KAMU ÇALIŞANLARI PLATFORMU’NUN BASIN AÇIKLAMASI:
Grevli, toplu sözleşmeli sendika istiyoruz!
Belediye çalışanları! Öğretmenler! Maliyeciler! Ziraatçılar! PTT’ciler! DDY’ciler! Memur statüsündeki Mühendis-Mimarlar! Hemşireler! Doktorlar! Sağlık emekçileri! MERHABA
Yaklaşık on gündür, son on yılın en coşkulu ve onurlu günlerini yaşıyoruz. Kamuoyu sesimizi duydu. Rotatifler bizden söz ediyor. “MEMURLAR da YÜRÜDÜ.”
Evet, bizler on yılların mağdurları, emekleri gasp edilenler, artık susmuyoruz, susmak da istemiyoruz.
Bir milletvekilinin yan ödemeler hariç çıplak maaşının on sekiz devlet memuru ücretine eşit olduğu ülkemizde memurlar, kamu çalışanları, susamazlar, susmamaklar.
Görüldü ki, tüm egemen sınıflar, bizlere dost değiller. Hepsinin tek bir amacı var: Bizleri uyutmak. Bizleri kandırmak. Kimi % 25lik zamlarla, kimileri de Eşel-Mobil yutturmacasıyla yapıyor bunu. Ama artık kanmıyoruz.
Gazetelerden bir başlık daha: “MEMUR SOKAĞA ALIŞTI.” Evet, görülen odur ki, sokak bir çaredir, bir yoldur. Çünkü ülkemizde sokaksız hak alınamıyor.
Bizler zam istemiyoruz, sadaka istemiyoruz, sefalet ücreti istemiyoruz. Grevli, toplusözleşmeli sendika istiyoruz.
Memur hakkını istiyor. Evet, hakkımızı istiyoruz. Emeğimizin, alın terimizin karşılığını istiyoruz. Belediyelerde, okullarda, hastanelerde, resmi dairelerde, yönetimde söz sahibi olmak istiyoruz. Ayrıca devletin değil, çalışanların yanında olmak istiyoruz. Karanlığa karşıyız, aydınlığı seviyoruz. Zorbalığa karşıyız, demokrasi istiyoruz. Birlik içinde ve coşkuyla “GREVLİ, TOPLUSÖZLEŞMELİ SENDİKA” diyoruz…
Bugün hiçbir vicdan sahibi, utanma duygularını bir yana atmadan memurlara verilen sözde zammı savunamaz. Yalanı, yuttarmacayı, umut tacirliğini “meslek” edinmiş egemen sınıflar dahi % 25’lik sözde zammı savunamıyor. Bir sürü laf ebeliğiyle olayı geçiştirmek istiyor.
Sefalet ücretini onlara iade ediyoruz. Onları lanetliyoruz. Bir kez daha bizleri yumuşatmak için manevra ve yalanlara başvuruyorlar.
A. Kahveci: “Memurların sendikalaşmasına karşı değilim” diyebiliyor. Hükümetin tüm bakanları aynı şeyi yineliyor. Fakat buna karşın, Sağlık Bakanlığı İzmir’de ve daha bir dizi yerde hemşire ve Tabip Odası yöneticilerini sendikalaşmak istedikleri için sürgüne gönderiyor, kıyımlar yapılıyor. Gerçek ortada, bizlere, sendika hakkımıza engeller konuluyor. Hayır: O’nlar yalan söylüyor. Çünkü egemen sınıflar sendika mücadelemizin karşıtı ve hedefidir. O’nlar haklarımızın gaspçısıdır. O’nlar sendika düşmanıdır.
Hükümetin bizlere layık gördüğü sefalet kamu vicdanında derin bir nefret ve tepki uyandırdı.
Eylül saldırısından payını alan memurlar bu defaki saldırıyı, sefalet ücretini kabullenmediler. Sokaklara döküldüler, gösteriler yaptılar. Hak arayışına girdiler.
Bunun için güçlerini birleştirdiler. Kamu Çalışanları Birliğini kurdular. Devletin, yaptığı sözde zamları, temel ihtiyaç maddelerine yaptığı zamlar, enflasyon ve ücretlilerin vergi yükünü artırarak nasıl geri aldığını fark ettiler.
Sonuçta:
Ücretlere karşı olmanın yetmediğini, ücret sistemine de karşı olmak gerektiğini kavramaya başladılar.
Bizler haklıyız ve haklarımızı almak için de kararlıyız. Eylemlerimiz kamuoyunda geniş bir destek ve sempatiyle izleniyor.
Geniş bir toplumsal onaya sahibiz, yasal ve meşru bir zemindeyiz.
Bizler kışkırtılıyor muyuz?
Evet, kışkırtılıyoruz:
Evet, kışkırtılıyoruz: 350.000. TL ücret bizi kışkırtıyor. Konut kiraları bizi kışkırtıyor. Hayat pahalılığı bizi kışkırtıyor. Sefalet ücreti bizi kışkırtıyor.
Dahası:
Zorbalık bizi kışkırtıyor. 657 sayılı Devlet Memurları Yasası bizi kışkırtıyor. Demokrasisizlik bizi kışkırtıyor.
İşte bizi kışkırtanlar bunlar. Gerisi mi? Boş laf.
“Kamu Çalışanları Platformu” önderliğinde birliğimiz ve mücadelemiz, haklarımız alınıncaya kadar sürecektir. Haklı ve meşru eylemlerimiz sürecektir.
Bizler aynı zamanda birer aydın olarak çağı yakalamak zorundayız. Bize çağdaş mücadele araçları gerekli.
Bu nedenle “GREVLİ, TOPLU SÖZLEŞMELİ” sendika istiyoruz. Bu, çağdaş insanın en temel ve doğal hakkıdır. Bu hak engellenemez.
Kuşkumuz yok. ALACAĞIZ.
YAŞASIN GREVLİ, TOPLUSÖZLEŞMELİ SENDİKA MÜCADELEMİZ.
Fahri KARASU PTT Çayad
Süleyman ERYILMAZ DDY Faal. Mem. Der
Hakan KÜÇÜKÜNAL Ziraatçılar Der. İst. Şb.
Doğan ŞAHİN TTB İst. Tabib Od.
Kamil ÖZALP Teknik Sağlık Men. D.
Levent DOLDUR Ma-Der
Recep FİDAN G.paşa EGİT-DER Şb.
İsmail SARIOĞLU İst. EĞİT-DER Şb.
Nejat ALTINOK Kartal EĞİT-DER Şb.
Vicdan BAYKARA BEL. Mem. Sen. Yür. Kom.
Salih ŞENCAN TMMOB İKK Tem.
Kent yoksulları ayakta
Küçük Armutlu ve Atışalanı İstanbul’un yoksul emekçilerinin oturduğu semtler. Küçük Armutlu’da Polis ile işbirliği halindeki “arazi mafyası” burada oturanları yerlerinden atmak için uzun zamandan beri halka saldırı içinde… Bu çetelere karşı mücadele eden Küçük Armutlu halkı silah kullanarak kendilerini evlerinden çıkarmaya zorlayan bu kişilere karşı 20 Temmuz 1990 tarihinde Cumhuriyet Savcılığına suç duyurusunda bulundu. Armutlu halkı polis ve belediye ile işbirliği halindeki bu kişilerin, gecekonduların bulunduğu bölgenin kendi malları olduğunu ileri sürerek, sık sık saldırı düzenlediğini belirtiyor.
Gecekonducuları yerlerinden atmayı amaçlayan bu çabaların ardından Küçük Armutlular yeni bir saldırı ile karşı karşıya kaldılar. Küçük Armutlu’ya gece yarısından sonra operasyon düzenleyen polis mahalleyi kuşatarak panzerlerle mahallenin bütün giriş-çıkışlarını kesti. Yüzlerce polis mahallede bulunan evleri basarak arama yapmaya başladı, insanları evlerinden çıkararak yere yatıran polis girdiği evlerde tam bir talan yaptı. Evlerden çıkardığı insanla-n gruplar halinde toplamaya başlayan polis nedensiz yere insanları gözaltına almaya başladı. Polisin bu saldırısına karşı koymaya başlayan gecekondu halkı polisi geri püskürttü. Başlayan direnişe karşı polis gecekonducuların üzerine ateş açtı. Polis açtığı ateş sonucu birçok kişi yaralanırken Hüsnü İşeri adlı bir emekçi aldığı yaralar sonucu hayatını kaybetti. Polisin saldırısından sonra barikatlar kurmaya başlayan gecekondu halkı yeni bir saldırıya karşı hazırlandı. Gecekondu halkının kararlı direnişinden sonra polis “yanlış anlaşıldıklarını” ileri sürerek geri çekildi.
