Emperyalist diplomasinin karakteri değişmedi Üç dönem, üç politika-1

Emperyalistler ve gericiler, dünya kamuoyunu kendi politikaları doğrultusunda oluşturmak için, halkların çarpık bir tarih bilinciyle donatılmasına ve yakın geçmişte olup bitenlerin unutturulmasın» dayanıyorlar. Bu amaçlarına varmak için, artık hemen hemen nüfusun tamamını kapsayan eğitim kurumlarında resmi tarih görüşünü dikte etmekte ve devasa boyutlara ulaşan iletişim aygıtları tekelinden yararlanmaktadırlar.
Birbirinden farklılıkları ne olursa olsun, bütün burjuva tarih kuramları, uluslararası ve ulusal planda varolan emperyalist-kapitalist sistemi olabilecek sistemlerin en kusursuzu olarak göstermeyi amaçlayan bir tarih oluşturmada birleşirler. Yakın geçmiş, olanaklı olduğu ölçüde unutturulmaya çalışılırken, unutulmayacak kadar derin izler bırakan olay ve olgular ise, sisteme rağmen çıkmış, rastlantısal olay ve olgular biçiminde yorumlanırlar. Bunu başaramadıklarında ise, eskiden belki öyleydi, ama artık bugünkü koşullarda bunlar geçerli değildir diyerek, dünü mahkûm ederek bugünü kurtarmayı da ihmal etmezler. Örneğin, İngiltere, Fransa gibi emperyalist ülkelerin, uygarlık adına sömürgelerde uyguladıkları talan, baskı ve işkenceler hiç olmamış gibi üstünde durulmazken, 1. emperyalist paylaşım Savaşı, Almanya’nın aç gözlülüğüne, 2. Emperyalist paylaşım Savaşı, Hitler’in çılgınlığına bağlanıp, Marks’ın görüşlerinin doğruluğu 19. yüzyıl koşullarında geçerli olduğu “gerçekçilik” adına kabul edilirken, bunların 20. yüzyılda geçersizliği, yine “gerçekçilik” adına propaganda edilir. Ya da, Ekim devrimi, köhnemiş çarlığı yıktığı için “haklı” bulunurken, sosyalizmi kurmaya yöneldiği için “hayalcilik’le suçlanır.
Bugün, birleşik emperyalist-revizyonist gericilik tarafından kurulmaya çalışılan ve propagandası yürütülen “yeni dünya düzeni” de halkların tarih bilincindeki çarpıklığın derinleştirilmesi ve emperyalizmin sömürücü ve baskıcı bir sistem olduğu, çıkarları gerektirdiğinde dünyayı ateşe vermekten çekinmeyeceği çelişmeleri bağrında taşıdığı gerçeğinin unutturulmasına dayandırılmaya çalışılıyor. Emperyalist propaganda merkezlerinin bu doğrultuda yürüttüğü propaganda, reformcu ve revizyonist eğilimler tarafından da açıkça destekleniyor. Dahası, iyi niyetli demokrat ve aydın çevreler de bu propagandanın etkisiyle emperyalizmin barış içinde bir dünya kuracağı hayalinin yayılmasına destek oluyorlar.
Hiç kuşkusuz ki emperyalist-gerici kampanyanın boşa çıkarılması için; emperyalist sistemin bugünkü özellikleri ve onun bağrında taşıdığı çelişmelerin uzlaşmaz niteliği, emperyalistlerin nasıl bir barış ve demokrasi yanlısı olduğu, izlenen politikaların amaçları, “yeni dünya düzeni”nin ekonomik cephesi vb. gibi pek çok konu incelenmek zorundadır ve Özgürlük Dünyası, sorunun böylesi geniş kapsamlı bir biçimde açılması gerektiğinin, burada kendisine düşen görevin, bilincindedir. Ama şu bir gerçektir ki; bu faaliyet, ne bir, ne de bir kaç dergi yazısının boyutlarına sığmayacak kadar geniş kapsamlıdır. Bu yüzden de bu sayımızda sorunun sadece bir yanına, 20. yüzyıl boyunca emperyalistlerin politika değişikliklerine ve değişmeyen amaçlarına değinmekle yetineceğiz.
20. yüzyıl boyunca bir bütün olarak bakıldığında, emperyalist devletlerin çıkarlarından başka hiç bir ilke, ahlak değeri, hukuk ve hak tanımadığı, bu nedenle de dünyayı kana bulamaktan ulusal kurtuluş savaşlarına “destek”e kadar değişik politikalar izlediği görülür. Bu durum, yüz yıl boyunca izlenen değişik politikaları sergilemeyi olanaksız kılarsa da, belirli dönemlere yön veren politikalar esas alındığında hem teferruatın gerçeğin üstünü örtmesi önlenir, hem de olaylar ve olgular yerli yerine oturur. Biz de burada bu yöntemi izleyeceğiz ve birbirinin devamı olan üç dönem içinde emperyalist sistemin kendisini ayakta tutmak için izlediği ana politikaları ve amaçlarını sergileyeceğiz.
Bu dönemleri şöyle sıralayacağız:
1. dönem: 1918’den başlayarak 2. Emperyalist paylaşım savaşına kadar olan dönem.
2. dönem: 2. Paylaşım Savaşı’ndan sonra başlayıp, 1980’lere kadar olan dönem.
3. dönem: 1980’lerde gündeme getirilen “yeni dünya düzeni” dönemi.

1. DÖNEM: EMPERYALİST DÜNYA VE WİLSON’UN “14 İLKE”Sİ
Kartel ve tröstler biçimindeki sanayi ve ticaret tekellerinin oluşması 1870’lerde görülürse de, tekellerin istikrarlı ekonomik merkezler olarak dünya ölçüsünde faaliyet göstermeleri, 19. yüzyılın sonlarında başlar. Aynı yıllar, dünyanın belli başlı topraklarının büyük kapitalist ülkeler tarafından paylaşımının tamamlandığı yıllardır.
19. yüzyıl boyunca büyük sömürgeci kapitalist devletler, Afrika, Asya, Avustralya ve Güney Amerika’yı sömürge alanlarına bölmüşler, kendi güçlerine göre paylaştıkları bir dünya düzeni kurmuşlardı. Emperyalist devletler içinde, kapitalist gelişme sürecine ilk önce giren İngiltere, dünyanın en geniş bölümünü kendi topraklarına katarak, “güneş batmayan imparatorluğu”nu kurmuştu. Fransa ise, İngiltere’den sonra ikinci büyük sömürgeci olarak oldukça geniş topraklar üstünde egemenlik sürdürüyordu. 19. yüzyılın ikinci yansından sonra kendi “birliğini” sağlayan ABD ise iç sorunlarını Güney-Kuzey savaşıyla çözdükten sonra sömürgeler edinmeye yönelmiş, Pasifik ve Atlantik’te, İspanyollar, Portekizliler ve Japonlarla savaşlar ve çatışmalar yoluyla yeni topraklar elde etmişti. Orta ve Güney Amerika’da ise, ekonomik ve siyasi baskı yoluyla, bu ülkeleri yarı-sömürge durumuna getirmişti. Uzak Doğu’da da, Çin’in paylaşımından pay alma çabası içindeydi.
Kapitalistleşme sürecine geç giren Almanya, Japonya ve İtalya ise, kapitalizmin eşitsiz gelişme yasası gereği hızla güçlenmişler, ama dünyada paylaşacak yeterince toprak kalmadığı için, varolan paylaşımı “adaletsiz” buluyorlardı. Kendilerinden çok küçük ekonomik ve askeri güce sahip olan Hollanda, Belçika gibi “küçük” emperyalist ülkelerin bile, kendilerinden çok sömürgeye sahip olmasını, kabul etmiyorlar, özellikle de İngiliz İmparatorluğu’ndan pay istiyorlardı. Varolan “adaletsiz” paylaşım düzeni, kaçınılmaz olarak, silahların çekilmesine vardı ve bütün “uygar” dünyayı kana bulayan 1. Emperyalist Paylaşım Savaşına yol açtı.
