Libya’da Türkiyeli İşçilerin Mücadelesi
Libya’da, Enka Holding (Türk) şirketinin işçiler üzerindeki azgınca sömürüsüne ve buna bağlı olarak işçilerin gelişen tepkisine kısaca değinmek istiyoruz.
Libya’nın Berega bölgesinde, yeni yerleşim merkezini kuran Enka şirketi 3500 kişi çalıştırıyor ve bölge çöl olmamakla birlikte, tam bir mahrumiyet bölgesidir. Bu şantiyede çalışan işçiler üzerinde dönen azgınca sömürü çarkı, antik çağın köleci düzenindeki sömürü biçimiyle eş düzeyde sayılabilir.
Ülkemizde gelişen ekonomik bunalım ve buna bağlı olarak büyüyen işsizler ordusu karşısında, kurtuluşu yurt dışında arayan bu insanlar, bu gibi holdinglere kurban olarak pazarlara sürülüyor ve görülüyor ki, gidilen alanlarda da sömürünün daniskası ülkenin ya da bölgenin özelliğine göre değişik biçimlerde, ama daha da artarak sürüyor ve uygulanıyor. Enka Holding 100 Libya Dinarı kontratla Libya’ya işçi getiriyor. Bu da TL karşılığında asgari ücretin bile çok altındadır. Getirilen işçiler havaalanından alındıktan sonra, şantiye girişinde hoş geldin “mükâfatı olarak” bir kaç boş kâğıda imza attırılıyor. Nedeni sorulduğunda ise yetkililerin verdiği cevap ikame, banka hesabı, vb. gibi laflarla geçiştiriliyor. Sonra da, imzalattırılan bu kâğıtları Libya yasalarına göre ve kendi şirket çıkarları doğrultusunda doldurarak, işçilerin kölelik belgesini kendi elleriyle imzalatmış oluyorlar. Bu haince tuzak karşısında işçiler hiçbir güvence ve sosyal hakka sahip olmayan uysal ücretli köleler statüsüne sokularak çalıştırılıyor. Bunun bilincinde olup, şirketin işçiler üzerindeki baskısını dile getiren olursa, şirketin muhbirleri tarafından ihbar edilip hemen yurt dışı ediliyor. Böylece, diğer işçilere gözdağı verilmiş oluyor. Ama ne çare ki, şirketin tüm bu çabalan işçilerin şaha kalkmasını önleyemedi. Tüm sosyal haklardan yoksun olan işçilerin aldıkları cüzi ücret ise, aydan aya değil. 9-10 ay hatta bir yıl sonra 1 veya 2 aylığını ödeyerek kalan parasının en az 8 aylığını içeride bırakmak şartıyla ödeme yapılıyor. Bu şartlar karşısında çalıştırılan sıradan insanlar bile bu azgınca sömürüyü görerek hak aramak ve almak için tek vücut, tek yumruk oldular. İşte grevin yasak olduğu Libya’da, işverenin değil düşünmek, aklından bile geçiremeyeceği, 3500 işçinin bir haftalık direnişi işvereni dize getirdi.
Açıkçası 6.01.1991 günü akşam haberlerinde maden işçilerinin Ankara’ya yürüyüşleri işçileri etkiliyor düşüncesiyle televizyon kapatılarak haberler izlettirilmiyor. Şirkette uydu anteni olduğu için Türkiye net bir şekilde görüntülenebiliyor. Bu durum karşısında işçiler işverenleri yuhalayarak, bağırarak yemekhaneyi terk edip top sahasına yürüdüler. Tabi bununla birlikte, duyarlı arkadaşlar hemen inisiyatifi ele alarak, patlak veren tepkiyi işverene karşı haklarını almak için direnişe dönüştürdüler. Bu arada işçi komitesi kurularak her alanda inisiyatifli bir şekilde şantiyeyi, tüm personeli ve araçları denetim altına alarak işveren temsilcilerini etkisiz hale getirdiler. Herhangi bir oyuna (işçilerin) gelmemesi sağlandı. Sabahlan hep bir ağızdan ‘işçiyiz, güçlüyüz’ şiarıyla servislere binmeden işyerine gidildi, (tabi yürüyüş halinde), ancak üretim yapılmadı.
İş dönüşleri gene yürüyüş kolu halinde, sloganlar atarak şantiyeye geldik.
Hoşa gitmeyen bu durumlar karşısında işveren, ya da temsilcileri şok geçirir bir vaziyette dize geldiler. Anlaşmak için işçi temsilcileriyle masaya oturduk. Taviz vermez bir kararlılıkla 12 maddedeki talepleri işverene yüzde 85 oranında kabul ettirdi. 14.01.1991 günü yani bir hafta sonra işbaşı yapan işçiler önderlerine büyük bir güven duyarak emeğin gücünün yenilmez olduğunu kendi pratiklerinde öğrendiler ve görerek de yaşadılar.
İşte Enka Holding’de gördüğümüz, durum özel olmakla birlikte (kuşkusuz genelden soyut değildir) döneklerin, korkakların ve kararsızlık tohumları saçanların suratına bir şamar olduğu gibi bir başka yandan da kararsız ve korkak insanları da harekete getirerek hak almanın bir ihsan değil, birlikte mücadelenin sonucu olduğu gerçeğini öğretti. Öyle ise; böylesi barışçıl ve basit eylem biçimleriyle yenilmez sanılanlar dize geliyorsa, karmaşık ve bilinçli siyasi eylemlere dönüştürdüğünde yenilmez sanılanların, düzenleriyle birlikte, yenilip yok olmayacaklarının garantisi ne olabilir?
Libya Bingazi’den Özgürlük Dünyası okuyucuları
BASINA VE KAMUOYUNA AÇIKLAMA
Mustafa Sustam TKP/ML-TİKKO davasından 30 yıl hapse mahkûm edilmiş bir devrimci. 1980’de tutuklanmış. Mahkûmiyeti, itirafçıların ifadelerine dayandırılmış. Şimdi Sağmalcılar Cezaevi’nde ve ağır bir hastalığı var. Adı, Anülozofon Stomdlit. Bunu Sustam’ın yaşadıklarıyla anlatalım:
Yer, Edirne Cezaevi ya da Edirne Zindanı. Güvenlik subayı, Maraş Katliamı davasından yargılanmış MHPTi Yüzbaşı llyas Kılıç. Dosyası oldukça kabarık. Binbaşı iken bir askeri öldürdüğü için rütbesi Yüzbaşılığa indirilmiş: 1982’de-geldiği Edirne’de rüşvet ödeneklerini zimmetine geçirmekten yargılanmış. Kontrgerillacı. 1984’de tekrar Güneydoğu’ya gitmiş. Giderken, “Orada komünist öldürmek benim için zevk olacak” diyormuş.
Edirne’de görev yaptığı süre içinde sol siyasi mahkûmlar üzerinde zulüm düzeni kurmuş. Dayaksız, falakasız, hücresiz gün geçmemiş. Tek tip elbise giydirmek, saygı duruşunda bulundurmak, faşistlerle aynı koğuşta tutmak için yapmadığı kalmamış. 1 metre yükseklikteki daracık hücrelere beşer-altışar kişi doldurmuş, îşte bu işkencelere uğrayanlardan biri de Mustafa Sustam.
Bir açlık grevi sırasında asker ve gardiyanlar dipçiklerle, sopalarla saldırmışlar her zamanki gibi. Pek çok kişi yaralanmış, hücrelere doldurulmuş. Sustam’ın kolu kırılmış. Revire götürmemişler. Kırık kolunu kendisi de hükümlü bir doktor olan Ümit Ay tekin bulabildiği tahta parçalarıyla sarmış. Bu haliyle, Yüzbaşı İlyas Kılıç tarafından hücreden çıkarılıp özel olarak dövülmüş Sustam.
Yine bir kış günü, faşistlerle çıkan bir kavgadan sonra Yüzbaşı, Sustam’ı hücreden almış, ellerini iple bağlayarak yüzükoyun soğuk su havuzuna yatırmış. Bu durumdayken beline ve kafasına inen dipçiklerin, copların, tekmelerin sayısını hatırlayamıyor Sustam. Omurgaları bu olayda zedeleniyor, üst üste biniyor, hareket edemiyor, sinir sistemindeki tahribat her geçen gün artıyor. Zaman zaman felç durumu ortaya çıkıyor. Doktorlar, cezaevi koşullarında tedavisinin mümkün olmadığını söylüyorlar. Hastalığın adı Antilozofon Stomdlit.
