaklar sağlar.
Diktatörlüğe daha işin başında taviz vermek, onun yasallığına sığınmak, en doğal haklarımızı yasalarla sınırlayarak derneklerin sahip olduğu hakları bile kullanamayacak bur tabela sendikasını gündeme getirmek, yenilgiyi baştan kabul etmektir, sağlık emekçilerine ihanettir. Sınırımız yasalar değil, haklılığımızdır, meşruluğumuzdur. Kaldı ki, uzun süre sessiz duran sağlık emekçisi, Temmuz eylemleriyle yasa(k)ları altüst etmiş, yasaları sınır olarak kabullenmemiştir. Grevli-tloplu sözleşmeli sendika hakkı için sokağa dökülerek, hakkın yasalara boyun eğilerek alınamayacağını, asıl olanın kitlesel temeldeki meşruluk olduğunu ortaya koymuştur. Sağlık emekçilerinin önüne düştükleri görüntüsünü vermeye çalışan eski Tüs-Der’li, gerçek delege bile olmayan, mücadeleye yaslanmayan, ondan güç almayan yöneticiliği kendilerinden menkul “yöneticilerimiz”; örgütlülükten yoksun olduğu için kendiliğindenlik sınırını önemli ölçüde aşamayan ve mücadelesini daha ileri götüremeyen sağlık emekçileri kitlesinin önünde değil, arkasında ve kuyruğundadırlar; onların mücadelelerini geri çekmeye, kırmaya, yatıştırmaya, yasallık sınırları içine hapsederek boyun eğdirmeye ve örgütlülüklerini tam bir bürokratik düzen örgütlenmesi olarak şekillendirmeye çalışmaktadırlar.
Bize düşen görev, sağlık emekçilerinin önüne somut ve doğru bir hedef koymak, “hak verilmez alınır” şiarıyla örgütlülüğümüzü daha da pekiştirmek, kitlelerin, grevli-toplu sözleşmeli, tabanın söz ve karar sahibi olduğu, seçtiği yöneticileri geri alabildiği, her türlü anti-demokratik yasa(k)lara karşı işçi sınıfıyla birlik ve dayanışma içinde mücadele edeceği bir sınıf sendikasını kurmak için; üretimden gelen gücünü (hizmet üretimi) kullanarak mücadeleye atılmasını sağlamaktır.
Bu mücadele kısa vadeli olmayacaktır, önümüzde uzun bir süreç var. Böyle bir sendika başvurusunun kabul edilmesi, memur sendikasına ilişkin yasal düzenlemelerin yapılabilmesi, kamu emekçileriyle, işçi sınıfıyla birlikten savaşa, zamlara, memurların fişlenmesine, idamlara vb. karşı ve yaşama koşullarının iyileştirilmesi için, demokrasi ve sosyalizm için mücadeleden geçer. Sağlık emekçilerinin talepleri için mücadeleye en hazır olduğu yer de, işçi sınıfının nabzının attığı, toplumsal muhalefetin en yüksek olduğu İstanbul’dur.
İstanbul Sağlık Çalışanları Sendikalaşma Temsilciler Kurulu’ndan bir grup sağlık emekçisi.


SAVAŞ OYUNLA RI-2
Birinci ve ikinci büyük savaşın “küçük adam”ı
ASLAN ASKER ŞVAYK
Aynur SARICA

“Tanınmış kahramanlar vardır. Napolyon’un zaferi gibi önemli başarılar yoktur hayatlarında. Ama kişiliklerini incelerseniz, Büyük İskender’in bile yanlarında küçüldüğünü görürsünüz. Bir gün Prag sokaklarında dolaşırken belki de bunlardan biri ile karşılaşacaksınız. Devrinin tarihindeki yerinden haberi olmayan bir adamdır bu. Alçakgönüllüdür. Kimseye aldırmadan işini görür. Kimseyi rahatsız etmez, kimseden rahatsız olmaz. Adını sorarsanız size şöyle cevap verecektir. Benim adım Şvayk’tır… Evet, bu sakin, kendi halinde, pejmürde giyinmiş adam Aslan Askerden başkası değildir. Ben çok seviyorum Aslan Asker Şvayk’ı. O hiç olmazsa adı gazetelere ya da okul kitaplarına geçsin diye budala Herostratus gibi Efes’teki Tanrıça Tapınağı’nı yakmamıştır.”
Jaroslav Hasek, yaratıcısı olduğu, daha sonra ünü yazarını bile aşacak olan Şvayk için bunları söylüyor. Kurnazlıkla aptallık arasında gidip gelen aklıyla, cesaretin ve korkaklığın aynı oranda yer aldığı kişiliğiyle, vurdumduymazlığıyla, sorumluluklarıyla küçük bir adam portresi çiziyor Jaroslav Hasek…
Şvayk’ı anlamak ve tanımak üzere yola koyulmadan önce, biraz onun tarihçesinden söz edelim. Çek yazar Jaroslav Hasek’in roman olarak kaleme aldığı “Astan Asker Şvayk” daha sonra pek çok defa oyunlaştırıldı ve sahnelendi. Romanın ilk sahnelenişi 1929’da Piscator ve Brecht tarafından gerçekleştirildi. Daha sonra 1942 yılında Brecht bu kez “Şvayk’ın Hitler’le Tarihi Karşılaşması”nı yazarak Aslan Asker Şvayk’ı bir kez daha gündeme getirdi. Şvayk’ın Birinci Dünya Savaşı’ndaki serüvenini anlatan, İsviçreli yazar Charles Apotheloz’un oyunu Arena Tiyatrosu tarafından Türkiye’de de sahnelendi.
Biz önümüzde duran Şvayk oyunları arasından Brecht’in oyununu seçtik. Çünkü Brecht savaşın vazgeçilmez bir fon oluşturduğu -hatta fonun da ötesinde Şvayk’ın ve oyunun diğer kahramanlarının kaderini çizen bir unsur olduğu- “Hitler’in Şvayk’la tarihi karşılaması” oyununda, yukarıda alıntı yaptığımız Hasek’in cümlelerini geliştirmiş ve yeni bir yol açmıştır. Büyük İskender’in bile karşısında küçüldüğü bu adam, Büyük İskender (ya da bir başka “büyük adam” olması itibariyle Hitler’le) karşılaştırılmıştır. Bu, gerçekten tarihi bir karşılaşmadır. Cepheye sürülen küçük adam ve onu cepheye süren Hitler bir gün karşılaşırsa ne olur? Görelim…
Şvayk adında bir adam
Nazi ordusu büyük savaş patlak vermeden önce 1938’in 1 Ekim’inde Çekoslovakya’nın Sudeten bölgesini ilhak etti. Böylece Çekler bütün bir savaşı Alman çizmesi altında geçirdiler. Savaşın başlarında pek dokunulmamakla birlikte, sonraları doğru “Alman ırkı” dışındakiler de Alman ordusu saflarında savaşmak zorunda bırakıldılar, işte Şvayk bunlardan biriydi.
Şvayk askere alınıp Aslan asker olmadan önce köpek satıcılığıyla uğraşır. Midesine düşkün ama maalesef savaş nedeniyle damak tadından mahrum arkadaşı Baloun’la ahbaplık edip, Bayan Kopecha’nın işlettiği Kupa Birahanesi’nde akşamları bir tek atardı. Ancak bilindiği üzere Almanlar da birayı çok severler. Bayan Kopecha’nın müşterileri arasında Gestapo ajanı Bay Brettschneider, Gestapo Komutanı Ludwig Bullinger ve pek çok SS adamı vardır. Hitler’e yapılan Münih Suikastı üzerine Bay Brettschneider’e görüşlerini anlatan Şvayk tutuklanır, ancak soruşturmayı yürüten Gestapo Komutanı Bullinger onun deli olduğunu düşünür ve serbest bırakır. Şvayk’ın köpek satıcısı olduğunu öğrenen Bullinger ondan uzun süredir gözüne kestirdiği bir spitzi mutlaka ve mutlaka kendisine getirmesini ister. Şvayk köpeğin bakanlık danışmanı, işbirlikçi Vojta’ya ait olduğunu söylerse de dinletemez. Köpeği çalmaya karar verir. Köpeği Bullinger’e götürmesi mümkün olmaz. Çünkü peşlerindeki bir Nazi memuru aylakları “Gönüllü Çalışma Kampı”na götürmekle görevlendirilmiştir. Köpeğin Bullinger’e verilmek üzere çalındığını öğrenen Brettschneider soluğu öfkeyle Kupa’da alır. Bullinger de Kupa’da köpeğin peşindedir. Çalınan köpek Şvayk’ın elinde Bloun’a verilmek üzere bir et parçasına dönüşmüştür. Et Bullinger tarafından görülür. Şvayk eti kendisinin getirdiğini söyler ve tekrar tutuklanır. Cepheye gönderilir. Haftalar boyudur. Stalingrad’a gitmek için uğraşmaktadır. Ancak döne dolaşa yine aynı noktaya gelir. “Stalingrad, 50 km.” yazısı hep aynı yerdedir. Bu arada Hitler görünür. Şvayk’a dönüş yolunu sorar.
Brecht oyunlarının önemli özelliklerinden biri, kişilerin politik tutumlarının (ya da tutumsuz olmaya çalışmalarının) çok net ortaya konmasıdır. En küçük bir karakter bile incelikle çizilmiş ve ayrıntılandırılmıştır. Bütün kişilikler oyunun ve olayın gelişim süreci içinde işlevli birer unsurdurlar. Kişilerin politik tutumlarıyla, olayın gelişimi içindeki konumları birbirine bağımlı ve dengelidir. Örneğin Nazilerle işbirliği yapan Vojta, oyun sonunda Nazilerce cepheye gönderilir. Saf seçemeyen Şvayk, ancak Hitler’i karşısında görünce, boşa kürek çektiğini anlar. Anti-faşist Bayan Kopecha ise tutarlılıkla savaşın sonunu bekler.
Bütün kişilikler -Bayan Kopecha, onun hayranı Procnazka, Baloun, Bullinger, Brettschneider, işbirlikçi bakanlık danışmanı Vojta- olayların gelişiminden bağımsız davranamazlar. Olaylar onların dışında ve onların iradesi olmaksızın gelişiyormuş gibi görünür. Daha doğrusu Nazilerin tüm subaşlarını tutması Çeklere pek az savunma alanı bırakmıştır. Ancak tek tek bütün kişiliklerin iradelerini belirlemeleri çok önemlidir. Bunu Hitler de bilir, bu nedenle kendisinden sadece korkulmasını değil, kendine hak verilmesini, kendisinin desteklenmesini ister. Şvayk, olayların gelişimi, insanın müdahalesi süresince saf tutamayan ve olaylara müdahale edemeyen insanın trajedisidir. “Daha küçüklüğümden beri herkesin ihtiyacı neyse onu yapayım diye iyi niyetle işe başladım. Hep talihsizlikle sonuçlandı” diyerek kendini tahlil edan Şvayk’ın başı beladan kurtulmaz.
Kimi zaman Hitler yanlısı konuşur, kimi zaman karşısındadır. Hitler’e suikast düzenlendiğini duyduğunda “Keşke başarsaydılar” derken, askere alındığında coşkuyla “Heil Hitler, Moskova’ya ileri!” diye bağırır. Söyledikleri arasında Nazi karşıtı olarak algılanabilecek olanlar -ve Şvayk’ın başını belaya sokanlar-keskin bir gözlemcinin sözleridir sadece. Amacı hep yardımcı olmak, “iyi bir insan olmaktır”, Ancak Alman çizmesi altında “iyi bir insan” olmanın faturası da bir hayli ağırdır. Herkesle iyi geçinmek isteği onu tutarsızlaştırır.
Her insan gibi onun da bir takım gözlemleri vardır. Bunları açıkça söylemekten çekinmez. Çünkü “iyi bir insan olmanın birinci koşulu dürüstlüktür”. Ama bu gözlemler Nazilerin pek hoşuna gitmez. Sorguya çekilirken, Hitler’in çok büyük bir adam olduğunu, halkın onu anlayamadığını söyler. Ama Nazilerin kendisine kötü davrandığını da ekleyiverir.
Bunu Nazilere kızgınlığını dile getirmek için söylememiştir. Her şeyi “dürüstçe” söylemek zorunda ya; bunu da söyleyiverir. Hiçbir davranışının altında uzun vadeli düşünceler yoktur. Şvayk’ı yorumlarken düşülebilecek en büyük hata, onu Hitler karşıtı sözleriyle değerlendirerek, politik bilinç sahibi olduğu sonucuna varmaktır. Brecht’in sözleri konuya açıklık getiriyor; “Şvayk asla insanları arkadan vuran bir sabotajcı olamaz. Önüne çıkan küçük fırsatlardan yararlanan bir oportünistten başka bir şey değildir o. İçinde bulunduğu ve kendini yıkıma götüren düzeni içtenlikle onaylar. Bilgeliği her şeyi altüst edicidir. Yıkılmazlığı onu, hem bitmez tükenmez bir kötüye kullanma aracı, hem de kurtuluşun verimli toprağı yapar.”
Klasik ahlak anlayışı iyi insan olmak demagojisi üzerine kuruludur. Sınıfsal çelişkilerin var olduğu sistemlerde ise kişinin her sınıf ve tabaka tarafından “iyi insan” kabul edilmesinin şartları yoktur. Düşmanına karşı iyi olmak kendi yok oluşunu hazırlamaktır. Şvayk demagojiye kanmıştır. Hitler hakkında ileri geri konuştuğu için tutuklandığında, durumunu yine kendisi tahlil eder; “O kadar masumum ki tutuklandım”
Bayan Kopecha
Oyunun bir başka ağırlıklı karakteri ise Kupa Birahanesinin sahibi Anna Kopecha’dır. Kopecha Şvayk’ın tam tersine düşüncelerini Nazilere sezdirmemeye çalışır. Yine Şvayk’ın tersine, net bir politik tutumu vardır. Söylediği şarkılarla dünyanın bir gün değişeceğinin, büyüklerin yerini küçüklerinin alacağının propagandasını yapar. Baloun’un daha çok yemek yiyebilmek için Alman ordusuna yazılma düşüncesine şiddetle karşı çıkar. Nazilere ise, politikanın kendisini ilgilendirmediğini söyler. “Benim tutumum falan yok, birahanem var”, “müşteri müşteridir” bizim işletme sahipleri için politika falan yoktur” diyerek Nazilerin dikkatini birahane üzerinden uzaklaştırmaya çalışır. Bu arada birahanede göstermelik eğlenceler düzenleyip gizlice Moskova Radyosu’nu dinler.
Kopecha aklın ve sağduyunun sesidir. Kendisini sevdiğini söyleyen Procazha’ya Kleopatra’nın Antonius’a yönelttiği ünlü soruyu sorar: “aşkınız büyük aşksa söyleyin ne kadar eder?” Procazha, Kopecha’nın bu kadar materyalist olmasına şaşırır. “Aşkım için her şeyi yapabileceksiniz, aşkınız iki okka sucuk bulmaya da yeter mi?” diyerek devam eder Kopecha. Procazha bu soruya yanıt veremez, “işte aşkın gücünün yetmeyeceği bir şey” der Kopecha
Gelecekten umutludur. Baloun’a da sabırlı olmasını, bir gün midesinin doğru dürüst yemek göreceğini söyler. “En iyiler en hızlı değildir her zaman. Hızlı olmayı ve zaman tanımayı iyi kavramalı” diyerek felsefesini açıklar. Kopecha’nın pratik faaliyetleri de bu görüş doğrultusundadır. Sonunda kazanan o olur. Hitler karlı Rusya steplerinde Şvayk’a dönüş yolunu sorarken, Kopecha Kupa Birahanesinde Procazha’yla nişanlanır. Baloun, bu kutlamadan doyasıya yemek yer.
Oyunun gündeme getirdiği en can alıcı nokta, her ne şekilde olursa olsun Nazilerle işbirliği yapmanın yine işbirlikçinin aleyhine sonuçlanıyor olmasıdır. Bayan Kopecha bu gerçeği bilir. Birahanesine gelen SS adamlarına “sırlarınızı ağzınızdan kaçırmayın, sonra olan bana olur” der. Hep temkinli davranır.
Şvayk’ı bir köpek çalmaya iten Bullinger, olay bir skandala dönüşünce bunun hesabını yine Şvayk’tan sorar. Köpeğin çalınması konusunda Gestapo’yu suçlayan işbirlikçi bakanlık danışmanı Vojta’nın sonu, Şvayk’la birlikte cepheye alınmak olur. Şvayk ve Vojta’nın bu kader birlikteliği ilginçtir. Ne iyi bir işbirlikçi olan Vojta, ne rahatından olmak isteyen Şvayk bu dostluktan karlı çıkmazlar.
Büyük savaşlar ve küçük adamlar
Brecht oyunda, “ara oyunlar” adını verdiği sahneler kullanır. Bu sahnede Hitler, Göring, Goebbels ve Himmler işgal planları yapar ve bu planlarda Avrupa’nın küçük adamını nasıl kullanacaklarını belirlerler. Olağanüstü büyüklükte olan bu kişiler (görsel anlamda) aşağıdaki ‘basit halkın” geleceğini etkileyen kararlar verir. Hitler’e “Alman Irkı” dışında işgal ettiği ülkelere mensup savaşçılar da lazımdır. Sovyet saldırısı için yeni tank, uçak ve toplara ihtiyaç vardır, ama Alman ordusunda da güç kalmamıştır. Hitler Doğuya açtığı bu savaşta küçük adam Şvayk’a güvenir. Ama küçük adam birliğini kaybetmiş umutsuzca “uygarlığı Bolşevizm’den kurtarmak için” Stalingrad’a gitmeye çalışmaktadır. Saatlerce dolaşır, hiçbir yere gidemez. O yazı hep aynı yerdedir; “Stalingrad, 50 km.”
Büyük savaşların küçük adamlara ihtiyacı olur. Yoksa birinci ve ikinci emperyalist savaşlar kimi süreceklerdi cepheye? İnsan, en ucuz malzemesidir savaşların.
“Büyük adam” Hitler ve “küçük adam” Şvayk’ın tarihi karşılaşmasında bütün geri dönüş yönlerinin kapalı olması üzerine Hitler ne yapacağını şaşırır.
Brecht, Şvayk aracılığıyla Hitler’e şunu söyler;
“Ne ileri gidebilirsin ne geri.
Yukarıda iflas, aşağıda kaybetmişsin
Doğu rüzgârı soğuktur ve ancak toprak sıcaktır sana
Bilemediğim tek bir şey var
Kurşunlasam mı seni şimdi, yoksa şuracıkta sıçsam mı suratına.”

Perdeci-Mehmet Esatoğlu
Dağ Başında Gece Bitmez

Musluğu açtı
Ayağını uzattı
Ovuştururken suyun altında
Bir yel gezindi sakalında
Öfkelenmedi
(Oysa her yıl öfkelenirdi erken gelen soğuğa)

“Kış gelmeli kar yağmalı
Yollar bağlanmalı
Hiç bir Reonun geçemeyeceği bir yörede
Uyumak
Soluksuz”
Minareye doğru yürüdü
Kapıyı açtı. amfikatörün ısınmasını bekledi

Güneydoğu’da
Dağ başında aksam oluyor
Akşam buralarda
Ege’nin kan kırmızı güneşi gibi
Dalmıyor mavi sulara
Yüksek bir dağın ardında
Kayboluyor sert bir rüzgarı ardında bırakarak
Sert rüzgar
Salıveriyor dağ başının yanını yöresini

Güneydoğuda gece zor
Güneşin batışından doğuşuna zaman zor
Tık tık vurdu mikrofona
Çağıracak insanları
“Koşun tanrıya koşun”
Dağ başında
Karanlıkta
Tanrıya koşmak da zor
Maazallah kavuşuverirsin kör bir kurşunla ebediyen.

Bir yandan okurken ezan
Bir yandan içi titriyor
“Koşmayın tanrıya koşmayın
Koşun diye çağrı çıkarmak
adet olmuş bin yıl”
Bu can pazarında
Ölümün de(sturu) yok
İnsan bitki ya da hayvan
Eylemli, durağan
Ölçü insanı andıran
Kuşkulu her şey
BOY HEDEFİ
(Nasılsa bu Güneydoğu’yu bize sayıyla vermediler diye düşünüyordurlar)
Köyüne karanlıkta dönen insan
Başıboş gezinen eşek
Beli bükük ninemmiş gibi boy vermiş ağaç

Emniyet açık, mermi ağızda
Bütün iş parmakla tetik arasında
Gez, göz, arpacık
Namlunun ucunda insanlar…
İnsanlar Dilinden tarihine boy hedefi

İnsan hakları askıda
Geçerli yasa: orman yasası
Gücü yeten yetene
Bin yıldır dövüşmekteler
Kendilerini yazdırmaya
Dağa, taşa, haritaya
ÇAĞA.
Dağ başının eteklerinde
Kanun kural adına ne varsa
Silinmiş atılmış
Geliyor kara gömlekli
Ezen ulusun cengaverleri
İşgal ordusu gibi kanla
İşgal ordusu gibi acımadan
Yakıyorlar kuru-yaş ne varsa
Herkes suçlu, herkes düşman
Bakan göz, çarpan yürek, gülümseyen dudak
Düşman
Göğüsteki soluk, kımıldayan canlı, savrulan yaprak
Düşman
Kanıt, iddianame, yargı
Kentlerin göstermeliği
Devlet ya da şiddet
Kentlerde sergileyebilir
Burası dağ başı
Gez, göz, arpacık ne görürse
Yargı ona göre

Ezan bitimi minarenin dibinde ürperdi
“Göz namlunun ardından nasıl bakar
Göz namlunun ardından ne görür
Beni nasıl görür
Ben günde beş kez
Tanrıya koşun tanrıya
Ben çağırırım beş kez
Üçünde gelirler ikisinde gelmez
Karanlığa düşer diye ikisi
Karanlıkla dağ başında kapı açmak
Dışarı saç teli çıkarmak…
Ben bunu bilirim
Bilirim amma yine de çağırırım bilmez gibi
Tıpkı oğlu kurşunlanmış babaya
Teselli vermek gibi
Üzülme takdiri ilahi.
Tescili verirken
Kurur ağzım dilim, midem bulanır
İnancımdan olmamak için kapanırım içime
Çıkmam camiden, avludan, evden
Suya uzat ayağını, sakalını sıvazla
Amfikatörü aç, soluk al ve haykır
“Tanrıya koşun tanrıya”

Bir gece
Yatsıdan sonra avluda ayak sesleri
Kapıyı açtı ayağını kara lastiğe uzatırken
Bir ses: “Dur”
Kımıldamadan durdu
“Ben cami görevlisi
Sen misin Çavuş”
Ses yok
Perdeye yaklaştı aradan avluyu gördü
Yere yatırılmış on kişi
Kapının dışındaki namlu dışarı çağırdı
Sırtından dürtükleyerek açtırdı minare kapısını
Bir bağırtı yırttı hoparlörü, kulakları, geceyi
“Gölgeler var dağ başının civarında dolaşan gölgeler
Gören görmeyen, bilen bilmeyen
Bilip de göstermeyen”

Herkes SORGUDA
Dağ bası sessiz
Kuşlar, böcekler, yaprak hasımları sessiz
Sessizliği yırlan sayılar
BİR, ÜÇ, BEŞ, ON
Kara gömlekliler dağıldılar
Cami avlusunun civarında
Tahta kapılar çatırdadı.
Avlu iyice kalabalıklaştı

Her gün tanrıya çağırdığım hoparlörümden
Küfürler yayılıyor
Kalabalık yüzüme bakıyor
Haydi bir şey yap tanrı adına
Ben taş kestikçe
İniltiler de yükseliyor
Dipçik inip kalkıyor
Kadın çocuk yaşlı ayırmadan
Hoparlör coşturuyor cengaverleri
Görüntüler kırmızılanıyor
Patlayan kaş, yanlan kafa, dökülen diş
Gece uzuyor dua ediyorum bitsin diye
Bitmiyor
Şiddet durmuyor, insanlar ya da bir
ulus susmuyor
İnliyor, ağlıyor, kafa tutuyor
Gece-yarısı şiddet yoruldu
Karanlığın ortasında yüzler
Çocuk gibi ağlıyor
Kara gömlekliler avludan çıktılar
Reo gürültüleri uzaklaşırken
Avluda kalanlar birbirlerine baktılar çıkmadılar
Caminin kapısına biriktiler
Kapıyı açmamla doluştular
Ne erkekler önde
Ne kadınlar arkada
Ne çocuklar arada
Oturdular yan yana
Sessizlik bozuldu, havada ses yok
Göz göze bir konuşma bu
Yakındılar göz göze
Haykırdılar göz göze
Konuştular, söyleştiler, önerdiler
YASADIŞI her bir şeyi
Bir an dalmış dinlerken
Korktum bu yasadışı bakışlardan
Ben onlardan değilim
Dinim bir dilim ayrı
Ben devletten para alırım
Bu yasadışı bakışlara verirsem hak
Sormaz mı devlet hesabını
Bu bakışlar fısıldıyor rüzgâra
Dağ başında, ovada, denizde
Karşılığı ölüm bir sözcüğü:
ÖZGÜRLÜK…

Devlet şimdi uzaktı onlar yakın
Sakinleştirmek için bakışları
Saldım bende yumuşacık fısıltımı
Sakin olun sakin
Hoş geldiniz tanrının evine
Eve gitmediniz kaldınız
Çıkıp da varmamak var
Kalın bu gece tanrının evinde
Ama
Bakmayın, bakışmayın
Bakışlarınız hepimize tehlike
Dövüldünüz sövüldünüz suçlu değilken
Biliyorsunuz gölgeler bize tehlike
Dağ başında her gün görmezden geldiğimiz

Silahlı gölgeler
İçinizi sardı diye öfke
Yanaşmayın gölgelere
Bu topraklar yağmurdan çok kanla yoğrulmuş
Böyle anlatıyor eskiler
Çektiğinizi tanrı görür
Cezalandırır zalimleri
Susun gülmeyin kafirler gibi
Dağ başında kimi şikayet edeceksin kime
Can yaktılar diye davacı olsak
Can yaktıktan sonra şikayet etmeye derman bıraktılar diye
Kızabilirler onlara.
Kan dökenlerin başında adil birini
Düşlemek enayilik bu zamanda
Eskiden zulmeder çekilirlermiş geri
Şimdi önden yasası yazılıyor
(Karşımda şaşkın yüzlerce gözle kendime geldim)
Günde beş kez tanrıya çağrı yapan
Birinin olmamalı bu sözler
Ama bu dağ başı
çekilen acı
filozof yapıyor insanı
filozof ve politikacı.”

Sabaha karşı
Şafak ilk ışığını yollarken dağ başına
Horozlar, böcekler haberi alıp
Yaydılar dört bir yana
Dağ bası insanları avluda karşılaştılar
Yeni bir SABAHLA
Uykusuz yorgun gözler
İlk ışığı selamladılar.
Kalabalık dağılırken dağ başına
Avluya çıktı evine yönelirken
Amfikatörü açık unuttuğunu anımsadı
Minareye çıkan kapıdan içeri girdiğinde
Bir an mikrofona baktı
Kirletilmiş gibi duruyordu
Sesler çınlamaya başladı kulağında
Tanrıya koşun tanrıya
Ulan ben sizin dininizi imanınızı….
Vurun ibnelere acımayın
Ey tanrı kelamı okuduğum alet
Senden mi çıktı bu sözler
Küfrettiler kirlettiler
Tükürükler saçıldı üstüne
Kelimeler tükürüklerden kirli”
Midesi bulandı kapıdan hızla çıktı,
koşmaya başladı.

İsa çarmıhta öldü
Hasan-Hüseyin çölde
Peki sen ne yaptın?
Evlerden uzaklaştı tepelere vardı
Tepenin ucuna oturup
Yalvaran gözlerle göğe bakmaya başladı
Tövbe… Tövbe… Tövbe…

Uzaklardan bir kaval sesi yayılıyordu
Dağ başına çayırlara
Ağaçların dibinde bir çoban
Sürekli bir ezgiyi yinelemekte
Gözleri fıldır fıldır devinmekte
Sakalını sıvazlarken
Çobana yaklaşan bir gölge gördü
Çoban kavalı üfleyerek ayağa kalktı
Tek eliyle çalarken
Diğer eli kepeneğin altından çıkardı bir çuval
Gölge çuvalı sırtladı
Kayboldu ormanın derinliğinde
Çoban ezgiyi garip bir coşkuyla üflüyordu

Gördüklerinin anlamını düşündü, ürperdi.
Bu dağ bası insanları
Masum değillerdi
Hoparlör ve küfürler
Sorulan sualler
Ve işte gölgeler
Gölgelere verilen çuvallar
Gölgelere verilen destekler
Neden… neden… neden
Çünkü bir ulus
Çünkü bir tarih
Çünkü ÖZGÜRLÜK
Diye düşünemedi

Kafasında yığınla soru
Gece uyumamışlığın bitkinliği
Camiye döndü
Kapıda karısının yüzünü görünce
Birden saatine baktı
Sabah ezanını unutmuştu
Unutalı üç saat olmuştu
Yatağına girdi
Yorgunlukla uyukladı
Gürültüyle uyandı
Takunyalarını giydi, abdest aldı
Amfikatörü açtı, ezan okudu
Gündüz olmasına karşın
Gelen olmadı
Biraz oyalandı
Namazı kıldı tek başına
Yeniden yatağa uzandı
Acıkmıştı yemedi, su bile içmedi
Gözlerini kapadı tam önünde belirdiler
Çoban ve gölge,
Uyku tutmadı, kara lastikleri giydi
Ormanın ucuna vardı
Arıyordu soluk soluğa
Uzakla tepede gördü
Koştu yapıştı yakasına çobanın
“Gördüm gördüm seni
Hemen anlat nedenini
Neden… neden… neden”
Çoban hafif bir gülümseyişle baktı
Hoca efendi “MEMLEKET
KÜ/DE/RE?”

Dağ başına akşam çöküyordu
Evleri sardıkça karanlık
Zayıf ışıklar ışıyordu
Yatsı ezanını bitirip çıkarken minareden
Karagömlekliler geldiler
Yüzlerinde yakalamış zalim bir ifade.
Ses mikrofonu kordonuyla avluya aldı
Namlular kalabalıkları hizaladı
Sesin bir elinde mikrofon bir elinde peynir
Küfretmeden sordu:
“Gölgeler peynir bulmuşlar
Dağ başında peynir
Siz olmasanız, siz vermesiniz, siz sevmeseniz
Siz olmasanız ekmek
Siz olmasanız hava-su
Siz olmasanız bu dağlar”

Ses sertleşirken
Kalabalıkta çobanın gözlerini gördü
Kafasını sallayarak gözlerini çevirdi
kara gömleklilerin şefine
İhbarcı bir yüz takındı
Kara gömlekli şef başladı bağırmaya
Ana-ecdat, din-iman-kitap
Kalabalıktan insanları-özellikle gençleri
Cemselere-Reolara sürüklemeye başladılar
Korkuyla mikrofona, kara gömlekli şefe sokulurken
Bir kara gömlekli -belkide- kuşkulandı durumundan
Kıvırıp arkadan kolunu
Onu da bindirdiler
Çobanla göz göze gelmemek için
Sürekli baktı önüne

Üç gün.
Açlık, susuzluk, taş zemin
Karanlık, çığlık, acı
Üç gün sonra
Ayakları şiş
Yatıyor yatağında
Burnunun ucunda çözemediği bir öfke
Mikrofonu koşturan kendisi
Hiçbir şeyle yok ilgisi
Tam da mikrofonun dibinden
Yakayı kaptırıp götürülüyor
“Burada Allah yoktur”a
Günler sonra kısık bir sesle
Karısına anlattı “üç gün”ü
Ezan saati geldi kalkamadı
Karısıyla bakıştılar
Kadın sırttladı götürdü minarenin dibine
Dağ bası insanları günler sonra ezan sesi duydular
Avlunun yan duvarına doluştular
Karısının sırtında görünce koştular
Aldılar taşıdılar
Bir cenaze ihtişamıyla yatağına

Yere bastığı gün
Hızla giyindi
Karısının şaşkın bakışlarına aldırmadan
Aldı soluğu ormanda
Çoban gözlerinde hafif bir hüzün
Dudaklarında aynı alaycılık
Bir şeyler söylemek isterken susturdu
“Sus bre kâfir
Acımasız allahsız
Bütün bunlar senin yüzünden
Ormandaki gölgeye verdiğin peynir
Hepimizi yaktı kavurdu
Ya alırsın aklını başına
Ya da benden günah gider”

Dönüşte yolda
Dağ başında evler arasında
Bezgin yüzlerle karşılaştı
Aptalca teselli duygusuna kapıldı
“Korkmayın tanrı vardır ve görmektedir
Her yerde hazır ve nazırdır
“Allah burada yoktur” denilen o yerde bile
İnşallah herkes çıkarır bir pay kendine
Maalesef kurunun yanında yaş da.”
Bezgin yüzlerde kımıltı yok
Yeni bir felaketi bekler gibi bakıyorlar
Eve girdiğinde aynı gözleri karısında da görünce
Öfkelendi, bağırdı çağırdı
Ama bezginliği hiçbir yerde çözemedi

Yine gece
Divanda gevşemiş uyuklayarak
Beklerken yatsıyı
Motor homurtuları duydu
Dağ bası insanları bakışarak anlattılar birbirlerine
Gelmekte olan tehlikeyi
İnanamadı seslere
Ne olmuştu yine
Perdenin arasına burnunu sokmuş
Belki camiye uğramazları düşünürken
Daldılar avludan içeriye.
Duymamış yeni uyanmış bir yüzle
Karşıladı cengâverleri
Kara gömlekliler ona aldırış etmeden
Doldurdular kalabalığı avluya
Hoparlör küfür ve ölüm kustu
Dipçikler ortasında çobanı gördü
Üç dipçik indikçe üst üste
“Hain cezasını buldu” diye
Bizimkisi bir yandan şükretmekte

Gece-yarısı resmi bir bina
Taş bir zemin
Uzun bir çubuk
Çubuğun üstünde ayaklar
İple bağlanmış ayaklara sopa inip kalkmakta
Gözleri bağlı sakalı kan içinde
Yanı yöresi inlemeler
Kanını kurutan aynı ses berdevam
“Burada Allah yoktur”

Yedi gün sonra
Birbirlerine tutunarak zorlukla bindiler
Dağ başına giden minibüse
Uzatılan paraları almadı minibüsçü
Minibüsten inerken merak etti aynada yüzünü
Paragöz minibüsçünün bile yüreğini sızlatan yüzünü

On beş gün
Ayağa kalkamadı çişe gidemedi
Minareye sırtta gitti-geldi
Ayaklarını zorlayarak
Tek başına yatsıyı okuduğu bir akşam
Motor homurtuları sardı dağ başını yeniden

Minareden çıkıp eve kaçmaya başladı
Ayaklan ihanette
Her gün bir solukta vardığı ev
Uzadıkça uzamakta.
Caminin avlu girişinde duyunca sesleri
Evin önündeki çalılığa attı kendini
Sürünerek yaklaştı kapıya
Sürünerek girdi eşikten içeri
Karısıyla göz göze geldiler
Hıçkırarak ağlıyordu
Ağlıyordu koca adam
Dayaktan işkenceden, kara gömlekliden bıkmış
Ağlıyordu
Birden sustu
Yatağın altından sökerek çıkardı tabancayı
Karısı avluya koştu
Yaklaşırken kara gömlekliyle eve
Bu ses yankılandı
Evde avluda dağ başında

Bir din adamı
Elinde silahı
Tabanlarında sızısı, yüzünde, yüreğinde korkusu, utancı
Boylu boyunca yatıyor
Kulağının kenarından ince bir kan sızmakta
Gazeteler onun için iki satır yazdı:
“Güneydoğu’da dağ başında bir din adamı intihar etti. Daha önce birkaç kez gözaltına alınmıştı.”

Kasım 1990

Anti-Emperyalist uyanıklık

§    Burjuvazi emperyalizmi aklıyor, revizyonist ve reformistler destek, veriyor
§    Emperyalizm önce ekonomik olarak şirinleştiriliyor.
§    AET karşıtlığından AET yanlılığına
§    Savaş koşullarında önemi artan emperyalizme karşı uyanıklığı yükseltelim

Ekim ayı ortalarında Dolmabahçe rıhtımına yine bir Amerikan uçak gemisi yanaştı. Körfezdeki savaş yığınağının malzemesi olarak kullanılan Saratoga’dan inen canlı malzemeler, Amerikan askerleri hızla İstanbul’un eğlence merkezlerine yöneldiler. İzine gelmişlerdi, tatil haklarıydı!
69’dan beri Amerikan gemileri rahatça limanlarımızı ziyaret ediyor. Önemli bir tepki görülmüyor. Bu, anti-emperyalist ruh ve tavırda, uyanıklıkta düşüşün göstergesi oluyor. Amerikalı denizciler 69’da İzmir’de kovalanmışlardı. 68’de ise İstanbul Dolmabahçe onlara dar gelmişti. Bu iki yığınsal gösteri gençliğin emperyalizme karşı uyanıklığının ve öfkesinin eyleme dökülmesiydi.
Özellikle Temmuz 68, 6. filoyu protesto gösterileri üzerine çok yazılıp konuşuldu. Tekrarlamakta yarar var. Bu gösteri devrimci radikalizmle barışçıl pasifizmin karşı karşıya gelişi ve ayrışmasında önemli bir dönemeç oluşturmuştu. Radikal devrimci gençler Deniz Gezmiş’in ardından Gümüşsuyu’ndan Dolmabahçe’ye koşarlarken TİP-TKP güruhu, başlarında H. Karadeniz, gençlerin önüne barikat kuruyorlardı. “Anarşistlerin tahriklerine kapılmayın” çağrıları yetersiz kalmış, barikat kurularak engelleme yapılmaya çalışılmıştı. O da parçalandı. Amerikan askerlerinden kaçamayanlar denize döküldüler, dayak yediler.
Geçtiğimiz Eylül’de ise birileri Dolmabahçe ruhunun peşine düşmüşlerdi. Belki geçmişin özeleştirisini yapmak istiyorlardı. Amerikan askerlerine karşı somut bir tutum ortaya koyma girişimi olarak küçümsemekten kaçınmak istiyoruz. Ancak iş komediye döndü. Eylemciler, eylemcilikten sürekli uzak durmuş olan Aydınlıkçıların SP’lileriydi. Devrimcilik gösterisi ve kolay propaganda peşine düşmüşlerdi. Geçmişlerini, pasifizmlerini unutturmak ve hatta geçmişleriyle birlikte kendilerini devrimci kamuoyunda meşrulaştırmak istemiş olmalıydılar. Ama geçmişlerinde 68 6. filo protestosunu gerçekleştiren gençlerin başını çekenleri “anarşist” olarak nitelemek ve göstericiler önünde barikat oluşturmak vardı. Aydınlıkçıların bugünkü teorisyenleri ve başyazarlarından Hasan Yalçın göstericiler önünde yaptığı konuşmada şunları söylüyordu: “İçimizden bazı anarşistler çıkıp sizleri aşırı hareketlere itmek isteyebilirler. Böylelerine iltifat etmeyin.” Ve sonra barikat kurmaya koşmuştu. Şimdi bu teorisyenin Aydınlık’ı Amerikan askeri dövüyor! Sevindirici bir gelişme sayılabilir. Üç dünyacılık ve Saddam destekçiliğiyle de yapılsa, bu, anti-emperyalist bir tutum alıştır. Bu tutumun içtenliğine inanalım mı? Özeleştiri mi sayılmalı? 2. Dünya dedikleri İngiliz, Fransız vb. emperyalistlerine verdikler destekler unutulmalı mı? NATO destekçiliğine, onun bir saldırı değil savunma kuruluşu olduğunu ve NATO’dan çıkılmaması gerektiğini, Amerikan emperyalizminin de saldırgan olmadığını savunmaya kadar varmış olduklarını yok mu saymalı? Bugün eğer anti-emperyalist uyanıklık körelmiş ve ruh gerilemişse, bunda Aydınlıkçıların cürümleri kadar katkılarını, suçlarını es mi geçmeli? Şimdilerde de gözleri Özal’dan başkasını görmeyip sınıf işbirliğini öğütleyen, ordu ve MİT propagandası yapan bu reformcuların tutumlarının anti-emperyalist içeriğine nasıl inanmalı? Yerli gericiliğe, tekelci burjuvazi ve onun temel kurumlarına karşı tutum almadan anti-emperyalist olunamaz.
SP eyleminin arsızca bir değerlendirmesi ise imzasız bir yazıyla Güneş’te yer aldı. Sözde SP ile dalga geçiyor yazı. Aslında içindeki emperyalizm yanlısı zehri kusuyor. “Geleneği yaşatmak” dedikleri de taammüden adam dövmek. Eskiden yapılmış şeylerin aynısını yapmaya çalışmak, bir geleneği yaşatmak sayılmaz herhalde. Bu olsa olsa, yeni durumlar, değişen dünya ve kavramlar karşısında yeni bir şey geliştirmeyip gelenekte yaşamak demektir.”      .
Yazarın eski bir solcu olduğu anlaşılıyor. Böyleleri hep eski solcular arasından çıkar. Durumlar ve dünya değişmişmiş: Kavramlar değişmişmiş! Emperyalizm değişti, emperyalizmle ilişkiler değişti, artık barış kavramı, emperyalizmle işbirliği ve birlik, entegrasyon kavramı geçerli demeye getiriyor yazar. Bu, emperyalizm uşaklığının yüksek sesle ifade edilmesidir.
Gazete ve dergilerin, özellikle son yıllarda bu tür yazılarla dolu olduğu hatırlanınca anti-emperyalist uyanıklıktaki düşmenin bir nedeni anlaşılabiliyor.
Burjuvazi emperyalizmi aklama çabalarından hiçbir zaman vazgeçmemişti. Yabancı sermaye daima ilerletici, ülke ekonomisini kalkındırıcı bir faktör olarak sunulur, Sovyet tehdidine karşı, ülke çıkarlarının Amerikan ve Avrupalı emperyalistlerle birlik olmayı gerektirdiği propaganda edilirdi. Bu propaganda Özal’la birlikte dizginsizce geliştirildi. Özal dış kredi ve yardımları övünme vesilesi yaptı, Türkiye’nin itibarının yüksekliğinin göstergesi saydı. Depolitizasyon ve ekonomik faktörlerin her şey sayıldığı ve böyle gösterildiği koşullarda, bu propagandanın etkili olmadığı söylenemez. Ülkemiz insanları önce yabancı sermayeye alıştırıldı. Emperyalizm, ekonomi ve finans alanının dışına atıldı. Bunun izahı da yapıldı: Sermaye akışkandı ve zaten biz de bazı Arap ülkelerine sermaye ihraç etmiyor muyduk? Ekonomik açıdan tüm ülkeler birbirine bağlıydı. Bağımsız sayılabilecek ülke yoktu. Çünkü her ülkede, Amerika’da bile yabancı sermaye bulunuyordu. Öyleyse sermayenin emperyalizmle bir ilişkisi yoktu. Revizyonistlerin “karşılıklı bağımlılık” doktriniyle desteklenen bu burjuva propaganda, devrimci ve komünistlerin de dikkatlerini ülke içinde ve başta faşizme karşı mücadele alanında yoğunlaştırarak uluslararası sorunları ihmal etme zaafına düşmeleriyle önemli ölçüde tuttu. Emperyalizm siyasal ve askeri saldırganlıktan ibaret görülmeye başlandı.
İdeolojik kültürel alanda, zaten aydınımız önemli ölçüde Batı hayranlığı ve taklitçiliğiyle malûldü. Emperyalistler ve revizyonistlerin birlikte yürüttükleri “bilimsel-teknolojik devrim” propagandası, bilimin vatanı olmayacağı görüşüyle birleşerek, bilim, kültür ve teknoloji alanında emperyalizme karşı uyanıklığı zaten önceden körelmişti. Aydınlar Batı hayranlığını Tanzimat’tan beri yayıyorlardı ve bu son yıllarda iyice hızlandı. Bunda devletin özellikle televizyonla gerçekleştirdiği medya saldırısının önemi küçümsenemez.
Revizyonizm Kruşçev’den beri emperyalizmin niteliğinin değiştiği, emperyalizm koşullarında barışçı bir dünya kurulabileceği ve emperyalizmle işbirliği ve yarış içinde toplumsal ilerlemenin sağlanabileceği propagandası yapılıyordu. Türkiye’de bu propaganda uygulamalı olarak gerçekleştirildi. TİP-TKP’nin uzlaşmacılığı ve işbirliği, Aydınlıkçıların üç dünyacı Avrupacılık ve NATO’culuğu anti-emperyalist yönelişin önemli darbeler almasına yol açtı. Emperyalizmin siyasal bir olgu olmaktan da çıkarılma süreci başlamıştı. O artık, siyasal bir düşman olarak da görülmemeye başlanmıştı.
Anti-emperyalizmin siyasal bir olgu olmaktan da çıkarılması, asıl Eylül ve onun yarattığı moral bozukluğu ve dayanak, güç arama koşullarının da gündeme gelmesi. SB’nin Avrupa’ya karşı ılımlı tavrı, Çin ve üç dünyacıların Avrupa’yı müttefik görmeleri, yolu düzlemişti. Karabasan yıllarında aranan destekler ise hep Avrupa’dan geliyordu. Çeşitli Avrupa ülkeleri, kuşkusuz halklarının baskılarıyla, faşizm suçu, demokrasi yokluğu, idamlar vb. gibi nedenlerle Türkiye üzerinde yaptırımlara yöneldiler. AT’a giriş süreci durmadan ertelenerek uzatıldı. Krediler geciktirildi ve kesildi. Çeşitli konularda yoğun siyasal baskılar yöneltildi Türkiye’ye, mektup ve telgraflarla protestolarda bulunuldu, gözlemci ve denetleyici heyetler gelip gittiler. Avrupalı sendikal haklara sahip çıkıyor, idamlara karşı tavır alıyor, cezaevlerindeki yaşam koşullarının iyileştirilmesini istiyor ve bir an önce “demokrasi”ye geçilmesi için baskı yapıyordu. Başta revizyonistler ve sosyal demokratlar, Avrupa’nın şahsında bir demokrasi gücü görmeye başladılar. Sosyal demokratlar zaten Avrupa’ya özeniyorlardı, “demokratikliği” dolayısıyla iyiden iyiye Avrupacı kesildiler. Eylül öncesi Türkiye’nin emperyalist AT’ye katılmasına karşı çıkan sol, şimdi çoğunlukla, açık ya da örtülü olarak katılmayı savunuyor. Avrupa’nın şahsında emperyalizm siyasal saldırganlığını da yitiriyor, emperyalizm siyasal alanın da dışına itiliyordu. Artık Avrupa ülkeleri ve dolayısıyla emperyalizmle birlikte ve işbirliği halinde siyaset yapılabilirdi. Toplum, insanlarımız bu noktaya getirildiler. Emperyalizme karşı siyasal alanda da uyanıklık körelmeye yüz tuttu. Devrimci ve komünistlerin bu dönem pek faal olamamaları, dağınıklık ve tutsaklık koşullarında bulunmaları, bu körelmeye karşı mücadelenin güçlerini zaafa uğratmıştı. Emperyalist, revizyonist göz boyayıcılığa gereğince karşı konup, bu, anti-emperyalist uyanıklığa karşı saldırının püskürtülmesi başarılamadı.
Ve sonra Gorbaçov ve onunla birlikte açılan “barış” dönemi geldi. Ona göre, dünya ve çağ tümden değişikliğe uğramıştı. Arak emperyalizm-kapitalizm ve sınıf aynılıkları gibi ayrılıklar sona ermişti. İnsanlığın global çıkarları önemli ve tayin ediciydi, bu çıkarlar etrafında tüm insanlık birleşebilirdi ve birleşmeliydi. Nitekim Rusya, ABD ve Avrupa ile entegrasyona yöneldi. Emperyalizmin militarizmsiz olabileceği teorisi ciddi ciddi geliştirildi. Eskiden hiç olmazsa “savaş tekelleri”nin saldırganlığından söz ederdi revizyonistler, şimdi, militarizm de gündemden çıkarılıyor, emperyalizmin saldırganlığının sona erebileceği propaganda edilmiyordu. Doğrusu Reagan ve Bush ile Amerikan emperyalistleri de Gorbaçov’u eli boş bırakmadılar. Silahsızlanma antlaşmaları yapıldı, birkaç silah imha bile edildi, kalıcı dünya barışına varılıyordu! Nitekim duvarlar yıkılmakla kalmadı Doğu ve Batı Almanya birleşti. Artık sosyalist ve kapitalist ülkelerin birlikte kuracakları “Ortak Avrupa Evi”nin önünde pek bir engel kalmamıştı! Şimdi artık emperyalizm askeri alanın, silahlı saldın alanının da dışına atılmakta ve geriye emperyalizmden bir şey kalmamaktadır.
Körfez konusuna yaklaşımlar emperyalizmin askeri saldırganlıkta ve arındırılarak kavranıp propaganda edilmesine yeni örnekler sundu. Irak ve birkaç Arap ülkesi hariç tüm dünyada burjuvazi ve gericilik dünya barış cephesinin kurulduğunu ve Ortadoğu’ya barış götürüleceğini propaganda ediyordu. Barış silahlarla götürülecekti, ama olsun, sonuçta barış götürülecekti! Nüfus ayrılıklarıyla hemen tüm dünyanın Irak karşısında birleşmesi barış ve işbirliği yöneliminin gücünü ve bunun ne denli geri dönülmez bir süreç olduğunu gösteriyordu! .Artık emperyalizm savaşırken ve silahlarını şakırdatırken bile askeri bir saldırganlık içinde görülmüyordu. Emperyalizm artık tüketilmişti!
Evet, anti-emperyalist uyanıklık 20 yıl öncesine göre önemli ölçüde gerilemiştir. Ancak bunun nedenleri var. Saymaya çalıştık. Şimdi devrimci ve Marksistlere düşen 68’lerin anti-emperyalist mücadele ruhunu yeniden diriltmek ve bunun için engel oluşturan nedenlere karşı uzlaşmaz bir savaş açmaktır. Bu görev mutlaka başarılmalıdır.
Anti-emperyalist uyanışın vakit geçirilmeden önünün açılması gerekiyordu. Emperyalizmin bakısı yoğunlaştıkça kitlelerdeki anti-emperyalist tepki gelişecektir. Bunun doğru bir kanalda akmasını sağlamak, piyasayı dolduran emperyalizmi şirinleştirici görüşlerle mücadele ve onların zehirli etkilerini gidermekle başarılabilir. İleri unsurlar anti-emperyalizme kazanılmadan kitlelerde anti-emperyalist bilincin geliştirilmesini ummak olanaksızdır. Ve bu son derece gereklidir.
Bu özellikle Türkiye açısından gereklidir. Çünkü ülke yeni bir batağa sürüklenmektedir. Emperyalizmin planı, Türkiye’nin temel direklerinden biri olacağı yeni bir Ortadoğu düzeni ve onun güvenlik sistemini kurmaktır. Türkiye üzerinde özellikle Amerikan emperyalizminin planı uzun vadelidir. Ve çok yönlüdür. Sağlam bir üs ve karakol ihtiyacındaki ABD, Türkiye’deki gelişmekte olan sınıf mücadelesinin türlü güçler harekete geçirilerek bastırılmasından, bir Ortadoğu ülkesi olarak ülkenin dincileştirilmesi ve başka ülkelere müdahalelerle kullanılmasına kadar boyutlanan planlar yapmaktadır. Amerikan emperyalistlerinin Türkiye’deki bir devrime; gelişmeye seyirci kalacağı hiç sanılmamalıdır.
Sermayesi ve siyasetiyle, kültürü ve askeriyle emperyalizme karşı mücadelede geliştirilmeli, bunun için ne gerekiyorsa o yapılmalıdır.

