Haberler-Mektuplar

Cihaner Deri işçileri, direnişi işgale dönüştürdü.
Çoğunluğunu kadın ve çocukların oluşturduğu, yakın zamana kadar 850 işçinin çalıştığı Cihaner Dericilik Konfeksiyon işyerinde 16 Eylül günü işyerinde çalışan bütün işçilerin katılımıyla sendika ve hakları için gündüz direniş gece de işyerini işgal eylemi yaşandı. Böylece 12 Eylül sonrası ilk fabrika işgali de gerçekleşmiş oldu.
Topkapı Gümüşsüyü Caddesi üzerinde kurulu Cihaner Dericilik Konfeksiyon işyeri sahiplerinin birçok ilgi çekici “özellikleri” vardır. İşçiler üzerindeki baskı, bir başka deyişle, buradaki kölelik uygulamalarının düzeyi bu özellikleri ile doğrudan ilintilidir. Cihaner’in sahipleri deri imalat ve konfeksiyon sektöründe ilk sıralarda yer alır. 1988’de İTO’nun yayınladığı 500 büyük firmadan biridir. Kazlıçeşme’de 2, Uşak’ta 1, Irak ve Tunus’ta birer deri imalat fabrikaları vardır. Bu fabrikalarda üretilen deri, yaklaşık 3 dikim konfeksiyon atölyesinde mont, çanta, kaban vs. ihracat ürünü halinde tümü ABD, Almanya, Fransa, İngiltere gibi ülkelere satılmaktadır. Yine bu ülkelerde pazarlama ve satış mağazaları bulunmaktadır. Burada bitmiyor. 8 kardeşinin ticaretleri baklagil ürünlerini değişik Arap ülkelerine ihracı üzerinedir. Özellikle İran-Irak Savaşı, sırasında stok edilen, bedelin çok üzerinde satılan kuru fasulye, nohut, mercimek vs. ile kısa zamanda “büyümüşler”. Mardin kökenli Arap asıllı Cihaner patronlarının gerici Arap ülkeleri iş adamları ile yakın ilişkileri bulunmaktadır. Buralardaki pikle deri ithalatı ile havadan para kazanmaları aynı biçimde, bu ülkelerde açtıkları deri fabrikalarında, Türkiye’den götürdükleri işçilerin sömürüsünü daha kolay yapmaktadırlar. “Arap ülkelerinde çalışmak daha çok para kazanmaktır” diye düşünerek giden işçilerin çoğu kısa sürede Türkiye’ye geri kaçmanın yolunu arıyor.
Cihaner firmalarında çalışan işçiler tam bir askeri disiplin altında çalışmaktadırlar. Personel müdürleri özellikle subay ve polis emeklilerinden oluşturulmuştur. Zorunlu mesai, çalışırken konuşmamak, usta şeflere itiraz etmemek ve patron-müdürlerin odalarında esas duruşla bulunmak işçilerde aranan ilk vasıflardır. Ustalarda aranan vasıf ise: Hangi ustanın daha fazla işçi üzerinde baskı yapma yarışında başarılı olup olmamasıdır. Gümüşsüyü Caddesi ve diğer dikim atölyelerinde çalışan işçilerin kıdem-ihbar tazminatları ve yıllık izinlerinin ne olduğu bugüne dek bilinmiyor. Başka bir deyişle, işveren zaten yetersiz ve cılız olan bu hakları da gasp etmiştir.
Deri konfeksiyonda çalışan işçilerin mesleki anlamda kalifiye olmaları nedeniyle uzun süre işsiz kalmadan iş bulabilme olanağı kendi yasal haklarının bilincinden yoksun olmalarını beraberinde getirmektedir. İstanbul’da yaklaşık 4000 konfeksiyon işyerlerinde çalışan işçilerin tümünün sendikal örgütlülükten yoksun olmaları bu durumun göstergesidir. Yüksek sayıda işçinin sendikal örgütlülükten yoksun olmasının nedeni elbette yalnızca işçilerin bilincinin yetersizliği değildir. Diğer önemli faktör de Deri-İş Sendikasının bu alana yönelik örgütlenmeye ilgisizliği düzen ve yasalardan kaynaklanan engeller de diğer faktörlerdir.
Sınıf hareketinin, sömürü ve haksız uygulamalara karşı yükseldiği bir döneme denk düşen Cihaner Deri işçileri’nin direnişleri sınıf açısından yeni bir atılımın yol göstericisi olmuştur. Ne işverenlerin kışla disiplini ne de polis terörü burada çalışan işçilerin gözünü korkutmamıştır. Hem de zincirlerini kaybetme pahasına.
Cihaner işçilerini hangi şartlar işyeri işgaline varan eyleme itmiştir?
Yaklaşık 8 ay önce bozuk çıkan yemeği yememe boykotu işçilerin birliğinin ilk nüve taşı olmuştur. Ancak işçilerin çok yönlü sorunları bulunuyordu. Her karşı çıkış sayısı yüzlere varan işçinin işinden olmasına neden oluyordu. Kısa süre sonra asgari sorunları çözmenin ilk yolu sendikal örgütlenmeyi sağlama bilinci birkaç öncü işçi tarafından başlatılmış oldu. Yapılan çalışmalara işçiler kısa zamanda sıcak ilgi gösterdiler. Ancak gelin görün ki, bir ustabaşı devrimcilikten dem vururken, sendikal örgütlülüğün gereksizliğinin de propagandasını yapıyordu. Sendikal çalışmaların önünde engel teşkil eden bu usta, “işyeri komite ve konseylerini” savunarak işçilere yaranmak isterken, diğer yandan, işe aldığı işçilerin hiçbir hak talep etmeden çalışmalarını istediği gibi, bu işçileri istediği koşullarda çalıştırabileceğini söyleyerek patronun gözde adamı olmuştu. Birkaç kez öncü işçileri açık bir biçimde işverene şikâyet eden bu usta kısa sürede işçilerin gözünde teşhir oldu. Yemek boykotundan sonra işyerinde haksız uygulamaları protesto eden işçiler eylemlerini yükselterek direniş yaptıklarında yine karşılarına bu usta çıkıyor ve kendi sorumluluğundaki banttaki işçileri zorla çalıştırıyordu. Tüm bu karşı koy uslar 150 işçinin, üretim düştü yalanı ile ücretsiz izin adı altında işverence kıyımı, işlerine son veriliyor. Hem de kıdem ve diğer yasal hakları ödenmeksizin gerçekleştiriliyordu.
Sendikal çalışmaları uşakları eliyle öğrenen işveren ilk tedbirine, Şevki ustaya görev vererek başvuruyordu: Sefaköy’de yeni bir dikim atölyesi açarak buradaki işçilerden 200’e yakın işçiyi Şevki usta eşliğinde yeni yere götürür. Ardından sıra, geride kalan duyarlı işçilere gelir 14 Eylül akşam mesaisinin bitiminde “üretim düştü” denerek, 300’e yakın işçiyi ücretsiz izne çıkaracağız denilir. Asılan listede görülür ki, süresiz ücretsiz izine çıkarılan işçiler sendikal faaliyet gösteren işçilerdir. Hem, üretim düşüşü fazla bayatlamış bir numara olmuştu. Bir yanda yeni işyeri açmak, bir yanda bir başka usta da 80 kişilik bir grup işçiyle daha ayrı bir işyeri açılarak işbaşı yapıyor. En önemlisi de deri konfeksiyonda ihracat sezonu olması patronların yalanlarını açıkça gösteriyor. İşverenlerin tek sorunu vardı: Sendikal örgütlenme çalışmasını boğmak.
İşverenin işçilere süresiz izine çıkarıldıklarını -işten çıkarıldıklarını- bildirdiği akşam, işten çıkarılan, çıkarılmayan tüm işçiler toplanır, iki gün sonra yani pazartesi sabahı direniş yapma kararı alırlar. Alınan bu karar pazartesi 17.9.1990 sabahı işi bırakarak işverenle görüşmek isterler. İşçilerle görüşmek istemeyen işveren, kuklası Şevki ustayı görüşmeye gönderir. İşçiler bu insanın ikiyüzlülüğünü bildiklerinden konuşturmadan kovarlar. Direnişçi işçilerle konuşmak zorunda kalan işverenin yeni sözleri de işçi kıyımı anlamına gelir ve işçilerden sert cevaplar gelir. Cevap direnişin devam edeceği olur.
Patron toplantıyı terk eder ve polisi işyerine çağırmakta çareyi bulur. Ancak tüm işçilerin kararlılığı polisi de şaşırtır. Aynı gün 300 işçi sendika üyelik formlarını doldurarak kabul eder. Yeni alınan 80 işçi (iki gün evvel işbaşı yapan) direnişteki işçilere destek olmak üzere işi bırakırlar. Akşama kadar patrondan iş güvenliğinin sözü verilmemesi üzerine gece de işyeri terk edilmeme kararı alınır. Ancak iletişim eksikliğinden bazı işçiler akşam paydos saatinde işyerini terk ederken, 151 işçi fabrikayı işgal eder. Böylece direniş yerini işgale bırakır. Patronun şikâyeti üzerine işyerine gelen polis yardımcı güç isteyerek çevik kuvvet polisi bölgedeki tüm giriş çıkışları tutar ve işyerini ablukaya alır. Saat 21.30’da demir kapılan kırarak işçilere karşı operasyon düzenler. İşçilerin karşı koymaları, güç üstünlüğü nedeniyle polis direnişi kırar, geride 10’a yakın işçiyi yaralayarak… İşveren polis işbirliği ve resmi terörle mücadeleyi bastırabildiler. Fakat bu yenilgi geride birçok deneyim bıraktı.
Gözaltına alınanlar arasında kadınlar ve çocuklar da vardı. Ancak işçiler direnişlerini gözaltında da sürdürdüler. Polisin fabrika operasyonu sırasında yaralanan işçiler (bacak lifi kopan Fatma Tan da dâhil) dört gün boyunca haksız gerekçeyle Zeytinburnu’nda değişik karakollarda tutuldular. Bu süre boyunca moralleri oldukça yüksek olan işçi aileleri ve diğer deri işçileri onları yalnız bırakmadı. İşyerinde çalışmakta olan onlarca işçi bu mücadeleye omuz vermek için işi bırakarak karakollardaki kardeşlerinin yanında yer aldılar. Topkapı infaz ekibinde on bir işçiye özel baskı ve işkence ile suç yüklenilmeye çalışıldı. Zeytinburnu savcılığına çıkarılan işçiler serbest bırakıldığında adliyede hep bir ağızdan “sendika hakkımızı, söke söke alırız” sloganı haykırılıyordu. İkinci gün, işbaşı talebi ile işyerine dönen işçilere, işveren iş akitlerinin 17. madde nedeniyle, eylemden dolayı feshedildiğini bildiriyordu. İşçiler, aynı gün akşama kadar işyerinin önünde “polis nezaretinde” oturma eylemlerine devam ediyorlardı.
Cihaner firmasındaki direniş ve işgalde bugün işçi sınıfının çıkarması gereken zengin dersler vardır.
Birincisi: İşveren-polis-yasaların birlikte gücü karşısında, işçilerin birlik-dayanışma ve mücadele ruhuyla kendi güçlerini çıkarma kararlılığı ve direniş ruhu
İkincisi: Artık işçi sınıfının, işten atılmalar, polis ve sermayenin baskısı karşısında sessiz kalmayacağının, kolay kolay teslim olmayacağının da bir göstergesidir. Cihaner firması işçilerinin direniş ve işgali.
Üçüncüsü: Geçmişinde “devrimciliğe bulaşmış” bugünü işçi sınıfının değil işverenlerin yanında ihanetçilik olanların sınıf mücadelesi içinde yerini almadığıdır. Mevcut yasalara ve sermaye sınıfına sırtını dayayanların, çoğu hala devrimcilik edebiyatı yapsa bile işçileri polise tanıtan, işverene şikâyet eden işgal ve direniş kıranları işçi sınıfı yaşamın pratiği içinde bir kez daha tanıma fırsatı buldular.
Cihaner’de, yüzlerce işsiz, binlere varan aç çocuk ve ailelerin dramına sebep olan işverenler ve suç ortakları yaptıklarının hesabını nasıl verirler.

