Haberler-Mektuplar

Libya’da Türkiyeli İşçilerin Mücadelesi
Libya’da, Enka Holding (Türk) şirketinin işçiler üzerindeki azgınca sömürüsüne ve buna bağlı olarak işçilerin gelişen tepkisine kısaca değinmek istiyoruz.
Libya’nın Berega bölgesinde, yeni yerleşim merkezini kuran Enka şirketi 3500 kişi çalıştırıyor ve bölge çöl olmamakla birlikte, tam bir mahrumiyet bölgesidir. Bu şantiyede çalışan işçiler üzerinde dönen azgınca sömürü çarkı, antik çağın köleci düzenindeki sömürü biçimiyle eş düzeyde sayılabilir.
Ülkemizde gelişen ekonomik bunalım ve buna bağlı olarak büyüyen işsizler ordusu karşısında, kurtuluşu yurt dışında arayan bu insanlar, bu gibi holdinglere kurban olarak pazarlara sürülüyor ve görülüyor ki, gidilen alanlarda da sömürünün daniskası ülkenin ya da bölgenin özelliğine göre değişik biçimlerde, ama daha da artarak sürüyor ve uygulanıyor. Enka Holding 100 Libya Dinarı kontratla Libya’ya işçi getiriyor. Bu da TL karşılığında asgari ücretin bile çok altındadır. Getirilen işçiler havaalanından alındıktan sonra, şantiye girişinde hoş geldin “mükâfatı olarak” bir kaç boş kâğıda imza attırılıyor. Nedeni sorulduğunda ise yetkililerin verdiği cevap ikame, banka hesabı, vb. gibi laflarla geçiştiriliyor. Sonra da, imzalattırılan bu kâğıtları Libya yasalarına göre ve kendi şirket çıkarları doğrultusunda doldurarak, işçilerin kölelik belgesini kendi elleriyle imzalatmış oluyorlar. Bu haince tuzak karşısında işçiler hiçbir güvence ve sosyal hakka sahip olmayan uysal ücretli köleler statüsüne sokularak çalıştırılıyor. Bunun bilincinde olup, şirketin işçiler üzerindeki baskısını dile getiren olursa, şirketin muhbirleri tarafından ihbar edilip hemen yurt dışı ediliyor. Böylece, diğer işçilere gözdağı verilmiş oluyor. Ama ne çare ki, şirketin tüm bu çabalan işçilerin şaha kalkmasını önleyemedi. Tüm sosyal haklardan yoksun olan işçilerin aldıkları cüzi ücret ise, aydan aya değil. 9-10 ay hatta bir yıl sonra 1 veya 2 aylığını ödeyerek kalan parasının en az 8 aylığını içeride bırakmak şartıyla ödeme yapılıyor. Bu şartlar karşısında çalıştırılan sıradan insanlar bile bu azgınca sömürüyü görerek hak aramak ve almak için tek vücut, tek yumruk oldular. İşte grevin yasak olduğu Libya’da, işverenin değil düşünmek, aklından bile geçiremeyeceği, 3500 işçinin bir haftalık direnişi işvereni dize getirdi.
Açıkçası 6.01.1991 günü akşam haberlerinde maden işçilerinin Ankara’ya yürüyüşleri işçileri etkiliyor düşüncesiyle televizyon kapatılarak haberler izlettirilmiyor. Şirkette uydu anteni olduğu için Türkiye net bir şekilde görüntülenebiliyor. Bu durum karşısında işçiler işverenleri yuhalayarak, bağırarak yemekhaneyi terk edip top sahasına yürüdüler. Tabi bununla birlikte, duyarlı arkadaşlar hemen inisiyatifi ele alarak, patlak veren tepkiyi işverene karşı haklarını almak için direnişe dönüştürdüler. Bu arada işçi komitesi kurularak her alanda inisiyatifli bir şekilde şantiyeyi, tüm personeli ve araçları denetim altına alarak işveren temsilcilerini etkisiz hale getirdiler. Herhangi bir oyuna (işçilerin) gelmemesi sağlandı. Sabahlan hep bir ağızdan ‘işçiyiz, güçlüyüz’ şiarıyla servislere binmeden işyerine gidildi, (tabi yürüyüş halinde), ancak üretim yapılmadı.
İş dönüşleri gene yürüyüş kolu halinde, sloganlar atarak şantiyeye geldik.
Hoşa gitmeyen bu durumlar karşısında işveren, ya da temsilcileri şok geçirir bir vaziyette dize geldiler. Anlaşmak için işçi temsilcileriyle masaya oturduk. Taviz vermez bir kararlılıkla 12 maddedeki talepleri işverene yüzde 85 oranında kabul ettirdi. 14.01.1991 günü yani bir hafta sonra işbaşı yapan işçiler önderlerine büyük bir güven duyarak emeğin gücünün yenilmez olduğunu kendi pratiklerinde öğrendiler ve görerek de yaşadılar.
İşte Enka Holding’de gördüğümüz, durum özel olmakla birlikte (kuşkusuz genelden soyut değildir) döneklerin, korkakların ve kararsızlık tohumları saçanların suratına bir şamar olduğu gibi bir başka yandan da kararsız ve korkak insanları da harekete getirerek hak almanın bir ihsan değil, birlikte mücadelenin sonucu olduğu gerçeğini öğretti. Öyle ise; böylesi barışçıl ve basit eylem biçimleriyle yenilmez sanılanlar dize geliyorsa, karmaşık ve bilinçli siyasi eylemlere dönüştürdüğünde yenilmez sanılanların, düzenleriyle birlikte, yenilip yok olmayacaklarının garantisi ne olabilir?
Libya Bingazi’den Özgürlük Dünyası okuyucuları

BASINA VE KAMUOYUNA AÇIKLAMA
Mustafa Sustam TKP/ML-TİKKO davasından 30 yıl hapse mahkûm edilmiş bir devrimci. 1980’de tutuklanmış. Mahkûmiyeti, itirafçıların ifadelerine dayandırılmış. Şimdi Sağmalcılar Cezaevi’nde ve ağır bir hastalığı var. Adı, Anülozofon Stomdlit. Bunu Sustam’ın yaşadıklarıyla anlatalım:
Yer, Edirne Cezaevi ya da Edirne Zindanı. Güvenlik subayı, Maraş Katliamı davasından yargılanmış MHPTi Yüzbaşı llyas Kılıç. Dosyası oldukça kabarık. Binbaşı iken bir askeri öldürdüğü için rütbesi Yüzbaşılığa indirilmiş: 1982’de-geldiği Edirne’de rüşvet ödeneklerini zimmetine geçirmekten yargılanmış. Kontrgerillacı. 1984’de tekrar Güneydoğu’ya gitmiş. Giderken, “Orada komünist öldürmek benim için zevk olacak” diyormuş.
Edirne’de görev yaptığı süre içinde sol siyasi mahkûmlar üzerinde zulüm düzeni kurmuş. Dayaksız, falakasız, hücresiz gün geçmemiş. Tek tip elbise giydirmek, saygı duruşunda bulundurmak, faşistlerle aynı koğuşta tutmak için yapmadığı kalmamış. 1 metre yükseklikteki daracık hücrelere beşer-altışar kişi doldurmuş, îşte bu işkencelere uğrayanlardan biri de Mustafa Sustam.
Bir açlık grevi sırasında asker ve gardiyanlar dipçiklerle, sopalarla saldırmışlar her zamanki gibi. Pek çok kişi yaralanmış, hücrelere doldurulmuş. Sustam’ın kolu kırılmış. Revire götürmemişler. Kırık kolunu kendisi de hükümlü bir doktor olan Ümit Ay tekin bulabildiği tahta parçalarıyla sarmış. Bu haliyle, Yüzbaşı İlyas Kılıç tarafından hücreden çıkarılıp özel olarak dövülmüş Sustam.
Yine bir kış günü, faşistlerle çıkan bir kavgadan sonra Yüzbaşı, Sustam’ı hücreden almış, ellerini iple bağlayarak yüzükoyun soğuk su havuzuna yatırmış. Bu durumdayken beline ve kafasına inen dipçiklerin, copların, tekmelerin sayısını hatırlayamıyor Sustam. Omurgaları bu olayda zedeleniyor, üst üste biniyor, hareket edemiyor, sinir sistemindeki tahribat her geçen gün artıyor. Zaman zaman felç durumu ortaya çıkıyor. Doktorlar, cezaevi koşullarında tedavisinin mümkün olmadığını söylüyorlar. Hastalığın adı Antilozofon Stomdlit.
Mustafa’nın bir kardeşi Muhittin Sustan’da işkencede öldürülmüş. 12 Eylül’ün dört yılını cezaevinde geçirmiş. 85’de tekrar yakalanmış, uğradığı işkenceler sonucu iradesini kaybetmiş. 3 yıl da Bakırköy’de yatmış. 88’de oradan çıktıktan bir gün sonra Kartal Askeri Karakolunda gözaltına alınmış. Buradan çıktığında ağzından kan geliyormuş. Bir gün sonra ölmüş. Otopsi yapmamışlar.
Mustafa’nın diğer kardeşi Yusuf da bir yıl kalmış 12 Eylül cezaevlerinde. Baskı ve göz altılardan kurtuluşu yurtdışına çıkmakta bulmuş. Mustafa’nın annesi ise tüm bunlardan sonra gözlerini kaybetmiş.
Mustafa Sustam’ın hastalığının iyileşebilmesi için ceza evinin sağlıksız koşullarında, uzak bir yerde tedavi olması şarttır. Çünkü: Cezaevinin sağlıksız koşullan hastalığın nüksetmesine neden olmaktadır. Bu nedenden dolayı demokratik basın ve kuruluşların soruna duyarlılıkla yaklaşmasını bekliyoruz.
ÇANAKKALE CEZAEVİ SOL SİYASÎ TUTSAKLAR

İlle de Melissa!
İkinci ayında kara harekâtının da başladığı Körfez savaşı olanca şiddeti ve yıkıcılığıyla sürerken, emperyalistler amaçlarını gizlemezcesine sivil halka saldırıyorlar. 12 Şubat günü müttefikler Bağdat’ta, içinde 1500 dolayında sivilin bulunduğu bir sığınağı bombaladılar. Yüzlerce insan öldü, bir o kadarı yaralandı.
Başta ABD olmak üzere, müttefikler, tepkileri önlemek ya da hafifletmek ve kendi meşruiyetlerini sağlamak için, bilumum pek yetenekli “istihbarat” vs. örgütlerinin derin ve zahmetli çalışmalar sayesinde, bombalanan sığmağın gerçekte Irak’a ait bir askeri komuta kontrol merkezi olduğunu kanıtlamaya çalıştılar. Bunun için de ABD’nin üst düzey yetkili ve sorumlularınca basına birbiri ardınca brifingler verildi. Emperyalist televizyon kuruluşları, basın ve paralı kalemşorlar de bu sava desteklerini peşinen sundular.
Sığınağın askeri komuta kontrol merkezi olduğunun somut kanıdan da ileri sürüldü, tik kanıt, sığınağın dikenli tellerle çevrili olması(!)ydı. (Bu gerekçe, daha önce de, müttefikler tarafından kimyasal üretiminde kullanıldığı iddiasıyla bir süttozu fabrikasının bombalanmasında ileri sürülmüştü.) Yeterli bulmayanlara şu açıklandı: Saddam, bilumum silahlarını, tank, uçak ve füzelerin, hastane, cami, tarihi anıt ve hatta sığınaklara sakladı. Saddam Amerikalı kadın pilot Melissa’yı askeri hedeflerde kalkan olarak kullanırken, ABD tarihsel eserlere bile zarar vermemek için, büyük önem taşıyan askeri hedefleri vurmaktan kaçmıyor. “İnsancıl” müttefiklerin, sığınağın komuta merkezi olduğu için bombalandığının bundan daha iyi bir kanıt mı olur?
Emperyalist basın, beşinci kol görevini layıkıyla yerine getiriyor. Dünya halklarını bu yalan ve demagojilere inandırmak için, iddialarını daha yüksek ve manevi temellere dayandırıyor: “Bush’un ahlaki değerlerinin S.Hüseyin’inkinden daha yüksek olmasından ötürü” bombalanan yerin askeri komuta merkezi olduğu önkoşulsuz kabul edilmek gerekiyor.
“Bizim” basın da, sığınakların bombalanması konusunda, müttefik generallerinin açıklamalarının arasında Irak’ın açıklamalarını geçiştirirken Melissa konusunda müthiş hassas davranıyor. Melissa’nın Saddam tarafından “canlı kalkan olarak kullanıldığı” söyleniyor; “Saddam çekilsin, Melissa kurtulsun” deniyor. Melissa’nın üniforması içinde babasıyla çektirdiği fotoğrafını da yayınlayan boyalı basın, uşaklığın sınır tanımaz özelliğini sergiliyor. Yüzlerce, binlerce însan ölürken ses çıkarmayanlar, Melissa için dünyayı ayağa kaldırıyorlar!

Semra’nım Rollerde
Emperyalistlerin Irak’a karşı kara harekâtı başlatmalarından birkaç gün önce Semra’nım, aniden Türkiye gündeminin “birinci maddesi”ne geldi kuruldu. Barış olasılığının ortaya çıkması Semra’nımın bu durumunu etkilemedi; savaşın yeniden kızışması sonrasında, büyük “kadın hakları savunucusu”, Körfez sorunuyla, onunla eşdeğer ağırlıkta olmak üzere 1 numara’yı paylaşıyor. Doğal, 1 numara’ya gündemin de 1 numarası yakışır!   Nasıl paylaşmasın. “First Lady”nin ANAP İstanbul İl Başkanlığına adaylığını koyması, sırasıyla, aile, ANAP ve hükümet içinde büyük çalkantıya yol açtı, tüm bu müesses kurumlar içinde çatlaklara neden oldu ve hükümet sorunu haline geldi.
Anlı-şanlı “muhaliflerimiz” de çalkantıyı bir ucundan yakaladılar, Demirel, İnönü, Ecevit peşi sıra demeçler patlattılar. Cindoruk “kaynanalar” dizisini hatırlattı, İnönü akıl sağlığından endişeli olduğunu tebarüz ettirdi.
Oysa ne vardı? Semra’nım önce ANAP’ı sonra da Türkiye’yi kurtaracaktı. Bu kadarcık şeyi çok görüyorlar kendisine.
Büyük otellerden birinde düzenlenen, eşi sayın bay cumhurbaşkanının da katıldığı adaylığı açıklama toplantısına dördü dışında ANAP İstanbul ilçe başkanları boykot etti. Keçeciler grubu Semra’nım başkanlığına karşı çıkıyordu. Onlar “Hürrem Sultan”ın kendilerini tasfiye edeceğini, genel başkanlığa ve başbakanlığa oynadığını sanıyorlardı. Oysa vallahi böyle değildi. Kadının tek kaygısı ANAP’ı birleştirmekti! Dağıtarak kötü bir başlangıç yaptıysa da inşallah birleştirecek yavaş yavaş. “Yetim Hüsnü”nün azledilmesine bakılmasın, tasfiye de yoktu. Denizanası değildi ya o, ANAP’ın “ana”sıydı, ruh çağırma seansları düzenlemeye geliyordu, “83 ruhunu” yeniden tesis edecekti, “4 eğilimli ANAP”, seçimleri kazanır yeniden hükümet olurdu. Kadrini bilmiyor, anlayamıyorlardı. Üstelik ANAP anasıyla birlikte kadınların siyasal ağırlığı misli görülmedik ölçüde artacaktı. Keçeciler takımı boykotunu sürdürürse, bu ağırlığın katlanarak artma tehlikesi var: “ana”, can sıkıntısından rejime filan boş verip boykotçu delegelere hazırlanan ordövr tabaklarını da gövdeye indiriyor.
Yok yok, Semra’nım inşallah ANAP’ı da Türkiye’yi de kurtaracak!