Bu dönemde emperyalistler, dünyanın çok büyük bir bölümünü sömürgeleştirerek ilhak etmişler, geri kalan bölümünü ise; (Osmanlı İmparatorluğu, Çin, İran vb.) yarı-sömürgeleri durumuna getirmişlerdi. Henüz ciddi bir anti-emperyalist mücadele ile de karşı karşıya değillerdi. Asıl mücadele kendi aralarında sürüyordu. Bu yüzden de, aralarındaki mücadelenin yanı sıra, aynı zamanda halklara karşı, ya da 1917 Ekim Devrimi’nden sonra olduğu gibi, sosyalist sisteme karşı birleşip ortak mücadele edecekleri bir durum söz konusu değildi. Yarı-sömürge durumundaki ülkelerdeki hükümetlerle çıkan “problemleri” ise, “dretnot politikası”‘yoluyla çözebiliyorlardı. (Dretnot politikası: Emperyalistlerin çıkarlarına karsı tutum alan hükümetleri, kralları, sultanları hizaya getirmek için, bu ülkelerin limanlarına gelen emperyalist hükümetlerin savaş gemilerinin toplarını saraya çevirip, bu hükümetlere baş eğdirme, yöntemi.)
Anlaşılacağı gibi, bu dönemde emperyalistlerin, kendi sistemlerinden bir kaygısı yoktu ve ilhak ve zor asıl araç olarak işlev görüyordu. Bu yüzden de emperyalist sistemin bu ilk döneminde uygulanan politikaları konumuz gereği bu yazının kapsamı dışında tutarak, 1918 sonrası gelişmeler üstünde duracağız.
1918 sonrası gelişmeler ve Wilson’un “14 İlke”si
1. Emperyalist Paylaşım Savaşı, sadece yenilen ülkelerde değil, savaşın galibi olan, İngiltere, Fransa gibi ülkelerde de büyük yıkımlara yol açmıştı. Savaş, bir yandan yetişmiş insan gücünü yok ederken, bir yandan da üretim araçlarını tahrip etmişti.
Galip ülkeler içinde sadece ABD, ekonomik gücünü büyüterek, Japonya da fazla bir yıkıma uğramadan çıkmıştı.
Diğer emperyalist ülkelerin durumu göz önüne alındığında sadece bu durum bile, ABD’ye büyük bir avantaj sağlıyordu. Ama ABD’nin başka avantajları da vardı: Her şeyden önce ABD, sınırsız yeraltı kaynakları, öteki emperyalist ülkelere göre bir kaç kat fazla nüfusu, savaşın kendi toprakları dışında sürmüş olması, askeri ve ekonomik kaynaklarının devasa boyutuyla da avantajlıydı. Dahası, dünya kamuoyu gözünde, İngiltere ve Fransa gibi, sömürgecilikle damgalanmamış olmanın avantajını da taşıyordu. .
Öte yandan, uzunca bir zaman Avrupa ve dünyanın öteki bölgelerindeki çatışmadan uzak kalmış ve İç Savaş sonrasında istikrarlı bir büyüme çizgisi izleyen ABD ekonomisi, 1. Emperyalist Savaş’la birlikte ekonomisini askerileştirerek, dünya ölçüsünde bir paylaşımda yer almak için sadece ekonomik bakımdan değil, askeri bakımdan da dünyanın en büyük emperyalist gücü haline gelmişti. Gerçi İngiliz İmparatorluğu, hala en büyük sömürgeciydi; ama artık çöken, “astarı yüzünden pahalı” bir sömürgecilik dönemine girmişti. Fransa için de durum pek farklı değildi. Savaş öncesinin hızla gelişen genç emperyalisti Almanya ise, eski sömürgelerini yitirmek bir yana “anavatan” üstünde bile egemenliklerini yitirmişti. Japonya, nispeten az kayıpla çıkmış, hatta “karlı” bile görünüyordu, ama yine de savaşta önemli ölçüde yıpranmıştı. Bu durum ABD’nin emperyalist dünya düzeni içinde başrole soyunması için bütün koşulları hazır hale getirmişti.
1. Emperyalist Paylaşım Savaşı, sadece savaşan ülkelerde yıkıma yol açmak ve eski sömürge sisteminde sarsıntıya yol açmakla sınırlı bir savaş olarak kalmadı; dünyada çok önemli sonuçlara yol açan bir gelişmenin de yolunu açtı: 1917 Büyük Ekim Devrimi’nin de vesile nedeni oldu. Bu, insanlık tarihinde yeni bir çağın başlangıcıydı. Proleter devrimler çağı… Artık, yer yuvarlağı üstünde tek bir kapitalist dünya yoktu. Tersine, birbiriyle uzlaşmaz karşıtlık içinde iki dünya vardı: Bir yanda baskının, sömürünün zulmün kol gezdiği kapitalistlerin eski dünyası, öte yanda eşitlik ve özgürlüklerin müjdecisi, sömürüsüz bir yeni dünya, proletaryanın dünyası. Yeni dünya, daha başlangıcından itibaren, bütün dünya proletaryası ve ezilen halklar için, baskısız ve sömürüşüz bir dünyanın müjdecisi olduğu kadar, onlara bir mücadele çağrısı da oldu. Ve kapitalist emperyalist dünya, ilk kez, bu, kendi sistemine alternatif olabilecek bir dünya ile, bir varlık-yokluk sorunuyla yüz yüze geldi. Emperyalistler için “köpeksiz köyde değneksiz dolaşma” dönemi sona ermişti. Yeni dünyanın ilk örneği olan SSCB’yi ve onun uyandırdığı proletarya ve ezilen halkları hesaba katmayan plan ve politikaların, artık yaşama şansı yoktu.
Bütün emperyalistler, daha Ekim Devriminin ilk günlerinde bu gerçeği fark ettiler ve devrimin zaferini önlemek için, karşı devrimcileri desteklemekten doğrudan silahlı müdahaleye kadar her yolu denediler. Ama gelişmeleri en “gerçekçi” değerlendiren ABD oldu. Emperyalist sistemin, savaşın getirdiği yıkıntılardan kurtulup varlığını koruması ve sosyalist sistem karşısında ayakta kalması için “yeni dönemde” izlenmesi gereken politikalar, ABD Başkanı Wilson’un “14 İlke” olarak bilinen, bütün emperyalist ülkelere yaptığı “barış” çağrısında açığa vuruldu. Bu yüzdendir ki; 1. Emperyalist Savaş içinde, ancak savaşın sonlarına doğru aktif bir rol oynamaya başlayan ABD’nin (ABD Başkanı’nın şahsında) “programı”nı, sonraki gelişmeleri etkileyen bir program olduğu için, burada üstünde ayrıca durmayı gerektiren bir belge olarak görüyoruz.
“Barış” ve “adalet” kavramları arkasında saklanan emperyalist amaçlar
W. Wilson’un “14 İlke “sini aşağıya olduğu gibi aktardık. İlk bakışta, “barış” ve “adalet” savunusu imajı veren bu “ilke”ler, yayınlandığı zaman da 2. Enternasyonal lider ve çevreleri tarafından alkışlarla karşılanmış, dünya yüzünde “ebedi barış” ve “adalet”i sağlayacak “ciddi” ve “samimi” bir girişim olarak lanse edilmişti. Ama 2. Enternasyonalcilerin yaygarası, gerçeği değil, sadece onların emperyalizmle uzlaşmaya ne kadar yatkın olduğunu gösteren bir kanıt olmaktan öteye geçmiyordu.