Aksa’da mücadele sürecek
Yalova-Karamürsel yolu üzerinde kurulu kimya işkolunda 600 işçiyle üretim yapan bir fabrika var: AKSA. Bu fabrikanın işçilerine ilerici-devrimci basın geniş, günlük burjuva basın hatırı sayılır bir yer verdi. Basının bu ilgisi AKSA işçilerinin direnişi yüzündendi. AKSA işçileri, kendi tarihlerinin en önemli ve en ileri eylemlerini gerçekleştirirken, diğer sınıf kardeşlerine de cesaret ve moral kaynağı oldular.
1970’de üretime geçen AKSA’da önemli ilk direniş, 1975 yılında Ecevit sıkıyönetimi altında gerçekleşiyor. Sıkıyönetim altında grev yasaktır ve işçiler taleplerini kabul ettirmek için kendi buldukları yöntemlerle üretimi düşürüyorlar. Sonunda taleplerini elde ediyorlar.
12 Eylül sonrasında AKSA’da öncü ve aktif işçilerin bir bölümü işten atılarak AKSA bu unsurlardan “temizlendi”. Ama on yıl sonra yeniden işverenin karşısına çıktılar.
AKSA’da gelişen mücadelenin geçmişine baktığımızda önemli bir olayın işçilerin sendika değiştirmesi olduğunu görüyoruz. 1990 yılının ocak ayı içinde aynı zamanda işçilerin ezici çoğunluğunu oluşturan 500’ü aşkın işçi o güne kadar üyesi bulundukları Petrol-İş’ten istifa edip Laspektim-İş’e üye oluyor.
İşçilerin topluca sendika değiştirmeleri, Petrol-İş Yalova Şube Başkanına duyulan tepkinin ifadesiydi. Yüksel Yılmam, oturduğu işçi sendikası koltuğunda işveren temsilcisi gibi davranıyor, kendisine muhalefet edenleri işten attırıyor, attırmakla tehdit ediyor, keyfi olarak sendika temsilcilerini görevden alıyor, sendika delegelerini kendi köylü ve yakınlarından atıyordu. Bunları yapıyor fakat işçilerin talepleri doğrultusunda parmağını oynatmıyordu. 1988 yılında 85 işçi atılıyordu ve Y. Yılmam bir açıklama bile yapmıyordu.
Yüksel Yılmam, sendika ağası özelliğine feodal ağası özellikleri de ekleyerek kendisine karşı konuşanı azarlıyor, aşağılıyordu.
İşçilerin Y. Yılmam’ı başlarından atmak yönündeki delege olma, kongreye aday çıkarma gibi çabaları sonuçsuz kalıyordu. İşçilerin Petrol-İş Genel Merkezi düzeyindeki girişimleri; Y. Yılmam’ın işçilerin iradesini temsil etmediğini belgeleyen toplu imzalar, “bunu tepemizden alın” talepleri sonuç alamıyordu.
Böylece bütün yolların tıkandığı, Y. Yılmam’dan kurtulmanın sendika değiştirmek olduğu fikrine varan işçiler, arkasından sıkıntılar ve mücadeleler gelecek olan kararlarını veriyor, topluca sendika değiştiriyorlar.
Sendika değiştirerek Y. Yılmam’dan kurtulma mücadelesi veren işçiler sendikaya daha bir ilgiyle bakıyor, sorunların sendika değişimiyle çözülmeyeceğini düşünüyorlar. Diğer yandan AKSA Petrol-İş’in mi, yoksa Laspetkim-İş’in mi olacak sorusu üzerinde genel merkezleri de içine alan bir sendikalar arası kavga başlıyor. Doğaldır ki, kavgada kullanılan mızrakların sivri uçları işçilere batıyor.
İşçiler çoğunluğu Laspetkim-İş’te olduğu halde yasal işleyişe göre 10 Nisan’da AKSA’da toplu sözleşme yetkisi Petrol-İş adına gerçekleşiyor. Petrol-İş Genel Başkanı Münir Ceylan AKSA işçilerine yazdığı mektupta Toplu sözleşme yetkisinin Petrol-İş adına gerçekleştiğini ama işçileri arkasına almadan görüşmeye oturmayacağını, anti-demokratik yasalar ardına sığınmayacağını söylüyor. İşçiler de cevap olarak “biz kararımızı verdik, bize saygılıysanız yetkinizi kullanmayın” diyorlar. Petrol-İş, ardından gelen olaylar göz önüne alınmazsa demokrat denilebilecek bir tutum olarak yetkiyi kullanmayarak Petrol-İş’in yetkisinin düşmesini sağlıyor. Fakat bu demokratlığın ancak tırnak içinde anılabileceği gelişmelerle gün ışığına çıkıyor.
Petrol-İş’in yetkisi düştükten sonra Bölge Çalışma Müdürlüğü Laspetkim-İş’in AKSA’da çoğunluk kazandığını tespit ediyor. M. Ceylan “anti-demokratik” dediği ve “arkasına sığınmam” dediği yasalara dayanarak, AKSA’da toplusözleşmeyi geciktirmekten öte bir anlamı olmayan itirazı yapıyor, dava mahkemede görülüyor, karar yine Laspetkim-İş lehine veriliyor. M. Ceylan verdiği sözü unutarak davayı temyiz yoluna gidiyor. Dava temyiz aşamasında şu anda ve toplu sözleşmeye oturulamıyor. İtirazlara gerekçe gösterilen Laspetkim-İş’in spekülasyonları Petrol İş Genel Merkezi ve M. Ceylan’ın davranışını haklı kılamaz.
… Ve direniş
Toplu sözleşme için yetki sorunu çözülmemiş olarak beklediği, sendikaların AKSA üzerine mahkemeleştiği sırada AKSA Patronu ‘teknoloji yenilenmesi ve kadro fazlalığı’ gerekçesi altında çoğunluğu Laspetkim-İş’in delege ve yöneticisi olan 69 işçinin işine son verdi. Bu büyük ‘tenkisat’tan önceki süreçte 80’li yıllar boyunca patron çeşitli gerekçeler allında birer-ikişer ya da topluca, toplam 150 civarında işçiyi işten atmıştı. İşini kaybetme korkusu ve ne gün atılacağını bilememenin tedirginliği, işçilerin yaşamının bir parçasıydı. Buna karşı sendika yönetiminin hiç bir şey yapmaması ve dahası atılmalarda parmağının olduğu derin şüphesi, işçilerin işverene karşı tepkisi sendika yönetimine de yöneltiyordu.
30 Ağustos günü işçilere bildirilen işten alma karan bardağı taşırdı. Vardiyadan çıkan işçiler işyerini terk etmeyerek yemekhanede açlık görevine başladılar. Bütün vardiyaların işçileri fabrikada bir araya geldi, vardiyası gelen makine başına geçerek üretimi sürdürdü, vardiyadan çıkanlar yemekhanede arkadaşlarına katıldı. Aç olarak beton üzerinde yatan ve aynı zamanda üretimi de sürdüren işçiler 13 gün boyunca direnişlerini sürdürerek arkadaşlarının işe iadesini talep ettiler.
Bu direnişle eş zamanlı olarak Laspetkim-İş Sendikası Yalova Şubesinde açlık grevi yapıldı, işçilerin eş ve yakınları fabrika önünde gösteriler yaptılar. Patronun içerideki işçilerin fabrika dışındaki işçilerle haberleşmesini önleme çabaları, işçiler tarafından etkisiz kılındı. Viziteye çıkmak suretiyle üretim % 40’a kadar düşürüldü.
13 gün süren direniş, jandarma zorun altında bitirildi.
Bazı sonuçlar
İşçi sınıfının çözüm bekleyen sorunlarının sendika değişikliği ile çözülebileceği düşüncesi, 12 Eylül öncesinde rağbet gören bir anlayıştı. İşçilere edilgen bir rol biçen, ‘haklarınızı en iyi DİSK korur’ olarak ifade edilen anlayış, işçilerin mücadelesini sendika değiştirme mücadelesi olarak görüyordu. ‘Geri kalanı’ da sendika yapacaktı. Gerçekte sendikanın niteliği mücadeleye olanaklar açmakla birlikte sorunun temel çözümü olarak ifade edilemez. İşçiler sendikalar arası mücadelenin araçları haline getirilemez.
AKSA olayında kendine özgü çizgileri incelendiğinde Sendika değişikliğinin mücadeleye hız katlığı gözlenebilir. Sendika içinde yapılacakların tükendiğine inanan işçiler, işverenle birleşme sendika şube yöneliminden sendika değiştirerek kurtulma yolunu seçmişlerdir. Bu süreçte taraf olan sendikalar işçileri sendikalar-arası mücadele platformuna çekmeye çalışmışlardır. Eğer işçiler, yöneticileri denetleyen baskı mekanizmaları kuramazlarsa, kazanından fazla uzun ömürlü olamaz.
AKSA direnişi farklı vardiyalarda çalışan işçileri bir araya getirerek birlikte hareket olanağını sağlarken, viziteye çıkılarak üretimin % 40’a düşürülmesi, sendikadaki açlık grevi ve işçilerin eş ve yakınlarının eylemleriyle çeşitlilik göstermiştir. Sendika şubesinin haftada bir gün işçi eşlerine açılması ve onların da tartışmalara katılması olumlu bir sonuçtur.
AKSA direnişi, diğer fabrikalardaki işçiler, köylüler ve esnaf üzerinde olumlu bir etki yapmış, fakat diğer fabrikalarda doğan destek eğilimleri eyleme dönüştürülmemiştir. Aynı dönemde başka fabrikalarda da işten atma yaşanmış, eylem örgütlenememiştir. Giderek artan işten almalara karşı işçilerdeki genel hoşnutsuzluk ve AKSA direnişinin olumlu etkisi altında ileri işçilerin ve bazı sendikacıların birlikte bu saldırılara karşı koyma ve ortak bir miting yapma çabaları söz konusudur. Yalova çevresindeki fabrikalarda 6 bin civarında işçi çalışmaktadır. AKSA ve AKKİM’de örgütlü Laspetkim-İş, Yalova Elyaf’ta örgütlü Öziplik-İş ile Yalova’da şubesi olmayan ama Asil Çelik’teki üyelerinin önemli bir miktarı Yalova’da oturan Otomobil-İş arasında birlikte hareket etme olanağı olsaydı, AKSA işçisinin mücadelesi de önemli bir destek olacaktı. AKSA direnişi Yalova işçilerine eylemin sıcaklığını taşımıştı, ortak örgütlenecek eylemler de, önünde mücadele dönemi olan AKSA işçilerine moral ve cesaret verebilir.
AKSA yeni direnişlere gebe*
Şu anda 68 işçi atılmış durumda ve üretim devam ediyor. Yetki davası temyizden döndükten sonra toplu sözleşmeye oturabilecek işçiler ve sendikalar, “görüşlerin baş maddesi 68 işçinin geri alınması olacak” diyorlar.
Bu arada patron saldırılarına çeşitli biçimlerde devam ediyor. Petrol-İş Şb. Başkanı Y. Yılmam’la sorunsuz toplu sözleşmeler imzalayan AKSA patronu (en yüksek ücret şu an 400 bin lira) Y. Yılmam dışında bir yer meyleden işçileri işten atarak cezalandırdı. Yeni dönemde Laspetkim-İş’in yetkisini düşürmek için çeşitli hileler yapıyor. Resmi kayıtlara göre Laspetkim-İş’in 502 üyesine karşılık Petrol-İş’in 77 üyesi var. Patron bu 77 sayısını çoğaltmak için, AKSA bünyesinde elektrik üreten bir bölümü başka bir şirket gibi göstererek burada çalışan 57 işçinin sendika üyeliğini düşürme yoluna gidiyor. Ayrıca 10 işçi de kapsam dışı konuma getirilerek üyeliği düşürülüyor. Öte yandan 50 civarında yeni işçi alıyor. Bu da tensikat’ın sahte bir gerekçe olduğunu gösteriyor.
Patronun bu saldırılarına ve saldın hazırlıklarına karşı işçilerin aynı hazırlıkları yapmaları gerekiyor. Sendika değiştirme eyleminin başlangıcından direnişe kadar herhangi bir özel örgütlenmeye gitmeden mücadele eden AKSA İşçilerini yeni dönemde örgütlenmelere ihtiyaçları büyük.
İşçiler yetki davasının sonuçlarını bekliyorlar. Sendikaları yetki aldığında görüşme başlayacak. AKSA işçileri diğer talepleriyle birlikte atılan arkadaşlarının geri alınması için mücadeleye hazırlanıyorlar. Öyle görünüyor ki; mücadele iki konuda yoğunlaşacak, birincisi; atılan işçilerin geri alınması sorunu ki; bu konuda işçiler çok duyarlı; sendika da şimdilik bu konuda ısrar edeceğini söylüyor, ama ne kadar ısrar edeceği belirsiz ve işçiler konuyu sıcak tutarlarsa sendika üstünü kapatabilir. İkinci konu ise ücretler. İşçilerin açlık sınırındaki yaşama koşulları ücretlerde geri adım atılmasını olanaksız kılacak gibidir. Ama bu konuda olduğu gibi bu konuda da işçilerin görüşmeleri yakından izlemesi, bir satışa gelmeyi önleyecek müdahaleleri zamanında yapması zorunlu görünüyor.


Irak’ta bir işçi toplama kampı: ENKA Şantiyesi
Irak’taki Türk işçilerini savaş nasıl etkiledi?