Yetim Hüsnü Öksüz de Kaldı
Engels, her halkın layık olduğu yöneticiler tarafından yönetileceğini söylemiş, ama herhalde bu ilişkinin bugün Türkiye’de olduğu kadar aşırıya kaçabileceğini tahmin edememişti. Bu iş, Türkiye halkı açısından bir haksızlık oluşturma boyutuna vardı. Herhalde hiç bir halkın layığı Özal olamaz.
Sayın zevcesinin il başkanlığı adaylığını tüm gücüyle destekleyen ve onun propagandistliğini üstlenen Bay Özal, Semra’nımı boykotu örgütleyen yetim yeğenini Brütüslükle suçladı. Radyo ve TV’den “ANAP genel başkanı” bir cumhurbaşkanının parti içi çekişmeye ilişkin uzun ve sitemkar konuşmasına tanık oldu. Ve yetim haddini bilmeyip yediği ekmeğe nankörlük ederek velinimetine yanıt verdi. Ve İnönü’nün akıl sağlığını bozacak şekilde layık olmadığımız adamın sigortaları attı. Ve “azlederim” dedi. Böyle bir yetkisi yoktu, ama olsundu, yapar yapardı. Nitekim yaptı da. Özal “yetim”i koluna azlettirdi, kendisi onayladı. Savaş kapıdaymış, “yetim” savunma bakanıymış, cumhurbaşkanı partiler karşısında tarafsız olmalıymış – Özal bunlara aldırmadı. O, ANAP’ın dizginlerini elden kaçırmamanın, zevcesi aracılığıyla parti içindeki gücünü perçinlemenin peşinde. Açıktan particilik yapıyor, bunu, radyo-TV konuşmasında olduğu gibi, itiraf da ediyor. DP bastonlu 3. cumhurbaşkanı merhum Celal Bayar bile bu denli ileri gidememişti. Özal işi particiliğin de ötesine götürdü, aile işleriyle devlet işleri birbirine karışmış durumda ve tüm gazetelerin birinci sayfalarında. Yazılı-yazısız tüm burjuva normlar, yasalar, anayasalar ve hatta muaşeret kuralları Özal’ın ayağının paspası gibi. Sonunda olan “yetim”e oldu; Hüsnü, pespaye bir şekilde iç içe geçen aile-parti-hükümet ilişkilerinin kurbanı olarak bir de üstelik “öksüz” kaldı.
Hayır, Türkiye halkı, ne böyle yöneticilere ne de onların dedikoduculuktan öteye gidemeyen SHP, DYP, DSP gibi “muhalifleri”ne layık değildir.

Bezirgânların “Savaş Ticareti” Batakta
Körfez savaşında, “bir koyup yirmi alacağız” propagandasıyla savaş çığırtkanlığı yapanlar, şimdi zarar tartışmasına başladılar; başlamak zorunda kaldılar.
Dünya Bankası’na göre, Türkiye’nin savaş nedeniyle uğradığı gelir kaybı, daha şimdiden, 7 milyar doları bulmuş durumda. Arap şeyhleri, ABD ve diğer emperyalistlerin Türkiye’nin savaş çığırtkanlığına biçtikleri değer ise 5 milyar dolarmış. Ama ya çığırtkanlığı yetersiz bulduklarından, ya da zaten gönüllü yapıyorlar, katkısı bulunsun düşüncesinden bu 5 milyarı bile “ödemeyip 2 milyar dolar “hibe”yle yetinmişler. Bizimkilere de, Körfez savaşının emekçi halka yüklediği kişi başına külfetin 325 bin mi yoksa 550 bin TL mi olduğunu tartışmak düştü. İktisatçılara göre bu yük (buna ordunun masrafları dâhil değil) 550 bin TL; devlet bakanı Taner’e göreyse, sadece 325 bin TL’dir.
Burada, “hesapçı” ve “iyi ticaret bilmek”le övünen Özal ve destekçilerinin, Kuveyt’in “yeniden inşası” ve Ortadoğu’ya ihracattan bu açığı kapatmak “taktikleri” olabileceği akla geliyorsa da, bu, daha bugünden iflas etmiş görünüyor. Her şeyden önce, basında da çıktığı gibi, “kurtarılacak Kuveyt”in şeyhi ve hükümeti ile büyük ABD tekelleri tüm işleri bağlamış durumda. İngiltere de sadece bir-iki iş koparabildi. Fransa bile hava almış durumda. Türk müteahhit firmalarının en büyükleri dahi, belki birkaç taşeronluk teklifi gelir diye bekliyorlar. Irak’tan da, savaşın sonucu ne olursa olsun Türkiye’ye bir şey düşecek gibi görünmüyor. Saddam’a kalırsa zaten Türkiye’ye bir şey yok. Yok, bir kukla hükümet kurulursa, Irak işlerinin de kapalı kapılar ardında ABD ve diğer emperyalistler arasında paylaşılacağı besbellidir.
Ortadoğu ülkelerine ihracatın artırılması ise, artık hepten hayaldir. Ortadoğu’da yeni bir İsrail olarak görülen Türkiye ile değil bugün ABD’nin Ortadoğu’daki varlığından rahatsız olan ülkelerin, Suriye, Mısır, S. Arabistan gibi ABD yanlısı ülkelerin de eskisi kadar bile ticaret yapması beklenemez.
Ortaçağ bezirgânı kafasıyla emperyalist çağda “ticaret” yapanlar, bir kez daha iflas ediyorlar. Ama “efendilerimiz için biz buna da katlanırız, önemli olan onların çıkarlarıdır” deniyorsa, o zaman “bir koyup yirmi alacağız” diyenler “haklı” çıktılar.


Sanata Tutuklama

“İstanbul’da yayınlanan Kültür ve sanatta TAVIR adlı dergimizin Ankara’daki tanıtım bürosu 25.1.1991 günü polis tarafından basıldı ve talan edildi. Dergimizin Ankara temsilcileri olan Grup Ekin’le birlikte 15 kişi gözaltına alındı. İki haftalık gözaltından sonra Grup Ekin’in solisti Metin Turan’ın aralarında bulunduğu 5 kişi tutuklandı.
Özellikle Grup Ekin’in solisti Metin Turan tümüyle polisin isteği ve direktifleri sonucu tutuklanmıştır. (…) Bu uygulamanın yeni bir kaset için stüdyo çalışmasına başlayacağım bilinen Grup Ekin’in sesini kısmayı amaçladığına inanıyoruz.
Savaş koşullarıyla birlikte ilan edilmemiş “olağanüstü hal” uygulamalarının meşrulaştığını yaşadığımız yeni örneklerle görüyoruz. Halktan yana kültür ve sanatın bütün baskılara rağmen susturulamayacağı açıktır. Tutuklanan arkadaşlarımızın serbest bırakılmasını istiyoruz. Devrimci-demokrat kamuoyunun bu konuda duyarlı olacağına inanıyoruz.”
Kültür ve Sanatta TAVIR


Kitle Halinde İşten Atmalar Sürüyor

Tekstil İşverenleri Sendikası Başkanı Halit Narin, Teksif’le 174 işyerini kapsayan sözleşmeyi imzalamasının ardından şunları söylüyordu: “Bu ücreti sektörün kaldıramayacağını biliyordum… Şimdi herkes kendi işletmesini çalışır duruma getirmek için ya işçi azaltmaya gidiyor, ya da sendikasından ayrılan işçiyle yeni bir hizmet akdi yapıyor.” diyordu.
Körfez krizinin patladığı son altı aydan bu yana ve özellikle 3 Ocak eylemi ve işçi sınıfı hareketinin Zonguldaklı madencilerin büyük eyleminin durdurulmasının ardından işçi sınıfının cephesel bir yenilgi almasından sonra işten atmalarda belirgin bir artış gözleniyor. Son altı ayda işten atılan sendikalı ve sendikasız işçi sayısı resmi makamların açıklamalarına göre İSO bini geçiyor, gerçekte ise bu daha fazladır. Başta tekstil işkolu olmak üzere iş ten atmalar halen yoğun olarak devam ediyor. İşten almalardaki son artış, işçi sınıfının aldığı yenilgi ile yakından ilgilidir. İşten atmalara karşı kitlesel bir direnişin örgütlenemediği günümüz koşullarında, işverenler, kitlesel bir işçi atma hareketine giriştiler. İşçiler, işten atmalar karşısında büyük bir tedirginlik ve hoşnutsuzluk gösterirken, bu tepkiler yeni yeni eylemlere de dönüşüyor.
İşten atmaların son örneklerinden biri Packard Elektrik ‘de yaşandı. Çoğunu faşist Türk-Metal Sendikası görevlilerinin ihbar ettiği 90’a yakın işçi, 8 Şubat günü işten atıldılar. İşten atılmalar karşısında Türk-Metal yetkilileri “işverenin yasal hakkıdır” diyerek patronun yanında yer alırken, fabrika önünde bir basın açıklaması yaparak bildiriler dağıtan Packard işçileri, işten atmaları protesto ettiler.
Türk-Metal yöneticileri, işverenin ajanı gibi çalışırken diğer bütün sendika yöneticisi, işten atmalar karşısında, derin sessizlik içinde. Tabandan esen rüzgârı yatıştırmak için “üretimden gelen güç” lafını ağızlarından düşürmeyen sendika yöneticileri, hükümet üzerinde hiç bir etkilerinin bulunmadığı bu dönemde “üretimden gelen güç” yerine işçileri oyalamak için başkanları Şevket’in ardından Danıştay kapılarında kuyruğa girdiler. Üretimden gelen güçle ortadan kaldıramadıkları “anti-demokratik” yasaları Danıştay yolu ile “demokratik”leştirecekler! Burjuvazi ve diktatörlük, işçi sınıfına tepeden saldırır ve işçileri yığınlar halinde sokağa atarken, yasa iptali için dava açmak… İşte sendikacıların büyük eylemi!

Şevket Neden Gülüyor?.
Zonguldak sokaklarından taşarak Ankara’ya doğru yürüyüşe geçen işçiler, attıkları “İşçiler sokakta, Şevket yatakta” sloganıyla Şevket Yılmaz’ı gerçekten de yatağa düşürdüler. 89 Bahar Eylemlerinde olduğu gibi, işçi sınıfının sön eylemleri sırasında da Şevket’in kalbi işçilerin mücadelesine dayanamadı, eylem günlerini hastanede geçirdi. Diktatörlük Körfez savaşı bahanesiyle işçilere saldırıp grevleri yasaklayarak sınıfı geçici bir cephe yenilgisine uğratınca, Şevket de sağlığına kavuştu. Bu durum şu gerçeği çarpıcı bir şekilde ispatladı ki; işçi sınıfının mücadelesiyle Şevket’in sağlığı arasında ters bir orantı vardır. İşçiler mücadele ettikçe “yatağa düşen” Şevket, mücadele, geçici de olsa, yenilgi aldığında, sağlığına kavuşuyordu. Yoksa bütün sözleşmelerin satıldığı, grevlerin yasaklandığı, işçilerin kitlesel olarak işten atıldığı bu koşullarda Şevket’in gülerek gazetelere poz vermesi nasıl açıklanır? Bakalım Şevket daha ne kadar gülecek? Bunu işçilerin gelecekteki mücadelesi belirleyecek.
Son gülen iyi güler. Şevket “ilk” gülenlerden…

Türk-İş Başkanlar Toplantısında Dans!
Savaş gürültüleri ve yoğun işçi çıkarımlarının yaşandığı Ocak ayı içinde Türk-İş Başkanlar Kurulu toplandı. “Gündemindeki” konuları tartıştı.
“Tartıştı” diyorsak, doğrusu, Türk-İş ağaları her zamanki gibi, buyandan birbirlerinin açıklarından yararlanarak laf yarışı yaparken, öte yandan da asıl sorunlara dokunmayan göstermelik sorunlar etrafında dans ettiler.
Ş.Yılmaz, M. Özbek gibiler, “savaşa karşı bir şeyler yapalım” lafı edenleri, “ne yaptınız”, “yaptıklarınız neye yaradı” gibi çıkışlarla “ufalarken”, 3 Ocak ve Zonguldak eylemlerine sürüklenmelerinin de pişmanlığını dile gelirdiler.
Ş.Yılmaz, “Savaşın çıkmasını istemiyorum. (Türkiye’nin savaşa girmesi yani ),ama çıkarsa işçilerimle birlikte cephedeyim.” diye halisane niyetle düşüncelerini açıkladı. Bununla kalmadı, daha ileri giderek “savaşa karşı eylem” diyen sendikacıları da azarladı: “Savaşa karşı eylemden söz etmeyin. 3 Ocak’ta gördük. Taban eylem meylem istemiyor. Daha 3 Ocak’ın acısını çekiyoruz. İşçilerin yevmiyeleri kesildi, bir yığın işçi atıldı. Bir şey yapamadık. Bir daha işçilerime zarar verecek eylemler yapmayız.”
Böylece bir kez daha, Ş. Yılmaz’ın “işçilerini” ne kadar düşündüğüne tanık olundu. İşçilerin yevmiyeleri kesiliyor ve işten çıkarılıyorlar diye zavallıcığın sık sık tekleyen yüreği kan ağlıyor! Ama işten atmalar karşısında da parmağını oynatmıyor hain. Gerekçe de hazır, “taban eylem meylem istemiyor.”, dahası, eylem olursa “işçilerin ücreti kesiliyor”. (Eylem olursa mı, yoksa olmazsa mı işçiler açısından zor durumların oluştuğu yaşanarak görülmüşken hem de.) Ama savaş çıkarsa sayın Ş.Yılmaz, “işçileri”nin başında cepheye koşacak. Sanki işçiler gerçek acıyı o zaman çekmeyecek, ölümler bir yana her gün birbirini izleyen savaş vergisi zamlar işçilerin ücretini elinden alıp götürmeyecek, götürmüyor!
İşçi haklarına Türk-İş usulü sahip çıkma bu olsa gerek!