Kasım 1990

İşçi sınıfı cephesinde Savaşa karşı tutumlar ve eylemler

·    Türk-İş yönetiminin “savaşa hayır” politikası sahte ve ikiyüzlüdür.
·    Egemen sınıfların savaş kışkırtıcısı politikalarına karşı çıkılmadan ‘Savaşa Hayır!’ sloganı gerçek içeriğine kavuşamaz.
·    Sosyal Demokrat sendika merkezleri işçileri yasallığa hapsetmeye çalışıyorlar.
·    Sendika Şubeler Platformu, savaşa karşı mücadelenin önemli bir gücü olmaya adaydır.
·    Belediye işçileri iki saat iş bıraktı.

Ortadoğu krizi patlayıp TC Devleti ABD safında Ortadoğu’da savaşmaya aday olduğunu açıkladıktan sonra ilk savaş tokadı işçi sınıfının suratında patladı: Harb-İş’in ABD işyerlerindeki grevi ertelendi. Goodyear, Brisa ve Pirelli Fabrikalarında devam eden lastik grevi ertelendi. Gerekçe: “Milli Güvenlik'”. Bunu ABD emperyalizmi ve uşaklarının güvenliği olarak okumak gerekiyor. Grev yasaklama kararının daha mürekkebi kurumadan Türk-İş Gnl. Sekreteri ve Tek-Gıda-İş Gnl. Başkanı Orhan Balta bir açıklama yaptı ve bu kararı anlayışla karşılayacaklarını, konu “ülkenin güvenliği” olunca daha çok şeyi anlayışla karşılayacağını ifade etti. Ardından Türk-İş Yönetim Kurulu grev yasaklarını ‘eleştirdi’. Böylelikle burjuvazinin savaş çığırtkanlığı politikasının işçi sınıfına yönelik ilk fiili saldırısı cevapsız kaldı.
Türk-İş Yönetim Kurulu, lütfen savaşa karşı olduğunu açıkladı. Petrol-İş Sendikası’nın savaş tehlikesi nedeniyle Olağanüstü Başkanlar Kurulu toplantısı yapma önerisine kulaklarını tıkayarak sorunu olağan toplantıda ele almak üzere bekleme yoluna gitti. Türk-İş Yönetim Kurulu 24 Ağustos’ta yaptığı basın toplantısında savaşa karşı tutumunu açıkladı. Türk-İş’in Ağustos ’90 tarihli yayın organında basın açıklaması ile birlikte Türk-İş’in tutumunun açıklaması yer aldı.
Özetle, Türk-İş Yönetim Kurulu, DYP ve SHP gibi muhalefet partilerinin politikalarına paralel bir tutumla “savaşa hayır” diyordu.
Türk-İş, “Türkiye’nin şu ana kadar BM kararı çerçevesinde başlattığı ambargo uygulamasını ödünsüz sürdürmesinden yana”ydı. Türkiye sıcak bir savaşa katılmamalıydı. Şevket Yılmaz’ın önerisi ile ICFTU’nun (Uluslararası Hür İşçi Sendikaları Konfederasyonu) Asya-Pasifik Bölge Örgütü APRO Irak’ın Kuveyt’i işgalini kınamıştı. Dergide ICFTU’nun Saddam’a çektiği telgrafa da yer veriliyor. Önce telgraf aktarılıyor. “Ülkenizdeki yabancıların rehine olarak tutulup, savaş siperi gibi kullanılmaları, çağımızda görülmemiş bir barbarlıktır.” Ardından Türk-İş bu duygulara aynen katıldığını belirtiyor. Saddam’ı hizaya getirmek için savaş çıkarılabilir ama biz taraf olmayalım deniyor ve Türkiye’nin tavrı “kararlı” olarak nitelendiriliyor.
Yukarıda özetleyerek aktardığımız Türk-İş’in tutumu savaşa sahte ve ikiyüzlü onay tavrıdır. İki sayfalık metinde Irak defalarca kınanır, ‘barbar’ ve ‘saldırgan’ olarak nitelendirilirken ABD emperyalizmi tek bir tümceyle bile eleştirilmiyor. Türk-İş, tutumunu ABD yönünde belirlemiştir: Irak’ın karşısında ve ABD’nin yanında. Bu durumda “savaşa taraf olmayalım” sözleri demagojiden başka bir anlama gelmez.
Hem “savaşta taraf olmayalım” diyeceksin, hem de “BM kararı çerçevesinde” ödünsüz bir ambargo kararından yana olacaksın! Nedir Birleşmiş Milletler? Uluslararası hukukun aldatıcı sözleriyle cilalanmış emperyalist bir parlamento. Kapitalist-emperyalist ülkelerin ‘milletvekillerinin’ toplandığı ama sadece irice olanlardan beşinin veto hakkı olduğu asma yaprağı bir “parlamento”. Dünyanın başkaldıran halklarına idam fermanları çıkartan, “kalem kıran” bir parlamento. Türk-İş savaş kışkırtıcı politikanın BM kararları çerçevesinde sürdürülmesini istiyor. BM çerçevesinde alınacak bütün kararlara onay çıkarıyor. Irak’a yönelik ambargo ve askeri abluka kararlan çıkaran BM, 21 Filistinlinin İsrail askerlerince katledilmesine karşı göstermelik bir kınama karar çıkarıyor. BM kararlarını bağlayıcı kabul etmek, uluslararası yasalarla maskelenmiş emperyalist politikaya onay sermektir. Türk-İş bunu yapıyor.
Türk-İş, Irak’ı saldırgan ve barbar olarak niteliyor ve Kuveyt’ten çekilmeye çağırıyor. Krizi bahane ederek 200 bini aşkın askeri, modem silahları ve uçaklarıyla bölge topraklarına yerleşen, gitmeye de niyetli olmadığını açıklayan ABD emperyalistlerine “Ortadoğu’da ne işin var?” diye soramıyor. Çünkü Türk-İş, faşist gericiliğin ABD uşağı politikasına gizli destek veriyor. İsrail’in suç ortağı, Vietnam’ın kirli savaşçısı, Panama ve Liberya işgalcisi ABD hoş görülüyor.
Türk-İş gerçeklerin üzerinden atlayıp BM saçağı altına gizleniyor. Yarın bir savaş patlarsa BM kararlarına dayanarak kendi burjuvazisini destekleyebilsin diye.
Türk-İş Yönetim Kurulu, basın açıklamasını TBMM’yi toplantıya çağırarak sonluyor. Petrol-İş’in Başkanlar Kurulu toplantısı önerisini kabul etmeyen Ş.Yılmaz 1,5 milyon işçiyi harekete geçirebilecek potansiyele sahip sendikaların başkanlarını toplantıya çağırmıyor ama TBMM’yi toplantıya çağırıyor.
Bugün ‘toprak bütünlüğü’ diyenler, yarın sermayenin çıkarı için savaşa gireceklerdir.
İşçiler ve tabana yakın sendikacılar arasında mücadele ve savaş-karşıtı eğilimin güçlendiği koşullarda, 24-25 Eylül günleri, Türk-İş Başkanlar Kurulu toplandı. Hükümeti eleştirerek toplantıyı açan Ş.Yılmaz muhalefet etmenin sınırlarını da çizmiş oluyordu: Sorun hükümet değişikliğidir, hükümeti eleştirin, erken seçim isteyin; eylem istemeyin. Tabandaki hoşnutsuzluğu çatallaşmış zayıf bir sesle başkanlar kuruluna taşıyan bazı sendika başkanları, önerileriyle itibar bulmadılar. Türk-İş Başkanlar Kurulu, 30 Ekim’de tekrar toplanarak bir ‘eylem programı’ oluşturma kararıyla sonuçlandı.
Türk-İş “eylem kararları” alınacak toplantıyı ileri atarak yeni bir “mücadele dönemi” başlatıyordu. Savaş tehlikesinin kapımızı kırarcasına çaldığı, bütün işkollarında süren ve başlayacak olan TİS görüşmelerinin tıkanma eğilimi gösterdiği bir sırada başkanlar kurulu toplantısı ilerde eylem karan almak üzere dağıldı. İşçi sınıfının yakından tanıdığı oyalama, karar almama, aldığı kararları hayata geçirmeme taktiği…
Türk-İş Başkanlar Kurulu sonucunda alınan kararlarda “Körfez krizi sorununun savaşa başvurulmadan çözülmesi dileği” belirtiliyor ve ekleniyor “… toprak bütünlüğünün savunulması dışında ülkemizin herhangi bir şekilde bu savaşın içine sokulmasına kesinlikle karşı”yız. (abç)
Güncel savaş tehlikesini egemen sınıfların savaş kışkırtıcı politikalarından yalıtarak genel bir “toprak bütünlüğünü savunma” olarak ele almak, gelecekte izlenecek savaş şakşakçısı politikanın zeminini bugünden hazırlamaktır.
Ülkemiz egemen sınıflan, militaristler ve Özal, ABD’nin jandarması rolünde büyük bir şevk ve ataklıkla kendilerini emperyalist savaş girdabına atmaya hazırlıyorlar. Onları zapt edilmez bir arzuyla savaş bataklığına çeken şey, emperyalizmin ekonomik ve askeri çıkandır. Olası bir savaşta faşist rejimin izleyeceği politika, bugün izlenen emperyalist uşağı, savaş kışkırtıcısı politikanın doğrudan devamı olacaktır. Özal’ın ağzından savaş çığlıkları atan egemenler bugün ne kadar haksızlarsa, savaşta bir kez daha haksız olacaklardır. Bu savaş ister uzak Arap çöllerinde ister Anadolu içlerinde cereyan etsin; bütün koşullarda, egemen sınıflar açısından haksız bir savaş olacaktır. Savaşın haklı ya da haksızlığını belirleyen şey, üzerinde gerçekleştiği topraklar değil, izlenen politikalar, bu politikaların hangi sınıfa hizmet etliğidir. Bu savaş, “bizim” topraklarımızda olsa bile, başımızda Özallar, faşist militaristler oldukça haklı bir savaş olmaz. ‘Anavatanın savunulması’ ‘toprak bütünlüğünün savunulması’ gibi gerekçeler altında savaşa girmek, kan dökücü emperyalizmin ve burjuvazinin suç ortağı olmak demektir.
Proletaryanın tavrı kayıtsız şartsız şudur: Haksız savaşın devrimci iç savaşa çevrilmesi. Silahların kendi burjuvazimize çevrilmesi. Savaşın kaynağı olan emperyalistler ve uşaklarıyla hesaplaşmadan barış ve toprak bütünlüğü mümkün değildir.
Tarih, burjuvazinin yedeğinde savaşa giren ‘işçi önderleri’yle olduğu kadar, namlularını emperyalist burjuvazilerine yöneltip emperyalist savaşı iç savaşa çevirenlerle de anılardadır. Ülkemizin de hem Kautskyleri, Vandervaldeleri; hem de Rosa’ları, Liebnechtleri olacaktır.
Haksız savaşa burjuvazi safında asker yazılmak için bugünden ‘toprak bütünlüğü’, ‘yurt savunması’ lafları edenleri emperyalizmin uşağı ve alçak saymak proletaryanın hakkı ve görevidir.
Sosyal demokrat sendikalar ve savaş
Aralarında çeşitli konularda farklılıklar olmakla birlikte tavır benzerliği içinde olan bu sendikalar çaresizlik içindedirler. İki cami arasında beynamaz. Bir yandan tabanın tepkisi ayaklan altındaki toprağı yakıcı hale getirirken diğer yandan Konfederasyon içinde öne çıkma kaygısı.
Bu sendikaların politikalarının özü, tabanın ve tabana yakın sendikacıların mücadele eğilim ve isteklerin yasal kanallarda eritilmesidir. Özal ve hükümetin politikasından kendileri de hoşnut olmayan, savaşın getireceği yasak ve sıkıntılardan rahatsızlık duyan bu sendika merkezleri, tabandan öfkeli homurtuların yükseldiği bu sıralar, “genel grev” “savaşa hayır” temalarını bolca işliyorlar.
Bu sendikaların yaptıkları 19 sendika genel merkezinin imzasını taşıyan basın açıklamasında, Irak’ın Kuveyt’i işgali onaylanmadığı gibi, ABD’nin ve diğer emperyalist güçlerin işgalci politikaları da kınanıyor. Açıklamada “bir avuç kapitalistin çıkan için binlerce emekçinin kanının akıtılmasına hayır” deniyor, “Savaş tehlikesi ve milli beraberlik perdesi altında sendikal yasaklar protesto” ediliyor. Fakat her ne hikmetse bu protestolar bir türlü eyleme dönüşmüyor. Bu sendikacılar, yasalar içine hapsolmuş eylemlerle, hem tabanı yatıştırmak hem de hükümeti rahatsız etmek ve bu yolla erken ya da olağan bir genel seçimle hükümetin değişmesini sağlamaktır. Yeni hükümet, yasalarda çalışma hayatına ilişkin ve diğer yasaklan kaldıracaktır!
Savaş bulutlan ülkemiz üzerinde yoğunlaşırken bu sendikalar, basın toplantıları dışında dişe dokunur bir şey yapmadılar. Bunların eylem programları da Türk-İş Başkanlar Kurulu’nda çıkacak kararlara bağlı. Genel eğilimleri. Başkanlar Kurulu’nda çıkacak ‘eylem programına uymak’ yönünde. Tabii bazı kararların bakanlar kumlundan geçmesi için öneriler götürecekler.
İstanbul Sendika Şubeleri Platformunun tutumu
İşçi sınıfına yakın ve ağırlıklı olarak tabanın eğilim ve yönelimlerini temsil eden sendika şubeleri ve sendikacılardan oluşan bu birlik, savaşa karşı yükselecek mücadelenin bileşke güçlerinden biri olmaya adaydır. 90 1 Mayıs’ında bu birlik içinde 40’tan fazla sendika şubesi varken, şimdi daha az şubenin katılımı söz konusudur. Diğer birçok faktöre sendika platformunun bünyesinde taşıdığı zaaflar da eklenince beklenen fonksiyonunu yerine getiremedi. Bir yandan daralmayı önleyemezken, diğer yandan sağlıklı bir iç işleyişe kavuşamadı.
Sendika Şubeleri Platformu, verdikleri ilan ve yaptıkları basın açıklaması ile tutumlarını açıkladılar. Sendika şubeleri, işçilerin savaşa karşı daha duyarlı hale getirilmesi ve hazırlanan savaş karşıtı bildirinin bütün işyerlerinde okunması, bütün işçi toplantılarında savaş konusunun gündeme getirilmesi yönünde görüş birliğine vardılar. İstanbul’da bulunan 36 sendika şubesi 24-25 Eylül’de yapılan Türk-İş Başkanlar Kurulu’na hitaben bir çağrı yayınladılar. Çağrıda Türk-İş yöneticileri ve sendika genel başkanları, sendikal sorunlara ve savaş tehlikesine karşı sorumluluklarını yerine getirmeye çağrılıyordu. Sendika şubeleri ayrıca şunları söylüyordu: “Böyle bir dönemde Türk-İş yönetimi ve sendika genel merkezleri üzerlerine düşen sorumlulukları yerine getirmemektedirler. Türk-İş Genel Kurul kararları nerede? Bu kararlar ne zaman hayata geçirilecek? Genel grev kararının hayata geçirilmesi için daha hangi koşulların oluşması bekleniyor?”
Sendika Şubeler Platformu, işçilerin katılımıyla savaşa karşı neler yapılabileceğini konuşmak ve kararlar almak amacıyla bir toplantı yapma kararı aldı. Bu toplantı, 90 1 Mayıs’ı öncesinde olduğu gibi şube yöneticileri, işyeri temsilcileri ve ileri işçilerin katılımıyla gerçekleşecek, temsilcilere de konuşma hakkı tanınacak ve sonuçta kararlar alınacaktı. Fakat yasal bakımdan böyle bir toplantı ancak bir sendika genel merkezi tarafından düzenlenebiliyordu. Sözlü olarak 29 Ekim üzerinde anlaşılmış ve birçok sendika genel başkanı da olumlu cevap vermişken, karar vermek üzere bir araya gelen 6 sendika genel başkanı “Nasılsa 30 Ekim’deki Başkanlar Kurulu’nda sorun görüşülecek” gibi bir gerekçeyle toplantıyı yapmama kararı verdiler. Türk-İş’in oyalama taktiği iyi öğrenilmiş.
Şubeler Platformunun sendika genel merkezleri üzerinde etkili olabilmesi, onları harekete geçirmeyi başarması, daha çok şubenin bir araya getirilmesi ve bu şubelerin üyeleriyle sıcak bir iletişim yaratmalarıyla mümkün olabilir, yığınsal eylem gerçekleşebilir. Bu konuda, sendika şubelerinin güçlerim üyelerinden aldığını hatırlatan Deri-İş Kazlıçeşme Şube Başkanı Ali Gündoğdu şunları söyledi:
“Şube yöneticileri, Sendikalar Platformunda sadece duyarlı kişiler olarak değil, aynı zamanda üyelerini temsilen de bulunmaktadırlar. Bunun için işçileri ve işyeri temsilcileriyle birlikte kararlar almalı, alınmış kararlarla Platforma gelmelidirler.”
Belediye işçileri iki saat iş bıraktı!
Belediye-İş Sendikası’nın 1 Nolu, 2 Nolu, Beyoğlu Şubeleri savaşa karşı çeşitli eylemler yaptılar. En başta kendi işçi ve işyeri temsilcileriyle birçok toplantılar yaparak çeşitli kararlar aldılar. Savaş sorununu gündemin baş sorunu olarak ele alan belediye sendika şubeleri işyerlerinde eğitim toplantıları düzenlediler, slayt ve tiyatro gösterileri yaptılar. İşyeri temsilcileriyle toplanarak çeşitli kararlar aldılar. Bu şubelerin kararları arasında bazı farklılıklar olmakla birlikte şu ortak kararlar sayılabilir.
– İşyerlerinde emperyalist savaşa hayır komiteleri oluşturulması
– Savaşa karşı çeşitli eğitim toplantıları düzenlenmesi
– Basın açıklamaları yapılıp bu açıklamaların tüm Belediye-İş Şubelerıne yollanması
– Gnl. Merkez’e çağrı yapılarak eyleme zorlanması
– Sendika Şubeleri Platformuna önerilerle gidilip harekete geçirilmesi
– Ortak miting yapılması
– Kademeler halinde üretimin düşürülmesi. (İşe geç gelme, vizite, iş yavaşlatma ve üretimi durdurma)
Bunların bir sonucu olarak Belediye-İş 1. 2. Nolu Şube ile Beyoğlu ve Mezbaha şubeleri 28 Eylül’de 2 saat iş bıraktılar. İlgili sendika şube yöneticilerinin ifadesine göre 15.000 civarında işçi bu eyleme katıldı. Bazı işyerlerinde bu iş bırakma gösteriye dönüştürülerek Amerikan bayrakları yakıldı.
15 bin işçinin katıldığı bu iş bırakmanın basında ve kamuoyunda kayda değer bir yer bulmayışını 2 Nolu Sb. Sekreteri Hilmi Karaoğlan şöyle açıkladı:
“İşkolumuzun niteliği gereği iki saatlik bir iş bırakma hizmeti aksatmaya yetmiyor, örneğin bahçenin iki saat sulanmaması, iki saat boyunca çöp toplanmaması halk tarafından görülmüyor. Basının da Belediye-İş’e karşı aldığı tutum eklenince 15 bin işçinin iş bırakması ya hiç yansımıyor ya da çok az yansıyor.”
Belediye-İş 1 Nolu, 2 Nolu ve Beyoğlu Şubeleri işyerlerinde emperyalist savaşa hayır komiteleri oluşturdular. Bu komitelerin niteliği konusunda 2 Nolu Şube Başkanı Zülfü Karaağaç ve Beyoğlu Şube Başkanı Hıdır Bal benzer açıklamalar yaptılar. Bu komiteler işyerleri temelinde örgütlenen, o işyerindeki bütün çalışanların oyuyla seçilen, seçenlere karşı sorumlu organlardır. Bu komiteler kendi aralarında bir üst kurul seçerek çalışmalarını koordine etmektedirler.
İzlenimler…
Bu araştırma kapsamında İstanbul’da onlarca sendikacı, işyeri temsilcisi ve işçiyle konuşuldu; işçi toplantıları, sendika kongreleri izlendi.
Edinilen ilk izlenim şu ki: Bütün işçiler savaşa karşı. Bu kesin. Örneğin Gedik Holdingden işyeri temsilcisi Mustafa Bingöl duygularını şöyle anlattı: “Biz işçiler savaş istemiyoruz. Savaşın çıkması işçi haklarının yok olmasıdır. Zaten on senede bir ücretlerimizi kesiyorlar, sendikamızı kapatıyorlar. Bir de bunların üstüne savaş çıkarıp haklarımızı geri almak istiyorlar.”
Üç sendikanın Kartal’daki birleşme toplantısında Otomobil-İş Genel Başkanı C. Özdoğan’ın konuşması en çok savaş konusunda alkış aldı. C. Özdoğan’ın “Siz, petro-dolarlar için, silah tekelleri için, emperyalistler için savaş istiyor musunuz?” sorusu üzerine bütün salon bir ağızdan haykırdı:
“Hayır!”
İşçiler Amerikanın emperyalist çıkarları için Arap çöllerinde savaşmak, yeni Yemen türküleri dinlemek istemiyor. Peki, bu savaş Arap çöllerinde değil de Anadolu içlerinde çıkağında işçiler aynı kesinlikle “Savaşa hayır!” diyebilecek mi? Savaşa hayır sloganı devrimci iç savaş sloganıyla birleştirilmedikçe gerçek içeriğine kavuşamaz. Unutmamalı ki, emperyalist tekeller için savaş pekâlâ bizim topraklanınız üzerinde de gerçekleşebilir.
İşçilerin savaşa karşı eyleme geçmeleri savaşın faturasının sutlarına yıkıldığım, savaşın ekonomik kayıplara yol açtığının kavranmasıyla mümkün. Görev: Savaş tehlikesi ile ekonomik saldırılar arasındaki ilişkiyi gözler önüne sermek. Savaş tehlikesi, bütün ekonomik ve demokratik haklan kaybetme tehlikesidir. İşçi sınıfı ve emekçi sınıfların bütün sorunları buna eklenmiştir. Bunun en güzel örneklerinden biri Kristal-İş Topkapı Şube Kongresinde yaşandı. İşçiler, savaşın faturasının neler olacağını anlattılar ve savaşa karşı bir önergeyi kongre kararı olarak resmileştirdiler.
Sendikacılar istesin ya da istemesin savaş, bütün sendika ve işyeri toplantılarının baş gündemi oluyor. İşyerlerinin yıkılması sorunuyla karşı karşıya bulunan Deri-İş Kazlıçeşme Şubesi, 100’ü aşkın genişletilmiş temsilciler toplantısında savaşa karşı tavırlarını tekrarladılar.
Savaş nasıl önlenebilir? Sorusuna verilen cevap ortak bir ifade ile şöyleydi: Üretimden gelen gücün kullanılması, GENEL GREV
Cibali Tekel’den bir kadın işçi: “Savaşı önleme mücadelesinde dar eylemlere şans tanımıyorum. Bir sendika eylem kararı aldığında, bu eyleme sadece belirli bir siyasal eğilimi olan insanlar katılıyorsa yığınsal olmaz; etkili de olmaz.” Peki, genel grev için ne diyordu? Cevap: “Eğer işçilerin ekonomik taleplerinden yola çıkılır, savaş tehlikesiyle birleştirilebilirse genel grev olanaklı bir eylem olur.”
Belediye-İş Beyoğlu Şube Başkanı Hıdır Bal;. “Taban hazır, sendikacılar oyalıyor.”
Deri-İş Kazlıçeşme Şube Sekreteri Musa Servi: “Tabana yakın sendikacılar tabanı duyarlı kılar, yönetimi zorlarsa genel grev önünde engel göremiyorum.”
İşçiler ve sendikacılar genci grevden yana. 60 bini aşkın işçinin üyesi bulunduğu Petrol-İş Sendikası Genel Sekreteri Hüseyin Doğdu, sendikalarının düşüncesinin genel grev yönünde olduğu belirtiyor ve ekliyor
“Artık mevzi mücadeleleri, birleşmiş sermaye sınıfına karşı yeterli olamıyor.”
30 Ekim’deki Türk-İş Başkanlar kurulundan mücadele kararları çıkabilir mi? Bu soruyu yönelttiğimiz işçiler ve sendikacılar önce alaycı bir şekilde gülüyor, aramdan umursamaz tarzda sürdürüyorlar
“Oradan bir karar çıkmaz, çıksa da uygulanmaz!”
Bu konuda Belediye-İş 2 Nolu Şube Başkanı Zülfü Karaağaç’ın dedikleri şunlar:
“Başkanlar Kumlundan bazı kararlar çıkabilir. Fakat önemli olan alınan kararların hayata geçirilmesidir. Türk-İş daha önce de çok kararlar aldı. Hepimizin bildiği gibi uygulanmadı”.
Diğer emekçi sınıflar işçi sınıfının sesine kulak kabartıyorlar. Bütçeden memurlara sadece % 20’lik ücret anısı çılanca 19 Ekimde Anakent Belediyesi önünde toplanan 300’ü aşkın memur ellerinde “Körfez Krizi Emekçilere Ödettirilemez!” yazılı pankartlar taşıyarak gösteri yaptılar. Aynı saatlerde Beyoğlu Belediyesinde memurlar yemek boykotu ve ardından bahçede gösteri yaptılar.
Sağanaklar halinde savaş zamları yağıyor savaş kuponları ve savaş vergileri kesiliyor. TİS görüşmeleri tıkandı, tıkanıyor; görüşmelerde patronlar birleşik bir cephe halinde işçi tarafı karşısına çıkıyor. İşçiler ve tabandaki sendikacılar öfkeli. Diğer emekçiler gözlerini işçi sınıfına çevirmiş durumda. Eyleme dönüşmeye aday şiar GENEL GREV.

Kasım 1990

Sermayeye karşı sınıfın birleşik mücadelesine doğru Genel Grev şiarı yükseliyor

·    250 bin işçinin toplu sözleşmesinde uyuşmazlık.
·    Can alıcı sektörlerde grevler yaklaşıyor.
·    İşçi kıyımlarına karşı direnişler…
·    Genel grev düşüncesi sınıf içinde yaygınlaşıyor.
·    Sendikacılar, sınıfın genel grevini hükümet değişikliğiyle sınırlamak, reformist kanallara akıtmak istiyorlar.

Metal, Maden, Kâğıt, Tekstil, Petrol-Gıda vb. işkollarında toplam 300 bini aşkın işçiyi kapsayan toplu sözleşme görüşmelerinin önemli bir bölümü uyuşmazlıkla sonuçlanmış bulunmakta… Ekonominin can alıcı sektörlerinde grev yakın gözüküyor… Genel grev şian sınıf içinde daha yaygın bir hal alıyor… Tek tek grevlerin çözüm getirmeyeceği, tek tek grevler yerine genel bir grevin etkili olabileceği ve çözüm sağlayabileceği düşüncesi yaygınlaşıyor… Toplu sözleşme görüşmeleri tıkanan, uyuşmazlıkla sonuçlanan işçiler çok çeşitli eylemler içine girmekte… Toplu sözleşme görüşmeleri olmayan işkollarındaki işçiler, özellikle işverenlerin işten atma ve sendika kurma çalışmalarını boğmak üzere giriştikleri saldırılara çeşitli biçim ve yollarla cevap vermekteler…
Toplu-İş Sözleşmelerinde Gelişmeler
Otomobil-İş ve Çelik-İş sendikalarının birleşme karan aldıkları metal işkolunda, toplam 135 bin işçi için sürdürülen toplu sözleşme görüşmelerinde MESS’le uyuşmazlığa gidildi.
MESS’in toplu sözleşme görüşmelerindeki dayatmacı ve katı tutumuna karşı ve tek tek işyerlerinde kaybedilen yetki kaybının yarattığı olumsuzluğu gidermek üzere, toplu sözleşme görüşmelerini yürütmek üzere ortak sözleşme teklifi ve ortak müzakere heyeti oluşturan Otomobil-İş, Çelik-İş ve Özdemir-İş sendikaları, aralarındaki ittifakı toplu sözleşme görüşmeleri ile sınırlı tutmayarak, metal işçilerinin, Türkiye işçi sınıfının en azılı düşmanları olan ve içlerinden bir de cumhurbaşkanı çıkartan MESS’e karşı tabanın da zorlamasıyla, metal işçilerinin birleşik örgütlülüğünü ve mücadelesini sağlamak amacıyla yapılan birleşme toplantıları sonucunda, Özdemir-İş Sendikası birleşme çalışmalarından çekildi. Hak-İş Federasyonu’na bağlı Özdemir-İş Sendikası, ANAP’lı üst düzey yetkililerinin katıldığı Hak-İş’in kuruluş kokteylinden sonra Üçlü-Birlik Toplantılarından çekilmesi dikkat çekici. Otomobil-İş ve Çelik-İş sendikaları, kongrelerine sunulmak üzere ‘Oto Çelik-İş’ adı altında birleşme karan aldılar.
MESS’in, Türkiye İşverenler Sendikası Konfederasyonu TİSK’in, işçi eylemlerini önleme taktiklerini toplu iş sözleşmesi ilkelerine dönüştürme çabasından ötürü metal işkolu toplu sözleşme görüşmeleri 28 Eylül 1990 tarihinde uyuşmazlık aşamasına girdi.
Görüşmelerin uyuşmazlıkla sonuçlanmasından bir süre önce MESS, sendikalar tarafından getirilen ücrete ilişkin tekliflere hiç değinmeksizin, “işveren ve işçilerin görev ve yükümlülükleri” ile “sendikanın görev ve yükümlülükleri” konularında bir takım öneriler getirdi.
MESS, idari konulardaki karşı önerileriyle, metal işçilerine ve işçi sınıfına karşı yeni bir saldırıya giriştiğini, bu saldırısında sendikaları sınıfın mücadelesini bastırmak ve engellemek için kullanmak isteğini açığa vuruyor. 27 Eylül 1990 tarihinde MESS tarafından “sendikanın görev ve sorumlulukları” şu şekilde tanımlanıyor
“Sendika, üyelerinin yasa dışı grev veya eylem yapmalarını, üretim ve verim düşürmelerini, üyelerinin yasalarda ve bu sözleşmede varolan haklarını kullanırken veya yükümlülüklerini yerine getirirken kötü niyetle (!) hareket etmelerini teşvik etmez veya bu gibi hareketleri desteklemez. Bilakis, bu gibi hareketleri önlemek için her türlü gayreti sarf eder.
“Sendika bu hükme aykırı hareket eden temsilci veya üyelerini derhal ikaz edip hareketlerine son vermelerini kendilerine ihtar eder. İhtarın yapıldığı 24 saat içinde yazılı olarak işverene bildirir. Bu ihtara uymayan temsilci veya üyelerini ihraç talebiyle haysiyet divanına sevk eder.”
Sınıfın yükselen ve gelişmeyi içinde barındıran mücadelesinden korkan patronlar, açıkça görüldüğü gibi, cuntanın 82 Anayasasında ve 2821-2822 sayılı iş kanunlarında bile yer almayan hükümler getirmeye ve bunları yasallaştırmaya çalışıyorlar. Sendikaları işveren ile daha sıkı işbirliğine sokma çabalarını dile getiren bu hükümler, süreç içinde sendikaların tamamen işverenin denetim ve hizmetinde bir işlevle donatılması ve buna uygun bir tarzda yapılanması istek ve eğilimini de onaya koyuyor.
MESS patronlarının bu istek ve eğilimlerinde, son yıllarda Türkiye’ye yoğun olarak giren Japon mali sermayesinin ve onun temsilcilerinin de etkisi olabilir. Üstelik son zamanlarda Türk-İş’li sendikacılar eğitim için, Amerika’dan sonra Japonya’ya da gitmeye başladılar.
Japon mali sermayesinin temsilcilerinden olan Mitsui firmasının genel müdürü Kazuo Baba, pazar ve işgücü açısından kendileri için çok verimli gördükleri Türkiye’deki sendikal çalışma ve oluşumdan rahatsız olduklarını ve bu nedenle Türkiye’ye “Japon mucizesi”nin sırrı olan çalışma”yı mümkün kılan Japon sendika modelini getirmek istediklerini belirtiyor. Ucuz işgücü cenneti olarak gördükleri Türkiye’de başlarını ağrıtan şeylerin birincisi olarak işlerine çomak sokan sendikalara ve işçi sınıfına ilişkin düşüncelerini şöyle dile getiriyor:
“Gerçi bu yıl, sendikalarla başımız biraz beladaydı. Sendikalar o kadar fazla ücret talebinde bulundular ki, hayret verici bir durum.”
Sendikalardan kurtulmak için sendikal faaliyetin değiştirilmesini ve Japon modelinin benimsenmesini tavsiye eden Kazuo Baba, Japon modeli sendikayı “her şirketin kendi içinde (tamamen işverenin güdümünde -ÖD) küçük bir sendika” olarak açıklıyor. Yani belirli işkollarına göre sendikal örgütlenme ve faaliyetin olmaması. Japon emperyalisti, Türkiye’deki işkollarına göre sendikalaşmaya ilişkin olarak “sendikal faaliyetiniz bizi rahatsız ediyor, doğrusu” diyerek düşüncesini belirtiyor.
K. Baba, Türkiye’yi kalkındırmaktan (aslında kendi kasalarını doldurmaktan) söz ederken, kendilerini rahatsız eden ikinci şeyin enflasyon olduğunu söylüyor. “% 70-75’lere varan enflasyon ile baş edebilmenin tek yolunun sürekli fiyatları artırmak” olduğunu söylüyor, devamla “aksi takdirde şirketin iflas edeceğini” belirterek asıl düşüncesini ortaya koyuyor.
Patronlar cephesinde bunlar olurken, metal işçileri, toplu sözleşmelerde MESS’in uzlaşmaz tutumunu protesto etmek için eylemlere girişiyorlar.
54 gün süren görüşmelerin MESS’in tutumu nedeniyle uyuşmazlığa girmesinin ardından başlatılan ve giderek ülkenin her yanım saran metal işçilerinin eylemlerinin ilk gününde genel grev mesajı verildi.
Birleşme toplantıları üç sendika arasında sürerken, 10 Ekim 1990 tarihinde Gebze’de toplantıya katılan 6 bini aşkın işçi ve temsilci sık sık “işçinin onuru sermayeyi yenecek”, “işçi memur el ele, genel greve” sloganlarını haykırdılar.
89 Bahar Eylemleriyle toplumdaki tüm sınıfların dikkatini üstüne çeken ve diğer emekçilerin ve çalışanların hareketlenmelerine de etkide bulunan işçi sınıfı, 1990 memur eylemlerinde öncü sınıf niteliğini kamu kesiminde çalışan binlerce memurun “işçi memur el ele, genel greve” sloganında yansıtırken, bu kez metal işçileri nezdinde etkilediği diğer emekçilerin çağrısına yanıt verme eğilimini aynı sloganla gösteriyor.
Tabandaki hareketlilik ve ses, sendika yönetimlerinde yansısını buluyor Otomobil-İş sendikası başkanı Celal Özdoğan, Gebze’deki birleşme toplantısında, işçinin devlet gücüyle karşı karşıya bırakıldığını belirterek, “Bu kavgada kazanacak olan biziz. MESS toplu sözleşmesi tarihi bir sözleşmedir. Sonuna kadar direnir ya grev önlüğünü giyeriz, ya da köle ücretine mahkûm oluruz. Eğer MESS ile yapılan görüşmeler imzalanmazsa, kamudaki işyerleri de greve giderse genel grev kaçınılmaz olur, biz de genel greve gideriz.” seklinde konuştu.
Metal işçileri bir yandan “birlik” oluşturma çabasındayken, bir yandan da toplu iş sözleşmeleri görüşmelerindeki çıkmazı ve MESS’i protesto eylemleri yapıyorlar. 10 Ekim 1990 günü Otomobil-İş, Özdemir-İş ve Çelik-İş’e bağlı 171 iş yerinde 50 bini aşkın işçi yemek boykotu yaptı. Yemek boykotu kimi işyerlerinde fabrika dışına taşındı. Otomobil-İş’e bağlı Şişe-cam Makina Kalıp Sanayi AŞ ile Derby fabrikasında yemek boykotu yapan işçiler fabrika dışına çıkarak dövizleriyle alkışlı yürüyüş yaptılar. Toplu sözleşme görüşmeleri çıkmaza giren Kayseri Erciyes Boru Sanayi AŞ (Erbosan) fabrikasında çalışan 300 işçi yemek boykotu yaparken, Türk Metal İş sendikasına bağlı Bursa’daki Renault ve TOFAŞ Otomobil fabrikalarında çalışan toplam 10 bin işçi 6 Ekim’de üretimi durdurma eylemini başlattılar.
Renault fabrikasında 1.760 TL, TOFAŞ’ta ise 2.700 TL saat ücreti alan işçiler halen asgari ücretle çalışıyorlar. Metal İş sendikası 2200-2300 TL saat ücretiyle çalışanlara 11.512 TL saat ücreti isterken, işveren “enflasyon ve ilave olarak makul bir hayat seviyesi” diyor. Herhalde kendisinin işçilere reva gördüğü bir sefalet düzeyinden söz ediyor olsa gerek.
Bu arada, Çelik-İş sendikasına bağlı GAMAK AŞ’nin Topkapı ve Dudullu’da kurulu 4 işyerinde çalışan toplam 850 işçi 8 Ekim 1990 tarihinde grev bayrağını çekmiş bulunuyor.
Bazı grevler
Toplu iş sözleşme görüşmeleri. Çelik-İş sendikasının birinci yıl % 230 artı saat ücretlerinde 2.000 TL; ikinci yıl % 100 artı saat ücretlerinde 1.000 TL araş talebine karşılık, işverenin işyerini üçe bölerek sırasıyla % 120, % 140 ve % 150lik artış teklif etmesi üzerine uyuşmazlıkla sonuçlanmıştı.
Öte yandan bir grev de sona erdi. Otomobil İş sendikasına bağlı BOSAŞ (Boru ve Profil Sanayi AŞ.) fabrikasında 207 gündür süren grev, toplu iş sözleşmesinin imzalanmasıyla son buldu.
Maden işkolunda, Zonguldak’ta Türkiye Taşkömürü Kurumu’nda (TTK) 45 bin, Türkiye Kömür İşletmeleri Kurumunda (TKİ) 28 bin ve Maden Tetkik Arama Kurumunda (MTA) 7 bin olmak üzere, toplam 80.000 maden işçisinin, toplu sözleşme görüşmelerinde ise durum şöyle: TTK’da çalışan işçileri ilgilendiren ve Genel Maden İş sendikasıyla Kamu-Sen arasında sürdürülen ve uyuşmazlık aşamasına giren görüşmeler için tayin edilen arabuluculuk süresi 6 gün daha uzatıldı. Genel Maden-İş sendikasıyla Kamu-Sen arasında, TKİ işçileri için yapılan görüşmeler uyuşmazlıkla sonuçlanırken, MTA’da çalışan işçilerin toplu sözleşme görüşmeleri de sonuçsuz kaldı.
Maden işçilerinin istedikleri ücreti vermemek için, Türkiye Taşkömürleri Kurumu’nun her yıl zarar ettiğini söyleyen yetkililer, gelecek yılın zararlarını daha şimdiden tahmin bile edebiliyorlar! Kamu sektörlerindeki işyerlerini özel kuruluşlara kaynak aktarma aracı olarak gören anlayış, işçilere insanca yaşamağa yetecek bir ücret vermemek için TTK’nın planlı-programlı zarar etmesini sağlayabiliyorlar.
Önlem diye girişine “Bismillahirrahmanirrahim” yazısı asılan ilkel ve bakımsız ocaklarda, bu yeraltı cehennemlerinde her yıl onlarca işçi iş kazasından ötürü yaşamını yitiriyor. İşçilerin can güvenliği için “besmele” yazmaktan öte bir şey yapmayan işveren, madencilerin 400-500 bin lira gibi komik bir ücretle çalışmasını istiyor.
Özal’a karşı maden işçilerinin yanında görünmeye çalışan DYP Genel Başkan Yardımcısı Ömer Barutçu, hükümetin işçilere 650-800 bin TL teklifini “insafsızlık” olarak nitelerken, aslında ne kadar devlet yanlısı ve işçi düşmanı olduğunu gizleyemiyor. “Sözleşme görüşmeleri anlaşma ile sonuçlanmalı, kesinlikle grev olmamalıdır.” diyen Barutçu, işçi sınıfının eyleminden devlete zarar gelmesinden ne çok korktuğunu ortaya koyuyor.
Diğer taraftan, Kamu-Sen’in istedikleri ücreti “işletme zarar ediyor” gerekçesi ile vermeye yanaşmaması karşısında Genel Maden-İş Sendikası Genel Başkanı Şemsi Denizer, “ya hakkımızı verin, ya da madeni bize bırakın” diyor. İlk bakışta çarpıcı gibi görünen bu söylem, kapitalizm koşulları altında kapitalist işletmelerin elde edilmesi ile sorunların çözüleceği yanılsamasını yaratabilir. Oysa kapitalizm koşullarında kalındığı sürece emeğin kurtuluşu söz konusu olamayacağı gibi, işçilerin ekonomik refaha kavuşmaları da mümkün değildir. Sendikacılar ve işçiler, haklarını alabilmek için böylesi söylemler yerine, işçilerin üretim güçlerini kullanarak işverene baskı yapmayı düşünmelidirler.
Ekonominin önemli bir sektörü olan kâğıt sanayisinde 10 bin 700 SEKA işçisinin toplu sözleşme görüşmeleri de uyuşmazlıkla sonuçlanmış bulunmakta. İşçiler adına Selüloz-İş Sendikası ile Kamu-Sen arasında, yürütülen görüşmelerde işçi sendikasının saat ücretlerinin 2.408 liradan, % 528 artışla 15.124 TL’ye çıkarılması isteğine karşın, Kamu-Sen henüz bir karşı öneri sunmuş değil. Ancak Kamu-Sen işçi sendikasının artış talebini fazla bulmakta ve karşı çıkmakta. Kamu-Sen’in karşı çıktığı bir başka konu ise, haftalık çalışma saatlerinin 45’ten 40’a düşürülmesi talebi. Kamu-Sen Genel Sekreteri Naci Önsal, bu maddeye karşı çıkışlarını şöyle dile getiriyor: “Çalışma saatlerinin 45’ten 40*a düşürülmesini istiyorlar. 20 yıldır hiç bir kamu kuruluşunda çalışma süresi 1 saat indirilmemiştir.”
Ekim ayında metal işkolundan başka greve gidilen diğer işkolları ve işyerleri de şöyle:
35 işçinin çalıştığı İzmit Duramel Fabrikasında 6 Ekim tarihinde greve başlandı. Grev kararı, halen asgari ücretle çalışan Duramel işçileri için Laspetkim-İş Sendikasının ücretlerin birinci yıl 1,5 milyon, ikinci yıl ise 2 milyon TL olması istemine karşın işverenin “asgari ücretin üzerinde bir rakama yanaşmaması”, yani hiç artışa razı olmaması üzerine alınmıştı.
Profiterolleriyle ünlü Beyoğlu İnci Pastanesinde de Toleyis Sendikasına üye 16 işçi 12 Ekim tarihinden itibaren greve başladı. Toleyis sendikasının yeni örgütlendiği İnci Pastanesinde, işveren işçilerin sendikalaşma çalışmalarını baltalamak için, toplu sözleşme görüşmelerinde uzlaşmaz tavır takınmıştı. Sendikanın grev kararı üzerine işverenin lokavt kararı aldığı İnci Pastanesinde görüşmeler, Toleyis’in birinci yıl % 200, ikinci yıl % 50 ücret artışı teklifi karşısında, işverenin bu yılki toplu sözleşmelerde kendi sınıfının diğer üyelerinin genel olarak aldığı tavrı takınması, yani ücrete ilişkin hiçbir öneri getirmemesi üzerine uyuşmazlıkla sonuçlanmıştı. Kendileri için ücret artışından çok sendikalaşmanın ve işverenin sendikayı kabul etmesinin önemli olduğunu belirten İnci Pastanesi işçileri ortalama 350 bin lira ücret alıyorlar.
Bu arada, Coca Cola işçileri de grev serüvenlerine başladılar. 639 işçinin çalıştığı Coca Cola’da,Tek Gıda-İş ve Tez Koop-İş sendikaları birlikte örgütlüler. Her iki sendikanın da greve çıktığı Coca Cola’da işveren grevi kırmak için çoğunluğu gericilerden ve faşistlerden oluşan 250’nin üzerinde kişiyi işe alarak üretimi sürdürüyor. Greve çıktıkları 23 Ekim’de sendika önünde toplanan Cola isçileri adına Tek Gıda-İş sendikası tarafından yapılan açıklamada, işverenlerin bütün ülkede işçi sınıfına karşı ortak tavır takındıkları, bu nedenle işçilerin de sermayeye karşı birleşik sınıf hareketini yaratmaları zorunluluğuna işaret edilerek genel grev çağrısında bulunuldu.
Patronların grevleri kırmak için ‘yeni’ işçi alma yönteminin uygulandığı bir diğer grev de Pilma işçilerinin grevi. Petrol-İş Sendikası’na bağlı Pilma Pil Fabrikası’nda çalışan 73 işçi 25 Ekim’de greve çıktılar. İşverenin Pilma işçilerinin grevini kırmak için 75 geçici işçi çalıştırıyor. Grevciler arasında moral bozucu bir etki yaratan bu durum karşısında, Petrol-İş Sendikası Boğaziçi Şubesi Başkanı Adnan Özcan, geçici işçilerin grevci işçilerin yerine çalışamayacağını, işverenin bu işçileri çalıştırmaları halinde suç duyurusunda bulunacaklarını belirtti
Birer ikişer grevler başlarken, kimi işyerlerinde de greve doğru ilerleniyor.
İzmit MAGA deri fabrikasında işveren ile Deri-İş sendikası arasındaki görüşmeler sonuçsuz kaldı. Toplam 558 işçiden 300’ünün sendikaya üye olduğu MAGA deri fabrikasında, işçilerin büyük çoğunluğu asgari ücretin altında bir ücretle ve çok kötü koşullarda çalışıyorlar.
Sendikanın 5 milyon TL’lik ücret talebine karşılık, işverenin en çok bu yılki enflasyon düzeyini bulacak % 100’ün üstünde bir artışa yanaşmaması ve bunda direnmesi üzerine işçiler, 11 Ekim günü protesto amacıyla yemek boykotu yaptılar. İşverene karşı eylem başlatan MAGA deri işçileri, haklarını almak için greve hazırlanıyorlar.
Yine, İzmit’in Derince’de kurulu MESS’e bağlı olmayan Varilsan fabrikasında da Türk Metal sendikasıyla işveren arasında uyuşmazlık zaptı tutuldu. Asgari ücret düzeyinde ücretle çalışan Varilsan’ın 27 işçisi, saat ücretlerine 8 bin TL zam istiyorlar.
Ekim ayında greve çıkmaların yanı sıra, grevleri sonuçlandırmalar da yaşanıyor. 149 gündür grevde bulunan Kartal Halk Ekmek fabrikasında çalışan 132 işçi, 17 Ekim 1990 tarihinde Öz Gıda-İş sendikasıyla Büyükşehir Belediyesinin toplu iş sözleşmesini imzalaması üzerine grevlerine son vererek işbaşı yaptılar. Ocak 1991’e kadar geçerli olacak sözleşmeye göre; 150 bin TL’ye çalışan işçilerin ücretleri 750 bin TL’ye yükseltilirken, sözleşmeyle gelen ücret farkları da 1 Ocak 1991 tarihinden geçerli olacak şekilde işçilere ödenecek. Sözleşmeyle ayrıca bir kereye özgü olmak üzere, greve katılan işçilere birer milyon, katılmayanlara da 500’er bin lira verildi.
Grevi biten bir diğer işyeri de Hilton Oteli. Toleyis Sendikasının örgütlü olduğu Hilton Otelinde 18 Ağustos’ta başlayan ve 45 gün süren grev, toplu iş sözleşmesinde 6 Ekim’de anlaşma sağlanmasıyla sona erdi. Sözleşmeye göre, işçiler birinci yıl % 85, ikinci yıl DİE ve İTO tarafından yayımlanan yıllık enflasyon rakamlarının ortalaması artı % 7 oranında ücret artışı alacaklar.
Toplu iş sözleşmelerinin sürdüğü işyerlerinde devletin ve işverenlerin baskısıyla karşılaşırken, sendikalaşmaya çalışılan işyerlerinde de işçiler, yine işverenlerin başta işten atmalar olmak üzere devlet destekli çeşitli biçimlerdeki yoğun saldırılarıyla karşı karşıya kalıyorlar.
MESS’ten gelme Cumhurbaşkanının eşi de en az kendisi kadar işçi düşmanı. Adı “Türk Kadınını Güçlendirme ve Tanıtma Vakfı” olan, Semra Özal’ın da başkanlık ettiği kurum tarafından yaptırılan ve o zamanlar Başbakan olan T. Özal tarafından açılan MEDPLAST’ta sendikaya üye olan işçiler işten atılıyorlar. Yönetim Kurulu başkanlığını Semra Özal’ın yaptığı MEDPLAST’ta Petrol-İş sendikası örgütlenme çalışmalarını yürütüyor. Petrol-İş Ankara şubesi yöneticileri işçilerin sendika üyesi oldukları için işveren tarafından işlerine son verildiğini belirtirlerken, fabrika muhasebe müdürü Yakup Özcan ise, kimseyi işten çıkarmadıklarını, işçilerin bir hafta ücretli izinli sayıldıklarını söylüyor. Ancak fabrika muhasebe müdürü “işçiler bir hafta sonra işe başlatılacak mı?” sorusuna “hiçbir garantisi yok” diye yanıt verirken, işçilerin sendika üyesi oldukları için işten atıldıkları gerçeğini örtülü bir şekilde dile getirmekten kaçınamıyor.
Daha önce sendikaya üye üç işçinin işten çıkarılmasıyla, MEDPLAST’ta çalışan 118 işçiye gözdağı vermeyi düşünen işveren papatyalar, diğer işçilere de sendikadan istifa etmeleri için baskı yapıyorlar. Sendika yetkilileri işverenin diğer işçilere sendikadan ayrılmadıkları takdirde 90’a yakın işçinin işten çıkarılacağı ihtarında bulunduğunu belirtiyorlar.
İşçiler işten atılmalara karşı artık sessiz kalmıyorlar. Papatyaların saldırılarını ancak birleşerek mücadele etmekle püskürtebileceklerini kavramaya başlayan işçiler, atılan sınıf kardeşlerine sahip çıkıyorlar. Körfez krizi bahanesiyle 200 bine yakın işçinin işten atıldığı ülkemizde, işçi sınıfı atılmalara karşı birleşerek ve dayanışma içine girerek karşı koymaya çalışıyor. Bu sınıf tavrı, papatyaların başı Semra Özal’ın yönetim kurulu başkanlığını yaptığı MEDPLAST’ta da, ona rağmen gerçekleşiyor.
Erhan Akifoğlu adlı arkadaşlarının işten atılması üzerine MEDPLAST işçileri, 15 Ekim günü saat 12’den itibaren işi bıraktılar. İşçilerin eylemini kırmak üzere Çubuk kaymakamı H. Hüseyin Özkan’ın özel çabaları ve jandarmanın fabrikaya girmesi işçileri yıldırmadı. MEDPLAST işçileri atılan arkadaşları geri dönmedikçe işbaşı yapmayacaklarını söyleyerek eylemlerini sürdürdüler. Ancak Petrol-İş sendikası eski genel başkanı, şimdiki SHP genel sekreter yardımcısı Cevdet Selvi ve Ankara milletvekili Tevfik Koçak’ın fabrikaya gelerek sendikacılarla görüşmeleri ve birlikte, atılan işçinin bir ay sonra işe alınacağını ve sendikal çalışmaların süreceğini söylemeleri üzerine, işçiler eylemlerine son verdiler.
Çalışma hayatının cehennem hayatına döndüğü ülkemizde, 12 Eylül darbesiyle tüm ülke gibi fabrikalar da kışlaya çevrildi. Bunun en tipik örneklerinden biri olan İzmit’teki YASAŞ’a bağlı DYO fabrikasında sendikalı üç işçinin işten atılması, ayrıca çeşitli bölgelerden kapsam dışı statüsünde 10 işçinin işine son verilmesi üzerine işçiler, işten atılmaları protesto ettiler. Her pazartesi günü sabah saat 8’de toplu halde istiklal marşı okunarak işbaşı yapılan DYO’da işçiler işten atılan arkadaşlarının işe alınmaları için servis arabalarına binmeyerek işyerine toplu halde yürüme ve Pazartesi istiklal marşı okumadan işbaşı yapma eylemlerini gerçekleştirdiler. Eylemlerini bölgedeki diğer fabrikalarla birlikte sürdürmeyi düşünen DYO işçileri, TİSK’in saldırılarını boşa çıkarmanın yolunun işçi sınıfının örgütlü birliğinden geçtiğini vurguluyorlar.
İşveren, Sendika ve İşçi Cephesinin yaklaşımları
Toplu sözleşme dönemi gelişmeleri böyleyken, işveren sendika ve işçi cephesinin yaklaşım ve eğilimlerine genel olarak değinmek istiyoruz.
Körfez krizi bahane edilerek her şeye ardı ardına zamlar yapılıp ekonomik krizin yükü çalışanların omuzlarına bindirilirken, ücretlilerin alım güçleri sürekli olarak düşürülürken, işçilerin on yıllık ücret kayıplarını ve genel olarak ücret artışı istemleri karşısında, “enflasyonun yükseleceği”, ekonominin zarar göreceği vs. hükümet ve işveren çevrelerinin dillerinden düşmüyor. Sendikaların istedikleri ücretlerin çok yüksek olduğunu ve bu nedenle bu artışların verilmesinin mümkün olmadığını belirten Ankara Sanayi Odası Başkanı Alaattin Ceceli, “İstenilen zamların verilmesi halinde, milli gelirin tamamının 3,5 milyon işçiye verilmesi gerekir” diyor. Alaattin Ceceli, işçilere, değil milli gelirin tamamının verilmesi hiç verilmemesi yanlısıdır. Ancak bunu şimdilik başarabilmiş değiller. Başardıkları, ücretlerin milli gelirden aldıkları payı on yılda % 34’lerden % 13’lere düşürmektir. Başardıkları, üretimin maliyetinde işçi ücretlerinin oranını % 5’lere düşürmektir.
TİSK Genel Sekreteri Kubilay Atasayar da, “İşçi sendikalarının yüksek düzeyde ücret istemelerinin haklı ve ciddi bir nedeni olmadığını, son on yılda işçi ücretlerine enflasyonun altında bir artış verilmediğini” söylüyor.
Patronlar cephesinin yaklaşımları bunlarla sınırlı değil. İşçilerin sözleşmelerdeki taleplerinde direnmeye kararlı görünmeleri karşısında, TİSK Yönetim Kurulu Başkanı Refik Baydur, işçilerin yüksek rakamlara koşullandıklarını ve daha azı kabul etmelerinin zorluğunun yaşandığını belirtiyor. İşverenler bu “zorluk” karşısında, “ekonominin yürümeyeceği” gerekçesiyle “işçi çıkarmak zorunda” kalıyorlar. Bir yandan da, “toplumsal uzlaşma” öneriyorlar. Ankara Sanayi Odası Başkanı Alaattin Ceceli ekonominin yürümesi için, “iş barışı” için toplumsal uzlaşmanın gerekliliğinden dem vuruyor.
Türk-İş ağaları ise, sözleşmelerin kilitlenmesi üzerine Eskişehir’de 8 Ekim’de yapılan bölge toplantısında işverenlerin gözlerini korkutarak(!), 1989 bahar eylemlerine benzer bir hareketliliğe hazır olmaları konusunda “uyarıda” bulundular. Şevket Yılmaz ve Türk-İş’li ağalar sözlerinde durdular. Hak-İş Sendikası Genel Başkanı Necati Çelik’in “İşverenler, haklı ücret taleplerini iyi değerlendirmezlerse, bahar eylemlerini de aşan türde eylemlerle hak arayışı mücadelesi boyutlanarak sürecektir” sözleri doğrulandı.
Türkiye, tarihinde görmediği en ilginç ve en etkili (!) işçi eylemlerine tanık oluyor. Bu eylemler, 1989 bahar eylemlerinden daha ilginç ve çarpıcı. Türk-İş ağaları “eylem mucitleri” olarak, 89 bahar eylemlerinden toplu viziteye çıkma, servis araçlarına binmeyerek işyerine toplu yürüyüş vb.den farklı eylem biçimleri yaratıyorlar. Bu ilginç ve etkili eylem biçimlerinden bazılarını sıralayacak olursak: Toplu saç kazıtma, yarım bıyık, yarım sakal ya da yarım saç tıraşı yapmak, siyah gömlek giyme, yalınayak veya vücudun üst kısmı çıplak olarak toplu yürüyüş, kırmızı karanfil takma vezne önünde birikip sonra maaş almamak, mendil açmak, ücret pusulalarını işverenlere ve hükümet üyelerine postalamak… Ağalarımız, başkalarından değil ama, yasallık için kafalarına huni geçirerek, hindilere yafta takmak vb. “eylemler” düzenleyen TBKP’lilerden epey öğrenmişler. Böylelikle Türk-İş bünyesindeki sendika ağaları işçi sınıfının mücadele isteğini “parlak” eylemler bularak bastırma, geri biçimlere hapsetme çabası içindeler. Yapılan böylesi “etkili” eylemlerle işçilere karşı, göstermelik bir biçimde mücadele (!) etliklerini göstermek isterlerken; aslında işçi ile alay ediyor, efendilerine karşı bağlılıklarının gereklerini yerine getiriyorlar. Patronlara zarar vermemek için, artık eylem yaratma zorluğunu yaşayan Türk-İş ağaları, işçiyi sokağa çıkartmamak için yepyeni taktikler peşinde koşuyorlar. Şevket Yılmaz ve şürekâsı, iki yüz binden fazla işçinin işten atıldığı, toplu sözleşme görüşmelerinin işverenlerin ve Hükümetin ortak çabaları ile çıkmaza sokulduğu. Körfez krizi ve ekonominin gereği denilerek ardı ardına zamlar yapılmasına rağmen, salon toplantıları ile işi geçiştirmeye çalışıyorlar. Çünkü bugünkü koşullarda işçi sınıfının yaygın ve militan bir mücadeleye atılmasının koşulları her zamankinden daha fazladır. Ve Türk-İş yöneticileri işçilerin öfkesini pasifize etmek için, kendi denetimlerinde bile olsa, işçilerin sokağa dökülmesini sağlayacak eylem biçimlerinden kaçmıyorlar. Komünist ve devrimci hareketlerin işçi sınıfı ile olan bağ ve etkilerinin geçmiş yıllara oranla daha da arttığı bugünkü koşullarda bu tür eylemlerin yasadışı ve radikal biçimlere bürünmesi ve giderek direnişlere dönüşmesi olasılığı şimdi daha fazladır. İşçilerin eylemlerinin yasadışı platforma kayma olasılığının artmasının temel nedeni, esas olarak, ’87den beri girdikleri hareketlenme içinde bugüne kadar gerçekleşen eylem biçimleriyle sonuç alınamadığını kendi deneyleriyle öğrenmiş olmalarıdır.
Türkiye işçi sınıfı, ‘82 Anayasası ve mevcut iş yasalarıyla güdükleştirilen tek tek grevlerin, ekonomik ve siyasi hakların elde edilmesi ve korunmasında yeterli olamayacağının farkındadır. Bu nedenle; işçi sınıfı içinde “genel grev” düşüncesi hızla yaygınlaşmaktadır. Tabandaki bu eğilim ve istek sendikalara da yansımakta. Petrol-İş Genel Başkanı Münir Ceyhan, 24 Eylül 1990 tarihinde Ankara’da yapılan Türk-İş Başkanlar Kurulu toplantısında “genel grevin kaçınılmaz olduğu”nu vurguladı.
Başkanlar toplantısında sarf edilen bu sözlerin günlük basında yer almasından sonra, ABD Savunma Bakanlığı ve ABD’ye bağlı çeşidi kuruluşlar önermenin gerçekleşmesi olasılığını araştırmaya başladılar.     Anlaşılan, en büyük emperyalist, ülkemizdeki işçi hareketiyle oldukça yakından ilgileniyor. ABD emperyalizmi, Türkiye işçi sınıfının yapacağı bir genel grevin, ekonomik taleplerin ötesine geçerek bugün için anti-emperyalist biçim ve siyasal bir içeriğe bürünmesinden korkuyor.
Ama ABD emperyalistleri fazla korkmasınlar, yalnız değiller. Çünkü Türkiye işçi sınıfının gerçekleştireceği bir genel grevden korkan yalnızca kendileri değil, Türkiye’nin sermaye sahibi sınıfları ve onların devleti ile, sermayenin ve onun devletinin sadık uşağı Ş.Yılmaz da var.
Bugüne kadar, işçi sınıfının mücadelesinin sermayeye ve onun devletine zarar vermemesi için azim ve sebatla çalışan Şevket Yılmaz, bugün yine olası bir genel grevin devlete yönelmemesi, işçi sınıfının devleti hedef almaması için kollarını sıvamış bulunuyor.30 Ekim 1990 tarihinde yapılacak Türk-İş Başkanlar Kurulu toplantısı öncesinde “eylem programı” ve “yeni mücadele dönemi” ile ilgili açıklamalarda bulunan Şevket Yılmaz, “Eğer Türkiye’de işçiler ve sendikalar, ‘genel grev’ sözünü gündeme getiriyorlarsa, hükümet ve işverenlerin bu söze iyi kulak vermeleri gerekir” diyerek, bağlı olduğu sermaye sınıfını ye devletini koruyor. Aslında Şevket Yılmaz ve diğer sendika ağalarının genel grev yapmaya hiç mi hiç istek ve niyetleri yoktur. Ancak, genel grev onlara rağmen kaçınılmaz olursa, bunun devlete zarar vermemesi için ve işçilerin eylemlerinin ve bilinçlerinin siyasal bilinç düzeyine çıkmasını engellemek için çarpıtmaya uğraşıyor. Genel grevin hedefi devlet değil de, hükümetmiş gibi göstermeye çalışıyor. İşçi sınıfının mücadelesini hükümet değişikliği ile sınırlamak isteyen Türk-İş Genel Başkanı Şevket Yılmaz, hedef olarak ANAP iktidarının değişerek, yerine sosyal-demokrat bir hükümetin gelmesi olduğunu belirtiyor.
Şevket Yılmaz’ın ve diğer sendika ağalarının işçi sınıfının birleşik bir eyleminden, genel grevinden korkmaları ve bunu önlemeye çalışmaları, yalnızca sermayeyi ve onun devletini koruma çabasından değil, aynı zamanda böylesi bir eylemin sonucunda kendi koltuklarının da devrileceği gerçeğindendir.
Bugün. Türkiye işçi sınıfının en küçük sorunları bile tek tek grevlerle, mevzi eylemlerle çözümlenemez duruma gelmiştir. Gündemde olan ve çözüm yolunu açacak olan sınıfın birleşik, topyekûn eylemidir. 1987 yılından bu yana sınıfın öncü partisinin doğru bir şekilde tespit ettiği ve ısrarla çalışmasını yürüttüğü genel grev, ekonomik talepleri aşarak, siyasal talepleri de kapsayarak ve toplumdaki diğer emekçilerin eylemleriyle de birleşerek ve bu eylem içinde sınıfın fiilen öncülüğü de gerçekleşmek suretiyle genel direnişler yolunda ilerlemenin koşullarını yaratacaktır. İşçi sınıfının mücadelesinin yönü hükümet değişiklikleri ile sınırlı kalırsa, işçi sınıfı kurtuluşunu sağlayamaz. Mücadelenin devlet iktidarını hedeflediği ve bunu gerçekleştiği zaman, işçi sınıfı ekonomik ve sosyal kurtuluşuna kavuşur.