Irak savaş zedelerinden bir grup Türk işçisi geçtiğimiz ay ortalarında Türkiye’ye dönüş serüvenlerini dergimize anlattılar. ENKA İnşaat ve Sanayi AŞ’nin Irak’taki şantiyelerinde çalışan 2350 işçiden 1500’ü zorla çıkış alabildiler. ENKA şirketinin çıkarları gereği kandırılarak veya zorla Irak’ta tutulan arkadaşlarının Türkiye-Irak ilişkilerinin gerginleşmesi durumunda can güvenliklerinden endişe elliklerini, söylediler. Ayrıca savaş şartlarından yararlanarak, kazanılmış haklarının gasp edildiğini belirterek, basın açıklaması yaptılar.
Irak’tan gelen bir şantiye işçisi oradaki yaşam koşullarını şöyle anlattı:
İstanbul’da çeşitli işyerlerinde çok düşük ücretle zar zor geçinebildiğim 1989 Haziran ayında, ENKA İnşaat’ta çalışan bir tanıdığım vasıtasıyla Irak’ta işçi istihdamı olduğunu öğrendim. Hemen ENKA AŞ’nin bürosuna başvurdum. O zaman bize net 1 milyon 300 bin-1 milyon 500 bin TL net ücret alacağımız vaat edilmişti. Bana çok cazip geldi. Kayıt koşulları çok ağırdı. Kayıt yaptırabilmek için ya şirketin işyerlerinde 3-4 ay çalışmak (çok düşük ücretle) ya da bir tanıdık bulmak gerekiyor. Kayıt için 11 maddelik bir belge verilerek bunun hazırlanması isteniyor. Bu belgeyi hazırlamak için memlekete gittim. Pasaport, göğüs filmi (ki daha sonra hiç gerekli olmadı), hastane sağlık raporu, ikametgah, vs. gibi belgeler için o günün koşullarında 500-600 bin TL harcamak zorunda kaldım. 89’un 5. ayında bu belgeleri veren 75 bin kişi oldu. Bunlardan 60-65 bin kişi gitti. Fakat büyük bir çoğunluğu geri döndüler. Ben o zamanlar bir tersanede 400 bin TL alıyordum. Ve yurtdışı çalışma şartlarının çok iyi olduğunu duyuyordum. Hemen her başvuran ev almak, iş kurmak, evlenebilmek gibi hayallerle şirkete başvurmuştu. İlk sözleşme 6 aylıktı ve devamlı çalışabilmek için bazı kurallara uyma zorunluluğu vardı.
Şirkete, ilk başvurumuzda, gidiş-dönüş masrafları bize ait demişlerdi. Biz 44 işçi, bir otobüsle, 54 saat yolculuk yaptık. Bu arada tüm masrafları kendimiz ödemek zorunda kaldık. Şöyle ki: Türk topraklarından çıktığımızda ilk yemek molası verildi. Habur Giriş Kapısı’nda Türk parası olanlar dinar satın almışlardı. Yemekleri yedikten sonra faturaları bize getirdiler. Dinarı olanlar verdi, olmayanların ücretlerini kendi aramızdan toplayarak verdik. ENKA patronlarından ilk darbeyi böylece Türkiye topraklarından çıkar çıkmaz yemiş olduk.
Irak’taki şantiyelere varır varmaz tam bir askeri kamp’la karşılaştık. Tüm şantiyenin çevresi tel örgülerle çevrili ve dışında Irak askerleri nöbet bekliyorlardı. Bizleri asker usulü sıraya sokup, önce kan aldılar, sonra kimlik tespiti ve mesleklerimizin kayıtlan yapıldıktan sonra battaniye ve nevresim verilerek 6’şar kişilik koğuşlara alındık. İşyerleri baraka ve konut şantiyeleri idi. İşçiler mesleklerine göre değil, boş kadrolara gelişigüzel dağıtıldılar. Oysa daha önce bize, 4’er kişilik koğuşlara alacaklarını ve mesleğimize uygun iş verileceği söylenmişti. En önemli sorun da ücretlerimizin ödenme durumuydu. Ücretin % 20’si dinar olarak Irak topraklarında harcanmak üzere, % 80’i de Türkiye’de ailemiz adına açılan bir hesap numarasına yatırılmak üzere 6 ay sonra ödenecekti, ödeme üç ayda bir yapılacaktı. Bu durumu öğrenir öğrenmez, işçilerin büyük bir kısmı geri dönüş için dinarı olanlar veya temin edebilenler hemen dönüyordu. Olmayanlar zorunlu olarak çalıştırılıyordu, ödeme şartlarına en ufak bir itiraz veya iş saatinde 5 dakika uyuma gibi durumlarda işveren hemen işçiyi Türkiye’ye gönderiyordu. Tabii bu arada tüm hakları da kayboluyordu işçinin. Sadece içerde kalan aylıklarının % 20’si ödeniyordu. Bu şekilde gönderilen arkadaşlar için çoğu zaman aramızda para toplayarak yol parasını çıkarabiliyorduk. Yol parasını çıkarabilmek için en az 5-6 aylık birikmiş % 20’nin ödenmesi gerekiyordu. Bu şekilde gönderilen bir arkadaşın bahanesi ise, İstanbul’da parasızlık çeken ailesine maddi yardım talebinde bulunması olmuştu. Vaat edilen ücret karşılığı ödenen % 3 oranındaki ücretlere ve zorunlu 8-9 saat süreli fazla mesailere karşı, vb. en ufak bir başkaldırı Türkiye’ye geri gönderilme ve birikmiş hakların gaspıyla cezalandırılıyordu. Başımızdaki şef, formen, müdür, usta gibi şirketin adamları ve aramızdaki bazı satın alınmış işçiler patronun ajanı gibi çalışıyorlar ve en küçük bir kıpırdanışı işverene bildiriyorlardı. Bu arada işveren Türk hükümetinden yardım görüyordu. Bu formenlerden Zeki Tanrıkulu adındaki kişi Suudi Arabistan’daki bir grevi kırdığı için altın yüzük ve bir villa ile ödüllendirilmişti.
Bu olumsuzluklar içinde 1 Mayısa gelindi. 1 Mayıs öncesi, yemekhane ve yatakhane kapılarına kâğıtlara veya keçeli kalemle bazı sloganlar yazıldı.
“Grev istiyoruz.”
“Birlik ve beraberlik.”
“Patron düzenine hayır.”
“İnsanız, insan gibi çalışmak istiyoruz.”
Sloganlar yazıldıktan sonra 150 işçi hemen Türkiye’ye yollandı. Ayrıca keçeli, kalemlerin alınabileceği bürodaki tüm elemanlar da Türkiye’ye yollandı. Grev talebi gündeme geldi, ama işçiler arasında yapılan bir nabız yoklamasıyla bunun olanağı olmadığı görüldü. Çünkü “Sendika yok, mahkeme, yok, insan hakları ve işçi hakları diye bir şey yok” diyerek, işçiler arasında sürekli bir anti-propaganda yürütülüyordu. Başarılamaz korkusu herkese sinmişti. Böylece grev girişiminden vazgeçildi.
Aslında Irak’ta AKEBE adlı devlete bağlı bir sendika vardı. Ayrıca “Mekteb-i Amel” adlı bir de iş mahkemesi vardı. ENKA ilk kurulduğunda sendika ve iş mahkemesinden adamlar gelmiş. Bunlar işçilerle hiç görüştürülmeksizin ENKA yetkilileriyle görüşmüşler ve rüşvet, vs. ile anlaşılmış, bir daha hiç görünmemişler. 1 Mayıs öncesi iki Kürt arkadaş sendikaya giderek nasıl grev yapabileceklerini sormuşlar. Irak’ta grev yasak. 20 gün iş yavaşlatmadan sonra AKEBE ve iş mahkemesi gelip, sorunları işverenle anlaşma girişiminde bulunuyor. İşçilerin örgütlenmesinin önünde ise bazı aşılmaz engeller var:
A- İşyerlerinin çok dağlık bir arazi olması.
B- İşyerine gazete, dergi gibi yayının girememesi,
C- Türkiye’ye geri gönderilme korkusu,
D- Sendikalaşmanın mümkün olmaması, vs.
Buna rağmen: 1983-84 yıllarında üç ay gibi, 1981 yılında kesin süresi bilinmemekle beraber çok olaylı, örneğin şefin kulağının kesilmesi gibi bir grevin gerçekleşmesi, 1988 yılında bir grev girişiminde, gece 500 kişinin koğuşlardan alınıp, “Musul’da altyapı işi” bahanesiyle Türkiye’ye gönderilmeleri gerçekleşti.
2 Ağustos 1990’da sıkıyönetim ilan edildi. Radyodan Saddam’ın Kuveyt’i işgal ettiği duyuldu.
2 Ağustos ile 10 Ağustos arasında her gün yüzlerce işçi çıkış dilekçesi vermeye başladı. Ayın 10’unda 800 kişiyi bulmuştu. ENKA yöneticileri “savaş durumundan dolayı vize yok” diyorlardı. 10 Ağustos akşamı işçiler gruplar halinde toplanmışlar, bir grup personeli basalım diğer bir grup şantiye şefinin evini, bir diğer grup ise Arap mühendislerin kampını basalım diye tartışıyorlardı. “Nasıl bize vize vermezler” diye çağırıyorlardı. Şirket yöneticilerinin amacı işçileri Türkiye’ye göndermemekti, çünkü baraj seviyesi belli bir koda (470 gibi) gelmeden yarım bırakılırsa, sonbahar yağmurlarıyla şantiyenin tamamen yıkılması tehlikesi vardı. Ve giden işçilerin yerine yenilerini getirmek, savaş şartları nedeniyle imkânsızdı. Ellerindeki işçileri kaybetmek istemiyorlardı. Geldikleri yörelere göre toplanan grupların birleştirilmesi gerekiyordu. Ben tüm gruplan gazinoya toplantıya çağırdım. Bir işçi “8 maaşlarımız verilmedi, vize verilmiyor” şeklinde bir konuşma yaptıktan sonra, söz alarak, şirketteki durumu değerlendirdikten sonra, “yarın işe gidilmeyecek” dedim. Sabah ilk vardiya (8 otobüs) 1500 işçi kapılara asılarak gidiyordu. Ertesi sabah otobüsler gelmiş ama kimse otobüslere binmiyordu. Grup mühendislerinden çoğu çekip gittiler. Birkaç tanesi işçilerin arasına girerek “asker gelir” diyerek caydırmaya çalışıyordu. Buna rağmen kimse otobüslere binmedi. Grup müdürlerinden biri bana “işçi temsilciliği kur” diye teklif elti. “İşçileri göndermemi istedi. Ben de gözüme çarpan 10 kişiyle komite kurdum. İşçiler beni önder olarak görüyorlardı. Onlara “işyerlerine gidin, ama çalışmayın” dedim. Çıkış verenler de, vermeyenle beraber alkış tutarak işyerlerine gittiler. Kalanlar 10 kişi kadardık. 5 kişilik bir komite kurduk. 7 maddelik bir önerge paketi hazırladık:
1- Vize konusu için bir grup işçi temsilcisi konsolosluğa gidecek.
2- 8 aylık maaşlar ödenecek.
3- Ödenmeyen % 20’ler hemen ödenecek.
4- Sözleşmede olan, ama ödenmeyen izin paralarının hemen ödenmesi,
5- İşçi temsilciliği kurulması,
6- Koğuşların 4’e indirilmesi ve komple temizliğin sağlanması
7- Sağlık koşullarının düzenlenmesi.
Saat 13’te toplantı olacağı duyuruldu. Tüm işçiler katıldılar. Öğleden sonra proje müdürü toplantı yapacağını ve önerge sonucunu vereceğini söyledi. Toplantıda önce ben konuştum. Sonra proje müdürü konuştu. Daha önce işçilerle hiç konuşmamıştı. “Sana güvenmiyoruz, Irak Konsolosluğu’na kendimiz gideceğiz” dedik. Ben ve iki arkadaşa bir araba ve şoför tahsis edildi. Musul Konsolosu Tufan Yılmaz “vize yok” dedi. Ben “arkadaşlar bize güvenmez, bana resmi bir yazı ver” dedim, yanaşmadılar. O halde Cevazat Amirliği’ne gitmek istediğimi söyleyince ofis müdürü Irak Ziraat Bankası’nın izin vermeyeceğini belirtti. Israr edince randevu için 3 gün izin istedi. 3 gün sonra Cevazat’a gitmemize gerek kalmadan vize izni geldi. İlk grup için 140 kişi için çıkış izni aldık. Bu grupla ben de geldim.
Şirket iş makinalarının güvenliği için 500 kadar işçiyi iki kat maaşla satın almış. Kalanlar Türkiye’ye gelmek için tekrar ayaklanmak zorunda kalmışlar. Bir kısmı dağlara kaçarak, “asker gelir” korkusuyla dağda yatmışlar. Onlardan 4 kişiyi akrep ısırmış. Bir kısım arkadaş Irak Konsolosluğu’na sığınmış. Sonra onlar da Türkiye’ye gelmişler. Kalanların akıbetleri belli değil. Kalanlara “Kendi isteğimizle kalıyoruz. Başımıza gelenlerden şirket sorumlu değildir.” diye bir belge imzalatıldı.
Geçen hafta Türkiye’ye geldik. Savaş şartları nedeniyle gasp edilmiş haklarımızı almak ve Irak’taki durumu protesto etmek için birlikte basın toplantısı yaptık. ENKA yetkilileri bizimle görüşmedi. Basın toplantısına gelen gazeteler günlük basında bize hiç yer vermediler. Onları da ayrıca protesto ediyorum.”
Savaş-zede işçiler memleketlerine döndüler. Bize de Türkiye-Irak ilişkileri ne kadar gerginleşirse gerginleşsin, Türkiyeli patronların Irak hükümeti tarafından nasıl desteklendiğini en açık bir biçimiyle kanıtladılar. Tabii savaşın faturasının kimlere ödetildiğini de…


12 Eylül faşizmi yurt dışında nefretle protesto edildi
Coşkulu ve mücadeleci göstericiler haykırdı:
Kahrolsun Faşist Diktatörlük!