Şöyle ki; W. Wilson’un “ilkeleri”nde dikkati çeken ve önceki dönem emperyalistler-arası ilişkilerde görülmeyen birinci öğe, görüşmelerde gizliliğin kaldırılması ve gizli anlaşmaların yapılmaması isteğidir. Diğer bir nokta ise, 5. maddede ifadesini bulan “sömürgeler sorunu”nun bir çözüme bağlanmasında “halkların isteği”nin dikkate alınması ve “adil” sınırlar çizilmesidir. Bunlara, deniz ticareti ve uluslararası ticaretteki sınırlamaların kaldırılması ile “silahların sınırlandırılması” eklenince ortaya, 2. Enternasyonalcilerin aklını başından alan bir “barış” programı çıkmaktadır.
Ama gerçekler hiç de öyle değildir. Tersine Wilson “ilkeleri”, başta ABD olmak üzere bütün emperyalist ülkelerin çıkarlarını savunan, “barış” ve “adalet” ise sadece halkların kafasını karıştırmak için, propaganda amacıyla öne süren bir programdır. Açıklamaya çalışalım:
1. Emperyalist paylaşım Savaşı, önceki savaşlardan farklı olarak, sadece savaşan ülkelerin halklarını değil, bütün sömürge ve yarı-sömürge halkları da savaşın içine çekerek, tüm dünyayı büyük acılara ve yıkımlara sürükleyen bir savaştı. Dört yıl boyunca, sadece cephede değil cephe gerisinde de savaş, kendisini bütün ağırlığı ile duyurmuştu. Bu durum halklarda ve emperyalist ülkelerin emekçileri arasında büyük hoşnutsuzluklara yol açmış, Rusya başta olmak üzere bütün savaşan ülke halkları “acil ve ilhaksız bir barış” isteğini çeşitli biçimlerde dile getiriyordu. Dahası; cephedeki askerler arasında da “barış” isteği, askerden kaçmaya, hatta karşı tarafa geçmeye varan eylemlere yol açmaya başlamıştı. Bu koşullarda “barış” ve “adalet”ten söz etmeyen bir programın dünya kamuoyunda yankı uyandırması beklenemezdi.
Üstelik Wilson “ilkeleri”nin yayımlandığı tarih 8 Ocak 1918’dir. Yani, Bolşeviklerin, emperyalist ülkelerin kendi aralarındaki gizli anlaşma ve görüşmeleri yayımlamaya başladığı tarihten 2 ay sonrasıdır. Bolşeviklerin açıkladıkları gizli belgeler, dünya kamuoyunda emperyalistler aleyhinde büyük bir dalgalanma yaratmış, savaşan ülkelerin emekçilerini önemli ölçüde etkilemişti. Bu yüzden de Wilson, “ilkeleri”nin 1. maddesine “açıklık”ı koyarak, bu tepkilerin Ekim devrimine destek olmasını önlemeyi amaçlamıştır. Yani, Wilson’un “barış görüşmeleri”nin dünya kamuoyuna açık yapılması ve gizli anlaşmalardan kaçınılması isteği, Bolşeviklerin gizli anlaşmaları yayımlaması karşısında zorunlu olarak öne sürdüğü bir “ilke”dir. Kaldı ki, bu “ilke” ile Wilson, “bir taşla iki kuş vurmayı” da amaçlamakta, Fransa ve İngiltere arasında, ABD’nin katılımı olmaksızın yapılan ikili anlaşmaların da maskesini indirerek, ABD için olumsuz bir kozu etkisiz hale getirmeyi amaçlamaktadır. Elbette bu ilkenin propaganda ötesinde bir değeri olmamış, gizli diplomasi, bu sefer ABD’nin de katılımıyla, emperyalistlerin temel aracı olmaya devam etmiştir.
Bütün “barış” ve “adalet” propagandasına karşın Wilson programı, ne gerçekten “barış” ne de “adalet’ getirici bir program değildir. Tıpkı “açıklık” ilkesinde olduğu gibi, Dünya kamuoyunda büyük yankı uyandıran Bolşeviklerin “ilhaksız tazminatsız barış” programına karşı, Wilson da, Bolşevik etkisini kırmak için “barış” ve “adalet”ten söz eder; ama onun “barışı” ve “adalet”‘i, Bolşeviklerin barış ve adalet işlemleriyle taban tabana zıttır. Örneğin, Almanya’nın işgal ettiği topraklardan derhal çekilmesini ister, ama İtilaf Devletleri’nin işgal ettiği Alman ve Osmanlı topraklarından çekilmesinin sözünü bile etmez.
Wilson “ilkeleri”nin 6.sı, Almanya’nın bütün Rus topraklarını boşaltmasını ve Rusya’daki halkların kendi kaderlerini tayin hakkından söz etmesine ve rejimi ne olursa olsun “Rusya’ya iyilik gözetilmesi”nden söz etmesine karşın, ABD ne Almanya’nın Rus topraklarını boşaltmasında ısrarlı olmuş, ne de doğrudan ABD askerleri göndererek Bolşevik iktidarını yıkma eyleminden geri kalmıştır. Tersine, Wilson ve ABD hükümeti, Rusya’daki Bolşevik iktidarı dünya hegemonyasında kendisine engel görmüş, ellerindeki her araçla Bolşevikleri devirmek için çaba harcamıştır. Tek başına bu eylem bile, Wilson ve ABD’nin “barış” ve “adalet”ten ne anladığım göstermeye yeter.
Wilson “ilkeleri”nin, 2. ve 3. maddelerinde yer alan deniz ticareti ve uluslararası ticaretteki engellerin kaldırılmasına ilişkin istemi ise, açıkça İngiltere ve Fransa’ya yönelik istemlerdir. Deniz ve uluslararası ticarette üstünlüğe sahip olan İngiltere ve Fransa karşısına ABD’nin yeni bir güç olarak çıkmak istediğinin ifadesidir. Çünkü deniz ticaretine ve uluslararası ticarete konan engeller bizzat en büyük sömürgeci güçler olan Fransa ve İngiltere tarafından konmuş, savaş öncesi Almanya’nın da başlıca isteklerinden birisiydi. Şimdi ABD aynı istekle müttefiklerinin karşısına çıkıyordu. Yani, ABD’nin isteği, her ne kadar bütün uluslar adına, adaletli bir istem gibi görünüyorsa da, aslında bu istemden yararlanacak herkesten çok ABD emperyalizmiydi. Zaten ticaret filosunun tonajı da, savaş döneminde, ünlü İngiliz ticaret filosunun tonajını aşmış durumdaydı. Nitekim bu durum, ateşkes anlaşması gündeme geldiğinde, ABD ile İngiltere ve Fransa arasında başlıca anlaşmazlık sorunu olarak ortaya çıktı. İngiltere, Fransa ile işbirliği içinde “deniz ticareti özgürlüğü” konusunda ABD’nin isteğini reddettiler. ABD ise, isteğinde çok ciddiydi ve bu kabul edilmediği takdirde, Almanya ve Avusturya-Macaristan İmparatorluğu hükümetleriyle ayrı barış anlaşması yapacağını açıkça söyledi.
“Uluslararası İlişkiler Tarihi”nde bu tartışmanın son bölümü şöyle aktarılıyor:
“Clemenceau sordu:
-Bir ayrı barış mı yani?
Amerikalılar cevap verdiler:
-Evet.
Bunun üzerine Lloyd George, Fransız Başbakanı Clemenceau’nun da kesin onayı ile şu açıklamayı yaptı:
-Çok üzgünüz, ama bu durumda biz savaşa devam etme kararındayız. ” (C.3, s.41)
Ancak, İngiltere ve Fransa, ABD’nin blöf yapmadığını gördüklerinde fazla direnemezler ve nihayet 5 Kasım günü İngiltere ve Fransa, Wilson’un “14 İlke”si çerçevesinde “ateşkes görüşmelerine hazır” olduklarını bildirirler.