Mustafa’nın bir kardeşi Muhittin Sustan’da işkencede öldürülmüş. 12 Eylül’ün dört yılını cezaevinde geçirmiş. 85’de tekrar yakalanmış, uğradığı işkenceler sonucu iradesini kaybetmiş. 3 yıl da Bakırköy’de yatmış. 88’de oradan çıktıktan bir gün sonra Kartal Askeri Karakolunda gözaltına alınmış. Buradan çıktığında ağzından kan geliyormuş. Bir gün sonra ölmüş. Otopsi yapmamışlar.
Mustafa’nın diğer kardeşi Yusuf da bir yıl kalmış 12 Eylül cezaevlerinde. Baskı ve göz altılardan kurtuluşu yurtdışına çıkmakta bulmuş. Mustafa’nın annesi ise tüm bunlardan sonra gözlerini kaybetmiş.
Mustafa Sustam’ın hastalığının iyileşebilmesi için ceza evinin sağlıksız koşullarında, uzak bir yerde tedavi olması şarttır. Çünkü: Cezaevinin sağlıksız koşullan hastalığın nüksetmesine neden olmaktadır. Bu nedenden dolayı demokratik basın ve kuruluşların soruna duyarlılıkla yaklaşmasını bekliyoruz.
ÇANAKKALE CEZAEVİ SOL SİYASÎ TUTSAKLAR
İlle de Melissa!
İkinci ayında kara harekâtının da başladığı Körfez savaşı olanca şiddeti ve yıkıcılığıyla sürerken, emperyalistler amaçlarını gizlemezcesine sivil halka saldırıyorlar. 12 Şubat günü müttefikler Bağdat’ta, içinde 1500 dolayında sivilin bulunduğu bir sığınağı bombaladılar. Yüzlerce insan öldü, bir o kadarı yaralandı.
Başta ABD olmak üzere, müttefikler, tepkileri önlemek ya da hafifletmek ve kendi meşruiyetlerini sağlamak için, bilumum pek yetenekli “istihbarat” vs. örgütlerinin derin ve zahmetli çalışmalar sayesinde, bombalanan sığmağın gerçekte Irak’a ait bir askeri komuta kontrol merkezi olduğunu kanıtlamaya çalıştılar. Bunun için de ABD’nin üst düzey yetkili ve sorumlularınca basına birbiri ardınca brifingler verildi. Emperyalist televizyon kuruluşları, basın ve paralı kalemşorlar de bu sava desteklerini peşinen sundular.
Sığınağın askeri komuta kontrol merkezi olduğunun somut kanıdan da ileri sürüldü, tik kanıt, sığınağın dikenli tellerle çevrili olması(!)ydı. (Bu gerekçe, daha önce de, müttefikler tarafından kimyasal üretiminde kullanıldığı iddiasıyla bir süttozu fabrikasının bombalanmasında ileri sürülmüştü.) Yeterli bulmayanlara şu açıklandı: Saddam, bilumum silahlarını, tank, uçak ve füzelerin, hastane, cami, tarihi anıt ve hatta sığınaklara sakladı. Saddam Amerikalı kadın pilot Melissa’yı askeri hedeflerde kalkan olarak kullanırken, ABD tarihsel eserlere bile zarar vermemek için, büyük önem taşıyan askeri hedefleri vurmaktan kaçmıyor. “İnsancıl” müttefiklerin, sığınağın komuta merkezi olduğu için bombalandığının bundan daha iyi bir kanıt mı olur?
Emperyalist basın, beşinci kol görevini layıkıyla yerine getiriyor. Dünya halklarını bu yalan ve demagojilere inandırmak için, iddialarını daha yüksek ve manevi temellere dayandırıyor: “Bush’un ahlaki değerlerinin S.Hüseyin’inkinden daha yüksek olmasından ötürü” bombalanan yerin askeri komuta merkezi olduğu önkoşulsuz kabul edilmek gerekiyor.
“Bizim” basın da, sığınakların bombalanması konusunda, müttefik generallerinin açıklamalarının arasında Irak’ın açıklamalarını geçiştirirken Melissa konusunda müthiş hassas davranıyor. Melissa’nın Saddam tarafından “canlı kalkan olarak kullanıldığı” söyleniyor; “Saddam çekilsin, Melissa kurtulsun” deniyor. Melissa’nın üniforması içinde babasıyla çektirdiği fotoğrafını da yayınlayan boyalı basın, uşaklığın sınır tanımaz özelliğini sergiliyor. Yüzlerce, binlerce însan ölürken ses çıkarmayanlar, Melissa için dünyayı ayağa kaldırıyorlar!
Semra’nım Rollerde
Emperyalistlerin Irak’a karşı kara harekâtı başlatmalarından birkaç gün önce Semra’nım, aniden Türkiye gündeminin “birinci maddesi”ne geldi kuruldu. Barış olasılığının ortaya çıkması Semra’nımın bu durumunu etkilemedi; savaşın yeniden kızışması sonrasında, büyük “kadın hakları savunucusu”, Körfez sorunuyla, onunla eşdeğer ağırlıkta olmak üzere 1 numara’yı paylaşıyor. Doğal, 1 numara’ya gündemin de 1 numarası yakışır! Nasıl paylaşmasın. “First Lady”nin ANAP İstanbul İl Başkanlığına adaylığını koyması, sırasıyla, aile, ANAP ve hükümet içinde büyük çalkantıya yol açtı, tüm bu müesses kurumlar içinde çatlaklara neden oldu ve hükümet sorunu haline geldi.
Anlı-şanlı “muhaliflerimiz” de çalkantıyı bir ucundan yakaladılar, Demirel, İnönü, Ecevit peşi sıra demeçler patlattılar. Cindoruk “kaynanalar” dizisini hatırlattı, İnönü akıl sağlığından endişeli olduğunu tebarüz ettirdi.
Oysa ne vardı? Semra’nım önce ANAP’ı sonra da Türkiye’yi kurtaracaktı. Bu kadarcık şeyi çok görüyorlar kendisine.
Büyük otellerden birinde düzenlenen, eşi sayın bay cumhurbaşkanının da katıldığı adaylığı açıklama toplantısına dördü dışında ANAP İstanbul ilçe başkanları boykot etti. Keçeciler grubu Semra’nım başkanlığına karşı çıkıyordu. Onlar “Hürrem Sultan”ın kendilerini tasfiye edeceğini, genel başkanlığa ve başbakanlığa oynadığını sanıyorlardı. Oysa vallahi böyle değildi. Kadının tek kaygısı ANAP’ı birleştirmekti! Dağıtarak kötü bir başlangıç yaptıysa da inşallah birleştirecek yavaş yavaş. “Yetim Hüsnü”nün azledilmesine bakılmasın, tasfiye de yoktu. Denizanası değildi ya o, ANAP’ın “ana”sıydı, ruh çağırma seansları düzenlemeye geliyordu, “83 ruhunu” yeniden tesis edecekti, “4 eğilimli ANAP”, seçimleri kazanır yeniden hükümet olurdu. Kadrini bilmiyor, anlayamıyorlardı. Üstelik ANAP anasıyla birlikte kadınların siyasal ağırlığı misli görülmedik ölçüde artacaktı. Keçeciler takımı boykotunu sürdürürse, bu ağırlığın katlanarak artma tehlikesi var: “ana”, can sıkıntısından rejime filan boş verip boykotçu delegelere hazırlanan ordövr tabaklarını da gövdeye indiriyor.
Yok yok, Semra’nım inşallah ANAP’ı da Türkiye’yi de kurtaracak!
Yetim Hüsnü Öksüz de Kaldı
Engels, her halkın layık olduğu yöneticiler tarafından yönetileceğini söylemiş, ama herhalde bu ilişkinin bugün Türkiye’de olduğu kadar aşırıya kaçabileceğini tahmin edememişti. Bu iş, Türkiye halkı açısından bir haksızlık oluşturma boyutuna vardı. Herhalde hiç bir halkın layığı Özal olamaz.