12 Eylül faşist cuntasının işbaşına gelmesinin 10. yıldönümünde, yurt dışında devrimci ve komünist örgütler, eylem birlikleri oluşturup protesto eylemleri düzenlediler.
Tüm Avrupa çapında oluşturulan eylem birlikleri sırasında faşist cuntanın başa gelişi ve uygulaması bildirilerle, basın açıklamalarıyla, toplana ve seminerlerle teşhir edildi. F. Almanya’da düzenlenen ve en büyük gösteri olarak nitelendirilen Köln’deki merkezi yürüyüş, coşkulu ve mücadeleci geçti.
Günün ilk saatlerinde tüm Almanya’nın köylerinden kentlerinden gelen çocuk, kadın, genç, Kürt, Türk ve Alman göstericiler tüm yürüyüş boyunca sloganlarla faşist diktatörlüğe karşı, Ortadoğu’daki savaş hazırlıklarına ve emperyalistlerin Arap halklarına yönelik yeni saldırı ve yok etme planlarına karşı ve özel olarak da Kürt halkına karşı girişilen katliamlara, teröre karşı nefretlerini haykırdılar. Yürüyüş sonunda düzenlenen mitingle ise tıklım tıklım miting alanını dolduran yürüyüşçüler, hep bir ağızdan sloganlar atarak faşist diktatörlüğün sonunun yaklaştığını ve yok olup gideceğini dile getirdiler. Almanca ve Türkçe konuşmayı TDKP örgütünün yaptığı ve daha sonra da PKK adına Kürtçe konuşmalarda, faşist diktatörlüğün artık her yönden çözümsüzlük içinde olduğu ve Türkiye’nin devrime aday bir ülke olduğu vurgulandı. Korku ve yılgınlık çemberinin kırıldığı, özellikle 1 Mayıs eylemleriyle militan ve kitlesel mücadelelerin gündemde olduğu ve işçilerin yanı sıra küçük üreticiler ve memurların ve özellikle öğrenci gençliğin mücadelesinin yükseldiği ve dişiyle tırnağıyla koparıp alacağından emin bir tavırla kavgaya atıldığı vurgulandı.
Türkiye’de gericiliğin ve işbirlikçilerinin kendi ifadeleriyle “son Türk devleti” başka Türk halkı olmak üzere tüm emekçilerin, çalışanların baş düşmanı olduğu, barbarlığın ve zulmün temsilcisi olduğu ileri sürülen konuşmalarda, bu devletin, bu rejimin yıkılmayı hak ettiği ve gerçekten de “son” olmasının gerekliği ileri sürülen konuşmalardan başka, ayrıca cuntanın Botan’da gömüldüğü ve faşist diktatörlüğün ise gelecekteki büyük mücadelelerle yok edileceğini dile getiren konuşmaların yanı sıra kültürel program da sunuldu ve çeşitli yörelerden halk oyunlarının yanı sıra demokrat ve devrimci ozanlar da devrimci türküler söylediler.
8 Eylül’de Köln’de düzenlenen ve 10.000’i aşkın kitlenin katıldığı bu yürüyüş ve mitingin, çeşitli Alman örgütlerince de desteklendiği gözlendi. Köln’deki yürüyüş platformuna değişik gerekçeler göstererek katılmayan diğer geriye kalan Türkiyeli beş örgütün yine aynı gün fakat Duisburg kentinde düzenledikleri yürüyüşe ise yaklaşık 1500 kişi katıldı. Bu merkezi yürüyüşün dışında birçok kentte ve Almanya dışındaki diğer ülkelerde de toplantılar, yürüyüşler ve çeşitli protesto eylemleriyle 12 Eylül faşizmi lanetlendi.

12 Eylül faşizmine lanet!
12 Eylül askeri faşist cuntasının 10. yıldönümünde, Avrupa çapındaki merkezi olarak oluşturulan platforma bağlı bir şekilde Londra’da kitlesel yürüyüş ile protesto edildi. Londra’da faaliyetleri olan birçok “sol” örgüt ve gruba çağrı yapılmasına rağmen, sadece TDKP, PKK, D. Partizan, MLSP-B’nin taraftarları yürüyüş günü hazır bulunarak kitlesel ve militan ruhla faşist cunta 10. yılında lanetlendi. Diğer “keskin”, “sol” Aradan on yıl geçtiğini bu nedenle kitlelerin olayı artık unuttuğunu, her yıl bunu yürüyüşle protesto etmenin anlamsızlığını vs. vs. vurgulayan bu sapmacıların bir kısmı, bir bildiri dahi kaleme almadı.
8 Eylül cumartesi günü, Almanya’nın Köln şehrinde, yapılan yürüyüş ile birlikte aynı gün, Londra’nın en işlek ve kalabalık caddesi olan Harıngey ve Woodgreen’de de yığınsal yürüyüşün yapılması, düşman cuntaya olan kin ve mücadele azminin bir kez daha bilenmesine ve kitleleri sokaklara ve militan canlı eylemlere seferber etmede araç oldu. Yürüyüş esnasında yüzlerce Türkiyeli ve T. Kürdistanlı işçi emekçi 12 Eylül kanlı faşizmini lanetledi.
S. K. Bilen

İnsan Hakları Derneği İstanbul Kongresi’ni muhalefet kazandı
30 Eylül Pazar günü Ortaköy Kültür Merkezi Sinema Salonu’nda yapılan kongreye 343 üye katıldı. Eski yönetime muhalefet eden ve çeşitli eğilimlerden oluşan liste oylamayı 194’e 140 gibi açık bir farkla kazandı.
Çok tartışmalı geçen kongre boyunca eski yönetimi savunan ve eski yönetimce önerilen listenin aday ve destekleyicileri, yönetime aday olan yeni liste içinde yer alanları İHD’yi örgütlerin (yasadışı örgütler kastediliyor) çekişme alanı haline getirerek kapattırmak istemekle suçladılar. Bu suçlama sonuçta öyle bir hale geldi ki, muhalif listeyi destekleyen herkes, yasadışı örgüt üyesi oldu çıktı. İHD’nin ilk kurucularından olan ve muhalefetin listesinde yer alan Leman Fırtına yaptığı konuşmada: “Ben şimdiye kadar cezaevi kapılarında çile çeker ve mücadele ederken, insan hakları için yönetimin her söylediğini canla başla yerine getirmeye çalışırken ve üstelik Genel Merkez’de İstanbul Temsilcisi iken tehlikeli değildim, şimdi mi tehlikeli oldum?” diye tepkisini dile getirdi.
Devrim etkenlerinin yavaş yavaş yükselmesine bağlı olarak toplumun her kesiminde hissedilmeye başlayan radikalleşme, İHD’nin tabanının yönetimi değiştirmek ve yerine daha mücadeleci bir anlayışı savunan unsurları getirmek istemesinde de kendini gösterdi. Denebilir ki kongre öncesi tartışmalar ve kongre günü izlenen çekişmelerin kısa özeti devrim mi reform mu tartışması oldu. Radikal bir insan hakları mücadelesi mi, yoksa egemen sınıfların kabul edebileceği bir mücadele mi. Yönetimi alan yeni listenin en sık sorduğu soru bu oldu.
Eski yönetimin İHD’yi örgütlerin çekişme alanı haline getirmek biçimindeki suçlamasının gerçek amacının, bir takım önyargıları kullanarak muhalefeti etkisizleştirmek olduğu yapılan tartışmalarda da açıkça görüldü. Eski yönetimi destekleyenler çoğunlukla, muhalefeti, insan hakları konusunda esnek bir mücadele yolu sürdürmeyi bilmemekle, mücadelenin çeşitli yöntemlerini kullanmakta usta olmamakla ve yöneticilerinden direktif alarak hareket etmekle suçladı.
Muhalefet bu suçlamalar karşısında geri adım atmadı ve kendini savunma tutumu içine girmedi. Toplumda hiçbir bireyin politika ve örgütlerden bağımsız olmadığı gerçeğinden hareketle, insan hakları mücadelesine katılan herkesin de zaten politik olduğu ve şu ya da bu biçimde örgütlerle ilişki içinde bulunduğu görüşünü savundu. Önemli olanın Türkiye’de yaşanan insan hakları ihlallerine karşı radikal bir mücadelenin geliştirilmesi olduğunu, eski yönetimin hatasının radikalizmden korkmak olduğunu aşılması gereken şeyin pasif ve devletle çatışmaya girmekten çekinen anlayışların aşılması olduğunu vurgulayan muhalefet temsilcileri büyük bir coşku ile alkışlandılar.
Genel olarak olgun bir hava içinde geçen kongre tartışmalarından sonra seçime geçildi.
Daha sonra kendi içinde bir toplantı yapan yeni yönetim kurulu İHD İstanbul Şubesi Yönetim Kurulu Başkanlığı’na Avukat Ercan Kanar, Sekreterliğe Ayşenur Arslan, Mali Sekreterliğe Ayşenur Zarakolu getirildiler.