Contitech’de işçi Kıyımı ve Direniş
Contitech’de çalışan sendikalı 165 işçiden 102’si ile memur kadrosunda bulunan 20 çalışanın işine son verildi. Petrol-İş Sendikası Anadolu Şubesi’ne bağlı bulunan Contitech fabrikasından işçilerin atılmasına Körfez krizi gerekçe gösterildi.
1 Ocak 1991’de işyeri yeni sözleşme dönemine girerken, ortalama yıllık %160 artış öneren, ilan edilmemiş olağanüstü hali ve grev yasaklarını arkasına alarak, artış önerisini %40’a indirmiş ve 120 çalışanın da işine son vermiştir. 31.1.1991 tarihinde ücretli izne çıkarılan işçiler, 1.2.1991 tarihinde işe döndüklerinde, izne çıkarıldıkları tarihten itibaren iş sözleşmelerinin feshedilmiş olduğunu öğrendiler. İşten atılan işçiler, atıldıkları tarihten itibaren her gün işyeri önünde toplanarak protestolarını ifade ederlerken, işten atılmayan işçiler de üretimi durdurarak, arkadaşlarını destekliyorlar. İşten atmalara karşı mücadele etmek için bir komite oluşturan işçiler, Körfez Krizinin bahane oluşturduğunu, işverenin iş ve işçi kapasitesini genişleterek işe devam etmek niyetinde olduğunu bildirdiği halde, Körfez Krizinden yararlanarak, yeni sözleşme öncesi işçi haklarından tasarruf etmeye çalıştığını söylediler. İşveren, bir yandan işten attığı işçilerin tazminatlarını ödemeyi geciktirirken, öte yandan tazminatı eski sözleşme üzerinden ve taksitle ödeyerek, yapacağı ödemeyi azaltmaya çalışıyor.

Maga Deri ve SEKA’da Yemekhane İşgali
İzmit’te kurulu Deri-İş Sendikasının yetkili bulunduğu Maga Deri’de, grevde iken hükümetin grev yasağı kararı ile işbaşı yapan işçiler, önce izine çıkarıldı, ardında da işten atıldılar. İşten atılan 535 işçi, alacaklarının ödenmemesi üzerine önce 25 Şubat günü fabrika önünde toplandılar, ardından da jandarma birliklerinin barikatını yararak yemekhaneyi işgal ettiler. Jandarma birliklerinin başında bulunan albayın bütün tehditlerine rağmen yemekhaneyi terk etmeyen işçiler, alacaklarını almadan işyerini terk etmemeye kararlı olduklarını açıkladılar.
Maga Deri’de olduğu gibi grevleri hükümet kararıyla yasaklanan 10 bini aşkın SEKA işçisi de işyerini terk etmeme kararını eyleme dönüştürdüler. İşverenle Selüloz-İş sendikası arasında sürdürülen toplusözleşme görüşmelerinin anlaşmayla sonuçlanmamasını protesto eden işçileri, 25 Şubat günü vardiya çıkışlarında işyerini terk etmeyerek yemekhanede toplandılar. Üretimi sürdüren işçiler, işçi çıkışında yemekhaneye toplanarak işyerini terk etmiyorlar, işveren ve hükümetin tavrını protesto ediyorlar.


KİPLAS’a Bağlı İşyerlerinde Direniş

Petrol-İş Sendikacının örgütlü olduğu Gebze’deki çeşitli işyerlerine işveren sendikası KİPLAS’la sendika arasındaki görüşmelerin uyuşmazlıkla sonuçlanması üzerine, işçiler, çeşitli pasif direnişler yapıyorlar.
Kiplas’a bağlı 50’yi aşkın işyerinde yürütülen TİS görüşmeleri uyuşmazlıkla sonuçlandı. Şubat ayı sonuna kadar grev kararı asılacak olan bu işyerlerinde işçiler, yemek boykotu ve servislere binmeyerek işyerine yürüyerek gelme biçiminde direnişler yapıyorlar. Birbirine yakın fabrikaların işçileri birleşerek ortak yürüyüşler yapıyorlar. 21 Şubat günü Marshall, Eminiş, Aysan işçileri E-5’i keserek yaklaşık bir kilometre yürüdüler.
İşçiler, ortaya koydukları eylemlerle hükümetin kararlarına, işverenin krizin yükünü işçilere yıkma girişimine karşı çıkıyorlar. Bu eylemler, işçilerdeki huzursuzluğun ve tepkinin dışa vurumudur.


Almanya muhabirimiz Bildiriyor:

“İstanbul Sahnesi Oyuncuları” Ellerinde Özgürlük Ateşiyle Avrupa Turnesinde Adım Adım K…tan Gerçeğini Anlatıyorlar
Avrupa’daki Türkiyeli emekçilerin daha önceden Yılmaz Güney oyunu ile tanıdıkları İstanbul Sahnesi Oyuncuları, bu kez “Ateş Tene Değende” adlı bir oyunla izleyicilerin karşısındalar. Dünya kamuoyunun gündemine gelen ve dünyada ülkesiz en çok nüfusa sahip bir halkın (yaklaşık toplam 30 milyon) günlük yaşamından kesitlerin ele alındığı Diyarbakır zindanında olup bitenler hiç abartısız, aksine eksiğiyle çarpıcı ve bazen de ürpertici bir oyun akışı içinde dile getiriliyor. Bugüne dek sahneye çıktıkları her yerde izleyicilerin ayakta ve coşkun alkışlarıyla karşılanan İstanbul Sahnesi oyuncuları, çeşitli kentlerde oyunlarını sergilemeye devam ediyorlar. Almanya başta olmak üzere iki ayı kapsayacak bu Avrupa turnesi boyunca acıları, baskıyı ve buna karşı direnişi ve isyanı dile getiren oyunlarıyla başla Kürt emekçileri olmak üzere diğer uluslardan izleyicilerin de büyük ilgisini görüyorlar. Diyarbakır adı her zaman isyanı çağrıştırır. Oyunun konusu olan Dörtlerin Gecesi’nin Diyarbakır zindanında geçmiş olması elbette tesadüf değildir.
Savaş dönemine de denk düşüp zamanlamasının iyi düşünülmüş olması, oyunun yerli ve yabancı basından ve birçok demokratik kişi ve kuruluşlardan gördüğü yoğun ilginin bir etkeniydi. Almanya’da örgütlü bulunan Türkiyeli işçilerin örgütü olan DİDF’in bu konuda yoğun çabası ve girişimini de bütün zahmetlere değer bir çaba olarak belertmek gerekir.
İstanbul Sahnesi oyuncularını bir kez daha bu başarılan nedeniyle kutluyor ve yurtdışı turnelerinin bundan böyle gelenek haline gelen bir kültür köprüsü göreviyle önümüzdeki yıllarda da sürmesini diliyoruz.

“2 Şubat”ınız kutlu olsun
H. DEDESOY / Paris

Ülkedeki gençler DGM salonlarında “80’in yalnızca Eylül’ü yok, bir de Şubat’ı var” demişlerdi. İşte o Şubat ayının yurtdışındaki devrimci komünistler için özel bir yeri.
Şubat’ın ilk kutlaması ‘85’de yapılmıştı. Her olayın ilki insanda unutulmaz bir anı bırakır. İşte o ilk kutlamaya katılan insanlarda Şubat ‘85 unutulmaz bir anı bırakmıştı. Avrupa’nın dört bir yanında binlerce kişi akın akın KÖLN yolunu tutmuşlardı. Sabahın erken saatlerinde, salonun önü otobüslerden inen insan kalabalığıyla dolmuştu.
Orda insanlar, ilk defa uzun bir aradan sonra onun sesini duyacaklardı. Salon açılıp herkes yerlerini aldığında mesajı okuyacak kişiyi insanlar, dakikalarca ayakta alkışladı.
İşte odur, budur, her Şubat ayı yaklaştığında insanlar şubatta randevulaşmalar gibi sabırsızlıkla o günü beklerler, otobüsler tutulur, yerler rezervasyonlar, tanıdıklar dostlar o güne davet edilir, işte artık Şubat ayını kutlamak yurtdışındaki devrimci komünistler için bir gelenek olmuştur. Bir beklentidir, insanlar birbirlerine kutlama kartları yollar “2 Şubat’ın kutlu olsun” diye.
Bu yılkı 2 Şubat kutlamaları merkezi bir geceyle değil de, bölgesel düzeylerde gerçekleşti. Herkes o günde kendi bölgesinde kutladı. Belki aynı sayıda insanı ve aynı yüzleri bir arada bulmak mümkün olmuyor ama aynı heyecan, aynı özlem, aynı beklenti yine mevcuttu. İnsanların o güne verdikleri özel bir sözleri vardır. O gün insanların yüreğinde yer etmiştir artık. Her ne olursa olsun, kim nerde olursa olsun 2 Şubat kutlamalarında insanlar o bayrağın altında yan yanadırlar.
Paris bu yıl 2 Şubat’ı 1500’e yakın bir kalabalıkla kutladı. Programı daha çok kültürel içerikli idi. öyle ortalıkta ün edinmiş sanatçı filan da çağırılmadı. Yine de hiç kimsenin tahmin etmediği bir kalabalık kitle katıldı.
Herkes gücü oranında gecede bir şeyler sergilemeye çalıştı. Onunla aynı yolda yürüyeceklerine ant içmiş, ona gönül vermiş, gönüldaşları, yoldaşları, ellerinde neleri varsa onu ortaya koyup dostlarına sunmaya çalıştılar. ADTT tüm kültürel etkinliğiyle oradaydı. Amatör çalışmalar yürüten tiyatro grubu küçük bir skeç türünde pandomim yaptı. Beğenisi büyüktü. Oynadıkları halk oyunlarıyla mini yavrular yine 2 Şubat’ın gülleriydiler. Ülkemizin değişik yörelerinin halk oyunlarını ağabeyleriyle birlikte oynadılar. Coşkuyu arttırdılar.
ADTT çevresinde oluşturulan, kuruluşu yeni olan ama kısa bir süre içerisinde Avrupa’nın birçok kentinde gecelere çıkan GÖKYÜZÜ (Sürgün) katıldı.
Bunların yanı sıra, Almanya’dan getirtilen BERİVAN ve Grup Ezgi Türkçe ve Kürtçe halk türküleri sundu. Gecede ayrıca Orhan TEMUR grubuyla Abuzer KARAKOÇ sazıyla güzel parçalar söylediler.
Son olarak ülkedeki devrimci mücadele tarihinde kesitler sunan dia gösterisiyle gece sona erdi. Bir dahaki Şubatlarda buluşmak üzere yeniden randevulaşıp ayrıldılar.
Ülkedeki tüm dostların 2 Şubat’ını kutlar, onlara da böylesi güzel anılar yaşamalarını dileriz. Bir gün o günleri birlikte kutlama dileğiyle.