Kasım 1990

Din, Laisizm, Ateizm ve Dincilik

·    İşçi ve emekçilerin yükselen mücadelesi karşısında burjuvazi, din ve dincilik silahını biliyor.
·    İslam ve dincilik hem “papaz” hem cellât rolünde.
·    Dinci terör laik aydınları sindirmeye yönelik.
·    “Tanrıları korku yarattı”. Din insan acizliğinin ürünüdür.
·    Laisizm ateizmle birleşmiyorsa, yetersizdir.
·    Sınıf mücadelesine bağlanmadan dine karşı gerçek bir savaş yürütülemez.

Türkiye proletaryası içinde, bugüne dek benzeri görülmemiş bir mayalanma var. Proletarya, şurada burada çeşitli taleplerle ayağa kalkıyor. Talepler, henüz genellikle ekonomik içerikli. Ancak ekonomik nitelikli taleplerin aşıldığı da oluyor ve bu yönde bir gelişmenin güçlü belirtileri görülüyor.
Proletarya, birdenbire bir çığ gibi patlayan 89 Bahar Eylemlerinden geliyor. Ücret artışı istemişti, ekmek işlemişti, örgütlenme ve talepleri için eylem hakkını ortaya koymuştu, üstelik yalnızca istememişti de. Bahar Eylemleri sonrasında eylemliliği tümüyle durmadı, şöyle bir şiddeti hafifleyip duralasa da, bir yatışma sağlanmadı, göreli de olsa bir “iç barışa” varılmadı. Proletarya hareketliliğini sürdürdü.
Sürdürmeden edemezdi. Yaşama koşulları ve emeğin koşulları alabildiğine kötüydü. Ücretler, yıllardır mutlak olarak düşmüştü, sağlanan ücret artışları, durmak bilmeyen enflasyon karşısında anında eriyordu. Hak taleplerini ve mücadelesini, bu mücadelenin örgütlenmesini olağanüstü dar bir yasal çerçeveye sıkıştırarak neredeyse tümden engelleyen siyasal koşullar her bir adımda proletaryanın önüne dikiliyordu. Üstelik bir türlü içinden çıkılamayan ekonomik istikrarsızlık ve kapitalist kriz, Amerikancı yardakçıların Körfez bunalımına balıklama dalmalarıyla tahrip edici, yıkıcı gücü daha da anmış olarak, rolünü oynamaya devam ediyordu. Son aylarda sanayi üretimi, özellikle imalat sanayi üretimi önemli oranda düşmüştü. Dış ticaret ve dış ödeme dengeleri açık vermekteydi. Para değer kaybedip duruyordu, zamların önü alınmaz olmuştu. Birinci olarak bu nedenden ve ikincisi -özellikle devrimci örgütlenmeye yatkın mayalanma ortamında- uzun süreli işçiliğin örgüt “belası”na yol açıyor olmasından ve bir üçüncüsü, sigorta, kıdem tazminatı vb. gibi harcamaları en aza indirmenin bir yöntemi olarak yoğun işçi çıkarımları başlatılmıştı.
Ücret artışı, özellikle sendikal örgütlenme ve eylem özgürlüğü (grev hakkı önündeki engellerin aşılması amaçlı) ve iş güvenliği, proletaryayı hareketlendiren başlıca talepler olarak öne çıktı. Yılsonu ve 91 başı yeni bir toplu iş sözleşmesi dönemi. Görüşmeler milyona varan işçiyi kapsıyor. Bu durum, taleplerin ve bu yönde mücadelenin önemini artırdı. İşçi hareketlenmesi ciddi boyutlar kazanmaya yönelerek büyüyor ve gelişiyor. Şimdi genel grev, pratik bir sorun olarak geniş işçi katmanları ve bazı sendikacılar arasında tartışılıyor.
Ve Körfez krizi yaşanan dönemi daha karmaşıklaştırdı ve zorlaştırdı. Bu krizin yol açtığı ek yükler işçi sınıfının sırtına yıkılmak isteniyor. Krizin ve savaş hazırlığının sertleştirdiği ortamda, fırsatı ganimet bilen burjuvazi ve onun siyasal temsilcileri sınıfa ve emekçi halka karşı yeni saldırılara yöneliyor. Ve hem de Türkiye Ortadoğu’da kendisine biçilen yeni role koşar adım soyunarak emekçileri müdahaleciliğe ve savaşa ısındırıp seferber etmeye, engelleyici faktörleri izole etmeye girişiyor. Bu nedenlerle sınıf mücadelesinin koşulları sertleşip zorlaşıyor.
Bahar Eylemleriyle burjuvaziyi korkutan proletaryanın, toplumu sarsan hareketliliğinin bir aşaması olarak başlamakta olan -ve hatla başlamış olan- yeni bir grev ve direniş dalgası, başlıca ekonomik hak talebi mücadelesi. Memurları da kucaklayarak gelişmekte olan ve merkezinde örgütlenme talebi olan siyasal demokrasi mücadelesi. Yıllardır neredeyse küflenmiş olan ama Körfez krizinin güncelleştirdiği, özellikle savaşa karşı yönüyle yeniden gelişmeye başlayan anti-emperyalist uyanış. Ve son olarak derinden derine, tüm toplumsal muhalefeti peşine takmaya aday potansiyeliyle yükselme içine giren proletaryanın sosyalist mücadelesi. Bu mücadeleler, birkaç yıl öncesiyle karşılaştırıldığında artık küçümsenmeyecek faktörlerdir. Ve günümüze dek olmadık bir biçimde, öğrenciler ya da başka katmanlar değil, proletaryanın mücadelesi yükselişin en önündedir ve proletarya diğer sınıf ve tabakalan etkileyerek, peşine takmaya başlayarak, sınıf mücadelesine damgasını vurmaya yönelmiştir. Bugün bu damganın henüz geniş ölçüde ve ölçekte sınıf bilinçli proletarya tarafından vurulmuyor oluşu az önemlidir. Gelişme, bir kez gerçek temeline oturmuştur ve gidiş, siyasallaşma ve sınıf bilinçli proletaryanın önderliği gerçekleştirmesi yönündedir.
Burjuvazi, Ortadoğu’ya yönelik yeni hesapları da dikkate alındığında ve üstelik içinden çıkamadığı ekonomik ve siyasal istikrarsızlık koşullarında, bu mayalanma ve gelişmelere karşı önlemler geliştirmezlik edemezdi, edemiyor.
Her zamanki temel silah, bürokratik militarist şiddet ve terör aygıtının durmaksızın yetkinleştirilmesi, vazgeçilmez eğilimidir burjuvazinin. Bu yapılıyor. Körfez krizinin de etkilediği koşullarda terör makinasının güçlendirilmesi için harcamalar artırıldı. Özellikle K…tan’da yeni askeri ve polisiye düzenlemeler yapılıyor, yeni özel birlikler kuruluyor, çeşitli birlikler yeniden konumlandırılıyor, geliştirilmiş silahlarla donatılıyor vb. Yeni kararnamelerle (413, 425) demokratik haklar hemen tümüyle kullanılamaz hale getirilmiştir. Sıkıyönetim lafları edilmeye başlanmıştır. Verilmiş idam “cezaları”nın infazı gündeme alınmıştır. Sözün kısası cellât işbaşındadır. Zor, toplumsal yaşamın ayrılmaz bir parçası olarak rolünü artırarak oynamaktadır. Hiçbir “ulusal mutabakat” ve yasal meşruiyet propaganda ve çabası, cellâdın güçlendirilmekte olan rol ve işlevini gözlerden gizlemeye güç yetiremiyor. Siyasal ve ekonomik yaşamın ne denli zor ve zorbalık üzerine kurulu olduğunun görülmesini engelleyemiyor. Bu zor ve zorbalık koşullarında, olsa olsa, yasala meşruiyet ve “ulusal mutabakat” tezleriyle burjuva gericiliğinin meşrulaştırılmasına soyunanlar proletarya ve emekçiler içinde tecrit oluyorlar. Bu koşullarda, yasalcı meşruiyetin burjuvazinin yeni saldırıları, saldırı yasaları ve kararnamelerine destek veren, “ulusal mutabakatın burjuvazinin yeni saldırılarını onaylayan, bunlarla “mutabık” olduğunu ilan eden içeriği, işçi sınıfının en gen tabakalarında bile nefret uyandırıyor.
Ve ikinci önlem olarak “papaz”ın rolü, saptırıcı yatıştırıcılığın önemi artmaktadır. “Papaz”a verilen değer bilinçli olarak yükseltildikçe yükseltilmektedir.
Türkiye’de “papaz”, ilk kez bu denli gerçek papaz olmaktadır. Bizde “papaz” şeyhtir, hoca ve imamdır, seyyittir, dededir. Din ve dincilik, dinsel fanatizm. Bayar-Menderes dönemini de aratırcasına, ilk kez bu kadar devletle birleşmiş halde ve gelişkin boyutta proletarya ve emekçilerin karşısına sürülmüş durumdadır.
Kuşkusuz bunun nedenleri var. Yatıştırıcı diğer faktörler bugün ciddi ve alternatif bir güç oluşturmaktan uzaklar. Sosyal demokrasi, bir türlü iç çekişmelerinden kafasını kaldıramamakta, hizip çatışmalarını aşamamakta, bölünmüşlüğünü giderememekte ve bu yüzden burjuvazi açısından tercih edilir bir durumda bulunmamaktadır, ikincisi, oldukça sert, çatışmalı sınıf karşı ılıkları ve mücadelesi koşullarında, işçi ve emekçi gibi sınıf kavramları kullanarak yapılmaya çalışılacak bir yatıştırıcılık ve sağlanmaya çalışılacak “sınıf barışı”, başarı kazanmaya aday görünmemekte ve zaten olamamaktadır. “İç barış’ın “sınıf barışı” olarak gerçekleştirilebilme olanağı da hemen hemen yok gibidir. Başlıca bu nedenle SHP ve DSP gibi sosyal demokrat partiler ne doğru dürüst alternatif olacak bir program ne de bu programı uygulamaya yetecek bir güç oluşturabilmektedirler. Sınıf karşıtlığı ve mücadelesinin sen koşullan, onları işçi ve emekçilere pek fazla taviz sunamaz ve dolayısıyla peşlerine takamaz politikalar savunmaya itmektedir. Bunda, dünya ve özellikle Doğu Avrupa’daki gelişmelerin yol açtığı ideolojik-siyasal karmaşa ve klasik kapitalizm ve piyasa ekonomisinin kazandığı varsayılan “zafer”in, sosyal demokrasiyi “sosyal piyasa ekonomisi”nin ötesine geçerek, devletleştirmeleri ve sosyalizasyon önlemlerini bile savunmaktan caydıran moral ve ideolojik çöküntünün rolünü saptamak doğru olacaktır. Ancak Türkiye’de sosyal demokrasi, dünyadaki benzerlerine göre daha da geri bir konuma savrulmuş durumdadır. Sen sınıf mücadelesi koşulları ve 12 Eylül’den çıkardığı “dersler”le, sosyal demokrasi, çok küçük itirazlarla burjuvazinin has partilerinden kendini ayırmaya çalışmakta, proletarya ve emekçi halkı büyük burjuvaziyle uzlaştırmaya sevk edebilmeye yeterli olmayacak, bu uzlaştırmaya pek elvermeyen tutumlar geliştirmektedir. Ekonomik açıdan emekçilere kırıntılar bile vaat edememekte, siyasal açıdan ise kendisini Eylülcülükten hemen hiç ayıramamaktadır. Ne ekonomik ne de siyasal açıdan emekçilere umut olarak gösterebileceği sloganlara sahip sosyal demokrasi. Çoğu kez DYP’nin geminde kalıyor. Eylül’ü bile eleştirmiyor. Buna rağmen burjuvazi, ANAP’ın güç kaybetmesi karşısında SHP ve son zamanlarda güçlenme olasılığını dikkate alarak DSP’yi elinin altında tutuyor, ama ciddi bir güç ve alternatif oluşturmadıklarını da görüyor.
Burjuva yasallığı alanının yeni “gücü” TBKP’nin bu açıdan ciddiye alınacak durumu hiç yok. Onlar ne SHP ve DSP’den ideolojik, siyasal ve sloganlarda bir farklılık taşıyorlar ne de onlar kadar bile bir güç oluşturuyorlar. Burjuva siyaset alanına çeşni bile katamayacakları görülüyor.
Din ve dinciliğin yatıştırıcı rolünden yararlanma bu koşularda daha da önem kazanıyor. Kuşkusuz dinin siyasal bir meta olarak kullanılması, diğer yatıştırıcı unsurların güçsüzlüğüne bağlı değildir. Ancak başka unsurların önemsiz oluşu onun önemim artırmaktadır.
Ve üstelik din ve dincilik, biraz da karşıt güçlerle çatışması içinde tarihsel gelişiminin de etkisiyle, yanı sıra günümüzde rollerini oynayan bir dizi faktör nedeniyle, yalnızca yatışıma “papaz” rolünü oynamakla kalmamaktadır. Bir yanağına tokat atana diğer yanağını döndüren İsa’nın dininden farklı olarak doğasında zor ve savaşçılık olan İslam dini, aynı zamanda cellât rolünü oynamanın ya da zaten temel gücü tarafından oynanmakta olan bu rolü güçlendirmenin zeminini de oluşturmaktadır.
Yatıştırıcılıktan teröre kadar işlev ve kullandığı araçlar çeşitlenen dincilik, bugün ve geleceğe yönelik olarak dikkate alınması, amaç, hedef, nitelik ve kullandığı araçlar açığa çıkarılıp işçi ye emekçiler üzerindeki etkisi kırılmaya çalışılması gereken bir güçtür. Bilinmelidir ki, Türkiye Ortadoğu’ya yönelik yeni bir role soyundurulmaktadır ve bu rolün gerçekleşmesinde din önemli bir faktör olacaktır, şimdiden böyledir. Körfez’de savaş çıksın çıkmasın, Ortadoğu’da dengeler değişmekledir, yeni dengeler oluşmaktadır. Lübnan’daki son gelişmeler bunu bir göstergesidir. Hıristiyan general Aoun devreden çıkarılmıştır. Bunda Amerikan-Suriye yakınlaşmasının rolü reddedilemez. EMEL ve Hizbullah örgütleri dâhil milis örgütlenmelerinin devreden çıkarılması gündemdedir. Yeni bir Lübnan kurulmaktadır. Filistinlilerin de bu çerçevede güç ve mevzi kaybedecekleri kolaylıkla tahmin edilebilir. Orada yeni bir statüko oluşuyor. Bu oluşumun nerede duracağı şimdilik meçhuldür. Ancak temel oluşturucu Amerikan emperyalizminin amaçlan gelişmelerin neleri hedeflediği hakkında bir fikir verebilir. Ve Türkiye, Amerikan amaç ve planlarında, söylendiğine göre, “temel direk”tir. NATO Genel Sekreteri Manfred Wörner Türkiye’nin yeni rolünü şöyle açıklıyor:
“Kriz sona erdikten sonra Türkiye, coğrafi durumu, siyasi önemi, ekonomik gücü, tarihi gelenekleri ve hatta din faktörü sebebiyle Ortadoğu’da çok önemli bir rol oynayabileceği gibi, bu rolü oynamak zorundadır da. Türkiye’nin üstleneceği rol, istikrarın sağlanması rolü olacaktır. Bölgede yeni bu güvenlik yapısı oluşturulması halinde -ki ben bunu tamamıyla destekliyorum. Türkiye bu yapının temel direği olacaktır.”
Türkiye’ye yeni rol ve rolün nedenlerinde biri “din faktörü”! Doğal. Bölge, İsrail dışta tutulursa İslam ülkelerinden oluşuyor. Ve Türkiye de “İslam ülkesi”. Laiklik nedeniyle Ortadoğu’nun İslam ülke ve halkları pek sıcak bakmıyorlar Türkiye’ye. Ama serde İslamlık var ve bu laiklik sorunu Amerikan planlarında kuşkusuz halledilebilir bir sorun. Türkiye’nin gerçek İslam için hazırlanması gerekiyor. Ve “İslâm mücahitleri” bir süredir Türkiye’de toprağı sürüyorlar. Ülkeyi, en azından, İslam Ortadoğu’da kabul edilebilir hale getirecekler. Şeriat devleti haline geliş, belki Avrupai eğitimden geçmiş burjuvalarımızın ve Kemalist gelenek içinde yetişmiş ordunun pek hoşuna gitmeyecek, ancak onların rahatını ve konumlarını bozmayacak buna yakın bir durum yaratılabilir!
Amerikan emperyalistlerinin Türkiye’ye yönelik bu planları yeni de değildir. İran devrimi ve bölgede Amerikan emperyalizminin başlıca dayanaklarından biri olan Şah’ın düşüşünden beri. hatta daha öncesinden, Türkiye bölgeye yönelik olarak kullanılmak peşindedir. Eylül darbesiyle birlikte dinciliğin her alanca ve devlet kademelerinde güçlenmesi, dinsel fanatizmin önünün açılması ve son zamanlarda buna karşı çıkan laik burjuva aydınların sistemli biçimde katledilmesini, Türkiye’ye biçilen bu yeni rolden ayn düşünmek safdillik olur. Türkiye, Müslüman Ortadoğu’ya aykırı düşmeyecek yeni bir konumda, yeniden şekillendirilmek üzere operasyondan geçirilmektedir. Dış koşullar açısından uygun bir dinsel ortam yaratmak amacıyla, nadasa bırakılma süresi yeterli görünen Türkiye toprağı, sürülmeye başlanmıştır.
Amerikan planlan uyarınca devlet desteğinde geliştirilen dinci, İslamcı eğilim ve terör, kuşkusuz yalnız dışa yönelik olarak gündemde değildir. Onun asli nedenlerinden biri, temel bir işlevi ülke içinde dinciliğin dayanaklarını geliştirmektir.
Burada birinci derecede önemli olan, dinin temel bir sorun olarak ülke gündemini belirler, herkes tarafından konuşulur, hem de ülkenin gerçek temel sorunlarını arka plana, iterek “kamuoyu” ilgisinin odağına yerleşerek tartışılır hale getirilmesi amacıdır. Bugün dinsel bir çatışma din temelinde yükselen bir savaş sahte ve saptırıcı bir çatışmada. Din ve dinsel sorunlar, kapitalizm ve modem toplum ve devlet koşullarında belirleyici bir öneme sahip değildir, olamaz. Toplum ve devlet, kapitalizmin temel karşıtlığı ve tekelci burjuvazi ile proletarya ve emekçi halk arasındaki çatışma üzerine kuruludur. İşçi sınıfı ve şehir ve köy emekçileriyle emperyalizmin desteklediği tekelci burjuvazi ve onunla birleşmiş, çözülmekte olan feodal kalıntılar arasındaki mücadele, gerçek ekonomik nedenlerden kaynaklanmaktadır. Ki dinsel fikirler ve zorbalığa neden olan, bu fikirleri yanıştan ve bu zorbalığa temel sağlayan da bu gerçek maddi koşullardır. Proletarya ve emekçilerin yoksulluk ve sefalet koşulları, ücret artışı ve iş güvenliği için, örgütlenme hakkı ve genel olarak siyasal demokrasi için ulusal özgürlükler için onları mücadeleye iten koşullar, proletaryaya kurtuluş mücadelesini, sosyalizmi dayatan koşullar… Kapitalizm koşulları, Din ve dinsel sorunlar, bu koşulların üçüncü beşinci dereceden sorunlarıdır. Dincilik, burjuvazi ve devlet tarafından beslenerek geliştirilmesinin yanında, dayatmayla, zora başvurarak, kendisini birinci sorun olarak lanse edip gündemin birinci maddesi yapmaya yönelmiştir. Anti-emperyalist bilinç ve mücadelenin filizlenmesi için uygun çerçevenin onaya çıktığı, demokrasi ve ulusal haklar mücadelesinin gelişmekte ve sosyalist mayalanma ve yönelişin oluşmakta olduğu, burjuva gericiliğin önemli ölçüde sıkıştığı günümüzün özel koşullarında dincilik, maddi yaşamın, kapitalizmin dayattığı maddesel gerçekleri ve sonuçlarını saptırmak üzere devreye girmeye çalışmaktadır. O, din “gerçeğini” öne sürmekte, proletarya ve emekçileri dinle, dine, tanrıya, “öte dünya”ya ve onun bu dünyadaki sapkın amaç ve hedeflerine ilişkin sorunlarla ilgilendirip uğraştırmaya yönelmektedir. Sahte sorun ve çatışmalarla dincilik ve onun besleyici ve destekleyicisi burjuvazi ve devleti, demokrasi ve sosyalizm mücadelesini saptırmayı, proletarya ve emekçilerin gündemini çarpıtarak değiştirmeyi, onları din ve dinsel sorunlarla ağulayıp ekmek ve iş için, özgürlük için mücadeleden alıkoymayı ve bu mücadelenin bastırıcı güçlerini oluşturmayı amaçlamaktadır. Bu, din ve dinciliğin, son zamanlardaki dinci terörün temel yönelimidir.
Anti-emperyalizm açısından ise durum çok daha ciddidir. Dinciler tam da emperyalizmin planları doğrultusunda işlevselleştirildiklerini de gizlemek üzere, emperyalistlerin din faktörünü de hesaba katarak Türkiye’yi sokmak istedikleri batağı görünmez kılmak ve bu hesap ve amaçlara karşı mücadeleyi saptırıp engellemek amacıyla gündemi kapmak istiyorlar. Onlar geçmişte de “kanlı Pazar”ı, 6. Filoyu protesto eden gençlere karşı gerçekleştirmişlerdi. (Yıl 1969.. Şubat. İstanbul’da üniversite öğrencileri 6, Filoyu protesto gösterisi yapıyor. Taksim’e yürüyorlar. Yeniden Milli Mücadele Derneği, Mehmet Şevket Eygi ve “Babı-Ali’de Sabah”ı günlerdir yürüttükleri propagandayla, örgütlü olarak gösteriye karşı hazırlanmışlardı. Kayseri, Konya, Maraş gibi illerden İstanbul’a yüzlerce şeriatçı militanı yığılmıştı. Siya-sallaştırılmış, dinci fanatizm, Taksim’de baltalar, palalar ve ateşli silahlarla polis desteğinde protestocu gençlere saldındı. Sonuç üç ölü. Şeriatçı gericilik, dincilik kendim besleyip teşvik eden efendisine sahip çıkıyor. Amerikan emperyalizminin savunucusu olarak, onun 6. Filosunu protesto eylemini kana boyuyor: KANLI PAZAR)
Dinsel fanatizm karşıtı insanların ve özel olarak bu konuda konuşma ve propaganda kapasitesine sahip aydınların sindirilmesi, güç gösterisi ve gözdağı vermek, gelişme durumundaki dinsel fanatizmin ve İslamcı terörün bir diğer amacıdır. Laiklik yanlısı burjuva aydınlar korkutulup sindirilecek ve dinci gericilik, karşıtlarının kendi dertlerine düşüp seslerini çıkaramadıkları korku ortamında ülkeyi İslamlaştıracaktır! Devletin dinciliği teşvik etmesine ses çıkarmayacaksın, okullarda din dersinin zorunlu hale getirilmesine muhalefet etmeyeceksin, şeriat devletini eleştirmeyeceksin, imam hatip okul ve kurslarına dil uzatmayacaksın vb. Yoksa ölüm seni bekliyor! Dirici gericilik bu mesajı veriyor ve yolunu düzlemeye çalışıyor. Sözde Türkiye, dinin devlet ve eğitimden ayrılığı ilkesi demek olan laikliği benimsemiş bir ülke. Ama bu ülkede insanlar laikliği savundukları için devlet tarafından beslenen dincilerce öldürülüyorlar ve başbakan çıkıp “İslami terör olmaz”, “İslami terör ne demek? Onları söylemek doğru değil. Terörü böyle baza oturtamazsınız, yanlıştır. Yüzde 99’u Müslüman olan ülkeyiz” (Güneş, 22 | Ekim) diyor. Sanki Hıristiyanlar öldürüyor Aksoyları, Dursun ve Üçokları! Ya da solcular öldürüyor! Yüzde 99’u Müslüman ya ülkenin, o zaman İslamcı terör eleştirilemiyor! Devlet, başbakanının ağzından, bırakalım katilleri bulmayı, katledilenlere sahip bile çıkmıyor. Türkiye laik bir ülke..!
İslami tırmanış ve terörün bir başka amacı, oluşturulan terör ortamında sermaye ve faşizmin yeni saldırılarına gerekçe yaratmak. İslamcılar dincilik muhalifi aydınlan öldürüyorlar, ama ne oluyor? Devrimci ve ulusalcı insanların idamlarının infazı gündeme getiriliyor. Yeni zorbalık yasaları düşünülüyor. K…tan’a yönelik saldırılar artırılıyor. Cezaevlerindeki devrimci ve ulusalcı tutsaklara saldırılıyor. “Savaşa hayır” diyen gençler tutuklanıyor. Grev ve grevcilere karşı alınabilecek ek önlemler tartışılıyor vb. vb.
“Eğer Rabbin dileseydi, yeryüzündeki bütün insanlar elbette ki hep birlikte iman ederlerdi. Böyle iken, sen bütün insanlar mümin olsunlar diye onları zorlayıp duracak mısın?” (Kur’an, Yunus suresi: 99)
“Dinde zorlama yoktur.” (Bakara suresi: 256)
“İnsanları Rabbinin yoluna hikmetle ve güzel öğütle davet et; onlarla mücadeleni en güzel yol hangisi ise onunla yap.” (Nahl: 125)
Kur’an, İslamı kabul etmeyenlere, yani “kafir”lere zor kullanmayı yasaklıyor, “öğüt” öğütlüyor. “Tanrı”, kelamında, isteseydim, onları da İslam yapardım diyerek kerameti kendine saklıyor. Ve sanki Muhammet “tanrı kelamı” olarak gösterdiği kendi yazdığı bu kitapta (Kur’anda) her şeyi “Tanrının tek ve mutlak iradesi”ne bağlamıyormuş, tüm iyilikleri olduğu kadar kötülükleri de “tanrı”ya ve onun “yaratıcılığına” mal etmiyormuş ve yine bu kitapta “şeytan taşlamak”tan tutun da çeşitli kötü ve kötülüklere karşı zor ve savaşlar sadece öngörülmekle kalmayıp hikâye edilmiyormuş gibi. “tanrı”yı zor kullanımına karşı gösteriyor! Peki dinci gericiler, İslamcı suikastçılar Kur’anın bu açık hükmüne rağmen nasıl oluyor da zor kullanıyor, aydın insanları katlediyorlar? Yoksa Kurandaki “onlarla mücadeleni en güzel yol hangisi ise onunla yap” emrinde sözü edilen “en güzel yol”, durum ve koşullara göre “en güzel”, yani en uygun olan yol, gereğinde zor yolu olmasın? Kuran böyle bir diyalektiğe dayanarak kaleme alınmış olabilir mi? Hayır, o donmuşluğun kitabıdır, metafiziğin kitabıdır” ve eklektik fikirler toplamıdır. Konumuza, zora ilişkin olarak aynı Kur’an şunları da yazıyor:
“Onları nerede bulursanız öldürün… Kafirlerin cezası böyledir… Fitneden eser kalmayıncaya, din de şunun bunun değil yalnız Allanın dini diye tanınıncaya kadar onlarla savaşınız.” (Bakara: 191)
Ve “cizye”, yani haraç olarak zekatın zorla alınması konusunda:
“Ey iman edenler, kendilerine kitap verilenlerden, ne Allaha ne Ahiret gününe inanmayan. Allanın ve Resulünün haram ettiği şeyleri haram tanımayanı hak dinini din olarak kabul etmeyen kimselerle, zelil, ve hakir, kendi elleriyle cizye verecekleri zamana kadar muharebe edin. “(Tevbe: 29)
Birinci pasaj, hem de, “dinde zorlama yoktur” denilmiş olan aynı Bakara, yani İnek suresinden alınmadır. Aynı sure içinde zor hem yasaklanır hem emredilir. Bu belkemiksizliktir. Her şeye kadir olacak bir “varlık”ın böyle bir tutarsızlığı olmamalıydı! İkinci pasajdaysa, yalnız inançsızlardan değil, başka peygamberlerin peşinden gidenlerden alınacak haracın yolu olarak zorun, savaşın meşru görüldüğünü anlıyoruz. İslam yapmak için zor yok, ama haraç almak için zor uygulanacak! Bu “her şeyi bilen” bir “varlık”ın, “Tanrı”nın tutarlılığı oluyor…
Ancak tutarsızlıklar bir yana, İslamcı terörün, zor ve terör için kendisine Kuranda dayanak bulduğu ve bulacağı kesin. Ve yine başbakan da İslamcı suikastların peşini bırakmak için Kur’anda kendine dayanaklar bulabilir!
Din, insanların acizliğinden doğmuştur. Henüz sistemli bir kavramsallaşmaya ulaşamayan, ama yine de dinsel içerikli kutsallık inanışları, sömürüye dayanmayan ilkel komünal topluluklarda, insanın doğa karşısındaki acizliğinin, bilgisizliğinin, çevresinde olan-biteni açıklayamamasının sonucu olarak doğmuştur. İlkel ve bilgiden yoksun insanlar, olayların oluşunu açıklayamadıklarında, bunları çeşitli doğal güçlere ve görüngülere yorarak onları kutsallaştırmışlardır. Giderek çeşitli doğal olaylara katlanabilen ya da onların şöyle ya da böyle üstesinden gelen kahraman kişileri ilahlaştırmışlar, tanrı ya da yarı-tanrı katına yükseltmişlerdir. Totemlere ve sonra kahraman ata ruhlarına tapınma ve bağlanma bu ilkel dönemlere özgüdür. Burada henüz doğaüstü, yaratılmış varlıklara inanç ve tapınma yoktur, nehirlere, dağlara, ağaçlara, hayvanlara vb. üstün güç atfedilip bunlar kutsallaştırıldı. Giderek kutsallaştırılanlar arasına kahraman insanlar katıldı. Doğaüstü güçleri kutsallaştırıp bunlara tapınma, toplumsal bir ilerlemeyi ve buna bağlı olarak düşünme ve kavramsallaştırmada belirli bir ilerlemeyi gereksindi. Eski Yunan’da en gelişkin örneği görülen çok tanrıcılığa buradan varıldı. Yere, göğe, yeraltına, aşk hayatına, hasada vb. hükmeden ayrı ayrı tanrılar, düşünüşün henüz maddi yaşamdan çok fazla koparılarak ilerlemediği koşullarda, insan görünüşleriyle tasvir edildiler. Kimi yerlerde (Hindistan gibi) tanrı fikrine varılmadı, felsefe eski totemciliğin, kutsal varlıklara inanışın yanına eklendi, inek vb.nin yanında, iyilik-kötülük gibi kavramlarla erdemlilik yüceltildi. Erdemlere adlar takıldı, kutsallıklar yakıştırıldı.
Mısır ve Ortadoğu ise mistisizme beşiklik etti, tek tanrıcılığa burada varıldı. Mısır’ın Amon ve Ra adlı iyilik ve kötülük ya da yer üstü ve yeraltı tanrıları önceleri iki taneydi. Giderek Amon-Ra adıyla tekleşme eğilimine girdi. (Sonra yine ayrıldı) Birleşme dönemi Mısır’da yaşayan Musa, öğrendikleriyle ilk tek tanrılı dinin kurucusu oldu. Tek ve mutlak “yaratan” fikrine vardı. Ardından İsa ve Muhammed birbirlerini onaylayarak geldiler. Her şeyi bilen ve yargılayan, “öte dünya”nın güzellikleri ve mutluluğunu garanti eden yatıştırıcı ve korkulan tanrı fikri, artık yalnızca doğa karşısında acizliğin değil, aynı zamanda dayanılmaz toplumsal koşullar ve bu koşulları değiştirme karşısında acizliğin vardığı nokta oldu. İnsanlar toplumsal koşullara katlanabilmek için bu dünyanın, gerçek maddi dünyanın değil “öte dünya”nın hayali nimetleriyle yatıştırıldılar ve “öte dünya”nın nimetlerinden yararlanabilmek için bu dünyanın zalimlerine ses çıkarmamaya koşullandırıldılar.
“Tanrıları korku yarattı”, İnsanlar, bir yandan bu dünyanın zalimlerinden duydukları korkuyla “öte dünya”ya inanmaya yöneldiler, çünkü bu dünyada korkuyu yenemiyorlardı; çünkü bu gerçek dünyada yaşadıkları toplumsal koşulları açıklayamıyorlardı, açıklayamayınca değiştirebilmeyi tasarlayamıyorlar, sömürü ve zulümden kurtuluşu hayal edemiyorlardı. Ama sömürü ve zulümden kurtuluş, eski altın çağdan kalma bir özlemdi ve yakalarını bırakmıyordu. Ve kurtuluşu, ölümden sonra yeniden doğacakları “öte dünya”ya ertelemeye yatkındılar, ertelediler. Ve öte yandan, “öle dünya”da mutluluk vaat eden tanrı bu dünyaya katlanmayı şart koşuyordu. İsyan edenlerin sonu da herkes tarafından görülmekteydi. Bu dünyada isyan ölümle sonuçlanıyordu. Sömürü ve zorbalığa katlanmayıp, tanrı kelamına inanmayarak bir de “öte dünya”nın mutluluklarından olmak hiç de çekici değildi. Bari “öte dünya”nın “mutluluğu” kurtulsundu!
Doğa karşısındaki acizlik, toplumsal koşullar karşısında acizlikle birleşti. İnsanlar henüz doğayı da temelde açıklayamamışlardı. Barajlarla küçük göller oluşturabiliyorlardı. Ama evreni kim kurmuştu? O iş küçük barajlar kurmaya benzemiyordu. İnsanların toplumsal koşullan karşısında acizlikten hareketle vardıkları öte dünya fikri, doğa karşısında acizlikle desteklendi. Giderek çoğa açıklandıkça, toplumsal koşullara boyun eğiş önem kazandı dinsel açıdan ve din adamları ve dinciler de onu işlediler emekçilerin kafalarına.
Burjuvaziye, burjuva devrimlerine gelinceye dek dinin devlet ve toplum yaşamında egemenliğinde kölecilik ve feodalizm köklü bir değişikliğe yol açmadı. Burjuvazi Batı’da geçerli din olan Hıristiyanlığın, kendi gelişmesini engelleyen feodal sistemle bütünleşmiş kurumlaşmasına, dogmalarına, dinsel iktidara son vermeye yöneldi. Yetkiyi elinde, tutan, kilisede cisimleşmiş dinsel iktidar devlet iktidarını sınırlandırıyor, bilimsel düşünce dâhil burjuvazinin kendi toplumsal siyasal düzeni için ihtiyaç duyduğu her şeyin gelişmesini engelleyici rol oynuyordu. Dinsel inanç özgürlüğüne olur veren ve ama dinin devlet ve eğitim üzerindeki egemenliğini sona erdirerek, dini devlet işleri ve eğitimden ayıran laiklik ilkesine, laisizme böyle varıldı.
Dini doğuran, ona hayat veren, modern zamanlarda özellikle, toplumsal koşullar karşısındaki acizliktir. Din bu acizliğin belirli bir sistem içinde kavramlaştırılmasıdır. “Tanrı, her şeyden önce, insanın bir yandan doğa, öte yandan sınıf boyunduruğuna sokulmasının yarattığı fikirlerin, yani bu bağımlılığı pekiştiren, sınıf mücadelesini uyutmayı amaçlayan kavramların bir bileşimidir.” diyen Lenin açarak şöyle yazıyor:
“İşçilerin ekonomik baskı altında olmaları, kaçınılmaz biçimde her türlü siyasal baskıya, toplumsal aşağılanmaya, kitlelerin ruhsal ve moral çöküntüsünün artmasına yol açar. İşçiler ekonomik kurtuluşları adına az ya da çok ölçüde siyasal özgürlük elde etmek için savaşabilirler. Ne var ki, kapital gücü yönetimden yok edilmedikçe ne oranda olursa olsun elde edilecek siyasal özgürlük, işçileri yoksulluktan, işsizlikten ve baskıdan kurtaramayacaktır. Başkaları hesabına çalışmaktan, yerine getirilmeyen isteklerden ve yalnız bırakılmışlıktan yılmış halk kitleleri üzerine her yerde büyük bir ağırlıkla yüklenen ruhsal baskı biçimlerinden biri dindir. Doğaya yenik düşen ilk insanların tanrılara, şeytanlara, mucizelere ve benzeri şeylere yol açışı gibi, sömürülen sınıfların sömürenlere karşı mücadeledeki yetersizliği de kaçınılmaz olarak ölümden sonra daha iyi bir yaşamın varlığına inanmalarına yol açar. Din, bütün yaşamı boyunca çalışan ve yokluk çekenlere, bu dünyada azla yetinmeyi, kısmete boyun eğmeyi, sabırlı olmayı ve öteki dünyada bir cennet umudunu sürdürmeyi öğretir. Oysa yine din, başkalarının emeğinin sırtından geçinenlere bu dünyada hayırseverlik yapmayı öğreterek, sömürücü varlıklarının ceremesini pek ucuza ödemek kolaylığını gösterir ve cennette de rahat yaşamaları için ehven fiyatlı bilet satmaya bakar. Böylelikle din, halkı uyutmak için afyon niteliğindedir. Din, sermaye kölelerinin insancıl düşlerini, insana daha yaraşan bir yaşam isteklerini içinde boğdukları bir çeşit ruhsal içkidir.” (Din Üzerine, 9-10)
Toplumsal ve doğal maddi koşullardan değil “mutlak irade”den hareket ettiği ve birincinin ikinciye ilişkin yanılsamalı inanışı değil ikincinin birinciyi yarattığını iddia eden dinci idealizm, acizlik sorununu tepe taklak ederek olsa da ortaya koymazlık edemiyor. Mısır’da Nasır döneminde idam edilen Müslüman Kardeşlerin önde gelen ideolog ve pratisyenlerinden Prof. Seyyid Kutup şöyle yazıyor:
“Fani olduğu için insan ömrü hudutludur, içinde yaşadığı bir korkunç kâinatta ehemmiyetsiz bir zerreden ibarettir. Fakat bu fani yaratık ezeli ve ebedi kuvvetle birleşerek o muazzam kâinatı bir anda kucaklayabilir. O fani yaratık, o aciz mahlûk çok şeyler başarabilir… Çünkü o, ezeli ve ebedi kudrete istinat ettiği için aciz ve güçsüz bir yaratık değildir artık. Fani insan varlığını, ezeli ve ebedi kudrete bağlama işi ancak dinin yapabileceği bir iştir.” (İslamın Dünya Görüşü, s 67-68)
Tüm dinlerde ortak olan “yarancı-mutlak irade”, hiçbir şekilde kanıtlanamamasına rağmen, “madde var edici” olarak kabullenilir, tüm evren bu eşsiz iradeye kurdurulur. Maddenin bilinci değil tersine bilincin maddeyi yarattığı temel idealist tezi, İslam’ın da temelini oluşturur. Hikmetinden sual olunmaz yaratıcı fikri, bu fikrin zihninde oluşması gereken insanı ve onun maddi yaşam koşullarını değil, fikrin kendisini birincil veri olarak alan onmaz bir idealizme denk düşer. “Olmak”ın ya da “yaratılma”nın bir süreci de yoktur, şeyler “mutlak irade” tarafından mutlak donmuşluğu ve tamamlanmışlığı içinde yaratılırlar. Kuranda şunlar yazılmıştır:
“Bir şeyi dilediği zaman, Onun emri ancak ‘ol’ demesinden ibarettir. O da oluverir.” (Yasin: 82) ve,
“Ey, insanlar, sizi bir tek candan yaratan; ondan da yine onun zevcesini vücuda getiren ve ikisinden de birçok erkekler ve kadınlar üreten Rabbinizden çekinin.” (En-Nisa 1)
İnsan, doğa ve. toplumsal koşullar karşısındaki acizliğini gidermenin yolunu “ol” dediğinde her şeyi ve her istediğini olduran, açıklayamadığı her şey ve olgunun yapılış ve oluşunu kendisine atfettiği “mutlak irade” sahibi hikmetinden sual olunmaz bir “yaratıcı”nın varlığında bulmuş: yapmakta va açıklamakta dönüştürüp değiştirmekte aciz kaldığı maddenin, nesnel şey, olgu ve olayların açıklamasını ve yapıcılığını maddi olmayan, doğa üstü yanılmaz bir iradeye, “tanrı “ya yormuştur. Kendisi içinde olmak üzere, tüm doğal ve toplumsal gerçeklerin varoluşu tanrıdan gelme sayılmıştır. Şeyler ve olaylar öylesine başsız sonsuzdur ki, kavrayış aczi içindeki insan, buradan “yaratıcı”nın başsız sonsuzluğu fikrine, “tanrı”nın “ezeli ve ebedi” oluş fikrine varmıştır. Bu fikir, tanrının insana ve onu çevreleyen doğa ile içinde yaşadığı toplumsal koşullara ilişkin her şeyi, her sorunu çözümlediği, yalnızca geçmiş ve an için değil sonsuz gelecek açısından da çözüme kavuşturduğu ve zaten yaratılırken şey ve olguların belirli bir amaçla var edildiği fikrine götürdü. Kutsal kitapların Allah’tan geldiğine ve bu kitaplar odağında belirli bir zamanda kurulmuş dinlerin “tanrı kelamı”yla insanın sorunlarını çözümlediğine inanıldığına göre, kitaplarda cisimleşen Allah’ın, bu kitaplar dolayımıyla, geleceği de ipotek altına aldığı savunuldu. Bu inanç insandan çok din adamlarının ihtiyacıydı. Yazılı kurallar ve kural koyucu bir akide gerekiyordu. Ve kutsal kitaplar. İslama göre Kuran ve burada açıklanan İslam dini, geleceğe de egemen Allah kelamı olduğu için, tüm gelecek için de geçerliydi ve her şeyi kapsayıcıydı. Kuran ve İslama göre şeyler donmuştu, değişmezdi, bir amaca göre var edilmişlerdi, oldukları gibi kalırlardı ve bir kez açıklanmışlardı, gelişmeler içinde yeni açıklamaları gereksinmelerdi. Buradan genel olarak din ve özel olarak İslam’ın kapsayıcılığı ve tutuculuğu çıkmakladır. O, her şeyi bilmektedir ve her şeye egemendir, tüm dünya İslam ve Kurana göre yönetilmek üzere yaratılmıştır ve yönetilmelidir. Üstelik bu, 1400 yıl önce yazılmış ya da vahyolunmuş bir kitaba göre gerçekleştirilmelidir!
Şeriat devleti fikri, hem idealist hem metafizik ve hem de tutucu ve gericidir.
“Akide (İslam akidesi-ÖD), ferdin çevresindeki insan, hadise ve eşya ile olan alakasını, bu alakanın gayesini ve istikametini açıklar.” diyen Prof. Seyyid Kutup şöyle devam ediyor “Bizim, halkı davet ettiğimiz akide ise, yalnızca muvakkat bir zaman için ve insanların bazı muayyen müşküllerini halletmek için değildir. Onun paha biçilmez kıymeti, insanın bütün meselelerini çözmekten ve bu hali ebedler boyu devem ettirebilmekten gelir.” (İslam’ın Dünya Görüşü, s. 69)
Dünyanın “mutlak irade”nin göksel yasalarıyla ya da bu iddiadaki Muhammed’in 1400 yıl önce değişmezlik iddiasıyla koyduğu yasalarla, maddi gerçeklerden çıkarılmış maddenin gelişme yasalarıyla değil saf aklın ürünü idealist ve metafizik yasalarla yönetileceği, tüm insanı sorunların çözümünün içerildiği şeriat sistemi, tüm zamanların çözümü olmaktadır böylelikle.
İnsan, ancak Allah’a sığınarak, yaşamını sürdürebilir. Esas önemlisi, gerçek dünyada mutlu ve kendi efendisi bir yaşam süremediği ve süremeyeceği için, “öte dünya”daki yaşamı ve mutluluğunu gerçekleştirebiliyor, İslama göre. Yoksa kendi sorunlarını, doğa ve toplum yasalarını keşfederek çözümleyebilmekten acizdir aciz kalmaya mahkumdur. Ve Allah, Kuran aracılığıyla, onun bu acizliğini vurgulamakta, kafasına vurmaktadır: “Olur ki, bir şey hoşunuza gitmezken o sizin için hayırlı olur, bir şeyi sevdiğiniz halde o da hakkınızda şer olur. Allah bilir siz bilmesiniz.” (Bakara: 216)
Kuşkusuz İslam’ın önerdiği bilinemezcilik Berkeley türü değildir. O, şeylerin sadece bilinebilirliğini değil her şeyi bilen bir “yaratıcı” tarafından yaratıldığını belirtmektedir. Bilinmeyen, bilinemeyecek olan, bilinmezlik denizinde yüzen, “aciz insan”ın Allah’a sığındığında öğrenen insan!
İnsan bilmezse yargılayamaz da. Ve İslam yargılayıcı olarak Allah’ı gösterir. O’nu Alan kelamı olarak Kuranda cisimleştirir, yargılamayı dünyevi olarak Kurana verir “O, hanginizin daha güzel amel edeceğini imtihan etmek için ölümü de hayatı da takdir eden ve yaratandır. O, galib-i mutlaktır, çok yargılayıcıdır.” (El-Mülk 1/2)
Burada “tanrıyı yaratan korku”, tanrısallığın temel bir niteliği olarak vurgulanmakta, tanrının korku ve bunun unsurları olarak imtihan edicilik ve yargılayıcılık üzerine oturduğu belirtilmektedir. İnsan acizliğinin neden olduğu korku, doğa ve sermayenin gücünden korku olmadan, tanrı olmazdı, tanrı fikrine varılmazdı. Ve imtihan ve yargılayıcılık öyledir ki, insan ölümle imtihan edilip yargılanmaktadır. Bu fikirler, tahmin edileceği gibi, “öte dünya “, “cennet-cehennem ” fikirleriyle bağlantılıdır. İnanmayan, isyan eden, dünyevi sorunları kendi çözmeye girişen, ölünce, yargılama sonucu cehenneme gidecek, bu dünyada çektiği azapları misliyle “öte dünya”da çekmeye devam edecektir. Her şeyi Allaha bırakıp “öte dünya”nın mutluluğunu istemekten, ancak “öte dünya”da kurtulabilmekten başka çere bırakılmamaktadır “aciz insanlar”a.
İşte Allah kelamı doğrultusunda davranmak, şeriat düzenini kabullenmek ve gerçek dünyada sömürü ve zalime boyun eğmeye katlanmak karşılığında kendisine “öte dünya”nın, cennetin mutlulukları, huri ve gılmanları sunulan insan üzerinde, onun bilinç ve ruhuna hükmeden dinin, İslam’ın yatıştırıcı etkisi buradadır, “din afyondur” sözünün anlamı budur. Kutup, İslam’ın bu yatıştırıcı etkisini de açıklıyor:
“… İslam, sulhu (siz, sınıf barışı, sömürü ve zorbalığa boyun eğme olarak okuyun-ÖD), ferdin ve cemaatin hudutlarından öteye taşır. Fertten başlayarak, cemaate; cemaatten da bütün beşeriyete götürerek sulhu tahakkuk ettirir. Çoğu zaman kavgalar, zorla başarılmış kuvvetin, müsamaha görmemiş enerjinin birden bire isyan etmesiyle olur (Demek ki “papaz” gerekiyor, yatıştırıcı bir faktör gerekli-ÖD). Yaşama sahasının daraldığı, hayat hedeflerinin gizlendiği; ferdin ve cemiyetin düşüncesinin gelişmek için imkân bulamadığı yerlerde kavgalar olur.
“İslam, bütün bunları keskin bir görüşle görerek, derinliğine nüfuz ederek, ferdi ve cemiyeti kısa mesafeli hedeflerden (dünyevi hedeflerden, sömürüden kurtuluş hedeflerinden okuyun-ÖD) kurtararak, hür bir hayatın yüce hedeflerine yöneltir ve bu hedeflere varması için ona çalışma imkanı temin eder. Ferdi, kısa ömrünün dar sahasından (gerçek maddi dünyadan- ÖD) çıkararak umumi hayatın (“öte dünya”nın-ÖD) geniş sahasında serbest bırakarak (geçici olduğu gerekçesiyle gerçek dünyaya katlandırarak yatıştırma- ÖD)”. Ve en önemli olana geliyoruz:
“Öyle bir nizam ki, orada fert, çalışırken yalnız kendisi için değil, bütün insanlığın faydasına da çalıştığını hisseder (Söz konusu edilenin tüm üretim araçlarının kamu mülkiyetinde bulunduğu sosyalizm olduğu sanılacak! Oysa kapitalist sömürgenlik koşullarında konuşuluyor ve işçinin sadece kendisi için değil herkes için çalıştığını hissetmesi istenerek, burjuvazi için çalışma, burjuvazinin artı değere el koyması kutsanıp onaylanıyor, buna karşı çıkmaması için işçi “öte dünya” düşüyle yatıştırılıyor-ÖD) O zaman Müslümanlar… kendilerine ait mülkiyetin sadece kendilerine ait olmadığını görürler. (Burada, sıra burjuvaziye geliyor. Onlar da mülkiyetin, işçilerin anı değerine el koyarak var ettikleri mülkiyetin sadece kendilerine ait olmadığını görecekler! Ne olacak? Mülkiyet İslama göre Allah’a ait. İşin içinden nasıl çıkılacak, burjuvazi sömürüp tüm mülkiyeti elinde toplar işçiler de sürünürken, hakkaniyet, Allah’ın adaleti nasıl sağlanacak? Yolu var. Zenginler Allanın olan mal ve mülklerinden bir kısmını “zekât” olarak yoksullara dağıtacaklar. Ne düşük bir bedel burjuvalara “öte dünya”yı garanti eden. Ama bu sadaka, zaten ücret olarak dağıtılmıyor mu? Ancak zekat sorunu çözmüyor, Peygamber zamanında varolan köle, hala ücretli köle olarak var olmaya devam etlikçe, yatıştırma bir noktada tıkanacak, zekat para etmeyecek, gerçek dünyanın yasaları rollerini oynamaya başlayacak ve proletarya kurtuluşunun yoluna girecektir-ÖD) Yaşamış oldukları hayatın gaye değil, sadece bir vasıta olduğunu anlarlar. O halde, büyük gayelerin tahakkuku ve bütün insanlığın ulaşılmasını beklediği kapsayıcı hedefler için çalışırlar. Zira ferdi ve küçük meseleler için kavga etmek yoktur İslam’da.” (İslam’ın Dünya Görüşü. S. 181)
