İdama ve hücre yaşamına hayır!
İHD İstanbul Şubesi, ülkemizde en son idamın infaz edildiği günün (25 Ekim 1984 Hıdır Aslan) 7. yıldönümünde yaklaşık 150 kişinin katılımıyla bir basın açıklaması yaptı. Önemli bölümlerini yayınlıyoruz.
Ortadoğu’daki savaş geriliminden yararlanmak isteyen siyasi iktidar, insan hak ve özgürlüklerine aykırı ne kadar ilkel, intikamcı anti-demokratik tezgâhlar varsa, peşi sıra gündeme getirmeye devam ediyor. Tek gayesi haklının olmadığı bir savaşa girmek istemeyen halk kitlelerini susturmak, idam ve hücre hapsiyle yani en tehlikeli terör olan devlet terörüyle toplumu suskunlar toplumu, köle bir toplum haline getirmek.
Önce kendilerine özgü dili, kültürleri, sosyolojik gerçeklikleri bulunan, mevcut hukuki düzenlemede, Doğu ve Güneydoğu diye adlandırılan bölgede yoğun olarak bulunan milyonlarca insanın temel hak ve özgürlüklerini, uluslararası sözleşmenin 15. maddesini keyfi ve kendine göre yorumlayarak askıya aldığını ilan etti. Zaten geçmişten beri izlenen, bu insanların her türlü hak ve özgürlüklerini inkâr politikasını, uluslararası hukuk meşruluğuna oturtmak istedi.
Bir adım daha atarak siyasi mahkûm ve tutukluları, yaşam boyu hücre hapsine mahkûm etmek için, Eskişehir’deki hücre tipi cezaevine sevkin provaları gündeme getirildi. Baskı ile işkence ile vahşi operasyonlarla! Ne mevcut yasalarda, ne de uluslararası hukuk belgelerinde suçu ne olursa olsun mahkûm ve tutukluları yaşam boyu, uzun süreli hücreye tıkmayı meşru gösterecek bir tek hukuk düzenlemesi mevcut değildir. Eskişehir hücre tipi cezaevi Batı standartlarında bir cezaevi değildir. Bu bir kandırmacadır. Havalandırması dahi hücre esasına göre düzenlenmiştir.
İnsanın başka bir insanla beraber yemek yemesi, beraber hava alması, iki cümle sohbet etmesi, insanın insan yüzü görmesi bu hücre tipi cezaeviyle ortadan kaldırılmak istenmektedir. Yani en asgari insani özellikler bu cezaevi ile tahrip edilmek istenmektedir, insan, devlet eliyle insanlıktan çıkartılmak, çıldırtılmak istenmektedir. Bu uygulama ile yasalarda olmayan ömür boyu, uzun süreli hücre mahkûmiyeti uygulamaya sokulmaktadır. Yasalara göre inzibati mahiyetteki hücre hapisleri 15 günü geçemez. Sürekli hücre cezası 6 ayı geçtiği takdirde durum kendiliğinden tekrar görüşülür. Eskişehir hücre tipi cezaevi ile yıllar boyu sürecek hücre mahkûmiyeti yürütme eliyle gündeme getirilmektedir.
İktidar, bu provanın arkasından sosyal muhalefetin üzerinde tekrar Demokles’in Kılıcı gibi, İDAM TEHDİDİNİ sallamaya başlamıştır. “Asmayalım da besleyelim mi?” zihniyetinin yerini ikiyüzlü “Ortak Pazar’ın hatırı için şimdilik uygulamayı donduralım” anlayışından sonra, savaş ortamından istifade tekrar cellât devlet anlayışı gündeme getirilmiştir,(…)
İdam cezaları tamamen kaldırılmalıdır. Eskişehir hücre tipi cezaevi eski haline getirilmelidir. Hücre tipi yaşama izin verilmemelidir. Uluslararası hukuk kurallarıyla meşruluk kazandırılmaya çalışan milyonlarca insanın temel hak ve özgürlüklerinin askıya alınması uygulamasına son verilmeli, milyonların temel hak ve özgürlükleri iade edilmelidir. İnsan hakları savunucuları her zamankinden daha çok seslerini çıkarmalı, zulüm tedbirlerine karşı çıkılmalıdır.
28 Ekim 1990’da İnsan Hakları Derneği Genel Merkezi’nin Genel Kurulu’nca, Türkiye genelinde yürütülecek imza kampanyasının başlatılması;
Miting ve yürüyüş;
Afişleme;
Video gösterimi;
El ilanlarının dağıtılması.
Tüm kurum, kuruluş ve aileleri, insan hakları mücadelecilerini; bir CİNAYET olan İDAMA karşı başlattığımız kampanyaya katılmaya, destek olmaya çağırıyoruz.
“Ali Akgün’ün öldürülmesi onaylanamaz”
Çanakkale Cezaevi’nden
Devrimci kamuoyunun da öğrendiği gibi, Eylül ayı sonunda geçmişte DEV-SOL örgütlenmesinde değişik düzeylerde görev yapmış ALİ AKGÜN, Dev-Sol’cu arkadaşların koğuşunda kalmakta iken öldürüldü. “Cezalandırma eylemi”ni Dev-Sol merkezi düzeyde üstlendi. Elimize ulaşan 4 Ekim tarihli Dev-Sol bildirisinde özetle ölüm gerekçesi olarak şunlar belirtilmiştir:
“Örgütümüzün yaptığı soruşturma sonucu Ali Akgün’ün ihaneti polisle zımni işbirliği içinde çalışmasını, PAŞA GÜVEN alçağı ile birleşerek hareketi arkadan hançerlemeye kalkışmasını, kendi kişisel çıkarları ve ihtirasları için şaibeli serseri ve polisle işbirliği yapan kişiler Biralında toplayarak bir çete oluşturduğunu ve bu çapulcu çetesiyle yaptığı işlere örgütümüzün adını karıştırdığını vb… açıklığa kavuşmuştur.
Ali Akgün yapılan yargılama sonucunda örgüte ihanet ettiği, işlediği suçların hesabını vermekten kaçtığı, devrimcilere ve halka özeleştin yapmacığı, hareketimize verdiği zararları telafi etmek gibi bir çaba ve niyet içinde olmadığı ve bu yüzden düzelme şansına sahip bulunmadığı için ölüme mahkûm edilmiş ve bu karar örgütümüz tarafından infaz edilmiştir.”
Görüldüğü gibi ölümle cezalandırılan; doğrudan ajan-provokatör olduğu iddia edilemeyen aksine “verdiği zararları telafi etmek gibi çaba ve niyet” içinde olsa, “devrimcilere ve halka özeleştiri” yapsa; arkadaşlarca da öldürülmeyeceği gerekçelendirilen bir kişidir. DS bildirisinde yazılan ölüm gerekçesi çerçevesinde (buradaki iddiaların bütünüyle doğru olduğunu varsayarak) bir devrimcinin ölümle cezalandırılmasının yanlış ve hatalı olduğunu ve “cezalandırma eylemi”ni onaylamadığımızı belirtiyoruz. Yine DS bildirisinde ileri sürülen iddiaların özü itibarıyla doğru olduğu varsayımından hareketle Ali AKGÜN’ün en fazla “yıkıcı, bölücü örgütsel faaliyette bulunan ve yaptığının özeleştirisini vermeyen” profili elde edilebiliyor ki, bu türden insanlara karşı devrimci bir örgütün teşhir, tecrit, saflarından atma vb. her türlü tedbiri; haklı ve meşru temele sahiptir. Ama öldürme olmaz. Bu onaylanamaz, öldürme gerçekten de hainlerin ve halk düşmanlarının kaçınamayacağı bir cezalandırma türüdür. Türkiye ve Kürdistan devrimci hareketinde bu cezalandırma türünün bolca ve güzel örnekleri de yaşanıyor. İşte biz Ali Akgün vb. olumsuz örneklerin, olumlu örneklerin anlaşılmasının da önünü tıkayacağından kaygılanıyoruz.
Çanakkale E Tipi cezaevindeki siyasi tutsakların hiçbiri Ali Akgün’ün öldürülmesini onaylamadı, ilk etapta haklı ve doğal olarak devrimci bir konumda durmaya çabalayan biri için yapılması gerekenler yapıldı. Dev-Sol’cu arkadaşların cezaevi platformu ile olan ilişkileri askıya alındı. Ali Akgün’ün anısına saygı duruşu yapıldı ve ailesi cenazeyi almaya geldiğinde tüm devrimci tutsaklarca imzalanan başsağlığı mesajı ailesine verildi. Ardından platformda birçok siyasi hareketin onayladığı, ölüm olayını kınayan gazete ilanının tüm örgütlerce verilmesi gündeme geldi. Biz, bu öneriye katılmadık, ilana imza atmadık. Çünkü devrimci örgütler arasındaki ilişki ve hatalı eylem anlayışlarının eleştirisinin platformu olarak burjuva basına gazete ilanı verme yönteminin düşünülmesi yanlıştır. Kamuoyu’nu acele bilgilendirme adına da olsa yanlış bir araç kullanmak, büyük bir yanlış olacaktı. Yine daha sonra hemen tüm siyasi hareketlerce Devrimci Kamuoyu’na yapılan geniş açıklamaya da içeriğinden dolayı imza atmadık.
Sonuç olarak, Ali Akgün’ün öldürülmesinin vb. eylemlerin Türkiye ve Kürdistan devrimci hareketlerinin saflarında, olumsuz değerlerin ve hatalı anlayışların aşılarak geçilmesine değil, olumsuzlukları kökleştireceğine hizmet edeceğinden kaygı duyuyoruz. Ayrıca olayın siyasi guruplar arasındaki olumsuz rekabete malzeme edilmemesini, bu olay özgülünden yola çıkarak devrimci ve devrimci mücadeleye, yasa dışı örgütlere karşı saldırı fırsatını kaçırmayacak burjuva yasalcılığına batmış “Blok’ların girişimlerine karşı da uyanıklığın elden bırakılmamasını tüm devrimci çevrelerden ve Özgürlük Dünyası okurlarından diliyoruz.