Baş temsilcinin bıyıkları aşkına
Perdeci – Mehmet ESATOĞLU

Tozlu bir minibüs Taksim meydanına girdi. Şoför, -yavaşlayarak- genç işçiye “nerede duralım” gibisinden bir bakış attı. Genç işçi, önce Marmara Otelini gösterecekken birden Atatürk Kültür Merkezini gördü. Minibüs oraya doğru yanaştı. Genç işçi “erken geldik ben bir bakayım” diyerek indi minibüsten. Birdenbire koca bir binayla karşılaştı. Yaklaşınca bir yığın kapının karşısında kalakaldı.
Sendika Başkanı “oyuncuları git al, aman geç kalma” diye tembihlemişti. Kültür Merkezinin önünde buluşulacağına göre oyuncular içeride olmalıydılar. Ama neresinde? Kapının önünde bir adama yaklaştı. Derdini anlatmaya çalıştı. Adam “danışmaya sor?”dedi. İşçi telaşlı adımlarla döner kapıyı iterek içeriye girdi. Onlarca afiş ve fotoğrafla karşılaştı. Renk renk afiş ve fotoğraflara baktı bir süre. “Bizim oyuncular acep hangileri?” diye düşündü. Ürkek adımlarla danışmayı: yaklaştı. Derdini anlatmaya çalıştı. Danışmadaki adam kaşlarını çatarak baktı. Genç işçi, sorusunu biraz daha açarak yineledi. Danışmadaki adam ısrar karşısında bir-iki telefon çevirdi sonuç çıkmadı.
Genç işçi danışmadaki adamın kendisini anlamadığını düşünerek geniş, cilalı taş salonda yürümeye başladı. Uzaktan oda orkestrasının çaktığı ince müzik sesi yayılıyordu. Bastığı halıyla, burnuna gelen kokularla KARTAL’ın çamurlu sokaklarına hiç benzemeyen bir hava esiyordu burada.
Şık giyimli orta yaşlılarla, kot giymiş gençler fuayede içice dolanıyorlardı. Genç işçi, kendi giyimine en yakın bulduğu birine yaklaştı. “Affedersiniz bizim oyuncular buradalar mı?” Kot giyimli genç “Sizin oyuncular mı?” “Evet, geceye gelecekler yani…” Genç anlamayarak baktı: “bilemeyeceğim”.
Genç işçi çaresiz dolaşmaya başladı. Bir üst kata çıktı, büfeciye “oyuncular nerede?” diye sordu. Büfeci, pek dinlemeden bir kapıyı gösterdi. Genç işçi kapıyı açtı uzun bir koridora girdi. Koridorda yürürken sağda, kapısı açık bir oda gördü. Odada bir adam üzerinde renkli bir giysiyle ayna karşısında oturmuş yüzüne boya sürüyordu. Dudağına ruj sürerken göz göze geldiler. Genç işçi, adamın bıyıklarını kaldırarak ruj sürmesine bir an daldı. Hafifçe gülümsedi. Toparlandı sonra “affedersiniz rahatsız ettim”. Adam “yoo rahatsızlık değil. Doğa bana bir yüz vermiş, ben her gün yeniden bir yüz yapıyorum kendime.” Genç işçi kızararak “anlamadım” dedi. Adam “çok değil 45 dakika sonra anlatacağız acele etme.” Genç işçi “çok geç kalmayız değil mi?” Adam “bir yere mi gideceğiz?” “Evet, bu gece, gecemiz var ya”. Adam “ne gecesi?” “Bilmiyor musunuz? Duymadınız mı? Bu gece grevci işçilerin gecesi var 230 gündür direnen. Tam 230…”
Adamın boş boş baktığını görünce anlatmaya koyuldu:
“230 gün önce bir gün fabrikada binlerce yüz birbirine bakamıyor, bakışlarını saklıyor. Gerginlik dorukta. Kimileri bir kenara çekilmiş düşünüyor. Kimileri kapıdan içeri girecek Baştemsilciyi bekliyor. Bir kesim de patron vekillerinden birinin çıkıp “peki” demesini. Saatler geçmek bilmiyor. Yürek gümbürtüleri gök gürültüsü sanki. Oflayanlar. Poflayanlar… Şakalaşanlar…
Ben bir kenarda seyrediyorum bu dünyanın en acıklı tablosunu. Şakalaşanlara kızıyorum içimden. Sanki asık suratla beklesek her şey bir başka olacak. Patron vekillerinin canlı bölmesinde hiç bir yaşam izi yok. Her gün öğüt ve tehdit yağdıran ana kumanda merkezi neden suskun? Suskunluğun anlamı ne? Her şey bitti, ipler koptu. Ya tepedekilerin önerisi ya da hiç. Uzlaşmazlığı düşünmek bile istemiyoruz. Greve kararlıyız ama son çare olarak.
Yönetimin önerdiği rakamla anca 15 gün yaşayabileceğiz. Fabrikada bazen avanağın biri çıkıyor ortaya “Yahu, anlamıyorlar mı bu parayla yaşayamayacağımızı?” Halbuki bütün sistem anlamamak üstüne kurulu. İnsan emeği üstüne bir oyun. Sabah fabrikaya adım atmakla başlayıp akşamüzeri çıkana dek süren. Bu süre tepedekiler için çok önemli. Bizler için de. Boktan bir sure bu. Her şeyi belirtiyor. Giyeceğimiz ayakkabıdan, oturacağımız eve, evdeki keyfimize kadar. Sorun para mı? Bence YAŞAMAK. Ay sonuna doğru mide ağrılarıyla kıvranmadan YAŞAMAK. İçine düştüğümüz öyle bir çark ki para şıkırtısı olmadan dönmüyor. Parayı kazanma şansım ancak o 8 saat ya da mesai ile 12 saat için geçerli.
Sistem bana insanca yaşama hakkını ancak tırnağımı çıkardığım zaman tanıyor. Yasaların her bir maddesi ayrı bir tırnağımı sökmek için var. Bizim koca bıyıklı baş temsilci der ki: “Bir an vardır. O anı yakalamak ya da elden kaçırmak. Sorun bunda. Yay gibi gergin olacaksın sözleşme günlerinde patron önerilerine duvar gibi sağır ve anlayışsız. Civarımızdaki fabrikalar patronuna hak veren aç işçilerle dolu.”
“Sorunu dünyanın değişmesi olarak göremeyen kimi işçi arkadaşlar Sendikadan duydukları rakamlarla düşlere sürükleniyorlar. O güne dek düşleyip de yapamadıkları ve alamadıkları üstüne düşler üretiyorlar. ‘Şunu alırım’, ‘Bunu yaparım’. Rakam gerçekleştiği gün ana harcamalar öne geçerek düşleri silip süpürür. Düşler de hep tenzilat. Ayaklar suya erdikçe tatsızlaşan bir yaşam.”
Ziller zangırdadı birden. Adam ayağa kalktı. Bir an ne yapacağım düşündü. Hızlı adımlarla kulise yürürken durdu, “özür dilerim bir an anlattıklarına daldım, yaşadıklarına ne kadar uzağım, oynadığım oyun ne kadar uzak öyle ya bir de bizim sahnelerimizde hiç sahnelenmeyen senin anlattığın gerçekler var.”
Zil bir kez daha zangırdadı.
“Kusura bakma sahneye çıkmak zorundayım. Bir gün uğrarsan konuşuruz.”
Adam hızla kulise girdi. Genç işçi ağır ağır kulisten çıktı. Büfecinin önünden geçerken “ne o hemşerim buldun mu aradığını?” diye sordu büfeci.’
Genç işçi: “Hayır babam, hayır. Yanlış adrese gelmişiz.”
Kültür merkezinin merdivenlerinden inerken birden aydı.’İyi ama oyuncular. Bizim oyuncular nerede?”
Kapıda bekleyen minibüse doğru yürürken karşıdan ter içinde gelmekte olan birini gördü. Arkasında koşturan minibüsçü işaret edince gelene yaklaşarak: “Merhaba sizi arıyordum.” Şişko yönetmen kızgınlıkla “nerede?”. Genç işçi kocaman Kültür merkezi binasını gösterdi. “Orada.” “Orada mı? Ne işimiz var bizim orada?” “Şey. Bana Kültür Merkezi demişlerdi de.” “Hayır, canım yalnızca önü diye belirtmiştim. Anlıyor musun beni. Bizim oralarda varolacak bir işimiz yok.” Genç işçi “Bilmiyordum. Bilemedim bizden bu kadar kopuk olduklarını.” Şişko yönetmen öyküyü dinledikten sonra “kopuk, bu sözle açıklanabilir mi her şey? Sanat çevrelerinde bir yığın eleştiriler yaparlar bu adamlara. Şimdi sen “kopukla açıklamaya çalışıyorsun.” Genç işçi “Nasıl eleştiriyorlar?” Şişko yönetmen “Bir kesim üç beş milyon maaş almalarım, bir kesim olanaklı salonlarda prova yapıp çalışmalarını. Hiç kimse öykülerini değerlendirmek üzere ele almıyor.”
Bu adamlar konservatuara girdiklerinde tümünün de yüreği sanat üretmek aşkıyla doludur. Konservatuarın ilk gününden itibaren egemen sınıfların dünya görüşü ve estetik anlayışı ile yoğrulurlar. Belli bir dünya görüşünü yakalamaya çalışmış olanlar bile inanılmaz bir biçimde kendilerini kurtaramazlar bu çarktan. Eğiticileri “bu teknikleri öğrenmeden sanatçı olamazsınız” diye bastırdıkça sahnede yürüyüşünden oturuşuna, gülüşünden haykırışına kadar burjuva estetiği ile yoğrulmuş oyuncular oluşur. Öylesine bir duruma düşerler ki; muhalif bir metni oynadıklarında bile ortaya içi ‘ kof bir gösteri çıkar Tiyatronun kolektif özü onları rahatsız eder. Kıyasıya “farklı” olmak için didişirler. Buna ulaşamadıkları anlarda alkole sarılırlar.
“Kimi zaman aralarından üçü beşi ortaya çıkıp Devrimden, Sosyalizmden söz edebilirler. Bu yanıltıcı olmamalıdır. Bu iddiada olanları bile Devrimci kültür ve sanat cephesine bir tutam tuz atmaktan kaçınırlar.”
“Süreç içinde kendi üretim alanlarında da kısırlaşırlar. Bütün oyunların ilk beş on provası ‘iyi niyetlerini’ korumaya çalışırlar, ilerleyen süreçte kendi kısırlıklarına gerekçe aramaya koyulurlar.”
“Okulda sanatsal çalışmaların ‘ders’ haline gelişiyle başlayan bıkkınlık süreci ödenekli devlete ait ya da özel ama egemen sınıfların estetiğine uygun ürünler veren bir toplulukta daha da yoğunlaşır. Bu kurumlardaki her türlü rezilliğin birer uzantısı haline gelirler. Yöneticilere birbirlerini raporlayacak düzeyde aşağılaşırlar. Yönetici sürekli birini diğerine karşı kullanır.”
“Kültür ve sanatın yığınların elinde bir silah haline gelmesinden korktuklarından, sanatı hep üstün, ‘sanatçı doğmuş’ kişilerin kotarabileceğinden dem vururlar.”
“Para, yaşamlarındaki eh büyük tutkudur. Aldıkları paraya daha da para katmak için sürekli ek işler yaparak dünyada olan bitenden iyice koparak kendi kısır döngülerinde dolanıp dururlar.”
“Para tutkusu yaş ilerledikçe daha da yoğunlaşır. En inanmadıkları yozluklarda bile yer almaktan kaçınmazlar. Gelir düzeyi senin aldığın aylık ücretin on katı fazlası olan bir Devlet Tiyatrosu sanatçısının porno ya da dinci-gerici filmlerde yerelması çarkı kavramayanlara şaşırtıcı gelebilir. Kimileri “Nasıl olur?” diye hayretle ayağa fırlarlar, öykünün başından beri gelişimi bilmemelerinden ötürüdür bu.”
“Etkilenirler bazen esen rüzgârlardan. Onları da öğütüp duran sisteme kafa tutanlar heyecanlandırır onları. ‘Ah ne yapmalı’ diye aranırlar. Ama entegre oldukları sistemdeki para odaklan başlayan günle birlikte onları çağırmaya başlar. İyi niyetli bir adım attıklarında bile kafalarında “kaç para kaybettikleri’ yankılanmaya başlar. Sonunda çaresiz o yöne doğru yollanırlar. Ağlarlar bir yandan da ‘Ah şu koşullar… Ah şu koşullar…’.”
Minibüsle oyuncuların bulunduğu salona geldiler. Oyuncular yeni hazırladıkları bir oyununun provasını bitirmiş gösteriye gitmek üzere minibüsü bekliyorlardı. Şişko yönetmen ve genç işçiyi görünce toparlandılar, minibüse doluştular.
Genç işçi “arkadaşlar çalıştığınız yer ne kadar soğuktu öyle?”Oyuncular gülüştüler. Minibüs hareket ettikten sonra Kürt oyunda Ozan Ciğer Hun’un sözlerinden bestelenmiş bir uzun havayı okumaya başladı. Genç işçi bir sigara yaktı.
Uzun yollar aşıp tozlu yallara daldılar. Dar sokakları dönüp bir düğün salonunun önünde durdular. Kapı önünde işçiler, işçi kadınlar, çocuklar en bayramlık urbalarıyla arkalarında iki yüz otuz günlük açlığı ve soğuğu bırakmış toplanmıştılar.
İçeri giriş uzuyordu. İşçi sınıfı geniş, solunun kapısı dardı. Oyunculara sevecenlikle yol açtı kalabalık. Salonun içi de dışı gibiydi. Oyuncular bir ara kalabalığı seyre daldılar.
Genç işçi “Nereden nereye geldik. Bir zamanlar bu yasalarla grev olmaz diye kıçını yırtıyorlardı birileri. Bu, önceleri inandırıcı geldi hepimize. Öyle ya 12 Eylül’de iş yasalarını satılmış hukukçularına ve yazarlarına satır satır dikte ettirmişti işverenler, işyerinin önünde çalınacak grev davuluna bile yasak koydurttular. Bir sabah NETAŞ işçileri bu yalanı yere çalana dek. ‘
Ülkedeki işçi korosu onlara:
“Aşkolsun sana NET AŞ aşkolsun
İki kaşın araşma taş koydun” dedi:
İş bununla kalmadı. Madenciler grev yerinde beklemek yerine “bir kara, iki kara, üç kara, GELİYORUZ ANKARA” diyerek hedefe doğru yürümeye başladılar. Artık önümüzde yeni bir gelenek var. Beklemek yok.
İLERİ…
Baştemsilci yaklaştı yanlarına. Gece bitimi oyuncuların dönüşüne ilişkin konuşurken oyunculardan biri “Niye canın sıkkın baba. Bu gece düğün gecemiz iki yüz otuz gün aşkına.”
Baştemsilci: “Grevlerimizi yasakladılar.”
Şişko yönetmen “iyice köşeye sıkıştılar, ondandır.” “Bu yasalarla grev yapılmazdan grev yasaklama günlerine geldik, işçi sınıfı yeni bir tarih yazıyor. Bunun önünde şapka çıkarmak lazım. NETAŞ’la başlayan. MADENCİLERLE, MALAZLARLA süren bir destan bu. Biz de birazdan bu destanı selamlayarak alacağız Sahnedeki yerimizi.”
Oyunculardan biri “iyi ama burası düğün salonu. Şu sahnenin haline bak. Dekorumuzu nereye koyacağız.” Şişko yönetmen “Bak sahnenin boyutlarını gövdeleriyle çizmiş, dünyayı değiştirmeyi başarmış ve hala zangır zangır sallayan bir sınıf var orada. Sahneyi çevrelemiş bizi bekliyorlar. Dekora gelince, onu kurabileceğimiz bir alan yok. Onun yerine fona başka bir şey asabiliriz.” Oyuncular şaşkınlıkla baktılar yönetmene. “Bakın iki yüz otuz gün açlıkla, soğukla boğuşup bugüne ulaşan grevin en önünde yürüyen şu Baştemsilci’nin bıyıklan var ya bence onları fonumuza koyalım. O, arkamızda güneş gibi gülüm sesin. Biz de önünde oynayalım. Bundan güzel görüntü olur mu?”
Oyuncular gece bitimi polis araçlarıyla çevrilmiş sokağın ortasında minibüse doluşup dönerken “minibüsün arkasından el sallıyordu oyunculara: Nice iş kayaları, nice grevler, nice işten çıkarmalar, nice ihanetler görmüş, umudunu yitirmem iş, direngen bir koca bıyık.