Sayın zevcesinin il başkanlığı adaylığını tüm gücüyle destekleyen ve onun propagandistliğini üstlenen Bay Özal, Semra’nımı boykotu örgütleyen yetim yeğenini Brütüslükle suçladı. Radyo ve TV’den “ANAP genel başkanı” bir cumhurbaşkanının parti içi çekişmeye ilişkin uzun ve sitemkar konuşmasına tanık oldu. Ve yetim haddini bilmeyip yediği ekmeğe nankörlük ederek velinimetine yanıt verdi. Ve İnönü’nün akıl sağlığını bozacak şekilde layık olmadığımız adamın sigortaları attı. Ve “azlederim” dedi. Böyle bir yetkisi yoktu, ama olsundu, yapar yapardı. Nitekim yaptı da. Özal “yetim”i koluna azlettirdi, kendisi onayladı. Savaş kapıdaymış, “yetim” savunma bakanıymış, cumhurbaşkanı partiler karşısında tarafsız olmalıymış – Özal bunlara aldırmadı. O, ANAP’ın dizginlerini elden kaçırmamanın, zevcesi aracılığıyla parti içindeki gücünü perçinlemenin peşinde. Açıktan particilik yapıyor, bunu, radyo-TV konuşmasında olduğu gibi, itiraf da ediyor. DP bastonlu 3. cumhurbaşkanı merhum Celal Bayar bile bu denli ileri gidememişti. Özal işi particiliğin de ötesine götürdü, aile işleriyle devlet işleri birbirine karışmış durumda ve tüm gazetelerin birinci sayfalarında. Yazılı-yazısız tüm burjuva normlar, yasalar, anayasalar ve hatta muaşeret kuralları Özal’ın ayağının paspası gibi. Sonunda olan “yetim”e oldu; Hüsnü, pespaye bir şekilde iç içe geçen aile-parti-hükümet ilişkilerinin kurbanı olarak bir de üstelik “öksüz” kaldı.
Hayır, Türkiye halkı, ne böyle yöneticilere ne de onların dedikoduculuktan öteye gidemeyen SHP, DYP, DSP gibi “muhalifleri”ne layık değildir.
Bezirgânların “Savaş Ticareti” Batakta
Körfez savaşında, “bir koyup yirmi alacağız” propagandasıyla savaş çığırtkanlığı yapanlar, şimdi zarar tartışmasına başladılar; başlamak zorunda kaldılar.
Dünya Bankası’na göre, Türkiye’nin savaş nedeniyle uğradığı gelir kaybı, daha şimdiden, 7 milyar doları bulmuş durumda. Arap şeyhleri, ABD ve diğer emperyalistlerin Türkiye’nin savaş çığırtkanlığına biçtikleri değer ise 5 milyar dolarmış. Ama ya çığırtkanlığı yetersiz bulduklarından, ya da zaten gönüllü yapıyorlar, katkısı bulunsun düşüncesinden bu 5 milyarı bile “ödemeyip 2 milyar dolar “hibe”yle yetinmişler. Bizimkilere de, Körfez savaşının emekçi halka yüklediği kişi başına külfetin 325 bin mi yoksa 550 bin TL mi olduğunu tartışmak düştü. İktisatçılara göre bu yük (buna ordunun masrafları dâhil değil) 550 bin TL; devlet bakanı Taner’e göreyse, sadece 325 bin TL’dir.
Burada, “hesapçı” ve “iyi ticaret bilmek”le övünen Özal ve destekçilerinin, Kuveyt’in “yeniden inşası” ve Ortadoğu’ya ihracattan bu açığı kapatmak “taktikleri” olabileceği akla geliyorsa da, bu, daha bugünden iflas etmiş görünüyor. Her şeyden önce, basında da çıktığı gibi, “kurtarılacak Kuveyt”in şeyhi ve hükümeti ile büyük ABD tekelleri tüm işleri bağlamış durumda. İngiltere de sadece bir-iki iş koparabildi. Fransa bile hava almış durumda. Türk müteahhit firmalarının en büyükleri dahi, belki birkaç taşeronluk teklifi gelir diye bekliyorlar. Irak’tan da, savaşın sonucu ne olursa olsun Türkiye’ye bir şey düşecek gibi görünmüyor. Saddam’a kalırsa zaten Türkiye’ye bir şey yok. Yok, bir kukla hükümet kurulursa, Irak işlerinin de kapalı kapılar ardında ABD ve diğer emperyalistler arasında paylaşılacağı besbellidir.
Ortadoğu ülkelerine ihracatın artırılması ise, artık hepten hayaldir. Ortadoğu’da yeni bir İsrail olarak görülen Türkiye ile değil bugün ABD’nin Ortadoğu’daki varlığından rahatsız olan ülkelerin, Suriye, Mısır, S. Arabistan gibi ABD yanlısı ülkelerin de eskisi kadar bile ticaret yapması beklenemez.
Ortaçağ bezirgânı kafasıyla emperyalist çağda “ticaret” yapanlar, bir kez daha iflas ediyorlar. Ama “efendilerimiz için biz buna da katlanırız, önemli olan onların çıkarlarıdır” deniyorsa, o zaman “bir koyup yirmi alacağız” diyenler “haklı” çıktılar.
Sanata Tutuklama
“İstanbul’da yayınlanan Kültür ve sanatta TAVIR adlı dergimizin Ankara’daki tanıtım bürosu 25.1.1991 günü polis tarafından basıldı ve talan edildi. Dergimizin Ankara temsilcileri olan Grup Ekin’le birlikte 15 kişi gözaltına alındı. İki haftalık gözaltından sonra Grup Ekin’in solisti Metin Turan’ın aralarında bulunduğu 5 kişi tutuklandı.
Özellikle Grup Ekin’in solisti Metin Turan tümüyle polisin isteği ve direktifleri sonucu tutuklanmıştır. (…) Bu uygulamanın yeni bir kaset için stüdyo çalışmasına başlayacağım bilinen Grup Ekin’in sesini kısmayı amaçladığına inanıyoruz.
Savaş koşullarıyla birlikte ilan edilmemiş “olağanüstü hal” uygulamalarının meşrulaştığını yaşadığımız yeni örneklerle görüyoruz. Halktan yana kültür ve sanatın bütün baskılara rağmen susturulamayacağı açıktır. Tutuklanan arkadaşlarımızın serbest bırakılmasını istiyoruz. Devrimci-demokrat kamuoyunun bu konuda duyarlı olacağına inanıyoruz.”
Kültür ve Sanatta TAVIR
Kitle Halinde İşten Atmalar Sürüyor
Tekstil İşverenleri Sendikası Başkanı Halit Narin, Teksif’le 174 işyerini kapsayan sözleşmeyi imzalamasının ardından şunları söylüyordu: “Bu ücreti sektörün kaldıramayacağını biliyordum… Şimdi herkes kendi işletmesini çalışır duruma getirmek için ya işçi azaltmaya gidiyor, ya da sendikasından ayrılan işçiyle yeni bir hizmet akdi yapıyor.” diyordu.
Körfez krizinin patladığı son altı aydan bu yana ve özellikle 3 Ocak eylemi ve işçi sınıfı hareketinin Zonguldaklı madencilerin büyük eyleminin durdurulmasının ardından işçi sınıfının cephesel bir yenilgi almasından sonra işten atmalarda belirgin bir artış gözleniyor. Son altı ayda işten atılan sendikalı ve sendikasız işçi sayısı resmi makamların açıklamalarına göre İSO bini geçiyor, gerçekte ise bu daha fazladır. Başta tekstil işkolu olmak üzere iş ten atmalar halen yoğun olarak devam ediyor. İşten almalardaki son artış, işçi sınıfının aldığı yenilgi ile yakından ilgilidir. İşten atmalara karşı kitlesel bir direnişin örgütlenemediği günümüz koşullarında, işverenler, kitlesel bir işçi atma hareketine giriştiler. İşçiler, işten atmalar karşısında büyük bir tedirginlik ve hoşnutsuzluk gösterirken, bu tepkiler yeni yeni eylemlere de dönüşüyor.