Küçük Armutlu’daki gecekondu halkının direnişinden bir gün sonra Bakırköy Atışalanı’nda aylardır suların akmamasını protesto etmek için mahalle halkı E-5 Karayolunu kesti. Akşam saatlerinde çevre yolunu ellerinde su bidonları ile kesen kadınlara jandarma ve polis cop kullanarak saldırdı. Polisin ve jandarmanın saldırmasından sonra binlerce kişi E-5 karayolu etrafındaki yan yolları keserek trafiğin işlemesini engelledi, Karayolunu lastik yakarak kesen binlerce kişi su sorunu ile ilgili sloganlarla suların akmasını islediler. Saatlerce yolları kesen halk “su yoksa yol da yok” şeklinde sloganlar atarak kendilerini dağıtmaya çalışan polis ve jandarma ile çatıştılar. Karanlığın bastırmasıyla gittikçe daha da kalabalıklaşan halk karşısında polis ve asker çaresiz kaldı. Halkın karşı koyması üzerine geri çekilen polis ve asker gece 23.30 sıralarında panzerler ve komandoların gelmesi üzerine tekrar saldırıya geçti. Halk “Polis-Asker Defol” diye slogan atarak taş, sopa ve lastiklerle polise ve askere karşı direndi. Saatlerce süren direniş sırasında polis 30’a yakın kişiyi gözaltına aldı. Ertesi gün İstanbul Belediyesi önünde toplanan iki yüz kişi “Vaat değil su istiyoruz” yazılı pankartlar açarak bir gösteri yaptı.
Armutlu ve Atışalanı’ndaki direnişler neyin göstergesi?
Devletin siyasi uygulamalarına ve katlanılmaz ekonomik yaşam koşullarına karşı emekçi sınıfların bütün kesimlerinden protestolar yükseliyor, kitler sokaklara taşıyor; bu protestolar son Armutlu ve Atışalanı direnişlerinde görüldüğü gibi devlet güçleriyle açık çatışmaya dönüşüyor. Orada sokağa dökülenlerin sesi Ege’de tütün üreticilerinin sesiyle birleşiyor. On yıldan sonra sokağın sıcaklığını” tadan memurların sesi, gecekondularda devletin militarist güçleriyle saatlerce çatışan emekçilerin sesine katılıyor… Sonuçta bütün emekçi sınıf kesimlerinde biriken hoşnutsuzluk ve öfke, patlamalar halinde kendini dışarı vuruyor. Orada u… talepler için, beride yüksek taban fiyatı için, başka bir yerde su talebi için patlayan eylemler mevcut ekonomik ve siyasal sistemin toplumun ihtiyaçlarına cevap vermekten uzak ve tamamen çözümsüz olduğunun çarpıcı göstergesidir.
Bu tek tek öfke patlamalarına ortak bir payda aranacak olursa şunlar söylenebilir: Kendiliğinden, aniden ve büyük sarsıntılar halinde oluşan patlamalar. Tütün taban fiyatlarını açıklayan hükümet ardından Egeli tütün üreticisinin bir anda ayağa kalkarak polisle, jandarmayla çatışacağını, ANAP binalarını taşa tutacağını hesaplayamamıştı. Yetersiz taban fiyatı için bir yazı tasarlayan köşe yazarı da öyle. Memur kitle örgütlerinin birçok yöneticisi % 25 zamma karşı böylesine büyük bir protestoyu hesap edemediğini ifade etti. Anlaşılan Türkiye, bir volkanik patlama bölgesinin tam üzerindeydi. Ve en son volkanik patlama, kır yoksulu iken kent yoksulu olan gecekondu sakinlerinden geldi. Ani ve sarsıntılı kitle patlaması kendine günlük gazete manşetlerinde de yer buldu, “İstanbul ayakta” idi, “Durun ciddi” idi; Ardından “ülkenin ve devletin selameti için” öneriler sıralanıyordu.
Bahar eylemleri, Nusaybinler, Tütüncülerin isyanı, memur eylemleri, gecekondu direnişi… İşçi sınıfının ve diğer emekçi sınıfların içinde yaşadığı ekonomik ve siyasal kölelik koşulları, onları patlamaya zorluyor. Dayanılmaz yaşam koşulları; derinleşen çelişkilerle mayalanan patlama öğeleri görünür vesile nedenlerle su yüzüne vuruyor. Değişik zaman ve yerlerde ortaya çıkan bu puflamalara uygun bir yatak oluşturarak hedefe yöneltmek noktasında önem kazanıyor. Merkezinde işçi sınıfının genel grevinin yer alacağı bütün çalışanların genel grev ve direnişi, bir ölçüde öncünün iradi müdahale gücüne bağlı görünüyor.
On yıllardır en azgın ekonomik saldırıları sınır tanımaz bir siyasal gericilik altında sürdüren diktatörlük, duvarlarına çarpan ve daha da güçleneceğe, benzeyen dalgalar karşısında çaresizlikle karşı karşıyadır.
Proletaryanın ve emekçi halkın gelişme dinamiği ne kadar büyük bir güçle bastırılmaya çalışılırsa, biriken direnme eğilimi o ölçüde büyük patlamalar olarak dışarıya vuruyor. Yaşanan budur.
İsmail Beşikçi serbest bırakıldı
“Devletlerarası Sömürge: Kürdistan” ve “Bilim, Resmi İdeoloji, Demokrasi ve Kürt Sorunu” adlı kitaplarından dolayı yargılanan İsmail Beşikçi, oluşan ulusal ve uluslararası kamuoyunun baskısı sonucu Devlet Güvenlik Mahkemesince serbest bırakılmak zorunda kaimdi. Bu türden tutuklu bulunan hemen hiç kimseyi tutuksuz olarak yargılamak âdeti bulunmayan DGM’nin bu tutumu, aynı zamanda İsmail Beşikçi’nin, görüşleri ve uzlaşmaz tutumu karşısında bir boyun eğmedir. Beşikçi, kitaplarında yazdığı görüşleri aynen savunduğunu ve bundan sonra da savunmaya devam edeceğini belirtmiştir. Mahkeme sonrasında Beşikçi, “bundan sonra DGM aynı konudaki yargılamalardan dolayı hiç kimseyi tutuklayamayacaktır. Tutuklamaları demek, kendi yasalarını çiğnemeleri demek olacaktır” dedi. Aynı günün akşamı, saat 22. civarında kalabalık bir topluluk tarafından cezaevinden alınan Beşikçi’yi karşılayanlar sloganlar attılar ve Beşikçi’yi omuzlarına aldılar.
Kürt meselesini hoşgörü anlayışı içinde çözülmesi gerektiği konusunda timsah gözyaşları dökerek yazı yayınlayan gazeteler, Kürt meselesinin tartışılması ve adil bir çözümün üretilmesinde en büyük katkıya sahip olanların başında gelen Beşikçi’nin tahliyesine ilişkin olarak hemen hemen hiç bir şey yazmadılar ve tahliye haberine çok az yer verdiler. Yerli basının tutumu böyleyken, BBC Beşikçi ile bir röportaj yayınladı.
Beşikçi tutuksuz olarak yargılanacak.
Sedat Karaağaçla tahliye umudu
Hükümlü S. Karaağaç’ın yaşamı Ekim 1989’dan bu yana kara kanser tanısıyla hastaneler ve cezaevleri arasında geçiyor. Ankara Numune Hastanesi Sağlık Kurulu “cezanın ertelenmesini gerektirir bir problemi yoktur” görüşüyle Sedat’ın tahliyesini engellemişti. S. Karaağaç daha sonra Hacettepe Tıp Fakültesi Hastanesine nakledilerek ameliyat olmuş ve kemoterapi tedavisi görmüştür. Onkoloji kliniğinden 27.7.1990 tarihinde verilen yeni raporda “bu hastalık nedeniyle yüksek nüks riski olduğundan hayati tehlike mevcuttur ve hastalığın immün sistemle (bağışıklık sistemi) yakın ilişkisi nedeniyle hapis cezasının infazı halinde hayatı için kati tehlike vardır” denilmektedir. Ankara Başsavcılığı bu raporla birlikte S. Karaağaç’ın dosyasını Adli Tıp Kurumuna gönderdi. Adli Tıp Kurumunun, raporu benimserse Karaağaç’ı tahliye etmesi gerekiyor. Bu arada F. Almanya ve Fransa’dan insan hakları savunucusu doktor ve hukukçulardan oluşan iki heyetin Karaağaç ile ilgili görüşmelerde bulunmak üzere önümüzdeki günlerde Türkiye’ye gelecekleri öğrenildi.
PROTESTO EDİYORUM
İşkenceleri ve Beraat kararını tanımıyor ak beni yeniden yargılamağa çalışan, davayı oldu-bittiye getirme gayreti içinde gereksiz yere uzatan, belli bir anlayışın militanı gibi davranarak haklarımı elimden almağa uğraşan İstanbul 3. Nolu Ağır Ceza Mahkemesinin tavrını protesto ediyorum.
Hüseyin Özlütaş
HÜSEYİN ÖZLÜTAŞ’IN BASINA AÇIKLAMASI
* 12 Eylül TDKP davası nedeniyle gözaltına alındım. Gayrettepe’de 90 günlük işkenceli sorgudan sonra tutuklandım. İki yıl hiç mahkemeye çıkarılmadan bekletildim. Çıktığım ilk mahkemede tahliye oldum. Daha sonra beraat ettim. Ve bu beraat kararı Askeri Yargıtay’ca onaylanarak kesinleşti.