Kara petrol, sarı altın, yeşil dolar sevincine yatmak
Sait EFE

Önceleri çok zaman vardı savaşa. Oturup iskambil falına baktılar uzun uzun. Savaş çıksa mı iyi, çıkmasa mı diye düşüncesi olmayanlar. Hem oyalandılar sıcak yaz günü serin gölgeli, sulu beldelerde. Hem de düşünce ürettiler çalışmayan beyinleriyle. Yaz sıcağı yerini yavaş yavaş güz serinliğine bıraktı. Savaş sisleri de bulutlaşmaya başladı Ortadoğu’nun üzerinde. Savaşa çok az zaman kalmıştı. Çıksa mı, çıkmasa mı düşüncesi, çıkacak mı, çıkmayacak mı merakına dönüştü. İskambil falı uzun sürüyordu. Fal bitmeden savaş başlayabilirdi. Papatya falına geçtiler. Kimininki çıkacak dedi. Kiminin ki çıkmayacak. Bu arada güz rüzgârları ağaçların altındaki sarı yaprakları, yol kenarındaki tozları savurdu durdu. Karakış kapıyı çalana, Ortadoğu’nun üzeri kapkara bulut olana değin. Gösterge, savaştan yana yükseliyordu. Papatya falını da bıraktılar. Savaş kapıdaydı. En kestirme yol, yazı turaydı. Havaya atıldı, avuç içinde tutuldu paralar. Kimininki yazı geldi. Kimininki tura. Kimi yazıya tutmuştu savaşı. Kimi turaya.
Günler, günleri, aylar aylan kovaladı. 31 Aralık gelip çatana, ülkemiz sıfırlı yıl tehlikesi olan, darbe korkusunu atana değin. Çamlar kesildi ormanlardan. Renk renk ışıklar yakıldı mumlardan. Yeni bir yıla başlamıştı insanlar. Yeni sevinçler, yeni umutlarla değil, kara korkular, bulanık kuşkularla. Yeni yılın günleri de geçmeye başladı. Birer birer yırtılan takvim yapraklarıyla. Bir! … Üç! … On beş! … Savaş olasılığı düşeş. On altı! … Dünya sessizliğe yattı. On yedi! … Ses yok. Bush sözünü mü yedi? Gözler ufukta, kulaklar seste. Uçaklar ne zaman kalkacak? Bombalar nerede, ne zaman, kimin üzerinde patlayacaktı? Geceler o kadar uzun ki… Gün doğmadan neler doğar… Ne doğabilir ki? Kapitalizmin küflü şeyine düşmüş, çıkar tohumlarından? Savaştan başka.
Ve ekranda (CeNeNe!…) Savaş tohumu ekiyor insanların beynine. Bir yayın kuruluşu değil, Pentagon’un karargahı gibi çalışarak, özgürlükçü Batı ülkelerindeki sansür karşısında serçe kadar küçülüyor, “Savaşçı Saddam”ın sansüründe tavus kuşu gibi açılıyordu.
Koyun can, kasap et derdinde hesabine) aydı dünya. Halklar ölüm, açlık, kan korkusu yaşarken, barışçı batı bloğu kara petrol, sarı altın, yeşil dolar sevincine yatmıştı. Altın fırsat doğmuştu sam amcaya. Hem dünyaya gücünü gösterecek, hem de son kullanma tarihleri geçmiş bombalarını tüketecekti.
Hiç durmadan ilerliyordu zaman. Güneşin doğuşu, dünyanın dönüşü kadar, her gece her gece Bağdat’la çocukların başlarına yağan bombalar da kanıksanarak. Alkışçı eller alkış çaldılar. Şakşakçı kalemler şakşak yazdılar aralıksız. Kimini geçmişe götürdü kimi olaylar, kimini geleceğe.
6.2.1991. Kısa ayın altıncı, yılın 37. günü geldiğinde savaşın da 21. günü dolmuştu. Üçüncü haftası yani. Üç hafta… Kuluçkalık yumurtalardan civciv çıkma zamanı. Savaştan bir sonuç çıkmadı daha. Uzadıkça uzuyor. Havadan suya tüm doğayı etkisi altına alarak. Bir bakıyorsun kapkara bir duman havada. Ateş saçan bembeyaz bir uçağın ardında. Bir bakıyorsun petrol dolu deryada yaşam savaş veriyor deniz kuşları. İstanbul’da işgal var. Çatılar, caddeler, sokaklar bembeyaz kar. İki savaş yaşanıyor sanki. Biri soğuk kış savaşı, diğeri sıcak puşt savaşı. “Saddam”, “savaş”, “saldırı”, “soğuk”, “S” harfli hep ilk sayfa haber başlıkları gazetelerin. Savaş ve kış resimleri yan yana. Bomba yüklü uçak resimleri, yan yana. Bomba yüklü uçak resimleri, kar resimlerinden daha soğuk geliyor insana. İç sayfalar, köşe yazdan hep savaşla ilgili. Dünya durmuş, yalnız savaş yaşıyormuş gibi. Hele biri… Cengiz Çandar’ın Güneş gazetesindeki yazısı, 1980’in başlarına götürdü beni. İlk toplumsal kefilliği yaşadığımız yıllara. Zamanın büyüklerinin en büyüğü bir anayasa oylamasında kefil olmuştu halka, ikinci toplumsal kefillik de söz konusu yazının son tümcesiydi…
‘Türkiye’ye güvenin. Hata etmezsiniz” diyordu CENGİZ.
Anayasanın başına gelenleri biliyoruz. Eden edene… Kefilin de sesi çıkmıyor hiç. Çıkmıyor değil de, çıkaramıyor galiba. Sihirli balonu patladı çünkü. Bakalım savaşın sonu ne olacak? Cengiz gibilerin de…
Ses kuyusuna düşmüş gibi oluyor insan, bu yazıyı okuyunca. Her yerden sesler geliyor. Alttan, üstten, yandan, sağdan, soldan, köyden, kentten binlerce ses… “Biz de mi Cengiz biz de mi” diye.
Grevi yasaklayan yüz binlerce işçi, bordro mahkûmu memurlar, kışla disiplinli öğrenciler, toprağa attığını alamayan köylüler
Pazardan filesinde kuşyemi kadar şeyle dönen kadınlar, siftahsız kepenk kapatan esnaflar, işten atılan işçiler, yüksek fiyatlardan eli yanan düşük ücretli halk.
İnsan, hayvan, bitki tüm doğası ile ateş altında, namlu ağzında, süngü ucundaki Ortadoğu halkları
Yüreği kopan parçasından çok parçalanan oğluna, kızına, gelinine, torununa yanan Iraklı ana, başlarına bomba yağan Bağdatlı çocuklar. Aç, ilaçsız çöl halkı, gözyaşları içinde gönderdiği eşini bir daha görüp görmeyeceğini bilmeyen Amerikalı gelin.
Biz de mi, biz de mi? diye soruyorlar. Cengiz’e.
Ayva, armut hesabı duymuştum. Ama böyle ince ince, iştahla yapılan savaş hesabı duymamıştım, hiç. Resmen savaş isteriğindeydi adamlar. Aygır görmüş kızgın at gibi kişir, kişir kişiriyorlardı savaş karşısında. Başlasa da halkı başlasak diye. Parçalanmış çocuk feryadı, yanık ana ağıdı bu hesabın hangi hanesine yazılacak acaba. Elde kan lekesinden başka?
Bu savaş başka savaş galiba. Yumuşak sürüyor. İpek gibi. İnsancıl (!) Sam amca askeri hedefleri vuruyor hep; Sivilleri gözü gibi koruyarak. Sığınakta ölenler olmuş ya! Sorumlusu Saddam onun da. Bombanın altına sığınak yapılır mı hiç?
“Yeter, yeter” diye bağıran sesi duyuluyor, bomba gürültüleri arasında Bağdat’tan Saddam’ın.
– Ben Kuveyt’ten çekiliyorum. İsrail de işgal ettiği Filistin topraklarından çekilsin.
– Olmaz! … Onu karıştırma. Sen BMW, pardon BM kararlarına uy, yeter.
-Neden?
– O bizim oğlan çünkü. İki yıl önce kulağını çekmiştim. Acısı içimden çıkmadı daha.

Mart 1991

Kazanan Ortadoğu halkları olacak

Kırk günü aşkındır süren Körfez’deki emperyalist gerici savaş, bu yazının yazıldığı 27 Şubat’ta, sonuna yaklaşmış görünüyordu.
2 Ağustos’ta başlayan kriz ve sıcak savaşa dönüşme sureci içinde, emperyalistler ve onların propaganda merkezleri, dünya kamuoyunu aldatmak için, Ortadoğu’ya petrol ya da dolar için değil, Kuveyt’in kendi kaderini tayin hakkı için asker yığdıklarını, başka bir amaç taşımadıklarını sürekli olarak propaganda ettiler. Bir yandan bu propaganda yoğunlaştırırken, öte yandan da, Ortadoğu’nun geleceğine ilişkin plan ve proje senaryoları, emperyalist basın yayın araçları aracılığı ile gayri resmi olarak, duyuruldu. Dahası, ABD başta olmak üzere emperyalist ülkelerin politikacı ve diplomatları ülke ülke dolaşarak, krizle ilgili ülkelerin gerici hükümetleriyle bazen ağızlarına bir parmak bal sürerek, bazen yardım adı altında rüşvet sunarak, kendilerini desteklemelerini sağlamaya, planlarını yaşama geçirecekleri dayanaklar sağlamaya çalıştılar. Bu çaba, “Saddam rejiminin uzlaşmaya yanaşmadığı” propagandası ile birlikte yürüdü.
Emperyalistlerin amacının “Kuveyt’i kurtarmak” değil, Ortadoğuya askeri güç yığarak, bölgenin dolaysız askeri denetimi olduğunu söyleyen devrimciler, Marksistler, demokratlar, “Saddam yanlıları”, “dünyanın ebedi barışa gittiğini anlamayanlar”, “emperyalizmin artık yok olduğunu görmeyenler” olarak suçlandı. “Saddam Kuveyt’ten çekilsin her şey normale döner” imajı işlendi. “Barış” için, sürekli olarak Irak’ın yerine getiremeyeceği koşullar öne sürüldü. Savaş içinde Irak, Kuveyt’ten çekileceğini ilan ettiği halde, emperyalistler, bu sefer de, “savaş tazminatı”ndan çekilmenin takvimine kadar yeni koşullar öne sürdü. En son Irak, hiç bir koşul öne sürmeden çekilmeyi kabul etmesine karşın, emperyalist askeri harekât, karada, havada ve denizde bütün hızıyla sürüyor. Artık amaç besbellidir. Irak’ın askeri ve ekonomik gücünü yıkarak Saddam rejimini “cezalandırmak”tır. Açıkça bu “diret-not politikası”na geri dönüştür. Üstelik çağın teknolojisinin bütün yıkıcı silahlarını kullanarak.
Açıkça görülen şudur Emperyalistler ve Ortadoğu gericiliği, Irak’ın cezalandırılması, bundan sonra da emperyalizmin ve gericiliğin çıkarlarına zarar verenlerin affedilmeyeceğini kanıtlamakta hem fikirdirler. Ama emperyalistler kendi içlerinde farklı amaçlar taşımaktadır. ABD, dünyada “tek süper güç” olduğunu herkese kabul ettirmeye çalışırken, İngiltere ve Fransa eski günlerin şaşaalı emperyalistleri olma hayalini canlandırmak istemektedir. Savaşı “uzaktan” desteleyen Almanya ve Japonya ise; daha çok ekonomik güçlerine dayanarak Ortadoğu kaynaklarına “kendi yöntemleriyle” sahip olmanın planlarını yapmaktadırlar.
Sovyetler Birliği ise, sanki Ortadoğu’daki emperyalist yığınağa ve bu gerici emperyalist savaşa kendisi çanak tutmamış gibi, sıcak savaş boyunca, “üzüntülerini” belirterek, “barış önerileri” getirerek Ortadoğu halklarının gönlünü kazanma oyununu oynadı. Aslında ise, savaş durumundan mümkün olduğu kadar kazançlı çıkmaya, yeterince güç topladığında, Ortadoğu’da en azından eski etkinliğini kazanmak için basacağı taşlar döşemeye çalıştı, çalışıyor.
Kısaca söylenecek olursa, yaşananlar açıkça gösteriyor ki; emperyalistlerin ve gericilerin ne Kuveyt’in kendi kaderini tayin hakkı, ne de savaşın yıkımı ve katledilen insanlara üzülmesi gibi bir sorunları vardır. Onlar için asıl olan, Ortadoğu’daki çıkarları, gerici Arap-şeyhliklerinin kendi işbirlikçileri olarak varlıklarını sürdürmektir. Üstelik emperyalistler, bütün Ortadoğu-halklarının kendi kaderlerini tayin etme haklarım da onlar adına kullanmaktadırlar. Buna da, çoktan beridir emperyalist ülkelerin bir aleti, halklara karşı kullandıkları bir paravana olan BM’leri ve kararlarını dayanak etmektedirler. “Savaş sonrası Ortadoğu senaryolarında amaçları açıkça ortadadır. Ortada değişik senaryolar vardır. Ama bütün senaryoların ortak özelliği, (1) emperyalistlerin silahlı güçlerinin Ortadoğu’da geçici olmadığı, tersine kalabildikleri kadar uzun bir süre büyük bir askeri gücün bölgede tutulacağı, (2) Bölgede ki emperyalizm yanlısı, gerici, faşist, kukla hükümetlerin bulunduğu ülkeler arasında emperyalizme dayanak olacak bir pakt gerçekleştirmektir. Bu ülkeler arasında, İsrail, Türkiye, Mısır, Suudi Arabistan, Suriye Pakistan gibi ülkelerin adı geçmektedir.
Öyle anlaşılıyor ki; bölgedeki emperyalist silahlı güçler, emperyalizme karşı her türlü başkaldırı için “caydırıcı” ve “ezici” bir etken olarak düşünülürken, gerici ülkeler paktı ise, Ortadoğu’nun yeni statüsünün bekçiliğinim “meşrulaştıracak” bir rol üslenecekledir.
Hiç kuşkusuz ki; bugün halen sürmekte olan gerici emperyalist savaş, nispeten kısa bir sürede askeri açıdan sona erecektir. Belki emperyalist gerici senaryolardan birisi de uygulamaya sokulacaktır. Ama kesin olan şu var ki; Ortadoğu’daki kriz savaşın sona ermesiyle bitmeyecektir. Çünkü Ortadoğu artık dünyanın sıradan bir kriz bölgesi değil, kanayan bir: kriz bölgesidir. Emperyalistler, giriştikleri kanlı savaşla çok uzun yılların birikimlerini ve yaralarım patlatmışlardır. Artık Ortadoğu, emperyalistler bu savaşta bir askeri zafer kazansalar bile, 1950-1960’ların Güneydoğu Asya’sı gibidir. Ye onlar gün geçtikçe, Ortadoğu halklarının sıcak nefesini enselerinde daha çok hissedecekleri bir batağa düşmüşlerdir; Filistin sorunu, Kürt sorunu yanına şimdi bir de Irak-Arap sorunu eklenmiştir. Artık, hiçbir gerici Arap şeyhi savaş öncesi kadar bile bir güvenle yerine oturamayacaktır. Dahası, Türkiye, Mısır, Suriye gibi ülkelerdeki rejimlerin niteliği de, halkların gözünde iyice açığa çıkmış, bu ülke hükümetlerin emperyalizm yanlısı, savaş yanlısı tutumlarıyla halklarının anti-emperyalist tutamları açıkça çelişmiştir. Bu durum, uzak olmayan bir gelecekte, ete cana kavuşması olanaklı devrimci bir dinamiktir.
Öte yandan, Ortadoğu’ya askeri bir sefer için birleşen emperyalistler, ganimetin paylaşılmasına sıra geldiğinde aynı birliği sağlanmaları olanaksızdır. Bugün için ABD’nin büyük patronluğunu kabul eden diğer emperyalistler, patrona ihtiyaç duymayacakları ya da çıkarlarının öyle gerektirdiği koşullarda kendi talanları için bugünkü “müttefikleriyle” bile, savaş dâhil her yolla mücadele edeceklerdir. Farklı çıkarların olduğu her yerde, hükmünü icra eden tarihin bu yasasının Ortadoğu’da çok daha şiddetli bir biçimde bir kez daha doğrulanması için bütün koşullar uygundur.
Bu genel çerçeve içinde, Türkiye’nin kendi basma bir kıymeti harbiyesi yoktur; Ama kendisine emperyalistlerin biçtiği rol ve bu role büyük bir şevkle sarılması, dahası oynadığı rolü abartarak, belirli çevrelerde “pazarlamaya” kalkması göz önüne alındığında burada birkaç şey söylemek gerekiyor. Bir başka yazımızda da belirttiğimiz gibi, Türkiye’ye biçilen rol hiç de onurluca bir rol değildir. Ama Türk egemen sınıflarının çıkarları emperyalizmle öylesine içice geçmiştir ki, başka bir seçenekleri yoktur. Bu yüzdendir ki, onlar, savaş çığırtkanlığım en önünde yeraldılar. NATO Çevik kuvvetinin Türkiye’ye çağırdılar. İncirlik, Diyarbakır, vb. üslerini Irak’ı bombalayan ABD savaş uçaklarına açtılar. ABD’nin savaş sonrası senaryolarının en pespayesini desteklemekte pervasızlık gösterdiler. Fırat ve Dicle’nin sularını komşularının boğazını sıkmak için kullanmaktan çekinmediler. Savaş, içinde, uluslararası bir “Barış Suyu Konferansı ” toplamak için girişimleri başlattılar.
Bütün bu girişimlerin tek amacı vardı. Ortadoğu’da emperyalizmin çıkarlarını ve gericiliği en iyi biz koruyabiliriz imajını vermekti. Bu çabalarında ne ölçüde başarılı oldukların elbette zaman gösterecek. Ama bugünden belirtiler, Ortadoğu gibi çok karmaşık çıkarların birbirine dolandığı bir bölgede böyle tüccar zihniyetiyle bir pazarlamanın çok da pirim yapmadığım gösteriyor. Daha savaşın en kızgın döneminde, Mısır gibi ABD’nin en sadık müttefiki olan bir ülke bile, Türkiye’nin Ortadoğu sorununa karışmasına karşı olduğunu açıkladı. Hiç kuşkusuz Suriye ve İran da bu konuda Mısırdan geri kalmayacaktır. Çünkü Arap ve Ortadoğu halklarının gözünde Türkiye, Ortadoğu’da Batı’nın bir Truva Atı’dır. Öyle olunca da Ortadoğu’da bir “düzenleyici”, “arabulucu” olmaktan çok büyük patronun bekçiliğine soyunabilir. Buda Türkiye’nin ikinci bir İsrail olmasının ötesinde (dezavantajlarıyla birlikte) bir sonuca yol açamaz. Kaldı ki, tarihinde görülmemiş bir biçimde yoğun bir işçi sınıfı mücadelesine sahne olan ve bütün belirtilerin yakın geleceğin büyük toplumsal patlamalarına gebe olduğunu gösterdiği koşullarda, Türkiye için bir İsrail rolü oynamanın neye mal olacağı en gözü kara militaristler için bile düşündürücü olacaktır. Çünkü daha bugünden, hükümetin ve egemen sınıfların savaş ve Ortadoğu politikaları geniş, emekçi yığınları tarafından desteklenmediği gibi, amaçları bilinmez de değildir. Bu yüzden de savaşı kimin kazanacağından bağımsız olarak, egemen sınıflar iktidarı, Kürt sorunundan komşularıyla olan ilişkilerine, emekçi yığınların sürekli artan hoşnutsuzluğundan kendisini büyük patlamalarla açığa vuran büyük bir devrimci dinamizm taşıyan işçi ve emekçi sınıf hareketine pek çok sorunla karşı karşıyadır. Dahası bu sorunları çözümleme ya da şiddetle bastırma olanakları da son derece kısıtlıdır.
Gerici emperyalist savaş, Ortadoğu halklarına, yıkım, ölüm, baskı ve zulüm getirmiştir. Ama aynı zamanda, emperyalizmin “demokrasi”, “özgürlük”, “ebedi barış” maskeleriyle örtülü iğrenç yüzünü çıplak bir biçimde görmelerini de getirmiştir. Ortadoğu’nun gerici hükümetlerinin kendi halklarının çıkarlarının mı yoksa emperyalizmin çıkarlarının savunucusu olduğunu, orduların ne için beklendiğini de açıkça sergilemiştir. Bu yüzden de Körfez krizinin yeni dönemi, bir, Ortadoğu krizidir ve halklar için yeni ve çok güçlü mücadeleler dönemi olacaktır. Belki emperyalistler bugün kazanmış gibi görüneceklerdir, ama yarın kazanan Ortadoğu halkları olacaktır. Günler, büyük altüst oluşlara gebedir.