İşten atmaların son örneklerinden biri Packard Elektrik ‘de yaşandı. Çoğunu faşist Türk-Metal Sendikası görevlilerinin ihbar ettiği 90’a yakın işçi, 8 Şubat günü işten atıldılar. İşten atılmalar karşısında Türk-Metal yetkilileri “işverenin yasal hakkıdır” diyerek patronun yanında yer alırken, fabrika önünde bir basın açıklaması yaparak bildiriler dağıtan Packard işçileri, işten atmaları protesto ettiler.
Türk-Metal yöneticileri, işverenin ajanı gibi çalışırken diğer bütün sendika yöneticisi, işten atmalar karşısında, derin sessizlik içinde. Tabandan esen rüzgârı yatıştırmak için “üretimden gelen güç” lafını ağızlarından düşürmeyen sendika yöneticileri, hükümet üzerinde hiç bir etkilerinin bulunmadığı bu dönemde “üretimden gelen güç” yerine işçileri oyalamak için başkanları Şevket’in ardından Danıştay kapılarında kuyruğa girdiler. Üretimden gelen güçle ortadan kaldıramadıkları “anti-demokratik” yasaları Danıştay yolu ile “demokratik”leştirecekler! Burjuvazi ve diktatörlük, işçi sınıfına tepeden saldırır ve işçileri yığınlar halinde sokağa atarken, yasa iptali için dava açmak… İşte sendikacıların büyük eylemi!
Şevket Neden Gülüyor?.
Zonguldak sokaklarından taşarak Ankara’ya doğru yürüyüşe geçen işçiler, attıkları “İşçiler sokakta, Şevket yatakta” sloganıyla Şevket Yılmaz’ı gerçekten de yatağa düşürdüler. 89 Bahar Eylemlerinde olduğu gibi, işçi sınıfının sön eylemleri sırasında da Şevket’in kalbi işçilerin mücadelesine dayanamadı, eylem günlerini hastanede geçirdi. Diktatörlük Körfez savaşı bahanesiyle işçilere saldırıp grevleri yasaklayarak sınıfı geçici bir cephe yenilgisine uğratınca, Şevket de sağlığına kavuştu. Bu durum şu gerçeği çarpıcı bir şekilde ispatladı ki; işçi sınıfının mücadelesiyle Şevket’in sağlığı arasında ters bir orantı vardır. İşçiler mücadele ettikçe “yatağa düşen” Şevket, mücadele, geçici de olsa, yenilgi aldığında, sağlığına kavuşuyordu. Yoksa bütün sözleşmelerin satıldığı, grevlerin yasaklandığı, işçilerin kitlesel olarak işten atıldığı bu koşullarda Şevket’in gülerek gazetelere poz vermesi nasıl açıklanır? Bakalım Şevket daha ne kadar gülecek? Bunu işçilerin gelecekteki mücadelesi belirleyecek.
Son gülen iyi güler. Şevket “ilk” gülenlerden…
Türk-İş Başkanlar Toplantısında Dans!
Savaş gürültüleri ve yoğun işçi çıkarımlarının yaşandığı Ocak ayı içinde Türk-İş Başkanlar Kurulu toplandı. “Gündemindeki” konuları tartıştı.
“Tartıştı” diyorsak, doğrusu, Türk-İş ağaları her zamanki gibi, buyandan birbirlerinin açıklarından yararlanarak laf yarışı yaparken, öte yandan da asıl sorunlara dokunmayan göstermelik sorunlar etrafında dans ettiler.
Ş.Yılmaz, M. Özbek gibiler, “savaşa karşı bir şeyler yapalım” lafı edenleri, “ne yaptınız”, “yaptıklarınız neye yaradı” gibi çıkışlarla “ufalarken”, 3 Ocak ve Zonguldak eylemlerine sürüklenmelerinin de pişmanlığını dile gelirdiler.
Ş.Yılmaz, “Savaşın çıkmasını istemiyorum. (Türkiye’nin savaşa girmesi yani ),ama çıkarsa işçilerimle birlikte cephedeyim.” diye halisane niyetle düşüncelerini açıkladı. Bununla kalmadı, daha ileri giderek “savaşa karşı eylem” diyen sendikacıları da azarladı: “Savaşa karşı eylemden söz etmeyin. 3 Ocak’ta gördük. Taban eylem meylem istemiyor. Daha 3 Ocak’ın acısını çekiyoruz. İşçilerin yevmiyeleri kesildi, bir yığın işçi atıldı. Bir şey yapamadık. Bir daha işçilerime zarar verecek eylemler yapmayız.”
Böylece bir kez daha, Ş. Yılmaz’ın “işçilerini” ne kadar düşündüğüne tanık olundu. İşçilerin yevmiyeleri kesiliyor ve işten çıkarılıyorlar diye zavallıcığın sık sık tekleyen yüreği kan ağlıyor! Ama işten atmalar karşısında da parmağını oynatmıyor hain. Gerekçe de hazır, “taban eylem meylem istemiyor.”, dahası, eylem olursa “işçilerin ücreti kesiliyor”. (Eylem olursa mı, yoksa olmazsa mı işçiler açısından zor durumların oluştuğu yaşanarak görülmüşken hem de.) Ama savaş çıkarsa sayın Ş.Yılmaz, “işçileri”nin başında cepheye koşacak. Sanki işçiler gerçek acıyı o zaman çekmeyecek, ölümler bir yana her gün birbirini izleyen savaş vergisi zamlar işçilerin ücretini elinden alıp götürmeyecek, götürmüyor!
İşçi haklarına Türk-İş usulü sahip çıkma bu olsa gerek!
Contitech’de işçi Kıyımı ve Direniş
Contitech’de çalışan sendikalı 165 işçiden 102’si ile memur kadrosunda bulunan 20 çalışanın işine son verildi. Petrol-İş Sendikası Anadolu Şubesi’ne bağlı bulunan Contitech fabrikasından işçilerin atılmasına Körfez krizi gerekçe gösterildi.
1 Ocak 1991’de işyeri yeni sözleşme dönemine girerken, ortalama yıllık %160 artış öneren, ilan edilmemiş olağanüstü hali ve grev yasaklarını arkasına alarak, artış önerisini %40’a indirmiş ve 120 çalışanın da işine son vermiştir. 31.1.1991 tarihinde ücretli izne çıkarılan işçiler, 1.2.1991 tarihinde işe döndüklerinde, izne çıkarıldıkları tarihten itibaren iş sözleşmelerinin feshedilmiş olduğunu öğrendiler. İşten atılan işçiler, atıldıkları tarihten itibaren her gün işyeri önünde toplanarak protestolarını ifade ederlerken, işten atılmayan işçiler de üretimi durdurarak, arkadaşlarını destekliyorlar. İşten atmalara karşı mücadele etmek için bir komite oluşturan işçiler, Körfez Krizinin bahane oluşturduğunu, işverenin iş ve işçi kapasitesini genişleterek işe devam etmek niyetinde olduğunu bildirdiği halde, Körfez Krizinden yararlanarak, yeni sözleşme öncesi işçi haklarından tasarruf etmeye çalıştığını söylediler. İşveren, bir yandan işten attığı işçilerin tazminatlarını ödemeyi geciktirirken, öte yandan tazminatı eski sözleşme üzerinden ve taksitle ödeyerek, yapacağı ödemeyi azaltmaya çalışıyor.
Maga Deri ve SEKA’da Yemekhane İşgali
İzmit’te kurulu Deri-İş Sendikasının yetkili bulunduğu Maga Deri’de, grevde iken hükümetin grev yasağı kararı ile işbaşı yapan işçiler, önce izine çıkarıldı, ardında da işten atıldılar. İşten atılan 535 işçi, alacaklarının ödenmemesi üzerine önce 25 Şubat günü fabrika önünde toplandılar, ardından da jandarma birliklerinin barikatını yararak yemekhaneyi işgal ettiler. Jandarma birliklerinin başında bulunan albayın bütün tehditlerine rağmen yemekhaneyi terk etmeyen işçiler, alacaklarını almadan işyerini terk etmemeye kararlı olduklarını açıkladılar.
Maga Deri’de olduğu gibi grevleri hükümet kararıyla yasaklanan 10 bini aşkın SEKA işçisi de işyerini terk etmeme kararını eyleme dönüştürdüler. İşverenle Selüloz-İş sendikası arasında sürdürülen toplusözleşme görüşmelerinin anlaşmayla sonuçlanmamasını protesto eden işçileri, 25 Şubat günü vardiya çıkışlarında işyerini terk etmeyerek yemekhanede toplandılar. Üretimi sürdüren işçiler, işçi çıkışında yemekhaneye toplanarak işyerini terk etmiyorlar, işveren ve hükümetin tavrını protesto ediyorlar.