* Gayrettepe işkence merkezinde gördüğüm işkence sonucu felç oldum. Halen felçli olarak hayatımı sürdürmekteyim. İşgücümü tamamen kaybettim.
* İstanbul Sıkıyönetim Komutanlığı 1. nolu Mahkemesinin verdiği beraat kararı, Askeri Yargıtay’ca onaylanıp kesinleştikten sonra, İstanbul 3 nolu Ağır Ceza Mahkemesi’nde 150.000.000 liralık tazminat davası açtım. Dava 1987 yılından beri uzayıp gitmektedir.
* İstanbul 3. nolu ağır ceza mahkemesi; İstanbul Sıkıyönetim Komutanlığı 1. nolu Askeri Mahkemesinin ve Askeri Yargıtay’ın onaylayarak kesin hükme bağladığı beraat kararı tanımayarak hakkı olmadığı halde beni yeniden yargılamaya çalışıyor. Mahkeme bu tavrından vazgeçmelidir.
* İstanbul 3. Nolu Ağır Ceza Mahkemesi, belli bir anlayışın militanı gibi, davayı tam 3. kez direnerek ret etmiştir. Mahkemenin bu açık ve haksız, tutumunu, her seferinde temyiz ettim. Temiz mahkemesi, Bu açık tavrı ret etmiştir. Şimdi, İstanbul 3. Nolu Ağır Ceza Mahkemesi davayı gereksiz yere uzatmakla kalmıyor, aynı zamanda engellemek ve davayı düşürüp beni haklarımdan mahrum bırakma gayreti içindedir. Bir olup bittiyle karşı karşıyayım. Mahkemenin bu tavrını protesto ediyorum.
Hüseyin Özlütaş Maden Mühendisi
Werner Heinitz Rejisörler söyleşisi
PERDECİ-Mehmet Esatoğlu
Amatör tiyatro ile uğraşan kimi okurların kaynak konusunda taleplerine yanıt vereceğini umduğum bir yazıyı sunuyorum. Bu yazı geçtiğimiz yıl bir tiyatro dergisinde yayınlandı ancak derginin dağıtım, düzeni yüzünden sınırlı bir kitleye ulaştı.
Dünyaca ünlü değişik açıları olan beş estetik kuramcının düşsel tartışması ve tiyatro yaklaşımı “Duvarlar yıkıldı Politik Sanat öldü” edebiyatına iyi bir yanıt.
BRECHT
MEYERHOLD
PISCATOR
REINHART
STANISLAVSKI
Bu Kurgu, Werner Hecht, Wolfgang Pintzka ve Manfred Wekwerth’in yardımlarıyla Werner Heinitz tarafından hazırlanmış ve Doğu Berlin’deki Reji Enstitüsü’nün ilk ürünü olarak 25.11.1975’de izleyiciye sunulmuştur.
ÖĞRENCİ-Değerli Konuklar!
Brecht’in “Keuner Öyküleri”nden birinde; Bay Keuner şöyle der: “Bakıyorum da, her soruya bir yanıt bulabildiğimiz için, çoğu kimseyi ürkütüyoruz.” Sonra da yanıtı bulunamamış soruların bir listesini çıkarmayı önerir, işte biz de, bu tür sorular üzerine söyleşmek amacıyla, bir dizi ünlü rejisöre çağrıda bulunduk. Sonuç olarak da, bambaşka anlayışların, bambaşka tiyatroların önde gelen beş rejisörünü bu masanın çevresinde toplamayı başardık. Doğrusu şaşmamak elde değil. Üstelik söyleşimize katılan konukların her biri, tiyatro alanındaki çalışmaları üzerine söyleyecek sözü olan yönetmenler. Ancak, bu sevindirici olayda bir küçük eksiğim oldu: Sayın Bertolt Brecht’in 80. yaş gününü ancak bugün kutlayabildiğimiz için (x), diğer rejisörlerin görüşlerini aktarmalarını, oyuncu arkadaşlarımızdan diledik. Söyleşimizde yer alan bütün görüşler aslına uygundur. Bir başka deyişle, doğruluğu sınanabilir. Dilerseniz kaynakları sevinerek açıklarız.
İzin verirseniz, şimdi sizlere, söyleşimize katılan konukları tanıtayım:
Erwin Piscator, Nollendorfplatz Tiyatrosu’nun yöneticisi, ilk büyük sahne revülerinin rejisörü ve “Politik Tiyatro” adlı kitabın yazarı.
Konstantin Sergeyeviç Stanislavski, Moskova Sanat Tiyatrosu’nun ve Moskova Akademik Tiyatrosu’nun sanat yönetmeni, dünyaca ünlü “Stanislavski sistemi”nin kurucusu. Hemen belirteyim: kendisi, “Stanislavski Sistemi” terimini hiç kullanmamıştır.
Max Reinhardt, Berlin’deki Duestehes Theater’ın yöneticisi, Brecht’den önce Friedrichstadt-Palast’da ve Schiffbauerdam Tiyatrosu’nda da çalışmaları var.
Vsevolod Emilyeviç Meyerhold, Moskova’da kendi adıyla anılan tiyatronun yönetmeni, “Sol Sanat Cephesi”nin kurucusu. “Tiyatro Ekimi” deyimi kendisinden kaynaklanır.
Bertolt Brecht, başlangıçta Augsburg kentinde tiyatro eleştirmeni Epik tiyatronun kurucusu olarak tanınmış, daha sonra “Berliner Emsemble”ın sanat yönetmenliğini yapmıştır.
ÖGRENCİ- (devamla) Ben de Axel Richter, reji öğrencisiyim, üçüncü sınıftayım. (xx)
İlk sorum şöyle olacak: Bugünlerde döne döne tartışılan bir konu var: Sanat ve politika. Aslında bu ilişki, Aiskilos’un “Persler” oyununu yazdığı günlerden beri son derece doğal değil mi?
PİSCATOR- Tiyatro, kamuoyu önünde gerçekleştirilen bir sanat olduğuna göre, her zaman ve her yerde politik açılar taşımıştır.
REINHART- Çok doğru. Tiyatro antik Yunan’ın tragedyaları ve komedyaları ile doğmuştur. Bütün bir halk, olimpik oyunlara nasıl iştahla koşturuyorsa; aynı şekilde en uzak yerlerden bile kalkıp yığınlar halinde tiyatro şenliklerine koşmuştur. Eski Yunan’da bunun bilinci oluşmuştu: Öyle ki Yunanlılar, Perelere karşı sürdürdükleri direnişe ve savaşa harcadıkları kadar parayı, tiyatro için harcamışlardır. Günümüzde tiyatro gerçek boyutuyla yeniden doğmak istiyorsa, bu eski şenliklere geri dönmek zorundadır.
BRECHT- Geri dönmek olur mu Sayın Reinhardt? Sanat politiktir, orası tamam. Ama biz şu anda, Cumhuriyet yönetiminde, toplumsal işlevi kesinkes belirlenmiş bir tiyatroyu gerçekleştirmeye çalışıyoruz. Biz bugün sahnede somut yaşamı tanımlamak istiyoruz. Hem öyle ki, izleyici yaşamın üstesinden gelebilmek yolunda, tiyatromuz aracılığıyla ustalaşsın istiyoruz.
STANİSLAVSKİ- Bu noktada ben bir başka tablo çizmek istiyorum. Oyuncu ailesinin tüm üyeleri, benim “Sanat Yaşamım” adlı kitapta dile getirdiğim bir şeye inanırlar: Orada şöyle diyorum: “Biz oyuncular şanslı insanlarız. Öyle ya, şu koskoca yeryüzünde yazgımız, bizlere birkaç yüz metreküp tutarında bir yer bırakmış: Tiyatromuz. Burada kendimize özgü, bambaşka tanrısal ve sanatsal bir dünya burabiliyoruz. Genellikle yaratıcı bir atmosfer için-* de, ortak sanatsal çalışma içinde ve Shakespeare, Puşkin, Gogol, Moliere ve diğer büyük dehalarla birlikte yaşıyoruz. Bütün bunlar, yeryüzünde harikulade bir köşeciğin yaratılması için yetmez mi?
BRECHT- Nerde efendim? Bugünkü günde tiyatroya gidin, -ister “Oidipus” oynansın ister “Othello”, isterse “Fuhrmann Renschel” ya da “Gece Davul Sesleri” fark etmez; eğer oyun sekizde başlıyorsa, sekiz buçuktan tezi yok yüreğimiz daralmaya başlar. En geç dokuzda, artık bir tek şey düşünürsünüz: “Dışarı!” … Şimdi bu duygu, izlediğiniz oyun güzel olmamış diye mi? Yoo. Güzel olmasına güzel de, doğru değil!