Mart 1991

“141-142 kaldırılıyor, Kürtçe konuşmak serbest”(!!) Demokrasi güldürüsü ve gerçek

Emperyalist-gerici savaş körfezde bütün hızıyla sürer ve emperyalistler, ellerindeki bütün imha silahlarıyla Irak’ı haritadan silmeye çalışırken, bu savaşın baş destekçilerinden Özal ve hükümet, bir yandan yıllardır uyuttukları 141-142. maddeleri kaldırma “projesi”ni yeniden gündeme getirdi. Aynı zamanda da, 1983’te, Cuntanın, Kürt dili üstüne getirdiği yeni yasakların da “kaldırılacağını” ilan etti.
Hükümet, Özal’dan aldığı direktifler doğrultusunda, bir yandan ekonomik grevleri bile yasaklar ve savaş aleyhtarı miting ve panelleri iptal ederken, böyle bir “demokrasi çıkarması” elbette üstünde düşünülmesi gereken bir şeydir. Ama Özal’ın her yaptığında keramet arayan çevreler ve her soydan reformcu, bu “demokrasicilik oyununu” alkışlarla karşıladılar.
Aslında, “Kürt dili üstündeki yasağın kaldırılacağı”nın ilanın üstünden bir hafta geçmeden ,”hükümetin açıklamaları, dış iç basında çıkan haberlerden hükümetin ne menem bir “demokrasicilik oyunu” içinde olduğu anlaşıldı.