“14 İlke” de açıkça görüldüğü gibi, “Wilson ilkeleri” genel olarak emperyalist çıkarları gizlemek istediği her noktada muğlâk ve çelişiktir. Bu da bilerek yapılmıştır. Muğlâklık ve çelişiklik emperyalist çıkarları maskelemeye yöneliktir ve sonraki gelişmeler içinde de bu açıkça ortaya çıkacaktır. Zaten Wilsonda bu niyetini dünya kamuoyundan saklarsa da, özel sekreterinden saklamaz. Ve şöyle ifade eder “ilkeler”deki amacını:
“Bolşevizm denilen zehir, bugün dünyayı yönetmekte olan sisteme karşı kesin bir protesto olduğu içindir ki bunca yaygınlık kazanabilmiştir. Sıra bizde şimdi: Barış konferansında biz, yeni düzeni, her şeyden önce iyilik yoluyla ama gerekirse kötülük yoluyla egemen kılmaya çalışacağız, “
Yukarıda aktarılanlardan şu saptamaları hemen yapabiliriz:
*) Birinci olarak; ABD savaşın başlarında “tarafsız” kalmasına ve savaş süresinde sürekli “barış” çağrıları yapmasına karşın, savaşa diri bir yeni güç olarak girdikten sonra, savaşın kaderini belirleyen bir rol oynadığı kadar, “barış görüşmelerinde” de belirleyici bir rol oynamıştır. Barış görüşmelerinin çerçevesi ve doğrultusu Wilson’un “14 İlke”si temel alınarak çizilip geIiştirilmiştir.
*) İkinci olarak; Wilson “ilkeleri”nde “barışçı ve “demokratik” görünüm, ABD’nin gerçekten barış içinde, ulusların birbirinin kaderinin tayin hakkına saygılı bir dünya özleminden değil, “Bolşevizm denilen zehirin”, “bunca yaygınlık kazanmasına” karşı bir önlemdir.
*)Üçüncü olarak da şu önemli saptama yapılabilir ABD emperyalizmi, savaş sonrasında bir “yeni düzen’ kurmak kararındadır. Bu düzeni, “öncelikle iyilik yoluyla” kurmak istemektedir, ama “gerekirse kötülük yoluyla ” da kurmaya kararlıdır. Bunun için elindeki her kozu kullanmaktan çekinmeyecektir.
“14 İlke”nin öteki yüzü: emperyalistler-arası egemenlik mücadelesi
Wilson’un “14 ilke”si, bir yandan “barış” ve “ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı”nı savunur görünmekle, barışa susamış halkları aldatıp, emperyalist amaçların destek gücü durumunu getirmeyi amaçlarken öte yandan da, barış propagandası arkasında, ABD emperyalizminin öteki emperyalistler karşısında üstünlük elde etmesine dayanaklar yaratan; dahası yeni bir paylaşım savaşının tohumlarını içinde taşıyan bir “yeni düzen” programıdır.
Her şeyden önce “14 İlke”; W. Wilson’un bir anda düşünüp ortaya attığı, ya da insanlık adına, salt barış adına öne sürülmüş bir program değildir. Tersine, savaşın başından itibaren ABD emperyalizmi tarafından izlenen politikaların bir sonucu olarak ortaya çıkmıştır.
19. yüzyılın sonundan itibaren, Orta ve Güney Amerika’da ticaret, diplomasi ve ülkelerin içişlerine doğrudan müdahalelerle bu ülkeler üstünde hegemonyasını güçlendiren, Pasifik ve Karayipler’de küçük ama stratejik bakımdan önemli sömürgeler edinen ABD, Avrupa ve dünyanın öteki bölgelerinde rol oynamaya hazır ama henüz bu bölgelerde olup bitenlerin uzağındaydı. 1914’te patlak veren 1. Emperyalist Paylaşım Savaşı, ABD’ye dünya politikasına katılma ve etkin olma olanağını sağladı. Savaşın başlarında izlenen “tarafsızlık” politikası, burjuva tarihçileri ve propagandacılarının iddia ettiği gibi, ABD’nin “içine kapalı”, “dünyada olup bitenlere kayıtsız, tipik Amerikan ben-merkezciliği”nden değil, bilinçli olarak, ABD emperyalizminin çıkarları gereği izlenen bir politikaydı. Nitekim henüz savaş başlamadan önce ABD hükümeti, olası bir savaşa göre ekonomisini yeniden düzenlemeye başlamış; savaş araç ve gereçleri üretimine hız verirken, askeri ihtiyaçlar için sivil stoklarını da artırmıştı. Savaşın başından itibaren de, bir yandan “tarafsızlık” görümünü korurken, öte yandan da itilaf Devletleriyle dirsek temasını yitirmemiş, İngiltere ve Fransa’nın her zora düştüğü koşulda, savaş araç-gereçleri ve gıda maddeleri bakımından yardımını esirgememiştir. Ama bu yardımlar, sadece onların savaşa devam etmelerine yardım edecek sınırlan da aşmamıştır. Bir yandan savaşın devamı için İngiltere’ye ve Fransa’ya yardım verilirken, öte yandan, dünya kamuoyunu kendi yanına çekmek için sık sık “barış” çağrıları yapmaktan da geri durmamıştır. Ama değişmeyen politika, savaşan iki emperyalist bloğun yeterince güçten düşmesini, askeri ve ekonomik kaynaklarının tahrip olmasını beklemek olmuştur. İngiliz ve Fransızlar, üstün Alman kuvvetleri karşısında zor durumda kaldıklarında, ABD’nin savaşa doğrudan katılması için defalarca çağrılar yapmalarına karşın, ABD, her seferinde değişik bir gerekçeyle savaşa doğrudan katılmaktan geri durmaya özen göstermiştir.
1917 yılı başlarında, İngiliz-Fransız-Rus ittifakının insan gücü, neredeyse tükenmiş durumundaydı. Özellikle Rus cephesi sadece insan gücü bakımından değil cephane, silah, teçhizat ve yiyecek bakımından da çok kötü bir durumdaydı. Askerler savaşma isteğini kaybetmiş, müttefik cephe gerisi savaşın bir an önce bitmesini istiyordu. Almanya ise, son bir denizaltı kampanyasıyla, bir yandan müttefik ablukasını kırmak, öte yandan müttefiklerin deniz yoluyla aldığı desteği yok etmek için saldırılarını artırmıştı. Kısacası müttefikler için yenilgi yakın gözüküyordu. Bu, ABD’nin artık savaşa katılması için bütün koşulları uygun hale getirmişti. Buna bahane de bulundu. 18 Mart 1917’de Alman denizaltıları üç Amerikan ticaret gemisini batırınca, ABD, 6 Nisan 1917’de Almanya’ya savaş ilan etti. İki milyonu aşkın ABD askeri kısa zamanda Avrupa’ya taşındı ve Avrupa’nın “kurtarıcısı” olarak karşılandı. ABD’nin istediği tam da buydu: Savaşan iki kamptaki emperyalistler; ekonomik ve askeri olarak iyice yıpranmış, yetişmiş insan gücü bakımından büyük kayba uğramışlardı. Dahası, dünya kamuoyu gözünde iki kamptaki emperyalistler de, saldırgan, aç gözlü; emperyalist savaşın, dökülen kanın sorumluları olarak görülürken, ABD, barışçı, savaşa “zorunlu olarak katılmış”, halkların kendi kaderini tayin etme hakkına saygılı bir ülke gibi görülüyordu. Bu durum ABD’yi “barış masasında” güçlü bir pozisyona getirdi. Ne var ki, “barış” içinde birlikte davranmak, savaştaki kadar kolay değildi. “Barış masası”na oturulunca, her emperyalist, paylaşımdan daha çok pay almak için şantajdan gizli diplomasiye her yolu kullanmaya başladı. Emperyalist çıkarlar üstüne kurulmak istenen ve Wilson “ilke”lerinde ifadesini bulan “yeni düzen” daha Versay barış görüşmeleri sürerken, bu “düzen”‘in kurucularının çıkar çatışmaları arasında büyük ölçüde tahrip olmuştu. Çünkü Fransa, Avrupa karasında tek egemen güç olmak için, Almanya’nın tümden silahsızlandırılmasını, ekonomik bakımdan tümüyle çökertilmesini isterken, İngiltere ve ABD, Fransa’nın güçlenmesini önlemek ve kıta Avrupa’sında kendi etkinliklerinin sürmesi için Almanya’nın sınırlı da olsa silahlı kuvvetlerini ve ekonomik gücünü korumasını istiyorlardı. Öte yandan ABD, İngiltere’nin denizlerdeki ve diğer kıtalardaki etkinliğini kırmak için denizlerde ve dünyanın her köşesinde “ticaret özgürlüğü” istiyor, dahası sömürgelerin statüsünü tartışma masasına getirerek İngiliz İmparatorluğunun çivilerini çıkarmaya çalışıyordu. İngiltere ise, böyle girişimlere karşı çıkıyordu.