REINHART- Ben bu konuda gerçekçi olmaya çalışırım. Benim mesleğim, bir dizi fanteziyi gerçeğe dönüştürmek. Bence, gerçekten yoksun fanteziler ne kadar kınanmaya değerse, fanteziden yoksun gerçekler de o kadar kınanmaya değer.
MEYERHOLD- Sanatçı ille de kendisinin gerçekçi mi yoksa romantik mi olduğunu bilmek zorunda değildir. Hele ki bu kavramlardan herkesin başka bir şey anladığını düşünecek olursak. Önemli olan, sanatçının, sanatına kendi görüşünü katması.
ÖĞRENCİ-Yani her rejisörün kendince bir sözcük dağarı, bir sözlüğü var diyorsunuz, iyi ama sanatsal üretimde de kavramların netleşmesi gerekli değil mi?
MEYERHOLD-Ben size bir şey söyleyeyim mi? Bir defasında benim için, “Sonunda gerçekçi bir sahneleyişi becerebildi.” diye yazmışlardı. Doğrusu ben de buna sevindim. Gelgeldim, adamın yazdığı doğru olduğu için değil, hoşuma gidecek bir şey söylemek istediği için sevindim. Hani neredeyse generalliğe terfi ettirilmek gibi bir duyguydu bu…
PISCATOR- Aslında eleştirmenlerin yazdıklarıyla seyircinin görüşlerinin birbirine uymaması pek yeni bir şey değil. Çoğu zaman basın, benden de beklediğini bulamamıştır.
BRECHT- Zorluklardan birisi, eleştirmenlerin oyunlarını yalnız bir kez izlemeleri. Üstelik o da prömiyerde! Ne ki, oyunu bir kez izleyip de bununla yetinebilmeleri için, şu anda sahip olduklarından daha üstün yetileri olması gerekirdi… Hadi diyelim eskiden, haftada birkaç prömiyerin yapıldığı zamanlarda, eleştiriyi çabuk yazmaları gerekiyordu, zaman dardı. Ama bugün artık prömiyer sayısı nedir ki? Öyle sanıyorum ki, eleştirmenliği meslek dışı bir iş olarak yapıyorlar. Şanssızlığımız şurada: biz politik tiyatro yapıyoruz ama çevremizde basın tümüyle…
MEYERHOLD-Bir dakika arkadaşlar! Daha biz çağdaş tiyatronun seyirci üzerindeki etkilerinden konuşurken, değişik boyutları göz önüne almalıyız. Sözgelimi, eğer tiyatro bir ajitasyon (kışkırtma) aracı olarak alınacak olursa; doğal ki tiyatroya ilgi duyan insanlar da, sahneden belli bir düşüncenin aktarılmasını bekleyeceklerdir. Bir gösteri niçin hazırlanmış, rejisör ve oyuncular bu oyunu neden sahneleyip oynamışlar? Seyirci bütün bunları tam olarak bilmek, anlamak ister. Sonra…
REINHART- Sayın meslektaşlarım, dostlar, burada ben bir noktaya parmak basmayı görev sayıyorum: Bizler, kutsal tapınağımızdan, yalnızca tüccarları ve simsarları değil; aynı zamanda gayretkeş başpapazları da kovmalıyız! Çünkü bunların aklı fikri, tiyatroyu bir hitabet kürsüsüne çevirmektir. Varsa yoksa yazılı metin! Ama tiyatroda asıl sorun, yazıda-kâğıtta değil, ortaya konan işledir. Önceden ne kadar hedefler koysanız, niyetler tutsanız da, tiyatronun gene de hesaba-kitaba gelmeyen bir yanı vardır!
STANISLAVSKI-Tabii ki tiyatronun görevi bir üniversite açmak ve kafaları tıka basa bilimle doldurmak değildir…
MEYERHOLD- Biz ajitasyondan yanayız! Düşünün: tiyatronun politik olmaması mümkün mü? Ya kızıl olacak ya beyaz. Toplum düzeninin yeniden kurulmasına, yepyeni bir yaşamın organize edilmesine oyuncular da katılmalı. Seyirci de bizimle bir dizi soru üzerine akıl yürütmeli. Biz seyirciye tartışma ortamı hazırlamalı ve bir seçim yapmasına yardımcı olmalıyız. İşin bu yanı, yani düşünme yetisini canlandırması, tiyatronun doğasındaki öğelerden biri. Bir diğer öğe daha var ki, o da, izleyicinin duygu yanını sarması. Buna göre, bir sergileme, söze dayalı tiyatrodan ödünç alınmış diyaloglar getiriyor ve boyuna akıl danelik ediyorsa, iyi bir sergileme değildir. Biz bu tür tiyatroyu zaten benimsemiyoruz; çünkü o zaman tiyatronun salon tartışmasından farkı kalmaz, diyoruz.
REINHART-Bana kalırsa, tiyatroda bugün izlerini gördüğümüz tıkanıklığı ve zorluklan ortadan kaldırmak için, boyuna tiyatro kavramının ardına bir soru işareti koymaktan vazgeçmeli. Tiyatroyu yeniden canlandırabilmek için şaşmaz bir yöntem vardır; bu yola başvurmalı: İyi oyuncularla iyi oyunlar gerçekleştirmek.
BRECHT. Ama sevgili Reinhardt, bir sahneleyişin biçimi, ancak içeriğine uygun olduğu zaman iyidir. Olmadığı zaman da kötüdür. Bunu böyle kabul etmezsek hiçbir şeyi kanıtlamak olanağımız kalmaz.
ÖĞRENCİ- Yalnız, görülüyor ki, tiyatronun ne olduğu konusunda sizler bile kendi aranızda bir görüş birliğine varamıyorsunuz! Biz gençler, bu görüşlerden hangi birine tutu-nalım?
BRECHT- Şimdi bakın: Bizde henüz genelde sanat anlayışı açısından çok yüksek bir düzey oluşmuş değil. Onun için, biçim yönünden yürekli bütün atakların, bir ölçüde yadırganması zorunlu. Nedir alışılmış görüş? Bir sanat yapıtında, gerçeklik ne kadar kolay görülebiliyorsa; sanat yapıtı o ölçüde gerçekçidir. Ama ben, buna karşılık şu görüşü öne sürüyorum: bir sanat yapıtında, gerçekliğin üstesinden gelinebileceği ne ölçüde görülebiliyorsa; yapıt o ölçüde gerçekçidir.
STANISLAVSKI- Bence sanat konuşup yazarken, yalın ve anlaşılır olmak gerek. Karmaşık sözler genel olarak insanları ürkütür. Aynı durum sanat için de geçerli. Yoksa beyinlere seslenirsiniz belki ama yürekleri uyandıramazsınız.
MEYERHOLD- Yalınlık deyince, bir Puşkin’in yalınlığı var, bir de ilkelliğin yalın yalınlığı var. Nasıl ki sanatta “ortalama bir altın yol” yoksa aynı şekilde kesin, herkes için anlaşılır ve herkese yatkın bir yalınlık da yoktur.
BRECHT – Demek istediğim şu: olabildiği kadar yalın ve olabildiği kadar anlaşılır kalmalı. Savaşını, kültürünü genişletebilmiş bir avuç sanat aşıklısıyla kazanılacak değil ya! Ne var ki, tanımamız gereken bazı karmaşık süreçler de, ha deyince yalınlıkla dile getirilemiyor…
MEYERHOLD- Benim şaşmaz ilkem, yalın ve kestirme bir sahne dili oluşturmaktır. Ama bu dil, karmaşık ve boyutlu çağrışımlar uyandırmalıdır.
BRECHT-Kuşkusuz bugün gerçeği yansıtmanın kolay olduğundan söz edilemez. Yeryüzü pek karmaşık. Pek çok kimse de bilmesi gerekenleri bilmiyor. Ama edinilebilecek bilgilerle, Öğrenilebilecek yöntemlerin gerekliliği de açık.
ÖĞRENCİ- Bir dakika! Bir dakika lütfen! Bir yanda ajitasyon, öbür yanda duygusal yaşantı! Bir yanda bilinç, öbür yanda duygu! Bu yanda politik zorunluluklar, öte yanda sanatsal güzellik! Burada zorlama, orada keyfi! Bir yanda öğreti, öte yanda eğlence! … Peki, ama bu tiyatro ne yapmalı? Öğretmeli mi, eğlendirmeli mi?
STANISLAVSKI- Doğrusu ben, sanatımızda amansız bir usul-perestliğe (püritanizm) yokum… Yoo. Bence tiyatronun ufku son derece geniştir. Neşeyi ve şakacılığı da severim doğrusu.
REINHART- Zaten günümüzde artık böyle bir sınıflandırmanın ne gereği var ki?
PISCATOR- Şimdi bir kez tiyatronun açık seçik tek yönlü olmadığını kabul etmek gerekir. Tek yönlü olmamalıdır zaten. Tiyatro, çocuksu (naif), yalın, dolaysız ve psikolojiden uzak etkilerden de yararlanır. Tiyatro olayında, bir başmakalenin ana doğrultusu yetmez. Tiyatronun, asıl kendisine özgü olan şeye gereksinmesi vardır. Bu da etkileme gücüdür. Tiyatro, ancak gereğince etkileyebildiği zaman gerçek propaganda olmaya hak kazanır.