“DEMOKRASİCİLIK OYUNU”NUN ARKASINDAKİ TABLO

Süreç kısaca şöyle gelişti: Önce Özal’ın epey den beri “sohbetlerde” dile getirdiği Kürt dili üstüne 1983’te getirilen ek yasaklamaların kaldırılacağı hükümet tarafından ilan edildi. Hemen arkasından, 141-142-163. maddelerin “kaldırılacağı” açıklandı. Ve yıllardır Adalet Bakanlığının raflarında tozlanmaya bırakılan tasarı Meclise gönderildi. Bir kaç gün sonra, bu maddelerle bağlantılı olarak Anayasa’nın kimi maddelerinin değişmesinin zorunlu olduğunu Adalet Bakanı açıkladı. Arkasından, Anayasa’nın, ANAP’ın da değişmesini istediği, 50 maddesinin değiştirilmesi girişimleri başladı. Bunlarla zamandaş olarak da, ordunun geleneksel yapısına “neşter” vurulmaktan, Askerlik Yasası ve diğer bazı askerleri ilgilendiren yasaların değiştirilmesi gerektiğinden, bu konuda Milli Savunma Bakanlığı’nda yapılan çalışmalardan söz edilmeye başlandı.
Elbette, ANAP’ın “demokrasi” sicilini bilenler için, dünya kamuoyunun gündemi Körfez savaşıyken, Özal ve ANAP’ın “kendiliğinden” bir “demokrasi atağına” kalkması şüphe çekicidir. Ama gelişmelere yakından bakılınca “demokrasicilik oyunu” tam, askerlikle ilgili yasa değişikleri ile birlikte düşünüldüğünde, hiç de basit bir taktik olmadığı, tersine, Türk egemen sınıfları ve emperyalizmin Ortadoğu’da oynamak istediği rolün bir parçası olduğu daha açıkça görülüyor.
Emperyalistlerin Ortadoğu politikası
En azından 2 Ağustos’tan itibaren emperyalistler, Ortadoğu’nun Haritasını yeniden çizmeyi kafalarına koymuşlardı ve harita değişikliğindeki en önemli etkenlerden birisi, belki de birincisi ise; Iran, Türkiye, Suriye ve Irak’ta yaşayan 30 milyon dolayındaki Kürt’tü. Emperyalistler için asıl olan, Kürtlerin kendi kaderlerini tayin hakkı değil, Kürt faktörünü bölgedeki ülkeleri hizaya getirmek için bir koz olarak kullanmak, Irak ya da başka bir yerde, bir Kürt devleti kurulma durumunda ise, bu devletin, emperyalizmin denetim ve çıkarları doğrultusunda biçimlenmesini sağlamaktır. Nitekim Körfezdeki gelişmelere paralel olarak; ABD, Fransa ve İngiltere kaynaklı “Kürt senaryoları” da sahneye konmaya başlandı. “Bağımsız bir Kürt devleti”nden Irak’ta Araplar, Kürtler ve Türkmenlerden oluşan bir federe devlete kadar değişik “tezgâhlar” dokunmaya girişildi. Talabani başta olmak üzere, ABD ve diğer Batılı emperyalistlerle “işbirliği” ve “uzlaşma” çizgisi izleyen Kürt liderler, Washington, Londra ve Paris’te, resmi törenlerle karşılandı; bu emperyalist ülkelerin üst yöneticileriyle, “pazarlıklar” yaptılar. Körfez krizi, Türk egemen sınıflarını, bu yanıyla da ciddi bir biçimde ilgilendiriyordu ve Özal ile “dostu” Bush, son yıllardaki sık sık yaptıkları görüşmelerinde, Kürt sorununu da gündeme almışlar, şimdi açıkça anlaşıldığı gibi, konunun esasında anlaşmışlardı. Nitekim son aylarda Özal, Irak’ta bir Arap-Kürt-Türkmen federasyonundan söz ederken, “Artık, Kürtlerin hamiliğini Irak’a bırakamayız, hami biz olmalıyız, zaten Kürtlerin çoğu bizim topraklarımızda yaşıyor” diye niyetini açığa vuruyordu.
Öte yandan, AET’ye tam üyelik için başvuru yapılmıştı, ama Avrupa kamuoyunda, Türkiye’nin “demokratik bir ülke” olduğu imajı yerleştirileni emişti. Bunun için AET yetkilileri, Avrupalıların gözünü boyayacak makyajların yapılmasını bir zorunluluk olarak öne sürüyorlardı. Bunun ilk koşulu da, 141-142-163 gibi sivri maddelerin TCK’dan çıkarılması ve Kürtlerin haklan konusunda, hiç olmazsa, bazı ilerlemelerin kaydedilmesiydi.
Batı burjuvazisine siyasi olarak da entegre olmak iddiası ve isteğindeki Türk büyük burjuvazisi için, “uzak’ ABD’nin şemsiyesi yanı sıra, “yakın” Avrupa burjuvazisinin şemsiyesi de istikrarsızlık adası Türkiye ve Ortadoğu’da, zorunlu bir garanti olarak görülüyordu. Ama son yıllardaki gelişmeler içinde, Türk büyük burjuvazisi, NATO’nun da eski önemim yitirip, BAB (Batı Avrupa Birliği) ve AGİK gibi, Türkiye’ye ihtiyaç duyulmayan kurumların güç kazanması karşısında kendisini terkedilmiş hissetmeye başlamıştı, Özal, bu durumu birkaç ay önce, açıkça, “AET’ye alınmama artık pek olanaklı gözükmüyor” diye ifade etti.
Bir yandan “2000’lerin bastığı yeri titreten, gelişmiş 100 milyonluk Türkiye”si edebiyatı yapılırken, öte yandan da Avrupalı emperyalistler, Ortadoğu’da Türkiye’ye ihtiyaçları olduğunu bıkmadan anlatmaya çalışıyordu. Aslında, Avrupalılar da bunun farkındaydı, ama sadece, “hizmeti ucuza kapatmaya” çalışıyorlardı. Çünkü, onlar için(daha doğrusu Avrupa demokratik kamuoyunu karşılarına almamak için), Ortadoğu’da, pis amaçlar için kullanacakları bir alet bile olsa; bu aletin, işbirliği yapacaktan kadar,”demokratik bir görünüme” sahip olması önemliydi. ABD için de (bu konuda ısrarlı olmamakla birlikte), böyle bir görünüm daha iyi bir seçenekti.
Kısaca emperyalistler, Ortadoğu’da kullanacakları bir Türkiye’nin, gerçekten demokratik olmasını değil, ama görünüm olarak demokratik olmasını istiyorlardı.
Türk egemen sınıflarının ihtiyaçları ve politikaları
(Elbette ki, gerek Kürt dili üstünde ki, 1983’te konan yasakların kaldırılması, gerekse 141-142. maddelerin kaldırılmasının en önemli etkeni, bu doğrultuda yıllardır verilen özgürlük ve demokrasi mücadelesi en büyük role sahiptir. Bu mücadele olmasaydı, egemen sınıflar ve emperyalistler parmaklarını bile oynatmazlardı. Ama burada biz sorunun bu yanını dışarıda tutarak, şu anda egemen sınıfların yalan ihtiyaçları açısından, bu yasaları bugün gündeme getirmelerine yol açan etkenlerin neler olduğunu belirlemeye çalıştık.)
Tabloyu tamamlamak için, Türk büyük burjuvazisinin, amaç ve isteklerini de eklemek gerekiyor.
Yakın, amaçları bakıldığında; Özal, hükümet ve egemen sınıfların, bir yandan grevleri, savaş aleyhtarı sözleri ve toplantıları bile yasaklayarak, dahası “terör yasası” gibi nazırlıklarla, diktatörlüğü daha da sağlamlaştırmaya çalışırken kamuoyunda, savaş politikası ve özgürlükleri hepten kısıtlama girişimlerine karşı tepkileri önlemek için “demokratikleşiyoruz” havası yayarak, muhalif güçleri bölmeyi, kamuoyunun gündemini kendi işlerine gelecek biçimde değiştirmeyi amaçladıkları açıkça görülüyor.
Öte yandan; özellikle 12 Eylül sonrası, hızla palazlanan egemen sınıf kesimleri, ithalat, ihracat ve çeşitli Ortadoğu ve Kuzey Afrika ülkelerinde, inşaat başta olmak üzere çeşitli yatırımlara yönelmişti. 1970’li ve 1980’li yıllarda Uluslararası tekelci burjuvazi ile ilişkilerim iyice güçlendiren Türk tekelci burjuvazisi, artık kendi kabına sığmıyor, daha çok sömürü için ekonomik gücün yanışına elindeki siyasi ve askeri gücü de kullanarak, iç sömürüsünde olduğu gibi dışarıdaki yatırımları için de kullanmak istiyordu. Çıkarları Özal’ın şahsında ve ANAP’ın politikalarında somutlaşan bu kesimler, “geleneksel Türk dış politikasının değişmesini, ekonomik güçlerinin politik, diplomatik ve askeri yollarla da savunulmasını istiyorlardı. Iran-Irak savaşı boyunca “iki tarafı da idare ederek” savaş sonrasındaki pastadan büyükçe pay uman bu kesimler, büyük emperyalist tekellerin müdahalesi karşısında umduklarım bulamayınca, Fırat’ın suyunu keserek, yanı sıra askeri tehditleri de eksik etmeyerek, Irak ve Suriye’yi “hizaya getirme”nin yollarını aramaya başladılar. İran’ı ise, çeşitli bahanelerle tehdit etmeye koyuldular. Böyle bir politika kendilerinin olduğu kadar, işbirlikçisi oldukları, ABD başta olmak üzere Batılı emperyalistlerin çıkarlarıyla da tam olarak uygunluk içindeydi. Bu bağlamda olmak üzere, bütün 1980’li yıllar boyunca, devletin en yüksek makamları ve büyük burjuvazinin temsilcilerinin kulislerde sözünü, etmekten çekinmedikleri Kerkük-Musul senaryoları, son yıllarda daha da sık tekrarlanır olmuştu. Bu kulisler basında, bu kesimlerin sözcüleri tarafından da “uygun zamanlarda” kamuoyunun “tartışmasına” sunuluyordu. 2 Ağustos’ta Irak’ın Kuveyt’i işgaliyle birlikte, kuliste konuşulanlar resmi devlet politikası olarak uygulamaya sokuldu. ABD’nin Türkiye’ye biçtiği rolle, Türk büyük burjuvazisinin çıkarları tam bir uygunluk içindeydi. Şu yüzdendir ki, SP-Perinçek, DYP, SHP, DSP, TBKP vb. çevrelerin çeşitli biçimler altında ama aynı özde olmak üzere, “Özal’ın burjuvaziden koptuğu, tek kişilik bir diktatör olarak Körfez krizindi Türkiye’yi yanlış yollara sürüklediği” iddiası, emekçileri aldatmaya, onların gerçekleri görmesini engellemeye yönelik, “hoş” ve boş bir hayaldir. Bu “hoş” hayalin, TÜSİAD’ın “Körfez politikasında hükümetin yanındayız” biçimindeki açıklamasından sonra “boş”luğa anlaşılmış olması gerekirdi, ama öyle olmadı, reformcu ve revizyonist çevreler, aynı hayali yaymayı sürdürdüler, sürdürüyorlar.
Benzer hayaller, “Türk Ordusu’nun savaşa katılmayacağı”, “Ordu’nun savaş istemediği” konusunda da yayılmaya çalışıldı. Bu safsatalar, SP-Perinçek çevresi tarafından “Özal Ordu’dan koptu”, “Özal savaşa göndereceği tek bir general bile bulamaz” biçiminde abartılmış bir propaganda ile desteklendi. Ama gerçekler, çok kısa bir zamanda bu propagandayı iflas ettirecek biçimde ortaya çıktı. Üstelik savaşın kanı ve barutu arasında, Özal ve hükümet, askerlik yasasını da kapsayan değişiklikler yapmak için girişimler başlattı. Bu, “ordunun yeni ihtiyaçlara göre düzenlenmesi” girişimi, Türk Ordusu’nun geleneksel yapısıyla, “hantal”, “verilecek görevleri yapamayacak kadar, geçmiş dönemin ihtiyaçlarına uygun örgütlenmiş yapısını “eleştirme eşliğinde yapıldı. Özal kendisinin ve egemen sınıfların gönlünde yatan orduyu da tanımladı: teknik donanım ve vurucu gücü hat safhaya çıkarılmış, çabuk, etkin, “siyasi otoritenin emrinde” (bunu egemen sınıfların emrinde diye okumak daha doğru), giderek profesyonel askerlerden oluşan bir ordu.
Hiç kuşkusuz ki, her devlette olduğu gibi, düzeninin “koruyucu ve kollayıcısı ordu”, dün de, bugün de egemen sınıfın emrindedir. Bunu 12 Mart ve 12 Eylüllerle de kanıtladı. Buna, Özal’ın da, temsil ettiği egemen sınıfların da, bir diyeceği yoktur. Zaten sorun da bundan çıkmıyor. Sorun, Türk büyük burjuvazisinin yeni ihtiyaçları ile Ordu’nun geleneksel görev ve yapısı arasındaki çelişmeden ortaya çıkıyor. Kurtuluş savaşından bu yana Türk Ordusu, Kıbrıs bir yana bırakılırsa, “Misakı milli şuurları içinde düzeni koruma ve kollama görevi” ile yükümlüydü. Ama Türk büyük burjuvazisi için bu görev artık yetersiz görülüyor. Ve büyük burjuvazi, sınırlar dışında da sermayesini destekleyecek bir orduya ihtiyaç duyuyor. Kısaca egemen Türk tekelci burjuvazisi, artık, “vatan millet edebiyatı” ile de “görevi”nin üstü örtülmemiş, açıkça kendi safında, dolaysız kendi emrinde bir ordu ihtiyacındadır. Özal, bunu sağlamak için, bu “sıkışık dönemde” orduya “neşter vurmak gerektiği”nden söz etmek zorunluluğunu duymaktadır.
1980’den başlayarak, Ordu’nun yeni silah ve gereçlerle donatılması ve “yeni görevlere” hazırlanması hızlandırılmıştı. Ne var ki, Körfez krizi ve savaşın sonrasında Bölge’nin “alt süper gücü” olmaya niyetlenen burjuvazi, pek de uygun olmayan bir zamanda, ordunun yapısına el atmak zorunda kalıyor ve kaçınılmaz olarak ordu içinde “gelenekçiler”de huzursuzluk yaratmayı göze alıyor. Ama bu, bütün ordunun Özal’dan, burjuvaziden “koptuğu anlamına gelemez. Tersine, ordu içinde geniş kesimlerin burjuvazinin “yeni ihtiyaçları”yla uygun bir yapılanmadan yana olduğunu görmemek olanaksız. Bu yüzden, bazı istifalara da yol açan “huzursuzluğu” abartarak, “Ordunun savaşa karşı olduğu”, “Özal’ın, Ordu’dan koptuğu” biçiminde yorumlamak anlamsızdır. Varolan “huzursuzluğu” olsa olsa,1930-1940’lı yıllarda Hitler’ci ve Bismark geleneğinin sürdürücüleri arasındaki çelişmeye benzetebiliriz. Böyle bir platformdaki çelişme ise, ne ordunun savaşa karşı olması sonucunu doğurur, ne de savaş emrini yerine getirmesini önler. Eğer Türkiye, emperyalistler ihtiyaç duyduğu halde savaşa kanlamazsa, bunu engelleyen, generallerin direnişi değil, halkın % 80-90’ının savaşa karşı olmasından katılmayacaktır.
İsrailleşme sürecindeki Türkiye
Körfez krizinin sıcak bir savaşa dönüşmesi sürecinde, Özal ve hükümet, hem kendilerine biçilen role, hem de Türk büyük burjuvazisinin çıkarlarına uygun olarak, savaş kışkırtıcısı, açıkça ABD yanlısı bir politika izledi. Zaten 40-50 yıldır, Batı emperyalizminin dümen suyunda, Bağdat Paktı, CENTO ve NATO gibi emperyalizmin saldın aracı olan paktlar içinde yer alarak, açıkça Arap ve Ortadoğu halklarının karşısında yer alan Türkiye, Ortadoğu halklarının tepkisini toplamıştı. Bu savaş sürecindeki tutumuyla da, Türkiye’nin, demagojik “başkasının bir karış toprağında gözümüz yok” iddiası da iflas etti. Bu durum, halkların gözünde Türkiye’yi, yeni bir İsrail konumuna itti: Türk elçiliklerine düzenlenen bombalı saldırılar, Ürdün’de Türk gazetecilerin halkın tepkisiyle karşılanması, Suudi Arabistan’a gıda maddeleri götüren 50 Türk TIR’ının halk tarafından durdurulup yüklerine el konması gibi tutumlar, Türkiye’nin sadece izlediği politikalarla değil, halkların gözünde de bir İsrail olma sürecine girdiğinin açık belirtileridir.
Türkiye’nin, İsrailleşme sürecine girdiğini en iyi bilen de, Türkiye’ye bu rolü biçen ABD’dir. Bu yüzden de ABD, Türkiye’nin, Körfez savaşına fiilen (en azından savaşın bu aşamasında) katılmasını istememektedir. Çünkü ABD biliyor ki, Türkiye fiilen savaşa katılırsa, Kürtler başta olmak üzere bütün Ortadoğu halkları, hatta bugün ABD’nin yanında yer alan Suriye gibi Arap ülkeleri, Yemen, Libya, Ürdün, Iran gibi devletler de, fiilen ABD ve müttefiklerine karşı tutum alabilirler, alırlar. Çünkü emperyalistler de bilmektedir ki, çok nazik bir dengeye dayanan Ortadoğu’nun “istikrarı”, Körfez kriziyle birlikte iyice bozulmuştur. Savaş, her şeyi eskisinden de karmaşık hale getirecek, Filistin-İsrail, Arap-İsrail çatışmasının yanma Kürt-Türkiye, Iran, Irak, Suriye, yoksul Arap halkları ile şeyhler, bütün Ortadoğu halklarıyla emperyalizm çatışmasını alevlendirip dünyanın başlıca sorunu haline getirecektir. Bu yüzden de ABD ve diğer emperyalistler “çok dikkatli hareket etmek”te, bütün bu çatışmaların şimdiden su yüzüne çıkmasını engellemek için; İsrail’in bu aşamada savaşa katılmamasını istediği aynı nedenlerle, Türkiye’nin de katılmamasını istemektedir. Ama kuşkusuz ki, savaşın bir kara savaşına dönüşmesi ve çok uzamasının ABD ve müttefiklerini zorlamaya başlamasıyla, “İkinci Cephe”nin Türkiye’den açılması bir zorunluluk olarak kendim dayattığında, emperyalistler, her şeyi göze alarak, Türkiye ve İsrail’in de savaşa katılmasını isteyebilir. Ve bütün hazırlıklar da bugünden ona göre yapılmaktadır. Zaten her şey “otomatiğe” bağlanmış, “Irak bize saldırırsa savaşa gireriz” tezi Genelkurmay’dan muhalefet partilerine kadar tüm düzen yanlılarınca işlenmektedir ki; bu “saldırının bahanesi”nin yaratılmasının sayısız yollarını ABD ve yerli işbirlikçileri kadar kimse bilemez. Kaldı ki, her gün, İncirlikten kalkan sayısız ABD uçağının, Irak topraklarına bomba yağdırması da Irak’ın, Türkiye’ye bir biçimde saldırması için çok açık bir kışkırtmadır.
Doğrusu ABD, “yeni İsrail”ini çok iyi seçmiştir. Çünkü Türkiye’nin de Filistinlileri ve bir Filistin’i vardır. Tıpkı, Filistinliler gibi, Kürtlerin de kendi kaderlerini tayin hakkı tanınmamakladır Dahası Türkiye, sadece kendi topraklarında değil, Irak topraklarında bile bir Kürdistan devletine izin vermeyeceğini her gün açıklamaktadır. Özal ve hükümetin, ağızlarından düşürmedikleri, “Ortadoğu haritasının değişmesini istemiyoruz, Irak’ın toprak bütünlüğü korunmalıdır, Irak’ın parçalanmasına izin vermeyeceğiz” sakızının açık ifadesi, “Irak topraklarında bir Kürdistan’a izin vermeyeceğiz” anlamındadır. Bu konuda Türk egemen sınıflarının düşündükleri, Irak’ta Kürt, Türkmen ve Araplardan oluşan bir federasyon ve bunun garantörlüğünün de Türkiye, Suriye, Mısır, ABD, İngiltere, Fransa vb. ülkelerde olmasıdır. Böylece, Irak’taki, “Türk kökenli Türkmenler”e dayanarak, Türkiye’nin “avantajlar” sağlayacağıdır. Bu çerçevede “Kürtlerin hamiliği” rolü de oynanabilecektir. Gelişmelere bakılırsa, bu konuda, Türkiye ve ABD yakın görüşlere sahiptir. Daha doğrusu, ABD’nin seçenekleri arasında, böyle bir savaş sonrası “Irak projesi” de vardır. İngiltere ve Fransa’nın kendi çıkarları, en önemlisi de Ortadoğu’nun karmaşık ilişkiler mozaiği ve bölge halklarının mücadelesinin boyutu bu ya da başka emperyalist planların gerçekleşmesini ne ölçüde geçerli kılacaktır? Bunlar, ancak yakın geleceğin gelişmeleri ve güç dengeleri tarafından belirlenecektir. Ama daha bugünden ortaya çıkan olgular, Türk egemen sınıfların hayallerini olduğu kadar, emperyalistler ve gericilerin planlama da gerçekleşme olanağı tanımayacak gibi görünmektedir. Çünkü Ortadoğu’daki savaş, emperyalistlerin iştahını kabarttığı kadar halkların mücadelesinin yükselmesinin koşullarını da hazırlamaktadır. “Kahrolsun ABD, kahrolsun emperyalizm ve gericilik” şiarı, Ortadoğu’da, bugüne kadar olmadığı biçimde yaygınlaşıp, emekçi sınıflan ve yoksul halkları ayağa kaldırmaya başlamıştır. Sonucu belirleyecek de bu devrimci, anti-emperyalist kabarıştır.