Çanakkale E Tipi Cezaevi TDKP Davası Tutsakları
Eskişehir tabutluklarına hayır
Bartın Cezaevinden
Günlerdir gazete sütunlarında Eskişehir Özel Tip Cezaevi’nin ‘konforluluğu’ ve ‘benzersizliği’nin propagandası yapılıyor.
Bakanlık yetkilileri, devrimci tutsakların toplumdan ve birbirlerinden tecrit edilmesini amaçlayan tek kişilik tabutlukları ‘konforluluk’, ‘Avrupa standartlarına uygunluk’ ve ‘firara karşı önlem’ propagandası eşliğinde kamuoyuna kabul ettirmeye, şirin göstermeye çalışıyor.
Sistem, kendi yarattığı çıkmazdan kendi hukuk normlarını dahi yok ederek çıkmaya çalışıyor. Avrupa’da bile hücre sistemine bu yüzyılın başında son verildiği ve daha beş yıl önce Eskişehir Özel Tip Cezaevine göre daha katlanılabilir bir mimari yapıya sahip olan İstanbul Sağmalcılar Özel Tip Cezaevi için ‘yaşanamaz’ raporu verildiği halde Bakanlık yetkilileri, bir yandan hücre sistemine dayalı özel tip cezaevi örneğini Avrupa standartlarına geçiş uygulaması olarak göstermeye, bir yandan da tek kişilik tabutlukları ‘hükümlü odası’ adıyla tanıtarak şirin göstermeye çalışıyorlar.
Açık ki bugün Eskişehir’de uygulanmaya sokulmak istenen hücre sistemi, mevcut hukuk normlarının ve infaz hukuku sisteminin dışına düşüyor. Siyasal iktidar, kendisi için bağlayıcı olması gereken hukuk sistemini dahi yok sayıyor. Mevcut infaz hukuku sistemi, hükümlüler için, ancak mahkeme kararı ile verilmiş ve pratikte belli bir uygulama alanına kavuşamamış belli limitler içerisinde bir hücre cezası uygulaması öngörmüşken, Eskişehir örneği, hiçbir mahkeme kararına dayanmaksızın ve hiçbir ümit tanımaksızın hücre cezası uygulamasını, sistemin esası haline getiriyor. Gene mevcut infaz sistemi, ‘anarşi ve terör suçlusu’ türünden bir suç tanımını ve özel statülü cezaevi ayrımını yapmamışken, Bakanlık yetkilileri Eskişehir Özel Tip Cezaevinin siyasal tutsaklar için ayrıldığını açıklama gereğini duyuyorlar.
Siyasal iktidar, hücre esasına dayalı özel bir infaz sistemi ile çıplak şiddeti ve hukuksuzluğu içeren Eylül hukukunu tamamlamaya, Eylül Rejiminin hukuki ve siyasal sonuçlarını takviye etmeye çalışıyor.
Eylül döneminin çıplak şiddetini, rehabilitasyon ve tecrit politikasının sürdürülmesi için Eskişehir Öze Tip Cezaevi pilot bir uygulama olarak gündeme getiriyor.
Eylül rejiminin uyguladığı rehabilitasyon politikasına karşı direnmeyi ve insan onurunu korumayı, en değerli arkadaşlarımızı kaybetme ve bedenlerimizin yıpranması pahasına, varlık nedeni saymış biz devrimci tutsakların, Eskişehir tabutluklarına diri diri gömülmeyi kabul etmeyeceğimizin bilinmesini, yıllarca süren toplu bir direnişin sonuçları olan kazanımlarımızın gasp edilmesi girişimleri karşısında sessiz kalmayacağımızın bilinmesini istiyoruz.
Eskişehir’den Aydın’a uzanan ‘ölüm yolculuğu’nda iki direnişçinin kaybedilmesinin, onlarcasının sakat bırakılmasının üzerinden daha bir yıl geçti.
Bugün yeni ‘ölüm yolculukları’nı engellemek ve insanların ölüm tabutluklarına kapatılmasının önüne geçmek, ancak, en temel insan haklarının savunulmasını hedefleyen kişi ve kuruluşların ortak tepkisi ve ortak çabası ile mümkün olacaktır.
Kendimizi ve eylemliliğimizi böylesine bir ortak tepkinin parçası sayıyoruz. Ve insan haklarının ve insanın en temel hakkı olan yaşama hakkının savunulması için gösterilecek toplu bir tepkinin, Eskişehir tabutlukları ile mevcut infaz sistemini dahi yok sayan siyasal iktidara geri adım artıracağına inanıyoruz.
Eskişehir Tabutluklarına Hayır!
YURTSEVER DEVRİMCİ DEMOKRAT KAMUOYUNA!
25 Mart 1990 tarihinde Mersin’de yakalandım. Yakalandığım andan itibaren baskı ve tartaklamalar başladı. Mersin Emniyet Müdürlüğüne götürüldüm. Orada yapılan ilk sorgulamada Türkiye Devrimci Komünist Partisi ve onun gençlik örgülü Türkiye Genç Komünistler Birliği’nin üyesi olduğumu ve faaliyetlerini yürüttüğümü ve bundan dolayı da faaliyetleri kimlerle ve nasıl yürüttüğümü anlatmamı istediler.
Söylenen şeylerle ilgimin olmadığını söyleyince de günlerce işkence yaptılar. Yapılan her türlü fiziki işkencenin yanı sıra kadın olmamı bile bana karşı bir işkence aracı olarak kullandılar. Sözle, elle yapılan sarkıntılıklar yetmiyormuş gibi tecavüz etmeye yeltendiler.
Sorgulamamı (işkenceyi) bitirip ifademi aklılar ve bu sefer de kendileriyle işbirliği yapmamı, yaparsam mahkemede salıverileceğimi, aksi durumda ceza alacağımı, almayıp tahliye olsam bile beni rahat bırakmayacaklarını, her seferinde baskı ve işkence yapacaklarını söylediler. Böylesi bir ihaneti asla yapmayacağımı, bunun yerine ölümü seve seve kabul edeceğimi söyledim.
Yedi aydan bu yana Malatya DGM’de yargılanıyorum. 3 Eylül 1990 günkü duruşmamızda savcı yaşımın küçüklüğünü ve mevcut delilleri göz önünde bulundurarak tahliye edilmemi istemişti: o duruşmada benimle yargılanan üç arkadaş tahliye olmasına karşın ben tahliye edilmedim. 9 Ekim 1990 tarihli bir sonraki duruşmada ise savcılık bir önceki duruşmada bulunduğu talepten söz etmediği gibi bu sefer de duruşma hâkimi daha önce 141/5’ten yargılanıyor olmamıza rağmen, bu sefer 168/2’den tutukluluk halimizin devamına karar verdi.
11 Ekim 1990 günü adını bilmediğim görevli gardiyanlardan biri beni koğuşun kapısına çağırarak Mersin Emniyetinde bana her türlü işkenceyi yapan ve bana tecavüze yeltenen ve kendileriyle işbirliği yapmamı isteyen işkenceci cellatlardan Komiser Arif…..in telefon edip benim durumumu sorduğunu ve selam gönderdiğini söyledi. 16 Ekim 1990 günü avukatımla görüşmeye çağrıldığımda aynı haberi bu sefer de başka bir gardiyan tekrarladı.
İşkenceci cellâtların amaçları açıktır. Bir sefer tahliyemi istetiyorlar, bir sonraki duruşmamda cezamı yükselteceklermiş havası yaratıyorlar ve böylesi bir ortamda işkenceci Komiser Arif … bana buradaki işbirlikçileri aracılığıyla selam gönderiyor. Selamına karşılık alırsa, işbirliği isteyeceği açık.
Bunların amaçlarını boşa çıkarıp işkenceci cellâtları teşhir etmek için sizler aracılığıyla yurtsever devrimci demokrat kamuoyuna seslenmek istiyorum:
Hiçbir parti veya örgüte üye değilim, ancak yurtsever devrimci biriyim. Yani emperyalizme, faşizme ve her türden gericiliğe karşıyım ve ulusların kendi kaderlerinin tayin hakkını savunan ve de inandığım şeyler uğruna üstüme düşenleri yapmaya çalışan biriyim. Değil yıllarca zindanlarda tutsak edilmeyi, öldürseler bile işkenceci cellâtların ve uşaklığını yaptıkları sistemin ajanlığını asla kabul etmem.
Beni arayan işkenceci cellât ve diğerlerine şunu söylemek istiyorum: Bütün baskı tehdit ve işkenceleriniz boşuna. Yaşımın küçüklüğünden hareketle psikolojik baskıyla bir yere varacağınızı en azından hakkımda kuşku uyandıracağınızı sanıyorsanız yanılıyorsunuz. Benim halkıma ve onların özgür yarınları için mücadele veren devrimcilere veremeyeceğim bir hesap yoktur. Sizler yaptıklarınızın hesabını halkımıza vermekten kurtulamayacaksınız. Beni de asla suç ortağınız yapamazsınız.
İnsanlık onuru işkenceyi yenecek!
Nigar Gülbeyaz / Malatya E Tipi Cezaevi Bayanlar Koğuşu
TUFAN LİCELİ MÜCADELEMİZDE YAŞIYOR
29 Kasım 1976’da mücadele meydanında katledilen ve şehit düşen, Ceyhan halkının ve gençliğinin yiğit önderi Tufan Liceli yoldaşın yaşamı ve mücadelesi 14 yıl sonra da bizlere örnek ve esin kaynağı olmaya devam ediyor. (Paralı Yüksek Öğrenime karşı mitinginde polis tarafından öldürüldü.)
Tufan, daha lise çağlarında ilerici fikirleri benimsedi ve kavrayışı ölçüsünde yaygınlaştırmaya çalıştı. O öğrenci gençliğin sorunlarıyla ilgileniyor, öğrenci arkadaşlarının o dönemde en önemli taleplerinden biri olan öğrenim özgürlüğü, can güvenliği talebini savunuyor ve bu alanda çeşitli mevziler elde edilmesi için bütün Ceyhan Lisesini mücadeleye katmaya çalışıyordu. Liseyi bitirdikten sonra öğrenci gençliğin sorunlarıyla daha sistemli olarak ilgilendi. Artık sadece Ceyhan Lisesi düzeyinde değil, diğer lise ve ortaokullarda da çalışıyordu.