KİPLAS’a Bağlı İşyerlerinde Direniş
Petrol-İş Sendikacının örgütlü olduğu Gebze’deki çeşitli işyerlerine işveren sendikası KİPLAS’la sendika arasındaki görüşmelerin uyuşmazlıkla sonuçlanması üzerine, işçiler, çeşitli pasif direnişler yapıyorlar.
Kiplas’a bağlı 50’yi aşkın işyerinde yürütülen TİS görüşmeleri uyuşmazlıkla sonuçlandı. Şubat ayı sonuna kadar grev kararı asılacak olan bu işyerlerinde işçiler, yemek boykotu ve servislere binmeyerek işyerine yürüyerek gelme biçiminde direnişler yapıyorlar. Birbirine yakın fabrikaların işçileri birleşerek ortak yürüyüşler yapıyorlar. 21 Şubat günü Marshall, Eminiş, Aysan işçileri E-5’i keserek yaklaşık bir kilometre yürüdüler.
İşçiler, ortaya koydukları eylemlerle hükümetin kararlarına, işverenin krizin yükünü işçilere yıkma girişimine karşı çıkıyorlar. Bu eylemler, işçilerdeki huzursuzluğun ve tepkinin dışa vurumudur.
Almanya muhabirimiz Bildiriyor:
“İstanbul Sahnesi Oyuncuları” Ellerinde Özgürlük Ateşiyle Avrupa Turnesinde Adım Adım K…tan Gerçeğini Anlatıyorlar
Avrupa’daki Türkiyeli emekçilerin daha önceden Yılmaz Güney oyunu ile tanıdıkları İstanbul Sahnesi Oyuncuları, bu kez “Ateş Tene Değende” adlı bir oyunla izleyicilerin karşısındalar. Dünya kamuoyunun gündemine gelen ve dünyada ülkesiz en çok nüfusa sahip bir halkın (yaklaşık toplam 30 milyon) günlük yaşamından kesitlerin ele alındığı Diyarbakır zindanında olup bitenler hiç abartısız, aksine eksiğiyle çarpıcı ve bazen de ürpertici bir oyun akışı içinde dile getiriliyor. Bugüne dek sahneye çıktıkları her yerde izleyicilerin ayakta ve coşkun alkışlarıyla karşılanan İstanbul Sahnesi oyuncuları, çeşitli kentlerde oyunlarını sergilemeye devam ediyorlar. Almanya başta olmak üzere iki ayı kapsayacak bu Avrupa turnesi boyunca acıları, baskıyı ve buna karşı direnişi ve isyanı dile getiren oyunlarıyla başla Kürt emekçileri olmak üzere diğer uluslardan izleyicilerin de büyük ilgisini görüyorlar. Diyarbakır adı her zaman isyanı çağrıştırır. Oyunun konusu olan Dörtlerin Gecesi’nin Diyarbakır zindanında geçmiş olması elbette tesadüf değildir.
Savaş dönemine de denk düşüp zamanlamasının iyi düşünülmüş olması, oyunun yerli ve yabancı basından ve birçok demokratik kişi ve kuruluşlardan gördüğü yoğun ilginin bir etkeniydi. Almanya’da örgütlü bulunan Türkiyeli işçilerin örgütü olan DİDF’in bu konuda yoğun çabası ve girişimini de bütün zahmetlere değer bir çaba olarak belertmek gerekir.
İstanbul Sahnesi oyuncularını bir kez daha bu başarılan nedeniyle kutluyor ve yurtdışı turnelerinin bundan böyle gelenek haline gelen bir kültür köprüsü göreviyle önümüzdeki yıllarda da sürmesini diliyoruz.
“2 Şubat”ınız kutlu olsun
H. DEDESOY / Paris
Ülkedeki gençler DGM salonlarında “80’in yalnızca Eylül’ü yok, bir de Şubat’ı var” demişlerdi. İşte o Şubat ayının yurtdışındaki devrimci komünistler için özel bir yeri.
Şubat’ın ilk kutlaması ‘85’de yapılmıştı. Her olayın ilki insanda unutulmaz bir anı bırakır. İşte o ilk kutlamaya katılan insanlarda Şubat ‘85 unutulmaz bir anı bırakmıştı. Avrupa’nın dört bir yanında binlerce kişi akın akın KÖLN yolunu tutmuşlardı. Sabahın erken saatlerinde, salonun önü otobüslerden inen insan kalabalığıyla dolmuştu.
Orda insanlar, ilk defa uzun bir aradan sonra onun sesini duyacaklardı. Salon açılıp herkes yerlerini aldığında mesajı okuyacak kişiyi insanlar, dakikalarca ayakta alkışladı.
İşte odur, budur, her Şubat ayı yaklaştığında insanlar şubatta randevulaşmalar gibi sabırsızlıkla o günü beklerler, otobüsler tutulur, yerler rezervasyonlar, tanıdıklar dostlar o güne davet edilir, işte artık Şubat ayını kutlamak yurtdışındaki devrimci komünistler için bir gelenek olmuştur. Bir beklentidir, insanlar birbirlerine kutlama kartları yollar “2 Şubat’ın kutlu olsun” diye.
Bu yılkı 2 Şubat kutlamaları merkezi bir geceyle değil de, bölgesel düzeylerde gerçekleşti. Herkes o günde kendi bölgesinde kutladı. Belki aynı sayıda insanı ve aynı yüzleri bir arada bulmak mümkün olmuyor ama aynı heyecan, aynı özlem, aynı beklenti yine mevcuttu. İnsanların o güne verdikleri özel bir sözleri vardır. O gün insanların yüreğinde yer etmiştir artık. Her ne olursa olsun, kim nerde olursa olsun 2 Şubat kutlamalarında insanlar o bayrağın altında yan yanadırlar.
Paris bu yıl 2 Şubat’ı 1500’e yakın bir kalabalıkla kutladı. Programı daha çok kültürel içerikli idi. öyle ortalıkta ün edinmiş sanatçı filan da çağırılmadı. Yine de hiç kimsenin tahmin etmediği bir kalabalık kitle katıldı.
Herkes gücü oranında gecede bir şeyler sergilemeye çalıştı. Onunla aynı yolda yürüyeceklerine ant içmiş, ona gönül vermiş, gönüldaşları, yoldaşları, ellerinde neleri varsa onu ortaya koyup dostlarına sunmaya çalıştılar. ADTT tüm kültürel etkinliğiyle oradaydı. Amatör çalışmalar yürüten tiyatro grubu küçük bir skeç türünde pandomim yaptı. Beğenisi büyüktü. Oynadıkları halk oyunlarıyla mini yavrular yine 2 Şubat’ın gülleriydiler. Ülkemizin değişik yörelerinin halk oyunlarını ağabeyleriyle birlikte oynadılar. Coşkuyu arttırdılar.
ADTT çevresinde oluşturulan, kuruluşu yeni olan ama kısa bir süre içerisinde Avrupa’nın birçok kentinde gecelere çıkan GÖKYÜZÜ (Sürgün) katıldı.
Bunların yanı sıra, Almanya’dan getirtilen BERİVAN ve Grup Ezgi Türkçe ve Kürtçe halk türküleri sundu. Gecede ayrıca Orhan TEMUR grubuyla Abuzer KARAKOÇ sazıyla güzel parçalar söylediler.
Son olarak ülkedeki devrimci mücadele tarihinde kesitler sunan dia gösterisiyle gece sona erdi. Bir dahaki Şubatlarda buluşmak üzere yeniden randevulaşıp ayrıldılar.
Ülkedeki tüm dostların 2 Şubat’ını kutlar, onlara da böylesi güzel anılar yaşamalarını dileriz. Bir gün o günleri birlikte kutlama dileğiyle.