MEYERHOLD- Bence tiyatroda her zaman “eğlendirme-neşelendirme” unsuru “öğretmek”ten önce gelmeli, Devinime de, sözden daha fazla değer verilmeli.
BRECHT-Bana sorarsanız, tiyatrodan bir şeyler öğretilmesini beklemek bile fazla, tiyatro insana, olsa olsa, düşünsel ve bedensel boyutlarda keyifle devinmeyi sağlayabilir. Tiyatronun, her şeye karşın cabadan bir zenginlik olarak kalmasına izin verelim. Doğal ki, insanın mutlaka gerekli olmayan bu tür fazlalıklar için yaşadığını da kabul ederek. Bence savunmaya en az gereksinmesi olan şey keyiftir, nazdır, eğlencedir.
STANISLAVSKI- Eğlence… Evet, işte bu, tohumdur. Yazarın yaratmasını sağlayan, oyuncunun oyunu sevmesine yardımcı olan, oyuncunun rolünü oluşturup olgunlaştırmasına olanak sağlayan tohum, işte rejisör, bu tohumu oyuncunun ruhuna atmalı, onu keyiflendirmen’ ki; oyuncu doğurganlaşabilsin.
ÖĞRENCİ- İyi ama eğlenmesi gereken öncelikle izleyici değil mi?
BRECHT- Kuşkusuz. Oldum olası tiyatronun işi, insanları eğlendirmektir. Hiçbir durum, bize sanatın neşeli doğasını unutturmamalı.
MEYERHOLD- Yani siz de bazı arkadaşlar gibi diyorsunuz ki: “Müzik kullanın, ışık kulanın, ne isterseniz yapın; ama şu şeytanından bulası sanatınızla bize neşe katın. Katın ki, önümüzdeki savaşlar için güç toplayalım!” … Gelgelelim, yalnız güldürüler sahnelemek yetmez. Biz her şeyi sahnelemeliyiz. Bir rejisör, doktorlukta olduğu gibi, çocuk hastalıkları, zührevi hastalıklar ya da kulak-burun-boğaz üzerine uzmanlaşmak gibi bir yola gitmeli. Hiç tragedya sahnelemeksizin, yalnızca komedi çalışmak isteyen bir rejisörün başarısız olacağı açık. Çünkü gerçek sanatta, üzünçle gülünç omuz omuza, cücelikle yücelik yan yanadır her zaman.
STANISLAVSKI-Doğal ki bütün bunları gerçekleştirebilmek, ancak yetenekli olmamıza bağlı. Hoş, yetenek de tek başına yetmez, özellikle 20. yüzyılın tiyatrosunda. Büyük yazarlar, ancak kültürlü insanlar tarafından sahnelenip oynanabilir. Bugün artık, şaklabanlarla çığırtkanlar için çanlar çalmaya başlamıştır. Acemi tiyatroda çalıştırılmasının yasal olarak önleneceği günler de -bütün gönlümle dilerim ki-yakındır!
Yanılmıyorsam, şu günlerde Sahne çalışanları Birliği bu konu üzerinde çalışmalar yapmaktadır.
ÖĞRENCİ- Sayın Reinhardt, siz bu konuda ne düşünüyorsunuz?
REINHART- Anladığım kadarıyla, benim yöntemim nedir, diye soruyorsunuz. Aslında benim belli bir yöntemim yoktur. Ben reji çalışmanın asal ekseni olarak, oyuncuyla çalışmamı görürüm. Doğal ki bu çalışma, genellikle imzamızın görünmediği bir çalışmadır. Çünkü güçlü oyuncu kişiliklerinin bu çalışmayı tepeden tırnağa benimsediklerini göstermek hem doğru olmaz hem de pek olası değildir. Zaten bu tür çalışmanın temel amacı, oyuncunun kendini bulmasına rehberlik etmektir.
BRECHT-Yöntem olmadan da birçok şeyler bulunabilir. Bu olası! Yalnız gerçeğin böyle rastlantılar sonucunda sergilenebildiğini varsayalım: insanlar bu sergilemeye bakarak, nasıl davranmaları gerektiğini seçebilecekler mi?
REINHART- Her oyuncunun kendine göre kuralları olduğu, kural olmadan oyun olmayacağı açık. Ama tiyatro, en yüce anlamıyla bir oyun olarak kalmalı. Hem öyle ki, bu oyunda, oyuncularla izleyiciler, birlikte ağlamak, birlikte gülmek, gerçek olmayan bir şeyi birlikte gerçek yapmak için, en canlı bir ilişki içine girsinler.
PISCATOR- Hani biz politik tiyatro diyoruz ya; inanın ki bunu, politikaya olan merakımızdan demiyoruz. Yeryüzü düzeninin yeniden kurulması için verilen büyük savaşta, kendi payımıza düşeni yapmak istiyoruz. Bizim sanat yapıtlarımız, ne devletin sanat için benimsediği kurallarla koşuların tutsağı olacaktır, ne de öteden beri alışılagelmiş biçimlerin. Biz, “sanat şöyle şöyle olmalı” diye, hiçbir zaman doğmalar koymadık ve belli bir “stil” arayışına girmedik. Eğer her gün tiyatromuza gelen bin kişiden, yüz tanesi, içinde yaşadığı “düzen” üzerine biraz düşünürse; eğer bunu başarabilirsek, bu bize yeter. İşte bu, bizim için gerekli olan tek ölçüdür. Biz ne tiyatro peşindeyiz, ne de düş peşindeyiz: gerçeğin peşindeyiz.
ÖĞRENCİ- Bir saniye lütfen! “Dogmalar olmasın” derken, bu her şeye serbest anlamına mı geliyor? Tiyatro belli bir zaman kesitinde, belli bir izleyici topluluğunun isteklerine yönetmiyor mu?
REINHART- Burada hemen bir şey eklemek isterim: Şuna kesinkes inanıyorum ki, iyi tiyatro yalnızca sahnede oluşmaz. Bizim asıl oyuncumuz, salonda oturandır. İyi tiyatro, yalnızca oyuncunun yeteneğine değil, aynı zamanda seyircinin de yeteneğine bakar. Şimdi sorarım size: Bu yetenek başka nerede, ülkemizde olduğu kadar verimli ve köklüdür? Oynama ve oyuna katılma dürtüsünün, her köşede ılıcalar gibi topraktan fışkırdığı bir başka ülke nerede bulunur? Bu kaynaklar…
MEYERHOLD- Ona bakarsanız, bence de yeryüzünün en iyi seyircisi bizim ülkemizde! Kalıbımı basarım buna! Ne batıyla kıyaslanır, ne de eski Rusya’nın ortalamasıyla!
REINHART- Aslına bakarsanız, oyuncu için en iyi seyirci geniş ve duygusal kitlelerdir. Tiyatro da, oldum olası kitleler için vazgeçilmez bir besin maddesidir. Hem de sözcüğün en gerçek anlamıyla!
BRECHT-” Sanat yapıtı temelde tüm insanları etkileyebilmeli” görüşü, asında çok eski ve köklü bir görüştür. Öyle ya, sanat insanlara yöneldiğine göre, tüm insanlar da bir sanat yapıtını anlayıp, ondan bir tat alabilmelidirler. Çünkü bütün insanların içinde de bir sanatçılık yatmaktadır. Bu görüşe yaslanılınca, görüyoruz ki, “kendi başına gerekli etkiyi uyandırmayan” ve açıklamalar gerektiren sanata, net tepkiler doğuyor. Aynı zamanda biliyoruz ki sanatla ilişkisini daha çabuk kurabilen, sanattan daha yoğun tat alabilen insanlar da var! Bunların “sanatı tanıyan dar bir çevre” ya da “bir avuç sanatsever” diye adı çıkmıştır. Bugün içlerinde çok iyileri de olan birçok sanatçı, bu bir avuç “bilgili”yle değil de, halkın tümüne sanat yapmak kararındalar. Bu karar, ilk bakışta demokratik görünüyor ama bence gene de tam demokratik değil. Bence asıl demokratik olan, o “bir avuç bilgili”yi genişletip “bilgililerin yığını” haline getirmektir. Çünkü sanatın bilgiliye gereksinmesi vardır.
ÖĞRENCİ- Biliyorsunuz Sayın Brecht, özellikle bu yüzden, bugün size pek çok eleştiri yöneltiliyor. Bir zamanlar sizin öğrenciniz olduğunu söyleyen başka yazarlar, bugün sizin pabucunuzun dama atıldığını söylüyorlar. Biri size on üzerinden bir buçuk verirken, bir diğeri “Gerçekçilik” kavramının tiyatroda işe yarar olmadığını öne sürüyor. Aynı yazar, kendi deyimiyle sizin “diskursiv “(xxx) dramatugri”nizi ve oyunlarınızda “olayları açık seçik sergilememizi beğenmiyor. Başkaları, oyunlarınıza en az on yıllık bir “avlanma yasası” koyulsun istiyorlar!