Yaşam geçicidir, “öte dünya” mutluluğu için yalnızca bir imtihan, bir araçtır. Yapılması gereken cennet için, büyük ve kapsayıcı hedefler için Allah’a hamdetmek, yaşanan gerçek ve maddi dünyanın sömürü ve baskı gibi “küçük” sorunlarıyla ilgilenmemek, bunlardan kurtulmak için kavgaya atılmamaktır. Din, proletarya ve emekçiler için yalnızca yatıştırıcı bir ilaçtır. Din afyondur.’
Tanrı ve kutsal kitapları bu dünyayı, gerçek maddi dünyâyı niçin bir “öte dünya” lehine geçici gösteriyor? Bu dünyanın pisliğine, sömürü ve zoruna, sermayenin kör gücüne, cennetin hurileri adına katlanmak niçin öneriliyor? Bu yatıştırıcılık neden? Açık değil mi? Bu dünyayı kavgasız gürültüsüz “sulh” içinde, “sınıf barışı” içinde yaşanabilir kılmak için. Gerçek yaşam ve onun mutluluğu burjuvaziye ve diğer sömürücülere, “öte dünya”nın mutluluğu başta işçiler olmak üzere “günahkâr” olmayan, önerilen katlanmaya boyun eğerek uyan ve Alanına hamdeden herkese!
Tanrı kavramı, tarihsel olarak ve gerçek yaşamda acizliğin, doğa ve sınıf boyunduruğu altında oluşun ve bu koşulları değiştirmede yetersizliğin, üstelik anlaşılıp açıklanamadıkça körlesen, egemenlik altına alınamayan doğa ve üstesinden gelinemeyen sermaye gücünden, nerede nasıl etkilerde bulunacağı kestirilemeyen bu güçlerden duyulan korkunun kavramlaşmasıdır. Önyargılar, kutsallaştırılan bilgisizlik, kölece boyun eğiş ve mutlak egemenlik, sığınma, genel olarak korku ve ölüm korkusu, tanrı kavramının içini doldurur. Dünyada ve “öte dünya”da bir yanda kölelik, öte yanda egemenlik, bu kavramın değişmez içeriğidir. Kul-tanrı, mümin-halife, şeyh-Ayetullah vb, proletarya-burjuvazi, tebaa (ya da vatandaş)- devlet ve bunların mutlak değişmezliği, dinlerde ve tanrı kavramında içerilmiştir. Ve doğal ki aciz insanın bilgisizliği içinde oluşturduğu bu tanrı kavramı, geri dönüp, kendi oluşturucuları üzerinde karşı etkisini gösterir. Pratikte, tanrı fikri, insanı, halkı kölelik düzeninde tutmaya, geçici varsayılan gerçek dünyanın sömürü ve zorbalık koşullarına boyun eğişin sürmesine yardımcı olur. Tanrı ve dinleri, insanın -tanrı aracılığıyla- insana, sınıf boyunduruğuna bağımlılığını pekiştiren, sınıf mücadelesini yatıştıran, proletaryayı burjuvazi, emekçi halkı gencilikle “sulh” içinde yaşamaya yönelten yanılsamalı fikirler toplamıdır”.
Tanrı ve dinleri, Kutup’un da vurguladığı gibi, çok açık olarak, toplumsal olarak yaratılmış kavram ve kategoriler oldukları gibi, tek tek bireylerle ilgilenmekle kalmazlar, bireyle toplumu birbirine bağladıkları, aralarındaki temel bağlantıyı kurdukları iddia edilir. Oysa İsa ve Muhammed zamanları dâhil hiçbir dönemde, tanrı kavramı ve dinler, bireyle toplum arasındaki bağlantının kurucusu olmamıştır. Toplumsal ilişkiler hiçbir zaman tanrısal ve dinsel ilişkiler olarak şekillenmemiştir. İnsanlar, kuşkusuz her zaman gerçek maddi ilişkilere sahip olmuşlar, çeşitli üretim ve değişim ilişkileri içinde belirli üretim aletlerini kullanmış ve belirli üretim tarzları ve ona uygun toplumsal ilişkilere sahip olmuşlardır. Gerçek ilişki hep, ya kölelerle köleciler ve patrisiyenler ve serflerle feodal beyler ya da proleterlerle kapitalistler arasında kurulmuştur. Bunlar, ya önceleri olduğu gibi insandan insana ilişkiler olarak şekillenmiş ya da kapitalizmde olduğu gibi insanlar arasındaki ilişkiler metalar arasındaki ilişkiler, meta ilişkileri olarak görünmüştür. Ama bu gerçek ilişkiler ve dönüşümünü açıklayamayan, onları yöneten yasaları çözümleyemeyen insanların zihninde toplumsal ilişkiler, bireylerle toplum arasındaki ilişki, dinsel ya da başka türden yanılsaman biçimlerde yansıyabilmiş ve yansımıştır. Gerçekte ise, tanrı kavramı ve dinler bireyle toplum arasındaki tek ilişkiyi, “korkulan ve yargılayıcı tanrı” inancı aracılığıyla, ezenlerin “tanrılaştırılması”, çünkü üstesinden gelinmezliği, değişmezliği ve değiştirilmezliği inancı aracılığıyla, ezilen sınıfların ayağına pranga olmakla kurmuştur. Ezilmeyi ve sömürülmeyi kader göstererek, din ve tanrı kavramları, bireyle toplum arasında kurulmuş gerçek bağları, sömürü ve zora dayanan bağları takdis edip onaylamış, tek toplumsal rolünü bu olumlama dolayısıyla, afyon olma özelliğiyle oynamıştır. Din afyondur.
“Din ayfondur” demek yeterli midir? Kuşkusuz hayır. Dinsel idealizmin, tanrı fikrinin uygun şekilde çürütülmesi ve proletarya ve emekçilerin dinsel dogmalar karşısında aydınlatılmasını amaçlayan, doğrudan dini hedef alan bir propaganda ateizm propagandası yürütülmesi gereklidir. Din karşısında ideolojik açıdan hiçbir uzlaşma tanımadan ateizm (dinsizlik) platformunda bir kuramsal mücadele ve propaganda yürütülmesi zorunluluktur. Ancak burada Marksizm’in din karşısındaki tutumuna, siyasal taktiğine geliyoruz. Marksizm’in din sorunu karşısındaki siyasal tavrı ve taktiği ne olmalıdır?
“Din kişinin özel sorunu olarak kabul edilmelidir. Sosyalistler din konusundaki tavırlarını genellikle bu sözlerle belirtirler.” (Lenin, Din Üzerine, S.10)
Bunun anlamı, devletle ilişkisi açısından alındığında dinin kişisel bir sorun olarak anlaşılması gerektiğidir. Din devletten bağımsız, devletle ilişkisiz olmalıdır. Dinin devlet üzerinde herhangi bir yetkisi ve düzenleyici bir işlevi, devletin de din üzerinde, dini inanış sahibi insanlar üzerinde herhangi türden baskısı olmaması, ayrımcılık yapmaması gereklidir.
Dinsel kişiler, kurumlar, siyaset dışı olmalı, siyasal yaşamın dışında bulunmalıdır. Din, inanç sorunudur.
Siyasal bir sorun değil. Tanrıya inanan insan ile tanrısı arasına girmemek ne kadar doğruysa, tanrının da tek tek insanlarla ilişkisi alanının ötesine geçerek dini siyasallaştırması, insanlarla inanç ilişkisini siyasal ilişkisi olarak düzenlemeye kalkışması o kadar akıl dışıdır.
İnsanlar şu ya da bu dine inanmakta ya da inanmamakta, ateist olmakta tümüyle özgür olmalılar, devlet herhangi bu dine inandığı ya da inanmadığı için insanlar arasında ayrım ve bazıları lehine diğerleri üzerinde baskı oluşturmaya yönelmemelidir. Dine inanmak ya da inanmamak tümüyle ve yalnızca kişinin kendi öz sorunu olmalı, devlet dine hiçbir şekilde müdahale etmemeli, kişi inanç özgürlüğüne sahip olmalıdır. Müdahalesizlik aynı zamanda, devletin dini kişi ve kurumları mali açıdan da bağımsızlığına sahip kılmasını kapsamalıdır. Devlet dini kurumlara mali açıdan ne dayanmalı ne de onları finanse etmelidir.
Dinin kişiselliği ve devletten bağımsızlığı, kısaca laisizm olarak nitelendirilir ve burjuva devrimleri çağında burjuvazi tarafından konulmuş bir ilkedir laiklik. “Devlet dini” söz konusu olmayacaktır. Devlet yapısı dinsel kurallara göre şekillendirilmeyecektir. Din kamu hizmeti olarak kabul edilmeyecektir. Kişilere dinsel özgürlük tanınacak ve garanti edilecektir. Laikliğin eğitim alanında da gerçekleşmesi ve eğitimin dinden ayrılması tamamlayıcı bir ilke olarak gereklidir.
Bir de sorunun diğer yanı var. Marksizm açısından, proletaryanın partisi açısından, din kuşkusuz özel bir sorun değildir ve olamaz. Marksizm’in felsefi temeli, her türden idealizme olduğu gibi dinsel idealizme de karşı ve tamamen ateist bir tutumda olan diyalektik materyalizmdir. Genel olarak idealizmi özel olarak dini, emekçileri uyutup yatıştıran ve sınıf mücadelesini saptıran afyon olarak gören Marksizm, tüm dinleri ve dinsel örgütleri, proletarya ve emekçilerin sömürülüp ezilmesine katkıda bulunan gerici kategori ve kurumlar olarak değerlendirir. Parti, diyalektik tarihsel materyalizmi felsefi temel edinen ve kurtuluş için bir araya gelmiş proletaryanın bilinçli ileri unsurlarının toplandıkları örgüttür. Proletaryanın kurtuluş yolunu göstermek ve bu mücadeleyi yönetmek üzere kurulmuş bu örgüt, dinsel inanç olarak ileri sürülen idealizme, sınıf bilincinden uzaklığa bu bilinç karşıtlığına, cahilliğe ve önyargılara göz yumamaz, bunlar karşısında tarafsız kalamaz. Bu, kendini inkâr olur. Parti, her türden idealizm ve metafizik düşünce tarzına karşı olduğu gibi, dinsel düşünüş ve inanışa dinsel aldatmacalara karşı proletaryayı aydınlatmazlık edemez. Çünkü o, işçi sınıfının kurtuluş yolunu ancak böyle açabilir.
Bu ne demektir? Marksizm, proletarya partisi, dinsel doğma ve aldatmacalara karşı, dine karşı ateizmi savunacak ve propaganda edecektir. Kendini yarım yamalak eleştiriyle, dinin aşırı kötülüklerinden arındırılmasıyla ya da dinin devletten bağımsız olarak yaşamını sürdürmeye devam etmesini kabullenmekle, burjuva laisizmiyle sınırlandırmayacak, dini yok etmeyi, işçilerin kafasından bir bütün olarak dini ve dinsel inanışı söküp atmayı ve dinsizliği, materyalizmi yerleştirmeyi hedefleyecektir. Din ile uzlaşma olamaz, idealizmle materyalizm birbirinin inkârıdır. Marksizm dinsizliktir. Bu tümüyle açık olmalıdır.
Ancak ateizmin savunulması ve propagandası, Marksizm ve partinin din ve dinsel öğretilerle uzlaşmazlık içinde bulunması, sorununun bir yanıdır. Diğer yan, dine karşı nasıl mücadele edileceğidir.
Din karşıtı ateist propagandaya, her türden dinsel dogmanın tutarsızlığının açığa çıkarılmasına evet, ama bugünden yarına dine karşı bir siyasal “savaş açmaya” hayır. Neden? Çünkü dinin en derinlere kök salmış kaynağı, yalnızca doğa değil sermayenin kör gücü karşısında bilgisizlikten gelen acizliğin, onu devirmeye akıl ve güç yetirememekten gelen acizliğin yarattığı korkudur. Dinin kaynağı, kapitalizm ve sermayenin egemenlik koşularında işçinin bilgisizliği, kendinin farkında olmayışı, emeğine ve kendine yabancılaşma içinde bulunmasının yarattığı acizlik durumudur. Dinsel fikirler, bu koşulların ürünü ve yansımasıdır. Ama kaynak kurutulmadan, ürünleri etkisizleştirmekle uğraşmak, materyalizmi kavramamak demektir. Bir fikri var eden maddi zemin dururken, bu zemini değiştirmeyi bir yana bırakarak, o zeminde yeşermesi kaçınılmaz fikirlere karşı savaş açmakla yetinmek, bunu birinci sorun haline getirmek ve böylelikle zafere ulaşılabileceğini sanmak safdillik olur.
Bu durumda yapılması gereken şey açıktır, dine ve dinsel dogmalara karşı mücadeleyi kapitalizmi devirmeyi amaçlayan sınıf mücadelesine bağlayarak yürütmek. Bu, zaferi getirecek olan tek yoldur. Tersine davranmak, ikinci ve üçüncü dereceden sorunları ön plana alarak ortalığı bulandırmak, bu tür zaaflı bir mücadelenin teşvik edeceği karşı güçlerle çatışmanın ve onların provokasyonlarının, asıl yapılması gerekeni, sınıf mücadelesini saptırması ve militanlaşacak dinciliğe hedef şaşırtma olanağının tanınması anlamına gelecektir.
Lenin konuyla ilişkin şunları yazıyor.
“Hiçbir koşulda din sorununu, burjuva radikal demokratlarının sık sık yaptığı gibi, soyut, ülkücü bir biçimde sınıf mücadelesinden kopuk ‘entelektüel’ bir sorun gibi ortaya koymak yanlışına düşmememiz gerekir. Aşırı baskı temeline oturan ve işçilerin eğitilmediği bir toplumda, dinsel önyargıların sadece propaganda yöntemleriyle yok edilebileceğini sanmak budalalık olur. İnsanlığın üzerindeki din boyunduruğunun, toplumdaki ekonomik boyunduruğun bir sonucu ve yansıması olduğunu akıldan çıkarmak burjuva dar görüşlülüğünden başka bir şey değildir. Proletarya kapitalizmin karanlık güçlerine karşı kendi mücadelesiyle aydınlanmadıkça ne kadar bildiri dağıtılırsa dağıtılsın, ne kadar söz söylenirse söylensin proletaryayı aydınlatmak olanaksızdır. Bizim açımızdan ezilen sınıfın bu dünyada bir cennet yaratmak adına gerçek devrimci mücadelede birleşmesi, öteki dünya cenneti konusunda proletaryanın görüş birliğine gelmesinden daha önemlidir.
“İşte bu nedenle programımızda ateist olduğumuzu belirtmiyoruz ve böyle davranmak zorundayız. (…) Biz her zaman bilimsel dünya görüsünü öğütleyeceğiz ve çeşitli Hıristiyanların tutarsızlıklarıyla savaşacağız Fakat bu hiçbir zaman, yeri olmadığı halde din sorununun birinci plana alınması demek değildir. Yine bu hiçbir zaman, gerçekten devrimci ekonomik ve siyasal mücadele güçlerinin üçüncü sınıf görüşler ya da anlamsız fikirler nedeniyle birbirlerinden kopmasına, siyasal önemlerini kaybetmesine, ekonomik gelişim karşısında bir yana itilivermesine göz yummamız da demek değildir.” (Din üzerine, s. 14)
Özetlenirse, Marksizm’in dine karşı tutumunun üç öğesi sayılabilir 1. Dinin devletten ve eğitimden ayrılması ve inanç özgürlüğü, din kişisel bir sorundur. Burjuva demokratik karakter taşıyan laiklik ilkesi. Bu ilke savunulmalıdır. 2. Ancak laikliğin savunulması yetersizdir. Proletaryanın partisi din karşıtı ateist propaganda yürütülmelidir. Bu alanda din ve dinsel önyargılarla uzlaşılamaz. 3. Ateist propaganda dini ve dinsel önyargıların yok edilmesinde yetersizdir. Dine karşı sınıf temelinden kopuk savaş yanlışına düşülmemelidir. Ateist propaganda ve dine karşı mücadele sınıf mücadelesine ve onun ihtiyaçlarına bağlanarak yürütülmeli, işçilerin dinsellik gibi üçüncü dereceden sorunlarla bölünmesine izin verilmemeli, kapitalizmi ve sermaye egemenliğini devirme mücadelesi esas alınmalı, gerçekten devrimci siyasal ve ekonomik güçler oluşturulmalıdır. Marksizm’in soruna yaklaşımı budur.
Peki, dinin ve dine karşı mücadelenin tarihsel gelişimi ve proletaryanın görevleri açısından Türkiye’deki somut durum nedir?
Önce, kuralları nispeten yumuşamış olmakla birlikte devlet bir din devletiydi. Sultan aynı zamanda halifeydi ve şeriat yasaları geçerliydi. Kemal’le birlikte bir çatışma başladı ve din, sorun olmaya başladı.
Kemal’in dinsel fikir ve önyargılara ve özellikle dinsel kurumlara karşı ve hatta zaman zaman bizzat dine karşı belirli bir savaş yürüttüğü gerçektir. Bu savaş ve onun tarihsel gelişimi çözümlenmeden, günümüzde proletaryanın din karşısında somut görevlerinin neler olması gerektiği doğru olarak belirlenemez.
Sorun oldukça karmaşıktır. Kemal, Kurtuluş savaşına kendisi hakkında “katli vacip” fetvası veren Sultan’ın Şeyh-ül İslam’ı Dürrizade’nin karşısında Ankara müftüsü Vehbi efendinin ulusalcılığı onaylanan fetvası cebinde başlamıştır. Başlangıçta Sünni hocalar ve Alevi Seyyid ve dedeleriyle arası iyidir.
Savaş sonunda Kemal’de sertleşme görülür. Sultanlığın lağvının ardından yaklaşık bir yıl sonra Halifelik de kaldırılır. Egemenlik çatışması Sultanlığın kaldırılmasına götürmüş, ancak bu kez devletin yeni bir temelde örgütlenmesi gerekmiştir. Ulusalcılık ümmetçiliğin yerini almıştır ve devlet de ulusal bir cumhuriyet olarak örgütlenir. Halifelik belki de süs olarak taşınabilirdi, ancak siyasal kaygılar ve dinci örgütlenme geleneğinden çekinmesi. Kemal’i onu da kaldırmaya götürür. Devlet, ulusal temelde bir feodal burjuva despotluk olarak, modern bir devlet olarak örgütlenir. Ümmet ve ümmetçiliğin reddi ulusalcılığın laisizmle birliğini gerekli kılar. Kemal, önderlik içindeki Karabekir, R. Orbay gibi cumhuriyet ve laiklik karşıtlarıyla çatışması içinde girdiği yolda ilerler. Hem önderlik içinde ciddi muhaliflerin olması hem de ülkede dinsel örgütlenme geleneğinin yaygınlığı Kemal’i dinsel örgütlenmelere ve hatta dine karşı sert önlemler almak durumunda bırakır. Önlemler peşi sıra sökün eder. 1923’te, 1925’te yeniden pekiştirilerek düzenlenmek üzere, “dinin siyasi maksatlarla suiistimal edilmesini önlemek” gerekçesiyle Hıyanet-i Vataniye kanunu çıkarılır. 1925’te ayrıca dinci genellikle suçlanıp adı geçen yasa uyarınca cezalandırılacak olan Şeyh Sait isyanı bahane edilerek çıkarılan Takrir-i Sükûn kanunuyla ve kurulan askeri mahkemelerle dinciliğe karşı savaş düzenine girer Kemal. Ardından tekke ve zaviyeler kapatılır, dinsel örgütlenmelere son verilir. Arap harfleri kaldırılıp Latin alfabesi kabul edilir. Tüm dinsel unvanlar kaldırılır, şeyhlik-müritlik ilişkisi yasaklanır. Kemal şöyle der: “Türkiye Cumhuriyeti şeyhler dervişler, müritler, mensuplar memleketi olamaz. En doğru ve en hakiki tarikat, tarikat-i medeniyettir. ” (Aktaran Ç. Özek, Devlet ve Din, s. 676) Fes giyilmesi ve ezan’ın Arapça okunması yasaklanır, çıkarılan medeni kanunla dini evlilik kaldırılır. Ve laiklik ilkesi Anayasaya konur.
Bu arada dinsellikten güç alan muhalefetin düzene kanalize edilmesi girişimi görülür. Kemal, yakın arkadaşı olan ve belirli bir dinsel eğilim taşıyan Fethi Okyar eliyle bu muhalefeti toparlayacak Serbest Fıkra’yı kurdurur. Parti hızla büyümeye ve elden kaçmaya başlayınca yasaklanır. Sonuç fiyaskodur.
Ve kuşkusuz, silahlı karşı koyuşlara varan muhalif hareketler ortaya çıkar. 1925’te Şeyh Sait’ten (O’nun ayaklanması ulusal nitelikledir, ancak harekette din öğesi de oldukça ağırlıklıdır) başlayarak, şapka “devrimi”ne karşı Of’ta İskilipli Atıf Hocanın isyan etmesiyle süren dinci tepki 30’da Menemen olayıyla doruğa çıkar. 33’te Bursa’da Kozanlı İbrahim Arapça ezan isteğiyle ayaklanır. 35’te Nakşibendi şeyhi Halit’in başlattığı ve sonra oğlu tarafından sürdürülen silahlı ciddi bir hareket görülür. İskilip’te Nakşibendi şeyhi Ahmet Kalaycı yeni bir tarikatla silaha sarılır.
Kemal’in yanılmıyorsak, 30’ların ortalarında doğrudan dine karşı bir saldırısı da vardır. Bizzat kendisi bir Tabiat kitabı taslağı hazırlar. Burada Kuranın Muhammet tarafından yazıldığı, insanın Darwin kuramı uyarınca geliştiği ve Allah tarafından yaratılmadığı vb. türünden materyalist görüşler savunur. Ancak bu Kemal’in genel çizgisi ve yönelimi içinde bir istisna oluşturur. Ve zaten kitap basılıp piyasaya sürülmez ve okutulmaz. (Kemal muhtemelen ikna edilerek yatıştırılmıştır. Bunu İsmet yapmış olsa gerektir.) Bu sayılmazsa, Kemal doğrudan dine saldırmaz, Allah lafı etmez, ancak bu laiklikle, dinin siyası amaçlarla sömürülmesinden kaçınılmasıyla izah edilir ve Allah’a açıktan karşı çıkmaz. Onda materyalist açıdan din eleştirisi, uygulamada ateist bir tutum yoktur.
Kemal laisizmle karakterize olur. Dini devletten ve eğitimden ayırmıştır, dinsel çeşidi kurum ve kategorileri kaldırmıştır. Kemal’in din aleyhtarı tutumunun yetersizliği ve zaafı ateist olmayışı ve ateist propagandaya yönelmeyişidir. Ama bundan önemli zaafı, din aleyhtarı savaşı, köksüz ve temelsiz bir biçimde, toplumsal yapının dönüştürülmesine yönelmeden, salt siyasal alanda ve idari tedbir ve yasaklarla yürütmeye girişmesidir. O, hem ateizme yönelmemiş ve hem de üçüncü dereceden sorunları ön plana çıkararak birincil sorunlar haline getirmiştir. Fese karşı yasak uygulamanın anlamı olabilir mi? Süreç içinde giyilmesine alışılacak şapka uğruna Kemal kelleler almış, bu tutum sıradan insanlar tarafından anlaşılamamış, bir yandan, dincilik, benzeri tedbirler nedeniyle militanlaşırken diğer yandan sıradan insanları, “müminleri”‘ni peşine takabilmiştir. Toplumda uygunsuz bir laik-dinci sertleşmesi oluşmuş, bu durum günümüze dek devam edegelmiştir. Kemal döneminde oluşan dinciliğin militanlaşmasının ne derece sınıf örgütlenmesi ve mücadelesinin koşullarını zorlaştırıp bu potansiyeli parçalayıp dağıttığını araştıramadık. Ancak hala Kemal düşmanlığında şampiyonluğu kimseye bırakmayan dinsel fanatizmin, Kemal’in aşırı ve toplumsal dönüşümlerden kopuk, yasakçı din aleyhtarı savaşçılığı ile teşvik edilmiş ve militanlaştırılmış oluşunun sonuçlarını bugün yaşıyoruz. Günümüzde emperyalizm ve gericilik tarafından kışkırtılıp militanlaştırılmanın ötesinde dinsel fanatizm, tarihsel olarak da Kemal tarafından militanlaşmaya itilmiş durumuyla, toplumun gündemine üçüncü dereceden sorunları çıkarmaya çalışmakla, uygulamada olumsuzlukları ortaya çıkmış laiklik karşıtı propaganda ve eylemlerle güç toplamaya girişmektedir. Dinsel fanatizm bu konumunu emperyalist ve gerici teşvikin yanı sıra Kemal’in dar görüşlü burjuva laisizmi çerçevesindeki din karşıtı savaşçılığına da borçludur.
Kuşkusuz, tutarsızlığı eleştirmekle birlikte Kemal ve bugün omun laisizmim sürdürmeye çalışanlarla dinci fanatizme karşı olabildiğince birlemeye çalışmak yanlış olmaz. Ancak onların tutarsızlığı ve köksüzlüğünün eleştirisi mutlaka gereklidir. Çünkü bu tutarsızlık sınıf mücadelesini saptırmaya pirim verme ve üçüncü dereceden sorunların gündemi işgal etmesini kolaylaştırma yönünde bir rol oynamaktadır. Üstelik Kemal de, bugün onun laiklik ilkesini savunanlar da ateist değillerdir (istisnalar dışında). Ve en önemlisi ateist olsalar bile bunu kendilerine saklamakta, ateizm propagandası yapmamakta, yaptıkları kadarıyla ise bu propagandayı entelektüel ülkücülükle yürütmekte, onu başarılı olabileceği yegâne temele, kapitalizmin dönüştürülmesi temeline oturtmamakta sınıf mücadelesine bağlamamakladırlar. Üçüncü dereceden sorunları öne çıkaran temel zaaf buradadır.
Kemal’in orijinalitesi, ekonomik ilişkiler alanında feodalizme karşı bir savaş içine girmeksizin, laiklik ilkesiyle dinsel kuruluş ve kategorilere karşı bir savaş yürütmüş olmasıdır. Böylelikle O. Türkiye burjuvazisi açısından belirli bir dine karşı savaş geleneği oluşturmuştur. .Ancak onun yürüttüğü savaşın radikal köksüzlüğü, toplumsal ilerlemeden kopukluğu, bu geleneğin tüm ülke burjuvazisine mal olmasının engeli olmuş, burjuvazi içinde tersine bir eğilim de gelenekleşmiştir. Göstermelik laflar bir yana bugün burjuvazi laiklik ilkesi karşısında bile bölünmüş durumdadır. Dine karşı savaş konusunda ise tümüyle bölünük haldedir. Ve son yıllarda burjuvazi açısından laik olmayan ve hele savaş bir yana dinselliği savunan eğilim hızla gelişmiş ve esas eğilimi oluşturmuştur. Bunda bir yanıyla burjuvazinin gelişmemişliği ve ideolojik ve toplumsal olarak geriliğinden gelen tutuculuğunun; diğer yanıyla Marks zamanında Avrupa’da olanın tersine, kendisi dine karşı savaş açma yoluyla değil ama dinciliği doğrudan besleyip teşvik ederek onu proletarya ve emekçilerin kurtuluş hareketlerinin üzerine sürme yoluyla üçüncü dereceden sorunların öne çıkarılması aracılığıyla, hem karşı devrimci güçleri büyütme ve dayanaklarını güçlendirme ve hem de gündemi ve sınıf mücadelesini saptırma ve proletaryanın amaçlarını bulandırma hedeflerini gerçekleştirmeye yönelmiş olmasının rolü vardır.
Kemalist savaş geleneğini sürdüren bir burjuva aydın kesimi var ülkede. Ancak bunlar özellikle korkutuldukları koşullarda tutarsız din aleyhtarlıklarının da beslemesiyle hemen gerilemekte ve gündem oluşturacak olanakları pek az bulabilmektedirler. Olağanüstü yozlaşmış haliyle belirli bir laiklik geleneği sürdüren ordu ise dikkate alınması gerekli önemli bir güç oluşturuyor. Zaman zaman aydın kesimle de birbirlerin tavrını güçlendirerek, bu iki kesim ve güç, birlikte din aleyhtarı bir tutuma dayanaklık edebiliyorlar. Oldukça karmaşık durumlar yaşanabiliyor. Örneğin, saldırıda belirli bir denge tutturulduğu görüntüsü vermek ve bazı iç hesaplaşmaları gerçekleştirebilmek için, dinciliğin önünü düzlemiş ve onu teşvik etmiş olan Eylülcü generaller, dinciliğe karşı bir saldırı da düzenleyebiliyorlar, bu yönde ordunun henüz tümden silinmemiş laik geleneğinden ve laik aydınlardan destek alabiliyor, bu noktalara dayanabiliyorlar. Bu ve benzeri örnekler sert sınıf çatışması ortamının neden olduğu karmaşa ayrıntılarıdır. Genel çizgiyi ifade etmez ve belirlemezler.
Bugün saptanması gereken şudur: Batı Avrupa ülkelerinde olduğu gibi dincilikle hesaplaşmasını esasta tamamlayan ve onunla savaşma geleneğine sahip bir burjuvazimiz mi var ve böyle bir burjuvazi, Lenin’in dediği gibi, “kasıtlı olarak dine karşı sözüm ona liberal bir ‘saldırı’ örgütleyerek kitlelerin dikkatini sosyalizmden uzağa çekmeye” ve sosyalizme karşı mücadelesi sırasında geri planlara itilmiş bulunan dine karşı savaşı öne çıkararak sınıf mücadelesini saptırmaya mı çalışmaktadır? Yoksa burjuvazinin dinle hesaplaşması tamamlanmamış, ama küçük bir eğilimi olarak kalarak, dine karşı savaşma görevi, esasta siyasi demokrasi için mücadele eden proletaryanın görevi haline mi gelmiştir ve burjuvazi esas kitlesi ve genel eğilimiyle, dinciliği, demokrasi ve sosyalizm savaşçısı proletarya ve emekçilerin mücadelesi karşısına mı sürmektedir? Bu durumda burjuvazi, karşı devrimci güçleri çoğaltıp geliştirmenin yanında, kuşkusuz üçüncü dereceden sorunların öne çıkarılması aracılığıyla mücadeleyi saptırıp hedefi de bulandırmış olacaktır. Ancak bu sonuca, burjuvazinin dine karşı “savaşı” dolayısıyla değil, onun tarafından beslenip teşvik edilen dinciliğin, dinsel fanatizmin proletarya ve emekçilere saldırısı dolayısıyla varılmaya çalışılıyor olunacaktır.
Hangisi? Doğru olan ikincisidir, Dincilik, sınıfa ve emekçilere ve onların devrimci kurtuluş hareketine karşı sürülmektedir. Kemalist bir gelenek belirli bir kesim tarafından korunup temsil edilmekle birlikte, burjuvazi genel olarak bu gelenekle dine karşı sınıf mücadelesini saptırıcı sonuçlar elde etmeyi amaçladığı bir sözde liberal savaş açmış değildir. Bazı burjuva kesimlerin böyle bir savaş içinde oldukları söylenebilse bile bu, burjuvazi ile din ve dincilik arasındaki ilişkiyi belirlememektedir. Günümüzde sınıf mücadelesi ve burjuvaziyle ilişkisi açısından din ve dinciliğin durumu, burjuvazi tarafından proletarya ve emekçilerin ve onların mücadelesinin üzerine sürülüyor olmakla karakterize olmakta, burjuvazi tarafından böylelikle sınıf mücadelesinin saptırılması amacına da ulaşılmak istenmekte, ancak bu, ikincil bir ürün olarak tasarlanmaktadır. Asıl olan, din ve dinciliğin proletarya ve emekçilerin bağımsızlık, demokrasi ve sosyalizm mücadelesinin saptırıcı değil bastırıcı gücü olarak beslenmesi, hazırlanması, teşvik edilmesi ve yönlendirilmesidir. Bu yönlendirmenin asıl gücü ise emperyalizm, başlıca Amerikan emperyalizmidir.
Saldırı düzenleme durumunda olan, göstermelik olarak dini hedefleyen burjuvazi değildir. Saldırıyı yine burjuvazi, emperyalizm destekli ve güdümlü olarak düzenlemektedir, ama dine karşı değil. O, proletarya ve emekçi kitlelere yönelttiği saldırının dayanağını genişletmek ve güçlerini çoğaltmak, olanaklarını artırmak üzere din ve dinciliği, bugüne dek olmadık ölçüde Kemalizm’e ve laiklik ilkesine “reddiye yazarak” açıktan beslemekte, yedeklemekte ve safları düzenlenmiş, devletin istihbarat ve diğer “güvenlik” teşkilatları tarafından organize edilmiş, kadroları profesyonelleştirilmiş ve olağanüstü finans olanaklarına boğulmuş haliyle karşı devrimci bir saldırı gücü, bir koçbaşı olarak örgütlendirmektedir. Bugün din ve dincilikle savaş, yalnızca sınıf mücadelesinin saptırılması gibi, tasarlanan ve uygulamaya koyulanla kıyaslandığında masum kalabilecek zorlukların üstesinden gelinmesini gereksinmekle kalmıyor. Saldırı durumunda olan, emperyalizm ve burjuvazi tarafından yönlendirilen dinci fanatizmdir ve dincilikle savaş başlıca proletaryaya düşmektedir. Bu öyle bir savaştır ki, proletarya için, mücadelesinin saptırılmasının ötesinde, bertaraf etme ya da ezilme sorunu olarak önem kazanmış durumdadır.
Burjuvazi ve devletiyle din arasındaki ilişki açısından, Kemal’den bu yana köprülerin altından çok su aktı. Sınıfı yok sayan ve dincilikle hesaplaşma durumundaki bir burjuvaziden, proletarya ile kesin hesabını kesmek isteyen ve dinciliği açıktan besleyip örgütleyerek, önemli ölçüde ve büyük boyutlarda kendisi de dincileşerek, 70-80 arasında olduğu gibi pek yarar sağlamayan Türkçülük ve ırkçılık değil başlıca dinsellik konumundan sınıfa ve emekçilere saldırıya geçen bir burjuvaziye evrim yaşandı. Devlet, laik olmakla kalmayan ama din ve dincilik üzerinde baskı uygulayan bir devletten dinci baskılama yapan, laiklikten hemen tümüyle uzaklaşmış bir devlete evrildi. Artık devlet kademeleri Kemal zamanında hiç görünmeyen, sonraları tek tük rastlanan takunyalılarla doldu. Devlet daireleri mescitlerle dolduruldu. Cuma günleri hemen tüm daireler boşalıyor, buralarda tarikat toplantıları yapılıyor. Selamı gereğince vermeyenlerin işi görülmüyor. Yalnıza ordu sık sık dizginleri eline aldığı ve kendince hiyerarşik davrandığı için, gereğinde dizginleri elinde tutabilmek amacıyla, zaman zaman aşırı dincilerin tasfiyesine gidiyor, ama orada da dinin toplumsal bütünlüğü sağlayacağını düşünen dinci subaylar çok sayıda bulunuyor.
Devletin din karşısındaki tutumu, 2. Savaş sonrasında oluşan durumda başlıca 1947’den sonra değişmeye başladı. Bu tarihten itibaren, bir süredir dinsizlik suçlamasına uğramakta olan CHP hükümeti ve Milli Şef İsmet, erimekte olan dayanaklarını güçlendirmek amacıyla, okullara zorunlu din dersi koydu, İlahiyat fakülteleri açtı, Kuran kurslarına izin verdi ve diyanet işlerini din adamları yönetmeye başladı. Bu ilk geri çekilme ve tavizler, Bayar-Menderes diktatörlüğü tarafından, taviz olmaktan çıkarılıp taraf olma durumuna girilerek, devam ettirildi. CHP’nin 27 yılı açıktan dinsizlik olarak suçlandı. Ezan’ın Arapça okunmasına başlandı, tarikatlar önce el altından, sonraları giderek açıktan desteklenmeye ve onlara dayanılmaya başlandı. Vatan Cepheleri bir anlamda tarikatlar tarafından oluşturuldu. Kritik bir hükümet bunalımı sırasında Menderes milletvekillerine mecliste “siz isterseniz Hilafeti bile getirebilirsiniz” diye seslendi. Yalnızca milletvekillerini onore etmiyordu, ülkenin ve devletin gelişiminin hangi noktada olduğunu da beyan etmiş oluyordu.
27 Mayıs ve onu izleyen birkaç yıl devletin laiklikten uzaklaşma sürecinde bir duraklamayı işaretledi. Kemalist gelenek “hortlamıştı”. Sonra AP geldi ve Menderes’in kaldığı yerden devam edildi. İmam hatip okul ve liseleri, kursları yaygınlaştırıldı, tarikatlar yine önem kazandılar, takunya sesleri devlet dairelerinden yükselmeye başladı yeniden. Milli Mücadele Dernekleri, İlim Yayma Cemiyeti bu dönemin örgütlenmeleri, faşist ve şeriatçı yarı askeri örgütlerdi. Bu dönemde dincilik ayrı siyasal parti olarak da örgütlenmeye yöneldi. Anayasa Mahkemesi ilk girişim olan Nizam Partisini kapattı, ancak ikincisi olan Selamet Partisi varlığını sürdürdü. Devlet ve organları dinciliğe alışıyor ve ısınıyorlardı. Kemal kendi kurduğu Serbest Fırkayı bile dayanamayıp kapatmışken, artık açık dinci örgütler “müesses nizam” içinde hayat hakkı bulabiliyorlardı. Ve Eylül 80 geldi. “Kemalist gelenekli” ordunun generalleri dinciliği o zamana dek olmadık boyutlarda geliştirdiler. “Başkomutan” ağzını “Allah”sız açmaz oldu, konuşmalarında Kurandan ayetler okudu, hadislerden örnekler verdi. Zorunlu din dersleri pekiştirildi. Ahlak dersi adı altında genelleştirildi. Lise ders kitaplarında Darwin reddedilerek insanın nasıl çamurdan var edilmiş Âdemden, ikinci sınıf insan olan kadının da onun sol kaburga kemiğinden türediği anlatıldı. Açılan kuran kursları ve imam hatip okullarının sayısını akılda tutmak olanaksızlaştı. Diyanet işlerinin ödenekleri artırıldı. Devlet dairelerine dinci girişi hızlandı. Evren türban konusunda direnmesinin dışında dinciliğin tümüyle önünü açtı. Özal, Evrenin bıraktığı eseri tamamladı ve bugüne gelindi. Artık neredeyse bir “din devletimiz” var! Partisini Nakşibendi şeyh ve üstatlarıyla birlikte kuran, uygun görüntüyü onlarla birlikte seçen ve devletin dincileştirilmesi ve şeriatın egemen takılmasının hesaplarını onlarla birlikte yapan Özal, bugün devletin başında ve planlarını uyguluyor. Bakmayın siz TÜSİAD raporunda eğitimin birliği ilkesinden uzaklaşılmasına ve dinci eğitime karşı çıkılmasına; burjuvazi, uygun eğitim almış işçiye gereksinim duyuyor, ama genel gidişi de destekliyor, teşvik ediyor.
Bugün devletin resmi dinsel örgütlenmelere ayırdığı ödenekler milyarlarla ifade edilemiyor. Bunun ötesinde önemli olan ise, burjuvazinin gayri resmi sağladığı finansmanda. Dış Finansman kaynakları ve bunun ülke içiyle bağlanması (Faysal Finans, Al Baraka, Rabıta vb. aracılığıyla) hesap tutmaz boyutlara ulaşmış durumdadır…
Ve tüm bu siyasal ve ekonomik düzenleme ve olanaklar, dinciliğin beslenip sınıf ve emekçiler karşısında vurucu güç olarak örgütlendirilmesine hasredilmiştir. Burjuvazinin artık dine karşı savaşı sürdürme olasılığı bir yana o, devleti “din devleti” haline getirme eğilimindedir. Dinciliği yönlendirmekledir. Dincilik artık sermayenin gücüne dayanmaktadır. Burjuvazi dinci temelde bastırıcı-ezici bir güç oluşturmaktadır.
Dine karşı savaşa evet. Ateist propaganda kuşkusuz ertelenmemelidir. Ancak bu koşullarda dine karşı savaş, burjuvazinin dine karşı sözde savaşı aracılığıyla saptırıcı sonuçlar elde etmeye yöneldiği durum ve koşullara göre, çok daha büyük bir titizliği gerektirmektedir. Şimdi dikkatli davranmak her zamankinden daha çok önem taşıyor. Şimdi asıl dikkat, saptırma girişimlerine olanak tanımamak ve bu girişimleri az zararla atlatmak sorunu üzerinde değil, saptırıcılıktan çok bastırıcı güç olarak örgütlendirilmekte olan dinsel fanatizmin geniş Müslüman kitleler üzerinde etkisini artırmasını kolaylaştırıp teşvik edici hata ve zaaflardan kaçınmak, tabanını genişletmesine neden olabilecek yanlışlardan sakınmak sorunları üzerinde toplanmalıdır. Dinsel fanatizm, zaten burjuvazinin kendisine sunduğu olanaklarla dinsel inançlara sahip kitleler içinde örgütlenmeye yönelmiştir. Ancak bu örgütlenmeyi kolaylaştıracak şeylerin başında, dinsel fanatizmin dinsel inançlara sahip geniş kitleleri, inançları dolayısıyla, proletarya ve emekçilerin güçleriyle bir sürtüşme ve çatışma içine sokabilmesi gelir. Bu oyuna gelinmemelidir. Burada ölümcül bir zaafın oluşturacağı tehlikeye dikkat çekilmelidir. İnançlarından dolayı inananları aşağılama onların inançlarına ve inançları dolayısıyla onlara siyasal olarak mücadele açma onlarla bu alanda siyasal sürtüşmelere girme, örneğin Sünnilere karşı (onların göreli geriliklerinden ve Sünni inanışın göreli tutuculuğundan hareketle), bir nebze bile olsa, yalnız gönül yakınlığı duyma eğiliminde bile kalsa. dinsel inanışlarının göreli zayıflığı ve örgütlenmeye daha açık olmaları gibi nedenlerden hareketle, Alevilerin tarafını tutma ya da tutar görüntü verme, tahmin edilemeyecek olumsuz sonuçlara yol açabilir. Bu sonuncusu özellikle önemlidir, çünkü geçmişte çoğu durumda bu hataya düşülmüş, Sünni inanıştaki kitleler içinde de örgütlenilememiş ve devrimci-Alevi birliği görüntüsü karşısında onlar karşıya itilmiştir. Oysa Alevilerin tercihi, din karşısındaki tutum açısından ateist temelin zayıflığını gösterir ve hem kolaycılığın ve hem de siyasi uyanıklık eksikliğinin kanıtıdır.
Bugünün koşullarında dinsel inanışa sahip işçilerin kazanılması her zamankinden çok önem taşımaktadır. Dinsel fanatizme işçileri bölme olanağı tanınmaması gerektiği gibi, büyük bir enerjiyle dini inanca
sahip işçileri kazanmaya çalışmak gerekiyor. Bu, hem işçilerin birliği açısından önemlidir hem de dinsel fanatizme karşı mücadelede güçlü bir konum sağlayacaktır. Bunun için ne gerekiyor? Sınıf mücadelesine sarılmak, sınıfın ekonomik ve siyasal taleplerine sımsıkı sahip çıkmak, işçileri inançları nedeniyle değil, somut ve maddi talepleri nedeniyle mücadeleye çekmeye yönelmek. İşçiler arasında inançları dolayısıyla kesinlikle ayrım yapmamak. Bir işçi dini inancı ne denli güçlü olursa olsun, ekmek için mücadelenin, ücret ve iş güvenliği için sendikal örgütlenme ve grev hakkı için mücadelenin dilinden, bu mücadelelerin taleplerinin dilinden anlayacaktır. Yeter ki anlatılması bilinsin. Yeter ki ayrımcılık ve bölücülük yoluna girilmesin. Özellikle grev mücadelesinde komünist, sosyal demokrat ya da dine inanan Türk-İş’li ya da Hak-iş’li işçi arasında ayrım yapmak Marksizm’i hiç bilmemektir. Bu tür durumlarda ateizm propagandasına da girişilmemelidir. Bu tür durumlarda ateizm propagandasının yol açması olası olumlu sonuçların bin katı grev mücadele içinde birleştirilip eğitilecek işçilerin kapitalizm karşıtlığından giderek ateizme kazanılmasıyla sağlanabilecektir. Lenin bu soruna ilişkin olarak şunları söylüyor
“Diyelim ki, belirli bir bölgede ve belirli bir endüstri kesiminde bulunan proletarya biri sınıf bilinci oldukça gelişmiş ve kuşkusuz ateist olan Sosyal Demokratlar, ikincisi köyle ve köylülükle ilişkilerini henüz koparmamış olan, tanrıya inanan, kiliseye giden, hatta bir Hıristiyan sendika örgütlemekte olan yerel papazın etkisindeki geri kalmış işçiler olmak üzere ikiye bölünmüş olsun. Yine diyelim ki, bu bölgedeki ekonomik mücadele bir grev sonucunu doğurmuş olsun. Bu durumda bir Marksist’e düşen görev, grevin başarıya ulaşmasını her şeyin üzerinde tutmak, bu mücadelede işçilerin ateistler ve Hıristiyanlar olarak ikiye bölünmesine kesinlikle karşı çıkmak, bu tür herhangi bir bölünmeye engel olmaktır. Proletaryanın geri kalmış kesimlerini ürkütmek, seçimlerde sandalye kaybetmek vb. endişelerden değil, modem kapitalist toplum koşullarında Hıristiyan işçilerin Sosyal Demokrasiye ve ateizme dönmelerinde ateist propagandadan yüz kat daha etkili olacak durumlarda ateist propaganda gereksiz ve zararlı olabilir. Böyle bir anda ve böyle bir ortamda ateist propaganda yapmak, işçilerin grevdeki tavırlarına göre değil de, dinsel inançlarına güre bölünmelerini isteyen papazların ekmeğine yağ sürmek demektir. Ne olursa olsun, tanrıya savaş açılmasını isteyen bir anarşist, gerçekte papazlara ve burjuvaziye yardım ediyor demektir. Bir Marksist’in maddeci olması, yani dine karşı olması gerekir; ancak bir diyalektik maddecinin dine karşı mücadeleyi soyut, kuramsal, değişmez bir biçimde değil de, uygulamada sürmekte olan ve kitleleri her şeyden iyi eğiten sınıf mücadelesinin somut temeline dayanarak yürütmesi gereklidir.” (Din Üzerine, s.30)
Evet, din bir afyondur ve emekçileri yatıştırmaya hizmet etmektedir. Marksizm, diyalektik materyalizme dayandığı için doğrudan din karşıtıdır ve dine karşı mücadele eder, ateizm propagandası yapar, emekçileri aydınlatmaya yönelir. Ancak bu mücadelenin “nasıl”ı özellikle Türkiye’nin bugünkü koşullarında olağanüstü dikkat ve titizlikle yanıtlanmalıdır. Somut koşullar ve durumları dikkate almayan bir din karşıtı mücadele ve hele bunun sınıf mücadelesine ve kapitalizmin dönüştürülmesi mücadelesine bağlanmadan, salt propagandif bir savaş ya da dine karşı siyasal bir saldırı olarak yürütülmesi, işçilerin kapitalizmin dönüştürülmesi mücadelesine katılmaları ve bu mücadele içinde eğitilmelerinin öneminin sadece genel olarak değil, ateist kazançlar açısından da dikkate alınmaması büyük zararlara yol açacak, dinci fanatiklerin ekmeğine yağ sürecektir.
Günün koşulları, dinci saldırılara karşı uyanıklığı ve bu saldırıların bertaraf edilmesi tutumunu, ama her şeyden çok kapitalizmin temellerine saldırı yöneltilmesini, işçilerin bu temelde birleştirilip mücadeleye çekilmesini, kapitalizmin de, dinciliğin de bu temelde yok edilmeye çalışılmasını gerektiriyor.