Sonuçta, Versay ve Washington anlaşmalarıyla; görünüşte herkesi tatmin eden, bir “dünya düzeni”nde uzlaşmaya varıldı. Ama her zaman olduğu gibi, verilen sözler, atılan imzalar hep kâğıt üzerinde kaldı ve her emperyalist kendi çıkarları doğrultusunda, ötekine en çok zarar verme ilkesiyle hareket etti: Anlaşmaya göre; Almanya, Fransa’ya ödemeyi taahhüt ettiği ağır savaş tazminatını hep savsakladı ve bu tutumu, İngiltere ve ABD tarafından, Almanya’nın Sovyetlere karşı kullanılacak bir güç olduğu gerekçesiyle, hoşgörüyle karşılandı. Anlaşmaya göre, Almanya’nın silahlı kuvvetlerini sınırlaması gerekirken; bu maddeye de hiç uymadığı gibi, askeri gücünü daha da artıracak önlemler almaya başladı ve bu durum yine ABD ve İngiltere tarafından desteklendi. Doğu Avrupa ve eski Osmanlı topraklan üstünde egemenlik mücadelesi, her üç emperyalist arasına İtalya’nın da katılmasıyla sürdü gitti.
Versay Barış Anlaşması’yla Almanya’nın, onuru, kolu-kanadı kırılmıştı ama gelişme dinamikleri yok edilememişti. Nitekim 1920’lerin ortasından itibaren kendisini yeniden toparlayan Almanya’da diğer emperyalistlerle egemenlik mücadelesine yeniden katıldı. Sürekli bir dünya barışı için öne sürüldüğü iddia edilen “Wilson ilkeleri” doğrultusunda kurulan “yeni düzen” yeni bir paylaşım savaşını kaçınılmaz kılan çelişme ve çatışmaların hızla olgunlaştığı bir istikrarsızlık ve belirsizliğe yol açmıştı.
Almanya-İtalya-Japonya arasında kurulan savaş kışkırtıcısı kampın oluşmasıyla savaş etkenleri hızla yükseldi. ABD-İngiltere-Fransa kampı bu savaş kışkırtıcısı kampı SB’ye karşı bir saldırı için kışkırtan politikalar izlediler ve bilindiği gibi, bütün dünyada büyük yıkımlara yol açacak olan 2. Emperyalist Paylaşım Savaşı’na giden yolun taşlarını döşediler.
Emperyalistler arası çelişmeler ve bunun bir sonucu olarak aralarındaki egemenlik mücadelesi, “Wilson İlkeleri”nde ön görülen “yeni düzen”in başarısızlığa uğramasının bir yönüdür. Bir başka yönü ise, Ekim Devrimi’yle, dünyanın altıda biri üstünde gerçek bir yeni düzenin kurulmaya başlamasıdır. Ve gelişmenin bu yönü görülmeden de, bundan sonraki gelişmelerin anlaşılması, yerli yerine oturtulması olanaksızdır.
Emperyalist “yeni düzen” karşısında proletaryanın yeni düzeni
2. Enternasyonal, daha 1912 Basel Kongresinde, emperyalistlerin dünyayı bir savaşa sürüklediğini ilan ederek, halkları ve proletaryayı uyarmış, savaşa karşı mücadeleye çağırmıştı. Ne var ki, Enternasyonal’in “büyük” partileri, savaş patlak verdiğinde kendi burjuvazilerinin safında yer alarak, “vatan savunması” adına sosyal emperyalist bir politikaya yönelmişlerdi. Sadece RSDİP- (Bolşevik Partisi) ve bazı küçük gruplar “savaşa karşı savaş” politikasını benimseyerek, Enternasyonal’in Basel kararlarına sadık kaldılar. Bolşevikler, bütün savaşan ülkelerin proletaryasını, “silahlarını kendi burjuvazilerine çevirmesi” doğrultusunda bir mücadeleye çağırdı. Ancak bu politika, savaş histerisinin sürdüğü savaşın ilk yıllarında etkili olmadıysa da, cephe ve cephe gerisinde yaşanan büyük acılar ve yıkım, proletarya ve emekçileri Bolşevik politikasına doğru çekti. Gerçi devrim sadece Rusya’da başarıya ulaştı, ama bütün Avrupa proletaryası ve emekçilerini de derinden etkiledi; Bolşevik politikaya karşı geniş bir sempati uyandırdı.
Ekim Devrimi’yle Rusya’da iktidarı ele geçiren proletarya ve onun Bolşevik Partisi, savaşan bütün ülkelerin hükümetlerine, “ilhaksız, tazminatsız barış” çağrısı yaptı. Çağrı çok basit ve tüm emekçiler için anlaşılır bir şeydi ve savaşan ülkelerin proletarya ve emekçileri, askerleri içinde de büyük yankı uyandırdı. Emperyalist hükümetleriyse, köşeye sıkıştırdı. Emperyalistler, demagojik gerekçelerle Bolşevik etkiyi kırmak için manevralar yapmak zorunda kaldılar. Yukarıdaki alıntıdan da açıkça anlaşılacağı gibi, “Wilson’un 14 İlkesi” de Bolşevik etkiyi zayıflatmaya yönelik bir girişim olarak ortaya atılmıştı.
Emperyalistler, Ekim Devrimi’nin kısa sürede başarısızlığa uğrayacağını ve Rus karşı devrimci güçleri tarafından çökertileceğini düşünüyorlardı; ama aylar geçtiği halde ayakta durduğunu, giderek güçlendiğini görünce, önce karşı devrimci beyaz güçleri destekleyerek, sonra da doğrudan kendi ordularıyla, Rus topraklarına saldırdılar. Ama Bolşevikler ve henüz oluş halindeki Kızıl Ordu, onların anlayamadığı bir güçle 14 değişik ülkenin emperyalist-gerici ordularına karşı, Viladivostok’tan Leningrad’a kadar 22 milyon kilometrekarelik yeni dünyayı “inanılmaz” bir kahramanlıkla savundu. Ancak yıkma girişiminin başarısız kalmasından sonradır ki, emperyalistler; önce gizliden, sonra da açıkça yeni SSCB ile ticari ve diplomatik ilişkiler kurmaya başladılar. Ama bu, SSCB’ne karşı düşmanlıkların bittiği anlamına gelmedi. Tersine, her fırsattan yararlanarak (bazen ticari ambargolar, bazen karşı devrim kalıntılarını kışkırtarak, bazen de troçkist-buharinci klikle işbirlikleri kurarak), her yolla, kendi düzenlerinin bu ilk ve gerçek alternatiflerini, emekçilerin yeni dünyasını yıkmaya çalıştılar. Aralarındaki bütün çelişki ve egemenlik çatışmasına karşın, SSCB’ye karşı işbirliği içinde oldular. Alman-İtalyan-Japon faşist, savaş kışkırtıcı mihrakı SSCB’ye yönelterek tatmin etmeyi amaçladılar. Ama emperyalist saldın ve kışkırtmalar, önce Lenin, sonra da Stalin önderliğindeki Bolşevik partisi ve SSCB halkları tarafından boşa çıkarıldı. SSCB’ye saldırtılmak için sırtı sıvazlanan, savaş hazırlıklarına göz yumulan faşist blok izlenen doğru politikalar sonucu olarak, önce karşı emperyalist bloğa saldırarak savaşı başlattı.