STANISLAVSKI- Anlayamadım gitti; yetenekli insanlar ne diye daha önce elbirliğiyle oluşturdukları güzelliklere kara çalarlar? İncir çekirdeğini doldurmayan kişisel anlaşmazlıklar küçümsenmeler yüzünden mi? Başkalarının baş ağrımalarına duyulan kıskançlık ve kendine yer kapma hastalığı içimizde yuvalanmış. Bundan çok büyük zararlar doğuyor. İşimiz gücümüz, kendini beğenmişliğimizi ve bencilliğimizi, bir takım kurnazca sözlerle, akla gelebilecek her türlü gerekçeyle örtmeye çalışmak!
PISCATOR- Şu kadarını söyleyeyim ki, bazı insanlar vardır, bir işçi toplantısına mı gidiyorlar, hemen kırmızı bir kravat bağlarlar. Ama toplantıdan çıkar çıkmaz hemen kravatı çıkarmayı da unutmazlar. İşte buna oldum olası karşıyımdır!
MEYERHOLD- Arkadaşlar! Hani bir zamanlar fütüristler, sanat alanında daha önce ne var ne yoksa bunların değer taşımadığını, insanların kafasına yerleştirmeye çalıyorlardı. Yeni sanatı yaratabilmek için, tüm sanat yapıtlarını silip yok etmek gerekir, diyorlardı. İşte günümüzde de pek çok şey bana bu eğilimleri anımsatıyor… Gerçek şu ki, geçmişle aradaki bütün köprüleri almak, ancak kendine özgü bir nihilizme (hiççiliğe) götürür. Çünkü geçmişin birikimleri olmadan sanat yapılamaz. Örneğin, “İşçi Gençliği Tiyatrosundaki arkadaşlar, uzun süre Konstantin Sergeyeviç Stanislavski ile hiç mi hiç alışverişleri olmasın istediler. Ama şimdi Stanislavski’nin sistemiyle ilgilenmenin gerekli olduğunu anladılar. Yalnızca biraz dinlenip, kulak kabartıp sonra gitmenin anlamsızlığını da gördüler de: pratikte uygulama gereğini bile duydular. İşte yararlı olan budur.
BRECHT- Aslında, her nerede olursa olsun, gerçeği kavrayabilmek için diyalektiği uygulamayı öğrenmeliyiz. Değil mi ki bugün artık diyalektik olmadan tiyatro olmaz. Ben görüşümde ısrar ediyorum: Sanatın bilgiye gereksinmesi vardır.
PISCATOR- Biraz da, politik tiyatro konusu işin özü olduğu için; politik tiyatro der demez bütün görüşler daha şiddetli bir şekilde ortaya sürülüyor, herkes kurdunu dökmeye başlıyor.
REINHART- Gene dei asıl belirleyici faktör oyun sevinci! Oyun sevinci olmaksızın tiyatro diye bir şeyi düşünemiyorum bile. Bu görüşümü şimdiye kadar öne sürmedim; çünkü biliyorum ki sözcükler çoğu zaman tehlikeli olacak ya da en azında bir temel oluşturmak için yetersiz kalacaktır. Ama bu da tek neden değil. Bir ikinci nedeni de, benim için yaşamın anlamı olan tiyatro kavramını, böyle dekoratif bir parolanın içine sıkıştırmak çok zoruma gidiyor.
BRECHT- İtirazım var: Bölük pörçük, karanlık ve çarpık birtakım yansıtmalarla etkiye ulaşan sanat ne olacak? Delilerin, çocukların ve ilkelerin ortaya çıkardığı sanat ne olacak? Bütün bunlardan da bazı kazançlar elde etmek belki olasıdır. Ama biz, yeryüzünün ve yaşamın aşırı öznel (sübjektif) ölçülerle yansıtılmasının, asosyal etkiler bırakacağından kuşkulanıyoruz.
PISCATOR- Benim parolam: “Bilgi-Bilinç ve İnanç”… Yani bir bakıma, tiyatroyu yeniden aktöresel (ahlâki) bir kurum olarak kavramak! Tolstoy’un dediği gibi, ancak insanları daha iyiye yöneltebiliyorsa sanatın bir anlamı vardır. Yapılacak iş, aklın lâyık olduğu yeri yeniden almasına yardımcı olmaktır. Sanat bulanıklık değildir. Sanat aydınlamadır.
BRECHT- Ve ileriye doğru yapılacak işlerin hiçbiri de, akla geri dönüş kadar zor değildir.
(Devam edecek)
OKUR MEKTUPLARI
ÖZGÜRLÜK DÜNYASI’NA
24 Şubat 1990 tarihinde bir basın açıklaması ile kamuoyuna kendini tanıtan “Sendikal Haklar Koordinasyon Komisyonu”, 23 Haziran’da Cağaloğlu’nda yaptığı bir basın açıklaması ve gösteri ile sözde “zam”lara karşı mücadeleyi başlattı.
Bu mücadele esas olarak kamu çalışanlarının sendikalaşma mücadelesinin bir parçası, sendikaya giden yolda önemli bir adımdı.
Eylemlerin görünüşteki somutlanışı zamlara karşı gibi olmakla birlikte, gerçekte sendika mücadelesinin bugünkü somutudur. 25 Hazirandaki gösteri üç bin, Sultanahmet Meydanında 16 Temmuz’daki gösteri ise erken başlamasına ve polisin müdahalesine rağmen 5.000 civarında memurun katılımıyla gerçekleşmiştir.
Polisin tüm engelleme, dağıtma çabalarına rağmen, gösteriler (özellikle ikincisi) memurların işverenleri olan devlete inanmadıklarını, güvenmediklerini. 350.000-500.000 maaş da dahil birçok şeyi kaybetmeyi göze aldıklarını ve sendika mücadelesinde kararlı olduklarını gösterdi.
Gencide sendikalaşma mücadelesi ivme kazanma yönünde ilerlerken, bugün sözde zamlara karşı gelişen mücadele başka zenginliklerle desteklenmezse düşme gösterecektir. Bu alanda kamu çalışanları, Temmuz eylemlerini (ki, bu eylemler işçilerin 89 bahar eylemlerine çok benziyor) bölgesel ve yasal mitinglerle taçlandırıp, en yakın zamanda koşulların uygun olduğu işkollarında bir sendika başvurusu yapmalı ve bu başvuru sonbaharda yaygın eylemlerle desteklenmelidir.
Faşist diktatörlüğün saldırılarına karşı kamu çalışanlarının birliği daha da pekiştirilmeli, bu birlik bir başka ve çok önemli bir güç olan işçi sınıfı ile destek ve dayanışmaya girilmelidir. Sınıfın, özellikle İstanbul ilimizde Sendika Şubeleri Platformunun desteği mutlaka alınmalıdır.
Temmuz eylemleri geleceği gösteriyor. Daha ileri Ve daha zorlu mücadelelere hazır olalım.
İstanbul’dan bir öğretmen
Y. ÇEVRİOĞLU’NUN ANISI BİZİMLE OLACAK
Antalya YDGD Yönetim Kurulu Üyeliği nedeniyle yaşamının 32 ayını 12 Eylül Zindan’ında geçiren Yusuf Çevrioğlu yoldaş, 3 Haziran 1990 günü hazin bir deniz kazasında yaşamını yitirdi.
1961 yılında Antakya da dar gelirli bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelen Yusuf yoldaş henüz çocuk denecek yaşta, ortaokul sıralarındayken devrimci saflarda yerini aldı.
Gerici-Irkçı, Faşist güçlerin oldukça etkin oldukları Antakya’da bir avuç genç devrimci yoldaşlarıyla bu gerici çemberi kırmak için mücadele etti. Bu nedenle birçok kez polis tarafından gözaltına alındı, sivil faşist çetelerin saldın hedefi oldu. YDGD-YK üyeliği döneminde Antakya ve çevre Köylerinde gençlik çalışmasında yoğun bir şekilde yer alan Yusuf yoldaş, YDGF’nin Güney illeri koordinasyonunda Antakya YDGD temsilcisi olarak faaliyet yürüttü. Yoğunlaşan siyasal görevleri sonucu, başarılı bir öğrenci olmasına rağmen. Ticaret Lisesi 2. Sınıfta öğrenimini bırakmak zorunda kaldı.
12 Eylül cuntasının ilk günlerinde polis tarafından gözaltına alınan Yusuf yoldaş işkence altında abisinin politik faaliyeti hakkında bilgi vermeğe zorlandı. Bu konuda ifade vermeyen Yusuf Yoldaş, ilk sorgusundan sonra bir süre serbest bırakıldı. 1981 yılında YDGD yönetim Kurulu üyeliği nedeniyle yeniden gözaltına alındı. Adana Sıkıyönetim mahkemesinin YDGD hakkında gizli örgüt iddiasıyla açtığı davada yargılandı. “Ütü”nün bile örgüt malı sayıldığı, Devrimciler aleyhine delil olarak kullanıldığı 12 Eylülün “mizahi” bir Mahkemesi tarafından örgüt üyeliğinden mahkûm edildi. Yaşamının 32 ayının Faşizmin zindanında geçiren Yusuf Yoldaş hakkında Yargıtay daha sonra beraat kararı verdi.