Baş temsilcinin bıyıkları aşkına
Perdeci – Mehmet ESATOĞLU
Tozlu bir minibüs Taksim meydanına girdi. Şoför, -yavaşlayarak- genç işçiye “nerede duralım” gibisinden bir bakış attı. Genç işçi, önce Marmara Otelini gösterecekken birden Atatürk Kültür Merkezini gördü. Minibüs oraya doğru yanaştı. Genç işçi “erken geldik ben bir bakayım” diyerek indi minibüsten. Birdenbire koca bir binayla karşılaştı. Yaklaşınca bir yığın kapının karşısında kalakaldı.
Sendika Başkanı “oyuncuları git al, aman geç kalma” diye tembihlemişti. Kültür Merkezinin önünde buluşulacağına göre oyuncular içeride olmalıydılar. Ama neresinde? Kapının önünde bir adama yaklaştı. Derdini anlatmaya çalıştı. Adam “danışmaya sor?”dedi. İşçi telaşlı adımlarla döner kapıyı iterek içeriye girdi. Onlarca afiş ve fotoğrafla karşılaştı. Renk renk afiş ve fotoğraflara baktı bir süre. “Bizim oyuncular acep hangileri?” diye düşündü. Ürkek adımlarla danışmayı: yaklaştı. Derdini anlatmaya çalıştı. Danışmadaki adam kaşlarını çatarak baktı. Genç işçi, sorusunu biraz daha açarak yineledi. Danışmadaki adam ısrar karşısında bir-iki telefon çevirdi sonuç çıkmadı.
Genç işçi danışmadaki adamın kendisini anlamadığını düşünerek geniş, cilalı taş salonda yürümeye başladı. Uzaktan oda orkestrasının çaktığı ince müzik sesi yayılıyordu. Bastığı halıyla, burnuna gelen kokularla KARTAL’ın çamurlu sokaklarına hiç benzemeyen bir hava esiyordu burada.
Şık giyimli orta yaşlılarla, kot giymiş gençler fuayede içice dolanıyorlardı. Genç işçi, kendi giyimine en yakın bulduğu birine yaklaştı. “Affedersiniz bizim oyuncular buradalar mı?” Kot giyimli genç “Sizin oyuncular mı?” “Evet, geceye gelecekler yani…” Genç anlamayarak baktı: “bilemeyeceğim”.
Genç işçi çaresiz dolaşmaya başladı. Bir üst kata çıktı, büfeciye “oyuncular nerede?” diye sordu. Büfeci, pek dinlemeden bir kapıyı gösterdi. Genç işçi kapıyı açtı uzun bir koridora girdi. Koridorda yürürken sağda, kapısı açık bir oda gördü. Odada bir adam üzerinde renkli bir giysiyle ayna karşısında oturmuş yüzüne boya sürüyordu. Dudağına ruj sürerken göz göze geldiler. Genç işçi, adamın bıyıklarını kaldırarak ruj sürmesine bir an daldı. Hafifçe gülümsedi. Toparlandı sonra “affedersiniz rahatsız ettim”. Adam “yoo rahatsızlık değil. Doğa bana bir yüz vermiş, ben her gün yeniden bir yüz yapıyorum kendime.” Genç işçi kızararak “anlamadım” dedi. Adam “çok değil 45 dakika sonra anlatacağız acele etme.” Genç işçi “çok geç kalmayız değil mi?” Adam “bir yere mi gideceğiz?” “Evet, bu gece, gecemiz var ya”. Adam “ne gecesi?” “Bilmiyor musunuz? Duymadınız mı? Bu gece grevci işçilerin gecesi var 230 gündür direnen. Tam 230…”
Adamın boş boş baktığını görünce anlatmaya koyuldu:
“230 gün önce bir gün fabrikada binlerce yüz birbirine bakamıyor, bakışlarını saklıyor. Gerginlik dorukta. Kimileri bir kenara çekilmiş düşünüyor. Kimileri kapıdan içeri girecek Baştemsilciyi bekliyor. Bir kesim de patron vekillerinden birinin çıkıp “peki” demesini. Saatler geçmek bilmiyor. Yürek gümbürtüleri gök gürültüsü sanki. Oflayanlar. Poflayanlar… Şakalaşanlar…
Ben bir kenarda seyrediyorum bu dünyanın en acıklı tablosunu. Şakalaşanlara kızıyorum içimden. Sanki asık suratla beklesek her şey bir başka olacak. Patron vekillerinin canlı bölmesinde hiç bir yaşam izi yok. Her gün öğüt ve tehdit yağdıran ana kumanda merkezi neden suskun? Suskunluğun anlamı ne? Her şey bitti, ipler koptu. Ya tepedekilerin önerisi ya da hiç. Uzlaşmazlığı düşünmek bile istemiyoruz. Greve kararlıyız ama son çare olarak.
Yönetimin önerdiği rakamla anca 15 gün yaşayabileceğiz. Fabrikada bazen avanağın biri çıkıyor ortaya “Yahu, anlamıyorlar mı bu parayla yaşayamayacağımızı?” Halbuki bütün sistem anlamamak üstüne kurulu. İnsan emeği üstüne bir oyun. Sabah fabrikaya adım atmakla başlayıp akşamüzeri çıkana dek süren. Bu süre tepedekiler için çok önemli. Bizler için de. Boktan bir sure bu. Her şeyi belirtiyor. Giyeceğimiz ayakkabıdan, oturacağımız eve, evdeki keyfimize kadar. Sorun para mı? Bence YAŞAMAK. Ay sonuna doğru mide ağrılarıyla kıvranmadan YAŞAMAK. İçine düştüğümüz öyle bir çark ki para şıkırtısı olmadan dönmüyor. Parayı kazanma şansım ancak o 8 saat ya da mesai ile 12 saat için geçerli.
Sistem bana insanca yaşama hakkını ancak tırnağımı çıkardığım zaman tanıyor. Yasaların her bir maddesi ayrı bir tırnağımı sökmek için var. Bizim koca bıyıklı baş temsilci der ki: “Bir an vardır. O anı yakalamak ya da elden kaçırmak. Sorun bunda. Yay gibi gergin olacaksın sözleşme günlerinde patron önerilerine duvar gibi sağır ve anlayışsız. Civarımızdaki fabrikalar patronuna hak veren aç işçilerle dolu.”
“Sorunu dünyanın değişmesi olarak göremeyen kimi işçi arkadaşlar Sendikadan duydukları rakamlarla düşlere sürükleniyorlar. O güne dek düşleyip de yapamadıkları ve alamadıkları üstüne düşler üretiyorlar. ‘Şunu alırım’, ‘Bunu yaparım’. Rakam gerçekleştiği gün ana harcamalar öne geçerek düşleri silip süpürür. Düşler de hep tenzilat. Ayaklar suya erdikçe tatsızlaşan bir yaşam.”
Ziller zangırdadı birden. Adam ayağa kalktı. Bir an ne yapacağım düşündü. Hızlı adımlarla kulise yürürken durdu, “özür dilerim bir an anlattıklarına daldım, yaşadıklarına ne kadar uzağım, oynadığım oyun ne kadar uzak öyle ya bir de bizim sahnelerimizde hiç sahnelenmeyen senin anlattığın gerçekler var.”
Zil bir kez daha zangırdadı.
“Kusura bakma sahneye çıkmak zorundayım. Bir gün uğrarsan konuşuruz.”
Adam hızla kulise girdi. Genç işçi ağır ağır kulisten çıktı. Büfecinin önünden geçerken “ne o hemşerim buldun mu aradığını?” diye sordu büfeci.’
Genç işçi: “Hayır babam, hayır. Yanlış adrese gelmişiz.”
Kültür merkezinin merdivenlerinden inerken birden aydı.’İyi ama oyuncular. Bizim oyuncular nerede?”
Kapıda bekleyen minibüse doğru yürürken karşıdan ter içinde gelmekte olan birini gördü. Arkasında koşturan minibüsçü işaret edince gelene yaklaşarak: “Merhaba sizi arıyordum.” Şişko yönetmen kızgınlıkla “nerede?”. Genç işçi kocaman Kültür merkezi binasını gösterdi. “Orada.” “Orada mı? Ne işimiz var bizim orada?” “Şey. Bana Kültür Merkezi demişlerdi de.” “Hayır, canım yalnızca önü diye belirtmiştim. Anlıyor musun beni. Bizim oralarda varolacak bir işimiz yok.” Genç işçi “Bilmiyordum. Bilemedim bizden bu kadar kopuk olduklarını.” Şişko yönetmen öyküyü dinledikten sonra “kopuk, bu sözle açıklanabilir mi her şey? Sanat çevrelerinde bir yığın eleştiriler yaparlar bu adamlara. Şimdi sen “kopukla açıklamaya çalışıyorsun.” Genç işçi “Nasıl eleştiriyorlar?” Şişko yönetmen “Bir kesim üç beş milyon maaş almalarım, bir kesim olanaklı salonlarda prova yapıp çalışmalarını. Hiç kimse öykülerini değerlendirmek üzere ele almıyor.”