Kısacası Ekim Devrimi, emperyalistlerin de görmezden gelemeyecekleri ve kendi aralarındaki ilişkilere çekidüzen vermek zorunda kaldıkları yeni bir çağı başlattı; Proleter devrimler çağını. Sosyalizm bir teori, geleceğe ait bir sistem olmaktan çıkıp somut bir olgu olarak, bütün dünyanın proleterleri ve ezilen halkları için bir dayanak olarak ortaya çıktı. Artık yer yuvarlağı üstünde, iki ayrı dünya vardı ve bunda böyle asıl mücadele de bu iki ayrı dünya arasında sürecekti.
İki savaş arasında iki olgu ve üç evre
İncelediğimiz dönem iki büyük olayla başlıyordu: Ekim Devrimi’nin zaferi ve 1. Emperyalist Paylaşım savaşının sona ermesi… Yeni dönemin karakterini, iki temel öğe belirliyordu.
Birincisi; birbirlerine kesinlikle karşı iki sistemin, kapitalist sistemle sosyalist sistemin birlikte varoluşu ve birbirleriyle mücadelesi. Sömürüşüz, baskısız yeni dünya, emekçilerin ve ezilen halkların gözünde somut bir olgu durumuna girerken, proletaryanın uluslararası mücadelesi ve emperyalizme karşı halkların mücadelesinin SSCB’nin şahsında güçlü bir dost ve müttefike sahip olması.
İkincisi ise; 1. Emperyalist Paylaşım Savaşı sonrası kurulan “yeni” emperyalist düzenin bağrında gizlendiği uzlaşmaz çelişmelerin kısa süre içinde açığa çıkarak, yeni bir paylaşım savaşının koşullarının hızla olgunlaşmasıdır.
İki savaş arası, 1918-1939 yılları arasındaki yirmi yıllık dönem göz önüne alındığında dönemin belirgin olarak üç evreden geçtiği görülür:
1) 1919-1923 arasındaki ilk evre, emperyalist ülkeler arasında yoğun bir diplomasi trafiği ile karakterize olur. Wersay-Washington anlaşmalarıyla kurulan emperyalist sistemin pekiştirilip yaygınlaştırılması, dönemin başlıca çabalarından birisi olurken, aynı amaçla SB’ni çökertip yok etmek için bütün olanakları kullanmak bu dönem boyunca emperyalist politikanın başlıca eylemi olur. Savaş henüz bitmiş olduğundan, emperyalistlerin kendi aralarındaki çelişmeler henüz yeterince keskin değildir, ama pek çok konuda da ayrılıklar baş göstermiş durumdadır.
2) 1923-1929 arasındaki ikinci evre ise; “Wilson İlkeleri” doğrultusunda kurulan “yeni düzen”in, Versay-Washington anlaşmalarının bütün bağlayıcı kararlarına karşın, bir yandan sistemin kurucu ülkeleri, öte yandan bu sistemi istemeyen Almanya-Japonya-İtalya’nın çabalarıyla çökme sürecine girmesiyle karakterize olur. Emperyalistler, SB’yi silahla ezemeyeceklerini ya da ekonomik ve siyasi ambargoyla çökertemeyeceklerini anlamışlar, kerhen de olsa SB ile diplomatik ve ticari ilişkiler geliştirmek zorunda kalmışlardır.
3) 1929 büyük ekonomik buhranıyla başlayan ve 2. Emperyalist Paylaşım Savaşı’nın başlamasına kadar süren üçüncü evre, Versay-Washington anlaşmalarıyla kurulan emperyalist “yeni düzen”in, Alman-İtalyan-Japon mihrakının darbeleriyle çöküşü tarafından karakterize olur. 1. Paylaşım Savaşı’nın galip devletleri, faşist mihrakı SB’ne saldırmak için kışkırtırken, onların savaş kışkırtıcı faaliyetlerine de göz yumarlar. SB’nin saldırgan faşist bloğu engellemek için öne sürdüğü somut teklifler, galip ülkeler tarafından reddedilir. Öte yandan ABD-İngiltere, İngiltere-Fransa arasındaki çıkar çatışmaları da hızlanır. Washington anlaşmasıyla İngiltere’nin denizlerdeki üstünlüğüne sarsıcı bir darbe vuran ABD, iki büyük okyanusta, Uzak Doğu’da İngiltere’nin en büyük rakibidir ve İngiltere’den boşalan her alanı vakit geçirmeden doldurmaya koyulmuştur. Her biri ayrı ayrı, kendi kısa vadeli çıkarları için saldırgan mihraka bağlı ülkelerle anlaşmalar imzalayarak, onları yeni emperyalist savaş için yüreklendirirler. Japonya, savaştan zaten fazla kayba uğramadan çıkmıştı ve giderek Uzak Doğu’daki egemenlik alanlarını daha da genişletti. ABD ve İngiltere ile Pasifik ve Uzak Doğu’da çetin bir rekabete girişti. Mussolini İtalya’sı Afrika’da yeni topraklar kazandı. Almanya Orta Avrupa’da sınırlarını ve etki alanlarını genişletirken, İtalya ile birlikte İspanya’daki iç savaşa açıkça müdahale ederek yeni paylaşım için moral kazanır.
Emperyalist sitemin “yeni dünyası”, ekonomik kriz, bölgesel savaşlar ve yerel çatışmalar arasında tarihe karışırken, sosyalist SB tarihin görmediği bir çalışma kahramanlığını yaratmaktadır. Daha on yıl öncesinin, bu, Avrupa’nın en geri ülkesi; 1930’lu yıllarda, dünyanın en büyük barajlarını, en büyük sanayi komplekslerini kurma çabası içindedir. Kırsal alanda kolektifleştirme tamamlanmış, birleşmiş, sosyalist bir ülke ortaya çıkmıştır. İki dünya arasındaki fark açıkça belirmiştir. Bir yanda krizlerin, savaşların, çatışmaların, baskıcı, sömürücü dünyası, öte yanda eşil halkların kardeşçe bir çalışma ve kalkınma içinde olduğu, bunalmışız, sınırsız gelişme olanaklarının olduğu bir dünya. İşte, iki savaş arasındaki üçüncü evreyi karakterize eden en önemli gelişme de bu olacaktır. Çünkü sonraki yıllarda, dünyayı faşizmin pençesinden kurtaracak güçler bu dünyada biçimlenip gelişmektedir.
Bu bölümü, geçmişten günümüze ilginç anımsatmalar yapacak iki olayı aktararak bitireceğiz. Birincisi Milletler Cemiyeti’nin (Cemiyet-i Akvam) kuruluş amacı, ikincisi ise, 1. Paylaşım Savaşı’na son veren ateşkes anlaşmasının öyküsü.
Emperyalist “yeni düzen”e gardiyan: Milletler Cemiyeti
Milletler Cemiyeti düşüncesi ilk kez İngiliz hükümet çevreleri tarafından, 1. Emperyalist Paylaşım savaşı içinde ortaya atılmış, burjuva basını tarafından hararetle propaganda edilerek, barışa susamış emekçi kesimler içinde de bir “umut” olarak görülmüştü.