PERDECİ- Mehmet ESATOĞLU
Eski Diktatörün Kemikleri

“15 Eylül akşamı. Sarayburnu. Bir gemi.
Perdeci Gülhane Parkı’nın yüksek saray duvarlarından birine doğru yaklaşırken duvarın alt ucunda oturan birini gördü. Tanıdı. Sessizce yanına yaklaştı. Hafif bir fısıltıyla “Affedersiniz yaşlı moruklar bu duvara mı tünüyorlar?” Kır saçlı yaşlı bir işçi yüzü döndü. “Ooo Perdeci, dostum merhaba. Gel otur, kaçırma bu oyunu tam senlik.” Perdeci hafif bir sıçrayışla duvara çıktı, gemiyi göstererek “Kutsal kemik avcıları, büyük aile ve devlet dramı, üç perde gel vatandaş kaçırma bu oyunu”. Gülerek yaşlı işçinin yanına oturdu. “Ne dersin bulabilecekler mi kemikleri?” Yaşlı işçi sigarasından derin bir nefes çekti gözlerini kısarak gemiye baktı. “Biraz zor. Tarih bu, gömdü mü derine gömüyor. Gerçi sıradan bir kemik değil aradıkları eski bir diktatöre ve bakan arkadaşlarına ait Hey gidi kara gözlüklü diktatör. Seçimle seçildi, giderek her gün biraz daha diktatörleşti.”
Perdeci “Gazete ilanını gördün mü? Kutsal kemikler için bir gemi tutulmuştur. Gece 22’de kalkacak. Ertesi gün kemikler aranacak. Öbürsü gün bando mızıkayla anıtlanacak.”
Yaşlı işçi “Bak bak, toplanmaya başladılar yavaş yavaş. Hey gidi hey, 30 yıl öncenin yönetenleri. Tüh gözlere bak tanıyamıyorum”. Perdeci elini iç cebine attı “Bir dakika efendim, madem lüküs locada oturuyorsunuz, size tiyatromuzun ikramı bir adet tiyatro dürbünü sunalım. Yaşlı işçi “Ooo lüküs tarife… teşekkür ederim.” Perdeci “Ayarlayabildiniz mi gözünüze göre? Tanıyabildiniz mi sizi 30 yıl önce düzenleri, pardon idare edenleri?”
Yaşlı işçi “Hımmm… Oooo… son model renk renk marka marka otomobiller. Son model otomobillerden ‘Otomobil uçar gider’ devrinden kalma yöneticiler iniyorlar. Koyu renk giymişler. Ooo hoş geldiniz beyefendi: Arz-ı hürmet ederim. Beni tanıdınız mı? Ben naçiz kulunuz. Sultanahmet Meydanı’nda toplanan ‘Grev!’ diye haykıran 200.000 ameleden biri. Hala yaşıyorum. Sizler de yaşıyorsunuz. Tarih önümüzden akıp gidiyor. Eee ne demişler, herkes kendi sınıfına. Şuraya bak Perdeci, onlar da benim gibi yıpranmışlar, saçlarında, omuzlarında 60 yılın hatta 70 yılın yorgunluğu. Düşmemeye çalışan boksörler gibi sarılıyorlar birbirlerine. Burunlarını siliyorlar koca mendillerle. İşe bak 30 yıl önce manşettiler. Sonra unutuldular.
Unutulmak… anımsanmamak… yok sayılmak… yıllar sonra bir gün yeniden gündeme gelmek. Yaşamıyorsan, nasıl yazarlarsa, öyle gündeme gelmek. Günahlar… sevaplar… Ama üzülme. Senin günahlarının izinden yürüyenler varsa sana bir kıyak yapabilirler.”
“Eski diktatörün, Amerikancı yollarından gidenler şöyle anımsıyorlar onu:
“İlk defa duyuyorum sesini’ dedi eşim… Ne garip… Ben de otuz yıl sonra yeniden…
29 Nisan akşamı yaptığı radyo konuşması galiba… Araya bol Osmanlıca laflar katıyor gene… Azıcık “kırık’ bir ses bu, hatırlıyorum, o zaman düşmanları çirkin yakıştırmalar yaparlardı… Oysa kadınlar da bayılırlardı ona… Kara gözlüklerini, ‘hilal’ kaşlarını, ceketinin yeninden beş parmak taşan ‘Frenk gömleğini’ hatırlıyorum, altın düğmeli… Onu çok severdim. Evde herkes koyu Halk Partili, İsmet Paşacı’ olduğu için de, onu sevdiğimden dolayı benimle dalga geçerlerdi. Eşim, onun sesini ilk kez duyuyor… Öyle ya, ihtilalde bir, asıldığında iki yaşındaymış… Şimdi koskoca kadın. Vay canına, ihtilalden bu yana otuz, idamlardan beri yirmi dokuz yıl be sahi.
Ve Adnan Menderes’in sesi yeniden duyuldu… Bizler için yeniden, ‘gençler’ için ilk kez. Ya biz ne yaptık Adnan Bey? Biz ne halt ettik beyefendi? Otuz yıl sonra mı dank edecekti kafamıza?”
Perdeci “Aynı nostaljiyi sürdüreyim mi? O günlerin moda şarkısı ‘I Found My Love in Portofino’yu anımsar mısın? Fonda, dalga-dalga-dalga sesleri. O caaanım Ada vapuru. İstanbul’umuzu kırolar işgal etmemiş. Ah… ah… vah… ah, ah…
Yaşlı işçi “Biliyor musun, bu satırların yazarı bir gazeteci. Böyle anımsamamızı istiyor eski diktatörü. Yüreğimize nostaljik fiskeler atarak. Diktatörün günahlarını bilmezden geliyor. Ben biliyorum. Ben Sultanahmet Meydanı’nda 200.000’den biri… Övdüğü adam döneminde gazetecilerin başı beladan kurtulmadı. Cezaevinde gazetecilerin yattığı bölüme kalabalıklığından ‘Hilton’ denirdi. Önünde uzayan koridora da ‘Adnan Menderes Bulvarı’. Çok severdi yazarları rahmetli. Yazdıklarına ispat hakkı bile tanımadan tıkıverirdi zindanlara.
Yasaklar dizilirdi alt alta.
– Halkı heyecanlandıracak haber YASAK
– Hükümeti tenkit etmek YASAK
– Yokluk, pahalılık haberleri YASAK
12 dergi gazete ve basım evini kapatan ‘6 aydan fazla ceza alan gazeteci gazetecilik yapamaz’ diye 1954’te yasa çıkaran birine ağıt yakmaya utanmıyor.
Sarayburnu’nda kıyıda alkışlar ve bağrışmalar duydular. Şık bir araba durdu. Flaşlar patladı. Eski diktatörün oğlu gemiye doğru yürüdü. Bir an durdu. Yüzlerine baktı. Eski yöneticilerin yüzlerine. İktidarın bütün nimetlerini paylaşırken babasıyla birlikte davranmış, ama sehpaya götürülürken seslerini çıkarmamışlardı. Eski diktatörün oğlunun bakışlarında hiçbir sevecenlik yoktu. ‘Dava arkadaştan’ 80’Ierde zindanlarda en ağır işkenceler altında olmalarına rağmen arkadaşlarının asılmasına tavır koyan 20’lik gençler kadar olamamıştılar!
Yürüdü eski diktatörün oğlu. Ailede intihar ve ölümlerden sonra adeta tek başına kalmıştı. Yürüdü, 30 yıl sonra babasından bin kat daha teslimiyetçi, emperyalist beylerden telefonla emir alarak işleri yöneten bir yönetim tarafından alınan kararlarla kutsanan eski diktatör babasının kemiklerini almaya.
Gemi, gece 22’de eski diktatör ve arkadaşlarının gömülü bulunduğu İmralı Adası’na doğru yola çıkacaktı.
Eski diktatörün oğlu güverteye çıktı. Babası-vari bir bakışla çevresini süzmeye başladı. Eski yöneticilerden biri çekinerek yanına yaklaştı.
Yaşlı işçi elindeki dürbünü Perdeci’ye uzattı. “Dürbününüz iyi ama sesleri duyamıyorum.” Perdeci “Peki efendim, tiyatromuz size yeni bir hizmet daha sunuyor, uzaktaki görüntüleri seslendiriyor.”
Eski yönetici diyor ki: ‘Ah beyefendicim her şey hazır. 30 yıl sonra anımsadılar ama yine de Allah devlete zeval vermesin. Şimdi bandoyla hem de anıt mezara.”
Eski diktatörün oğlu sıkıntıyla başını çevirdi Topkapı Sarayı’na doğru bakmaya başladı. Eski yönetici: ‘öyle demeyin beyefendi, siyasi partilerden bir yığın teklif var.’ Eski diktatörün oğlu gözlerini Topkapı Sarayı’ndan ayırmadan “I. İnönü, II. İnönü, I. Menderes, II. Menderes.”
Garip bir yere sürüklenmeye başladık; eski, çürümüş yönetimlerin deforme olmuş yeni şekilleri üremeye başladı. 1923lerde Cumhuriyeti kurmuş bir ulusuz. Demokrasi, seçim, falan filan. 70 sene sonra I. Murat, IV Murat misali soyadına dayalı bir lider arayışı. Demokrasiyi bu kadar boğazlayınca, politikaya ambargo koyunca politik alanda insan öremiyor. Şu meclise bakın: ağzına kadar bürokrat ve general eskileriyle dolu.
Eski yönetici konuyu değiştirerek “Peki kemikler, kemikler ne olacak beyefendi? Söylentiye göre mezardan çıkarılmış sağa sola savrulmuş. Kurda kuşa yem edilmiş. Bulunamazsa koca devlet boş tabut mu taşıyacak?’
Gemi ağır ağır uzaklaştı Sarayburnu’ndan. Uğurlayıcılar gözyaşlarını silerek taksi bulma telaşıyla çevreye dağıldılar.
Perdeci “Ne dersin, bulabilecekler mi eski diktatörün kemiklerini? Bulurlarsa ayırabilecekler mi diğer asılmış bakanların kemiklerinden?
Yaşlı işçi “Diktatör bu, yapar numarasını belli eder kendini. Vardır elbet diğerlerinden ayrıcalığı, kemiklerinin bile. Adamı diktatör yaparlar mı? En çok yandığım da diktatörü 30 yıl sonra ‘Demokrasi şehidi’ ilan etmeleri. Adam kendi dışında kimseye hayat hakkı tanımamış. 1952’de Türkiye Sosyalist Partisi’ni, bir yıl sonra Millet Partisi’ni 1957’de de Kıvılcımlının Vatan Partisi’ni kapattı.
Ben bu adamları 946’larda savaşa girmeden savaşın bütün acılarını yaşamış kalabalıklara ‘Bu cigarayı size 5 guruşa içirecez’ yalanlarıyla tanıdım. ‘Hörriyet’ getireceğiz diye yırtınıyorlardı.
Tek parti iktidarında yoksulluktan inlemişlere dipçikten bıkmışlara ilaç gibi gelmişti bu yalanlar. İnandılar, desteklediler. Kimi komünist geçinenler bile aldandılar bu yalanlara. 10 küsur yıl ‘Hürriyet’ çiğnendi, katana atlarının nalları altında. ‘Astığım astık, kestiğim kestik’ yaşattılar herkese. Bir sabah tepesi atanlar,
Olur mu böyle olur mu
Kardeş kardeşi vurur mu
Kahrolası diktatörler
Bu dünya size kalır mı…     >
diye düştüler yollara. Turhan Emeksiz’ler gencecik gövdelerini siper ettiler diktatörlere.
Gemi gece yarısı yanaştı İmralı’ya. Gün ışıyınca eski diktatörün oğlu, resmi ve gayrı resmi zevat yürüdüler mezarlara. Uzaktan, çok uzaktan Yılmaz Güney’in İmralı Cezaevi’nde yatarken yetiştirdiği bir domates fidanı acı bir gülüşle baktı manzaraya.
Kazdılar toprağı uzun uzun. İki buçuk saat sonra bir kafatasına rastladılar. Diktatör kelleyi vermiş ama ağzındaki altın dişi vermemişti. O dişlen tanıdılar. Diktatörle birlikte asılan iki bakanını biri kısaydı, biri uzundu diye ölçü tutarak ayırdılar. Diktatörün kafatası mezardan çıktığında eski yöneticiler göz göze gelmemek için başlarını öne eğdiler.
Kafatası ‘Her şey yolunda mı?’ gibisinden bir bakış attı. Eski bir Demokrat Parti’li üstüne alınarak başladı anlatmaya. “Her şey kurduğunuz gibi. Her mahallede yarattığınız dışa bağımlı milyonerler oldu trilyoner ama eski diktatörlerden eser yok. Ne Şah kaldı, ne Somoza, ne de Pinochet… Hepsi kullanıldılar, atıldılar. Laf aramızda sizden yirmi yıl sonraki diktatör bile Marmaris’te garaja çekilmiş yatıyor. Devir çok değişti. Şimdi yönetenler sizin gibi çekingen davranmıyorlar. Telefonla alıyorlar emirleri Amerika’dan.
Eski diktatörün oğlu hiddetlendi bu konuşmaya. “Susun” dedi. “Susun. Burada idari işlerinizi konuşmayın. Bu bir aile meselesi” eski diktatöre döndü, “Hadi baba sen de gir tabuta. 30 yıl sonra seni yeniden gömeceğiz, bu kez bir anıta.”
Kafatası “Peki susuyorum. Yeniden giriyorum tabuta. Yalnız bir dileğim var. Kollayın girmesin tören sırasında alana. “Eski yöneticiler ‘Kim?’ diye sordular. Kafatası “Kore’de ölen o yedek subay. Duyuyorum sesini hala peşimde.”
Kemikler toplandılar, patiskalara sarıldılar, yerleştirildiler tahta tabutlara. Gemi yeniden yanaşırken Sarayburnu’na “Devlet bir gün, 30 yıl sonra” başlamak üzereydi.
Birbirine az şovenler, uz sevenler durdular, toplandılar aynı kutsal safta buyurun 30 yıl sonra yeniden cenaze namazına.
Kutsal ilahiler yükselirken dalga dalga, protokol müdürü elindeki protokol listesini son kez gözden geçiriyordu.
Amerika’dan telefonla emirleri alan beyefendi ve eşi en başta, aldığı emirleri ilettiği beyler arka rafta. Protokol böyleydi ama dinleyen kim. Herkes eski diktatörün kemiklerine yakın olmak için itişiyordu.
Telefonla emirleri alan beyefendi öfkelendi bu iliş kakışa kentin emniyet müdürünü çağırdı. Müdür ağlayarak geldi. Bir partinin milletvekili dövmüştü onu. Gencecik üniversitelilere, ekmek peşinde koşan işçilere memurlara aslan kesilen müdürcük, Bursalı işadamı bir milletvekili tarafından tartaklanmış ve sesini çıkaramamıştı.
Yürüdüler bando eşliğinde eski diktatör ve arkadaşlarının anıt mezarına. Resmi zevat toplanırken anıtın civarında beyefendi açıklama yapıyordu kendi yandaşı gazetecilere:
Duvarlar yıkılıyor. Dünya değişiyor. Soğuk savaş kalmadı. Tamam, anladık iş bununla kalmıyor ki. Bize de bastırıyorlar. Siz de yapın bir şeyler. Oturup düşündük cezaevinde yatan binlerce genci dışarı salsak bize yeniden kafa tutabilirler. Bin yıl ceza verdiğimiz gazetecileri bağışlasak yeniden aleyhimize yazabilirler. Dünyaya ayak uydurmak için biz de arayıp tarayıp eskiden asılmış diktatör kemikleri bulduk. Onları bağışladık. Dünya değişiyor diye taviz mi verelim yani?”
Kemikler anıta yerleştirilirken beyefendiden demeci kapan manşetler haykırdılar: Anıt.. Anıtlaşma… Anıllaştılar…
Kalabalık dağılmaya başlamıştı. Yaşlı işçi ile Perdeci kol kola yürüyorlardı. Yaşlı işçi, hadi bir kez daha okuyup şu şiiri eski diktatörün ruhunu titretsene! “Kaç yılında yazmıştı Nazım?” Perdeci “1959. Diktatörün asılısından bir yıl önce. Şiiri okurum da ya 1990’da gençlerimizi Arap çöllerine sürmeye kalkışanlar üstüne alınırsa?”