Şimdi artık daha büyük bir şevk ve heyecanla, daha kararlı ve bilinçli bir şekilde devrim mücadelesinin her alanında yoğun bir faaliyet yürütüyordu. O hem sağlam bir bakış açısına sahip olmak hem de M-L hareketin gösterdiği yolda halkın ve gençliğin demokrasi ve devrim mücadelesine fiilen katılıyor ve her türlü karşı-devrimci engele karşı en önde yürüyordu.
O 1975-76 yıllarında devrim ve karşı-devrim arasındaki çalışmanın şiddetlenmesine ve bu çatışma içinde M-L hareketin siyasi ideolojik ve diğer alanlarda gelişip güçlenmesine paralel olarak kendini sürekli yeniliyordu. Teorik ve pratik olarak her geçen gün daha da olgunlaşıyordu. Bu süreç içinde, Halkın Kurtuluşu gazetesini kitlelere ulaştıranların başında O vardı, öğrenci gençliğin faşist-feodal eğitime ve faşist disiplin yönetmeliğine, resmi ve sivil faşistlerin okulları işgal etme çabalarına karşı yürütülen mücadelede O vardı. Ceytaş ve Çırçır fabrikaları işçilerinin ücretlerin yükseltilmesi, çalışma koşullarının düzeltilmesi, zamların geri alınması, sendika ağalarının alaşağı edilmesi için verdiği mücadelede O vardı. Yumurtalık boru hattında ve kanalet fabrikasında çalışan işçilerin haklarını elde etmek için gerçekleştirdikleri grev ve direnişte, Sarıbahçe köylülerinin, ağaların topraklarını işgal ederek, ağaların ve diktatörlüğün silahlı güçleriyle girdiği çatışmada O vardı. DGM’nin dağıtılması için Ceyhan’da da yapılan 2000 kişilik yürüyüş ve mitingin başkanlığını yaptığı sıralarda, üyelerin bilinçlenmesi için seminerler düzenlemesine önderlik ediyordu.
Ceyhan halkı, Tufan’ın cenazesinde on binlik kitle halinde, onun katillerini ve diktatörlüğü lanetlerken, her ölüm yıldönümünde o saygı ve sevgiyle anılagelmiştir ve anılacaktır. O, sonsuza dek bir bayrak olarak yaşayacaktır.
Tufanlar ölmez!
Ceyhanlı devrimciler.
Burjuva faşist eğitim sistemine
Liseli gençlik “hayır” diyor
Günümüzde birçok şey gibi eğitim de tam bir çöküntü, yıkıntı, dönemine girmiştir.
Bizler, meslek lisesinde olup da daha elektrik voltajını ayarlamayı beceremeyen, 1 Mayıs’ın tüm dünya işçilerinin bayramı olduğunu bilmeyen, devrimci-demokrat, aydın binlerce insanı hapislere dolduran, 17 yaşında gençleri asan, bütçenin 2/3’ünü askeri harcamalara yatıran, Amerika’nın arkasında saklanmış ‘çağ atlayan’ bir ülkenin lise öğrencileriyiz.
Okullar, burjuvazi için kendi çıkarları doğrultusunda insanları eğitmek, biçimlendirmek için kullanılır. Burjuvazi, düşünen, yaratma gücü olan insanlar yerine, düzen paralelinde kendi hizmetine koşabileceği insanlar yaratmayı amaçlar. Nitekim 1980 askeri faşist darbesinden sonra tüm ilerici, devrimci ve demokrat öğretmenler görevden alınmış (kimisi açığa kimisi hapishaneye), yerlerine ülkücü, faşist öğretmenler getirilmiştir. Yönetmelikler ise kendi çıkarları doğrultusunda değiştirilmiştir. Amaç belli, sisteme uygun insanlar yetiştirmek ve düzeni devam ettirmek.
Bütün bunlar için neler yapılıyor ve bunların sonuçları nelerdir?
– Gerici faşist eğitim ve kitapları: Burjuvazi düşünmeden üreten, verilenlerle yetinen, boyun eğen ve yaratıcılıktan yoksun sadık insanlara ihtiyaç duyuyor. Bunun için ders kitapları, egemen sınıflara sadık, gerici faşist nitelikteki “eğitim” elemanlarına yazdırılmıştır. Bu kitaplarda sömürü gerçeği, halkımızın içinde bulunduğu sefaletin nedenleri; ülkemizi her yönden (ekonomik siyasi ve kültürel) boyunduruk altına almış emperyalizm, bilimsel düşünce anlatılmaz, insanlığın ve toplumların geçmişten bu güne kadarki tarihleri, edindikleri deney ve bilgiler, bilimsel temelde anlatılmaz. Aksine şoven ırkçı bir dille anlatılır. Tarih anlaşılmaz ve karmakarışık hale getirilir.
Okul yönetmelik ve disiplin kuralları ile öğrenciler faşist bir disiplin altına alınmıştır. Öğrenciler, saç tıraşından çorabına kadar günlük yaşantısına karışılıp tek bir şekle sokulmak istenmektedir. Dayak bir cezalandırma şekli olarak kullanılmaktadır. Gerici yayınlar okullara rahatça sokulurken, herhangi bir ilerici yayını okula sokan öğrenciler birçok sorgudan, dayaktan sonra polis kovuşturmasına kadar götürülmektedir.
Mantık, Felsefe gibi düşünmeye, yorumlamaya dayanan dersler gerici, faşist öğretmenler, aracılığıyla gerçeklerin reddedildiği dersler haline getirilmiştir. Bu öğretmenler ellerindeki not aracını da bir silah olarak kuşanıp öğrenciler üzerinde sürekli bir baskı kurmuşlardır.
Okullara mescitler açılmış, din dersleri zorunlu kılınmış, ders kitaplarından Darwin ile ilgili bilgiler bile çıkarılmıştır. Öğrenciler kaderci bir felsefe ile eğitilmek, düzene sadık insanlar haline getirilmek istenmektedir. Milli Güvenlik dersleriyle 12 Eylül faşizmi haklı gösterilmektedir. Gerici faşist örgütlenmeler Milli Eğitim Bakanlığı ve okul yöneticilerinin desteği ile kurulmaktadır.
– Cinsiyetçi baskılar: Okullarda kız öğrenciler gerici yoz bir kafayla 2. sınıf vatandaşlar olarak değerlendirilmektedir. Bazı okullarda bekâret kontrolü yapılmaktadır.
– Ezberci Eğitim: Eğitim sadece ezberciliğe dayanmaktadır. Derslerini iyi ezberleyen, başarılı öğrencilerdir. Ezberci bir eğitimde bilimsel bir görüş, üreticilik ve yaratıcılığın gelişmesi söz konusu değildir.
– Ayrımcı Eğitim: Nüfusun büyük çoğunluğunu oluşturan yoksul halk her gün artan geçim zorluğu ve hayat pahalılığı yüzünden çocuklarını orta öğretime gönderememektedir. Sadece bu nedenle milyonlarca ilkokul mezunu, ortaöğretime devam edememekledir.
Ayrıcalıklı eğitim özel okullarda gerçekleştirilmektedir. Eğitimin kalitesi ve olanakları açısından devlet liseleri ile kıyaslanamayacak avantajlara sahip olan bu okullarda öğrenim görebilmek için “giriş” sınavlarından ayrı olarak yüksek bir ücret ödemek gerekmektedir. Devlet okullarının eğitim düzeyinin düşük olması yüzünden sınavlara özel dershaneler aracılığıyla hazırlanmak gerekmektedir. Bu mali külfeti bir işçi, köylü, memur alesi karşılayamayacağından bu okullar yüksek gelire sahip kesimlerin, çocuklarının okuyabileceği kurumlardır. Örneğin 1987 yılında sınavları kazanan 7500 öğrenci maddi gücü yetmediği için özel okullara kaydını yaptıramamıştır.
Yoksul halk çocuklarının yüksek öğrenim şansı da azdır. ÖSS’yi kazanmak için özel dershanelerde hazırlanmak gerekir. Ayrıca okul gereçlerinin temini, barınma, beslenme gibi birçok harcama da gerekir. Önemli bir yekûn tutan bu harcamaların dar gelirli bir aile için karşılanması mümkün değildir. Üniversite öğrencileri içinde şimdiye kadar yapılan istatistikler de üniversitelerde işçi-köylü kökenli öğrencilerin çok sınırlı olduğunu göstermektedir. Kırsal alanda yaşayanlar ise çok daha elverişsiz konumdadırlar. Buradaki öğrenim yıkık dökük binalarda araçsız-gereçsiz, tıka basa dolu ve öğretmensiz yapılmaktadır.
– Örgütlenme hakkının engellenmesi: Bilimsel düşünen, kendi başına karar verebilen, yaratan, haklarını alan insanların olması burjuvazinin ve işbirlikçilerinin sonu demektir. Bunun için her türlü birliği, örgütlenmeyi, dernekleşmeyi yasaklamıştır.
– Polis-idare işbirliği: Burjuvazi, yasakları koymakla yetinmemiş, bunları korumak ve uymayanları cezalandırmak için çeşitli yöntemler bulmuştur. Polis ve idare beraber çalışmakta, ayrıca okul görevlileri arasına yerleştirilen sivil polisler yardımı ile öğrenciler izlenmeye çalışılmaktadır. Okul giriş ve çıkışlarında sürekli olarak sivil veya resmi polis otoları bulunmaktadır.
Eğitimin geldiği noktayı anlamak için bazı örnekler vermek yeter:
– Üniversite mezunu bir genç, ekonomik sıkıntı yüzünden organlarını satıyor.
– Ders kitabı yazan müfettişlerden “uluslararası”, “saptamak”, “tüm”, “önen” gibi sözcüklerin yazılmaması isteniyor.