Elbette ki bu düşünce kamuoyuna, uluslararası barışın koruyucusu, uluslararası adaleti gerçekleştirecek uluslar-üstü bir kurum olarak lanse edilmişti. Ama projenin numaralarının gerçek düşüncesi hiç de öyle değildi. Örneğin bu önerinin hararetli destekleyicilerinden Lord Cecil, Milletler Cemiyetini, Kutsal İttifak’a benzeterek, tüm gerici nitelikleriyle Kutsal İttifakı, Milletler Cemiyeti için bir örnek olarak görüyordu. (Kutsal ittifak: 1815’de, Napolyon’un yenilgisinden sonra Avrupa devletlerinin temsilcilerinin, Viyana’da, Avusturya-Macaristan imparatorluğu Başbakanı Prens Methernig önderliğinde toplanarak, 1789 Fransız ihtilalinin kazanımlarını ortadan kaldırmak, Fransız devrimi ve Napolyon savaşları öncesi Avrupa düzenini yeniden kurmak için Avrupa’daki feodal hanedanlıkların kurduğu ittifak. Bu ittifak, 1815’den başlayarak, Fransız Devrimi, Napolyon savaşları ve ayaklanmalar içinde tahtlarını ve ayrıcalıklarım kaybeden hanedanlara ve Soylulara tahtlarını ve ayrıcalıklarım iade ederek feodal düzeni yeniden ihya etmeye koyulduğu için bu döneme tarihçiler restorasyon dönemi adım vermişlerdir. 15 yıl süreyle Avrupa neredeyse yeniden feodal çağlara döndürülmüş, krallıklar ve kilise son kez de olsa şaşalı bir “ölüm iyiliği” yaşamışlardır. Ancak, 1848 devrimleri Kutsal ittifakın düzenini silebildi.) Lord Cecil, sonradan Versay barış görüşmelerinde de önemli rol oynayacak Albay House’a bu konuda şöyle yazıyordu.
“Bugün bütün dünya bir gerçeği unutmuş gibidir: Kutsal İttifak’ın temel kuruluş nedeni, barışı koruyup sürdürmekti. Ne yazık ki sonradan bu ittifak, bir ‘zorbalar birliği’ haline gelmiştir.., Böyle bir tehlike, belki bugün eskiden olduğu kadar büyük değildir…”
Lord Cecil’in açıkça adlandırdığı ve diğer emperyalist ülkelerin temsilcilerinin kuruluş sürecinde dolaylı bir biçimde ifade ettiği gibi, emperyalistler Milletler Cemiyeti’ni, savaş sonrasında kurulacak düzenin gardiyanı olarak görüyorlardı. Nerede, kurulmuş olan “yeni düzene” bir başkaldırı olursa oraya, sadece birer birer eperyalist ülkeler değil, Milletler Cemiyeti müdahale edecektir. Nitekim henüz savaşa katılmadan önce İngiltere bu önerisini ABD’ne de iletmiş, savaşın sonlarına doğru, savaşın müttefikler tarafından kazanılacağı anlaşılınca bu sefer Wilson, Milletler Cemiyeti’nin bayraktarlığını almış, kendi ilkeleri doğrultusunda kurulacak “yeni düzen”i Milletler Cemiyeti şemsiyesi altında korumaya almak için barış görüşmeleri boyunca çaba harcamıştır.
Kurulacak Milletler Cemiyeti’nin emperyalist düzenin gardiyanlığını amaçladığını kuruluş süreci içinde emperyalist ülkelerin tutumları daha açık vurgular, örneğin. İngiltere, Milletler Cemiyeti’nin sömürgelerin statüsünün belirlenip, işgal bölgelerinin ilhak edilmesi ve “manda”ların paylaşılmasından sonra kurulmasını ister. Üstelik birer İngiliz Genel Vali tarafından yönetilen 16 dominyonunun da üye olarak Milletler Cemiyeti’ne üye kabul edilmesini zorunlu görmektedir. Böylece, Milletler Cemiyeti varolan statüyü baştan kabul etmiş olacağı gibi, İngiltere her konuda, peşinen 17 oya sahip olacaktır. ABD, sömürgelerin statüsü, ilhak ve dominyonların paylaşılmasının kesinlikle Milletler Cemiyeti şemsiyesi altında yapılmasını isteyerek, kendini avantajlı çıkaracak bir durumda ısrar eder ve bu teklifini kabul ettirmek için barış görüşmelerinden çekilmeyi bile şantaj olarak kullanır. Fransa ise, her şeyden önce Almanya’nın Milletler Cemiyeti’ne alınmasına karşıdır, ayrıca, olası durumlara müdahale için sürekli bir Milletler Cemiyeti ordusu kurulmasını istemektedir.
Kısacası her emperyalist, Milletler Cemiyeti’nin kendi çıkarlarım savunabilecek bir dayanak olarak biçimlenmesini istiyordu. Sonuçta, ABD’nin baskılarıyla Milletler Cemiyeti tasarısı 14 Şubat 1919’da kabul edildi.
Bütün emperyalistlerin ortak olduğu tek ilke emperyalizmin genel çıkarlarının bekçiliğinin yapılmasıydı. Ama Milletler Cemiyeti’nin geleceği de, emperyalist “yeni düzen”in kaderine bağlıydı. Öyle de oldu. 1931’de Mançurya’yı işgal ederek “yeni düzen”e ilk can alıcı darbeyi vuran Japonya, Milletler Cemiyeti’nden ayrıldı. Onu, 1933’de Hitler Almanya’sı izleyince, emperyalist dünya yeniden, açıkça ikiye bölündü.
Günümüz Birleşmiş Milletleri’nin ilk “modeli” olan, Milletler Cemiyeti’nin yukarda genel hatlarıyla aktardığımız öyküsü şunları açıkça gösterir:
*) Milletler Cemiyeti, günümüz BM gibi, emperyalistlerin eylemlerine paravanlık etmek, gereğinde onların eylemlerine, dünya kamuoyu gözünde “meşruiyet” kazandırmak için kurulmuş bir kurumdu.
*) Emperyalist uzlaşmalara dayanan bu tür kurumların işlerliği, sadece emperyalistler arasındaki paylaşımın “barışçıl koşullarda” sürdüğü dönemler için geçerli olup, çelişmelerin keskinleşmesiyle etkinliklerini yitirirler.
*) Milletler Cemiyeti’nin amaçlan ve işlevi bakımından günümüz BM’nin amaç ve işlevi arasında kaçınılmaz bir paralellik vardır. Ve asıl amaç, emperyalist statükonun korunması, emperyalistler-arası çatışmaların uluslararası diplomasi yoluyla çözümlenmesi, bu çözümlenmenin “bütün dünyanın kabul ettiği bir çözüm” olduğu görünümünün verilmesidir. Günümüz BM’nin Kore ve Irak’a müdahalelerinde olduğu gibi.
Dünden bugüne bir “ateş-kes” öyküsü ve ilginç bir benzerlik!
ABD’nin savaşa katılmasıyla Almanya’nın durumu günden güne kötüleşti. Alman askerleri savaşma isteğini kaybettiği gibi, artık savaş Alman topraklarında sürmekteydi. Almanya için “ateşkes”ten başka çare görünmemektedir. Nihayet 5 Ekim 1918’de Almanya, İsviçre hükümeti aracılığı ile, Wilson’a bir telgrafla, 28 Eylül’de “Wilson’un açıkladığı barış koşullarının tümünü kabul ettiği”ni ve hemen “ateşkes”e hazır olduklarını bildiren bir nota verir. “Barış” için sürekli propaganda yapan ABD, Alman notasına yanıt vermekte aceleci davranmadığı gibi, bu isteğin, sadece hükümetini mi, yoksa savaşan askerlerin isteğini mi yansıttığı konusunda muğlâklık olduğu gerekçesiyle notayı reddeder. Alman hükümeti buna, “isteğin bütün Alman halkının isteği olduğunu” bildirerek “ateşkes”te ısrar eder. Bu ara müttefikler başarı üstüne başarı kazanmaktadırlar ve “barışçı Wilson”, “ateşkes” için yeni koşullar öne sürer. ABD Dışişleri Bakanı Lansing, 8 Ekim günü Alman notasını yanıtlar. Bu sefer de, Wilson’un “14 ilke”sìnin kabul edildiğinin ayrıntılı bir biçimde açıklanmasını ister. Ayrıca, Almanların işgal ettiği bütün topraklan boşaltmadan “ateşkes” olmayacağını bildirir. 12 Ekimde Almanya ABD notasındaki bütün istekleri kabul ettiğini açıklar. Ama ABD’nin isteklerine yenileri eklenir: Denizaltı savaşına hemen son verilmeli, geri çekilen Alman kuvvetleri yakıp yıkma eylemlerini durdurmalı, cephede müttefiklerin kesin üstünlüğü kabul edilmeli ve Alman İmparatoru Il.Wilhelm tahttan çekilmelidir.