Son dönemlerde Antakya Halkevinde faaliyetlere katılıp amatör Tiyatro gurubunun yönetmenliğini yapan Yusuf, 3 Haziran günü bir gurup eski arkadaşı ve tiyatro gurubuyla birlikte gittiği bir gezide geçirdikleri hazin bir deniz kazası sonucu Ali Koçak ve Yusuf Taş isimli arkadaşlarıyla birlikte yaşamını yitirdi. 10 Haziran günü Antakya Halkevinde 40 kişinin katıldığı bir anma toplantısında Yusuf yoldaşın yaşamı ve mücadelesi anlatıldı.
Sade, gösterişsiz ama yetenekli ve onurlu bir yaşamın anılan hep bizimle olacak.
Kalbi çocuklara sevgiyle dolu olan Yusuf un son olarak 13 Ocak 1990’da yakını olan Çocuklara yazdığı yazının son cümlesi: ‘Tüm çiçekler sizin olsun!” ile biliyordu. “Yusuf’un Tüm Çiçekleri” Dünyanın bütün Özgürlük Çocuklarının olsun.
ANTAKYA YDGD’den Mücadele Yoldaşları
ÖZGÜRLÜK DÜNYASI’NA
Bizler, İstanbul Belediyesinde çalışan yurtsever devrimci memurlar olarak, 1987’den bu yana sendika kurma mücadelesi içine girdik, öncelikle kendi aramızda bir sendika yürütme komitesi oluşturarak, daha sonra tüm ilçe belediyelerinde temsilcilikler belirledik. Bu temsilciler düzeyinde çalışmalarımızı sürdürdük. Çeşitli yerlerde zaman zaman toplantılar düzenleyerek çalışmalarımızı hızlandırdık. Bu çalışmalarımız sonucunda il ve ilçelerde birim bazında temsilcilikler oluşturduk. Birim temsilcilerinin seçtiği baş temsilciyle çalışmalarımızı daha da yoğunlaştırdık. Ne var ki, komisyon yönetiminde bulunan revizyonistler uzlaşmacı-icazetçi bir yol ve eğilim içindeydiler. Türkiye’nin ILO, Avrupa Sosyal Şartı vb. gibi tarafı olduğu uluslararası sözleşmelerden doğan yükümlülükleri gereği grevsiz, toplu sözleşmesiz sendika kurma konusunda açık yasal bir engelleme bulunmadığı, bu nedenle böyle bir sendika kurabilmenin olanaklı olduğu görüşünden harekede “Grevli, Toplu-İş sözleşmeli” bir sendika anlayış, hedef ve çalışmadan uzaktılar. Bu nedenle; bu sıralarda kurulan ve “grevli, toplu-iş sözleşmeli sendika” mücadelesini amaçlayan Bem-Der’de tabam birleştirmeğe çalıştık. Mevcut yasalara sığınarak yasal çerçevede bir sendika kurmağa çalışan revizyonistler, böylelikle burjuvaziyle uzlaşıp yığınların mücadelesini bölme uğraşısı içine girdiler. Burjuva icazet sınırlan çerçevesinde bir tabela sendikası kurmaya çalışan revizyonistleri ve onların bu çabalarını teşhir göreviyle yükümlü olduğumuz bir dönemde Temmuz zammı gündeme geldi.
Sendika Yürütme Komisyonunun başındaki revizyonistler memurların eylem ve birliklerini bölmenin mücadelesini veriyorlardı. Nitekim Maliye Bakanı Adnan Kahveci’nin Günaydın gazetesine gelişi sırasında gazete önündeki protesto eylemine katılmadıkları gibi, var oldukları her ilçede eskiden de yaptıkları gibi eyleme katılmak isteyen insanların önüne geçerek, gidemedikleri yerlere de telefonlar yağdırarak “biz böyle bir şeye katılmıyoruz; polis orada sizi döverse, tutuklarsa size kim sahip çıkar?” diyerek eylem kırıcılığı yaptılar. Yine kendilerine” sendika yürütme komisyonu” diyen revizyonistler, 16 Temmuz’daki Sultanahmet mitingine, ortak basın açıklamasına imza atakları halde gelmeyerek ve kitleyi orda yalnız bırakarak uzlaşmacı yüzlerini gösterdiler. Bizler, devrimci demokrat memurlar olarak Sultanahmet’te organizasyonsuz ve başıboş bırakılan kitleyi toplayarak eylemimizi gerçekleştirdik. Revizyonistlerin uzlaşmacı-icazetçi bu tutum ve eğilimlerine karşılık, “grevli, toplu-iş sözleşmeli sendika” amacını taşıyan Bem-Der ise, Sendika Yürütme Komisyonu’nun bulunduğu eylemlere katılmama gibi bir karara sahip. Bu eylemlere aktif olarak katılmamakta ve kitleyi revizyonist ve reformistlerin insafına bırakmaktadır. Böylelikle, aynı zamanda kitle içerisinde “derneklerin yarışına taraf olmayalım katılmayalım” şeklindeki yanlış eğilimin güçlenmesine ve güç ve eylem birliğimizin burjuva propagandalar karşınında zayıflamasına sebep olmaktadır.
BEM-DER üyesi bir Belediye Memuru
ÖZGÜRLÜK DÜNYASI EMEKÇİLERİNE
Bizler Federal Almanya’nın Kuzey Ren Westfalya bölgesinde emeğini satarak geçimini sağlamaya çalışan Türkiyeli emekçileriz. Memleketimizden binlerce kilometre uzaklıkta olmamıza rağmen gözümüz kulağımız hep oralarda. Ülkemizde gelişen demokrasi ve sosyalizm mücadelesinin takipçileriyiz. Nitekim bizler ve dünyanın 120’den fazla ülkesindeki işçi kardeşlerimiz bu yıl da 1 Mayıs’ı işçilerin birlik, dayanışma ve mücadele günü olarak kutladık. Fakat ülkemizde bu önemli ve anlamlı günün kutlanmasına izin verilmemesi işçi kardeşlerimizin üzerine ateş edilmesi, binlercesinin tutuklanması ve işkence görmesini nefretle protesto ettik. Nitekim burada katıldığımız mitinglerde ülkemizdeki gelişmeleri Alman emekçilerine aktardık ve bu durumun protesto edilmesi için de fabrikalarda, sendikalarda çeşitli girişimlerde bulunduk. Bunlardan bazılarını sizlere de iletmek istiyoruz. Her şeyden önce ülkemizde 1 Mayıs’ın yasallaşması, 1 Mayıs tutuklularının serbest bırakılmasını içeren telgrafları ve protesto kartlarını burada yaşayan sınıf kardeşlerimizle ve devrimci demokrat arkadaşlarla birlikte TC İçişleri Bakanlığı’na yolladık. Bunun yanı sıra üyesi olduğumuz F. Alman İGM sendikasının çeşitli toplantılarında konuyu gündeme getirdik. En son yaptığımız İGM bölge konferansında yabancı işçi, gençlik ve kadın komisyonundaki arkadaşlar olarak yukarıdaki taleplerimizi içeren ortak bir önerge verdik ve bu önergemiz kabul edildi. Aynı zamanda bu önerge içerisinde 1 Mayıs’ta polis tarafından yaralanan Gülay arkadaş için bir bağış kampanyası açtık ve hemen orada 3.060 DM topladık ve kendisi için açılan hesaba yatırdık. Gülay arkadaşa acil şifalar dileriz.
Gelecek 1 Mayısları dünya emekçileriyle birlikte kutlamak dilekleriyle, mücadeleniz mücadelemizdir diyor hepinize en candan selamlarımızı iletiyoruz.
-1 Mayıs tutukluları serbest bırakılmalıdır.
Gelsenkirchen’den bir Özgürlük Dünyası Okuru…
BİRLİK VE MÜCADELE GELİŞİYOR
İzmirli tüm sağlık emekçilerinin mücadeleleri yeni boyutlar kazanarak gelişiyor.
Yasadışı sürgünlere karşı yemek boykotu ve alkışlı gösteriler yapıldı. 28 Haziran 1990 günü ‘Grevli, Toplu iş sözleşmeli sendika’ hakkı ve sürgünlerin geri alınması için yemek boykotu İzmir’de tüm hastanelerde % 80’lere varan kitle katılımı ile gerçekleşti.
Sürgünleri protesto, ücretlerin insanca yaşanacak düzeye getirilmesi ve ‘grevli, toplu-iş sözleşmeli sendika’ hakkı için; İzmirli sağlık emekçilerince, Başbakanlık, Sağlık Bakanlığı ve Çalışma Bakanlığı’na protesto telgrafı eylemi yapıldı.