KORE’DE ÖLEN BİR YEDEK SUBAYIMIZIN MENDERES’E SÖYLEDİKLERİ
DİYET

Gözlerinizin ikisi de yerinde, Adnan Bey,
iki gözünüzle bakarsınız,
iki kurnaz
iki hayın
ve zeytin yağlı iki gözünüzle
bakarsınız kürsüden Meclise kibirli kibirli
ve topraklarına çiftliklerinizin
ve çek defterinize
Ellerinizin ikisi de yerinde, Adnan Bey,
iki elinizle okşarsınız,
iki tombul,
iki ak,
vıcık vıcık terli iki elinizle
okşarsınız pomadlı saçlarınızı,
dövizlerinizi,
ve memelerini metreslerinizin
iki bacağınızın ikisi de yerinde, Adnan Bey,
iki bacağınız taşır geniş kalçalarınızı,
iki bacağınızla çıkarsınız huzuruna Eisenhower’in,
ve bütün kaygınız
iki bacağınızın arkadan birleştiği yeri
halkın tekmesinden korumaktır.
Benim gözlerimin ikisi de yok.
Benim ellerimin ikisi de yok.
Benim bacaklarımın ikisi de yok.
Ben yokum.
Beni, Üniversiteli yedek subayı,
Kore’de harcadınız Adnan Bey.
Elleriniz itti beni ölüme,
vıcık vıcık terli, tombul elleriniz.
Gözleriniz şöyle bir baktı arkadan
ve ben al kan içinde ölürken
çığlığımı duymanız için
kaçırdı sizi bacaklarınız arabanıza bindirip
Ama ben peşinizdeyim, Adnan Bey,
ölüler otomobilden hızlı gider,
kör gözlerim,
kopuk ellerim,
kesik bacaklarımla peşinizdeyim.
Diyetimi istiyorum Adnan Bey,
göze göz,
ele el,
bacağa bacak,
diyetimi istiyorum,
alacağım da.
(25 Haziran 1959)

EYLÜL’LE BİRLİKTE ÇOK ŞEYE TANIK OLDUK
Toplu tutuklamalardan katliamlara…
İnsanlık dışı işkencelere…
İşkencede katledilenlere…
Sokaklarda dağlarda sorgusuz sualsiz kurşuna dizilenlere…
17 yaşında idam sehpasında bile devrimci onuru ayakta tutan gençlere…
Diktatörlüğün her türlü baskısına cezaevlerinde bile boyun eğmeyenlere…
VE BİRDE:
Diktatörlüğün yıllardır cezaevlerinde uyguladığı baskı, kişiliksizleştirme ve işkence politikasına (bugün de bu değişik biçimleriyle devam etmektedir.) karşı mücadele içerisinde hastalanan tutsakların tedavi edilmemeleri, tedavilerinin savsaklanması sonucunda sessiz ‘infaz’ yoluna gidilenlere…
Yani sessiz ‘infaz’lara tanık olduk/olmaktayız. Adil CAN, Eşref DURSUN, İnkilap DAL ve geçtiğimiz ay yitirdiğimiz Feremez AYDIN bunun örnekleridir.
‘Asmayalım da besleyelim mi?’ mantığının devamıdır bu politika. Şimdi de bu sessiz ‘infazlara bir yıldır kara kanser hastalığıyla yaşama mücadelesi veren Sedat KARAAĞAÇ’la bir yenisi daha eklenmek istenmektedir.
Geçtiğimiz yıl açlığımızın 35. gününde EÖTC’den Aydın E tipine yaptığımız ‘kanlı sürgün’ sırasında yapılan işkenceler sonucunda iki arkadaşımızı katledip, yüzlercesini yaralarken; Sedat da yerde sürüklenmesi sonucu et beninin kopmasıyla kara kansere yakalandı.
On yıldır tutsak olan Sedat’ın hastalığının tespit edildiği Kasım 89’dan bugüne tedavi savsaklanmaktadır. Bu nedenle de hastalığı daha da artmıştır. Gerekli tedaviyi görmese üç yıllık bir ömrü kalmıştır. Bu da kalan cezası ile eşittir.
Ve Sedat’a HTF Onkoloji Kliniği 27.07.90 tarihinde; “… Hapis cezasının infazı halinde hayati tehlike vardır.” rapor vermesine ve gerektiği yasalara rağmen bırakılmayarak savsaklanma yoluna gidilmektedir.
Sedat için yaşadığı her saniyenin kurtuluşu için çok değerli olmasına rağmen, bu son yaşama şansı da elinden alınarak sessiz infaz yoluna gidilmektedir.
Bu ne ilktir ne de son olacaktır.
Egemenlerin bu politikasını boşa çıkartmak ve Sedat’ı yaşatmak, tüm ilerici demokrat ve devrimci kamuoyunun duyarlığı ve ilgisiyle olacaktır. Bu nedenle tüm ilgili kamuoyunu Sedat’ı yaşatmak ve yeni bir sessiz infaza/infazlara son vermek için aktif desteği sağlıyoruz.
Aydın E Tipi Cezaevinden 2. Koğuş tutukluları

KİTLE SENDİKACILIĞI MI? YOKSA TABELA SENDİKASI MI?
(…)
Sendikal mücadeleyi boğmaya çalışan bir dizi karmaşık çalışmaların sahnelendiğini görmemek mümkün değildir. Yasal engellemeler yapılıyor, üstten örgütlenme yapılıyor ve bizleri yanlış yola kanalize eden, küçümseyici, fırsatçı, grupçu, komplocu bir sendika ağalığı temelinde yürüyen çalışmalar var. Emekçileri hor gören bu gibi faaliyetler kitlesel çalışmalar önünde olan barikatlardır. Bu bağlamda eğitimcilerin çalışmaları iki iradeye yansımış bulunmaktadır.
Birincisi, hiçbir kitle temeli olmayan, tepeden tabana doğru, tabanın söz ve iradesini dikkate almadan kurulan ve tüzel kişilik kazanan Eğitim İş’in ağalık anlayışı. İkincisi ise tam bunun tersi olan kitlenin örgütlenme temeline dayanan, kitlenin söz ve kararları doğrultusundan yürüyerek örgütlü kitle sendikacılığını hedefleyen EGİT-SEN’in anlayışıdır. Bu iki anlayıştan doğrusu ikincisidir. Yani EGİT-SEN’in anlayışıdır.
Bu önemli aşamada Eğitim İş’in göstermelik sendikasını reddetmeliyiz. Onların çalışmasına katılmamalı ve desteklememeliyiz. Merdivenin ilk basamağında olan bu i çalışmaların iyi bir temele oturtulması gerekiyor.
(…)
Grevsiz bir sendikanın ne dereceye kadar haklarımızı alabileceğini siz ve eğitim emekçilerinin objektif değerlendirmesine bırakıyoruz. Grevli toplusözleşmeli sendika hakkını almayı başarmak tabanın ve eğitim emekçilerinin görevidir. Kitlelerin hakları ve talepleri, bunların kullanılması örgütlü bir mücadeleyi gerektirir.     Eğitim İş’in yaptığı aceleci ve fırsatçı bir iştir. Haklarımızı gasp etmeye örgütlü sendika mücadele çalışmalarımızı yok etmeye yönelik bu oyunlara biz eğitim emekçileri olarak razı olamayız.
Gerçek değerde bir sendikaya erişmek istiyorsak kitle tabanında birleşmeliyiz, örgütlenmeliyiz. Bu çalışmalar her demokrat, ilerici, devrimci ve emekçinin görevidir. Örgütlü bir kitle sendikacılığı anlayışıyla bütünleşmeli ve sendikal haklarımızı almalıyız. Savaş görmeyen ve savaşa gitmeyen “Zafer Kahramanları” gibi onları tek başına bırakmalıyız.
Eğitim- İş kurucu ve geçici yönetim kurulu üyesi Ayhan Sarıhan, 12 Eylül dönemine telgrafla övgüler dizen kimsedir. Bu şahsın Öğretmen Dünyası dergisi yazı kurulu adına yazdığı yazıda “Sayın Kenan Evren, Genelkurmay Başkanı ve Milli Güvenlik Konseyi Başkanı) öğretmenlerin can güvenliği, öğrenim özgürlüğü ve okullarımızda huzurlu bir eğitim için, devletin alacağı bütün tedbirleri candan destekleyeceğiz…” şeklindeki övgüleri ibret vericidir. Bu kişiliğe ve niteliğe sahip bir kişinin sendika için görev alması gerçek bir sendika ciddiyeti ile ne derece bağdaşır. Bu ve buna benzer kimseler bizi temsil edemez.
Hepimiz biliyoruz geçmişte öğretmenlerin sahip olduğu Türkiye Öğretmenler Sendikası (TÖS) vardı. Ama hiçbir hak ve isteme sahip değildi.
Eğitim emekçileri arkadaşlarımız.
Sendikal mücadelemizi EĞİT-SEN içinde bütünleştirerek sürdürmeliyiz. Çalışmalarımızı bulunduğumuz bölgenin geniş öğretmen tabanına yaymalıyız. Kitlelerin mücadele yönelimleri üzerine sendika çalışmalarımızı oturtarak sürdürmeliyiz. Ancak grevli, toplu iş sözleşmeli direniş boykot haklarımızla ilgili kazanım ve istemlerimizi böyle, örgütlü bir çalışmayla kazanabiliriz. Gerisi hayal.
Adana’dan bir gurup öğretmen.

SAVAŞ OYUNLARI -1
Vatansever Coriolanus!
Aynur SARICA

Gündemde hala savaş var. Yüzyıllar boyunca insanoğlu kendi eliyle doğal olmayan afetler yaratıyor. Şehirler yıkılıyor, yapılıyor. Haritalar düzenleniyor. Anlaşmalar yapılıyor. Ancak hiçbiri (savaşlar ne idüğü belirsiz nedenlerde değil idüğü belli edenlerle yapılıyor) ne idüğü belirsiz nedenlerle cepheye gönderilenleri, bombardımanlarda can verenleri geri getirmiyor.
Kapitalistlerin ve emperyalistlerin dünyayı paylaşma yarışı, emperyalizm ve kapitalizm dünya yüzünde var oldukça sürecek. Bu sürece yeni oyunlar, yeni romanlar, filmler tanıklık edecek. Tıpkı bugüne kadar ettiği gibi. Ancak emperyalistlerin savaş oyunlarına karşılık bizim de savaş oyunlarımız var. Tiyatro yazarlarının yüzyılların mirasını aktardıkları savaş üzerine yazılmış onlarca oyun. Gün gelip özgürlüklerin dünyası kurulduğunda sadece sahnede yaşayacak olan savaş oyunları. Şimdilik ise, bir-iki ay dergimizi “işgal” etmekle yetinecekler.
İlk savaş oyunumuz, Shakespeare’nin aristokrasi ile sıkı bir hesaplaşmayı sergilediği Coriolanus. Bir kahraman, bir vatansever, yiğit asker Coriolanus!
Evet, buyurun savaş oyunlarına!