Bu adamlar konservatuara girdiklerinde tümünün de yüreği sanat üretmek aşkıyla doludur. Konservatuarın ilk gününden itibaren egemen sınıfların dünya görüşü ve estetik anlayışı ile yoğrulurlar. Belli bir dünya görüşünü yakalamaya çalışmış olanlar bile inanılmaz bir biçimde kendilerini kurtaramazlar bu çarktan. Eğiticileri “bu teknikleri öğrenmeden sanatçı olamazsınız” diye bastırdıkça sahnede yürüyüşünden oturuşuna, gülüşünden haykırışına kadar burjuva estetiği ile yoğrulmuş oyuncular oluşur. Öylesine bir duruma düşerler ki; muhalif bir metni oynadıklarında bile ortaya içi ‘ kof bir gösteri çıkar Tiyatronun kolektif özü onları rahatsız eder. Kıyasıya “farklı” olmak için didişirler. Buna ulaşamadıkları anlarda alkole sarılırlar.
“Kimi zaman aralarından üçü beşi ortaya çıkıp Devrimden, Sosyalizmden söz edebilirler. Bu yanıltıcı olmamalıdır. Bu iddiada olanları bile Devrimci kültür ve sanat cephesine bir tutam tuz atmaktan kaçınırlar.”
“Süreç içinde kendi üretim alanlarında da kısırlaşırlar. Bütün oyunların ilk beş on provası ‘iyi niyetlerini’ korumaya çalışırlar, ilerleyen süreçte kendi kısırlıklarına gerekçe aramaya koyulurlar.”
“Okulda sanatsal çalışmaların ‘ders’ haline gelişiyle başlayan bıkkınlık süreci ödenekli devlete ait ya da özel ama egemen sınıfların estetiğine uygun ürünler veren bir toplulukta daha da yoğunlaşır. Bu kurumlardaki her türlü rezilliğin birer uzantısı haline gelirler. Yöneticilere birbirlerini raporlayacak düzeyde aşağılaşırlar. Yönetici sürekli birini diğerine karşı kullanır.”
“Kültür ve sanatın yığınların elinde bir silah haline gelmesinden korktuklarından, sanatı hep üstün, ‘sanatçı doğmuş’ kişilerin kotarabileceğinden dem vururlar.”
“Para, yaşamlarındaki eh büyük tutkudur. Aldıkları paraya daha da para katmak için sürekli ek işler yaparak dünyada olan bitenden iyice koparak kendi kısır döngülerinde dolanıp dururlar.”
“Para tutkusu yaş ilerledikçe daha da yoğunlaşır. En inanmadıkları yozluklarda bile yer almaktan kaçınmazlar. Gelir düzeyi senin aldığın aylık ücretin on katı fazlası olan bir Devlet Tiyatrosu sanatçısının porno ya da dinci-gerici filmlerde yerelması çarkı kavramayanlara şaşırtıcı gelebilir. Kimileri “Nasıl olur?” diye hayretle ayağa fırlarlar, öykünün başından beri gelişimi bilmemelerinden ötürüdür bu.”
“Etkilenirler bazen esen rüzgârlardan. Onları da öğütüp duran sisteme kafa tutanlar heyecanlandırır onları. ‘Ah ne yapmalı’ diye aranırlar. Ama entegre oldukları sistemdeki para odaklan başlayan günle birlikte onları çağırmaya başlar. İyi niyetli bir adım attıklarında bile kafalarında “kaç para kaybettikleri’ yankılanmaya başlar. Sonunda çaresiz o yöne doğru yollanırlar. Ağlarlar bir yandan da ‘Ah şu koşullar… Ah şu koşullar…’.”
Minibüsle oyuncuların bulunduğu salona geldiler. Oyuncular yeni hazırladıkları bir oyununun provasını bitirmiş gösteriye gitmek üzere minibüsü bekliyorlardı. Şişko yönetmen ve genç işçiyi görünce toparlandılar, minibüse doluştular.
Genç işçi “arkadaşlar çalıştığınız yer ne kadar soğuktu öyle?”Oyuncular gülüştüler. Minibüs hareket ettikten sonra Kürt oyunda Ozan Ciğer Hun’un sözlerinden bestelenmiş bir uzun havayı okumaya başladı. Genç işçi bir sigara yaktı.
Uzun yollar aşıp tozlu yallara daldılar. Dar sokakları dönüp bir düğün salonunun önünde durdular. Kapı önünde işçiler, işçi kadınlar, çocuklar en bayramlık urbalarıyla arkalarında iki yüz otuz günlük açlığı ve soğuğu bırakmış toplanmıştılar.
İçeri giriş uzuyordu. İşçi sınıfı geniş, solunun kapısı dardı. Oyunculara sevecenlikle yol açtı kalabalık. Salonun içi de dışı gibiydi. Oyuncular bir ara kalabalığı seyre daldılar.
Genç işçi “Nereden nereye geldik. Bir zamanlar bu yasalarla grev olmaz diye kıçını yırtıyorlardı birileri. Bu, önceleri inandırıcı geldi hepimize. Öyle ya 12 Eylül’de iş yasalarını satılmış hukukçularına ve yazarlarına satır satır dikte ettirmişti işverenler, işyerinin önünde çalınacak grev davuluna bile yasak koydurttular. Bir sabah NETAŞ işçileri bu yalanı yere çalana dek. ‘
Ülkedeki işçi korosu onlara:
“Aşkolsun sana NET AŞ aşkolsun
İki kaşın araşma taş koydun” dedi:
İş bununla kalmadı. Madenciler grev yerinde beklemek yerine “bir kara, iki kara, üç kara, GELİYORUZ ANKARA” diyerek hedefe doğru yürümeye başladılar. Artık önümüzde yeni bir gelenek var. Beklemek yok.
İLERİ…
Baştemsilci yaklaştı yanlarına. Gece bitimi oyuncuların dönüşüne ilişkin konuşurken oyunculardan biri “Niye canın sıkkın baba. Bu gece düğün gecemiz iki yüz otuz gün aşkına.”
Baştemsilci: “Grevlerimizi yasakladılar.”
Şişko yönetmen “iyice köşeye sıkıştılar, ondandır.” “Bu yasalarla grev yapılmazdan grev yasaklama günlerine geldik, işçi sınıfı yeni bir tarih yazıyor. Bunun önünde şapka çıkarmak lazım. NETAŞ’la başlayan. MADENCİLERLE, MALAZLARLA süren bir destan bu. Biz de birazdan bu destanı selamlayarak alacağız Sahnedeki yerimizi.”
Oyunculardan biri “iyi ama burası düğün salonu. Şu sahnenin haline bak. Dekorumuzu nereye koyacağız.” Şişko yönetmen “Bak sahnenin boyutlarını gövdeleriyle çizmiş, dünyayı değiştirmeyi başarmış ve hala zangır zangır sallayan bir sınıf var orada. Sahneyi çevrelemiş bizi bekliyorlar. Dekora gelince, onu kurabileceğimiz bir alan yok. Onun yerine fona başka bir şey asabiliriz.” Oyuncular şaşkınlıkla baktılar yönetmene. “Bakın iki yüz otuz gün açlıkla, soğukla boğuşup bugüne ulaşan grevin en önünde yürüyen şu Baştemsilci’nin bıyıklan var ya bence onları fonumuza koyalım. O, arkamızda güneş gibi gülüm sesin. Biz de önünde oynayalım. Bundan güzel görüntü olur mu?”
Oyuncular gece bitimi polis araçlarıyla çevrilmiş sokağın ortasında minibüse doluşup dönerken “minibüsün arkasından el sallıyordu oyunculara: Nice iş kayaları, nice grevler, nice işten çıkarmalar, nice ihanetler görmüş, umudunu yitirmem iş, direngen bir koca bıyık.