İzmir Tepecik SSK ve Buca SSK hastanelerinden 8 doktor, 1 hemşire, 1 anestezi teknisyeninin çeşitli illere hiçbir gerekçe gösterilmeden, Çalışma Bakanı imren Aykut’un emri ile (faks emri) bir gün içinde sürgünleri yapıldı. Daha önce de Tepecik Göğüs Hastanesi’nden 3 hemşire hiçbir gerekçe gösterilmeksizin il içinde sürgün edilmişti. Sağlık emekçileri, bu saldırı ve sürgünlere sessiz kalamazlardı.
Sağlık emekçileri, sürgün ve kıyımlarla birlikte ‘grevli, toplu-iş sözleşmeli sendika’ ve temmuz ayında % 25 zamlı ücret artışını protesto ile birleştirerek hastanelerde geliştirdikleri eylemler yeni boyutlar kazandı.
Yeşilyurt Devlet Hastanesi’nde 16 Temmuz günü, sağlık çalışanları (doktor, ebe, hemşire, memur ve yardımcı personel) yemek boykotu ve maaş bordrolarının yakılması şeklinde eylem yaptılar. Yemek boykotuna tüm hastane personeli katılırken, gösteride 350-400 dolayında sağlık personeli yer aldı. Tepecik Göğüs Hastanesi’nde yemek boykotuna % 80 katılım oldu. Yemek boykotunun hemen ardından 250-300 dolayında sağlıkçı, ellerinde dövizleri olduğu halde hastane bahçesinde toplandılar. “Grevli, Toplu-İş Sözleşmeli Sendika için ileri”, “sadaka değil, hak istiyoruz”, “İşçi, memur el ele; genel greve” sloganları gösteriye katılan tüm personelce atıldı. Hastane içerisinde yürüyüş şeklindeki gösteriye hastalar da katıldılar.
Göğüs Hastanesindeki eylemin bitimine yakın, hastane idaresi polisi çağırarak, idarenin polis ile işbirliği yaptığını gösterdi. Fakat saldırı, tehdit, sürgün ve baskılar sağlık emekçilerinin haklı mücadelesini engelleyemeyecektir. Nitekim bu eylemlerin ardından Ege Üniversitesi Hastanesi, Alsancak Devlet Hastanesi, Karşıyaka Devlet Hastanesi, Konak Doğum Hastanesi, Behçet Uz Çocuk Hastanesi ve Dokuz Eylül Hastanelerinde eylemler, yemek boykotları, hastane içi yürüyüş vs. ile sürdü.
Sağlık emekçilerinin bu eylemleriyle, pratik mücadele içinde en geniş kitlelerin birlik ve katılımının gerçekleştiği bir kez daha görülmüş oldu. Tüm yasal engellemelere rağmen, sağlık emekçileri mücadele için hazır olduklarını gösterdiler.
Kapitalist sömürünün işkence, tehdit vs. baskılarla azgınca sürdüğü ülkemiz koşullarında hak arama, çalışma koşullarının iyileştirilmesi ve her türlü baskının durdurulmasının yolunun mücadele etmekten geçtiği bir kez daha anlaşılmış oldu.
İzmir sağlık emekçilerinin eylemlerine Petkim işçileri ve sendika temsilcileri destek oldular. Bu da, işçi, memur ve tüm emekçilerin sorunlarının bir ve ortak olduğunu; bu nedenle tüm emekçilerin ortak çıkarlarının kapitalist sömürü düzenine son vererek özgürlük ve demokrasi içinde yaşamak olduğunu ve bunun için işçi, memur ve tüm emekçilerin birlikte mücadele zorunluluğunu göstermiş oldu.
Tüm toplum kesimlerinde olduğu gibi, sağlık emekçileri için de, bir araya gelme, mesleki sorunları tartışma, ekonomik-demokratik hakların kazanılmasında uğraşma, ülkemizin durumu ve geleceğini düşünme; sonuçta örgütlenme ve egemen sınıflara karşı bu örgütlü gücü harekete geçirme merkezlerinden biri olarak sendikalar zorunlu ve acil yaşamsal öneme sahip bir olgu olarak karşımıza çıkmaktadır. Ancak, modern revizyonistlerin, her türden gerici dinci ve faşist akım ve eğilimlerin öne sürdüğü gibi, grev hakkı, toplu-iş sözleşmesi yapma hakkı elinden alınmış, dernek tipi sendikalar çalışan emekçilerin istediği sendikalar olamaz.
Sağlık emekçileri ve diğer memurların sendikaları, mücadeleci, pazarlık gücü olan, grev yapan örgütlenme ve eğitim merkezleri olmalıdır. Bilinçli, örgütlü ve birlikte mücadele şiarlarını yükselterek, her türden gerici, faşist, reformist ve revizyonist aldatmaca ve ayak oyunlarına gelmeyelim. Unutmayalım ki, “Grevli, Toplu-İş Sözleşmeli Sendika”larımız, bu gerici engelleri de aşarak yaratılacaktır.
-Grevli, Toplu-İş Sözleşmeli Sendika için ileri!
-Ücretler, insanca yaşanacak düzeye getirilsin!
-İş, ekmek, özgürlük; kahrolsun faşist diktatörlük!
-İşçi, memur el ele; genel greve!
İzmir’den Yurtsever Devrimci Demokrat Sağlık Emekçileri
OZAN ÇAĞDAŞ’IN KAMUOYUNA AÇIKLAMASI
Halkın Türküsü Adlı Kaset Sansürden Geçmedi!
Neden geçmedi? Nedeni açık; çünkü Halkın Türküsü. Şayet “Halkın Türküsü” değil bugün hastalık derecesinde yaygın olan arabesk olsaydı takılır mıydı? Elbette ki hayır! Çünkü arabesk insanlara, kitlelere umutsuzluğu, karamsarlığı, hayata kahretmeyi, her türlü yoz duyguları körüklüyor.
Kasetimdeki ret kararının gerekçesi şöyle: “Kamu düzeni, genel asayiş, kamu yararına aykırı görüldüğünden, yayınlanması çoğaltılması kurulumuzca oy birliğiyle uygun görülmemiştir.”
Uygun görülmeyen nedir, biraz açalım. Kamudan kastedilen bir avuç azınlıkla bu karar doğrudur. Yok, halk yığınları ve çoğunluksa bu iddia komik olur. Çünkü bir anaya evladına sahip çık, onu ne zahmetlerle meydana getirdin demek, emeği, emekçiyi, insanı yüceltmek, haksızlığı, yoksulluğu, işkenceyi yermek suç ise her şeyi meydana getirenin eller olduğunu, doğurtanın da eller, mezara götürenin de eller, yapanın da yıkanın da eller olduğunu; silahı yapan, tetiği çeken, hedefte yaşamı son bulanın da eller olduğunu anlatmak kamu yararına aykırı ise o zaman vurun beyler, kesin asın, evlatta neymiş, insanın değeri ne ki, dememiz mi gerekirdi?
Halkın Türküsüne yasak koyan eller bunu istiyor. Halkın türküsü, yiğitliği, halk sevgisini, halk uğruna, ölüme severek gidenlere övgü, baskıya, işkenceye, haksızlığa tepkiyi içermektedir. İnsan ömrüyle pazarlık olmaz demişim, suç demişler. Hür ülkede canlı mezarlık olmaz demişim, suç demişler. Fikir tavına gelende, kaynat fikri fikre, kardeş olsun düşmanlıklar demişim, suç demişler.
Anaya evladına sahip çık demişim, suç demişler. Üretene, emeğine sahip çık demişim, suç demişler. Sensizlik-bensizlik çağında, sulanıp aşk ırmağında, özgürlüğün yanağında, açalım açalım gül gibi demişim, suç demişler. Bunlara suç diyenler, haksızlığı, yolsuzluğu, işkenceyi her türlü kini nefreti desteklediklerini bu kararlarıyla itiraf etmiyorlar mı? Öyle ise ben “Halkın Türküsü” adlı kasetimi insanlığa, halka, bilime, sanata, yorumcuya, eleştirmene, herkese açıyorum, dinleyin, inceleyin, karar verin. Yasaklar, “Halkın Türküsü” adlı kasetime mi olmalı, yoksa koydukları yasalara dahi uymayan, insan hakları evrensel beyannamesini böylesine ihlal eden zihniyete mi olmalı? Halkın Türküsü adlı kaset suç işlemişse, tutun yakamdan, yargılayın, sorgulayın, yabancısı değilim, zindanların hücrelerin: Halkın Türküsü’nün yasaklanması, bir suçtur! Suç duyurusunda bulunuyorum.
Sanatçılar da hem dünyadaki hem de kendi toplumundaki gelişmelerin dışında kalamaz. Kaldı ki, sanatçıyı da sanatı da yapan, asıl toplunun kendi kültürü ve koşullarıdır. Halk ozanları susmayacaktır. Anti-demokratik basıklara hayır. Zafer yeninin, güzelin, emeğin ve haklının olacaktır.
Ağustos 1990