Kasım 1990

BURJUVAZİ İDAMLA SALDIRIYOR

25 Ekim 1984. Hıdır Aslan idam edildi. Bu tarihten günümüze kadar cezası infaz edilen başka idam hükümlüsü olmadı. Ancak, idamla yargılananlar birçoklarının kafasını ve gündemini işgal etti. Birçoklarının yüreğini.
23 Şubat 1985. “Oğlu idam mahkûmu baba intihar etti”. (Cumhuriyet)
1 Eylül 1985. Cumhurbaşkanı Kenan Evren TBMM’yi açış konuşmasında “… Ölüm cezalarının kaldırılması konusunda belki ben çok katı ve yanlış düşünüyor olabilirim. Eğer öyle kabul ediliyorsa bunun en salim yolu ‘ölüm cezası kalksın mı kalkmasın mı’ konusunu halkın oyuna sunmaktır” dedi.
21 Ocak 1986. “Oğlu idamdan yargılanan bir anne anlatıyor: ‘Çamaşır ipine bile bakamıyorum’ (Cumhuriyet)
8 Kasım 1987. “ANAP’ın formülü meclisteki idamları müebbede çevirmek” ANAP Genel Başkan Yardımcısı Bülent Akarcalı “… Ama bizim genel olarak idam cezalarını mecliste bloke etmiş olmamız tesadüfî değil. Biz idam cezalarını bloke ederken, bilinçli veya bilinçsiz bir yerde buna karşı çıktık. İkinci husus bu idamlar konusunda işine geldiği zaman çok hassas görünen yazarlarımızın, basınımızın, TBMM’nin -basın meclis diyorum, ANAP grubu demiyorum- ve milletvekillerinin bu tutumundan dolayı en ufak bir takdirleri, övmeleri, desteklemeleri olmamıştır. Milletvekilleri de insandır, insanlar yaptıkları işin iyi olduğuna dair bir emare bir destek gördüklerinde devam ederler. Ve geçmiş dönemde hiçbir milletvekili de çıkıp ‘150 tane idam dosyası var aşağı indirilmiyor, bu adamlar asılmalıdır, bunlar canidir, bunları niye asmıyoruz?’ dememiştir.” diyor (Yeni Gündem savı 88)
14 Ekim 1990. “Hükümet idamlara infaz istiyor.” Devlet Bakanı Mehmet Keçeciler “… Biz belki ıslaha vesile olur, belki Batı’daki uygulamaların Türkiye’deki tatbikatı sebebiyle Türkiye’ye gelişmiş bir ülke imajı verir düşüncesiyle yıllardır askıya aldığımız ve bir türlü elimizin varmadığı, tasdik etmediğimiz meclisteki idam cezaları da tasdik edilecektir. Bu teröristlerin sahip oldukları çetelere ait idam cezalarının meclisteki tatbikatı meselesi hükümetimizce kararlaştırılmıştır… Sen oturacaksın, polisi, jandarmayı, Mehmetçiği vuracaksın, şehit edeceksin, insanlara kalleşçe bombalar göndereceksin; ondan sonra da gideceksin Batı’daki kuruluşlara sığınacaksın. İdam cezası gayri insanı bir cezadır, bu ceza kaldırılmalıdır diye savunacaksın, Türkiye’de işkence var diyeceksin. Öyle yağma yok!” diyor. (Güneş)
Bu da nereden çıktı yıllar sonra? Hani idam cezaları infaz edilmeyecekti?! Hani iki yıl içinde onaylanmayan idamlar müebbede çevrilecekti? Hani …? diyorsunuz, şaşkın, kırık… Bay Keçeciler “… Öyle yağma yok!” diyor. Ama yine de idam cezalarının infazını bu kadar dayanılmaz, çekici kılan nedeni anlayamıyorsunuz. Durup, dururken, insanlara ‘artık infaz edilmeyecek’ mesajı verdikten sonra. Af Örgütüne garantiler verildikten sonra, birden bire “…öyle yağma yok!” diyor Bay Keçeciler.
Güneş 7 Ekim 1990: “Terör ağlarını örüyor: SHP-PM üyesi eski milletvekili Bahriye Üçok bombalı kitap paketi ile öldürüldü.”
-“Askeri konuklar yine Ankara’da: Bir süre önce İngiltere Genelkurmay Başkanı ile Fransa Deniz Kuvvetleri Komutanı’nın ziyaret ettiği Ankara’ya dün de Almanya Kara Kuvvetleri Komutanı geldi.”
-“Yayınevi kundaklandı.”
-“Körfezde yığınak tamamlandı.”
Güneş 11 Ekim 1990: -“Yargı da irtica tehdidi altında.”
– “Üçok’un suikasttan üç gün önce İnönü’ye verdiği rapor açıklandı: Cihat tehlikesi var”
Güneş 14 Ekim 1990: -“MİT Müsteşarı Teoman Koman yurtdışından destek bulan İslami teröre dikkat çekti: şeriat askeri eğitimde.”
-“HÜKÜMET İDAMLARA İNFAZ İSTİYOR”
Milliyet 18 Ekim 1990: – “Komik zam: Ek yardımlar dâhil memur maaşlarındaki artış sadece % 15”
Güneş 20 Ekim 1990: -“ABD Eski Dışişleri Bakanı Henri Kissinger Türkiye ve Mısır’ı bekleyen tehlikeyi anlattı: Irak püskürtülmezse iki ülkeye şeriat gelir.”
-“Orgeneral Torumtay: Taassup tehlikesi var.”
Gazete haberlerine göz atıyorsunuz. İdamların infazının gündeme getirildiği günün öncesinde ve sonrasındaki gazete haberleri ilginç. Ama Bay Keçecilerin öfkesinin “birden bire’ kabarmasına neyin neden olduğu belli değil. Bahriye Üçok’un öldürülmesi ise, Muammer Aksoy, Çetin Emeç cinayetlerinde olduğu gibi nedense, hiçbir ipucu yok. Kimin yaptığı belli değil, ‘karanlık’. Öfkelenecek somut bir hedef yok! Ama öte yandan devletin güvenlikle sorumlu da üst düzey yetkilisi -MİT Müsteşarı ve Genelkurmay Başkanı- ‘şeriat tehdidinden’ söz ediyordu. (Her ikisinin de çok ender demeç verdiğini hatırlarız) ABD eski Dışişleri Bakanı Henri Kissinger da bu tehlikeyi ‘Körfez Krizine’ bağlıyor: “Irak püskürtülmezse iki ülkeye (Türkiye ve Mısır) şeriat gelir” diyor.
Öyleyse Irak’ı püskürtmek zorundayız! …
Avrupalı askeri yetkililerin ikisi gidiyor, biri geliyor. Uluslararası askeri trafik yoğun.
Peki, ama Irak’ı püskürtmek zorunda oluşumuzla idam cezalarının infazının ne ilgisi var? diye bir soru takılıyor aklınıza. Şeriat mı gelecek yoksa savaş mı? Diyorsunuz. (Ölümlerden ölüm beğen!)
Şeriat gelecekse ölüm cezalarının infazında acele etmeye gerek yok ki ! O nasıl olsa fazlasıyla infaz edecek.
Demek ki savaş gelecek? Zaten bu Kissinger da tehdit eder gibi konuşuyordu. ‘Irak’a karşı savaşa girmezseniz, şeriat gelir ha! Şeriatı Kissinger mi gönderiyor yoksa? Pek tekin bir adam olmadığı her uğursuzlukta ortaya çıkıp ‘görüş beyan etmesinden’ anlaşılıyor. Nerede bir karışıklık, bir savaş olasılığı var. Kissinger ‘piyasada’! ‘Piyasa kızıştırıyor’ diye aklınızdan geçiyor gayri ihtiyari…
İçiniz kararıyor! Ama hâlâ sorunlarınıza net yanıtlar bulabilmiş değilsiniz.
Cezaevinde eli kolu bağlı insanların savaşa ne zararı var ki ya da şeriata, diyorsunuz -böyle acele ediyorlar, idam etmekte. Maksat, Muammer Aksoy’un, Çetin Emeç’in, Bahriye Üçok’un katillerine, anti-laik teröristlere gözdağı vermekse, idamlıkların kurban seçilmesi pek yerinde değil. Zira idamı onay bekleyen 280 kişinin çoğu solcu. Şeriatçı, anti-laik bilinen kimse de yek aralarında. Ama Bay Keçecilerin öfkesinin son döneminin cinayetleri Muammer Aksoy, Çetin Emeç, Bahriye Üçok aydınlanmamış, katilleri sırra kadem basmış dururken, ‘idam cezası insani bir cezadır’ demek ‘yüzsüzlüğünü’ gösterenlere yöneldiğini anımsıyorsunuz! Ne ilgisi var?’ diyorsunuz.
Sonra bir gazete manşeti geliyor gözünüzün önüne: “Körfez’de yığınak tamamlandı”. Ankara’ya gelip giden Avrupalı askeri yetkilileri, Bay Kissinger, Bay Koman ve Bay Torumtay’ın sözlerini, olup bitenleri anlamaya çalışıyorsunuz. Öfkeleniyorsunuz: Allah aşkına, ne yapmak istiyorsunuz? Ne geveleyip duruyorsunuz? Söylesenize ne yapacağınızı! … diyorsunuz.
Birden birisinin yüksek sesle düşündüklerini duyar gibi oluyorsunuz:
“… Bu milletin, memleketin yüksek menfaatlerini her şeyin üstünde müdafaa etmek bizim asli vazifemiz. Savaşı bunun için istiyoruz. Bunun için gerektiğinde savaşa gireceğimizi açık seçik söylüyoruz. Niyetimizin bu vesileyle önemli memleket meselelerine, aktif ve dinamik politikamızla hızla çözüm getirmek olduğunu belirtmek isterim ‘Oradaki’ durumun fevkalade hal tedbirleriyle sonuç alınamayacağını gördük Adam ordu değil, devlet değil ki, savaş ilan edesin… Bu tedbirlerle bir yere varmak mümkün değil. Haber sirkülasyonunu önemli ölçüde önledik Ama yine meraklıları her şeyi biliyor, öğreniyor. SS kararnamesi diye tabir edilen mevzuattan mühim ölçüde istifade ettik. Tantana etliler ama alıştılar sonunda. Savaşa da alışırlar. Bu fırsatı değerlendiremezsek kimseden çekinmeden, gocunmadan ayrılıkçı terörü tümüyle ‘oradan’ söküp kökünü kurutmazsa bu meselenin üstesinden gelemeyiz. Biz en çok da bu yönünü düşünüyoruz hadisenin. Bununla birlikte, başka birçok sayısız menfaatimizin de olduğunu müşahede ve derhal teşhis ettik. Çok iş başardık. Bunu da -Allah’ın izniyle- başaracağız. Şimdi her zamankinden daha hareket ve serbestimiz mevcut. İnsan hakları, demokrasi diyenleri bugünlerde Avrupa Topluluğu ülkeleri duymazdan geliyor. Çünkü onların da bu savaştan menfaatleri vardır. Menfaatlerimiz müşterektir. O sebeple bize son derece saygılılar ve dostluğumuza muhtaçlar! Savaşa hayır diye her fırsatta bağırıp, işçileri, öğrencileri ve işsiz güçsüz takımını peşine takan terör heveslilerini bu çığırtkanlıktan uzaklaştırmak, iyice dikkati çekmeye başlayan bu savaş aleyhtarlığına da bu arada bir dur demek lazım. Batılıların da işine gelmez nümayişler. Onlar çok ciddiye alırlar böyle şeyleri. Ancak şimdi durum değişik. Onlar da savaşı istiyor. Bizim demokrasi heveslilerinin en hassas olduğu bir konuyu kurcalayarak dikkatleri şu savaş konusundan ayırmak lazım. Bunların en hassas olduğu konu idam cezalarıdır. Bir yoklama çektin mi bunlar savaşı mavaşı unuturlar. 280 kişiyi ertesi gün asacakmışız gibi kıyameti koparırlar. Bunları ne yapacağımızı da bilemiyorduk zaten. Bir tane iki tane değil ki 280 tane. İki misli de meclise gelecek var. Barış zamanı bir tanesini bile asamazsın zaten. Nasıl ki ‘oradakileri’ bir çırpıda temizlemiyoruz yıllardır, öyle, bu mesele de. Ancak şimdi bu arada ortaya atarsak, kim ne söylüyor, ne yapıyor onu da görürüz. Bu arada yine ‘savaşa hayır’ diyenlerin şiddetle susturulması için tedbirleri de sıkı tutmalı. Kafasını kaldıranı tıkacaksın. Öyle bir denk getireceksin ki, bunlara özenen barış, özgürlük, emek diyenin artık sesi duyulmayacak. İcabında üç beş tanesini de asabilesin. ‘Oradakileri’ ‘yanlışlıkla’ kurşuna dizmelisin. Tabi artık ‘savaş hali’ olacak! 50’şer, 100’er ölenlerin yanında üç-baş tane asılanın adı bile anılmaz. İcabında, yani. Bu körfez krizi iyi yetişti. İşlerimizi kolaylaştırdı. Savaş olmasa da bu gerginliği tutmakta fayda var. O da işimize gelir. Bu sayede memuru % 15 ile savuşturmadık mı? Yapılan Fiyat artırmalarına kimse sesini çıkaramıyor, savaş geliyor diye. Terör merör de iyi güzeldi ama, bu işin suyu çıktı. Kaç tane adamın suikastı meçhul kaldı, bu işin içinde bir iş var demezler mi? Şeriat tehditleri de biraz fazla oldu ama ziyanı yok. Dozu arttıkça milletin kulağı alışıyor, iyi oluyor, icabında. Şeriat, savaş, terör, bir de şu idamlar konusunu ele alalım da..”
Bir an için duyar gibi olduğunuzun gerçek olduğunu sanıyorsunuz. Dehşet! Ürperiyorsunuz. Ama gerçek olmaması için de hiçbir neden yok Her şey tamam! Suikastlar şeriat tehditleri, savaş ile şeriatın birbirine alternatif iki zorunluluk olarak dayatılması idamların da çok amaçlı olarak bir koz gibi kullanılması. İnce politika her yerde aynı kurnazlıkla kullanılıyor. Aynı kurnazlıkla ama acz içindeki küstahlıkla, bayağı simsarlıkla… Neredeyse Saddam’a teşekkür edecek aşağılıkla. Artık ne ilgisi var diye sormuyorsunuz. Oğlu idam cezası almış bir annenin sözleri geçiyor kulaklarınızdan: “Hep aklımda idam anı. Hep beyaz giysiler içinde oğlum. Her seferinde ‘ip boynunu acıtır mı acaba?’ diye düşünüyorum”
Boğazınıza bir yumru oturuyor. Zar-zor yutkunuyorsunuz. Dişleriniz ve yumruklarınızı sıkın. Bay Keçeciler’e “ÖYLE YAĞMA YOK!” demek için sabırsızlanıyorsunuz.

Bir Şantaj ya da acizliğin dışavurumu
İdam saldırısı
Devlet Bakanı Mehmet Keçecilerin “meclisle bekleyen idam hükümlerinin infaz çalışmalarını başlatacağız. Anarşi ve teröre karşı yeni tedbirler hazırlıyoruz” yollu açıklamaları, toplumda idam olayını tekrar tartışma masasına getirdi. Turgut Özal’ın Körfez seyahati öncesi başkanlık yaptığı Bakanlar Kurulu Toplantısı’nda; devletin beslemesi İslamcı teröre hiç değinmeden bir kaç bireysel terör eylemini ön plana çıkartarak yükselen halk muhalefetinin nasıl bastırılacağı üzerine konuşurken; “Acil tedbirler alın. Biz hiç bir idam cezası infaz etmedik, ama bu, teröre prim veriyorsa, o da dâhil bütün tedbirleri yerine getirmemiz lazım.” (!) diyerek direktif vermiştir. Özal’ın direktifi yalnız bu kadar da değildir; “teröristleri yok edin” şeklindeki devrimcilerin sağ olarak değil, öldürülerek ele geçirilmesi yönündeki açıklamaları da basına yansıdı. Zaten pratikte uygulanan bu yöntemin süreklilik kazanmasını buyurmuştur, Özal.
M. Keçeciler’in yaptığı açıklama, bakanların tümünce onay görürken, karşı çıkar görünenler ise, infazların bu koşullarda, “hem yurt içinde hem de yurt dışında yeni bir sıkıntının kaynağı olabileceği” endişesini gerekçe göstermektedirler.
Demokrasi havarisi pozuna bürünen DYP genel başkanı Süleyman Demirel, “işlenmiş suçların ne olduklarına bakarak komisyondaki tavırlarını belirleyecekleri”ni belirtip, “eğer hadise hükümetin dediği gibiyse, yani ‘infazlar yapılsaydı, cinayetler işlenmezdi’ deniyorsa, bu zamana kadar yapmamış olmaktan dolayı kendileri suçludur, özürleri kabahatlerinden büyüktür” diyerek ANAP Hükümetini şimdiye dek devrimcileri idam etmediği içini eleştirmektedir.
SHP yöneticilerinin “idama karşı oldukları” yolundaki beyanları da gerçekte bir demagojidir. SHP, kendisini, demokrasi ve özgürlükleri savunucu bir parti gibi göstermeye çalışıyor. Ama somut uygulamaları onu yalanlamaktadır, Özal’la üçlü zirveye oturup Kuzey Kürdistan’da 413 sayılı KHK kapsamındaki tedbirlerle baskıda mutabakat sağlayan, ulusal kurtuluşçu güçlerin katledilmelerini onaylayan, “terör silahla ezilmelidir” diyen, Paris’teki Uluslararası Kürt Kimliği ve Kültürü Konferansına katıldılar diye yedi milletvekilini partiden ihraç eden, dahası Körfezde “kurulacak uluslararası bir ordu kapsamında asker gönderme”yi savunan SHP yöneticileri değil mi? Onların idama karşı olmaları, gerçek bir karşılık değil, tabanlarına ve halka ters düşmeme gayretleri sonucu takındıkları sahte bir çehredir.
Bugün idam olgusunun tekrar gündeme getirilmesi, siyasal iktidarın içinde bulunduğu koşullar ve emekçi kitlelerin hareketliliğiyle yakından bağlantılıdır. İdam olayını, dört faktörü kendi özgülünde kısaca inceleyerek, birbirinden farklı kesimler çerçevesinde değerlendirerek bilince çıkarabiliriz.
1-Siyasal iktidar açısından durum ve idamlar olgusu:
Emperyalizmin yarı sömürgesi durumunda olan ülkemizde ekonomik kriz, halkın daha da yoksullaştırılması pahasına aşılamamış, giderek derinleşmekte ve siyasi kriz de kapıda görünmektedir. Daha önce uygulanmazken şimdi gıda maddelerine de KDV uygulanmaya başlanmıştır. Yüksek enflasyon ve her gün yapılan zamlara karşın, ekonomik kriz giderilememiş, bütçe ve dış ticaret açıklan rekor düzeye ulaşmıştır. Bu durum ANAP Hükümetini de sarsmakta, içindeki hiziplerin mücadelesinin kızışmasına yol açmaktadır. Dışişleri Bakanı Ali Bozer’den sonra şimdi de Milli Savunma Bakanı Sefa Giray bakanlıktan istifa etmiştir.
K…tan’da ise silahlı direnişler, önlenebilmek şöyle dursun, giderek yoksul Kürt köylüsünün ve aydınlarının daha bir desteğini kazanmakta, yaygınlaşmakta, katliam ve devlet terörüne karşın, Kürt emekçilerinin kitlesel tepkileri, Silopi, Cizre ve Nusaybin örneklerinin çoğalacağının işaretlerini vermektedir. TC bu nedenle Siirt ve Eruh’un 30’dan fazla köyünü zorla boşalttırmıştır.
İşçiler, köylüler, memurlar ve öğrenci gençlik, vahşi sömürü ve devlet uygulamalarına, terörü ve baskılara karşı eylemlerini sokağa taşırmaktadırlar. Bu koşullarda toplumu terörize etmek, emekçi halkın hak ve özgürlük taleplerini bastırmak için yeni baskı tedbirleri ve uygulamalarına ihtiyaç duymaktadırlar. Muhalif sesler susturulmalı, halka önderlik edenler yok edilmeli, dinsel gericilik geliştirilmeli ve provokasyonlar tezgahlanmalıdır! Yalnızca burjuva demokratik talepleri savundukları ve şeriatçılığa, dinsel yobazlığa karşı çıktıkları için Muammer Aksoy, Çetin Emeç ve Bahriye Üçok, yurtsever-demokrat olduğu ve laikliği savunduğu için Turan Dursun dinci-faşistlerce katledildiler. Cinayet mihrakları, dahası adresleri belli olmasına karşın himaye gördükten ve bizzat teşvik edildikleri için failler yakalanmamıştır. Çünkü oynanan oyunun Figüranlarıdır onlar.
12 Eylül askeri faşist darbesinin ardından toplumu apolitikleştirmek ve insanları tevekkülcü-kaderci bireyler haline getirebilmek için bir yandan terör uygulanmış, bir yandan da dini propaganda yaygınlaştırılmıştı. İmam Hatip Okulları, kuran kursları çoğaltılmış, dini tarikat ve örgütlenmelere geniş olanaklar tanınmıştı. ANAP yönetiminde fanatik dinciler ve faşist militanlar, devletin kilit noktalarına yerleştirildi ve şeriatçılık eğilimleri güçlendirildi. Bugün doğrudan devletten destek gören dinci fanatikler, laikliği savunanların öldürülmesini yayın organlarında açıktan savunur durumdadırlar. Ve bugün, ‘Terörü önlemek için Meclisteki idam dosyalarını infaz için ele alacakları’nı açıklayan M. Keçecilerin, bu fanatik dinci-faşistlerin hamilerinden biri olduğu, Turgut Özal’ın kardeşi olan Korkut Özal’ın Faysal Finans Kurumu ve Rabıta aracılığıyla Suudi sermayesi ile olan ilişkisi gazete sayfalarına dek yansımıştır.
Körfez’de bir savaş olasılığını ganimet bilen burjuvazi ve faşizm; terörü yoğunlaşmış bir biçimde uygulayarak halk muhalefetini bastırmak, ekonomik krizin yükünü tümüyle halkın sırtından gidermek, K…tan’daki ulusal mücadeleyi, orada “ot bitmeyecek” şeklinde kökünden (!) yok etmek, idamları yeni katliamları gerçekleştirmek ve işkenceyi bugünkünden daha fütursuzca uygulayabilmek için bu savaşın çıkmasını ve emperyalistler safında savaşa katılmayı can-ı gönülden arzulamaktadır.
Öz olarak siyasi iktidar, bugün, içinde bulunduğu ekonomik krizi gidermek, siyasal istikrarı sağlamak ve sessiz, edilgen bir toplum yaratmak amacıyla bir yandan loplumu terörize edip korku dalgası yaratmak için şeriatçı-faşistleri cinayetlerinde kutlanır ve teşvik ederken, diğer yandan Kürdistan’da. Tuzlada ve Cihangir’deki katliamlarında olduğu gibi devrimcileri ölü ele geçirmek ve içerdeki biz devrimci tutsakların başlarını bir şantaj aracı olarak kullanmak acizliğine düşmüştür. Ama “Korkunun Ecele Faydası Yoktur.”
2) Emekçi halkımız açısından durum ve idam olayları:
12 Eylül, siyasal iktidarca sivil görünümüyle sürdürülmektedir. Hak gaspları, işkenceler, beyaz terör yalnızca dozu biraz azalmak zorunda kalmış, biçim değişikliğiyle sürdürülmekledir. Baskı ve şiddete, ekonomik sömürü ve yoksullaşmaya karşı emekçilerin haklı mücadelesi gelişmektedir. Eylemleri artık sokağa taşmakla ve tepkiler giderek daha bir kitlesel özellik kazanmaktadır.
34 bin 183’ü kadrolu olmak üzere 1990 yılı başından bu yana toplam 75 bin işçi işten atılmıştır ve işten tazminatsız olarak da çıkarmalar halen devam etmekledir. Metal, Maden, Tekstil, Gıda, Lastik vb. işkollarında toplu sözleşme görüşmeleri uyuşmazlıkla tıkanmıştır ve 300 bin işçi grev hazırlığındadır. 1991 yılı başında ise, 650 bini kamu sektöründe olmak üzere 700 bin işçinin toplu sözleşme görüşmeleri başlayacaktır. Grev hakkının kuşa çevrilmiş olması grevlerin ancak tek tek iş yerlerinde gerçekleşebilir kılınıp getirilen düzenlemelerle etkinliğinin zayıflatılmaya çalışması, işçi sınıfında direniş ve dayanışma eğilimlerinin yükselmesiyle çok daha üst boyutla etkileyici olacak olan genel grevin koşullarını da oluşturmuştur. Genel grev şiarının, giderek tüm işçiler için ortak eylem talebini ifade eder duruma gelmesi, sendika ağalarının bile bu slogana sahip çıkar görünmelerine yol açmıştır. İşçiler daha şimdiden ’89 Bahar Eylemleri benzeri direnişlere başlamışlardır. Burjuvazi hükümet-işveren sendika ağaları el ele vererek bu “tehlikeli” gidişi önlemenin çareleri araştırmaktadır.
Memurlar, sağlık emekçileri ve öğretmenler; grevli-toplu sözleşmeli sendika hakkı ve ekonomik hak ağırlıklı talepleri için on binlercesiyle sokağa taşmış ve daha da gelişebilecek bir potansiyel taşıdıkları görülmekte, üstelik işçi sınıfınca da eylem ve talepleri desteklenmektedir.
Köylüler, yüksek maliyetli tarım girdileri ve düşük taban fiyatları nedeniyle giderek yoksullaşmakta, banka ve tefeci-tüccara olan borçlarını ödeyemedikleri için toprakları ve diğer üretim araçlarından yoksun kalmakta, hızla sefaletin içine çekilmektedirler. Akhisar’da türün üreticilerinin sokağa taşan, gün boyunca radikal biçimlere dönüşerek devam eden toplu eylemleri, Karadeniz fındık ve çay üreticilerinin hoşnutsuzlukları, bu kesimin de içten içe kaynamakta olduğunu göstermekledir.
Öğrenci faşist-feodal eğitim sistemine, okul ve yurtlardaki kışla baskısına, polisin ve faşist disiplin yönetmenliğinin baskılarına karşı demokrat lise, özerk-demokratik üniversite talepleri ile henüz kitleselleşmese de mücadelesi gelişmekledir.
Açığa çıkan odur ki, emekçi halkın genel direnişinin koşuları hızla olgunlaşmaktadır. Tekelci burjuvazi, bu tehlikeli gelişmeyi önleyebilmek için bir yandan sopayı, bir diğer yandan demagojiyi ve öte yandan da şantajı uygulamaktadır. Sınıf mücadelesi, toplum, çıkarları zıt sınıflara bölündüğü sürece sürecek, nesnel bir olgudur. Sınıflı toplumlar tarihi göstermektedir ki; hiç bir terör-demagoji ve şantaj sınıf mücadelesini ne dengeleyebilmiş ne de yok edebilmiştir. Bu, maddenin doğasına aykırıdır. İşte bu nedenle, biz evlatlarını idamla katletmek şantajı; işçi sınıfı ve diğer emekçi tabakaların mücadelesini engellemeyecek, idamların gerçekleşmesi durumunda ise: olsa olsa emekçi halkın özgürlük ve demokrasi mücadelesinin daha bir kızışması söz konusu olacaktır. Çünkü halkımız evlatlarına sahip çıkmakta, bizlerin, kendilerinin çıkarlarının savunucusu olduğumuzu bilmektedir.
3) Devrimci siyasal hareketler açısından durum:
Devrimci örgütlenmeler, geleceğin özgür, bağımsız ve demokratik toplumunu, komünist örgütlenme ise; bunlara ek olarak sınıfsız toplumu yaratma mücadelesinde çok sevdikleri arkadaşlarını, dostlarını yitirmişler, yitirmekteler ve yitireceklerdir. Her mücadelenin bedeli kayıplar olacaktır. Ama onlar bu kayıpları veriyorlar ya da verecekler diye ideallerine ulaşma mücadelesinden vazgeçmezler. Her yitirilen yoldaşın kararlı, baş eğmez, militan ve fedakarca tavırlarını kendilerine örnek alarak, yoldaşlarının anılarını yüreklerinde sevgiyle taşırlar. Yoldaşları yitirmek acıdır ama üstlenilen misyon; tek tek insanların değil, toplumun kurtuluşu içindir, idamlar, onların yalnızca sınıf kinlerini biler ve büyük davalarına daha sıkı sarılmaların; yüreklerinde çiçek açan yoldaşların fedakarlıklarını boşa çıkarmamak için daha bir kararlı davranmalarına dürtü olur.
4) idam “Cezası” alanlar açısından durum:
Tutsak düşmüş devrimciler; kişisel çıkarlarının değil, işçi sınıfı ve diğer emekçilerin emperyalizme, faşizme, sömürü ve baskılara karşı verdikleri mücadelenin birer militanıdırlar. Bu haklı mücadele içinde yer alırken işkenceye çekilmeyi, cezaevlerine kapatılmayı olduğu kadar, vurulup öldürülmeyi ya da idam edilmeyi de göze almışlardır. Burjuvazinin, saltanatını yıkmak isteyenlere gül uzatmayacağı açıktır. Devrimciler, yaşama küskün, kompleksli ya da macera peşinde koşan sergüzeştler değillerdir. Yaşama bağlıdırlar ve yaşanası bir dünyayı yaratmak içindir tüm uğraşları. Ama yaşamın da ancak onurlu olduğu ölçüde değerli olduğunun bilincindedirler. Bu nedenle yaşamları için ve devrimci onurlarını pazarlık masasına sürmezler. Geleceğin aydınlık ve güzel günlerinin, bugünkü direniş ve fedakârlık harcıyla inşa edileceğini bilirler.
Uzun cezaevi yaşamalarında; yıllarca işkenceli, hücre cezası, görüş yasaklı, güneşten-temiz havadan yoksun günler geçirdiler. Açlık grevleri ile ölümü yaratıldı, onlarca arkadaş yaşamlarını yitirdi açlık direnişlerinde, işkence ve kötü koşullar altında. Ama siyasal tutsaklar, inançlarını ve onurlarını korudular, sımsıkı sarıldılar değerlerine. İşte bu yüzden siyasal iktidar, bizlerin siyasal kimliğimizi yok etmek, kişiliksiz, anti-sosyal varlıklar haline getirilmemiz düşüyle Eskişehir özel Tip’te tek kişilik hücre-havlandırma sistemini oluşturdu. Bu düşünceyle yatıp kalkan siyasal iktidar, yallarca uyguladığı en aşağılık ve insanlık dışı yöntemleri para etmediği gibi, bu sitemin de tutmayacağını kavrayamamakta. Çünkü onun yaşamına bireysel çıkar dürtüsü yön vermektedir.
12 Eylül’ün askeri mahkemelerinin, kanıt ve belgelere dayanmadan, yalnızca emekçi sınıflara olan kinleri ve komünizm korkusu ile verdikleri cezalar, Sacco ve Vanzetti’nin yargılanmasındaki komploların, sahtekârlıkların yalnızca birer tekrarları olarak oluşturulmuştur Devrimciler, iddia edilen fiilleri işleseler de, suçlu değillerdir. Çünkü onlar sömürücü bir avuç azınlığa karşı, ezilen ve sömürülen geniş emekçi yığınların safında yer alıyorlar. Onlar, çürüyen, yoz ve adaletsizliğin pis kokulu karanlık dünyasına karşı insanlığın altın çağının yaratıcısıdırlar. Bu nedenle işlenmiş fiiller, birer suç değil, mücadelenin gerekleridir. Ve biliyoruz ki, sınıf mücadelenin zig-zaklı yolunda daha da zor günler yaşanacak ve belki de yitirilecek yaşamlar. İdamlar, devrimci tutsakların ne inançlarını terk etmelerine ne de devrimci onurlarını yitirmelerine yol açamaz. Eğer o gün gelirse, Denizler gibi, gencecik fidan Erdal gibi ip ucunda bayraklanmanın örneklerini vereceğiz yeniden.
Devrimci Tutsaklar Adına İlker DİLCAN