William Shakespeare, 1600’lü yılların başında insanlığa armağan ettiği oyunlarına bir yenisini ekler; Coriolanus. Shakespeare Romalıların savaş öykülerine dayanarak yazdığı bu oyunda, ağırlıklı olarak pek çok oyununda işlediği iktidar temasının yanışını savaşı da işler. Bununla birlikte savaş, Shakespeare’e -ve bize- göre bir sonuçtur. Bu yüzden savaş teması çok da ön plana çıkmaz. Savaşın arkasındaki siyasi ilişkileri irdeler Shakespeare. Bu ilişki biçimlerini tartışmadan önce, oyunu kısaca özetleyelim ve Shakespeare’in iğne oyası gibi işlenmiş oyununu deşmeye başlayalım.
Oyunun başkişisi Coriolanus tartışılmaz bir yiğit askerdir. Adını bile savaşta kazandığı ve Roma topraklarına kattığı şehirden almıştır. Corioli şehrini ele geçirmedeki büyük gayretlerinden dolayı Roma Senatosu Caisus Marcius olan adının sonuna Coriolanus ismini de ekleyerek onu onurlandırır. Halka küstah davranan, halk ayaklanmalarına karşı kesin şiddet uygulanmasından yana olan Coriolanus, Senato’daki halk temsilcilerinin halkı yönlendirmesiyle Roma’dan sürülür. Buna karşılık ne yapsa beğenirsiniz? Vatansever Coriolanus kısa bir süre önce Corioli şehrini elinden aldığı düşmanı (!) Volsyalı General Aufidius’la birleşerek ülkesi Roma’ya savaş açar. Ama bu zalim askerin de insani buyanı vardır (!) ve annesinin yakarmaları üzerine savaştan (daha doğrusu Roma’yı işgalden) vazgeçer. Bunu da Aufıdius kendine yediremez ve Coriolanus’u öldürür. Bir tragedya da böylece sona erer.
Geçmiş zaman olur ki! …
Oyunun geçtiği tarihsel dönemde, Roma’da devlet üç koldan sıkıntıdadır. Birincisi, bir iç ayaklanma gündemdedir. İkincisi, Roma devletinin ulusal çıkarları söz konusudur. Komşu devlet Volsya’dan bir saldırı haberi gelmiştir. Üçüncüsü Senato içi huzursuzluk yaşanmaktadır. Ancak bu üçüncü madde diğer ikisine bağımlı olarak belirir. Senato sorunları çözümü konusunda anlaşamamaktadır. Oyun bu sacayağı üzerine inşa edilmiştir.
Yaklaşmakta olan savaş Senato üyelerini telaşlandırır. Romalı yoksul pleblerin ayak bağı olmamaları için Senato’da temsilci bulundurma hakkı verilir. Brecht Coriolanus oyunu üzerine yapılan bir konuşmada bu durumu şöyle formüle ediyor “Halk tribünlüğü, savaşın çıkışı yüzünden kurulan bir makamdır. Ama yine aynı savaş, Patricilerin (ve halk düşmanı Marcius’un) kumandayı ele almalarına yol açmıştır.”
Senato’daki görüş ayrılıkları da bu nokta da başlar. Coriolanus ayaklanmanın bastırılması için kesin sertlik yanlısıdır. Senato’ya halk temsilcisi alınmasına karşı çıkar. Savaş tehlikesi bile, halkına açtığı savaşı ertelemesini sağlayamaz. Görüşlerini şöyle dile getirir: “Ayaktakımı şehrin damlarını başıma geçirse bile ben gene bunu kabul etmezdim. Ancak zamanla güçleri artacak. Ayaklanmak için daha büyük bahaneler bulacaklar.”
Coriolanus’un yaklaşımına şaşmamak gerekir. O, bu tutumuyla asıl düşmanını yoksul pleb sınıfı olduğunu dile getirir. Üzerine yürüyen Volsya ordusu Coriolanus için tali bir düşmandır. Coriolanus’un ve temsilcisi olduğu aristokrasinin temel çelişkisi halkladır. Bu anlamda Coriolanus kendi sınıfı için en doğru görüşü öne sürerek pleblere zor kullanılmasını ister. Endişelerinde haklıdır. Gerçekten de pleblerin ayaklanmak için çok daha büyük ve haklı gerekçeleri olacak ve Coriolanus’u yok edeceklerdir.
Coriolanus’un aksine pleblerin sınıf bilinci çok daha az gelişmiştir. Coriolanus ve Senato buğday fiyatlarını indirerek hafin açlığa mahkûm ederler. Vatandaşlardan biri şöyle der. “Bize fukara vatandaş diyorlar, patrisyenlere zengin. Güçlülerin artıkları bile bize nefes aldırabilir. Arlıklar çürümeden verilseydi insanca davranıyorlar diyebilirdik. Fakat onlar bizi fazladan masraf olarak görüyorlar. Bizim sefaletimiz onların bolluğu. Çektiğimiz sıkıntı onlar için bir kazanç. Onun için kaburgalarımız çıkmadan, kollarımızda derman tükenmeden yürüyelim üstlerine. Bizi yürüten intikam duygusu değil, açlıktır. Açlık!” Bu kararlı ve sınıf bilinci taşıyan konuşmayı şu replikler izler. “Hepimiz Marciusa karşıyız”, “Baş hedefimiz o”, “Halka köpek gibi hırlıyor”, “Lanet olsun Marcius’a”
Görüldüğü gibi tüm haklılığına karşın ayaklanma yanlış bir zemindedir. Hedef Marcius olarak saptanmıştır. Coriolanus’un patrisyenlerin bir üyesi olduğunu, savaştaki kahramanlıklarının patrisyenlerin işine yaradığını ve patrisyenlerle çıkarlarının çeliştiğini bildikleri halde hedef olarak sadece Marcius’u görürler. Bu Romalı pleblerin deneyimsiz, örgütsüz ve bu nedenle de güçsüz olmalarından kaynaklanmaktadır. Shakespeare halkın bu dağınıklığını ve -çok kararlı göründüğü halde- kararsızlığını eleştirir. Yukarıda da alıntı yaptığımız Coriolanus üzerine konuşmada Helene Weigel, bu hususta şunları söylüyor: “Kararlılık bu denli özenle vurgulandığı zaman, bu, insanın kararsız, hem de fok kararsız olduğu anlamına gelir.” Pleblerin kararsızlığına bir örnek: Coriolanus’a bu denli düşman olan halk konsül seçimi sırasında isteksiz de olsa ona oy verir. Daha sonra aynı kişiler seçtikleri halk temsilcilerinin açıklamaları üzerine oylarını geri alırlar ve Coriolanus’un konsüllüğünü onaylamazlar. Oysa oy vermelerinin üzerinden daha 24 saat bile geçmemiştir.
Bu tutumu kararsızlıktan ziyade şaşkınlık sözcüğü tanımlayabilir. Evet, plebler şaşkındırlar. Coriolanus onlara bir yanıyla kötü davranır ama öbür yanıyla da “ülkeyi istiladan korur” Plebler “koruyucu Coriolanus” demagojisine deyim yerindeyse tav olurlar, iş dönüp dolaşıp onların uzun vadeli çıkarları için mi, yoksa kısa vadeli sus paylan için mi mücadele edecekleri sorusunda düğümleniyor. Eğer Romalı plebler kendilerine gösterilen Volsyalıların tahıl ambarını reddetselerdi, işte o zaman onların gerçekten doğru bir mücadele zemininde olduklarından söz edilebilirdi. Tabii, bu ayaklanmalarının haksız ve yanlış olduğu manasına gelmiyor. Aristokrasinin çöküşünü hedeflemezlerse başarılı olamayacaklarını plebler bu tarihsel dönemden yüzyıllar sonra öğrendiler. Yine Brecht’e kulak verelim: “Kanımca ezilenlerin birleşmesindeki güçlükleri iyi göremiyorsunuz. Bir kez sefaletlerine kimin yol açtığını öğrendiler mi, bu sefaletleri onları birleştirir. Bizim sefaletimiz onların zenginliğinden ileri geliyor. Ama bunun dışında sefaletler, onları birbirinden ayırabilir; bir lokma ekmeği birbirlerinin ağzından kapmak zorundadırlar çünkü insanların başkaldırmaya karar vermelerinin ne derili zor olduğunu düşünün bir kez! Başlı basma bir serüvendir bu onlar için. Yeni yolların açılmasını, yeni yollardan gidilmesini gerektiren bir serüven ve iktidarda olanlar, yalnız değildirler, kendileriyle birlikle düşünceleri de saltanat sürer. Kitleler için ayaklanma doğaldan çok doğal-dışı bir durumdur ve kitlelerin yalnızca ayaklanmanın yardımıyla kurtulabilecekleri durum ne denli kötü olursa olsun, evren üzerine yeni bir görüş bilim adamları için ne denli yorucuysa, kitleler için de ayaklanma düşüncesi o denli yorucu ve ürkütücüdür. Bu koşullar altında birleşmeye karsı çıkanlar çoğu kez daha akıllı olanlardır; ancak en akıllılar birleşme düşüncesini destekler”
Örgütsüz plebler yoksulluk karşısında, yöneticilerine karşı her an birleşebilirler. Ama onlara sınıf bilincini veren birleştirici bir örgüte sahip değillerse birleşmeleri kadar ani olarak dağılabilirler. Shakespeare’in oyununda pleblerin kararsız tutumunu bu şekilde ele almak gerekir.
Coriolanus’un kişiliği
Burjuva tiyatroları, Coriolanus gibi kişisel karakterlerin ayrıntılı işlendiği oyunları o kişinin çalkantılı yaşamına indirgeyerek “Coriolanus’un trajedisi” gibi oynarlar. Üstelik oyun kişisinin şahsına münhasır kişisel özellikleri varsa, örneğin Coriolanus gibi “kötü ve despot” olarak nitelendirilebilecek birisi ise bu olasılık çok daha güçlüdür. Ancak tarihsel bir oyun için bu çok önemli bir yanlış ve yanıltmacadır. Olaylar, bir bakarsınız ki, bir kişinin art niyetlerinden, sapkınlığından, ihtirasından kaynaklanıyormuşçasına aktarılıyor.
Bu tiyatrolar için Coriolanus oyununun “Carisus Marcius Coriolanus’un trajik hayal hikâyesi” biçiminde sergilenmesinin hiçbir sakıncası yoktur. Ayrıca Shakespeare’in devlet üzerine görüşlerinin, Roma aristokrasisine karşı halk ayaklanmalarının, vatanseverliğin simgesi gibi gösterilen savaşların hiçbir önemi yoktur burjuva tiyatrosu için. Olayların güncelle bağlantısını kurmaya da çalışmaz bu tiyatrolar. Aksine, geçmiş yaşantılar biçiminde aktarır seyirciye. “Bir zamanlar Roma’da, Coriolanus adında zalim bir asker yaşar, halkı hiç sevmezmiş” vb. yaklaşımlar burjuva tiyatrosunun gündeminden düşmez. Hatta bir de bugüne övgü düzülür, “Şükür ki o günleri yasamıyoruz artık!” gibisinden.
Kimi zaman “Kahraman Coriolanus” kimi zaman “Kahrolsun Coriolanus” denilerek yorum yapmış gibi olunur. Bunların ikisi de burjuva yaklaşımlardır özünde. “Kahraman Coriolanus” diyenler, onun cesaretini, açık sözlülüğünü savaşta gözü pekliğini göz önünde bulundurarak yorumlayacaklardır. Nitekim 1934 yılında Fransa’da Comedie-Francaise’de böyle bir uygulama sahnelenmiş. Fransa Cumhuriyeti’ne karşı bir ayaklanma girişimi içinde olan sağ kesim, Coriolanus’un, demokrasiyi baltalamaya yönelik bir yorumla sahnelenmesini sağlamış.
Öte yandan “Kahrolsun Coriolanus” demek de -her ne kadar buna katılmamak mümkün değilse de- bir başka kolaycı yaklaşımın ürünüdür. Bu yaklaşımla Coriolanus’u, Roma aristokrasisinin yarattığı ve büyüttüğü göz ardı edilerek mesele Coriolanus’un kötülüklerine indirgeniverir. Tıpkı Hitler faşizmini doğuranın Hitler’in paranoyak kişiliği olduğunun öne sürülmesi ya da bugünlerde Körfez Krizi’nin Saddam’ın diktatör kişiliğinden doğduğu gibi kaçamak ve yanlış bir yaklaşımdır bu. Toplumsal olaylar ve savaşlar psikolojiyle açıklanamaz maalesef.
Coriolanus’un öfkeli hallerine, hırsına, gururuna bakarak onun sağlıklı bir kişilik yapısına sahip olmadığını öne sürmenin yanlışlığı, onun kendi konuşmalarından çıkıyor. Devlet ve halk üzerine görüşleri tam anlamıyla kendi sınıfının sağlık ve selametini düşünen bir aristokratın sözleridir. Birkaçına kulak verelim.
“Aristokratların iktidarını kırmak istiyorlar. Buna göz yumarsanız sonunda yönetemediği gibi, yönetilmeye de hiçbir zaman razı olmayan insanlar güruhu ile bir arada yaşamak zorunda kalacaksınız.”
“Halkın suyuna gitmekle başkaldırı ve küstahlık tohumlarını senato aleyhine beslemiş oluyoruz. Geçmişle onlara taviz vererek (senatoya halk temsilcilerinin alınmasından söz ediyor) bu tohumları canlandıran biz olduk”
“İkili yönetimle hiçbir yere gidilemez. Halkın dilini derhal koparın. Koparın ki zehirli şekerleri yalamasınlar.”
Kulağa hiç de yabancı ve uzak gelmeyen bu sözlerin sahibi hastalıklı bir kişiden çok, sınıfının çıkarlarını kollayıp karşı sınıfa savaş açmış, bir kişi olabilir ancak. İşte Coriolanus budur. En halisinden bir aristokrat.
Savaş ve politika
Shakespeare, Coriolanus’un yanında bir aristokrat tipi daha çizer. Menenius Agrippa. Agrippa’nın iktidar anlayışı Coriolanus’dan farklılık arz etmese de, bu oportünist politikacı ayağını denk alacağı zamanı bilir. Siyasetiyle halka yalan görünür. Onları ürkütmekten korkar. Coriolanus’un korkusu yoktur. Ezilen halk tabakalarına olan kini, korkuyu bile hesaba katmasını engelleyecek boyuttadır.