Kara petrol, sarı altın, yeşil dolar sevincine yatmak
Sait EFE
Önceleri çok zaman vardı savaşa. Oturup iskambil falına baktılar uzun uzun. Savaş çıksa mı iyi, çıkmasa mı diye düşüncesi olmayanlar. Hem oyalandılar sıcak yaz günü serin gölgeli, sulu beldelerde. Hem de düşünce ürettiler çalışmayan beyinleriyle. Yaz sıcağı yerini yavaş yavaş güz serinliğine bıraktı. Savaş sisleri de bulutlaşmaya başladı Ortadoğu’nun üzerinde. Savaşa çok az zaman kalmıştı. Çıksa mı, çıkmasa mı düşüncesi, çıkacak mı, çıkmayacak mı merakına dönüştü. İskambil falı uzun sürüyordu. Fal bitmeden savaş başlayabilirdi. Papatya falına geçtiler. Kimininki çıkacak dedi. Kiminin ki çıkmayacak. Bu arada güz rüzgârları ağaçların altındaki sarı yaprakları, yol kenarındaki tozları savurdu durdu. Karakış kapıyı çalana, Ortadoğu’nun üzeri kapkara bulut olana değin. Gösterge, savaştan yana yükseliyordu. Papatya falını da bıraktılar. Savaş kapıdaydı. En kestirme yol, yazı turaydı. Havaya atıldı, avuç içinde tutuldu paralar. Kimininki yazı geldi. Kimininki tura. Kimi yazıya tutmuştu savaşı. Kimi turaya.
Günler, günleri, aylar aylan kovaladı. 31 Aralık gelip çatana, ülkemiz sıfırlı yıl tehlikesi olan, darbe korkusunu atana değin. Çamlar kesildi ormanlardan. Renk renk ışıklar yakıldı mumlardan. Yeni bir yıla başlamıştı insanlar. Yeni sevinçler, yeni umutlarla değil, kara korkular, bulanık kuşkularla. Yeni yılın günleri de geçmeye başladı. Birer birer yırtılan takvim yapraklarıyla. Bir! … Üç! … On beş! … Savaş olasılığı düşeş. On altı! … Dünya sessizliğe yattı. On yedi! … Ses yok. Bush sözünü mü yedi? Gözler ufukta, kulaklar seste. Uçaklar ne zaman kalkacak? Bombalar nerede, ne zaman, kimin üzerinde patlayacaktı? Geceler o kadar uzun ki… Gün doğmadan neler doğar… Ne doğabilir ki? Kapitalizmin küflü şeyine düşmüş, çıkar tohumlarından? Savaştan başka.
Ve ekranda (CeNeNe!…) Savaş tohumu ekiyor insanların beynine. Bir yayın kuruluşu değil, Pentagon’un karargahı gibi çalışarak, özgürlükçü Batı ülkelerindeki sansür karşısında serçe kadar küçülüyor, “Savaşçı Saddam”ın sansüründe tavus kuşu gibi açılıyordu.
Koyun can, kasap et derdinde hesabine) aydı dünya. Halklar ölüm, açlık, kan korkusu yaşarken, barışçı batı bloğu kara petrol, sarı altın, yeşil dolar sevincine yatmıştı. Altın fırsat doğmuştu sam amcaya. Hem dünyaya gücünü gösterecek, hem de son kullanma tarihleri geçmiş bombalarını tüketecekti.
Hiç durmadan ilerliyordu zaman. Güneşin doğuşu, dünyanın dönüşü kadar, her gece her gece Bağdat’la çocukların başlarına yağan bombalar da kanıksanarak. Alkışçı eller alkış çaldılar. Şakşakçı kalemler şakşak yazdılar aralıksız. Kimini geçmişe götürdü kimi olaylar, kimini geleceğe.
6.2.1991. Kısa ayın altıncı, yılın 37. günü geldiğinde savaşın da 21. günü dolmuştu. Üçüncü haftası yani. Üç hafta… Kuluçkalık yumurtalardan civciv çıkma zamanı. Savaştan bir sonuç çıkmadı daha. Uzadıkça uzuyor. Havadan suya tüm doğayı etkisi altına alarak. Bir bakıyorsun kapkara bir duman havada. Ateş saçan bembeyaz bir uçağın ardında. Bir bakıyorsun petrol dolu deryada yaşam savaş veriyor deniz kuşları. İstanbul’da işgal var. Çatılar, caddeler, sokaklar bembeyaz kar. İki savaş yaşanıyor sanki. Biri soğuk kış savaşı, diğeri sıcak puşt savaşı. “Saddam”, “savaş”, “saldırı”, “soğuk”, “S” harfli hep ilk sayfa haber başlıkları gazetelerin. Savaş ve kış resimleri yan yana. Bomba yüklü uçak resimleri, yan yana. Bomba yüklü uçak resimleri, kar resimlerinden daha soğuk geliyor insana. İç sayfalar, köşe yazdan hep savaşla ilgili. Dünya durmuş, yalnız savaş yaşıyormuş gibi. Hele biri… Cengiz Çandar’ın Güneş gazetesindeki yazısı, 1980’in başlarına götürdü beni. İlk toplumsal kefilliği yaşadığımız yıllara. Zamanın büyüklerinin en büyüğü bir anayasa oylamasında kefil olmuştu halka, ikinci toplumsal kefillik de söz konusu yazının son tümcesiydi…
‘Türkiye’ye güvenin. Hata etmezsiniz” diyordu CENGİZ.
Anayasanın başına gelenleri biliyoruz. Eden edene… Kefilin de sesi çıkmıyor hiç. Çıkmıyor değil de, çıkaramıyor galiba. Sihirli balonu patladı çünkü. Bakalım savaşın sonu ne olacak? Cengiz gibilerin de…
Ses kuyusuna düşmüş gibi oluyor insan, bu yazıyı okuyunca. Her yerden sesler geliyor. Alttan, üstten, yandan, sağdan, soldan, köyden, kentten binlerce ses… “Biz de mi Cengiz biz de mi” diye.
Grevi yasaklayan yüz binlerce işçi, bordro mahkûmu memurlar, kışla disiplinli öğrenciler, toprağa attığını alamayan köylüler
Pazardan filesinde kuşyemi kadar şeyle dönen kadınlar, siftahsız kepenk kapatan esnaflar, işten atılan işçiler, yüksek fiyatlardan eli yanan düşük ücretli halk.
İnsan, hayvan, bitki tüm doğası ile ateş altında, namlu ağzında, süngü ucundaki Ortadoğu halkları
Yüreği kopan parçasından çok parçalanan oğluna, kızına, gelinine, torununa yanan Iraklı ana, başlarına bomba yağan Bağdatlı çocuklar. Aç, ilaçsız çöl halkı, gözyaşları içinde gönderdiği eşini bir daha görüp görmeyeceğini bilmeyen Amerikalı gelin.
Biz de mi, biz de mi? diye soruyorlar. Cengiz’e.
Ayva, armut hesabı duymuştum. Ama böyle ince ince, iştahla yapılan savaş hesabı duymamıştım, hiç. Resmen savaş isteriğindeydi adamlar. Aygır görmüş kızgın at gibi kişir, kişir kişiriyorlardı savaş karşısında. Başlasa da halkı başlasak diye. Parçalanmış çocuk feryadı, yanık ana ağıdı bu hesabın hangi hanesine yazılacak acaba. Elde kan lekesinden başka?
Bu savaş başka savaş galiba. Yumuşak sürüyor. İpek gibi. İnsancıl (!) Sam amca askeri hedefleri vuruyor hep; Sivilleri gözü gibi koruyarak. Sığınakta ölenler olmuş ya! Sorumlusu Saddam onun da. Bombanın altına sığınak yapılır mı hiç?
“Yeter, yeter” diye bağıran sesi duyuluyor, bomba gürültüleri arasında Bağdat’tan Saddam’ın.
– Ben Kuveyt’ten çekiliyorum. İsrail de işgal ettiği Filistin topraklarından çekilsin.
– Olmaz! … Onu karıştırma. Sen BMW, pardon BM kararlarına uy, yeter.
-Neden?
– O bizim oğlan çünkü. İki yıl önce kulağını çekmiştim. Acısı içimden çıkmadı daha.
Mart 1991