– Milli Eğitim Bakanlığınca öğrencilere önerilen kitaplardan “… Yüksek masalarda yemek yemek mekruhtur… yemekten sonra elleri yalamak sonra yıkamak lazımdır… eğer o evde canlı insan ve hayvan resimleri varsa oraya girmemek evladır… (Ö. Aslanbey Cumhuriyet 23/3/1985)
– Okul sekreterinden öğretim üyesine tehdit: “Akrabama not ver! Yoksa kötü olur.”
– Devlet Bakanı Kazım Oksay, “her üniversitenin gerçek bir ibadethaneye kavuşturulmasını amaçlıyoruz.” diyor.
– 33 yaşındaki; 5 çocuklu, boş zamanlarında su ve ayran satan bir ilkokul öğretmeni “ekonomik güçlükler nedeniyle intihar ediyor. (Tercüman 8.8.1986)
– Öğretmen Dünyası dergisini okuyan bir öğretmenin önce maaşı kesiliyor sonra başka bir köye sürülüyor.
– “Savaşa Hayır” diyen bir kız öğrenci okuldan atılıyor, polise teslim edilip tutuklanıyor.
– Bakırköy’de bir ilkokulda sınıflarda 100’den fazla öğrenci var. Çoğu sınıflarda bir sırada 4 öğrenci oturuyor.
– K.Çekmece’de bir okulda öğretmen öğrencilerine şunları söylüyor; “Diyalektik öldü”, ‘Çocuklar Amerika ve Rusya neden bu kadar gelişmiş biliyor musunuz?! Cinleri casus olarak kullanıyorlar da ondan.’
Ve daha niceleri… Sonuç: çarpık düzenin çarpık eğitimi…
– Kahrolsun Faşist-Feodal eğitim -Yaşasın Demokratik Lise Mücadelemiz!
Bir grup liseli genç
Sağlık emekçileri sendikalaşma yolunda
Yaklaşık iki yıldır Türkiye çapında örgütlenen “Sağlık Çalışanları Sendikalaşma Eşgüdüm Çalışmaları” 27 Ekim pazar günü Ankara’daki toplantıyla bir dönüm noktasına geldi.
Çalışmalar, 80 öncesinde TKF’nin bir kolu gibi işleyen Tüs-Der’in eski yöneticileri tarafından, önceleri dernek-oda temsilcilerinin de katıldığı Eşgüdüm Komisyonu çerçevesinde gerçekleştiriliyordu. Eski Tüs-Der’liler, bu yolla, dernek ve odaların tabanlarından yararlanmak ve kitle önünde meşruiyet sağlamak istiyorlardı. Ankara’da merkezi düzeyde yapılan bu toplantıların yanında illerde de dernek ve oda temsilcilerinden oluşan eşgüdüm komisyonu toplantıları yapılıyordu.
Bu yapı, sürekli olarak sendika hakkının yasal olduğu ve mücadele edilmeden de alınacağı propagandasını yaptı. Demirel ve milletvekillerinin çağrılı olduğu seminerler, kokteyller düzenledi. Sendika hakkının meclisteki partilerle iyi ilişkiler içinde elde edileceğini empoze etti. Bu süreçte yalnızca İstanbul’dan katılan bazı temsilciler “sendika hakkının verilmeyeceği, mücadeleyle alınacağı”, bunun için de kitleye gidilmesi gerektiğini savundular. Ancak Ankara’daki “eşgüdüm” toplantıları, bugüne dek pratik hiçbir adım almayan polemikler biçiminde sürdü.
Mayıs ayı içinde İstanbul Sağlık Çalışanları Eşgüdüm Komisyonu, toplantılarını oda ve demek temsilcileri düzeyinde değil, işyerlerinden isteyenlerin katılımına açık olarak yapılmasını kararlaştırdı. 90 Haziran sonundan itibaren yaşanan eylemlilikle birlikte İstanbul toplantıları, istisnalar dışında, eylemlerde öne çıkan kararlı, fedakâr sağlık emekçileri ve hizmetli personelin de katıldığı bir yapıya dönüştü. Eylem kararlarının alındığı bir platform oldu.
Başlangıçta çalışmaların içinde olan ancak Temmuz eylemliliği içinde alınan ortak kararlara uymayan Türk Hemşireler Derneği temsilcileri, Temmuzda başka derneklerden aynı eğilimi paylaştıkları kişilerle, önceden ve kitleden ve Eşgüdümden gizli yaptıkları “hazırlık” sonucu, eylemlere sahip çıkma mantığıyla, hiçbir açıklama yapmadan ayrılarak Kamu-Sen başvurusunda bulundular. Kendi dışlarındaki eğilim ve örgütlenmeleri reddederek mücadeleci eylemler adına iş bırakma eylemleri yapmaya çalıştılar. Ancak, kitlelerin peşlerinden geleceği düşüncesiyle kitle adına, kitleye rağmen yapılmaya çalışılan, ama somut duruma uymayan, gerekli ön çalışmaları yapılmayan eylemler, iş yavaşlatmadan öteye gitmedi.
Sürekli olarak birim örgütlenmeleri yaratılması gereğini savunan İstanbul platformu, bunu ancak eylemlilik sonrasında kısmen başarabildi. 21 hastanenin tamamına yakın bir bölümünde ve bazı sağlık ocaklarında işyeri komiteleri oluşturuldu. Temsilci seçimleri gerçekleştirildi. (Bu seçimler, çalışmaların yasal statüsünün olmaması ve sağlık emekçileri üzerindeki yoğun baskı ve engellemeler nedeniyle tüm çalışanların katıldığı toplantılarda yapılamadı. Ancak eylemlilik içinde öne çıkan, duyarlı ve ulaşılabilen her insan bu seçimlere katıldı.) Sağlık emekçilerinin her zaman geri alabileceği bu temsilcilerle il temsilciler kurulu oluşturuldu. Kurul toplantıları gözlemci olarak katılacak tüm çalışanlara açıktı. Kurul kararlarını hayata geçirmekle görevli bir de yürütme kurulu seçildi.
15 Eylül’de, temsilci niteliği olmadığı açıklandığı halde oy hakkıyla “temsilci” olarak katılanların neredeyse çoğunluğu oluşturduğu Ankara’da yapılan Merkezi Eşgüdüm Platformu toplantısında, Merkezi Yürütme Kurulu oluşturuldu. MYK ve illerin tüzük taslağı hazırlamaları kabul edildi.
İstanbul Sağlık Çalışanları Temsilciler Kurulu, grev-topu sözleşme hakkı, seçilen temsilcilerin seçen kişiler ve seçilen organların seçen organlarca geri alınabilmesi, grev-eğitim fonu oluşturulması, her türlü anti-demokratik uygulamaya karşı işçi sınıfıyla birlik ve dayanışma içinde olunması gibi ilkeleri içeren, mücadeleci sınıf sendikası yaratılmasını hedefleyen bir tüzük taslağı hazırladı.
27 Ekim Ankara toplantısı 115 delegenin katılımıyla yapıldı. Ve Eğitim-İş, Türk-İş vb. sendika bürokratları ve Tabip Odası başkanlarının konuşmalarıyla açıldı. Sürekli olarak memur sendikasının yasallığı, mücadelenin de yasal olması gereği üzerinde duruldu. Ardından illerin değerlendirilmesine geçildi. Yapılan açıklamalardan; hiçbir çalışma ve eylemlilik olmayan yerlerde 1,5 ay içinde işyeri örgütlenmeleri gerçekleştiği (!), Ankara’dan bazı temsilcilerin seçilme, diğerlerinin kendiliklerinden geldikleri (!), örgütlenme hakkında hiçbir açıklama yapamayan Samsun delegesinin “tek etkili ve yetkili temsilci” olduğu, Kayseri ve Afyon gibi illerde bir çalışma olmadığı ortaya çıktı. İzmir adına konuşan ama gerçek delege olmadığı anlaşılan bir delegenin hiçbir çalışmadan söz etmemesi, edememesi üzerine, divana yapılan itirazlarla bin bir güçlükle söz alabilen gerçek bir İzmir delegesi örgütlenmeler hakkında bilgi verdi. Aynı şey İstanbul adına da yapıldı.
Sonra tüzük tartışmasına geçildi, İstanbul ve bir kısım delegenin haberi olmadan yapılan bir tartışma sonunda kabul edilen tüzük, tüm itirazlara rağmen tek tek maddeler halinde ama amaç ve ilke bölümleri atlanarak 11. maddesinden itibaren, -başlıca, Gümüşhane’de çalıştığı halde kendisini Ordu temsilcisi ilan eden divan başkanının marifetiyle-, oylanmaya başlandı! İstanbul’un hazırladığı tüzük taslağı ise itirazlara rağmen hiç dikkate alınmadı. Tüzüğün, tek tek maddeleriyle değil, farklı anlayışların bulunduğu maddeleri (grev-toplu sözleşme, sınıf sendikacılığı vb.) ve anlayışlar tartışılarak oylanması isteğimiz geri çevrildi. Amaç, farklılıkların tartışılmasını engellemekti. Oylamaya katılmadık. TBMM’deki gülünçlüğüyle, tartışma olmaksızın eller inip kalktı. Olayın farkında olmayan delegeler, neyin oylandığının bilincinde değillerdi.
Toplantıda dikkati çeken iki nokta; özellikle divan başkanı tarafından İstanbul’un grupçu, ayrılıkçı, bölücü olduğu imajının yaratılmaya çalışılması ve örneğin Eğitim-İş yöneticileri dakikalarca konuşurken, İstanbul delegeleri ve onlar gibi düşünenlere zaman darlığı gerekçesiyle söz hakkı verilmemesi, sözlerinin kesilmesiydi.