Almanya 20 Ekim’de ABD notasındaki istekleri kabul ettiğini, ayrıca bir anayasa reformu hazırladıklarını ABD’ne iletir. Wilson, teklifi müttefiklere götüreceğini bildirir. Ve görüşlerini de ekler, müttefiklere Alman “ateşkes” teklifini götürürken. Ancak, Almanya’nın yeniden savaşa başlayamayacağı türden bir “ateşkes” anlaşmasından yana olduğunu bildirir.
Aslında ABD her geçen gün kendi lehine geliştiği için savaşın devamından yanadır. Ama bunun müttefikleri de farkındaydı. Savaş ne kadar uzarsa, bang görüşmelerinde ABD’nin etkisi o kadar çok olacaktı. Bu yüzden de, İngiltere, Fransa ve İtalya ateşkes yanlısıydı. Almanya’nın tümüyle güçsüzleştirilmesini isteyen Fransa bile, bunu barış anlaşmasında yapabileceğini düşünerek, ABD’nin etkisi daha fazla artmadan savaşı bitirmek yanlısıydı. Üstelik Almanya’da bir devrim hepsinin korkulu rüyasıydı. Nihayet 5 Kasım 1919’da Müttefikler “ateşkes” görüşmelerine hazır olduklarını Almanya’ya duyurdular.
Yukarıda, ayrıntılarına girmeden aktardığımız ateşkes öyküsünün ilginçliğini okuyucu fark etmiştir. öyküde, Almanya’nın yerine Irak’ı koyarsak, (elbette ki Almanya’nın güçlü bir emperyalist, Irak’ın ise geri kalmış bir Ortadoğu ülkesi gerçeğini unutmadan) Körfez savaşındaki Irak’la ABD ve müttefikleri arasındaki “ateşkes” oyununa pek benzediği, biryandan “barış”, “insanlık” edebiyatı yapılırken, öte yandan kanlı savaşı sürdürüp, emperyalist amaçlara varmak için manevralara girişildiği, karşı taraf geriledikçe isteklerin artırılıp bir daha kafa tutamayacak biçimde ezilmek istendiği açıkça görülür. Emperyalistler için amaç”6arif ” değil, kendi çıkarlarının gerektirdiği hedeflerdir. Bu, dün böyleydi, bugün de böyledir.
(Sürecek)

Woodrow WILSON:
1912 yılında, Demokrat Parti’den başkan seçilen Wilson, 1890’lardan itibaren sömürgeler edinme politikasını benimsemiş ABD politikalarını eleştirerek başkan seçilmişti. Bu yüzden de konuşmalarında emperyalizme, sömürgeciliğe çatmış, sık sık UKKT hakkından söz etmiştir. Onun bu konuşmaları bugün bile süren onun için “değişik bir ABD başkanı” yargısını yaygınlaştırma olmasına karşın, gerçekte Wilson da, diğer ABD başkanlarından farklı bir yol izlememiştir. Bir yandan Karayibler’de ve Latin Amerika’da önceden eleştirdiği “Monroe doktrini” doğrultusunda davranarak ABD hegemonyasının yaygınlaşmasına katkıda bulunurken, Pasifik’te Japonlarla mücadele ederek ABD’nin etkinlik alanını genişletmiştir. Ekim Devrimi’ne karşı düşmanca bir tutum takınarak “demokrasi/”, “özgürlük”, “adalet” gibi kavramların emperyalist politikacıların ticaret metaından başka bir şey olmadığını kanıtlamıştır. Bütün başkanlık döneminde söyledikleri ve yaptıklarıyla, emperyalist-gerici politikacıların, “söylediklerine değil yaptıklarına bak” öz deyişini doğrulamıştır.

W. WİLSON’UN “14  İLKE”Sİ (8 Ocak 1918)
1) Barış müzakereleri dünya kamuoyunun önünde tam bir açıklık içinde yürütülecek ve müzakerelerin sonunda, hangi türden olursa olsun, hiç bir gizli anlaşma ya da uzlaşma yapılmayacaktır. Diplomasi, herkesin gözü önünde açık iş görecektir.
2) Deniz ticaretine barış zamanında olduğu kadar savaş zamanında da kesin ve mutlak özgürlük tanınacaktır.
3) Uluslararası ticaretin önüne dikilmiş her türlü engel ve set kesinlikle ortadan kaldırılacaktır.
4) Taraflar arasında karşılıklı olarak ulusal silahla tın devlet güvenliği bakımından zorunlu kesin minimuma indirilmesini sağlayan garantiler verilecektir.
5) Tüm sömürge sorunları özgürce, tam dürüstlük ölçüleri içinde ve mutlak şekilde tarafsız çözüme bağlanacaktır. Söz konusu çözüm için, şu ilkenin kesinlikle gözetilmesi gereklidir: Egemenliğe ilişkin tüm sorunların çözümünde yerli halkların çıkarları, hükümetlerin isterleriyle -bu isterler dayanaklı bile olsa- eşit önemde göz önüne alınacak ve hükümetlerin isterleri, ayrıntılarıyla saptanacak.
6) Almanya, bütün Rus topraklarını boşaltacaktır. “Rus sorunu” Rusya’ya öbür ulusların istedikleri takdirde ve ölçüde özgürce yardımda bulunmasını garanti edecek ve kendi siyasal gelişimiyle ulusal politikasına ilişkin tüm kararları bağımsızca alabilme özgürlüğünü sağlayacak bir şekilde çözüme bağlanacaktır. Bu çözüm şekli, ayrıca, hür halklar topluluğunun, seçtiği rejim ne olursa olsun Rusya’ya karşı iyilik gözetir bir davranış içinde olmasını ve kalmasını da garanti etmelidir.
7) Almanya, Belçika topraklarını hemen boşaltacak ve Belçika yeniden bağımsız devlet kimliğine kavuşacaktır.
8) Alsas ve Loren, Fransa’ya geri verilecektir. Ayrıca Almanya işgal altında tuttuğu Fransız topraklarını hemen boşaltacak ve bu yerlerde açtığı zararı Fransa’ya ödemeyi yükümlenecektir.
9) İtalya sınırlarının, açıkça belirlenmiş ulusal sınırlar ilkesinin ışığı altında yeni baştan çizilip düzeltilmesine hemen girişilecektir.
10) Avusturya-Macaristan İmparatorluğu çerçevesi içinde yer alan halklara özerktik tanınacaktır.
11) Almanya, Romanya, Sırbistan ve Karadağ’daki askerlerini hemen geri çekecektir Ayrıca Sırbistan’a, denize bağımsız ve istikrarlı çıkış garantisi verilecektir.
12) Osmanlı İmparatorluğu çerçevesi içinde yer alan halklara özerklik tanınacaktır. Ayrıca boğazlar, tüm ülkelerin gemilerine açık tutulacaktır.
13) Denize çıkışı olan bağımsız bir Polonya devleti kurulacak ve Polonyalılar tarafından oturulan bütün topraklar bu devlete bağlanacaktır
14) Büyük ve küçük ülkelerin siyasal bağımsızlıklarını ve ulusal bütünlüklerini karşılıklı olarak garanti altına almak amacıyla, özel statüleri olan bir uluslar birliğinin en kısa zamanda kurulması için gerekli çalışmalara hemen başlanacaktır.

Haziran 1991

Yorumlar kapatıldı.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