Tarihsel materyalizm ve burjuva yaygaralar-2

Marks ve Engels, 19. Yüzyılın ikinci yarısından itibaren kendi tarih anlayışlarını geliştirirken; bir yandan Hegel ve Hegelcilerin, tarihi “insan bilincinin üstünde bir tümel bilincin yönlendirdiği” biçimdeki idealist tarih görüşüne karşı savaşırken, öte yandan sol Hegelcilerin tarihi “üstün insanların iradelerinin yön verdiği” biçimindeki “materyalist” tarih anlayışlarıyla da mücadele ettiler.
İnsanlık tarihinin genel ilerleyişi ve bilgi birikiminin düzeyi açısından bakıldığında, felsefe alanında olduğu gibi tarih alanında da, bu son büyük hesaplaşma gibi görünüyordu. Çünkü idealizm ve metafizik toplumsal gelişmeye katabileceği her şeyi katmış ve artık olanaklarının sonuna gelmişti. Kaba materyalizm için de durum farklı değildi. Kaba materyalizmin alanında kaldıkça, sadece toplum bilim alanında değil, kısa bir süre sonra (1900’de) ünlü fizikçi Lord Kelvin’in de itiraf edeceği gibi, doğa-bilim alanında bile “keşfedilecek yeni bir şey yok”tu.
Gerçekten de, daha Ortaçağ’ın sonlarında deneyci R. Bacon ve “çifte doğru” öğretisiyle materyalist bir yönelişe giren doğa-bilim Galile ve Newton’la her türlü dini dogmadan arınmıştı.
17 ve 18. yüzyıl yeni bilim dallarının ortaya çıkıp diğer bilim dallarına karşı da varlığını kanıtlama yılları oldu. Her bilim dalı; kendi alanındaki bilgileri toparladı, kategorilere ayırdı, tanımlar yaptı, kuramlar öne sürdü, öne sürülen kuramları deneyle doğruladı, ya da çürüttü. Deyim yerindeyse her bilim dalı kendi kitabını yazdı, bir literatür oluşturdu. Öyle ki; bu çerçevede kalındığı sürece, ne okunacak yeni bir kitap, ne de keşfedecek bir şey yok gibi görünüyordu. Bilimde yeni bir atılım için artık bilgi alanlarının birbirinden ayrılması değil birleştirilmesi zorunluydu. Bilimler de tıpkı doğa ve toplumda olduğu gibi (doğa ve toplumda şeyler nasıl birbiriyle sıkı bir karşılıklı ilişki içindeyse), nesneler arasındaki ilişki gibi, birbiriyle ilişki içine girmek, birbiriyle karşılıklı etki içinde ilerlemek zorundaydı.
Galile-Newton mekaniği artık pek çok şeyi açıklamaya yetmiyordu. Lorenz-Maxwell-Einstein’in fiziği eski metafizikçi mekaniğe son verdi. Diyalektik bir evren kavrayışını doğa-bilimin başköşesine oturttu.
17 ve 18. yüzyıl boyunca bütün çabasını, bitki ve hayvanları sınıflara ve gruplara, familyalara, takımlara vb. ayırmaya yönelten biyoloji, ayrıntıya inince bütün bu bitki, hayvan ayırımının, hatta bitki, hayvan, insan ayırımının biyoloji bakımından anlamsız olduğunu gördü ve iki yüz yıl boyunca yürüdüğü yolun tam tersine yürümeye başlayarak, önce La Marc, sonra ise Darwin’in evrim kuramıyla diyalektik bir çizgiye oturdu.
Durum tarih bilimleri alanında da çok farklı değildi. Ekonomi, tarih, siyaset çeşitli sanat dalları, toplumbilim vb. alanlarındaki bilgilerin de aslında “kendi amaçlarına ulaşmayla çalışan insan faaliyetinin” açıklanmasından başka bir şey olmadığı fark edildi. Bunu da Marks ve Engels başardı. Böylece insanlık tarihi, bu tarih içinde olup bitenler anlaşılır ve akla uygun bir açıklaması yapılabilir hale geldi.
Fransız İhtilali, 1831 Lyon büyük işçi ayaklanmaları ve 1838-1840 İngiliz işçi hareketi, tarihe yeni bir gözle bakılmasını zorunlu kılmıştı ve bu açıdan bakıldığında; reddedilemez bir biçimde, tarihin ilerici ve gerici sınıflar arasındaki bir mücadeleden ibaret olduğu ortaya çıkıyordu. 1848 devrimleri ve sonraki gelişmeler bu diyalektik materyalist tarih anlayışını iyice doğruladı.
Kısaca söylenecek olursa, 19. yüzyılın ikinci yansına gelindiğinde insanlığın bilgi hazinesi öylesine zenginleşmişti ki; insanların, doğa ve toplumda olup bitenleri anlaması için ne spekülatif felsefe denemelerine (ya da sistemlerine) ne de doğa ve toplum dışı güçlere dayanmaya ihtiyacı vardı. Elbette henüz açıklanamayan, bilgi birikiminin yetersizliği nedeniyle, nedenleri bilinmeyen olay ve olgular da vardı, ama en azından bütün bu olayların nedeninin de, doğa ve toplumun dışı değil, bizzat maddenin kendi içindeki nedenlere bağlı olduğu biliniyordu.
Hal böyle olunca; insanlığın bilgi birikiminin boyutları karşısında idealist-metafizik felsefenin ve konumuzu ilgilendiren yanıyla idealist tarih kavrayışlarının 19. yüzyılın ikinci yansından itibaren artık son bulması gerekirdi ve tartışma olsa olsa diyalektik materyalizm platformunda, yorumlama farklılıkları arasında olması gerekirdi. Nesnel bir yaklaşım bunu gerektirirdi. Ne var ki; burjuvazi ve gericilik için nesnellik çıkarlarıyla çatışmıyorsa (böyle bir durum da gerçekte pek yoktur günümüzde) söz konusudur. Tarihe nesnel bir gözle baksalardı, “artık bizim için deniz bitmiştir” deyip tarih sahnesinden çekilmeleri gerekirdi. Ama sınıflı toplumda sınıflar arasındaki mücadele hiç de böyle “karşılıklı anlayış” içinde ilerleyip sonuçlanmıyor. Tersine egemen sınıf, haksız ve tarihsel bakımdan geri bir konuma düştüğü ölçüde, vahşileşiyor, kendi çıkarları için olası bütün direnme yollarını denemekten geri kalmıyor. Bu sadece maddi çıkarlar için de böyle olmakla kalmıyor, manevi egemenliğini sürdürmek için de her yolu deniyor.
Feodalizme karşı mücadele eden burjuvazinin ideologları, tarihçileri, varolan düzeni eleştirerek, daha iyi bir toplumsal düzenin kurulabileceğini savunuyorlardı. 19. yüzyılda ise, anık bunun olanaksız olacağını iddia ediyorlardı. Üstelik bu görüşlerini, biraz sonra göreceğimiz gibi, üç yüz yıldır bilim alanının dışına çıkarmak için çalıştıkları Tanrıya dayanarak kanıtlamaya çalışıyorlardı. Ve hiç kuşkusuz bilimin en genel çizgileriyle bile sınırları içinde kaldıkça bu görüşlerin ciddi görüşler olarak nitelenmesi olanaksızdır. Ama ne var ki; bunca bilim dışılığına karşın burjuva tarih görüşleri, resmi eğitim kurumları ve her tür iletişim araçları yoluyla yığınlara aktarılmakta, üstelik bu çaba, bugün de olduğu gibi, zaman zaman bu pespaye tarih görüşlerinin Marksizm’e karşı zafer kazandığı biçiminde propaganda ile birleşmektedir. Bu yüzden yazımızın bu bölümünde burjuvazinin en gözde tarihçilerinin en seçkin kuramlarının ne olduğunu sergileyeceğiz.
Çevrimsel devim kuramı
Toplumun gelişme diye bir şey tanımadığını, bizim gelişme diye gördüğümüz her şeyin aslında başlangıç noktasına dönmek için yapılan bir görünüşte gelişme olduğunu iddia eden kuram. Eğer bu kuram doğruysa, insanlık mağarada yaşarken bugünkü uygarlık düzeyine nasıl geldi diye sormak gibi çok kaba sorulara bile mantıklı bir yanıt verilemeyeceği açıkken bunun tarih, tarih bilimi olarak okullarda okutulup propaganda edilmesi elbetle son derece amaçlıdır. Ve burjuvazinin, bugünkü statüsünün meşruluğu, değişmeyeceği, görüşü doğrultusunda bir kanı yerleştirilmesine yöneliktir.
Kuram ve amacının daha iyi anlaşılması için bu kuram yandaşlarının kendi kuramlarını nasıl açıkladıklarına bakalım. Çünkü bu kuram etrafında yer alan tarihçiler, burjuvazinin adı en çok duyulan tarihçileridir.
Oswald SPENGLER (1880-1936): Bir Alman lise öğretmeniyken, 1. Dünya Savaşından sonra “Batının Gerilemesi” adlı yapıtıyla üne kavuşmuş ve bu yapıt emperyalist savaş yanlılarınca teşvik edilerek 90 bin adet sattırılmıştır. Çünkü kitabın ana düşüncesi “savaş, insanlığın var olmasının en yüce biçimidir” önermesi etrafında dönüyor, emperyalist savaşın ve savaşların sadece zorunlu değil haklı ve gerekli olduğunu da savunuyordu, Spengler. Burjuvazi ve gericilik için bundan iyi savunma mı olurdu?
Böylece burjuvazinin en ünlü tarih ve toplum felsefecisi olma unvanını kazanan Spengler, idealist, kaderci, fatalist) doğrultuda yapıtlar vererek ünlü “Çevrimsel Devim Kuramı”nı geliştirdi. Kuramın özü yukarıda da belirtildiği gibi tarihsel ilerlemeyi reddediyor, kısaca “tarih tekerrürden ibarettir” savını öne sürüyordu.
Evren, dün nasılsa bugün de öyledir, yarın da öyle kalacaktır diyen Spengler bu görüşünü şöyle ifade ediyor:
“Ben tarihte, çizgisel tarihin boş hayali yerine, sayısız büyük kültürlerin dramını görüyorum. Bunlar da çiçekler, dallar ve yapraklar gibi açılır, büyür, yaşlanır ve ölürler. Ama yaşlanan bir insanlık yoktur. Her kültürün açılıp olgunlaşan, solan ve bir daha dönmemek üzere yok olan yeni dile gelme olanakları vardır.
… Evrensel tarihte sonsuzluğa yönelen organik biçimlerin olağan yükselişini ve düşüşünü seyrediyorum. “
“Her kültür, bireylerin yaş aşamalarından geçer. Hepsinin çocukluğu, gençliği ve yaşlılığı vardır. Çocukluktan yaşlılığa geçen her organizma gibi, kültürler de kendi doğaları nedeniyle ilkbahar-yaz-sonbahar-kış aşamalarından geçerler. Ölümleri kendi doğalarından ileri gelir, dış koşullarla nedenlenmez. Bu ölüm kültürün doğal ölümüdür.”
Spengler’e göre hangi kültürün ne zaman nasıl doğup nasıl öleceğine “kozmik güçler”(11) karar verir.
“Bu seçme kozmik güçler tarafından yapılır, ilkel kültürlerden hangisinin yüksek kültür olacağını onlar belirler. Tıpkı kozalaklı bitkilerin tarihinde yeni bir türün olup olmayacağını ve olacaksa ne zaman ortaya çıkacağını önceden bilmediğimiz gibi, kültür tarihinde de yeni bir kültürün varolup olmayacağını ve olacaksa ne zaman ortaya çıkacağını biz insanlar önceden söyleyemeyiz. Ama oluşur oluşmaz onu tanırız, sezgisel yaşam deneyimimiz bir kültürün kader mantığını bize açıverir. Yüksek kültürlerin… kökleri bizim nedensel anlayışımızın ötesindeki kozmik evrende saklı olan bir olaydır. Ama bu kültürlerin kader yolları, sezgisel ve tarihsel kader mantığıyla bize kendilerini tanıtırlar.” (12) (abç)
Aktarmalardan da açıkça anlaşıldığı gibi, A. Spengler tam bir idealisttir. Dünyada olup biten her şeyin bizim “nedensel anlayışımızın ötesindeki bir kozmik evrende” saklı olan kozmik güçler tarafından, onların çizdiği bir kader çizgisinde olup bittiğini söylemektedir. “Kozmik güç” ister maddi olsun isterse tanrısal (Spengler’in anlatımından çıkan tanrısal bir güç) toplumsal olayları böyle bir güce bağlamak idealizmden başka bir şey değildir. Bırakalım felsefi idealizmi, sözü edilen “kozmik güç”, bugünkü doğa-bilimin en temel ilkeleriyle bile açıkça çelişki halindedir.
O’na göre insanlar insan toplumunun “çevrimsel hareketinin” ne yana doğru okluğunu ne anlayabilir, ne de müdahale edebilirler. Ancak “sezgisel ve tarihsel kader mantığı ile” bu kültürler “bize kendilerini tanıtır”lar!
Bilimin alanında, gerçeklerin dünyasında kaldıkça Spengler’in tarih anlayışını ciddiye almak olanaksız görünüyorsa da, bu görüşler Alman genci burjuvazisi ve toprak sahiplerinin temsilcisi olarak boy gösteren A.
Spengler’in hezeyanları değildir. Tersine, çağımız burjuvazisinin desteklediği ve yaygınlaşması için her olanağı kullandığı görüşlerdir. Nitekim ünlü İngiliz tarihçisi Toynbee de Spengler’in “Çevrimsel Devim Kuramı”na katılanlardandır.
Arnold TOYNBEE (1889-1975). Son yüzyılın burjuva tarihçileri içinde en çok övülenlerden ve aynı zamanda Londra Üniversitesi’nde tarih profesörü olan Toynbee’nin tek “erdemi” Spengler’in “kozmik güç” dediği şeye açıkça “tanrı”, hem de Hıristiyan tanrısı olarak “tanrı” demesidir.
Toynbee’ye göre tarihi tanrı belirler ve insanların tarihin gidişatı konusunda hiçbir rolleri yoktur. “Tarih tanrının esrarlı eliyle yürütülmektedir”, “yalnız din kurumu gerçek mutluluğu ve kurtuluşu sağlayabilir”, “tarih Tanrı tarafından önceden belirlenmiştir ve doğaüstü bir niteliktedir. “
Şu aktardığımız görüşlerinden de anlaşılacağı gibi, Toynbee, hem “Çevrimsel Devim Kurami”nda Spengler’le beraberdir. Hem de Ortaçağ’ın en katı iki Hıristiyan felsefecisi Aziz Augustinus ve Aquino’lu Aziz Thomasso’nun tanrı ve tarih konusundaki görüşlerinin izleyicisidir.
Toynbee’ye göre tarihin konusu uygarlıklardır ve bu uygarlıklar üç nedenle çökebilir:
“Herhangi bir uygarlığın tarihinde yaratıcı azınlık soysuzlaşır ve layık olmadığı bir gücü zorla elinde tutmaya kalkıp sadece egemen bir azınlık durumuna dönüşürse, yönetici öğenin bu durumundaki bu değişiklik artık ona hayran olmayan ve onu taklit etmeyen ve bundan ötürü de ezilenler durumuna indirilmesine başkaldıran proletaryanın toplumdan ayrılmasını tahrik eder.” (13) (abç)
Toynbee için, bilimden uzaklaşıp tanrıya yaklaşmakta sınır yok. O her adımda bilimden biraz daha uzaklaşıp tanrıya biraz daha yaklaşıyor. Neredeyse Hıristiyan azizlerine katılacak. Katılmasa da azizler kervanına katılıp “kurtuluş”un yolunu gösteriyor.
“Dünyadaki yaşamda tanrıyla beraberlik adına zaman ve uzayın bağlarını koparıp yaratık olmaktan çıkar ve bir ermiş (aziz) olur.” “… tarihin, olayların ardında bulunan anlamı tanrının bir vahyi ve onunla birlikte olabilmenin umududur. Tanrı tarih içindedir ve daima etkindir. “
Bu “ünlü” tarihçiye göre, tarih “tanrının bir planıdır ve her şey o nasıl istemişse öyle olmuştur, bundan sonra da öyle olacaktır.” Bu yüzden de insanların onu değiştirmek için çaba harcamaları boşunadır. Ama bir koşulla bu gidişat etkilenebilir. Örneğin ona, Batı Hıristiyan toplumu çöküntü içine girmiştir, ama eğer Hıristiyanlar; “tanrının toplumumuza bir kez bağışladığı ve pişman olmuş bir yürekle ona dua edersek, gene de geri çeviremeyeceği affıyla bu çöküntüden” kurtulunabilinir!
Bu papazca sözlerin tarihle, toplumla ne ilgisi var ve bunlara kim inanır diye okuyucu sıkıntısını belli edecektir, ama gerçek hiç de bu kadar basit değil. Çünkü başta da belirttiğimiz gibi, bu zırva “tarih” anlayışı ve bu tarihçi son çağın en övülen burjuva tarihçilerinden birisidir. Bu sadece spekülasyon olsun diye tarafımızdan öne sürülmüş bir yargı da değil. Örneğin, Amerikalı profesör Alban G. Widgery Tarih Boyunca Büyük Öğretiler adlı yapıtında Toynbee için şunları yazıyor
“Arnold Joseph Tonybee’nin, tarihin temel özelliğine ve anlamına verdiği değeri dile getiren Tarihin incelemesi adlı eseri, günümüze kadar yayımlanmış olan evrensel tarih konusunu işleyen eserler içinde en değerli ve en eksiksiz olanıdır.” (Milliyet Yayınlarında, 1971’de yayınlanmış)
Bu gerici, bilim dışı tarih kuramına bağlanan tarihçilerden birisi de Alman düşünürü ve tarihçi Leopold von Wiese’dir.
Leopold von WIESE (1876-1954): Köln Üniversitesinde ekonomi ve toplumbilim öğreten bir profesördür. Ona göre insanlar arasında 650 kadar değişik ilişki biçimi vardı ve ancak bu ilişkilerin incelenmesiyle bir toplumbilim kurulabilirdi. Ama onu asıl ünlü yapan tarihe bir kısır döngü olarak bakmasıdır. Onun tarih öğretisinin temeli şu önermeden oluşur. “Bulunduğunuz durumu değiştirmeye çalışmayınız, çünkü daha geri bir noktaya geleceksiniz. “
Doğrusu varolan düzeni savunmak için bundan iyi bir öğüt olamazdı. Çünkü böylece herkes var olan durumu değiştirmemek için birbirine sarılacaktır. Aksi halde, ileri de gidilse geri de gidilse her şey daha kötü olacaktır. Eğer bu öğüde mağarada yaşayan atalarımız uysaydı, insanlık bugünkü uygarlık düzeyine ulaşabilir miydi?
Yukardan beri söylenenlerden de anlaşılacağı gibi, “Çevrimsel Devim Kuramı” olarak nitelenen tarih anlayışı, varolan düzeni aklamaya yönelik, insanlığın ilerlemesine karşı, nesnellikten uzak, yanlı ve bilimdışı bir kuramdır. İddiaları ve temel tezleri açıkça saçma olduğu halde burjuvazi tarafından desteklenmekte okullarda tarih diye bu yaklaşımla yazılmış kitaplar okutulmaktadır.
Ruhsal gerileme kuramı
Burjuva tarihçilerinin gözde kuramlarından birsi de “Ruhsat Gerileme Kuramı”dır. “Çevrimsel Devim Kuramı” ile aynı temel ve amaca sahip olmakla birlikte “insanın doğası”nı öne çıkarmakla ondan ayrılır.
Bu kurama göre; bilim ve teknikte gelişme olanaklıdır, ama toplumda, eğilimde, törebilim alanında, siyasette vb. gelişme olanaksızdır. Çünkü insanın doğası vahşi, yıkıcı, saldırgan ve kötüdür! İnsanın doğası hayvandır ve bu doğa insanı hep aynı ilkellikte tutar. Toplumsal yaşam bu vahşi karakter tarafından belirlenir. Bu yüzden de insan bilim ve teknikte ilerledikçe de toplumsal bakımdan gerilemektedir. Bilim ve tekniğin sunduğu silahlar ve yeni makinalar, insanın inşam köleleştirmesi -ni ve insanın daha saldırgan daha kan dökücü olmasına olanak tanımaktadır.
İlk bakışta “Ruhsal Gerileme Kuram”cılarının bazı saptamaları doğru gibi görünmektedir. Örneğin, bilim ve teknolojinin her ilerlemesinde kapitalist daha büyük bir güce sahip olarak emekçileri daha çok baskı ve sömürü altına alma olanağı elde etmektedir, teknolojinin olanakları ile geliştirilen silahlar paylaşım savaşlarını daha kanlı, sömürüye karşı başkaldırıları daha acımasızca bastırma olanağı sağlayarak, bilim ve teknolojideki gelişmenin insanlığı şiddet ve vahşetin kol gezdiği bir cehenneme doğru götürdüğü intibaı vermektedir. Ama bu sorunun sadece bir yanıdır. Daha da önemlisi bu kuramcılar, kapitalist toplumun ve kapitalistin özelliklerini insanın doğasına yükleyerek kapitalizmi aklamaya çalışmaktadır. Oysa insanın doğası diye bütün yaşamını ve kültürünü belirleyen bir şeyin olmadığı biliniyor artık: İnsan hangi toplum içinde yaşıyorsa ırası (karakteri) öyle belirlenmektedir. Kapitalist toplumda “orman yasaları” geçerli olduğu için insanlar ormanda gibi davranmak zorunda kalmaktadırlar. Toplumsal gelişmenin sadece bu yanını alıp onu gerçeğin bütünü olarak sunan burjuva tarihçileri insanlığın ilerlemesine karşı çıkmakta, daha da kötüsü bunu insanın iyiliği için yaptıklarını iddia edebilmektedir.
Kuşkusuz bu tartışma yeni de değildir. Hıristiyanlık da insanın doğasının kötü olduğu varsayımı üstüne kurulmuştur. Yine Rousseau, bilim ve sanatlardaki gelişmenin insanlığın zararına olduğunu iddia ederek Dijon Akademisi’nin ödülünü kazanacak kadar bu tezi savunmakta basan göstermiştir. Ama bunlar “Ruhsal Gerileme Kuramı”nın doğru bir temele sahip olduğu anlamına gelmez. İnsanın “doğasının kötü” olduğu kabul edilmeden Hıristiyanlık kurulamazdı bu yüzden de soyluluk ve kilise çıkarları gereği bunu savunmak zorundaydı. Rousseau ise, bir yandan burjuvazinin aydınlanma çağının en parlak filozofuydu, öte yandan da kapitalist özel mülkiyeti eleştirecek kadar bir nesnel düşünce yetisine sahipti. Ama bu düşüncesini kapitalizmi redde götürecek maddi verilerin henüz ortaya çıkmadığı bir çağda yaşadığı için de sadece özel çıkar, kar hırsı (bununla aynı anlamda gördüğü uygarlığı) vb.yi suçlamakla yetinmek zorunda kaldı. Bugünün karamsar düşünür, tarihçi ve aydınlan ile Rousseau arasında tarihsel olmanın ötesinde bir bağ kurmak J.J. Rousseau’ya haksızlık olur.
“Ruhsal Gerileme Kuramı”nın yanlıları “ters ütopyacılar” ya da “karşı ütopyacılar” olarak da anılıyor. Bu yüzden de bu kuram yanlılarının iddialarının ne olduğunu görmek için bunlardan bir kaçının yapıtlarından söz etmek gerekiyor.
“Ters ütopyacı”ları anlamak için önce biraz ütopya kavramı üstünde durmak yararlı olacaktır.
ÜTOPYA, sözcüğü “evrende yeri olmayan” anlamına gelmektedir. Nesnel gerçeklikten kopuk, spekülatif tasarımlar için kullanılmaktadır. İlk kez İngiliz ütopyacısı Thomas More tarafından kullanılmıştır. Sözcüğün gerçek anlamıyla ütopyacılar Thomas More, Thomasso Campanella gibi 16 ve 17. yüzyılın ütopyacılarıdır, ama ütopya Antikçağ’dan bu yana her çağda var olmuştur.
17. ve 18. yüzyıllar, aynı zamanda, kapitalizmin hızla geliştiği yıllardı ve insanlara kapitalizm varolandan daha iyi, daha adil, daha yaşanır bir dünya vaat etmekteydi. Ütopyacıların dünyası da “saltık eşitlik”, “saltık adalet”, “saltık akıl” dünyası olarak tasarımlanır ve insanlığın gelecekte hiçbir sorunun olmadığı bir dünyada yasayacağı müjdelenir. Yanı bu çağın ütopyacılarında insanlığın geleceği aydınlık ve güzeldir. Tasarımlar “tam eşitlik”, “tam özgürlük”, “tam adalet” vb. konularında ileri gitse de geleceği aydınlık görme bakımından ütopyacılar burjuvaziyle tam bir paralellik içindedir. Ama bir farkla ki; hemen bütün ütopyacılar, mutlu bir toplumun ön koşulunu, toplumun çıkarını bireyin çıkarının önüne koymakta görmüşlerdir ki, bu yaklaşım kapitalizmin eleştirisini de içeren bir yaklaşım olarak önem taşır.
Kısacası ütopya; 1) İnsanlığa güzel ve mutlu bir gelecek vaat eder, 2) Toplumun mutluluğunu bireyin mutluluğundan üstün tutar.
“Ters” ya da “karşı” ütopyaya gelince; ütopyacıların (biraz aşağıda örneklerini göstereceğiz) tam tersi bir yolda yürünerek toplumun ilerlemesinin birey ve insanlık için bir cehennem hazırladığı, toplum çıkarının birey çıkarına ters olduğu, insanı topluma yabancılaştırdığı iddiası üstüne kuruluyor. (İnsanlığın) İki asıl düşmanı bürokrasi ve makinadır “ters” ütopyada.
Burada değinmekle yarar olan bir özellik de, ütopyacıların kapitalizmin şafağında ortaya çıkmasına karşın, “ters ütopyacıların” sosyalizmin şafağında ortaya çıkan burjuva bir eğilimin temsilcileri olmasıdır.
Ütopya ismini ilk kez More kullanmış olmakla birlikte tarihte ütopya Antikçağ’dan bu yana vardır. İnsanlar baskı ve zulüm karşısında gelecek güzel bir dünya düşü kurmaktan da güç alarak yaşam ve mücadelelerini sürdürmüşlerdir. “Ters ütopya” ise tarihte ilk kez kapitalizmin can çekişme çağında, ya da proleter devrimleri çağında ortaya çıkmıştır. İşte bir kaç örnek:
Örnek-1) ‘Ters ütopya”nın ilk örneği Owen GREGORY’nin 1918’de yazdığı “ÜSTÜN DEVLET MECCANİA”dır. Bu yapıtla Merkezi örgütlenme ve sanayideki verim arttırma yöntemleri insan yaşamının tüm yönleri üstüne uygulanır. Toplum yedi ayrı sınıfa bölünür, her sınıf ayrı renk üniforma giyer. Yönetim insanların boş zamanları da dâhil tüm yaşamını kontrol altında tutar. Özel yaşam, kişisel özgürlük vb. diye bir şey yoktur. Her şey üretim için feda edilmiştir. Üretim artmıştır, ama toplumsal yaşamda bütün canlılığını yitirerek bir makina düzenine dönüşmüştür.
Örnek-2) E. M. FORSTER’in 1928’de yayımladığı MAKİNANIN SONU: Yeryüzü ile tüm iletişimin kesildiği bir mekanda kurulan makina uygarlığında, büyük bir makina, insanların her ihtiyacını karşılamaktadır. Yeryüzü hakkındaki bilgiler bile makinanın anlattıkları ile sınırlıdır. İnsanlar yiyip içip yatmaktadır. Kas gücü gerekmediği için güçlü çocuklara yaşama hakkı bile tanınmıyor. Nihayet bu ortama uymayan bir kişi çıkıyor, yeryüzüne çıkıp eski yaşamı yeniden kurmayı istiyor. Çıkıyor da. Orada başka insanları, gökyüzünü, denizi vb. görüyor. Makina düzenine son vermek istiyor. Ama gücü yoktur. .Ama öte yandan artık kendi mükemmelliğinin sonuna varan makina düzeni de yozlaşıp çürümektedir. Durağanlık kendi sonunu hazırlıyor. Makina düzeni aksıyor. Yeraltı karanlığında kalan kimsesiz, yardımsız, güçsüz, insanlar makina ile birlikte ölür. Yeryüzünü özleyen genç bile kurtulamaz. Ama “bilinçli” birisi olarak ölür.
Örnek-3) Aldous HUXLEY’in 1932’de yayımlanan YENİ DÜNYA’sı: Kurulu bir düzen var. İhtiyaç duyulan türde insanlar tek yumurtanın bölünmesiyle birbirinin tıpkısı olarak fabrikalarda üretiliyor. Koşullandırma merkezlerinde büyütülüyor, üretim kusurlarından ortaya çıkacak sakıncalar ise. Soma adı verilen bir uyuşturucuya bağımlılık kazandırılarak bertaraf ediliyor.
Toplum beş sınıfa ayrılmış, yönetici sınıf dışındakiler amaca göre tek yumurtanın bölünmesi yöntemiyle “tek tip” üretilirken, sadece yönetici sınıf için ihtiyaç duyulanlar ayrı ayrı yumurtalardan üretiliyor. Yöneticiler nispeten düşünce gücüne sahip, ikiyüzlü ve halka gerçeğin sadece gerektiği kadarını söylemekle yükümlü sayılıyor. Dünya devletinin ilkeleri; ‘Toplum”, “Özdeşlik” ve “İstikrar” olarak belirlenmiş.
Örnek-4) George ORWELL’in 1949’da yayımladığı 1984’ü: Huxley, insanları “zor”suz, “imalat” ve “soma” ile “ikna” ediyordu. Orwell ise, gelecek düzeninin “zor”a dayanacağını iddia eder.
“Partinin çözmeye çalıştığı iki temel sorun var. Birincisi bir insanın ne düşündüğünü açığa çıkarmak ve bunu kişi istemediği halde yapabilmek; öbürü, önceden haber vermeden birkaç saniye içinde milyonlarca insanı öldürebilmek. Eğer bilimsel araştırma diye bir şey hala sürüyorsa, konusu ve amacı budur. “
Ona göre iktidar isteyenler sınıf çıkarı vb.den dolayı değil “iktidar hırsı”ndan dolayı istemektedir. Orwell bir parti yetkilisine şöyle söyletir bunu:
“Parti iktidarı yalnız iktidar olmak için ister. Başkalarının iyiliği bizi ilgilendirmez. Bizi ilgilendiren yalnızca iktidardır. Zenginlik, lüks, uzun ömür ya da mutluluk değil, yalnızca iktidardır, güçtür, katıksız bir güçtür.”
Troçkist olan ORWELL, bütün öykü boyunca Troçki ve Stalin arasındaki çekişme konularını Troçkist bir açıdan vurgular ve gelecekten umutsuz bir Troçkist olarak karanlık bir tablo çizer.
Örnek-5) Eugene ZAMANTIN’in, 1920’de yazıp, 1924’de İngilizce yayımlanan “BİZ” adlı yapıtı: Ekim Devrimi’ne katılan Zamantin, devrimin kendi doğrultusunda gelişmediğini görünce ona karşı tutum alanlardandır. Devrim sonrasında “ben” yerine “biz”in geçmesi tedirginliğinin ifadesi olarak yazmış. İki yüz yıl savaşı sonunda “ben” kalmaz. Savaş toprakla kent arasındadır. Toprak insanın doğasını, bireysel özelliklerini ifade ederken kent, insanı teknolojik denetim altına almayı temsil eder. Kusursuz bir matematiksel yaşam amaçlanır. Uyumsuzlar bir beyin ameliyatı ile uyumlu hale getirilir, duygu, düşünce sorunlarından “kurtarılır.”
Örnek-6) Kurt VONNEGUT’un 1952’de yayımlanan “KENDİ ÇALAR PİYANO”su: Tüm kaynaklar tek bir tekelde birleşmiş, bu tekelin başında da bir kişi vardır. Makina bir kez kurulduktan sonra bir daha insan gücüne gerek bırakmaz. Sadece bir kaç kişi bütün toplum ihtiyacını bu makina aracılığı ile sağlayabilir. İnsan işlevsizdir. “Teknik bilgi ve dünya yasası, yeryüzünü, sıkıntı içinde oturup kıyamet gününü beklemekten başka yapacak şey kalmayan hoş ve rahat bir hale getirmiştir.”
Ama varolan düzenden hoşnut olmayanlar da vardır. Bunlar bir “Hayalet Derneği”nde örgütlenirler. Amaç insana “insanca” değer verilmesidir. Başkaldırı yapılır. Ne bulurlarsa yakıp yıkılır ama ayaklanma bastırılır. Zaten ayaklananlar da yenileceklerini bilir, ama “tarihe geçsin” diye ayaklanırlar. Ve şöyle getirilir sorun: “Yetkinliğe ermemenin de bir erdemi olmalıdır. Çünkü insan yetkin değildir ve insan tanrının bir yaratığıdır… İnsan güçsüzdür… insan zeki ve budaladır… İnsan lam verimli değildir…”
Değişik “ters ütopyacı”ların yapıtları göz önüne alındığında tıpkı “Çevrimsel Devim Kuramı”nda olduğu gibi ilerlemenin insana ve topluma bir yarar getirmeyeceği, tersine insanın manevi bakımdan köleleşeceği, hatta fiziken bile gereksiz, yoz bir yaratığa dönüşeceği tezi hemen bütün yazarların ortak savıdır. Çünkü onlara göre, gidişat teknik ilerlemeden ve artan bürokraside ifadesini bulmaktadır. Teknik ilerleme kol gücü ve çok sayıda insanı gereksiz hale getirirken, yönetim de üretime bağlı olarak tek elde toplanacak, böylece geniş yığınlar ister üretim içinde isterse dışında olsun az sayıda yöneticinin denetimine gireceklerdir.
Orwell ve Zamantin gibi yazarlar sosyalist toplumun “birey” bireysel özgürlükleri yok ettiğini, birey üstünde korkunç bir denetim kurduğunu iddia ederken diğer yazarlar sınıflı, kapitalist toplumun bir makina ve bürokrasi toplumu olarak şekilleneceği iddiasındadırlar.
“Ters ütopyacıların” burada gözden kaçırdıkları, ya da kaçırmak istedikleri bilim ve teknoloji gelişirken insanların alışkanlıkları, ahlak değerleri vb.nin aynı kalamayacağı gerçeğidir. Eğer insan bütün toplumun ihtiyacını karşılayabilecek (kas gücüne gereksinim duymaksızın) bir makinayı yapıp üretime sokacak bir bilgi birikimi ve örgütlenme düzeyine yükselmişse artık orada ne sınıflardan ne kar hırsından, ne de egemenlik güdüsü, iktidar hırsı ve benzerinden söz edilebilir. Ama bu eğilimin temsilcileri, insanı toplumsal bir varlık değil de doğal bir varlık olarak gördüklerinden, toplum ne kadar ilerlerse ilerlesin bugünkü paragöz, bireyci insanın değişmeden kalacağını iddia ettiklerinden insanlığın her ilerlemesi toplumun bir sınıf ya da zümre tarafından daha çok baskı altına alınması olanaklarını yaratacağı sonucuna varmaktadırlar;
“Ruhsal Gerileme Kuramı”nın yandaşları, insanın doğasının kötü olduğu varsayımından kalktıkları için ütopyaları için de bile insana kurtuluş şansı tanımamaktadırlar Kurt Vonnegut’un “Kendi Çalar Piyano”sunda olduğu gibi insanlar ayaklanmaktadır, ama ayaklananlar da başaramayacaklarını bilmektedir. Sadece “tarih yazsın” diye ayaklanmaktadırlar.
İşte burjuvazinin tarihsel materyalist tarih anlayışı karşısına çıkardığı ikinci tarih anlayışı da bu anlayıştır. Belki bu anlayış, resmi çerçevede “Çevrimsel Devim Kuramı” kadar itibar görmüyor ama popülarite bakımından daha üstün bir konuma sahiptir. Özellikle kuramcılarının aynı zamanda edebi bir kişiliğe sahip olmaları ve görüşlerini edebi biçimler altında sunmaları bu anlayışa daha yaygın bir etki kazandırmaktadır. Üstelik bu anlayış, dinlerin “dünyanın giderek kötüye gittiği”, “insanların giderek azgınlaştığı ” ve “tanrının kıyamet günü onları cezalandıracağı” vb. biçimindeki öğretisiyle uygun olduğundan bu eğilimin etkileri geniş yığınlar içindeki geleneksel dini inançlarla da bir uygunluk içinde ve bu yüzden de yaygın bir kabul görme şansına sahiptir.
Sosyal Darwinizm ve ırkçılık
17. yüzyılda bütün bilimler içinde mekaniğin hızla gelişmesi ona büyük bir prestij sağlamış, sadece doğal süreçler değil yaşamsal ve toplumsal süreçler de mekanik yasalarıyla açıklanmaya çalışılmıştı. Darwin kuramının da biyoloji alanındaki başarısı ve bilim çevrelerinde bu başarının nispeten çabuk bir biçimde kabul görmesi burjuva toplumbilim çevrelerinde toplum yasalarının biyoloji yasalarına indirgenmesi kolaycılığını getirdi. Ama bir farkla ki; burjuvazinin en gerici çevreleri Darwin’in Evrim Kuramı’na (biyolojide) çeşidi türden “yaratılış” kuramıyla karşı çıkıp, “maymundan gelmeyi insana yakıştıramadıkları” demagojisinin propagandasını yaparken, öte yandan aynı çevrelerin tarihçi ve toplum bilicinden doğadaki doğal seçme yasasının, en güçlünün ayakta kalma yasasının toplumda da geçerli olduğunu savundular. Çünkü kendi sosyal konumlarına çok uygundu. Kendileri güçlüydü, o zaman her şeye hakları vardı. Doğa bile rekabet üstüne kurulduğuna göre, toplumda da rekabet “akla” ve “hakka” uygun olurdu.
İnsanın sadece tekâmül eden bir hayvan olarak görülmesi, bedensel evrimiyle paralel bir ahlakı evrim de izleyeceği varsayımı, seçkinci ve ırkçı tarih anlayışlarına yol açtı.
C. Darwin’m kuzeni Francis Galton, Britanya’daki olağanüstü yeteneklere sahip insanların kalıtımlarını incelemeye girişti ve bunlardan çoğunun akraba olduklarını gördü. Galton buradan, bazı ailelerin ötekilere göre daha üstün özelliklere sahip olduğu sonucuna vardı. Ama burada gözden kaçan bir sosyal gerçek var ki; kapitalist toplumda bilim ya da politikada başarı gösterme şansı zaten çok az sayıda varlıklı ailelerin tekelindedir ve bu yüzden de Galton’unki gibi bir araştırmadan başka bir sonuç çıkamazdı.
Ne var ki bu türden gerçekler ne “araştırmacıların” ne de onların araştırmalarını kendi çıkarları doğrultusunda kullanan soyluların ve burjuvaların umurunda değil Onlar, bir yandan toplumun sadece maddi hayatının değil, manevi ve entelektüel hayatlarının da yaratıcısı olarak görünmeyi çıkarlarına uygun bulurken, dünyanın “geri” halklarını “uygarlaştırma” görevini de üstlenerek sömürgecilik ve emperyalizmlerine doğal ve ahlaki gerekçeler bulmaya çalışıyorlar.
“Seçkin” kişiler, “seçkin” aileler “seçkin” sınıflar olur da, “seçkin” uluslar olmaz mı? Darwin’in evrim kuramını buraya kadar uzatanlar Nazi’ler oldu. İnsanlığın bir toplum değil ırk olarak görülmesi, bu ırkların biyolojide olduğu gibi aşağı ve yukarı ırklar olarak sınıflandırılıp birbirine karşı varlık yokluk savaşına girişmesinin doğa yasası olarak görülmesi, sömürgeciliği, hegemonyacılığı meşrulaştırırken, Darwinizm’in bu dejenere edilmiş biçimi, savaşları da hem kaçınılmaz hem de meşru ve olumlu gören görüşlerin yaygınlaşmasına yol açtı.
Bu düşünceler sadece Naziler ya da dünyanın çeşitli yerlerindeki ırkçı demagoglarca savunulmadı. Nietzche (1844-1900), Bergson (1859-1941) ve Sorel (1847-1922) gibi ünlü ve bugün hâlâ aydın çevrelerde itibar gören filozoflarca da savunuldu.
Nietzche’nin “tarih dışı” ya da “tarih üstü” tarihçiliği
Friedrich NİETSCHE (1844-1900): Basel Üniversitesi’nde on yıl kadar filoloji profesörlüğü de yapan burjuvazinin en ünlü filolog, toplumbilimci ve tarihçilerindendir. Ünü ve önemi, görüşlerinin tutarağından ya da bilime yaptığı katkılardan değildir. Burada ayrıca sözünü etmemizin nedeni de bu değil zaten.
Biraz sonra değineceğimiz gibi, Hitler faşizmine ilham veren bir tarih ve toplum görüşüne sahip olmasına ve tümüyle bilim dışı platformda yer almasına karşın, bugün bile geniş burjuva aydın çevrelerde, ilerici aydınlar içinde saygın bir yere sahiptir. Eserlerini okumamış, sadece onun ve eserleri için söylenenleri duymuş çoğu kişi onu ilerici düşünürler içinde sanabileceği kadar görüşleriyle şöhreti arasında çelişki olan bir düşünürdür. Yaşamının son yıllarında açıkça ve resmen deli olmasına karşın, bu dönemdeki saçmalamaları bile “aydınlar” için esin kaynağı sayılır. F. Nietzsche’yi işte bu yanlış şöhretinden dolayı burada ayrıca ele alacağız.
Nietzsche, saçma sapan düşünceleri şiirsel bir dille ifade eder ve burjuva aydınlan için bir peygamber gibi görünür. Yaşamı, tutumu, düşünceleri şaşırtıcı çelişmelerle doludur. Bir yerde “ey insan kardeşlerim” der, bir başka yerde aynı yığınlara “ahmaklar sürüsü”, “süprüntüler” demekten çekinmez. Ama bu bakıma bütün bu çelişkiler yerli yerme oturur ki; bu da onun yaşadığı çağla Nietzsche’nin yaşadığı dönem, 19. yüzyıl sonları, çöken burjuva düşüncesinin çağıdır. Ve çöken burjuva düşüncesi; geri, çağdışı, akıldışı ne varsa ona sahip çıkmaktadır. Din, tanrı, metafizik, öznel idealizm 17 ve 18. yüzyılda burjuvazi neye karşı savaşarak ilerlemişse, 19. yüzyılın sonlarında bütün bu değerleri daha yoz ve çürümüş biçimiyle yeniden diriltmeye çalışıyordu. Sömürgecilik ve yağmacılığa başka türlü meşruiyet kazandıramazdı. Bu bakımdan da F. Nietzsche, bütün bu çağdışı değerlerin bazen doğrudan, bazen de tersten gidiyor görünen savunucusu olarak, kendi çağını (burjuvazi bakımından) hakkıyla savunuyordu. Bugün bile burjuva aydın çevrelerde, hak etmediği “ilerici” etiketiyle etkisini ve namını sürdürmesinin gerisinde, onun burjuvazinin has çıkarlarını savunmaktaki kararlılığı yatsa gerektir.
Felsefesinde, akla karşı iradeyi, gerçekçiliğe karşı da iradeciliği savunur. Bu yüzden de ilkeler vaaz ederken hiç bir değer ya da mantıksal engel tanımaz, “insan”a “karşı” “insanüstü”nü savunur ve bütün ahlaki ölçüleri de bu iki kategoriye göre biçimlenir, “insanüstü” güçlü ve her şeyi yapmaya hakkı olandır. “İnsan” ise, “insanüstü”nün var olması için feda edilecek “ahmaklar sürüsü”dür. Bu yüzden de “insanüstü”nün ahlakı kendine göre iken, “insan ahlakı” köle ahlakıdır.
O “üstün insan”ın aradığı “Zerdüşt böyle dedi” adlı yapıtında görüşlerini şöyle açıklar:
“Erdemin tümü züğürtlük, kirlilik ve acınacak bir rahat düşkünlüğüdür… Ey erdemden söz açanlar, bütün erdemleri uyumaya yollayın. Ben ne değilsem erdemim odur.. En büyük kötülük en büyük iyilik için gereklidir… Yaratıcı olmak isteyen önce yıkıcı olmak, değerleri yıkmak zorundadır. Yaşam bana bunun sırrını verdi: Bak, ben daima yenmek (galip gelmek) zorunda olanım… Erdem dedikleri gerçekte korkaklıktır. Bu küçük adamlar ömründe bir kez sert konuşacak olsalar ancak seslerinin kısıklığını belli ederler… Şehveti, hükmetme isteğini, bencilliği üç büyük kötülük sayarlar. Gerçekte bunlar üç büyük iyilik, üç büyük mutluluktur. Korkaklar bu mutluluklara yanaşmazlar. Bu mutluluklar sağlam ruhlar güçlü bedenler içindir. Gerçekte bencilliğe erdem denmeliydi… Parçalayınız insan kardeşlerim, eski levhaları parçalayınız. Adına iyilik ve kötülük denen eski bir kuruntu vardı. Şimdiye kadar yıldızlar ve gelecek üstüne kuruntular kurulmuş ama hiç bir şey bilinememiştir. Çalmamalısınız, öldürmemelisiniz, sözleri bir zamanlar kutsaldı. Bu sözler karşısında diz bükülür, pabuç çıkarılırdı. Ama ben size soruyorum: Doğada hırsızlık ve öldürmek yok mudur? Böyle sözlerin kutsal sayılması doğal gerçeğe aykırı değil midir?” (14)
Yukarıda aktardığımız alıntıdaki; “İyilik”, “kötülük”, “mutluluk”, “parçalanması” gereken “eski levhalar”, “erdem”, “hırsızlık” vb. üstüne söylenenlere bakılınca, ilk anda insan bir nihilist düşünür ya da anarşist bir politikacı karşısında olduğu sanısına kapılabilir. Ama Nietzsche için bu ahlak değerlerine uymamak “insan” için değildir “insanüstü” içindir ve “insan” tersine bu değerlere sahip çıkmalı “insanüstü”nün bunlara uymamasını da kabul etmelidir. Yapıtlarında, “insan üstün”den kastın da egemenler, daha doğrusu egemenlik kurup, iradesini gösterebilenler olduğu anlaşılıyor ki, F. Nietzsche bu düşüncesini yeryüzünün efendisi olarak yönetici bir ırkın gerekliliğine kadar götürüyor. Ve yapıtlarında (yukarıdaki alıntıda da bu yan görülür) bütün eski kalıplaşmış değerlere karşı olduğunu iddia eden Nietzsche, aristokratik bir törebilim savunmaktan geri durmaz: “İyi bir aileden doğmadıkça hiçbir ahlaklılık mümkün değil’dir. İnsanın her ilerleyişi aristokratik toplumdan gelir.” Yani onun deyimiyle amaç; “Milyonlarca salağı ortadan kaldırarak geleceğin insanını kalıba dökmektir.” Ve “insanüstü”nün çıkarı için bütün varolan insanlığı feda etmekten çekinmez: “bütün bir ulusun yoksulluğu bir insanüstünün acı çekmesinden daha az önemlidir.”
F. Nietzsche’nin “insanüstü” için öne sürdüğü ahlak ilkeleri göz önüne alındığında. Hitler ve Naziler, en azından “insanüstü”nün öncülleri olarak görünmektedirler. Nitekim Himler, 1937’te amaçlarını Nietzsche’yi pek sevindirecek biçimde açıklar “Amacımız dünyadaki bütün alt insanların yok edilmesidir.”
Nietzsche Hıristiyanlığı ve Marksizm’i aynı nedenle, “milyonlarca salağı” insan etmek istemekle suçlar.
Nietzsche’nin düşüncelerini insanlık tarihine yaklaşım açısından ele aldığımızda, onun insanlığın bugünkü durumunu, “üstün insan”a göre hayvanlık dönemi olarak nitelediğim görüyoruz. Ayrıca Nietzsche, çağdaş diğer biyolojistler gibi, insanlar arasındaki ilişkiyi doğadaki diğer canlılar arasındaki ilişki gibi görmekte, bu yüzden de, insanlar arasında rekabeti, güçlü olanın ezmesini hem ahlaki bakımdan doğru, hem de toplumsal ilerleme bakımından (toplumsal ilerlemenin olabileceğini kabul ettiği ölçüde) zorunlu görmektedir. O, her iyi, olumlu şeyin “aristokratik toplum”ların geleceğini söyler ve “üstün insan”ın özelliklerini sayarken daha çok bir aristokratı gözetir.
O, aynı zamanda, toplumda devrimi reddeder, “‘üstün insan” hiçbir şekilde bu günkü toplumun evrimiyle gerçekleşmeyecektir. Tersine, “milyonlarca salak”, “üstün insan “a hizmet için vardır. Dolayısıyla da insanlığın geleceği “üstün insan”da, ama Nietzsche, “Böyle dedi Zerdüşt”te, Zerdüşt’ü dağ tepe dolaştırarak “üstün insanı” aratmaktan başka bir ipucu vermez. Yani “üstün insan” O’nun deyimiyle “tarihin dışında” ya da “üstünde” aranmalıdır. .Ama bu idealist tipin gerçek dünya karşılığı Hitler ve şürekâsıdır. Çünkü Nietzsche’nin düşünceleri Nazizmde ete kemiğe ve tabii kana bürünür.
İşte burjuvazinin Marksizm karşısına çıkardığı tarih görüşlerinden birisi, belki de “en ciddi”si olarak gördüğü bu idealist gerici, ırkçı yağvelerdir.
Ve diğerleri…
İnsanlık tarihine yaklaşımda burjuva bilim adamlarının sefaleti rastlantısal değildir. Yukarıda sözünü ettiğimiz tarihçiler ve tarih kuramları da, burjuvazinin sefaletini göstermek için özellikle seçilmiş değil. Tersine, 19. yüzyıl sonları ile 20. yüzyılda bütün burjuva tarih kuramları ve tarihçileri için bir tek yol vardır. Gerçeğin çarpıtılmasının kuramsal gerekçelerini hazırlamak. Çünkü insanlığın bilgi birikimi düzeyi ve sosyal pratik, tarihçilerin önüne ya tarihsel materyalizm ya da idealizme, dine tanrıya dönüş seçeneğinden başka bir seçenek koymuyordu. Bir kaç kısa örnek daha verirsek söylenmek istenen daha iyi anlaşılacaktır.
Papaz Malthaus’un ünlü ama bilim dışı “nüfus kuramı” 20. yüzyılın başında yeniden moda oldu. Ve biyolojisi bir tarih anlayışı olarak burjuva çevrelerde itibar kazandı. Nüfus artışının insanlığı çözülmez problemlerle karşı karşıya bırakacağını, sorunların nüfus artışının önlenmesiyle, kapitalizm koşullarında çözülebileceğini öne süren bu anlayış, bugün de değişik burjuva çevrelerde, zaman zaman derecesi değişmekle birlikte popülaritesini korumaktadır. Bizim ülkemizde de büyük patronlar ve 12 Eylül cuntacıları bütün sorunların “aşırı” nüfus artışından geldiğini öne çıkardılar, bugün de özellikle büyük patronlar, kendi düzenlerini aklamak ve sorunların üstesinden gelmedeki acizliklerini saklamak için bu teze sarılmaya devam ediyorlar.
Yine yüzyılın ünlü, “ilerici” tarihçilerinden Wilhelm Reich (1897-1957), doğa ve toplumu “acunsal dirim enerji” dediği tek bir nedenle açıklama gayreti içinde ve “materyalist” bir platformda kalma iddiasıyla. “acunsal yaşam enerjisi’ni” “töz” gibi ele alarak metafizik ve idealizmin batağına yuvarlanıyor. “Bedensel boşalma korkusu”, “kansu akımları”, “kişilik katılığı”, “kas zırhı” gibi “bilimsel” kavramlar arasında geliştirdiği tarih tezinde “bugünkü toplumun hasta olduğu” ve buna ancak “dirimsel ruh hekimliğinin çare bulacağını iddia ediyor. Ve bu kargaşa arasında insanlara, “yeni siyasal tasarımlardan vazgeç yoksa her şey daha kötü olacak” öğüdünde bulunarak, “Çevrimsel Devrim Kuram”cılarıyla aynı çizgide bir tarih kavrayışına varıyor. (15)
Burjuva bilim çevrelerinde otorite olarak kabul edilen Dilthey ve Burckhard. “tanrının işine akıl sır ermez” deyip işin içinden sıyrılmayı daha uygun bulurken; Ranke ise, “sorunları takdiri ilahi çözer” diyerek kendi tarih görüşünü dile getiriyor. Collingwood ise tam bir öznelcilikle “tarihi yapan tarihçidir” diyerek, burjuva tarih görüşüne pek de yeni sayılmayacak bir renk katıyor.
Varoluşçu tarih anlayışının öncülerinden Carlyle (1795-1881) ise, tanrılık gücünün büyük adamlarda belirdiğini iddia ederek, “tarihi kahramanlar yapar” düşüncesini savunmuş, tarihin “büyük adamların biyografisinden” ibaret olduğu iddiasını işlemiştir.
Bir yandan tarihsel materyalizmle aynı platformda olmak istemeyen, öte yandan da yakardaki gibi saçma, açıkça bilimdışı genellemelerden kaçınmak isteyen burjuva tarihçileri de var. Ama onlar için de giderek çok yer kalmadığı görülüyor. Bunların örneği ise ünlü H. A. L. Fisher. Kendi yaklaşımını şöyle ifade ediyor
“Benden daha akıllı ve bilgili kimseler, tarihte, bir plan, bir ritim, önceden saptanmış bir düzenleme sezebilmişlerdir. Böylesine ahenkli durumları ben hiç görmedim. Ben sadece, dalgalar gibi birbiri arkasından gelen bir sürü olay görmekteyim. Tarihçi bakımından emin olabileceği tek bir kural vardır ve o da tabiatı icabı genelleştirilemez: tarihçi insanların kaderine hâkim olan başıboşluğu ve önceden saptanamazlık keyfiyetini takdir etmelidir. Bu bir kinizm ya da çaresizlik dolarım değildir. Tekâmül gerçeği, tarihin sayfalarında açık seçik yazılıdır, ama tekâmül bir doğa yasası değildir. Bir kuşağın kazandıklarını sonradan gelen kuşak yitirebilir, insanların düşünceleri bazen felaket ve barbarlığa yönelmiş kanallara akabilir.” (16)
Yukarıdan beri sözünü ettiğimiz kişiler, son yüzyılın, genellikle adı “büyük tarihçiye” çıkmış, üniversitelerde kürsü sahibi profesörleri, ya da burjuvazinin resmi tarihçileridir. Bu bölümde ise, amaçta bu yukarıdakilerle birleşmekle birlikte, daha değişik bir kategoriden “tarihçiler”den söz edeceğiz.
“Tanrıların” denetiminde bir insanlık tarihi
19. yüzyılın ikinci yarısından başlayarak, diyalektik materyalist tarih anlayışının karşısına çıkan burjuva (idealist-metafizik) tarih anlayışları, yukarıda bazı örneklerinde görüldüğü gibi tam bir acz içine düşmüşlerdi.
Ne sosyal-Darwinci görüşler, ne yeni Malthouscu iddialar, ne bu dünyadaki her şeye tanrı tarafından yön verildiği, ne de ilerlemenin felakete sürükleyeceği ya da olanaksızlığı doğrultusundaki tarih anlayışları, olup bitenlerin doyurucu bir açıklaması için yeterli olmuyordu. 30 yıldan az bir zaman içinde çıkan iki büyük savaş ve bilim ve teknolojideki baş döndürücü gelişmelere eklenen sosyalizm ve ulusal kurtuluş mücadelelerinin başarıları, burjuva tarih kuramlarının da sonunu getirmişti. Daha doğrusu boğulmak üzere olan idealist-metafizik tarih anlayışına nefes aldıracak bir pencere gerekiyordu. Bu pencere üniversitelerin tarih kürsüleri dışında bir yerden açıldı: 1970’lerin başında Erich von DAENİKEN’in ‘Tanrıların Arabaları” yayınlandığında, saf ilerici çevrelerden materyalizm karşısında sarılacak dal arayan burjuva bilim çevrelerine kadar bir yelpazede heyecanla karşılandı.
Saf “ilerici”, “sosyalist” çevreler bu girişimi “tanrının yokluğunu” kanıtlamaya yönelik materyalist bir girişim gibi değerlendirerek desteklerken; burjuva bilim çevreleri, onu insanlık tarihinden sınıf mücadelesini sürüp çıkarmaya yönelik bir girişim olduğunu fark ederek destekliyorlardı.
Böylesi geniş bir yelpazenin desteğinde Daeniken’in kitapları kısa zamanda hemen bütün kapitalist ülkelerde liste başı oldu. Ve istatistiklere bakılırsa, 1982 yılına kadar basılan ‘Tanrıların Arabaları”, “Yıldızlara Dönüş”, ‘Tanrıların Ayak İzleri” ve “Tanrıların Stratejisi” adlı kitapları toplam 45 milyon basılarak kendi alanlarında bir rekora ulaşmış.
Erich von Daeniken ve izleyicilerinin iddiası, öz olarak şu: Bu dünyada kurulmuş eski uygarlıklar, bu dünyada yaşayan insanların değil, uzaydan gelmiş zeki yaratıkların eseridir. Onlardan gelen emirlere uymadığı zaman insanlar felakete sürüklenmiş, onlarla işbirliği yaptıkları zaman da büyük uygarlıklar kurmuşlardır.
Bu iddiayı hiç özünü değiştirmeden şöyle de ifade edebiliriz: Bu dünyada olup biten her şey tanrının isteğince olmaktadır. Eğer insanlar tanrının emirlerine uyarlarsa mutlu olurlar (olmuşlar), uymazlarsa başlarına felaket yağar (yağmış). İddia böyle ifade edildiği zaman, Tevrat, İncil ya da Kuranın dünya hakkındaki görüşlerini en radikal bir din adamı gibi özetlemiş oluruz. Zaten Daeniken’in de çıkış noktası eski dini metinler, söylenceler, özellikle de Tevrat’tır. Musa ya da diğer Yahudi peygamberlerinin pek çoğu uzaylı zeki yamuklarla bağlantı kuran kişilerdir. Ellerindeki vahiyler de onların insanlara verdiği direktiflerdir. Melekler, mekik vb. uzay araçlarıyla gelen uzaylı ziyaretçilerdir vb. İlk varsayımdan sonra yapılacak şey, genel çerçeve içine ayrıntıyı yerleştirmekten ibarettir. Nuh tufanı, Sodom’un yok edilişi ya da Güney Amerika’ya insanların gidişini, sayısız efsane içinde uygun olanları seçerek “açıklamak”, sadece biraz hayal gücü zorlanarak ve eski kalıtlar arasında zaman ve mekân farkını kaldıran bağlantılar kurularak yapılabilir. Hele burjuva basın tekellerinin ve propaganda araçlarını arkanıza almışsanız sizin ayrıca senaryolar uydurmanız bile gerekmez, basın tekellerin “belgesel” senaryocudan gösterilen doğrultuda sayısız “belge” uydurabilirler. Nitekim Daeniken’in sözünü ettiği pek çok “olgu” ile ilgili sayısız program, bugün dünya sinema ve TV’lerinde, kesin gerçek tarihsel bulgu imajı verilerek gösterilmektedir.
E. Von DAENİKEN’in kitaplarını yayımlamaya başladığı dönem, bu tür spekülatif iddiaların yayılması için çok elverişliydi. Bir yandan aya gidilmiş, magazin basın ve TV’nin köpük dizileri “bilim kurgu” adı altında uzay yolculukları ve başka gezegenlerdeki yaşam üzerine bilim dışı iddialar bombardımanıyla yığınları serseme çevirirken, eski sosyalist ülkelerde revizyonizm palazlandırdığı ölçüde revizyonist ideologlar da bu tür spekülasyonlara çanak tutarak Daeniken gibilere destek sağlıyorlardı, öte yandan burjuvazi, bu dünyada vaat edemediği geleceği, uzaydan gelecek destekle sağlayabileceğini yayarak, kapitalizmin geleceği hakkında yeni umutlar yayma olanağı elde etmişti. Bu görüş revizyonistlerin, sınıf farklarının ortadan kalktığı (en azından sınıflar-arası çelişmenin antagonist niteliğini yitirdiği) bir çağda yaşadığımız masalıyla birleşince, burjuvazi için (ve tabi Daeniken’in kuramının yaygınlaşması için) son derece uygun bir ortam yarattı.
E. von Daeniken’in görüşleri çok geniş bir çevrede merakla karşılandı, pek çok çevrelerde tartışıldı, ama her moda kuram gibi bir süre sonra etkisi azalmaya başladı, özellikle Marksizm’e yönelik hiçbir ciddi iddia bu çevreden yönelmediği gibi, iddialar ve öne sürülen olguların açıklanması bilimsel ölçülere vurulduğunda kabul edilir olmaktan uzaktı. Yığınlardaki bilinç çarpıklığını derinleştirmek için bu tarih görüşü kitle iletişim araçlarıyla burjuvazi tarafından yaygınlaştırıldı, ama burjuva bilim çevrelerince bile fazla ciddiye alınmadı.
Zaten Daeniken tarihte olup bitenler hakkında kimi iddialarda bulunuyor, ama burjuva toplumunu ayakta tutan kimi değerler (din, tanrı, ahlak vb. konularda) ve bugün ve gelecek hakkında dişe dokunur bir şey söylemiyordu. Bu ise, Daeniken’in kuramını zayıflatan bir yan olarak görüldüğü gibi, burjuvazinin ihtiyacı açısından da bir eksiklikti. Bu eksiklik bir sonraki “bilim kurgucu tarihçiler” tarafından “giderildi” ve böylece Daeniken’in kuramı da mantıki sonuçlarına vardırılmış oldu.
Daeniken ve burjuva propaganda merkezleri dünyadaki bütün gelişmelerin bir “dış itici” güç tarafından yönlendirildiği görüşünü çok iddialı bir tarzda öne sürmüşlerdi ve burjuva bilim çevreleri bu tezleri kabul ettiklerini açıkça söylemeseler de zımnen benimsemişlerdi. Son yıllarda bu konularda yayımlananlar, eskisi kadar gürültülü olarak sürmese de eskisi kadar iddialıdırlar. Bu yüzden de Daeniken’le başlayan bu yeni “tarih görüşü”nün vardığı yeri sergilemek önem kazanıyor. Ve burada bu alanda son yıllarda yayımlanmış en popüler kitaplardan birisi üstünde uzunca durmak gerekiyor. Kitabın adı biraz uzunca; “Andromedadan gelen UFO, bir uzaylının dünyamızla ilgili müthiş açıklamaları ve kehanetleri”. Kitabın yazarı olarak üstünde üç isim var. Prof. R. N. HERNANDEZ, Yarbay Wendelle C. STEVENS, Zitha RODRİGUES-MONTIEL.
Kitap, asıl Prof. Hemandez’in yazdığı yüzlerce sayfalık notlardan meydana getirilmiş. Biyografisine göre Prof. Hernandez, immünoloji, araştırmacısı ve Meksika Atom Enerjisi Komisyonu’nun önde gelen bir üyesi. Profesör, 1972’den itibaren dünya dışı yaratıklarla temas içinde ve çok güzel bir kadın biçiminde Profesörü ziyarete gelen L. Y. A, ona kendilerini, amaçlarını ve dünya ve evren üzerine görüşlerini anlatıyor ve Profesörü bir kaç kez de uzay gemisiyle kendi yıldızına götürüyor. ANDROMEDA takım yıldızındaki INXTRIA’ya muhtemelen. Ama profesör 1984’te esrarengiz biçimde, daha önce dünya dışı ziyaretlere gittiği gibi, kayboluyor. Büyük bir olasılıkla çıktığı dünya dışı bir ziyaretten dönmüyor, dönemiyor!
Kitabın diğer yazarı Yarbay Vıca STEVENS ise, UFO olaylarını araştırmak ve bu olaylarla ilgili raporlar yazmakla uğraşan yarı-resmi bir görevli ve Hemandez’in el yazıları ve çizdiği haritalan inceleyip, bir uzman olarak bunları değerlendiriyor. Kitabı derleyen kişi ise, Profesör Hemandezle yakın ilişkisi olan, eski bir Meksikalı “profesyonel gazeteci” ve bugün de muhtemelen Meksiko City’deki UFO Araştırma Merkezi’nin başkanı.
Kitapta öne sürülen iddia şu: Dünya dışı zeki varlıklar sadece amatör fotoğrafçıların kameralarına takılan “uçan dairelerden” ibaret değil. Tersine bu yaratıklar, kendilerini saklamıyorlar: bilim çevrelen, resmi yetkililerle vb. ile de ilişki kuruyorlar, ama bunlar saklanıyor. Nitekim bu çerçevede Meksikalı bir uzay-bilimci olan Profesör Hernandez’le ilişki kurmuşlar, ama profesör bunu açıklamamış, sadece bu görüşmelerin ve kendisine söylenenlerin ve gösterilenlerin notlarını almış.
Eğer iddia bu kadarla kalsa; belki bizim konumuzu ilgilendirmezdi, ama bu masum buluşmalar aynı zamanda dünyaya bir tarih çizerken gelecek için de öngörülerde bulunuyor.
Böyle notlar var mı, varsa deli bir “bilim adamının” hezeyanları mı değil mi, yoksa birkaç kafadarın uydurduğu bir “bilim kurgu” yapıtı mı vb. gibi pek çok soru akla gelirse de, bu sorular en azından konumuzla ilgili değil. Burada bizi ilgilendiren, “dünya-dışı güçlerin” dünyanın tarihine yön verdiği biçimindeki son yılların popüler tarih görüşünün mantıki sonuçlarına varılıyor olmasıdır. Kaldı ki; kitabın yazarları anlatılan bütün olay ve “belgelerin” gerçek olduğunda ısrarlıdırlar ve daha da önemlisi bu iddialar burjuva propaganda merkezlerinden desteklenmektedir.
Sözü edilen kitap, dünyanın ilk oluşundan alın da Andromeda’lılarla dünyalıların atalarının aynı yıldızdan geldiğini açıklamakla işe başlayıp, Daeniken’in kitaplarında sözünü ettiği dönemlerde yine Andromeda’lıların dünyayı ziyaretlerini vb. çok “anlaşılır” bir biçimde açıklıyor. Dahası o zamanki dünya uygarlığı hakkında, bilim vb.nin gelişkinliği konusunda değerlendirmelerde bulunuyorlar.
Bu değerlendirmeler şöyle bir tespitle sona eriyor
“Gerçek şu ki. bizler, bir süreden beri, sayıları binlerle ölçülebilen, dünya dışı ırklar tarafından incelenmekteyiz ve bu sürecek. Bizler karantinaya alınmış gibiyiz. Ne olup bitliğini bilmeyen tek bizleriz. Bu, tekâmül çalışmasındaki laboratuar projesi biziz. Yine bizler, en güzel gezegene ve tek bir gezegende gelişmiş en çok sayıda canlı türüne sahibiz. Bizi incelemeyi yeğlemelerinin nedeni de bu….” (17)
Bu, “gerçek şu ki” diye başlayan cümle de, “İsviçre’de uzaylılar tarafından programlanmış bir köylü”(18)nün ve Prof. Hemandez in “sezgilerinden” başka hiç bir şey yok gerçekle ilgili. Ama buna karşın yazar (ya da yazarlar) dünya dışı uygarlıklardan sadece bir olasılık olarak değil, kesin gerçekler olarak söz ettikleri gibi, dünyanın en güzel ve en kalabalık gezegen olduğu hükmünü de hiçbir kuşkuya yer vermeyecek biçimde ifade ediyorlar. Bu belki okuyucuyu inandırma yöntemlerinden biri ama aynı zamanda da bütün öteki söylediklerinin ciddiyeti konusunda da düşündürücü bir tutumdur.
Doğrusu kitabın her sayfasında, bugün bilinen ve doğruluğu konusunda kuşku duyulmayan doğa yasalarını yok sayan pek çok iddia bir arada yer alıyor. Ve bütün bu iddiaların her biri yine de “enerji biçimi”, “madde biçimi”, “dönüşüm” gibi bilimsel kavramlarla açıklanmaya çalışılıyor. Ama iş tanrı sorununa gelince, bütün önceki aşırı maddeci görünüş yok sayılarak tam bir metafizik idealizm içine yuvarlanılıyor, “Her şeye kadir”, “yüce”, “kudret ve amacına kimsenin akıl sır erdiremeyeceği”, herhangi bir dinin tanrı tanımı bu sefer salt enerji (platon ve Aristoteles’te salt biçim, Hegelde saf düşünce vb.) olarak karşımıza çıkıyor. Ve öğreniyoruz ki, “bizim Tanrımız” bütün evrenin de Tanrısıdır. Tıpkı büyük dinlerimizin dediği gibi.
Profesör Hemandez soruyor “Pekala, … ya tanrı? Nerede O? Gerçekten var mı?” O’nunla temas kuran Andromeda’lı LYA yanıtlıyor:
“Bizler, siz ve evrendeki tüm canlılar, sonsuz bir varlığın kusursuz yapıtlarıyız… O muhteşem gücün.
Tabii ki Tanrı vardır. O bizim için, en büyük biyoelektrik-manyetik güçtür. Gerek pasif gerek aktif halin bütün titreşimsel hareketlerini kontrol eder ve de tam tersini. Tükenmez bir bilgi kaynağıdır. Siz onun gücünü ancak madde kanalıyla duyabiliyorsunuz, bunun için de yüzeysel, bazen de yanlış anlıyorsunuz. Gerçekte yüzlerce çeşit hayat biçimi vardır en saf biçimi de enerjidir… Tanrı sizin tasavvur edemeyeceğiniz bir biçimde bunların üstündedir. Tanrı hayat verir, hayat da bir güç, bir devredir. Bu evrende hiç kimsenin hayatı almaya hakkı yoktur. Ancak kendi yaşam hakkını savunmak amacıyla insanoğlu bu yola başvurmalıdır (ahlak -ÖD.) Madde, sizin bildiğiniz haliyle onun gücünün en basit biçimlerinden biridir, vb. vb.” (19)
LYA, gelecek hakkında kestirmeler, ne kestirmesi açıkça kesin yargılarda bulunuyor. İnsanlar içindeki şiddet eğiliminin, hava kirliliği, atom denemeleri vb.nin dünyayı bir felakete sürüklediğini iddia ediyor ve Prof. Hernandez gibilerinin bu gidişatı değiştirebileceğini, eğer olmazsa dünya-dışı iyi ırkların dünyadaki “iyileri kurtarabileceğini” söyleyerek dünya tarihinin insan döneminin nasıl noktalanacağım açıkça ifade ediyor.
Dünya tarihinin “dünya-dışı güçler” tarafından belirlendiğini iddia eden kuramların ortak yanı, ilk bakışta, olup bitenlerin fantastik de olsa, materyalist bir açıklaması gibi görünüyorsa da, gerçekte dünyadaki gelişmeye yön veren gücü insan toplumu dışına çıkararak ve yukarda verdiğimiz örnekte olduğu gibi, son tahlilde her şeyi belirleyenin bir doğa-tanrı bile olsa, Tanrı olmasıyla, idealist-metafizik bir teorik bakış açısına ulaşılmaktadır. Bu kuramlarda diğer bir ortak yan ise, bugünkü dünyanın kötü olmasının ya da onda kötülükler bulunmasının nedeni, dünyanın yönetici sınıflar tarafından kötü yönetilmesi değil, dünya üstünde kötü kişilerin ya da bilgisiz beceriksiz yöneticilerin var olmasındandır. Bilgisizliğin kaynağı ise, geçmişte (ve bugün) dünya-dışı “üstün ırklar”ın ilettikleri mesajları gereği gibi değerlendirememektir.
Bu haliyle bakıldığında. Çevrimsel Devim Kuramı’nın ya da “Ruhsal Gerileme Kuramı”nın kaderci kötümserliği, Nietzsche’nin “üstün insan” arayışı bu kuramla aşılamıyor. Tersine burada masalla tarih, nesnel gerçeklikle dini dogma arasındaki sınırda ortadan kayboluyor. Masal kesin bir gerçeklik gibi sunulup, nesnel gerçeklik tarihsel gerçekler, masalla uygun hale getirilmek için eğilip bükülüyor. Bütün bunlara karşın gerçek masala uymuyorsa “dünya dışı âlem”den yeni tarih ve doğa yasaları ithal edilerek gerçek tarih ters yüz edilmeye çalışılıyor.
Burjuvazi ve gericilik ise, resmi ya da gayri resmi yollarla diyalektik materyalist olmayan her tarih görüşünü, ne kadar saçma olursa olsun desteklemekten geri kalmıyor. Çünkü onun için önemli olan insanlık tarihinin gerçekçi bir tablosunu elde etmek değil, bugünkü düzenim sürdürebileceğine dair tarihin kendisine fetva vermesini sağlamakta. Bunu, bir görüş; “en iyisi budur, daha iyisini aramak gereksizdir”, bir başka tarih görüşü, “bu kötüdür, ama daha iyisini aramayın bulamazsınız,” bir diğeri ise; “bu kötüdür ama gelecek olan daha da kötüdür” diye sağlayabilir. Burjuvazi için her üç görüş de olumludur. Yeter ki daha iyi, sömürüşüz baskısız bir dünyanın olabileceğini savunan bir tarih görüşü öne sürülmesin.
Ne var ki; son yıllarda en parlak dönemlerinden birisini yaşayan burjuva dünyası, bunca çabasına, Marksizm’i kesin yenilgiye uğrattığına dair bunca yaygarasına karşın, insan toplumunun gelişimini, toplum içindeki karşıt sınıfların mücadelesine bağlayan materyalist tarih görüşüne karşı, şu, yukarda hiç değiştirmeden aktarmaya çalıştığımız tarih görüşleriyle karşı çıkmaktadır. Gerçekte burjuvazi, onun tarihçileri o kadar çaresizdirler ki; materyalizm karşısında, materyalizme karşı olmak ve burjuva toplumunu aklamak dışında sistemli bir tarih görüşü etrafında az çok bir birlik sağlayamamaktadırlar. Neredeyse, her burjuva tarihçisi “ayrı” bir tarih tezi geliştirmektedir. Hiç kuşkusuz, hedef önceden belli olduğu için, varılan sonuç aynıdır; ama materyalist tarih görüşü karşısında aynı “kanıtlarla” çıkamamaktadırlar. Elbette ki böylesi dağınık ve perişan olmalarının suçu onların kişisel yeteneksizlik ya da bencilliği ile ilgili değildir, ama savundukları davanın tarihsel haksızlığı ile ilgilidir. Ve bu yüzden de, 150 yıla yaklaşan bir süredir tarihsel materyalist tarih görüşünü gömmeye çalışmalarına karşın, ona karşı, ciddi bir eleştiri yöneltebilmiş değillerdir. Kopardıkları bunca yaygaraya karşın bugün de bu konuda bir tek adım bile atmış değillerdir. Sadece ellerinde revizyonizmin iflasıyla ortaya çıkan (ama tarihsel materyalist dünya görüşü tarafından daha önceden mahkûm edilen) kaosta, gürültülü bayram yapmalarına vesile olan tarihsel bir fırsat yakalamışlardır hepsi bu.
(Sürecek)