Tüzüğün bütününün oylanmasına ilişkin ikinci kez verilen öneri tekrar reddedildi. Toplantı çıkmaza girmişti. İstanbul delegeleri olarak, sağlık emekçilerini, “grevli-toplu sözleşmeli sınıf sendikası”nı pratik bir sorun olarak ele almak üzere 17 Kasım’da İstanbul’da yapılacak toplantıya çağırdık. Divandakiler bize laf atarak salondan çıktılar. Döndüklerinde, kararlar aldılar. İlginçti, görevler için aday bulamıyorlardı ama sürekli kararlar aldılar. Toplantı sonundaysa, 16 Kasım’da yapacakları toplantıda kurucular belirleyerek başvuru yapacaklarını açıkladılar.
Daha sonra İstanbul’a gönderdikleri bir haberle, İstanbul’dan iki, diğer illerden birer temsilcinin katılacağı bir toplantı için bizleri Ankara’ya çağırıyorlardı. Tutumlarını değiştirip değiştirmedikleri görülecek, bundan sonrasını süreç belirleyecek.
İstanbul ve diğer illerden gelen, mücadele içinde kurulacak grevli-toplu sözleşmeli sınıf sendikasından yana olanlar dışında, Ankara’daki toplantıya katılan “delegeler”,hemen tümüyle seçilmemişlerdi, kitleyi temsil etmiyorlardı, Temmuz eylemlerinin kinciliği rolünü üstlenmişlerdi ve Ankara’ya türlü tertiplerle gelmişlerdi. Grevli-toplu sözleşmeli sendikadan yana olduklarını söylüyorlardı, ancak başvurunun reddedilmemesi için, bu, tüzükte yer almamalıydı! Sınıf sendikasından yana olduklarını açıklıyorlardı, ancak, “onaylanan” tüzükte onun ilkelerinden eser yoktu.
Başvuruda grev ve toplu sözleşme sözcükleri bulunursa, sendikanın tüzel kişilik kazanamayacağı, tüzel kişilik kazanıldıktan sonra bu konuda mücadele edilmesi gerekliği ileri sürülüyor! Oysa biliyoruz ki, sendika hakkının verilmesi değil alınması esastır. Ve yine biliyoruz ki, başvuruda bu sözcüklerin bulunup bulunmaması, tüzel kişilik kazanma yönünden hiçbir farklılık yaratmayacaktır. Çünkü başvuru yapıldığında, yasalara göre, her iki halde de tüzel kişilik kazanılır. Her durumda, 6 ay içinde yargının, dava açıldığı takdirde, yasal bulmayarak sendikayı kapatma “hakkı” vardır.
Sendikamızın yasallığa yaslanması şiddetle savunuluyor. Memur sendikası kurulup kurulamayacağı hakkında yasal bir düzenleme bulunmamasının, sendikamızın yasallık zemini olduğu sürekli vurgulanıyor. Oysa gereken şey, sendikamızın meşruluk zemininin yaratılması, sonuçta, koparılacak hakkın yasalara da girmesidir. Yoksa yasalar temel alınırsa, iş kanunu işçi-işveren ilişkilerini düzenlediği ve sendika kanunu da işçi sendikalarına ilişkin olduğu için, ya memurların işçi statüsüne geçirilmesi ya da memurlar için bir iş ve sendikalar kanunu çıkarılması gerekecektir. Ve üstelik memurlara grevi yasaklayan ve buna yönelik cezai müeyyideler öngören yasa maddeleri de vardır. O halde, bizim dayanağımız haklılığımızdan, gücümüzden ve toplumsal desteklerimizin gücünden gelen meşruluğumuzdur. Türkiye’nin altına imza attığı İLO ve Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi gibi uluslararası sözleşmeler de, bize, yararlanabileceğimiz olanaklar sağlar.
Diktatörlüğe daha işin başında taviz vermek, onun yasallığına sığınmak, en doğal haklarımızı yasalarla sınırlayarak derneklerin sahip olduğu hakları bile kullanamayacak bur tabela sendikasını gündeme getirmek, yenilgiyi baştan kabul etmektir, sağlık emekçilerine ihanettir. Sınırımız yasalar değil, haklılığımızdır, meşruluğumuzdur. Kaldı ki, uzun süre sessiz duran sağlık emekçisi, Temmuz eylemleriyle yasa(k)ları altüst etmiş, yasaları sınır olarak kabullenmemiştir. Grevli-tloplu sözleşmeli sendika hakkı için sokağa dökülerek, hakkın yasalara boyun eğilerek alınamayacağını, asıl olanın kitlesel temeldeki meşruluk olduğunu ortaya koymuştur. Sağlık emekçilerinin önüne düştükleri görüntüsünü vermeye çalışan eski Tüs-Der’li, gerçek delege bile olmayan, mücadeleye yaslanmayan, ondan güç almayan yöneticiliği kendilerinden menkul “yöneticilerimiz”; örgütlülükten yoksun olduğu için kendiliğindenlik sınırını önemli ölçüde aşamayan ve mücadelesini daha ileri götüremeyen sağlık emekçileri kitlesinin önünde değil, arkasında ve kuyruğundadırlar; onların mücadelelerini geri çekmeye, kırmaya, yatıştırmaya, yasallık sınırları içine hapsederek boyun eğdirmeye ve örgütlülüklerini tam bir bürokratik düzen örgütlenmesi olarak şekillendirmeye çalışmaktadırlar.
Bize düşen görev, sağlık emekçilerinin önüne somut ve doğru bir hedef koymak, “hak verilmez alınır” şiarıyla örgütlülüğümüzü daha da pekiştirmek, kitlelerin, grevli-toplu sözleşmeli, tabanın söz ve karar sahibi olduğu, seçtiği yöneticileri geri alabildiği, her türlü anti-demokratik yasa(k)lara karşı işçi sınıfıyla birlik ve dayanışma içinde mücadele edeceği bir sınıf sendikasını kurmak için; üretimden gelen gücünü (hizmet üretimi) kullanarak mücadeleye atılmasını sağlamaktır.
Bu mücadele kısa vadeli olmayacaktır, önümüzde uzun bir süreç var. Böyle bir sendika başvurusunun kabul edilmesi, memur sendikasına ilişkin yasal düzenlemelerin yapılabilmesi, kamu emekçileriyle, işçi sınıfıyla birlikten savaşa, zamlara, memurların fişlenmesine, idamlara vb. karşı ve yaşama koşullarının iyileştirilmesi için, demokrasi ve sosyalizm için mücadeleden geçer. Sağlık emekçilerinin talepleri için mücadeleye en hazır olduğu yer de, işçi sınıfının nabzının attığı, toplumsal muhalefetin en yüksek olduğu İstanbul’dur.
İstanbul Sağlık Çalışanları Sendikalaşma Temsilciler Kurulu’ndan bir grup sağlık emekçisi.
SAVAŞ OYUNLA RI-2
Birinci ve ikinci büyük savaşın “küçük adam”ı
ASLAN ASKER ŞVAYK
Aynur SARICA
“Tanınmış kahramanlar vardır. Napolyon’un zaferi gibi önemli başarılar yoktur hayatlarında. Ama kişiliklerini incelerseniz, Büyük İskender’in bile yanlarında küçüldüğünü görürsünüz. Bir gün Prag sokaklarında dolaşırken belki de bunlardan biri ile karşılaşacaksınız. Devrinin tarihindeki yerinden haberi olmayan bir adamdır bu. Alçakgönüllüdür. Kimseye aldırmadan işini görür. Kimseyi rahatsız etmez, kimseden rahatsız olmaz. Adını sorarsanız size şöyle cevap verecektir. Benim adım Şvayk’tır… Evet, bu sakin, kendi halinde, pejmürde giyinmiş adam Aslan Askerden başkası değildir. Ben çok seviyorum Aslan Asker Şvayk’ı. O hiç olmazsa adı gazetelere ya da okul kitaplarına geçsin diye budala Herostratus gibi Efes’teki Tanrıça Tapınağı’nı yakmamıştır.”
Jaroslav Hasek, yaratıcısı olduğu, daha sonra ünü yazarını bile aşacak olan Şvayk için bunları söylüyor. Kurnazlıkla aptallık arasında gidip gelen aklıyla, cesaretin ve korkaklığın aynı oranda yer aldığı kişiliğiyle, vurdumduymazlığıyla, sorumluluklarıyla küçük bir adam portresi çiziyor Jaroslav Hasek…
Şvayk’ı anlamak ve tanımak üzere yola koyulmadan önce, biraz onun tarihçesinden söz edelim. Çek yazar Jaroslav Hasek’in roman olarak kaleme aldığı “Astan Asker Şvayk” daha sonra pek çok defa oyunlaştırıldı ve sahnelendi. Romanın ilk sahnelenişi 1929’da Piscator ve Brecht tarafından gerçekleştirildi. Daha sonra 1942 yılında Brecht bu kez “Şvayk’ın Hitler’le Tarihi Karşılaşması”nı yazarak Aslan Asker Şvayk’ı bir kez daha gündeme getirdi. Şvayk’ın Birinci Dünya Savaşı’ndaki serüvenini anlatan, İsviçreli yazar Charles Apotheloz’un oyunu Arena Tiyatrosu tarafından Türkiye’de de sahnelendi.
Biz önümüzde duran Şvayk oyunları arasından Brecht’in oyununu seçtik. Çünkü Brecht savaşın vazgeçilmez bir fon oluşturduğu -hatta fonun da ötesinde Şvayk’ın ve oyunun diğer kahramanlarının kaderini çizen bir unsur olduğu- “Hitler’in Şvayk’la tarihi karşılaması” oyununda, yukarıda alıntı yaptığımız Hasek’in cümlelerini geliştirmiş ve yeni bir yol açmıştır. Büyük İskender’in bile karşısında küçüldüğü bu adam, Büyük İskender (ya da bir başka “büyük adam” olması itibariyle Hitler’le) karşılaştırılmıştır. Bu, gerçekten tarihi bir karşılaşmadır. Cepheye sürülen küçük adam ve onu cepheye süren Hitler bir gün karşılaşırsa ne olur? Görelim…
Şvayk adında bir adam
Nazi ordusu büyük savaş patlak vermeden önce 1938’in 1 Ekim’inde Çekoslovakya’nın Sudeten bölgesini ilhak etti. Böylece Çekler bütün bir savaşı Alman çizmesi altında geçirdiler. Savaşın başlarında pek dokunulmamakla birlikte, sonraları doğru “Alman ırkı” dışındakiler de Alman ordusu saflarında savaşmak zorunda bırakıldılar, işte Şvayk bunlardan biriydi.