Coriolanus’un Senato’yu şiddet kullanımına davet eden görüşleri desteksiz kalır. Örneğin oportünist senatör Agrippa destek vermeyişini şu sözlerle açıklıyor “Dönemin bu şiddetli bunalımı, Coriolanus’un halk yığınlarına boyun eğmesini gerekli kılmasaydı, ben de silah elde ortaya atılırdım.” Agrippa’nın kendisiyle ilgili olarak söylediklerinin her ne kadar gerçekle ilgisi yoksa da (Agrippa gibileri asla inandıkları görüşler uğruna mücadele verecek insanlar değildirler. Kim güçlüyse ondan yana görünerek gemilerini yürütmeye devam ederler. Böyleleri Coriolanus’lardan çok daha tehlikeli ve zavallıdırlar) doğru bir tespiti vardır, Coriolanus’un halk yığınlarına boyun eğmesi gerektiği. Coriolanus savaş ve siyaseti birbirinden ayıramaz. Her meselenin kılıçla çözülemeyeceğinin ayrımında değildir. Oysa tarihin her döneminde egemen güçler, zor kullanamadıkları anda politik oyunlara başvurmuşlardır.
Burada Coriolanus’un annesi Volumnia’nın söylediklerine kulak verelim. “Savaş ve politika birlikle yürür. Savaş koşulları yoksa orada politika uygulanır”, “Savaşta olduğun gibi gözükmemek nasıl bir şerefsizlik değilse ve amaç için her yol denenirse, neden politikada da bunu uygulamayalım? İkisi de farklı biçimde savaş değil mi?”
“İçinden geçenleri değil, dilinin ucundakileri söylemelisin. Varsın söylediklerinin gerçekle ilgisi olmasın. Bu kan dökülmemesi için şehri tatlı dille işgal etmeye benzer”
Evet, Agrippa yoksul pleblerin başına tatlı dille çöreklenmeyi önermektedir. İşte plebier bunu kavrayamazlar. Coriolanus’a duydukları nefreti, tatlı dilli Agrippa’ya duymazlar. Oysa Shakespeare’nin ustalıkla çizdiği bu iki karakter, Coriolanus ve Agrippa, bir bütünün parçalarıdır, özünde. Biri korkak ve oportünist bir politikacı, diğeri fikrini sakınmayan bir despottur. Biri sivil, öteki asker, iki aristokrat.
Agrippa’yı daha yakından tanıyabilmek için onun, oyunun açılış sahnesinde ayaklanmakta olan vatandaşlarla konuşmasından yararlanmak mümkün. Bu sahnede Agrippa, diplomatik tavrını yok etmeden, ılımlı bir edayla Roma devletinin gücünden söz ederek onları tehdit eder: “Sopalarınızı Roma devletinize kaldıracağınıza göklere vurun. Devlet sizin önüne koyacağınız engellerden çok daha güçlü on binlerce engeli ezip geçer. Evci, kalık diyorsunuz, kıtlığın sebebi Patrisyenler değildir. Kalığın sebebi takdir-i ilahidir. O halde, patrisyenlerle kapışacağınıza diz çökün yüce ilahi ile işinizi bitirin. Ah, ne yazık… Felaketin girdabına kapılmış daha kötü yerlere sürükleniyorsunuz. Devletin sizi baba gibi koruyan başlarına haksızlık etmiş olmuyor musunuz?” Bu sözleriyle vatandaşları ürkütmeyen Agrippa, mideye karşı ayaklanan organlar örneğini verir. “Bir zamanlar vücudun bütün organları mideye karşı ayaklanmışlar ve onu şöyle suçlamışlar: Mide vücudun ortasına yerleşmiş bir çukur gibi tembel ve hareketsiz. Üstelik yiyeceği de istif ediyor. Diğer organlar gibi emek harcamıyor. Diğer organlarsa görüyor, işitiyor, akıl yürütüyor; buyruk veriyor, hissediyor ve vücudun genel isteklerine hep birlikte hizmet veriyor. Mide ise şöyle demiş: Kazancını çekemeyen, başkaldıran organlarla alay ederek şöyle demiş mide, tıpkı sizin kendinize benzemeyen senatörleri kötülemeniz gibi. Mide kendine kusur bulanlar gibi atılgan değil, temkinli imiş. Şöyle demiş: Yaşamınız için tüm gıdayı benim aldığım doğru. Benimle aynı vücutta yaşayan dostlarım, bunun böyle olması gerekir. Çünkü ben vücudun deposu ve tezgâhıyım. Bildiğiniz gibi bunu kanın geçtiği yollarda vücudu/i sarayı kalbe ve merkezi olan beyne yolluyorum. Vücutta dolaylı diğer yollar aracılığıyla en güçlü sinirler ve basil damarlar gıdalarını benden alırlar. Hepinize ayrı ayrı verdiklerimi siz toplu olarak görmesiniz de ben hesabını yapar ve bilirim ki herkes ununu benden alır ve bana ancak kepek kalır. İşte Romalı senatörler bu yararlı mide, siz de ayaklanmış organlarsınız.”
Görüldüğü gibi Agrippa öncelikle ayaklananları tehdit ediyor, sistemin mantığını açıklamayı daha sonraya bırakıyor. Eğer devletin gücü ‘ karşısında vatandaşlar ürkseler belki mide örneğini anlatmasına gerek bile kalmayacak. Ama Agrippa şiddeti ve siyaseti birlikte yürütmeyi, günün koşullarına hangisi uygunsa onu uygulamayı beceriyor. Halkın öfkeyle devleştiğinin farkında Agrippa.
Tehditler savurduğu zamanlarda ise gücünü Coriolanus’dan alıyor. Bu da gösteriyor ki; Coriolanus gibi bir despotu aristokratik devlet yaratmıştır ve daha sonraki yüzyıllar boyunca da devletler -artık aristokrat olmasalar bile- yeni Coriolanusları tarihe yazacaklardır.
Coriolanus ise sahnede boy göstermesiyle birlikte, “ben dalkavuk değilim, yüzünüze gülmem” diyor. Evet, o dalkavuk bir siyasetçi değil, bir askerdir ve Agrippa’nın kılıcıdır. Ancak bu kılıcın, bir emir erinden farkları vardır. Kendi kendisini yönetmektedir. Agrippa meseleyi diplomasiyle çözmeye çalışırken Coriolanus şöyle der: “Aristokratlar acımayı bir yana bırakıp silahımı kullanmama izin verseler, bu kölelerin leşlerini mızrağıma tek tek dizerdim” Ancak Coriolanus’un yanıldığı bir şey var. Aristokratların acımalarıyla silahını kullanmaması arasında bir bağlantı yok. Aristokratlar bunu göze almaktansa (iç savaştan korkularından ve ayrıca gelmekte olan dış tehlikeden ürkmelerinden) küçük bir taviz vererek Senatoya beş halk temsilcisi alınmasını yeğlerler. Halka su payı verilmiştir. İktidarı hedeflemeyen isyancılar bununla yetinmişlerdir.
Yaşasın düşmanım!
Coriolanus oyunun daha birinci sahnesinde, daha evvel de aktardığımız bir kehanette bulunur. Senato’da halk tribünlüğünün kurulması üzerine, “zamanla güçleri artacak” der. Nitekim de öyle olur.
Corioli şehrinden zaferle dönen ve artık adı Coriolanus olan Caisus Marcius Senato tarafından Konsüllüğe aday gösterilir. Ama sözlük anlamı “en iyi yönetim” olan aristokrasi de halkın da görüşünü almak gerekir. Üstelik savaştan zaferle çıkmalarına karşın yoksulluğundan hiçbir şey kaybetmeyen bir ülkenin halkıyla karşı karşıya kalmışsa. Roma devleti yasalarına göre, Coriolanus’un konsül olabilmesi için halktan oy istemesi ve daha sonra ‘Senato’da halkın Coriolanus konsüllüğünü ikinci bir kez onaylaması’ gerekir. İşte Coriolanus için felaketlerin büyüğü bu anda başlar. Coriolanus gibi soylu bir asker halkın oylarına mı tenezzül edecektir? “Bu çok başlı hayvan”ların oylarıyla mı konsül olacaktır? Coriolanus bunları düşünerek hayatının en büyük acısını yaşayadursun halk ona oy verip vermemenin kararsızlığını yaşamaktadır öte tarafta. Coriolanus’un kazandığı zaferin sarhoşluğunu yaşayan halk -bu zafer onların yaşamında hiçbir şeyi değiştirmemiş olmakla birlikte- oy verme kararı alır. Yine de hoşnutsuz oylardır bunlar. Coriolanus oy isterken bile plebleri aşağılamış, hakaret etmiştir. Öfkelenir ve oylarını geri almak isterler. Halk tribünlüğü temsilcileri Sicinius ve Brutus onlara Kapitol’e gidip Coriolanus’un konsüllüğünü onaylamamayı öğütlerler. “Güçlü olmadığı ve devletin küçük bir adamı olduğu günlerde size yaptığı düşmanlıkları neden yüzüne vurmadınız? Sürekli devletin size tanımış olduğu haklara karşı tavır aldı. Şimdi devletin en yüksek iktidar makamına geçince düşmanlığını sürdürmeye devam ederse verdiğiniz oylar başınıza bela olmayacak mı?” Anlatılanlara hak veren halk Kapitol’e gider ve Coriolanus’un konsüllüğü onaylanmaz. Halk temsilcisi Brutus gelişmeler hakkında şunları söyler: “Daha büyüğünü beklemektense bu isyanı körüklemek iyi olacak. Eğer Coriolanus, halk reddedince doğası gereği öfkelenirse, onun bu öfkesinden yararlanalım.” Tahmin edildiği gibi Coriolanus öfkelenir, bu öfkeden yararlanan halk temsilcileri halkı arkalarına alarak Coriolanus’un ülkeden sürülmesini sağlarlar. Coriolanus’un kehaneti gerçekleşmiştir.
Coriolanus’un sürülmesine tepkisi çok ilginçtir: “Ben sizi sürüyorum” der Roma’ya. Şövalyelik ruhu kabarmış, kin ve intikam bürümüştür içini. Yenerek adını aldığı Corioli şehrinin eski kumandanı Volsyalı Aufidius’a gidere ve onunla birlikte olarak Roma üzerine yürümeye karar verir. Hani Coriolanus her şeyi vatanı için yapıyordu?
Bu gelişimden haberimiz yokmuş gibi biraz gerilere gidelim ve Coriolanus’un kazandığı zaferden ötürü ödüllendirildiği güne bakalım. Kahraman Coriolanus (Halk için de öyledir artık. Zafer baş döndürücüdür. Bir tek halkın senato temsilcileri Brutus ve Sicinius için kahraman değildir Coriolanus) savaşta aldığı yaraların sözünü bile etmez. Övgülerden de son derece rahatsızdır. Her şeyi vatan için yapmıştır.
O günlerde Volsyalı General Aufidius için “Fırsat olsa da nefretine karşılık versem” demektedir. Bunun yanı sıra ona olan hayranlığını da gizlemez. “Ben, ben olmasan Aufidius olmak islerdim” ya da “Dünyanın yarısı diğer yarısıyla savaşa girse ve Aufidius benim yanımda olsa ben yalnız ona karşı savaşabilmek için karşı tarafa geçerdim” sözleriyle bu hayranlığını dile getirir. Düşmanına hayran bir vatanseverdir Coriolanus!
Shakespeare büyük dehasıyla şu sözleri arka arkaya söyletir Coriolanus’a. “Fırsat olsa da nefretine karşılık versem” dediği anda, Senato’dan içeriye halk temsilcileri Brutus ve Sicinius girerler. “Bir de bunlardan nefret ediyorum ki, bu nefretin sonu yok. Çizmeyi aşacak kadar kendilerini güçlü görüyorlar.” der bunun üzerine. Ama bu iki nefretten biri Coriolanus’a daha yakındın Aufidius’a duyduğu nefret Çünkü nihayetinde o da bir aristokrattır. Kendi vatandaşları ise eğer pleb sınıfına dâhil iseler en büyük düşmanlarıdır.
Değişik bir vatanseverlik anlayışı, değil mi?
“Coriolanus’un Aufidius’la birleşmesi gösterir ki asıl düşman ve asıl çelişki patrisyenlerle plebler arasındaki çelişkidir. Diğer çelişkiler gelip geçicidir. Savaşılabilir, ama birleşik bilir de… Pleblerin patrisyenlerle uzlaşması ise olanaksızdır. Bu birlik mutlak ve mutlak pleblerin zararıyla sonuçlanacaktır. Vatanın bütünlüğü, ulusal çıkarlar propagandalarının yapıldığı dönemlerde ulusal uzlaşmalar yine ezilenlerin zararıyla sonuçlanır. Vatanın bütünlüğü öne sürülerek plebler savaşa gönderilir. Dönüşte onları yine yoksulluk bekler.”
Yazımızın başında Shakespeare’in oyunda savaşın arkasındaki siyasi ilişkileri irdelediğinden söz etmiştik. Bu ilişki biçimlerine bugün bulunduğumuz yerden, 20. yüzyılın dünyasından bakarsak görürüz ki; egemen güçlerin uzlaşmaz tek çelişkisi ezilen sınıflar ve ezilen halklardır. Şhakespeare’in 1610 yılında yazdığı, MÖ’yi konu alan bir oyun bile gösteriyor ki, “vatan, millet hep palavra”dır. Aslolan sınıfların karşıtlığı ve mücadelesidir.
Aynı tas, aynı hamam
Shakespeare, Coriolanus’tan kurtulmuş bir Roma üzerine bilgi vermiyor. Ancak devlet yapısının değişmeyişi “nasıl bir Roma?” sorusunun anahtarını taşıyor. Senato ayakta, belki halk yığınları bir mücadele deneyimi edinmiş durumda. Yaygın deyimle “aynı tas, aynı hamam” vaziyetinde Roma devleti.
Brecht’in bir şiiri durumu açıklamaya yetiyor: “İtişirler, didişirler / Sürdürürler kavgayı / En sonunda birleşirler / Yerler yoksul halkını”
Ya, 1600’lü yıllarda yazılan bir oyunun şaşılası güncelliğine ne demeli? Birebir bağlantılar olmasa bile, ezilen kitlelerin savaş malzemesi olduğunu bugün de görüyoruz. O zaman hedef gösterilen Volsyalılar’ın buğdayıysa, bugün de Musul-Kerkük, AT hayalleri, Kürdistan’daki çözümsüzlüğü savaş bahanesiyle kitle katliamlarıyla çözme, Amerikan yardımı vb… Uyutulan, başkalarının kuyusunu kazmak bahane edilerek, kuyusu kazılan, uluslar. Ezilen halkalardan öte herkese faydalı olacak bir savaş…

Ekim 1990

Yorumlar kapatıldı.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