Dipnotlar:
(11) Oswald Spengler, Batının Gerilemesi
(12) Oswald Spengler, age.
(13) A J. Toynbee, Tarih incelemesi
(14) F. Nietzsche, Zerdüşt Böyle Dedi
(15) W. Reich, İnsanın Doğadaki Yeri Payel Yay.
(16) HAL. Fisher, Avrupa Tarihi, aktaran J. Bernal, Bilimler Tarihi C.2. S. 698
(17) Andromeda’dan Gelen UFO s. 59
(18) Andromeda’dan Gelen UFO s. 57
(19) Andromeda’dan Gelen UFO s. 231-232

Kasım 1990

‘Açık faşizm’ teorisi ya da pratik yanılgılar üzerine – 2

Yaşanan dönemin somut olgularından çıkarılması gereken sonuç ya da Eylül rejiminin işlevi
TKP’nin bütün tarihi boyunca, her türden siyasal gelişmede olumlu bir yön aramayı, olumlu bir yan bulmayı genel politika düzeyine yükselttiği biliniyor. Eylül darbesini, genel politikasına ve anlayışına uygun bir tarzda tahlil ediyor ve Eylül’de hep anti-faşist bir yönelim yakalamaya çalışıyor, bulduğu görülüyor. Darbeye anti-MHP bir misyon da yüklüyor ve Eylül’e karşı mücadele edilmesi gerekliğini önerenleri eleştirmeyi, darbenin ucu kendi örgütsel varlığına yöneldiği tarihe kadar, politik bir tutum olarak benimsiyor.
Ek’te aktarılan alıntılardan görebilmek mümkün. TKP’nin bütün tarihi boyunca sürdürdüğü politik mirası mücadele biçimleri alanında aşan, ama ideolojik alanda aşamayan sol radikal akımlar. Mart dönemi için yapılan hatalı bir saptamayı, olduğu gibi Eylül dönemine taşıyorlar. MSP’nin kapatılması olgusunu, ‘feodal kalıntılarla’ sürdürülen uzlaşma çizgisinin reddi, ‘toprak ağaları ve tüccarların’ siyasal rejimden ‘dışlanması’ olarak tahlil ediyorlar.
Böylesine bir tahlil, tarihsel bir on yıla yayılıyor ve 12 Mart’la başlayan ‘feodal kalıntıların’ oligarşi içinden ‘dışlanması’ sürecinin 12 Eylül’le birlikte tamamlanmaya çalışılması saptamasına kadar uzatılıyor.
Bu tıp saptamaların olgular tarafından doğrulanmadığı görülüyor.
Eylül darbesi ile birlikte sadece MHP ve MSP gibi faşist ve dinci-gerici partiler değil, AP ve CHP gibi partiler de parlamento ile birlikte kapatılıyor. Burjuvazi, cunta aracılığı ile siyasal otoriteyi güçlendirmeye ve bozulan siyasal istikrarı yeniden gerçekleştirmeye yöneliyor, tekelci burjuvazinin bütün kesimleri ve toprak ağaları/büyük toprak sahipleri, tek siyasal çıkış yolu olarak gördükleri cuntanın arkasında saf tutuyorlar.
Eylül cuntası MHP ve MSP’nin siyasal işlevlerini de devralıyor.
Eylül cuntasının, MHP’den devraldığı siyasal işlevi fazlasıyla yerine getirdiği açık, sorunun bu yanı üzerinde görüş sahipleri arasında bir tartışma olmadığı biliniyor, Öyle ki Ankara Sıkıyönetim Komutanlığı Askeri Mahkemesi’nde, Eylül cuntasının işlevi, MHP sanıklarının kaleminden ‘fikrimiz iktidarda, biz hapisteyiz’ savunmasıyla dile getiriliyor.
Cunta, Eylül öncesinde MSP’nin yerine getirdiği siyasal işlevi de fazlasıyla devralıyor ve ortaya siyasal bir boşluk çıkmadığı görülüyor. AP, CHP, MHP ile birlikte MSP’nin de kapatılmış, yasal siyasal arenadan dışlanmış olması, MSP’nin temsil ettiği iddia olunan toprak ağaları ve tüccarların, ‘feodal kalıntıların’ siyasal iktidar mekanizmasından ‘dışlanması’ anlamına gelmiyor. Tersine daha da merkezileşen ve güçlenen siyasal devlet iktidarı, doğrudan doğruya feodal/yarı-feodal bir tarihsel ve sosyal geleneği temsil eden kurum ve ilişkilerin güçlendirilmesine, takviye edilmesine yöneliyor, dinsel ideoloji ve dinsel değerler toplumun bütün hücrelerine, resmi kurum ve ilişkiler ağıyla şırınga ediliyor. Kalıcı kurumlar ve ilişkiler sistemi yaratılıyor.
Bir ön-giriş olarak daha önce aktarıldı: Atatürk Yüksek Kurulu’nun resmi belgelerinde ‘oralar’ diye tanımlanan Kürt bölgelerinde ‘ağalığa dayanmanın, dine dayanmanın’ önemine işaret ediliyor. Atatürk Yüksek Kurulunun belgelerinin basında yer aldığı günlerde, haftalık Nokta dergisinde demeci yayınlanan eski Asayiş Kolordu Komutanı İsmail Selen, pratik durumdan hareketle resmi düşünceyi tekrarlıyor. Kurt bölgelerinde “aşiret yapısı(nın) dağıtılmaması gerektiğini” ifade ediyor, “biz orada askeri güç yanında, ancak aşiret ağalarına da dayanarak tutunabiliriz” diyor. İsmail Selen pratik durumu dile getiriyor. Koruculuk sistemi aracılığı ile devletin aşiretleri silahlandırdığı, koruculuk sisteminin gelişen ulusal hareket karşısında ve merkezi askeri güçlerin yanında belirgin bir askeri rol oynadığı biliniyor. Merkezi devlet, ulusal uyanışı durdurmak, frenlemek için aşiret yapısının, yarı-feodal bir kurumun korunmasına ihtiyaç duyuyor. Burjuvazi kendi tarihsel sürecinde, feodal kurumların ve ilişkiler sisteminin korunmasının, uluslaşma sürecinde yavaşlatıcı bir işlev taşıdığını biliyor. Sömürgeci ilişkilerin sürmesinde, Kürt bölgelerinde aynı zamanda ekonomik güce sahip olan ve banka sistemi ve bayilikler kanalıyla ekonomik ve siyasal ilişkiler ağına bağlanan şeyh ve ağalık kurumunun, Cumhuriyet tarihi boyunca önemli bir rol oynadığı biliniyor.
Mevcut ataerkil ilişkiler ve kurumlar sisteminin ulusal uyanışı durdurmaya yetmediği ve askeri bastırma tedbirlerinin ön plana geçirildiği bugünkü koşullarda, merkezi askeri gücün ulaşamadığı veya tek başına yetersiz kaldığı yer ve durumlarda, ortaya çıkan askeri boşluk, aşiret reislerinin ve ağaların askeri gücü ile dolduruluyor. Devletin, açık ve resmi bir biçimde, aşiret reislerine, merkezi otorite adına hareket etme yetkisi verdiği gözleniyor. Cumhuriyetin ilk yıllarında çıkarılan yasalarla, 1935 İskân Yasası, aşiret reisliği, ağalık, beylik gibi unvan ve statüleri hiç değilse resmi düzeyde kaldırılmıştı. Toplumsal gelişme ve ulusal uyanış karşısında, burjuvazinin kendi Cumhuriyetçi değerlerinin bugün büyük bir erozyona uğradığını, büyük ölçüde aşındığını görebilmek mümkün. Ecevit, günlük gazetelerde yayınlanan demeçlerinde, devlet/aşiret ilişkilerinin resmileştirilmesinin, devlet yasallığını gölgeleyeceğini düşünüyor ve tek başına merkezi devlet gücünün ‘ulusal bütünlüğü’ korumada yeterli olacağını savunuyor. Ecevit, merkezi devlet otoritesinin, mahalli otoritelerle işbirliği yapmasını, burjuva Cumhuriyetçi geleneğin bir zayıflığı sayıyor. Net olarak görülebilir: 85 yıl öncesinin militer hukuk mirası ve siyasal gelenekleri, bugünün tekelci siyasal değerlerinin şekillenmesine tarihsel olarak kaynaklık ediyor. Ecevit, 1905’te Abdülhamit’in Kürt aşiret reislerine ve ağalarına rütbeler dağıtarak, onları devlet adına cepheye sürdüğüne ve bu şekilde oluşturulan Hamidiye Alaylarının, bölgenin yarı-feodal yapısını, siyasal anlamda tam feodaliteye dönüştürdüğüne işaret ediyor. Bugün tarih tekerrür etmiyor, ama ulusal uyanışın ve ulusal aktivitenin ulaştığı boyutlar, Hamidiye Alayları benzeri askeri örgütlenmeleri, şeyhlik ve ağalık kurumuna dayanan koruculuk sistemini gündeme sokuyor. Merkezi devlet, artık aşiret reisliğini ve ağalık kurumunu, 1980’lerin ikinci yarısından itibaren açıkça ve resmen muhatap alıyor. Bölgede görevli generallerin, aşiret reisleri ile ‘güvenlik’ toplantıları yaptıkları gazete sütunlarına kadar yansıyor. Vali ve kaymakamlar, aşiret reisleri ile devleti temsilen görüşüyorlar. Taraflarca imzalanan tutanaklar resmi belgeler olarak açıklanıyor.
Düzenin parlamenter partilerinin Kürt bölgelerinde, 413 Sayılı Kararname ve eklerinin arkasından, artık sadece aşiret reislerinin ve ağaların, korucuların siyasal örgütlerine dönüştüğü, ilgili partilerin üst düzey yetkililerince açıklanıyor.
Açık bir olgu olarak görülmesi gerekiyor. Somut siyasal olgular, ‘açık faşizm’ ile Bonapartizm arasında paralellik kuran teorik tahlilleri doğrulamıyor. Eylül gibi ‘açık faşizm’ dönemlerinin, ‘feodal kalıntıların’ oligarşiden dışlanmasından’ değil, tersine, toplumsal ve ulusal muhalefetin yükseldiği koşullarda, egemen sınıflar cephesinde ortaya çıkan daha ileri bir siyasal birlikten, sınıfsal ittifaktan söz etmek gerekiyor.
Bugünkü siyasal tabloyu ve Eylülün ‘birlik ve beraberlik’ politikasını, en iyi, Tahir Adıyaman’ın siyasal mizah yazarlarınca espri malzemesi olarak kullanılan, Bölge Valiliği’ne yönelik istemi resmediyor. Ulusal hareketin karşısında ve resmi politikanın yanında aşireti ile birlikte aktif bir konumda siyasal tutum aldığı görülen Tahir Adıyaman, kapatılmadan bir süre önce haftalık 2000’e Doğru dergisinde yayınlanan bir söyleşide, Olağanüstü Hal Bölge Valiliği’ne aday olduğunu açıklıyordu. Tahir Adıyaman’ın istemini, resmi politikanın ve siyasal devlet olgusunun kavranmasının ve kendi sosyal tabanına yerleşmesinin, dışa vuran somut bir örneği olması bakımından anlamak gerekiyor.
Siyasal sistem, ancak Tahir Adıyaman’ı Bölge Valisi yaparak kendini reforma tabi tutabilir.
Eylül böylesine bir reformcu çizgiye kapıyı açıyor ve darbenin daha ilk gününden itibaren reformcu yanılgıların üretilmesine uygun bir politika izlemeyeceğini belli ediyor.
1971 Mart rejimi ise, ilerleyen süreçte değil, daha başlangıçta, Eylülden farklı olarak, siyasal yanılgılar ve beklentiler üretebilecek bu- siyasal ortamın ürünü olarak şekilleniyor. Elli yıllık reformcu tortuyu siyasal anlamda henüz aşma sürecine yönelen solun, bir bölümüyle Mart rejiminin reformcu yanılgılarının, toprak reformu demagojisini de kapsayan reformlar paketinin etkilerinin bütünüyle dışına çıkamadığı görülüyor.
Mart rejiminin toprak reformu demagojisinden kaynaklanan yanılgılar, örnek olması açısından Mart rejimini, aynı zamanda feodal kalıntıların siyasal devlet iktidarından uzaklaştırılması girişimi olarak irdeleyen Kesintisiz Devrim broşüründe, etkileri bugüne kadar uzanacak şekilde teori düzeyine yükseltiliyor.
Yazının girişinde 27 Mayıs sonrasının 55 ağa olayından söz edildi. Siyasal yönelimlerinden ve ürünü oldukları siyasal-toplumsal koşullardan bağımsız olarak, toprak reformu vaatlerinin ve ulusal asimilasyon politikasının hızlandırılmasının, 27 Mayıs sonrasının ve Mart rejiminin Ortak paydaları, iki dönemin farklı özelliklerini burada tartışmanın dışında tutuyoruz, olduğu görülüyor. Ulusal asimilasyon politikasının izlenmesinde her türlü siyasal ve askeri aracın kullanılması ve geliştirilmesi alanında Mart rejiminin bıraktığı eksiklikler ve yetersizlikler, Eylül rejimi altında tamamlanıyor. Eylül rejimi, toprak reformu vaatlerine ve siyasal demagojisine başvurma gereğini duymuyor. Sistemin açığa çıkan çelişkilerinin siyasal-toplumsal düzlemde eriştiği boyutların ve bunun bir parçası olarak toplumsal muhalefetin düzeyinin, reform vaatleri ile toplumsal muhalefetin kontrol altına alınması, kontrol altında tutulması geleneksel politikasına cevaz vermediği görülüyor. Burjuvazi, karşıdevrim, fiziki güç organlarını bütünüyle devreye sokarak toplumsal ve ulusal muhalefeti fiziki olarak ezmeye yöneliyor. Korku cesaret üretiyor. Urfa’da, geçmişte kamulaştırılmasına karar verilmiş bir kısım toprakların eski sahiplerine geri verilmesi politikası, Eylülün tarım politikasının bileşenleri arasında yer alıyor. Toprak dağıtımından yararlanmak isteyenler için okur-yazarlık şartı getiriliyor. Ulusal asimilasyon politikasının araçlarının çoğaltıldığı, zenginleştirildiği gözlemleniyor. Devlet gücünün uygulama hızının artırılması, ulusal asimilasyon yöntemlerini de artırıyor. Ulusal asimilasyon politikasının uygulanmasında. Cumhuriyet tarihinin belli bir döneminden bu yana, ağa ve şeyhler bir sosyal kategori olarak önemli bir rol oynuyor.
Ulusal asimilasyon politikasının hızlandırdığı siyasal koşullarda, ağa ve şeyhlerin, bir bölümüyle, siyasal baskının hedeflen arasında yer aldığı görülüyor. İsmail Beşikçi, ‘Devletlerarası Sömürge: Kürdistan’ çalışmasında, merkezi devlet iktidarının belli bir döneme kadar, Kürt hareketinin arkasında ağaların olduğu, Kürt hareketinin ağalarca kışkırtıldığı yanılgısını taşıdığına işaret ediyor. Dahası, ulusal asimilasyonun hızlandırıldığı ve ulusal bilincin gelişme eğilimleri gösterdiği 27 Mayıs sonrasında, toprak reformu vaatlerinin sürdürülmesinin, aynı zamanda toprak ağalarının ve aşiret reislerinin ehlileştirilmesine hizmet ettiğine dikkati çekiyor,
Mart rejimi 55 ağa olayı benzeri bir politikaya başvurmuyor, ama toprak reformu vaatleri uzunca bir dönem sürdürülüyor. Toprak reformu vaatlerinin 1974 sonrası Ecevit hükümetleri dönemlerine sarkacak şekilde sürdürülmesi, açık ki, toplumsal tepkinin törpülenmesi, yoksul köylülüğünün toprak istemlerinin kontrol altında tutulması, işçi-köylü ittifakı olasılığının engellenmesi politikalarının bir parçası olarak siyasal bir işlev taşıyor.
Olguların gösterdiği açık gerçek: Toprak reformu vaatleri, tarihinden ve ‘açık faşizm’ koşullarında ‘feodal kalıntıları’ merkezi siyasal iktidardan ‘dışlama’ politikasından değil, ulusal sorundan ve ulusal uyanışın ve yoksul köylülüğünün toprak istemlerinin kontrol altına alınmak istenmesi gerçeğinden kaynaklanıyor.
Yukarıda değinildi; Eylül rejimi toprak reformu gibi reformcu vaatlere başvurma gereğini duymuyor. Ama toplumsal-ulusal uyanışın karşısına bir dalgakıran olarak, daha büyük ölçüde dini, dinsel uyanışı çıkarıyor.
Eylül rejimi, öncesindeki siyasal dönemlerin birikimini ve politikalarını devralıp sürdürüyor. Öncesindeki gerici siyasal iktidarların politikalarından nitelik olarak ayrılmıyor. Ama Eylül döneminin, dinsel ideolojinin toplumsal ilişkilerin ve toplumsal kurumların her bir noktasına şırınga edilmesi, bunun Türk-İslam sentezi temel ekseninde resmi bir devlet politikası olarak örgütlenmesi ve sürekli kılınması bakımından, önemli bir siyasal aşamayı temsil ettiğini söylememiz gerekiyor.
‘Açık faşizm’ koşullarında ‘feodal kalıntıların’ siyasal devlet iktidarından ‘dışlanması’ saptamaları, somut siyasal ve tarihsel olgularla çelişen bir yanılgıya işaret ediyor.
Beklentiler gerçekleşmiyor, saptamaların teorik bazda sürdürülmesinden taviz verilmiyor.
Her dönemin Kemalist burjuva liberalleri, siyasal yönelim ve uygulamalarının bir bölümüne karşı olduklarını açıklasalar bile, askeri cuntalar eliyle, sivil iktidarlar döneminde törpülenen laiklik politikasının yeniden diriltileceğim bekliyorlar.
Beklentiler gerçekleşmiyor, her yeni bir on yıla başlarken burjuva liberallerinin laiklik normlarının, sistemin normlarına ‘uyum’ sağlamaya başladığı görülüyor. Alevilik Bildirgesi’ni imzalayan aydınlar, laiklik konusunda bugün gelinen noktayı meşru saydıklarını göstermiş oluyorlar.
Sadece Türkiye’de değil, kapitalist dünyanın bütününde, burjuva gericiliği, felsefeden dine kadar hep gerici ideolojik normlara sarılıyor, toplumun her bir hücresine dini değerler şırınga ediliyor. Artan umutsuzluk ve hayal kırıklıkları, dini değerlerin öne çıkarılması ye dinsel ideolojinin yaygınlaştırılması yoluyla telafi ediliyor, uhrevi bir âleme kanalize ediliyor. İkinci emperyalist savaşı izleyen soğuk savaş yıllarında, özellikle 1960’lar sonrasında, dini dogmaların yaygınlaştırılması, soğuk savaş politikasının ideolojik boyutunu oluşturuyor.
1980’li on yıllarda, Batı’nın demokratik burjuva toplumlarında yeni-sağ dalga, toplumsal dalganın karşısında bir dalgakıran olarak şekilleniyor. İdeolojik planda Hıristiyan fundamentalizmi, siyasal alanda yeni-muhafazakâr dalganın tamamlayıcı bir parçası oluyor. Katolik Kilisesi, son yüzyılın en itibarlı dönemlerinden birini yaşıyor. ABD, tarikatların yaygınlaştığı ve tarikatçılığın büyük ölçüde teşvik gördüğü yeni bir dönemi yaşıyor. Gorbaçov, Ortodoks Kilisesi’nin önünde el öpme kuyruğuna giriyor.
Batı ve Doğu’nun kapitalist ve revizyonist-kapitalist dünyası, 1980’lerle birlikte dini, dini ideoloji ve kurumları, geçmiş dönemlere oranla, daha büyük ölçüde, mülkiyet ve devlet iktidarı fikrinin, piyasa ekonomisi politikasının en büyük destek gücü, ideolojik yedeği olarak kullanıyor.
1980’ler, aynı zamanda, özellikle Ortadoğu’da İran Devrimi’nin de itici bir rol oynamasıyla İslam fundamentalizmini öne çıkarıyor. 1980’li on yıllar Ortadoğu’da ve Türkiye’de dinsel değerlerin ve dinsel kurumların kemikleşmesiyle kapanıyor.
Burjuva laisizminin tarihsel ve siyasal miadını doldurmasının üzerinden on yıllar geçti. Dini tarikat ve mezhepler, artık yerli ve uluslararası tekeller, uluslararası tekel birlikleri tarafından finanse ediliyor. Eylül yönetimi, Avrupa’daki Türk işçilerine dini değerler şırınga etmek için din adamları görevlendiriyor, din adamlarının maaşlarının da Aramco/Rabıta tarafından ödenmesini resmi devlet kararı haline getiriyor,
Eylül rejimi, anti-laisizmi ve Türk-İslam sentezi ideolojisini resmi devlet politikası düzeyine yükseltiyor.
‘Laiklik dinsizlik’ değildir Eylül rejiminin günümüzdeki ifade ediliş biçimlerinden birini oluşturuyor. Dinsel değerlerin yaygınlaştırılmasının önündeki biçimsel ve yasal engellerin kaldırılmasını Eylül yönetimi üstleniyor. Sadece net ve bilinen örnekler olduğu için sıralamak gerekiyor: Din dersinin okullarda zorunlu dersler arasına alınması, halka açık resmi toplantıların ve TV kanallarının dini propaganda kürsülerine dönüştürülmesi, imam-hatip okullarının sayısının çoğaltılması… İlginç bir örnek: Nakşibendi şeyhlerinden birisinin ölüsü, Milli Güvenlik Konseyi kararıyla Süleymaniye Camisinin avlusuna gömülüyor. Bütün bir Eylül dönemi boyunca cuntayı, Kemalizm’in laiklik çizgisine çekmeyi ‘devrimci görev’ sayan Cumhuriyet gazetesi ve Uğur Mumcu, Süleymancıların elinde bulunan bine yakın yurt ve pansiyonun Milli Eğitim Bakanlığı’na devredilmesi için karar alınmasını istiyor, ısrarlı bir yayın politikası sürdürüyor. Eylül yönetimi bu ‘ısrarı’ görmezlikten gelmeyi tercih ediyor.
Cumhuriyet rejiminin oldukça kısa bir döneminde tutarsızlığı içinde bir uygulama alanı bulan Kemalist laiklik politikasının, burjuva toplumu çerçevesinde yeniden tekrarlanmasının, artık olanaksızlığını göremeyen, ‘Kemalizm’le İslamiyet’in Tarihi Uzlaşması’nı öngören CİA raporlarını yayınlamak tek başına yeterli olmuyor, burjuva liberallerinin Eylül rejimini doğuran toplumsal-siyasal koşulları, Eylül rejiminin işlevini kavramaları da mümkün olmuyor.
Burjuvazi ve merkezi siyasal iktidar, dinsel değerleri ve dinsel kurumları, gelişen ve yaygınlaşan toplumsal ve ulusal muhalefetin, muhalefet dinamiklerinin karşısına bir dalgakıran olarak çıkarıyor.
Dine ve dinsel kurumlara, toplumsal-ulusal bir dalgakıran olarak önemli işlevler yüklendiği görülüyor.
Eylül rejimi, özellikle ulusal muhalefetin eylemlilik düzeyine varan bir gelişme göstermesi ile birlikte, bu süreci hızlandırıyor.
Cumhuriyet gazetesinin 26 Şubat 1990 tarihli sayısında yayınlanan ve tartıştığımız konu ile ilgili bölümü Ek’te aktarılan CIA eski Ortadoğu Dairesi Sorumlusu G. Fullerin saptamaları, öneriden çok, açık ki, uygulanan politikayı yansıtıyor.
G. Fuller’in saptamalarının öncülleri otuz yıl öncesine kadar uzanıyor.
İsmail Beşikçi, ‘Devletlerarası Sömürge: Kürdistan’ çalışmasında, Milli Eğitim Bakanlığı Test ve Araştırma Bürosu ile AID’in işbirliğiyle yürütülen bir araştırma sonucuna dayanarak, ABD devlet yöneticilerinin Türk Hükümetine 1962 yılında yaptıkları bir öneriyi aktarıyor. ABD istihbarat organları ve siyasal odaklan, Türk Hükümetine, toplumsal sorunlarla, özellikle Kürt sorunuyla mücadele, etmenin en iyi yolu olarak, dinci nitelikleriyle belirlenen bir partinin kurulması, geliştirilmesi ve etkin bir konuma getirilmesi gerektiğini ‘öneriyorlar.’
‘Öneri’ yedi yıllık bir gecikmeyle yaşam alanı buluyor ve 1969 yılında Milli Nizam Partisi kuruluyor.
Ulusal özelliklere değil, dinsel özelliklere vurgu yapan MNP, Türk siyasal hayatına henüz yerleşme sürecindeyken Mart rejimi geliyor, radikal ve laik muhalefet potansiyelinin irimi ile birlikte, ‘tarafsız’ ve ‘sınıflar-üstü’ görüntüsünü korumak için, Mart yönetimi TİP ile birlikte Milli Nizam Partisi’ni de kapatıyor.
Daha sonraki yıllarda yapılan açıklamalardan, MNP’nin kapatılmasının bir nata’ olarak kabul edildiği anlaşılıyor. ‘Hata’ daha kısa sürede anlaşılıyor ve radikal-laik muhalefetin tasfiye edilmesinden ve ezilmesinden sonra, MNP’nin yeniden kurulması askerlerce bizzat teşvik ediliyor. Açılan dava nedeniyle yurtdışına çıkmış olan MNP yöneticilerinin kısa bir süre içerisinde yurda döndükleri görülüyor. Bu kez Milli Selamet Partisi ismiyle kurulan ve 1973 seçimlerine katılan ve programıyla reformcu-solun anti-emperyalizm ve anti-tekel övgüsünü kazanan dinci parti, 1970’Ii on yılların, 1973 sonrası süreçte kurulan hükümetlerinde koalisyon ortağı olarak yer alıyor.
Radikal sol akımların, Mart rejimi altında MNP’nin, Eylül rejimi ile birlikte MSP’nin katılmasını, ‘açık faşist’ rejimlerin anti-feodalliği saymaları, ‘feodal kalıntıların’ siyasal iktidardan ‘dışlanması’na örnek olarak göstermeleri, sadece bir yanılgıya işaret etmekle kalmıyor, daha önemlisi, dinci nitelikleriyle belirlenen yasal ve parlamentarist bir siyasal partinin rejim için, özellikle ulusal ve toplumsal muhalefetin, muhalefet dinamiklerinin yaygınlaşması ve yoğunlaşması koşullarında, önemli bir siyasal ihtiyacı karşıladığının kavranmamış olmasını beraberinde getiriyor.
Ulusal vurguyu değil dinsel vurguyu ön-plana çıkaran ve ‘dünyevi haksızlıkları’, ‘ilahi haksızlıklarla’ örtmeye çalışan dinci bir partinin ideolojik yönelimi ve siyasal faaliyeti ile ulusal bilincin ve ulusal nitelikli eylemlerin gelişme eğilimi taşıdığı ve toplumsal muhalefetin ‘dünyevi haksızlıklara’ karşı yöneldiği siyasal koşullarda, ulusal ve toplumsal muhalefetin karşısında önemli bir dalgakıran rolü oynayacağı açık.
Eylül rejimi ile birlikte dinsel propagandanın öne çıkarılması ve dini kurumların güçlendirilmesi, ulusal bilincin ve ulusal nitelikli bir hareketin gelişmesiyle son derece yakından ilgili. Ulusal bilincin frenlenmesi, ancak dinsel ideolojiye vurgu yapılmasıyla ve ezen ulus şovenizminin güçlendirilmesiyle mümkün olabilir. Böylesine bir ideoloji ve politikalar bütünlüğü, formülasyon düzeyinde kendini Türk-İslam sentezi olarak açığa vuruyor.
Türk-İslam sentezi, Eylül rejimi altında, resmi politika olarak formüle ediliyor. Atatürk Yüksek Kurulu’na 1987 yılında sunulan raporda ‘birleştirici ve yapıştırıcı bir unsur’ olarak dinin kullanılmasının önemi üzerinde duruluyor ve özellikle Kürt bölgelerinde, dinin daha büyük ölçüde canlandırılması isteniyor. Burjuvazinin ve sistemin laiklik gibi artık geçmişte kalan biçimsel normlarla, burjuva liberallerine ikinci bir hayal kırıklığı yaşatma pahasına da olsa, elini kolunu bağlamadığı görülüyor.
Son bir yıllık süreçle ‘birleştiricilik’ özellikleriyle Aleviliğin, eksikli demokrat aydınların da katkısıyla, itibarının yeniden iade edilmesi ve Eylülün Türk-İslam sentezi politikası, ele aldığımız yanıyla, ulusal hareketi, hem ideolojik, hem de siyasal platformda, İslam enternasyonalizmi içerisinde eritme çabasına hizmet ediyor. İslami değerler ve dinsel kurumlar, ulusal hareketin karşısına bir dalgakıran olarak çıkarılıyor. Kavmiyatçı değerlerin İslami değerlerle izole edilmesinde, ağa ve aşiret şeyhlerinin önemli bir rol üslendikleri anlaşılıyor.
Türk-İslam sentezi, pratik ifadesine, 1986-87 yıllarında uçak ve helikopterler kullanılarak imzalı/imzasız ayetli-hadisli cihat bildirileri dağıtılmasıyla, 1984 sonrasında Diyanet İşleri Başkanlığı bünyesinde kurulan İrşat Ekipleri’nin bütün Kürt bölgelerinde Atatürkçülük ve İslamcılık propagandası yürütmesiyle, PKK eylemlerinin İslamiyet’e aykırılığının vurgulanmalıyla kavuşuyor.
Devletin doğrudan iktidar organlarının yürüttüğü siyasal faaliyetin ve propaganda faaliyetinin boşlukları, dinci parti(ler) tarafından dolduruluyor.
Kürt bölgelerinde Türkçülük propagandası yapmak, doğal olarak tepki topluyor. MHP-MSP faaliyetinin etkili olması mümkün olmuyor. Aynı işlev dün MSP, bugün RP tarafından din faktörünün öne çıkarılması suretiyle yerine getiriliyor. Kürt bölgelerinde MSP-RP örgütlenmesinin hiç zayıflamadığı görülüyor. 1973 ve 1977 genel seçimlerinde MSP, 1983 genci seçimlerinde RP, ortalamanın üzerinde oy topluyor, dinsel partinin Kürt bölgelerinde güçlü bir oy potansiyeline sahip olduğu gözleniyor.
Dinci parti(lerin) faaliyetleri, devlet organları tarafından doğrudan teşvik edilip destekleniyor.
Merkezi devlet iktidarının ve dinci parti(ler)nin propaganda ve siyasal faaliyeti ile beslenen dinsel ideoloji ve kurumlar, ulusal hareketin karşısına bir dalgakıran olarak, en net bir biçimde Eylülün ‘açık faşizm’ koşullarında çıkarılıyor.
19. yüzyıl Bonapartizmi ile eşitlenen ‘açık faşizm’ teorisi bir yanılsamaya işaret ediyor.
Sistemin ekonomik, toplumsal ve siyasal ilişkiler bütünlüğünden koparılmış bir ‘açık faşizm’ teorisinin, askeri cuntalara anti-feodalizm benzeri ‘ilerici’ politik işlevler yüklenmesi gibi, yaşanan güncellikte üzerinden atlanamayacak bir örnek olması bakımından Saddam rejiminin kanlı ve kirli ellerine anti-emperyalizm sloganının teslim edilmesi gibi pratik siyasal sonuçlara yol açtığı görülüyor.
‘Açık faşizm’ teorisi bir yanılsamayı yansıtıyor.