Şvayk askere alınıp Aslan asker olmadan önce köpek satıcılığıyla uğraşır. Midesine düşkün ama maalesef savaş nedeniyle damak tadından mahrum arkadaşı Baloun’la ahbaplık edip, Bayan Kopecha’nın işlettiği Kupa Birahanesi’nde akşamları bir tek atardı. Ancak bilindiği üzere Almanlar da birayı çok severler. Bayan Kopecha’nın müşterileri arasında Gestapo ajanı Bay Brettschneider, Gestapo Komutanı Ludwig Bullinger ve pek çok SS adamı vardır. Hitler’e yapılan Münih Suikastı üzerine Bay Brettschneider’e görüşlerini anlatan Şvayk tutuklanır, ancak soruşturmayı yürüten Gestapo Komutanı Bullinger onun deli olduğunu düşünür ve serbest bırakır. Şvayk’ın köpek satıcısı olduğunu öğrenen Bullinger ondan uzun süredir gözüne kestirdiği bir spitzi mutlaka ve mutlaka kendisine getirmesini ister. Şvayk köpeğin bakanlık danışmanı, işbirlikçi Vojta’ya ait olduğunu söylerse de dinletemez. Köpeği çalmaya karar verir. Köpeği Bullinger’e götürmesi mümkün olmaz. Çünkü peşlerindeki bir Nazi memuru aylakları “Gönüllü Çalışma Kampı”na götürmekle görevlendirilmiştir. Köpeğin Bullinger’e verilmek üzere çalındığını öğrenen Brettschneider soluğu öfkeyle Kupa’da alır. Bullinger de Kupa’da köpeğin peşindedir. Çalınan köpek Şvayk’ın elinde Bloun’a verilmek üzere bir et parçasına dönüşmüştür. Et Bullinger tarafından görülür. Şvayk eti kendisinin getirdiğini söyler ve tekrar tutuklanır. Cepheye gönderilir. Haftalar boyudur. Stalingrad’a gitmek için uğraşmaktadır. Ancak döne dolaşa yine aynı noktaya gelir. “Stalingrad, 50 km.” yazısı hep aynı yerdedir. Bu arada Hitler görünür. Şvayk’a dönüş yolunu sorar.
Brecht oyunlarının önemli özelliklerinden biri, kişilerin politik tutumlarının (ya da tutumsuz olmaya çalışmalarının) çok net ortaya konmasıdır. En küçük bir karakter bile incelikle çizilmiş ve ayrıntılandırılmıştır. Bütün kişilikler oyunun ve olayın gelişim süreci içinde işlevli birer unsurdurlar. Kişilerin politik tutumlarıyla, olayın gelişimi içindeki konumları birbirine bağımlı ve dengelidir. Örneğin Nazilerle işbirliği yapan Vojta, oyun sonunda Nazilerce cepheye gönderilir. Saf seçemeyen Şvayk, ancak Hitler’i karşısında görünce, boşa kürek çektiğini anlar. Anti-faşist Bayan Kopecha ise tutarlılıkla savaşın sonunu bekler.
Bütün kişilikler -Bayan Kopecha, onun hayranı Procnazka, Baloun, Bullinger, Brettschneider, işbirlikçi bakanlık danışmanı Vojta- olayların gelişiminden bağımsız davranamazlar. Olaylar onların dışında ve onların iradesi olmaksızın gelişiyormuş gibi görünür. Daha doğrusu Nazilerin tüm subaşlarını tutması Çeklere pek az savunma alanı bırakmıştır. Ancak tek tek bütün kişiliklerin iradelerini belirlemeleri çok önemlidir. Bunu Hitler de bilir, bu nedenle kendisinden sadece korkulmasını değil, kendine hak verilmesini, kendisinin desteklenmesini ister. Şvayk, olayların gelişimi, insanın müdahalesi süresince saf tutamayan ve olaylara müdahale edemeyen insanın trajedisidir. “Daha küçüklüğümden beri herkesin ihtiyacı neyse onu yapayım diye iyi niyetle işe başladım. Hep talihsizlikle sonuçlandı” diyerek kendini tahlil edan Şvayk’ın başı beladan kurtulmaz.
Kimi zaman Hitler yanlısı konuşur, kimi zaman karşısındadır. Hitler’e suikast düzenlendiğini duyduğunda “Keşke başarsaydılar” derken, askere alındığında coşkuyla “Heil Hitler, Moskova’ya ileri!” diye bağırır. Söyledikleri arasında Nazi karşıtı olarak algılanabilecek olanlar -ve Şvayk’ın başını belaya sokanlar-keskin bir gözlemcinin sözleridir sadece. Amacı hep yardımcı olmak, “iyi bir insan olmaktır”, Ancak Alman çizmesi altında “iyi bir insan” olmanın faturası da bir hayli ağırdır. Herkesle iyi geçinmek isteği onu tutarsızlaştırır.
Her insan gibi onun da bir takım gözlemleri vardır. Bunları açıkça söylemekten çekinmez. Çünkü “iyi bir insan olmanın birinci koşulu dürüstlüktür”. Ama bu gözlemler Nazilerin pek hoşuna gitmez. Sorguya çekilirken, Hitler’in çok büyük bir adam olduğunu, halkın onu anlayamadığını söyler. Ama Nazilerin kendisine kötü davrandığını da ekleyiverir.
Bunu Nazilere kızgınlığını dile getirmek için söylememiştir. Her şeyi “dürüstçe” söylemek zorunda ya; bunu da söyleyiverir. Hiçbir davranışının altında uzun vadeli düşünceler yoktur. Şvayk’ı yorumlarken düşülebilecek en büyük hata, onu Hitler karşıtı sözleriyle değerlendirerek, politik bilinç sahibi olduğu sonucuna varmaktır. Brecht’in sözleri konuya açıklık getiriyor; “Şvayk asla insanları arkadan vuran bir sabotajcı olamaz. Önüne çıkan küçük fırsatlardan yararlanan bir oportünistten başka bir şey değildir o. İçinde bulunduğu ve kendini yıkıma götüren düzeni içtenlikle onaylar. Bilgeliği her şeyi altüst edicidir. Yıkılmazlığı onu, hem bitmez tükenmez bir kötüye kullanma aracı, hem de kurtuluşun verimli toprağı yapar.”
Klasik ahlak anlayışı iyi insan olmak demagojisi üzerine kuruludur. Sınıfsal çelişkilerin var olduğu sistemlerde ise kişinin her sınıf ve tabaka tarafından “iyi insan” kabul edilmesinin şartları yoktur. Düşmanına karşı iyi olmak kendi yok oluşunu hazırlamaktır. Şvayk demagojiye kanmıştır. Hitler hakkında ileri geri konuştuğu için tutuklandığında, durumunu yine kendisi tahlil eder; “O kadar masumum ki tutuklandım”
Bayan Kopecha
Oyunun bir başka ağırlıklı karakteri ise Kupa Birahanesinin sahibi Anna Kopecha’dır. Kopecha Şvayk’ın tam tersine düşüncelerini Nazilere sezdirmemeye çalışır. Yine Şvayk’ın tersine, net bir politik tutumu vardır. Söylediği şarkılarla dünyanın bir gün değişeceğinin, büyüklerin yerini küçüklerinin alacağının propagandasını yapar. Baloun’un daha çok yemek yiyebilmek için Alman ordusuna yazılma düşüncesine şiddetle karşı çıkar. Nazilere ise, politikanın kendisini ilgilendirmediğini söyler. “Benim tutumum falan yok, birahanem var”, “müşteri müşteridir” bizim işletme sahipleri için politika falan yoktur” diyerek Nazilerin dikkatini birahane üzerinden uzaklaştırmaya çalışır. Bu arada birahanede göstermelik eğlenceler düzenleyip gizlice Moskova Radyosu’nu dinler.
Kopecha aklın ve sağduyunun sesidir. Kendisini sevdiğini söyleyen Procazha’ya Kleopatra’nın Antonius’a yönelttiği ünlü soruyu sorar: “aşkınız büyük aşksa söyleyin ne kadar eder?” Procazha, Kopecha’nın bu kadar materyalist olmasına şaşırır. “Aşkım için her şeyi yapabileceksiniz, aşkınız iki okka sucuk bulmaya da yeter mi?” diyerek devam eder Kopecha. Procazha bu soruya yanıt veremez, “işte aşkın gücünün yetmeyeceği bir şey” der Kopecha
Gelecekten umutludur. Baloun’a da sabırlı olmasını, bir gün midesinin doğru dürüst yemek göreceğini söyler. “En iyiler en hızlı değildir her zaman. Hızlı olmayı ve zaman tanımayı iyi kavramalı” diyerek felsefesini açıklar. Kopecha’nın pratik faaliyetleri de bu görüş doğrultusundadır. Sonunda kazanan o olur. Hitler karlı Rusya steplerinde Şvayk’a dönüş yolunu sorarken, Kopecha Kupa Birahanesinde Procazha’yla nişanlanır. Baloun, bu kutlamadan doyasıya yemek yer.
Oyunun gündeme getirdiği en can alıcı nokta, her ne şekilde olursa olsun Nazilerle işbirliği yapmanın yine işbirlikçinin aleyhine sonuçlanıyor olmasıdır. Bayan Kopecha bu gerçeği bilir. Birahanesine gelen SS adamlarına “sırlarınızı ağzınızdan kaçırmayın, sonra olan bana olur” der. Hep temkinli davranır.
Şvayk’ı bir köpek çalmaya iten Bullinger, olay bir skandala dönüşünce bunun hesabını yine Şvayk’tan sorar. Köpeğin çalınması konusunda Gestapo’yu suçlayan işbirlikçi bakanlık danışmanı Vojta’nın sonu, Şvayk’la birlikte cepheye alınmak olur. Şvayk ve Vojta’nın bu kader birlikteliği ilginçtir. Ne iyi bir işbirlikçi olan Vojta, ne rahatından olmak isteyen Şvayk bu dostluktan karlı çıkmazlar.
Büyük savaşlar ve küçük adamlar
Brecht oyunda, “ara oyunlar” adını verdiği sahneler kullanır. Bu sahnede Hitler, Göring, Goebbels ve Himmler işgal planları yapar ve bu planlarda Avrupa’nın küçük adamını nasıl kullanacaklarını belirlerler. Olağanüstü büyüklükte olan bu kişiler (görsel anlamda) aşağıdaki ‘basit halkın” geleceğini etkileyen kararlar verir. Hitler’e “Alman Irkı” dışında işgal ettiği ülkelere mensup savaşçılar da lazımdır. Sovyet saldırısı için yeni tank, uçak ve toplara ihtiyaç vardır, ama Alman ordusunda da güç kalmamıştır. Hitler Doğuya açtığı bu savaşta küçük adam Şvayk’a güvenir. Ama küçük adam birliğini kaybetmiş umutsuzca “uygarlığı Bolşevizm’den kurtarmak için” Stalingrad’a gitmeye çalışmaktadır. Saatlerce dolaşır, hiçbir yere gidemez. O yazı hep aynı yerdedir; “Stalingrad, 50 km.”
Büyük savaşların küçük adamlara ihtiyacı olur. Yoksa birinci ve ikinci emperyalist savaşlar kimi süreceklerdi cepheye? İnsan, en ucuz malzemesidir savaşların.
“Büyük adam” Hitler ve “küçük adam” Şvayk’ın tarihi karşılaşmasında bütün geri dönüş yönlerinin kapalı olması üzerine Hitler ne yapacağını şaşırır.
Brecht, Şvayk aracılığıyla Hitler’e şunu söyler;
“Ne ileri gidebilirsin ne geri.
Yukarıda iflas, aşağıda kaybetmişsin
Doğu rüzgârı soğuktur ve ancak toprak sıcaktır sana
Bilemediğim tek bir şey var
Kurşunlasam mı seni şimdi, yoksa şuracıkta sıçsam mı suratına.”
Perdeci-Mehmet Esatoğlu
Dağ Başında Gece Bitmez
Musluğu açtı
Ayağını uzattı
Ovuştururken suyun altında
Bir yel gezindi sakalında
Öfkelenmedi
(Oysa her yıl öfkelenirdi erken gelen soğuğa)
“Kış gelmeli kar yağmalı
Yollar bağlanmalı
Hiç bir Reonun geçemeyeceği bir yörede
Uyumak
Soluksuz”
Minareye doğru yürüdü
Kapıyı açtı. amfikatörün ısınmasını bekledi
Güneydoğu’da
Dağ başında aksam oluyor
Akşam buralarda
Ege’nin kan kırmızı güneşi gibi
Dalmıyor mavi sulara
Yüksek bir dağın ardında
Kayboluyor sert bir rüzgarı ardında bırakarak
Sert rüzgar
Salıveriyor dağ başının yanını yöresini
Güneydoğuda gece zor
Güneşin batışından doğuşuna zaman zor
Tık tık vurdu mikrofona
Çağıracak insanları
“Koşun tanrıya koşun”
Dağ başında
Karanlıkta
Tanrıya koşmak da zor
Maazallah kavuşuverirsin kör bir kurşunla ebediyen.
Bir yandan okurken ezan
Bir yandan içi titriyor
“Koşmayın tanrıya koşmayın
Koşun diye çağrı çıkarmak
adet olmuş bin yıl”
Bu can pazarında
Ölümün de(sturu) yok
İnsan bitki ya da hayvan
Eylemli, durağan
Ölçü insanı andıran
Kuşkulu her şey
BOY HEDEFİ
(Nasılsa bu Güneydoğu’yu bize sayıyla vermediler diye düşünüyordurlar)
Köyüne karanlıkta dönen insan
Başıboş gezinen eşek
Beli bükük ninemmiş gibi boy vermiş ağaç
Emniyet açık, mermi ağızda
Bütün iş parmakla tetik arasında
Gez, göz, arpacık
Namlunun ucunda insanlar…
İnsanlar Dilinden tarihine boy hedefi
İnsan hakları askıda
Geçerli yasa: orman yasası
Gücü yeten yetene
Bin yıldır dövüşmekteler
Kendilerini yazdırmaya
Dağa, taşa, haritaya
ÇAĞA.
Dağ başının eteklerinde
Kanun kural adına ne varsa
Silinmiş atılmış
Geliyor kara gömlekli
Ezen ulusun cengaverleri
İşgal ordusu gibi kanla
İşgal ordusu gibi acımadan
Yakıyorlar kuru-yaş ne varsa
Herkes suçlu, herkes düşman
Bakan göz, çarpan yürek, gülümseyen dudak
Düşman
Göğüsteki soluk, kımıldayan canlı, savrulan yaprak
Düşman
Kanıt, iddianame, yargı
Kentlerin göstermeliği
Devlet ya da şiddet
Kentlerde sergileyebilir
Burası dağ başı
Gez, göz, arpacık ne görürse
Yargı ona göre
Ezan bitimi minarenin dibinde ürperdi
“Göz namlunun ardından nasıl bakar
Göz namlunun ardından ne görür
Beni nasıl görür
Ben günde beş kez
Tanrıya koşun tanrıya
Ben çağırırım beş kez
Üçünde gelirler ikisinde gelmez
Karanlığa düşer diye ikisi
Karanlıkla dağ başında kapı açmak
Dışarı saç teli çıkarmak…
Ben bunu bilirim
Bilirim amma yine de çağırırım bilmez gibi
Tıpkı oğlu kurşunlanmış babaya
Teselli vermek gibi
Üzülme takdiri ilahi.
Tescili verirken
Kurur ağzım dilim, midem bulanır
İnancımdan olmamak için kapanırım içime
Çıkmam camiden, avludan, evden
Suya uzat ayağını, sakalını sıvazla
Amfikatörü aç, soluk al ve haykır
“Tanrıya koşun tanrıya”
Bir gece
Yatsıdan sonra avluda ayak sesleri
Kapıyı açtı ayağını kara lastiğe uzatırken
Bir ses: “Dur”
Kımıldamadan durdu
“Ben cami görevlisi
Sen misin Çavuş”
Ses yok
Perdeye yaklaştı aradan avluyu gördü
Yere yatırılmış on kişi
Kapının dışındaki namlu dışarı çağırdı
Sırtından dürtükleyerek açtırdı minare kapısını
Bir bağırtı yırttı hoparlörü, kulakları, geceyi
“Gölgeler var dağ başının civarında dolaşan gölgeler
Gören görmeyen, bilen bilmeyen
Bilip de göstermeyen”
Herkes SORGUDA
Dağ bası sessiz
Kuşlar, böcekler, yaprak hasımları sessiz
Sessizliği yırlan sayılar
BİR, ÜÇ, BEŞ, ON
Kara gömlekliler dağıldılar
Cami avlusunun civarında
Tahta kapılar çatırdadı.
Avlu iyice kalabalıklaştı
Her gün tanrıya çağırdığım hoparlörümden
Küfürler yayılıyor
Kalabalık yüzüme bakıyor
Haydi bir şey yap tanrı adına
Ben taş kestikçe
İniltiler de yükseliyor
Dipçik inip kalkıyor
Kadın çocuk yaşlı ayırmadan
Hoparlör coşturuyor cengaverleri
Görüntüler kırmızılanıyor
Patlayan kaş, yanlan kafa, dökülen diş
Gece uzuyor dua ediyorum bitsin diye
Bitmiyor
Şiddet durmuyor, insanlar ya da bir
ulus susmuyor
İnliyor, ağlıyor, kafa tutuyor
Gece-yarısı şiddet yoruldu
Karanlığın ortasında yüzler
Çocuk gibi ağlıyor
Kara gömlekliler avludan çıktılar
Reo gürültüleri uzaklaşırken
Avluda kalanlar birbirlerine baktılar çıkmadılar
Caminin kapısına biriktiler
Kapıyı açmamla doluştular
Ne erkekler önde
Ne kadınlar arkada
Ne çocuklar arada
Oturdular yan yana
Sessizlik bozuldu, havada ses yok
Göz göze bir konuşma bu
Yakındılar göz göze
Haykırdılar göz göze
Konuştular, söyleştiler, önerdiler
YASADIŞI her bir şeyi
Bir an dalmış dinlerken
Korktum bu yasadışı bakışlardan
Ben onlardan değilim
Dinim bir dilim ayrı
Ben devletten para alırım
Bu yasadışı bakışlara verirsem hak
Sormaz mı devlet hesabını
Bu bakışlar fısıldıyor rüzgâra
Dağ başında, ovada, denizde
Karşılığı ölüm bir sözcüğü:
ÖZGÜRLÜK…
Devlet şimdi uzaktı onlar yakın
Sakinleştirmek için bakışları
Saldım bende yumuşacık fısıltımı
Sakin olun sakin
Hoş geldiniz tanrının evine
Eve gitmediniz kaldınız
Çıkıp da varmamak var
Kalın bu gece tanrının evinde
Ama
Bakmayın, bakışmayın
Bakışlarınız hepimize tehlike
Dövüldünüz sövüldünüz suçlu değilken
Biliyorsunuz gölgeler bize tehlike
Dağ başında her gün görmezden geldiğimiz
Silahlı gölgeler
İçinizi sardı diye öfke
Yanaşmayın gölgelere
Bu topraklar yağmurdan çok kanla yoğrulmuş
Böyle anlatıyor eskiler
Çektiğinizi tanrı görür
Cezalandırır zalimleri
Susun gülmeyin kafirler gibi
Dağ başında kimi şikayet edeceksin kime
Can yaktılar diye davacı olsak
Can yaktıktan sonra şikayet etmeye derman bıraktılar diye
Kızabilirler onlara.