EK -1
CIA raporu: Kemalizm’le İslamiyet’in tarihi uzlaşması
“… dünyada hiçbir lider ne George Washington, ne Nehru, ne Lenin, ne Gandi sonsuza kadar yaşayabilecek bir ürün vermedi. Liderler ölüyor. Önce bedenleri, sonra zaman içinde düşünceleri siliniyor. Oysa Kuran ve İncil yaşıyor. İşte Mustafa Kemal’in başına gelen de her tarih yazmış liderin başına gelenlerden farklı değildir.
Bizzat Mustafa Kemal dahi bir konuşmasında Türkiye’ye çizdiği vizyonun kendisinden sonraki yüzyıllarda ayakta kalıp kalmayacağı konusunda kuşkularını sergilemiştir.
Atatürk’ün düşünceleri çağı için son derece güçlü düşüncelerdi. Ama onun sayesinde yaratılmış olan bugünün, kendisine entelektüel güven duyan güçlü Türkiye’si, artık ulusal kimliğini, yörüngesini, dünyadaki rolünü, hatta İslam’ın günlük yaşamdaki yerini yeniden düşünebilmelidir.
– ‘Yörüngesini yeniden düşünebilmelidir’ derken ne demek istiyorsunuz?
FULLER: Kemalizm’in reformcu yönü, büyük ölçüde İslam’ın eğitim, bürokrasi, yargı üzerindeki köhne ve ezici yükünden kurtulmayı amaçlıyor.
Gerçi daha 19. yüzyılda, sonradan Atatürk’ün reform alanına giren her konuda, İslam’ın etkisini azaltan, modernizme dönük bir gelişme sağlanabilmişti. Ama Atatürk, o dönemin Türkiye’sinde İslam’ın kalkınma üzerindeki rolünün tamamen negatif olacağını düşünüyordu.
Özellikle devletin bürokratik ve yapısal çerçevesi bakımından. Oysa bugün Türkiye’nin İslami düşünce ve eğilimler konusunda daha esnek olabilmesi mümkündür. İran gibi olun demiyorum, ama İslam’ın özel yaşam ve kamu yaşamındaki rolü konusunda esnek olmak ve İslam’ın Türkiye’nin kültürel ve entelektüel mirasının önemli bir parçası olduğunu, bastırılması gerekmediğini kabul etmek, katılaşmayı önlemek için kendisini ifade etmesine olanak sağlamak mümkündür. Geçmişteki radikal laiklik politikaları döneminde İslam’ın yaşamınızdan nasıl dışlanacağı adeta bir fikri-sabit haline gelmişti. Bence bu, bugün daha az lazım olan bir reaksiyon.
–    Yani tarihi bir uzlaşma mı öneriyorsunuz?
FULLER: İslam’a bakmanın çeşitli yolları var. Bence otomatik bir tehdit olarak kabul edilmesi yanlıştır. Hareketin hangi siyasi görüşleri savunduğuna bağlı. Eğer laik bir hükümet yıkılarak yerine İran türü bir rejim kurulmak isteniyorsa bu, demokratik yapıya hasmane bir tutum.
Ama diğer yandan insanlar İslam dininin, kültürünün gereklerinin daha çok gözetilmesini, İslami eğitimin yaygınlaşmasını istiyorlarsa, bu otomatik bir tehdit olarak kabul edilmemeli ki bu, Türkiye’nin ulusal ve kültürel “mirasının parçasıdır. ‘Zamanıdır” demiyorum ama parçasıdır. Son elli yılda yapay olarak bastırılmasının bazı meşru nedenleri olabilir, ama artık Türkiye bu bakımdan kendisiyle barışmalıdır. Eğer siz İslam’a dayalı olduğunu söyleyen siyasi partileri, daha fazla siyasileşmeye, parlamentoya katılmaya çekebilirseniz, tartışmaya açık bir platform yaratabilirseniz, bu çok daha değerli olur.”
“… İslami hareketin önündeki en büyük görev de inançları çağa uyarlamaktır. Birçok İslam düşünürü İslam’ın demokrasi ile uzlaşmaz olmadığını/savunuyor, İslamiyet’teki ‘şura’ kavramanın demokrasiye açık olduğunu söylüyorlar. Bazı İslami Hareketler çok tehlikeli ve radikal, bazıları da reformist liberal işte geliştirilmesi; asıl cazip olan bu.
-12 Eylül öncesi parlamentosunda Süleymancılar, Nakşibendiler ve Nurcular çeşitli, siyasi partiler içinde temsil ediliyordu. Yani bir tür sisteme katılıyorlardı. Böyle bir formülasyon mu öneriyorsunuz?
FULLER: Mistik cazibelerini böyle yitiriyorlardı değil mi? Söylediğim de bu. Diğer yandan İslam’ın bir de özel yaşamda yeri var ki, o ayrı bir konu ve her zaman teşvik edilmeli. İster İslam, ister Hıristiyanlık olsun din, birey yaşamındaki ahlaki değerleri güçlendiriyor. Ama din siyasete soyununca, o zaman gerçekçi bazı tavizler vermesi gerekiyor. Bu olumludur ve çok sağlıklı bir şeydir. Türkiye’de İslam’ı bu noktaya getirmek lazım. Zaten geliyor da…
(Ufuk Güldemir’in CİA eski Ortadoğu Dairesi Sorumlusu Graham Fuller ile yaptığı söyleşiden, Cumhuriyet, 26 Şubat 1990)

YORUMLU-1
Revizyonizm ve faşizmin üretici güçleri geliştirmesi

“…tekelci gelişme sermaye birikimine ihtiyaç gösteriyor. Türkiye büyük sermayesinin, tekelcilerin geleneksel ortakları pre-kapitalist sömürücü sınıfların (tefeci-bezirgân, ağa) sömürüden aldıkları pay da tekelci zümrelerin temel çıkarlarına aykırı düşmeye başlıyordu.”
“1971 başına gelindiğinde (…) o sırada tekelci kesimini pre-kapitalist ortaklarına fazla pay ayırmaktan kurtararak, pre-kapitalizmin tasfiyesi ile tekelci kapitalizmin daha hızlı gelişmesine dayanan uzun vadeli çıkarlar…” (İlke dergisi, 21 Ekim 1974)

“Faşizm hakim sınıfların en gerici, en emperyalist, en şoven kesimi olan tekelci sermayenin açıktan açığa zorba diktatörlüğüdür. Faşizm, özünde bir burjuva diktatörlüğüdür, ama alelade burjuva diktatörlüklerinden farklıdır. ‘Faşizm burjuvazinin en gerici kesiminin bütün kısmi özgürlükleri kaldırması,’ bizatihi parlamenter düzenin kaldırılması demektir. Faşizm hakim sınıfların çeşitli kesimleri arasındaki barışın da yok edilmesi, tekelci burjuvazinin diğer sömürücü sınıf ve zümrelerle menfaat çatışmalarının zor yoluyla çözülmeye çalışılması demektir.”
“Sanayi burjuvazisinin büyümek isteyen kesimlerinin menfaatleri, büyük ithalatçı, ihracatçı ve toprak ağalarının menfaatleriyle çelişmektedir.”
“Erim iktidarı formülüyle emperyalizmin tahakkümünü perçinleme çabasına karşı parlamento içinde toprak ağalarından, taşra eşrafından, vurguncu unsurlardan gelen bir muhalefetin bulunmasıdır.”
“Demokratik Parti’nin bu yüzden gerici parlamentarizme en sıkı bağlı olduğunu belirtmiştik. Bir diğer tahlilimiz de spekülasyoncu unsurları ve taşra eşrafını vergilendirerek baskı altına alma çabasına girişen Demirel hükümetinin tarım kesimine ve toprak ağalarına el uzatmaya cesaret edemediğini, gerici parlamentarizm içinde sürdürülen denge yüzünden spekülasyoncu unsurları bile tasfiye edemeyeceğini belirtmiştik. İşbirlikçi burjuvazinin yalnızca gerici parlamentarizm çerçevesi içinde kaldığı sürece ortakları ile arasındaki çelişmeleri kendi yararına çözmek teşebbüsünü fazla ileriye götüremeyeceğini, bundan ötürü gerici parlamentarist denge rejiminin dışına çıkmak zorunda olduğunu belirtmiştik.” (PDA, 27 ve 39. sayılarından- 1971)

YORUMLU-2
‘Açık faşizm’ ve pre-kapitalist unsurların tasfiyesi

“Türkiye devrimler tarihinde oldukça önemli ve şerefli bir yere sahip olan 27 Mayıs devrimi, yerli hâkim sınıflara karşı, ordu ve bürokrasi içindeki aydınların, ilerici-milliyetçi bir hareketidir.”
“1961’den sonra, özellikle 1963’ü izleyen dönemde Türkiye’de nispi bir denge yönetiminin varlığı görülür. Yeni hâkim sınıflardan yönlendirici rolü tekrar eline geçiren işbirlikçi burjuvazi, bir yandan reformist burjuvaziyi tamamen tasfiye etmemiş, öte yandan da -27 Mayıs öncesi kadar olmasa da- büyük toprak sahipleriyle tefeci bezirgânları tekrar imtiyazlı duruma getirmiştir.”: “THKP-C Savunmasından, 1972)

“12 Mart darbesi ile birlikte (…) 25 yıllık küçük burjuva yönetiminde Türk ordusunun küçük burjuva devrimci geleneği artık son bulmuş, ordu doğrudan emperyalizmin ve oligarşinin sömürgeci politikasının aleti olmuştur.”
(…)
“Amerika Demirel hükümetine iki tavsiyede bulundu: Ülkede kendi sömürüsünü artıracak bir dizi rasyonalizasyon tedbirleri (…) ve orduyu yönetime katarak hızla gelişen demokratik mücadeleyi bastırmasını tavsiye etti. S. Demirel yönetiminin bir ayağı tekelleşmemiş vurguncu Anadolu burjuvazisine ve feodal kalıntılara dayandığından, bu tedbirleri gereği gibi yerine getiremedi. Tekeller için ‘huzur’ sağlayamadı.”
“Bunun üzerine alaşağı edildi. Ve askeri diktatörlük kuruldu. Böylece bir yandan aç gözlü tekellerin istismarını daha da artıracak, öteki egemen sınıf ve zümrelerin aleyhine sömürüyü disipline edecek bir dizi ‘reformlar’ yapılmış olurken, öte yandan ordu ve bürokrasi içindeki devrimci milliyetçiler büyük ölçüde temizlenmiş(tir).”
“(12 Mart darbesinin) sömürüyü disipline etme eğilimi, oligarşi içinde askeri etkinliklerini kaybetmiş olsalar bile, hala belli bir güç olan, özellikle mecliste önemli bir çoğunluk oluşturan öteki gerici sınıf ve zümreleri, ticaret ve tarım burjuvazisiyle feodal kalıntıları son derece rahatsız etmektedir. Bu yüzden başlangıçta ‘sarı reformlar’ı büyük tepkiyle karşıladılar.”
(…)
“Bu kapitalizm öncesi sınıf ve zümrelerin sömürüyü disipline etmeye yönelik ‘reform’lara karşı tepkisini, emperyalizm ve yerli tekelci burjuvazinin saf iktidarı olan 1. Erim hükümeti, ‘ilerici’, ‘Atatürkçü’, ‘reformist’ görünüm altında küçük burjuva aydın ve çevrelerin desteğini alarak bu zümreler üzerinde baskı unsuru olarak kullanıp kurmaya çalışmıştır.”
(…)
Küçük burjuva aydın kamuoyunun desteğini kaybeden emperyalizm işbirlikçi tekelci burjuvazi ikilisi, bu sefer zorunlu olarak sömürüyü disipline etmeye yönelik bir dizi rasyonelleştirme tedbirlerinden tavizler vererek, bu tedbirlerden zarar görecek olan gerici sınıf ve zümreler ile ortak müşterekler etrafında anlaşmışlardır.”
“(…) 2. Erim hükümeti de bu anlaşmanın, gericiler arası barışın hükümetidir.” (Kesintisiz Devrim’den, 1971-72)

“Gizli faşizm döneminde hâkim ittifak içinde var olan sınıfların ilişkileri, açık faşizm döneminde farklıdır. Tekelci sermayenin gizli faşizm (kurumsal faşizm) dönemlerinde ittifaka girdiği sınıflar geniştir.”
“Açık faşizm döneminde bunun böyle olmadığını; tespit edebiliriz. Zaten açık faşizme başvurmasının bir nedeni de ittifaka girdiği çeşitli sınıf ve tabakalarla ilişkisini koparmak istediğidir. Gizli faşizm, parlamenter bir biçimde kurumsal olarak sürdürülür.”
“(Gizli faşizm) dönemine özgü anti-faşist eylem programımız demokratik devrim programımızla çakışır. Bu dönem genel olarak diğer gerici sınıf ve tabakalarla bir uyum (tekelci burjuvazinin uyumu) söz konusudur. Açık faşizm döneminde ittifak içinde bulunan bu sınıflar kombinasyonunda belirli değişiklikler olur. Halkın yükselen mücadelesi kaçınılmaz olarak oligarşi içindeki çelişkileri de derinleştirir. Kendi iç çelişmelerini çözmek ve tek başına iktidarını sağlayabilmek için tekelci sermaye açık faşizme kaçınılmaz olarak ihtiyaç duyar. Tekelci sermaye hem kendisi dışındaki diğer gerici sınıfları ezmek, hem de kendi iç çelişkilerine çözüm bulmak için böyle bir yola başvurur, (Örneğin 12 Mart Muhtırasıyla pre-kapitalist unsurları yönetimden uzaklaştırmaya, onların sömürüden aktığı paya el koymaya çalışırken, diğer yandan da kendi iç çelişkilerini çözme yoluna gitmiştir.)”
“Açık faşizm döneminde oligarşinin belirli kesimlerinin ekonomik ve siyasal yapıdaki etkinlikleri ellerinden alınır. Bu kesimlerin oligarşiye karşı tavır almaları gündeme gelmiş olur. Bu tavır alış devrimcilerin yararlanması gereken oligarşiye karşı bir tavır alıştır. Örneğin açık faşizm döneminde tekel dışı sınıfların, oligarşi içindeki pre-kapitalist sınıfların oligarşik yönetimden uzaklaştırılmaya çalışılması ve bu kesimlerin oligarşiye karşı tavır alması yararlanılması gereken bir çelişmedir.” (Devrimci Gençlik dergisi, sayı: 5, 1978)

“… Cunta içinde şimdi uzlaşma havası esmektedir. Oligarşi şimdiye kadar kendi içinde uzlaşmak zorunda kaldığı feodal kalıntıların, yani bir kısım toprak ağaları ve tüccarların temsilcisi MSP’yi dıştalamak istemektedir; Çünkü oligarşide istikrarsızlık, bir yönüyle feodal kalıntılarla uzlaşmaya dayanmaktadır. 12 Mart döneminde, bu gücü dıştalamaya çatışan oligarşi, bunu başaramamış, tekrar ittifak içine alınmıştır. Şimdi Atatürk ve cumhuriyet düşmanı eroin kaçakçıları diye dıştalanmak istenmekte ve istikrarın sağlanacağı umulmaktadır. Kısacası 12 Eylül, tamamlanmamış bir operasyon olan 12 Mart’ın tamamlanmasıdır diyebiliriz.”
(Amerikancı Faşist Cunta 45 Milyon Halkı Yenemeyecektir başlıklı bildiriden, 1980)

“27Mayıs’ta Kemalistler, kendilerine yöneltilen tasfiye sürecini durdurmak için, reformist burjuvazi ile aynı eylem momentinde buluşarak son kez iktidara yönelmiştir.”
“Altyapıda emperyalist ilişkiler ve çarpık kapitalizmin varlığından dolayı radikal dönüşümleri gerçekleştiremeyen 27 Mayıs yönetimi, 1961 Anayasası, yarı özerk kurumlar demokratik örgütlenme özgürlüğü vb. küçümsenmeyecek dönüşümler gerçekleştirebildi.”
“27 Mayıs hareketi, anti-emperyalist hedeflerine ulaşamamıştır.”
” 27 Mayıs politik devrimine karakterini veren, burjuva demokratik tutumları ve düzenlemeleri olmuştur.”
” İşbirlikçi oligarşik yönetimin yerine, çıkarları emperyalizm ve oligarşi ile çelişen orta ve küçük burjuvazinin burjuva demokrat anlamda birtakım kurumları oluşturması, 27 Mays’ın ilerici niteliğidir. 27 Mayıs politik devrimdir.”
“Bankalar ve borsalar kontrol altına alınmış, ticaret ve sanayi odaları kapatılmış, toprak ağaları sürgüne gönderilmiştir.” (Haklıyız Kazanacağız -1 sy. 263)

” 1. Erim hükümeti, tekelci burjuvazi lehine, önce büyük toprak sahiplerinin ekonomik ve siyasal gücünü kırmak ve aracı-tefecilerin etkinliğini azaltmak için bu kesimlere karşı cepheden saldırıya geçti. (…) Sınırlı bir toprak ve tarım reformu tasarısı gündeme getirildi.”
“Kendi çıkarlarını zedeleyen bu önlemlere karşı toprak sahipleri ve tüccarlar, ihracatı düşürerek cevap verdiler. Pamuk başta olmak üzere tarım ürünleri ihracatı ve dolayısıyla döviz gelirleri düştü. Ekonomik plandaki bu direnişler sürerken, 12 Mart faşist cuntası, tekelci sermaye lehine alabileceği bir dizi kararı uygulama olanağı bulamıyor, toprak reformunu çıkaramıyordu. Bu gelişmeler üzerine 1. Erim hükümeti istifa ediyor, oligarşi içindeki çatışma 2. Erim hükümeti ve uzlaşma ile sonuçlanıyordu.” (Haklıyız Kazanacağız -1, sy. 286)

“(Açık faşizm) kendi ortağı olan kırsal sömürücü kesimlerin (toprak ağaları) ve aracı, tefeci-tüccar kesiminin sömürüden aldığı payı kredi, teşvik uygulamaları, vergiler vb. yöntemlerle sınırlamak, bu kesimler arasında dağıtılan ve çoğu merkezileşmeyen sömürüyü denetim altına almak, tekelleşmeyi hızlandırarak (bu anlamda orta burjuva kesimleri tasfiyeye yönelmesi) vb. şeklinde sömürüyü disipline etmek(tir).” (Haklıyız Kazanacağız -2. sy. 677

“(Gizli faşizm) diğer yandan gerek oligarşi içinde gerekse oligarşi dışındaki pre-kapitalist unsurların palazlanmasına ve sermayenin denetimi dışına taşmasına yol açmaktadır. Dolayısıyla tekelci sermaye ipin ucunu kaçırma tehlikesi ile karşı karşıyadır. İşte tekelci sermaye ipin ucunu kaçırmaya başladığı an, faşizmin üstündeki örtüyü bir tarafa atarak baskı ve zorun çıplak icrasına geçer ki, bunun siyasal literatürdeki adı açık faşizmdir.” (Haklıyız Kazanacağız -2 sayı. 678)

“Böylece çok partili parlamenter sisteme geçilmesinden sonra, egemen sınıflar ittifakı kendi içinde çelişmeli bir yapıyla ortaya çıkmıştır. İşbirlikçi ve tekelci niteliklere sahip sanayi burjuvazisi, yönetimde giderek artan bir erkinlik kazandıkça, tekel-dışı burjuvazi ve feodal, yarı-feodal kesimlerce olan çıkar çelişmeleri de keskinleşmiştir. Bu çelişmeler, buhran dönemlerinde ‘parlamenter sistemdeki’ tıkanmalara yol açmış, tekelci burjuvazinin içinde orduya dayanma eğilimlerini güçlendirerek, 12 Mart, 12 Eylül askeri darbelerinde dış faktörlerle birlikte önemli bir rol oynamıştır.” (Devrimci Yol Savunması, sy. 65-66)j

“Egemen sınıflarla halk arasındaki çelişmenin yanı sıra, 12 Eylül faşizmi egemen sınıfların kendi aralarındaki çelişmelerin çözülmesi açısından da önemli bir dönemeç noktası oldu. Tekelci burjuvazi ülke yönetiminde bütünüyle hegemonya kurmak ve ekonomik artıktan daha fazla pay almak için iktidar ortaklarıyla, arasındaki güç dengelerini değiştirmek istiyordu. 12 Martla başlayan bu süreç tekelci burjuvazinin giderek güçlenmesi biçiminde sürmüş, ancak 12 Mart sonrasında yükselen halk muhalefeti, oligarşi için sorunların geri plana itilmesine neden olmuştur. 12 Eylül faşizmi, tekelci burjuvaziye oligarşi içi dengeleri düzenlemek için bütün olanakları sağladı. Artık Türkiye’de sınıf dengeleri yeni bir düzlemde ve tekelci burjuvazinin yöneten sınıflar içindeki kesin hegemonyası altında kurulmuş durumdadır. Eski geleneksel sınıfların ve tekel dışı sermaye gruplarının yöneten sınıflar içindeki konumu bütünüyle tekelci burjuvazinin ekonomik ve siyasal sorunlarına göre şekillenmektedir.” (Devrimci Yol Savunması, sy. 462-463)


EK -2
BONAPARTİZM

12 Mart ve 12 Eylül dönemleri, siyasal literatüre Bonapartizm terimini sokuyor. Askeri yönetim biçimleri, yarı-Bonapartizm veya Bonapartizm terimleri ile ifade edilmeye başlanıyor.
Özelikle Troçkist ve sivil toplumcu çevrelerin, faşizm ve askeri faşizm terimlerine alternatif olarak Bonapartizm terimini kullanmak ve sol literatüre yerleştirmek için özel bir çaba gösterdikleri biliniyor.
Eylül dönemi ile birlikte, faşizm bir devlet tipi, burjuva devletinin bir yönetim biçimi olmaktan çıkıyor, sadece siyasal bir hareket düzeyine, hatta burjuvaziden de kısmen bağımsızlaşanları siyasal bir hareket düzeyine indirgeniyor. Veya şöyle söylemek gerekiyor Eylül dönemi ile birlikte, faşizm terimini burjuva devletinin yönetimi biçimleri arasından çıkarma eğimi bir kısım sol çevrelerde giderek daha çok yaygınlık kazanıyor. Eylül yönetimine atfedilen anti-MHP’lilik misyonu, Eylülle birlikte MHP’nin de içinde yer aldığı siyasal partilerin ve parlamentonun kapatılmış olması, bu eğimin yaygınlaşmasında etki oluyor. Daha önemlisi, devlet sorununun reformcu bir platforma indirgenmesinde sol-reformculuk köklü geleneklere sahip ve Eylül, bu geleneklerin pekiştirilmesinde yeni ve güncel bir halka oluşturuyor. Daha en başından, Asyatik merkezi devletlere, üretici güçlerin gelişmesi açısından ilerici bir işlev yükleniyor. Azgelişmiş ülkelerin ilerlemesinde, merkezi devlet aygıtının güçlendirilmesi, ‘sol’ için de önemli görülüyor. Bütün bir Cumhuriyet dönemi boyunca ‘sol’u temsil eden TKP, burjuva-Kemalist devlete, hep sınıflar-üstü bir misyon yüklüyor ve siyasal gericiliği, faşizmi, Kemalizm’in, burjuva devletinin dışında arıyor. Dahası, kendisini, siyasal ve tarihsel bakımdan ilerici, devrimci özellikler yüklediği Kemalizm’in siyasal bir destek gücü olarak görüyor. TKP bütün bir cumhuriyet tarihi boyunca, ikinci bir Kemalist parti olma özelliğini koruyor. Faşizm veya faşizan siyasal oluşumların devlet güçleri tarafından tasfiye edilmesini veya siyasal etkinliklerinin kırılmasını istiyor. 1974-80 anti-faşist savaşım dönemi, bu politikaların somutlandığı bir siyasal zemin sunuyor. Sadece TKP değil birçok küçük burjuva tabanlı siyasal akım, faşizm sorununu devlet iktidarı sorununun dışına çekerek, ilerici ordu-Kemalizm geleneğini sürdürerek, anti-faşist savaşımın zayıflamasında, güçlerin parçalanmasında olumsuz bir rol oynuyor. Anti-faşizm, anti-MHP’Iilik düzeyine indirgeniyor. Eylül darbesi, bu zemin üzerinden, ciddi bir direnişle karşılaşmaksızın, iktidara geliyor.
Eylül öncesinde MHP’ye karşı taraf olması beklenen veya tarafsız davranması istenen merkezi devlet ve devlet kurumları, Eylülle birlikte Bonapartist ilan ediliyor. Askeri yönetim burjuvazinin ekonomik ve siyasal egemenlik sisteminden koparılıyor, devlette bağımsızlaşma, ‘özerkleşme’ gibi özellikler aranmaya başlanıyor.
Geri ülkelerdeki askeri diktatörlüklerde devletin ‘görece özerkleşmesi’ keşfediliyor ve askeri diktatörlükler Bonapartist olarak tanımlanıyor.
Eylül rejiminin, Bonapartist terimi ile nitelendirilmesi uygun görülüyor.
Marks ve Engels’in 19. yüzyıldaki somut bir kısım siyasal olguların çözümlenmesinde, istisnai olarak devletin belirli bir ‘bağımsızlık’ kazanması yönündeki saptamaları, Bonapartizm tahlilleri için teorik kalkış noktaları olarak kullanılıyor. Troçki’nin ikinci savaş öncesinde bir kısım faşist rejimleri, terminolojiyi ters yüz ederek, Bonapartizm kavramı ile karşılamış olması, yeni koşullarda yeniden üretiliyor. Troçki, faşizmi Bonapartizm ile benzeştirmek için, önce devleti bir sınıfın başka bir sınıf üzerindeki baskı aracı olması temel özelliğinden arındırıyor, sonra da onu sınıflardan soyutlayarak toplumun ‘üzerine’ çıkarıyor. Troçki, ‘sınıf mücadelesinin son derece keskinleşmesi nedeniyle devlet iktidarının toplumun üzerine çıkarılması olmadan faşizm mümkün olmazdı’ diyerek, faşizmle Bonapartizmi yan yana ele alıyor ve iki siyasal olguyu, ‘devletin özerkleşmesi’ zemininde benzeştiriyor.
Burjuvazinin siyasal egemenlik sistemi ile birlikte faşizmin tarihten silinemeyeceğine karar verdiği anlaşılan aydın reformculuğu, kaderci bir tarzda, faşizmi, hiç değişe kavramsal düzeyde siyasal literatürden çıkarıyor, siyasal içeriğini de boşaltarak faşizm terimini Bonapartizm terimi ile değiştiriyor. Bir olgunun isminin değiştirilmesi ile kendisinin de değişmiş olacağı sanılıyor.
Olgunun kendisi değişmiyor, ama artık marjinal bir konuma savrulan küçük-burjuva aydın reformizminin, Bonapartizm şemsiyesi altında kabuk değiştirdiği görülüyor.
Eylül rejiminin bölüp çoğalttığı ve kimliksiz bıraktığı küçük-burjuva reformculuğu, yeni bir kimlik arayışına yöneliyor. Küçük-burjuva aydın reformculuğu, ‘devrimci Marksizm’ şemsiyesi altında ürettiği Bonapartizm tahlilleri ile marjinal bir kimlik kazanıyor.
Marjinal kimlik nostaljik bir geri savrulmayı da içeriyor ve böylesine bir savrulma, bugünkü gerici tekelci burjuvazinin siyasal konumunu ve yönelimini, 19. yüzyıl burjuvazisinin siyasal konumu düzeyine çıkarmaya kadar geriliyor. Sistemin doğrudan savunucusu olan siyasal partiler, ilericilik-devrimcilik gibi terimleri siyasal muarızlarını karalamak için, sövgü aracı olarak kullanıyorlar, kendilerini ‘muhafazakâr’ olarak ilan ediyorlar. Ama küçük-burjuva reformculuğu, hala, çürümüş sistemin bağrında ilerici dinamikler aramakla, keşfetmekle meşgul.
‘Mücadele halindeki sınıflar’ karşısındaki tutumları açısından ele alınırsa, küçük-burjuva aydın reformculuğunun, bugün siyasal bakımdan 19. yüzyıl Bonapartist diktatörlükleri ile aynı siyasal paralelliğe savrulduğunu, ‘sözde arabulucu olarak’, bu sınıflara karşı belirli bir bağımsızlık kazandığını söylememiz gerekiyor.
Çünkü istisnai olarak mücadele halindeki sınıfların birbirini karşılıklı dengelemeye çok yaklaştıkları öyle bazı dönemler olur ki, devlet iktidarı, sözde arabulucu olarak bir zaman için, bu sınıflara karşı belirli bir bağımsızlık kazanır. (Engels)
Bu kural dışı duruma örnek olarak, Engels, 17. ve 18. yüzyıl mutlak krallıklarını l. ve II. Bonapartist imparatorlukları ve Bismarkın Alman imparatorluğunu gösterir. Lenin, buna küçük-burjuva demokratları tarafından yönetilmeleri nedeniyle henüz güçsüz, buna karşılık burjuvazinin de Sovyetleri dağıtmak için henüz yeterince güçlü olmadığı bir anda, devrimci proletaryayı ezmeye başladıktan sonra, cumhuriyetçi Rusya’daki Kerenski hükümeti’ni ekliyor.
Devlet gücünün istisnai durumlarda belirli bir bağımsızlık kazanmasının politik ifadesini oluşturan ve bugün belirli siyasal akımların elinde, bir ölçüde burjuva devletinin bir biçiminin, faşizmin aklanmasına hizmet eden Bonapartizmin, ara başlıklar halinde de olsa kısaca, temel siyasal ve tarihsel çizgilerini belirlemek tekelci burjuvazinin çağımızdaki bir yönetim biçimi olarak faşizmin yerli yerine oturtulması açısından önem kazanıyor.
“Louis Bonapart’ın 18 Brumaire’i”
Bir siyasal kavram olarak Bonapartizm, ismini Fransa’da III. Napoleon’un 1851 hükümet darbesinden alıyor. Ve 19. yüzyılın ikinci yarısında Avrupa’da ortaya çıkan bu tip siyasal rejimler için kavramsal düzeyde genelleşiyor.
1848 Şubat’ında Paris proletaryasının ve Paris halkının ayaklanması sonunda Louis-Philippe Krallığı düşüyor, Şubat Devrimi cumhuriyet ilan edilmesi ile sonuçlanıyor.
İşçi sınıfı ayaklanma anında yönetici konumuna geçiyor. Paris’in ayaklanması üzerine oturan cumhuriyet, parlamento seçimleri ile düzeni oturtmaya yöneliyor, Paris’e sırtını dönüyor. Genel seçimler, parlamentoda burjuva cumhuriyetçilerinin ağırlıklı olduğu bir yapı ortaya çıkarıyor. Şubat 1848 Devriminin parlamentosu, proletaryaya karşı savaşın genel karargâhına dönüşüyor, işçi sınıfı Şubat Devrimi’nin kazanımlarını korumak için 1848 Haziran’ında yeniden barikatlara dönüyor. Haziran ayaklanması bastırılıyor. Düzen, barikatların arkasında katledilen binlerce işçinin cesetleri üzerinde yerine oturuyor. Düzenin yerine oturma süreci Aralık-1848 başkanlık seçimleri ile tamamlanıyor. Seçimler sonunda, “imparatorluğun gölgesi” veya ‘küçük Napoleon’ olarak tanınan Napoleon Bonaparte’ın yeğeni Louis Bonaparte, taşranın küçük köylüsünün desteği ile III. Napoleon ismini alarak başkanlık koltuğuna oturuyor.
Louis Bonaparte’in zaferi sadece 1848 devrimlerinin kesin yenilgisini ifade etmekle kalmadı, aynı zamanda yürütme gücünün yasama gücü üzerindeki egemenliğini de perçinledi. Louis Bonaparte ismi, taşra köylülüğü ve ileride Bonapartizmin vurucu gücünü oluşturacak olan lümpen-proletarya için, karmaşanın sonu, düzenin oturması anlamına geliyordu.
Düzen, 1 Aralık’ı 2 Aralık’a bağlayan gece Louis Bonaparte’in, orduyu kullanarak yaptığı hükümet darbesiyle (coup d’etat) siyasal ve toplumsal karmaşayı kaldırıyor. ‘1 Aralık gecesi bir cumhuriyetin yurttaşları olarak yatan Parisliler, 2 Aralık sabahı bir diktatörün tebaası olarak uyandılar.’ Hükümet darbesine karşı gösterilen ve şiddetle ezilen mevzi direnişlere karşı, Paris proletaryası kendisine ihanet eden bir cumhuriyeti savunmaya kalkışmadı.
Hükümet darbesi, darbeden 18 gün sonra yapılan halkoylaması ile onaylanıyor ve sayısız halkoylaması ile 1871 yılına kadar hukuki meşruiyetini koruyor.
Burjuvazi, ekonomik ve toplumsal iktidarını korumak için, yirmi yıl boyunca, burjuva parlamentosunun suskunlaştırılmasına, aynı anlama gelmek üzere burjuvazinin doğrudan siyasal kadrolarının dışlanmasına rıza gösteriyor.
Bonapartizm, Marks’ın On sekiz Brumaire de tahlil ettiği gibi, burjuva toplumu açısından ‘olanaklı tek yönetim biçimi’ olarak şekilleniyor.
Daha başkanlık seçimlerinin hemen arkasından, mülk sahipleri cephesi daralmaya ve çalışma içinde dağılmaya başlıyor. Devrime karşı oluşan birleşik cephenin siyasal unsurları, peş peşe siyasal iktidardan uzaklaştırılıyor.
Mülk sahibi sınıfların koalisyonunun ve birleşik cephenin dağılması, burjuvazinin devrim korkusunun sürmesi ile tamamlanıyor, işçi sınıfının devrimci kalkışması kanla bastırılıyor, ama burjuvazinin Haziran korkusu sürüyor. En basit istemler bile, sosyalizm kategorisi içerisinde değerlendiriliyor. Burjuvazinin yeni siyasal yöneliminin nedeni, burjuvazi tarafından feodalizme karşı kullanılmış silahların, genel oy ve demokratik özgürlüklerin, kapitalizme karşı kullanılabilecek silahlara dönüşme potansiyeli taşımasıydı. Burjuvazinin ‘sükûnete’ erişmesi, burjuva siyasal değerlerin yadsınması ile mümkündü.
Burjuva toplumunun, toplumsal ve ekonomik sürekliliğini koruyabilmesi için, öncelikle, toplumsal asayişin ve ‘sükûnetin’ sağlanması gerekiyor. ‘Sükûn” ortamının sağlanması hedefine erişmenin burjuvazi için bedeli de, burjuvazinin parlamentarizmden ve doğrudan siyasal gücünden vazgeçmesi oluyor.
Burjuvazinin iç birliğini seçimler sonrasında gerçekleştirememiş olması, işçi sınıfı üzerinde egemenlik kumlasını da güçleştiriyor. Burjuvazi egemenliğini parlamenter araçlarla elinde tutamıyor, işçi sınıfı da siyasal olarak egemen sınıf katına yükselemiyor.
Marks, böyle bir durumu, ‘Fransız toplumunda çatışan sınıflar arasındaki denge’ olarak tanımlıyor. Haziran ayaklanması ile çatışmaya katılan sınıflar, güçlerini tüketiyor. Ama burjuvazi, açık savaşın tekrarlanacağı korkusunu taşıyor.
‘Bonapartizm, burjuvazinin ulusu yönetme yeteneğini çoktan yitirmiş, işçi sınıfının ise henüz kazanamamış olduğu bir zamanda, olanaklı olan tek yönetim biçimi” (Mark) olarak işbaşına geliyor.
“Bonapartizm, işçi sınıfının, kentlerde yüksek bir gelişme düzeyine ulaşmış olmakla birlikte, kırda küçük köylülere oranla sayısal bakımdan geride kaldığı ve büyük devrimci mücadelede kapitalist sınıf, küçük-burjuvazi ve ordu tarafından yenilgiye uğratıldığı bir ülkede devletin zorunlu biçimidir,” (Marks)
Burjuvazi, işçi sınıfının yenilgiye uğratıldığı, ama burjuvazinin kendi siyasal partileri ve parlamentosu aracılığıyla iktidarını sürdüremediği koşullarda, iktidarını sürdürebilmek için, adeta sınıflar-üstü bir konuma sahip görünen bir siyasal otoriteye rıza gösteriyor. Burjuvazi, ekonomik ve siyasal egemenliğini korumak uğruna, siyasal egemenliğini Louis Bonaparte’in güçlü ve güvenilir ellerine teslim ediyor.
Bonapartizmle devlet, çatışan sınıflar karşısında ‘bağımsız’, ‘özerk bir görünüm kazanıyor.
Bonaparte’in genel oy desteğini köylüler arasında bulması da, devletin ‘bağımsız’ ve ‘özerk’ bir görünüm kazanmasında etkili oluyor.
“Bonaparte, çok belirli ve üstelik de Fransız toplumunun en kalabalık sınıfını yani küçük toprak sahibi köylüleri temsil etmekledir. Nasıl ki Bourbonlar büyük toprak mülkiyetinin hanedanı olmuşlarsa, nasıl ki Orleasnlar paranın hanedanı olmuşlarsa. Bonaparteler de köylülerin (…) hanedanıdır.’ (Marks)
Ama köylülüğün bu yanılsaması, ikinci imparatorluk döneminde hızla dağılıyor. Bonaparte dönemi, orta sınıfın siyasal gücünü kırıyor, günden güne yeniden kırıyor. Örgütlenme, toplanma, basın özgürlüğü, oy verme hakkı yok ediliyor, polis devleti kuruluyor.
Engels, ‘normal’ olarak, devletin en güçlü ve ekonomik olarak egemen sınıfın devleti olduğunu, fakat ‘anormal’ ve ‘istisnai’ dönemlerde çatışan sınıflara ‘aracılık’ eden devletin, o an için, bu sınıfların kontrolünden belli bir “bağımsızlık’ kazanabileceğini vurguluyor.
Louis Bonaparte, burjuvaları işçilere karşı ve sırası gelince işçileri de burjuvalara karşı koruma bahanesi ile kapitalistlerin elinden siyasal iktidarlarını aldı, ama buna karşılık, egemenliği, spekülasyon ve sınai etkinliği, uzun sözün kısası, tüm burjuvazinin yükselme ve zenginleşmesini görülmemiş derecede kolaylaştırdı.” (Marks)
Bonapartist ‘modernleşme’ ve ‘sanayileşme’ politikası, her şeyden önce, burjuvalaşma anlamına geliyor. Bonaparte rejimi, burjuvazinin ekonomik politikasını devlet politikası düzeyine çıkararak, bunu gerçekleştiriyor. Bonapartist rejim altında burjuvazi, sınai faaliyetlerin desteklenmesi, teşviki, spekülasyon ve dışa karşı korumacılık yoluyla zenginleşiyor. Ücretlerin düşük tutulması, grevlerin bastırılması ve bağımsız işçi örgütlenmelerinin yasaklanması da, artı-değer sömürüsünü artırıyor.
Bonapartizm ve modernleşme politikaları, nihai olarak burjuvaziyi güçlendiriyor. “Siyasal kaygılardan kurtulmuş burjuva toplumu, Bonapartizm altında kendisinin bile beklemediği bir gelişme gösteriyor.” (Marks)
Sadece Fransa’da değil, Fransız Bonapartizmi’nin taklitçisi Bismarck Almanya’sında da, Bonapartizm, feodal toprak mülkiyetinin kapitalizm lehine aşamalı dönüşümünü ve burjuvazinin siyasal etkisinin giderek artmasını sağlıyor.
Vurgulanması gerekiyor Devletin ‘bağımsızlaşması’ ve ‘özerkleşmesi’ olgusu, sadece görüntüden ibarettir ve siyasal alana sıkışıp kalmıştır. Bonapartizm kavramı, burjuvazinin toplumsal egemenliği ile siyasal alandaki yönetimi arasındaki ayrımı netleştiriyor. Toplumsal ve ekonomik egemenliğinin pekiştirilmesi için, burjuvazinin doğrudan siyasal kadrolarının zaman zaman siyaset sahnesinden dışlanmasına rıza göstermesini bir zorunluluk haline getiriyor. Ama devlet iktidarı havada asılı kalmıyor. Marks Bonapartist devletin, siyasal açıdan belirli bir sınıftan ne kadar bağımsız olursa olsun, ekonomik ve toplumsal açıdan egemen olan sınıfın koruyucusu olarak kalacağını belirtiyor.
Sınıflı bir toplumda başka türlüsü de olamaz.
Bonapartizm: “Devlet iktidarının en değersiz ve en son biçimi”
Burjuvazinin siyasal gericiliği emperyalist dönemle birlikte başlamıyor. İşçi sınıfı mücadelesinin açık bir tehdit halini almasıyla birlikte, burjuvazinin ve burjuva devletinin gerici, karşı-devrimci yüzü kendini açığa vuruyor. Dahası, daha ilk başlangıcından itibaren devrimde, burjuvazi aristokrasi ile siyasal bakımdan uzlaşma eğiliminde olduğunu ortaya koyuyor, uzlaşma eğilimi İngiltere ve Almanya gibi örneklerde somut bir gerçeklik kazanıyor. Devrime plebyen unsurların katılması ve plebyen radikalizmin sürmesi, burjuva devriminin siyasal platformda ilerlemesinin ve radikalleşmesinin maddi zeminini oluşturuyor. Plebyen radikalizmin tıkandığı ilk fırsatta, burjuvazi kendini mali aristokrasinin, toprak aristokrasisinin kollarına atıyor.
İşçi sınıfının sosyalize olmuş istemlerle yeniden barikatların başına dönmesi, burjuvazi tarafından açık bir tehdit olarak algılanıyor ve burjuva devleti işçi sınıfı tehdidine karşı yöneliyor. 1843 Haziran Devrimi kanla bastırılıyor. 1848 Devrimi, burjuvaziyi ‘yönetemez’ bir konuma itiyor. Yeni süreç Bonapartizm ile noktalanıyor. 1848 Devrimleri, burjuvazinin siyasal anlamda, ilerici misyonunu tamamladığını gösteriyor. Burjuva toplumu, siyasal olarak yükselme döneminden düşüş dönemine geçiyor.
Bonapartizm, aynı zamanda, burjuvazinin yükselişi ve demokrat konumu ile düşüşü ve genelleşmesi arasındaki tarihsel ayırım çizgisini netleştiriyor. Şöyle de söylenebilir: Bonapartizm, artık siyasal olarak düşüş dönemine giren ve Almanya gibi örneklerde Junkerle birleşen burjuvazinin, siyasal üstyapıdaki özgün ‘kurtarıcı hareketi’ olarak devreye giriyor.
Burjuvazi ile junkerler arasındaki mücadele yerini, başat olarak burjuvazi ile işçi sınıfı arasındaki mücadeleye terk ediyor. Engels 1870 Almanya’sının siyasal tablosunu çizerken bu yönelimi dile getiriyor “1870’te (…) sanayinin çok hızlı gelişimi ile, junkerler ve burjuvazi arasındaki mücadelenin yerini, burjuvazi ile işçiler arasındaki mücadele aldı. 1840’tan beri yavaş yavaş dağılmakta olan monarşinin, başat varoluş koşulu, belli bir dengeyi muhafaza ettiği soylularla burjuvazi arasındaki mücadele idi. Bununla birlikte, soyluluğu artık burjuvazinin baskısına karşı korumanın değil de, bütün varlıklı sınıfları korumak için eski mutlak monarşi, salt bu amaçla düşünülüp bulunmuş bir devlet biçimi olan Bonapartist monarşiye tümüyle dönüşmek zorunda kaldı.”
Burjuva toplumunun henüz proleter devrimleri çağına erişmediği bir dönemde, Bonapartizm, burjuva devletinin yeni bir durumunu, yürütme organının, yasama organının kaldırılarak, yasama organı lehine güçlendirilmesi durumunu ifade ediyor, Marks, Bonapartizmi, serbest rekabet koşullarında, ’emeğin sermaye tarafından köleleştirilmiş bir aracına dönüştürüldüğü devlet iktidarının, aynı zamanda an değersiz ve en son biçimi’ olarak tanımlıyor .’En değersiz’ biçimiyle, tekel-öncesi dönemde burjuva devleti uygulama hızını artırıyor.
‘Eski yönetim biçimleri’ ile yönetimini sürdüremeyen burjuvazi, Bonapartizm gibi yeni bir yönetim biçimine başvuruyor. Burjuva devletinin biçimlenmesi, sınıf mücadelesinin gelişimi ve işçi sınıfı kalkışmasının yenilgisi üzerinde şekilleniyor.
Devletin henüz serbest rekabet koşullarında ve özgül bir tarihsel dönemde siyasal bir şekillenmesinin ifadesi olan Bonapartizmi, emperyalizm ve proleter devrimleri çağına taşımak, hatta faşizmin yerine ikame etmek kapitalizmin iki dönemini, hem tarihsel bakımdan, hem de siyasal bakımdan bir birine eşitlemek anlamına gelir. Burada iki denem ve iki devlet biçimi arasında bir paralellik kurmak gerekirse, ancak faşizmin, Bonapartizm’den belli çizgileri siyasal bir miras olarak devralmasından ve tabir uygunsa, Bonapartizm’in, faşizm açısından, tarihsel bir prototip oluşturmuş olmasından söz edebiliriz.
Gelecekte, tekelci dönemde devletin büründüğü biçimler ve faşizm tahlilleri için, Bonapartizm olgusunda çıkış noktaları yakalayabilmek mümkün.
Tekelci burjuva devletinin en gerici ve en son devlet biçimini, faşizmi, siyasal açıdan Bonapartizme eşitlemek ancak faşizm olgusuna ve tekelci burjuvaziye ilerici bir misyon yüklemekle mümkün olabilir.
Bonapartizm ve feodal ilişkilerin kerteli dönüşümü
Çünkü Bonapartizm, burjuvazinin siyasal anlamda genelleşmesini ifade etmesinin yanında, Almanya örneğinde yaşandığı gibi, ekonomik ve toplumsal planda, özellikle tarımda feodal ilişkilerin evrimci ve kerteli bir tarzda tasfiyesini hızlandırma gibi bir işlevi de yerine getiriyor.
1848’lerde birlikte aşağıdan yukarı devrimler dönemi sona eriyor, bunu yukarıdan aşağı devrimler dönemi izliyor.
Bonapartist Bismarck iktidarı, Almanya’da ‘yukarıdan aşağı devrim’i ve burjuvazinin yeni politik-toplumsal yönelimini simgeliyor.
“… Prusya’da Bonapartçılığa geçiş (…) Prusya’nın 1848’den sonra ileriye doğru attığı en büyük adım olmuştur. (…) Prusya henüz yarı-feodal bir devletti, oysa Bopartçılık ne olursa olsun, feodalizmin ortadan kaldırılmasına dayanan modern bir devlet biçimidir.
“… Demek oluya ki, Prusya’nın feodalizmden kalan ne kadar kalıntısı varsa, tümünü ortadan kaldırmaya ve Junker sistemini bu haliyle feda etmeye karar vermek zorundadır.”
“Almanya’da kapitalist sınıf ve feodal toprak sahipleri sınıfı kesin bir iç-savaşı önlemek için bir uzlaşma sağladılar. Küçük-burjuvazi etkisiz kılındı, işçi sınıfı ise yalıtıldı. Bu sürecin sonucu, feodal toprak mülkiyetinin kerteli dönüşümü ve burjuvazinin giderek artan siyasal etkisi oldu. Bu yukarıdan aşağı burjuva devrimidir. (Engels)
Proleter devrimlerinin pratik bir gerçeklik kazanmasıyla birlikte, tekelci burjuvazinin faşizme yönelmesi, Bonapartizmin, tarihsel ve siyasal işlevinin tamamlandığına işaret ediyor.
Bonapartizm ilerletici ve siyasal anlamda gerici özellikleri ile birlikte, bugün faşizmi aklamak için yeniden güncelleştirilmesinin dışında, siyasal bir olgu olarak tarihte kalıyor.

Kasım 1990

Evrensel yayımcılık’tan yeni bir kitap: Marksizm’de temel kavramlar

Evrensel Yayımcılık ilk defa bir eğitim kitabıyla okuyucuların karşısında: MARKSİZM’DE TEMEL KAVRAMLAR. Okuyucu, bu kitabın, türünde yazılmış ‘el kitapları’ndan farklılığını ve gerçekten eğitim kitabı, el kitabı nitelemesini tükettiğini görebilir.
Kitap, Marksist teorinin temel kavranılan hakkında genel bir bilgi verirken, konuların her biri üzerinde derinleşmenin de anahtarını verir. Yoksa bu kitabın, sınıf mücadelesinin karşımıza çıkardığı karmaşık sorunların çözümü için ‘sihirli anahtar’ sunmak gibi bir iddiası yoktur. Kitapta, okuyucu, bu konuda döne döne uyarılmaktadır. Bu kitabı, devrimci çevrelerde eğitim aracı olarak okuna gelen ‘el kitapları’ndan ayıran temel özellik de budur. Eleştiri konusu yaptığımız eğitim kitapları konuyu anlaşılır kılmak adına kavramları mekanik tarzda kabalaştırıyor, dilin yalınlaştırılmasının bedeli Marksizm’in bayağılaştırılması oluyordu.
Bu kitabın dili, Marksizm’in karmaşık sorunlarını olabildiği ölçüde yalınlaştırarak kitabı, işçi gruplarında okunabilir hale getirmiştir. Fakat bunun bir giriş olduğuna dikkat çekmiş, okumanın hangi noktalarda derinleştirileceğinin ipuçlarını vermiştir. Unutmamak gerekir ki, “Marksizm, basit aritmetikten çok, yüksek matematiğe benzer”.
Kitabın özelliklerinin daha iyi anlaşılması için “önsöz”ün aktarılması uygun olacaktır.
Bu broşür, Marksizm-Leninizm’in sorunları hakkındaki ilk bilgileri ana çizgileriyle özetleyerek, hem bilimsel sosyalizmin teorisine giriş için bir imkân sağlamayı hem de araştırılıp öğrenilecek konuların genel bir şemasını vermeyi amaçlamaktadır.
Broşürün ele aldığı ve özetlediği her konuda, Marks, Engels, Lenin ve Stalin’in temel eserlerine başvuruldu.
Stalin’in, temel eğitim kitaplarının en mükemmeli ve bu alandaki en kolay kavranır ve açık bir dille yazılmış eseri olan “LENİNİZMİN İLKELERİ”, broşürün planının kurulmasında ve temel konularının tespit edilmesinde esas alınmıştır.
Bunun yanı sıra, sosyalizmin ilk anavatanı, sosyalist inşanın büyük zafer ilkesi olan Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nin revizyonist karşı-devrimciler tarafından ele geçirilmeden önceki dönemlerinde yayınlanmış bulunan eğitim kitaplarından, ekonomi, felsefe ve politika alanında yazılmış eserlerden de yararlanıldı.
Arnavutluk Emek Partisi’nin ve büyük komünist önder Enver Hoca’nın eserleri, bu broşürün yazılışı sırasında yol gösterici oldu.
Türkiye Devrimci Komünist Partisi’nin çeşitli belgeleri, teorik birikimi, deneyleri ve günümüzde yürüttüğü mücadelenin ihtiyaçları da broşürün yazılmasına ışık tuttu.
Bu broşür, temel konulara yalnızca bir giriş niteliğindedir. Ele alındığı ve açıkladığı her konu, Marksizm’in-Leninizm’in büyük teorik cephaneliğinin çok küçük bir bölümünü oluşturur.
Kitap iki ana bölümden oluşmaktadır. TEMEL BİLGİLER başlığını taşıyan birinci bölümde tarihsel materyalizmin temel kavramlarının (Üretim tarzı, üretim ilişkileri, üretim araçları… vb.) açıklanmasıyla başlanmış. Devam eden alt bölümlerde devrim, sınıf mücadelesi, proletaryanın mücadele biçimleri üzerinde durulmuş. Sosyalist ve demokratik görevlerin açıklanmasından sonra, Proletarya Partisi sorununa geniş yer verilmiş. İktidarı alma ve sosyalizmi inşa mücadelesinde Proletarya Partisi’nin planlı çalışmasının iki yönü olan Strateji ve Taktik incelendikten sonra, sosyalizm ele alınarak birinci bölüm bitiriliyor.
İkinci bölüm: DİYALEKTİK MATERYALİZM. Bölüm, ‘felsefede tarafsızlık’ gibi safsatalara saldıran felsefede partizanlık ilkesi alt bölümü ile başlıyor. Felsefenin konusunun anlatıldığı bölümde felsefenin üzerinde konuştuğu dünya, insanın tarihsel-toplumsal eylemiyle dönüştürülen bağıntılı ve bütünsel olarak tanımlanıyor. Diyalektik materyalizmin doğuşu üzerine açıklamadan sonra diyalektiğin çeşitli yasalarına yer veriliyor. Ardından objektif ve sübjektif, özgürlük ve zorunluluk, imkân ve gerçeklik… gibi felsefi kategoriler açıklanıyor. Bölümün sonunda başvurulacak kaynakların açıklamalı bir listesi ile küçük bir sözlük eklenmiş.
Bu kitap İNSAN’ı ve onun tarihsel toplumsal eylemini kendisine konu yapmış, konulara örnekler insanın edilgen olarak izlediği doğadan değil, sınıf mücadelesinin gündelik sorunlarından verilmiştir.
Kitap, proletaryanın değiştirici eyleminde ‘örgütten başka silahı olmadığı’ gerçeğini kendine ruh yapmıştır.
Sonuç olarak bu kitap, dünya üzerinde düşünen, mücadelesiyle dünyayı değiştiren ve değiştirecek olan işçilerin elkitabıdır.

Kasım 1990

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