Kan dökenlerin başında adil birini
Düşlemek enayilik bu zamanda
Eskiden zulmeder çekilirlermiş geri
Şimdi önden yasası yazılıyor
(Karşımda şaşkın yüzlerce gözle kendime geldim)
Günde beş kez tanrıya çağrı yapan
Birinin olmamalı bu sözler
Ama bu dağ başı
çekilen acı
filozof yapıyor insanı
filozof ve politikacı.”
Sabaha karşı
Şafak ilk ışığını yollarken dağ başına
Horozlar, böcekler haberi alıp
Yaydılar dört bir yana
Dağ bası insanları avluda karşılaştılar
Yeni bir SABAHLA
Uykusuz yorgun gözler
İlk ışığı selamladılar.
Kalabalık dağılırken dağ başına
Avluya çıktı evine yönelirken
Amfikatörü açık unuttuğunu anımsadı
Minareye çıkan kapıdan içeri girdiğinde
Bir an mikrofona baktı
Kirletilmiş gibi duruyordu
Sesler çınlamaya başladı kulağında
Tanrıya koşun tanrıya
Ulan ben sizin dininizi imanınızı….
Vurun ibnelere acımayın
Ey tanrı kelamı okuduğum alet
Senden mi çıktı bu sözler
Küfrettiler kirlettiler
Tükürükler saçıldı üstüne
Kelimeler tükürüklerden kirli”
Midesi bulandı kapıdan hızla çıktı,
koşmaya başladı.
İsa çarmıhta öldü
Hasan-Hüseyin çölde
Peki sen ne yaptın?
Evlerden uzaklaştı tepelere vardı
Tepenin ucuna oturup
Yalvaran gözlerle göğe bakmaya başladı
Tövbe… Tövbe… Tövbe…
Uzaklardan bir kaval sesi yayılıyordu
Dağ başına çayırlara
Ağaçların dibinde bir çoban
Sürekli bir ezgiyi yinelemekte
Gözleri fıldır fıldır devinmekte
Sakalını sıvazlarken
Çobana yaklaşan bir gölge gördü
Çoban kavalı üfleyerek ayağa kalktı
Tek eliyle çalarken
Diğer eli kepeneğin altından çıkardı bir çuval
Gölge çuvalı sırtladı
Kayboldu ormanın derinliğinde
Çoban ezgiyi garip bir coşkuyla üflüyordu
Gördüklerinin anlamını düşündü, ürperdi.
Bu dağ bası insanları
Masum değillerdi
Hoparlör ve küfürler
Sorulan sualler
Ve işte gölgeler
Gölgelere verilen çuvallar
Gölgelere verilen destekler
Neden… neden… neden
Çünkü bir ulus
Çünkü bir tarih
Çünkü ÖZGÜRLÜK
Diye düşünemedi
Kafasında yığınla soru
Gece uyumamışlığın bitkinliği
Camiye döndü
Kapıda karısının yüzünü görünce
Birden saatine baktı
Sabah ezanını unutmuştu
Unutalı üç saat olmuştu
Yatağına girdi
Yorgunlukla uyukladı
Gürültüyle uyandı
Takunyalarını giydi, abdest aldı
Amfikatörü açtı, ezan okudu
Gündüz olmasına karşın
Gelen olmadı
Biraz oyalandı
Namazı kıldı tek başına
Yeniden yatağa uzandı
Acıkmıştı yemedi, su bile içmedi
Gözlerini kapadı tam önünde belirdiler
Çoban ve gölge,
Uyku tutmadı, kara lastikleri giydi
Ormanın ucuna vardı
Arıyordu soluk soluğa
Uzakla tepede gördü
Koştu yapıştı yakasına çobanın
“Gördüm gördüm seni
Hemen anlat nedenini
Neden… neden… neden”
Çoban hafif bir gülümseyişle baktı
Hoca efendi “MEMLEKET
KÜ/DE/RE?”
Dağ başına akşam çöküyordu
Evleri sardıkça karanlık
Zayıf ışıklar ışıyordu
Yatsı ezanını bitirip çıkarken minareden
Karagömlekliler geldiler
Yüzlerinde yakalamış zalim bir ifade.
Ses mikrofonu kordonuyla avluya aldı
Namlular kalabalıkları hizaladı
Sesin bir elinde mikrofon bir elinde peynir
Küfretmeden sordu:
“Gölgeler peynir bulmuşlar
Dağ başında peynir
Siz olmasanız, siz vermesiniz, siz sevmeseniz
Siz olmasanız ekmek
Siz olmasanız hava-su
Siz olmasanız bu dağlar”
Ses sertleşirken
Kalabalıkta çobanın gözlerini gördü
Kafasını sallayarak gözlerini çevirdi
kara gömleklilerin şefine
İhbarcı bir yüz takındı
Kara gömlekli şef başladı bağırmaya
Ana-ecdat, din-iman-kitap
Kalabalıktan insanları-özellikle gençleri
Cemselere-Reolara sürüklemeye başladılar
Korkuyla mikrofona, kara gömlekli şefe sokulurken
Bir kara gömlekli -belkide- kuşkulandı durumundan
Kıvırıp arkadan kolunu
Onu da bindirdiler
Çobanla göz göze gelmemek için
Sürekli baktı önüne
Üç gün.
Açlık, susuzluk, taş zemin
Karanlık, çığlık, acı
Üç gün sonra
Ayakları şiş
Yatıyor yatağında
Burnunun ucunda çözemediği bir öfke
Mikrofonu koşturan kendisi
Hiçbir şeyle yok ilgisi
Tam da mikrofonun dibinden
Yakayı kaptırıp götürülüyor
“Burada Allah yoktur”a
Günler sonra kısık bir sesle
Karısına anlattı “üç gün”ü
Ezan saati geldi kalkamadı
Karısıyla bakıştılar
Kadın sırttladı götürdü minarenin dibine
Dağ bası insanları günler sonra ezan sesi duydular
Avlunun yan duvarına doluştular
Karısının sırtında görünce koştular
Aldılar taşıdılar
Bir cenaze ihtişamıyla yatağına
Yere bastığı gün
Hızla giyindi
Karısının şaşkın bakışlarına aldırmadan
Aldı soluğu ormanda
Çoban gözlerinde hafif bir hüzün
Dudaklarında aynı alaycılık
Bir şeyler söylemek isterken susturdu
“Sus bre kâfir
Acımasız allahsız
Bütün bunlar senin yüzünden
Ormandaki gölgeye verdiğin peynir
Hepimizi yaktı kavurdu
Ya alırsın aklını başına
Ya da benden günah gider”
Dönüşte yolda
Dağ başında evler arasında
Bezgin yüzlerle karşılaştı
Aptalca teselli duygusuna kapıldı
“Korkmayın tanrı vardır ve görmektedir
Her yerde hazır ve nazırdır
“Allah burada yoktur” denilen o yerde bile
İnşallah herkes çıkarır bir pay kendine
Maalesef kurunun yanında yaş da.”
Bezgin yüzlerde kımıltı yok
Yeni bir felaketi bekler gibi bakıyorlar
Eve girdiğinde aynı gözleri karısında da görünce
Öfkelendi, bağırdı çağırdı
Ama bezginliği hiçbir yerde çözemedi
Yine gece
Divanda gevşemiş uyuklayarak
Beklerken yatsıyı
Motor homurtuları duydu
Dağ bası insanları bakışarak anlattılar birbirlerine
Gelmekte olan tehlikeyi
İnanamadı seslere
Ne olmuştu yine
Perdenin arasına burnunu sokmuş
Belki camiye uğramazları düşünürken
Daldılar avludan içeriye.
Duymamış yeni uyanmış bir yüzle
Karşıladı cengâverleri
Kara gömlekliler ona aldırış etmeden
Doldurdular kalabalığı avluya
Hoparlör küfür ve ölüm kustu
Dipçikler ortasında çobanı gördü
Üç dipçik indikçe üst üste
“Hain cezasını buldu” diye
Bizimkisi bir yandan şükretmekte
Gece-yarısı resmi bir bina
Taş bir zemin
Uzun bir çubuk
Çubuğun üstünde ayaklar
İple bağlanmış ayaklara sopa inip kalkmakta
Gözleri bağlı sakalı kan içinde
Yanı yöresi inlemeler
Kanını kurutan aynı ses berdevam
“Burada Allah yoktur”
Yedi gün sonra
Birbirlerine tutunarak zorlukla bindiler
Dağ başına giden minibüse
Uzatılan paraları almadı minibüsçü
Minibüsten inerken merak etti aynada yüzünü
Paragöz minibüsçünün bile yüreğini sızlatan yüzünü
On beş gün
Ayağa kalkamadı çişe gidemedi
Minareye sırtta gitti-geldi
Ayaklarını zorlayarak
Tek başına yatsıyı okuduğu bir akşam
Motor homurtuları sardı dağ başını yeniden
Minareden çıkıp eve kaçmaya başladı
Ayaklan ihanette
Her gün bir solukta vardığı ev
Uzadıkça uzamakta.
Caminin avlu girişinde duyunca sesleri
Evin önündeki çalılığa attı kendini
Sürünerek yaklaştı kapıya
Sürünerek girdi eşikten içeri
Karısıyla göz göze geldiler
Hıçkırarak ağlıyordu
Ağlıyordu koca adam
Dayaktan işkenceden, kara gömlekliden bıkmış
Ağlıyordu
Birden sustu
Yatağın altından sökerek çıkardı tabancayı
Karısı avluya koştu
Yaklaşırken kara gömlekliyle eve
Bu ses yankılandı
Evde avluda dağ başında
Bir din adamı
Elinde silahı
Tabanlarında sızısı, yüzünde, yüreğinde korkusu, utancı
Boylu boyunca yatıyor
Kulağının kenarından ince bir kan sızmakta
Gazeteler onun için iki satır yazdı:
“Güneydoğu’da dağ başında bir din adamı intihar etti. Daha önce birkaç kez gözaltına alınmıştı.”
Kasım 1990