“DEMOKRASİCİLİK OYUNU”NUN ARKASINDAKİ GERÇEK
Yukarda çizilmeye çalışılan tablo göz önüne alındığında şunlar açıkça görülür:
* Türk egemen sınıfları Körfez savaşından sonra yeni bir role hazırlanmaktadırlar: “Kürt hamiliği”. Bunu, bir yandan bağımsız bir Kürt devletini engellemek için, öte yandan da artık Ortadoğu’da herkesin hesap etmek zorunda kaldığı bir Kürt varlığını, emperyalizmin çıkarları doğrultusunda denetim altında tutmak için yapmak istemektedir. Bugün artık, bu konuda adım atmanın ön koşulu ise, Kürtleri bir gerçek olarak kabul etmekten geçmektedir.
Öte yandan emperyalistler de, bugün Kürt kozunu her1 ‘zamankinden fazla oynamak istemektedirler, ama bunu bölgedeki genel çıkarlarıyla bağlantılı ve bölgedeki yandaş ülkelerle birlikte ele almak işlerine geldiğinden, ABD başta olmak üzere emperyalistler, Türkiye’nin, Kürt konusunda adım atmasını istemektedir. Emperyalistler, eğer Türkiye, bölgede söz sahibi olmak istiyorsa, Kürt varlığını tanımak zorunda olduğu konusunda Özal ve diğer “etkin çevreleri” “ikna” etmişlerdir.
* Türkiye’nin Avrupa’nın çeşidi formlarından dışlanmasının en önemli nedenlerinden birisi olarak, demokratik bir ülke olmadığı, bu alanda bir gelişme göstermediği, özellikle 141-142. maddeler örnek gösterilerek kanıtlanmaya çalışılıyordu. Ve salt bu nedenle de, bu maddelerin kaldırılması için, çoktan beri, “çalışmalar sürüyor”du. Körfez savaşında oynanmak istenen rol, bu “çalışmaları” çabuklaştırmıştır.
Hükümetin, kendi açıklamalarından ve geçmişten bu yana izlediği tutumdan da anlaşıldığı gibi, gerek “Kürt dilinin serbest bırakılması” konusunda, gerekse 141 ve 142. maddelerin kaldırılmasıyla, hem demokratikleşme konusunda bir adım atmadan, hem de görünüşte bu konuda bir adım atmış olma görünümünün kendisine sağlayacağı avantajlardan yararlanmak istemektedir. Nitekim “Kürt dilinin serbest bırakılması”yla ilgili olarak yaptığı açıklamada, hükümet sözcüsü Yazar, niyetlerini açıkça söyledi: Biz sadece, varolan durumla yasaların çelişmesini gidermek istiyoruz, bu vatandaşlarımız, zaten evlerinde, çarşıda-pazarda kendi dillerini konuşuyorlar. 1983’te getirilen yasayla bu durum çelişiyor. Biz bu çelişmeyi gidermek istiyoruz. Gerçekten de öyleydi; yasallaştırılmak istenen, sadece bugünkü fiili durumdu. Kürtçe, konuşulabilecek, kaset doldurulabilecek, Kürtçe şarkı ve türkü söylenebilecek, ama “resmi dil Türkçe” olarak kalacak, devlet dairelerinde ve resmi işlemlerde Türkçe kullanılacak, Kürtçe basılı yayın, eğitim ve öğretim, Kürt dilini geliştirmek için araştırma vb. faaliyetler yasak olmaya devam edecek. Durumu, bir gazeteciyle konuşan Diyarbakırlı lokantacı çok açık bir biçimde ifade ediyordu:
Gazeteci soruyor: “Şimdi Kürtçe kaset çalıyorsunuz, eskisine göre ne değişti?”
Lokantacı yanıt veriyor “Eskiden yasaktı çalıyorduk. Şimdi serbest olduğu için çalıyoruz”.
141 ve 142. maddeler için de durum çok farklı değildir. Bu maddelerin kapsamında yargılanan TBKP, SP vb. partiler zaten artık iyice ANAP- DYP- DSP gibi birer düzen partisi olmuşlardır. Dahası bunlar aracılığı ile ‘Türk demokrasisinin namusu da kurtulduğu” gibi bunlar, emekçi sınıf hareketinin yasalar çerçevesine hapsedilmesinin vesilesi de olabilirler. Bunların dışındaki devrimci demokrat eğilimler ve gerçek Marksist parti için ise, TCK’da 146,125,159,168. maddeler başta olmak üzere, TCK’nın 125. maddesinde 312. maddesine kadar, devleti ve düzeni koruyan, sayısız madde vardır. Dolayısıyla hükümet, 141-142’yi kaldırmakla gerçekten demokratlaşma yolunda en küçük bir adım atmıyordu. Tersine öyle bir görünüm vererek gericiliğini gizlemek için avantaj bile sağlıyordu. Nitekim şu günlerde, basında çıkan haberlere bakılırsa, hazırlanan “anti-terör yasası”yla düzene muhalif güçlerin yararlandığı tüm “açıklarda kapatılmaya yönelinmektedir. Bu da girildiği iddia edilen yeni demokratikleşme döneminin ne menem bir demokratikleşme dönemi olduğunun açık kanıtı olarak karşımıza çıkmaktadır.
Kaldı ki, Türk egemen sınıflarının, Ortadoğu’da, İsrail rolü oynayabilmek için, Batı’lı hükümetlerin ve kamuoyunun gözünde bir makyajla “düzeltilmesi” zorunluydu. Çünkü “kahramanlarının” görüntüsünün çekici olması “Batı seyircisi” için çok önemlidir. Suudi şeyhliği yerine Türkiye’nin, ikinci İsrail rolüne layık görülmesinin önemli nedenlerinden birisi de ufak tefek makyajlarla, İsrail’e benzeyecek özellikler taşımasındandır. Alelacele yapılmak istenen “demokrasi makyajı” ve “orduya neşter” çabalarının arkasındaki gerçek, işte bunlardan ibarettir.
Burada şunu da belirtelim ki; gerek Kürt dili, gerekse 141-142 konusunda hükümet getirdiği yasa değişiklikleriyle, belki, fiili durumla yasalar arasındaki çelişme kaldırılacak, ama sınıflı, üstelik bizimki gibi demokrasinin olmadığı bir toplumda, egemen sınıflar, bir çelişmeyi “kaldırdıklarında” daha büyük çelişmelerin burgacına kapılırlar. Öyle görünüyor ki; bu yasa değişiklikleri, onların umduğu gibi, kendilerini rahatlatmayacak, sadece çelişkileri derinleştirerek, herkes için daha da görülür olmasına yardım edecektir.

Mart 1991

Türkiye’de kadının statüsü

Üretimde cinsiyete göre işbölümünün ortaya çıkmasıyla, anaerkil aile yıkıldı. Böylece, kadının binlerce yıl sürecek kölelik dönemi başlamış oldu. Kas gücünün yardımıyla ekonomik gücü eline geçiren erkek, toplumsal olarak ta kadına üstün bir konuma geçti, tikel komünal toplumun uzun tarihi boyunca kendiliğinden gelişen erkeğin egemen durumu, sınıflı toplumlarla birlikte, kurumlaştı.Erkek egemen düşünce, egemen sınıfın düşüncesinin bir türevi olarak biçimlendi. Gelenek ve görenekler, felsefe, sanat, vs. tüm kültürel alanlarında kendini hissettirdi. Egemen sınıf kadınları, belki erkek köleye de hükmedebiliyordu, ama kendileri de kocalarının kölesiydi. Köle kadınlarsa, hem efendilerinin, hem de kocalarının köleleriydiler. Örneğin, en demokratik köleci toplum olan Antik Çağ’ın Atina’sında, köleler, kadınlar ve yabancılar (kent dışından gelenler) kent yönetimine hiçbir biçimde katılamıyorlardı Bu hak, sadece erkek Atinalılara özgüydü. “Özgür Atinalı kadınlar”ın “özgürlüğü” evin dört duvarı arasındaki özel hizmetlerle sınırlıydı. Köle kadınlarsa gün boyu efendinin kölesi, akşamları da ev işlerinin, çocuklarının ve kocasının kölesiydi.
İnsanlık toplumu ilerledi. Klasik kölecilik tarihe karıştı. Daha ileri bir toplum olan feodal topluma geçildi. Ama kadının durumunda önemli bir değişiklik olmadı. Toprakta, canını korumakta dâhil hiçbir hakka sahip olamayan kölenin yerini, azda olsa toprak mülkü edinebilen, efendisi tarafından garanti edilse, de can güvenliğine sahip olan serf aldı. Ama kadının yaşamı, efendinin serfi, kocasının, çocuklarının ve küçük toprağının kölesi olarak devam etti.
Kadının toplumdan tecridi sürdü gitti.
Kapitalizm, feodalizmin serilerini bir yanı açlıktan ölme özgürlüğü de olsa “özgürleştirdi”. Onları topraktan kopararak, yığınlar halinde, oluşan sanayi kentlerinin varoşlarına sürdü. Sadece erkekleri değil, kadınları ve çocuktan da yeni toplumun simgesi olan makinaların dişlileri arasına, toplumsal kargaşanın içine itti. Kapitalizmin erkek emekçisi, artık ücretli köleydi. Ama kadın emekçi, kapitalist için ücretli köle, kocası içinse “ücretsiz” ev-kölesiydi.
Kapitalizm, kadını geleneklerin, göreneklerin, aile dayanışmasının ve dinin “koruyuculuğundan” çekip alarak, onu, güvensiz ve güvencesiz olarak kapitalist toplumun kargaşasına, dahası, kapitalizmin amansız sömürüsünün pençesine attı. Bu, emekçi kadının bireysel olarak durumunun daha da kötüleşmesiydi. Ama kapitalizm, bütün bu kötülüklerin yanı sıra, kendi isteğinden bağı imsiz olarak, kadını toplumsal üretime çekerek, onun KURTULUŞU’nun koşullarını da hazırladı.
İnsanlık tarihi açıkça gösteriyor ki ancak toplumsal üretime katılan inşan toplumun ekonomik, siyasi, ideolojik üstyapısına sahip olma ve onu etkileme olanağına sahip olabilir. Kapitalizm, üretimi toplumsallaştırarak, erkek proleterlere olduğu kadar, kadın proleterlere de sosyal ve cinsel kurtuluşun yolunu açıyordu.
Kadının insanlık tarihindeki durumuna ilişkin yukarıdaki özet, kuşkusuz ki, aşın bir soyutlamadır. Gerçekte ise, bu gelişim, çok daha karmaşık ve çelişmeli bir seyir izlemiştir. Sınıflı toplumla birlikte kurumlaşan ve egemen sınıfın düşüncesinin türevi olarak yeniden ve yeniden üretilen “erkek egemen düşünce”, kadının, ekonomik yaşama katıldığı oranda bile toplumsal yaşama katılmasını engellemiştir. Her dönemde, ev işlerinin aptallaştırıcı koşullarına, gelenek ve göreneklerin akıl almaz bağnazlıklarının yanı sıra, egemen sınıfın özel bir baskısı da eklenmiştir. Bu yüzden de kadınlar toplumsal ilerlemeden kendi paylarına düşmesi gerekeni bile alamamışlardır.
İnsanlık tarihinin, çok uzun süren dönemleri boyunca, toplumların en etkin kurumlarından biri olan din’i akideler, neredeyse sadece dört duvar arasına sıkışıp kalan kadını zapturapt altına almak için biçimlenmişlerdir. Büyük dinlerin hemen hepsinde kadın, Havva’nın kişiliğinde simgeleştiği gibi,”bütün şeytani kötülüklerin kaynağı” olarak görülmüştür. Bu, temeli, sarsılan, çürüyen, yozlaşan eski değerlere “kutsal aile” de dâhildir.
Son tek tanrılı din olan İslam dininde ise; kadının köleliği, daha da katmerleştirilerek, kadın tümüyle toplumsal yaşamdan soyutlanması olarak biçimlenmiştir.
Kapitalizm, dinin, onurun, namusun, şerefin yerine para’yı geçirerek, her tür maddi ve manevi değeri parayla alınıp satılır hale getirerek, tüm feodal değerlerin temelini sarsmıştır. Mantıksal olarak bakıldığında, kapitalizmin bütün bu değerleri reddetmesi gerektiği düşünülürse de, gerçek hiç de öyle olmamıştır. Devrimci çağanda feodalizme karşı savaşırken, kapitalizm, bütün bu değerlere karşı da savaşır görünmüşse de, egemen sınıf olarak örgütlendiği her yerde burjuvazi, bu değerleri yeniden biçimlendirerek kendi sömürüsünün bir aracı haline getirmiştir. Dinin, gelenek ve göreneklerin, emekçileri uyutma, onları köleleştirme etkisinden her zaman yararlanmıştır. Bu durum, kadınlar için çok daha geçerli olmuş, din, gelenek ve görenekler, kadın emekçileri uysallaştırmanın, burjuva toplumun temel toplumsal birimi olan burjuva ailesinin sağlamlaştırılmasının (bunu siz, kadının köleleştirilmesinin sağlamlaştırılması olarak okuyabilirsiniz) asıl unsuru olarak kullanılmıştır, kullanılmaktadır.
Bir bütün olarak bakıldığında, anaerkil ailenin kamusal niteliğinin kaybolup, ataerkil ailenin bireyci, kapalı ev ekonomisi temelinde örgütlenmesiyle birlikte, kadının tarihi egemen ideolojinin kadın üzerindeki baskı ve sömürüsünün tarihi olarak yazılmıştır.
Türkiye toplumunun, kadına özgü tarihi de, bu süreçten geçerek günümüze dek, baskı ve zorbalıkla yazılmıştır. Bu dönemi Osmanlı Devletinin son dönemi olan Tanzimat’tan bu yana gözden geçireceğiz.

“OSMANLI TOPLUMUNDA KADIN
Osmanlı İmparatorluğu; feodal üretim tarzının egemen olduğu, üretim, din, felsefe ve hukukunda feodal devlet yapısına göre belirlendiği bir toplumdu. Dahası, üstyapısında İslam dininin kurallarının geçerli olduğu, dini ve siyasi bütün otoritenin padişahta toplandığı feodal-monarşist bir statüye sahipti.
Bu dönemde kadın, İslam dininin bağnazlığının en derin izlerini taşıyordu. Kuran’a göre kadın, “şeytanın yeryüzündeki simgesi” idi. Kocası dışında tüm erkeklere (nikâh düşen) “namahrem” di. Dolayısıyla, sosyal, siyasal ve ekonomik yaşamdan tamamen soyutlanmıştı. Zorunlu olmadıkça sokağa çıkamaz, çıkmak zorunda kaldığında da, tepeden tırnağına kadar çarşaf ve peçe ile örtünmek zorundaydı. Kendi evinde bile, ancak “harem” adı verilen kadınlara ait bölümde kalabilirdi. Erkek, dört kadınla nikâhlı olarak evlenebilir (Sünni mezheplere göre) ve ” bakabildiği kadar ” kadını da “cariye” (köle) olarak “haremine” kapatabilirdi. Kadınların boşanma hakkından söz bile edilemezken, erkek, tek bir sözle (üçten beşe şart olsun seni boşadım deyip), istediği karısını boşayabilirdi. Kadının, Osmanlı tarihi boyunca, en azından Tanzimat’a kadar, bu durumunda, sözü edilebilecek bir değişiklik olmadı. Bu yüzden de, bu uzun dönem üstünde fazla durmayacağız.
Bu yazı boyunca, kadının durumunda az çok değişikliklerin gözlenmeğe başlandığı Tanzimat dönemi’nden başlayarak, kadın haklarındaki günümüze kadar gelişmesi ve kadın mücadelesinin üstünde duracağız.
Tanzimat Dönemi’nde Kadının Durumu:
Burada, Tanzimat dönemindeki kadının yaşamı ve statüsü ile ilgili değişikliklere geçmeden önce, Osmanlı toplum yaşamım da kısmen etkileyip, değiştiren dünya ölçüsündeki olaylara kısaca bir göz atmamızda yarar var.
XVIII. Yüzyılın ikinci yansından sonra, Büyük Britanya İmparatorluğunda başlayan bilim ve teknoloji alanındaki ilerleme, sanayi alanında önemli gelişmelere neden oldu.
1769’da James Watt’ın keşfettiği buhar makinası, dokuma makineleri başta olmak üzere, gemi ve demiryolları motorları ve genelde tüm sanayi alanlarında uygulanmaya başladı. Sanayideki yaygın ve hızlı gelişme. Büyük Britanya ve giderek Fransa, Hollanda, Almanya gibi, Avrupa ülkelerinde sanayi devrimlerine yol açtı. Gemi ve demiryolları, kapitalist meta ürünlerini denizaşırı ülkelere taşıyarak, oralarda da meta dolaşımını tuzlandırdı. Bu olgu, Osmanlı İmparatorluğunun kıyı kentlerinde meta dolaşımının yaygınlaşmasına ve ticaretin artmasına, kapitalist ilişkilerin uç vermesine neden oldu.
Ama Osmanlı İmparatorluğunun, Avrupa’daki burjuva devrimlerinden etkilenmesi, esas olarak, üst yapı alanında oldu.
Sanayi devrimi, Fransa ve diğer Avrupa ülkelerinde, burjuva devrimlerine yol açtı. 1789-1871 arasındaki yıllarda, devrim-karşım devrim arasında gidip gelen, ama sonuçta burjuvazinin zaferiyle sonuçlanan büyük çalkantılar, bağnaz feodal devletlerin yerine,.özgürlük ve demokrasi, vadeden burjuva kapitalist devletleri ortaya çıkardı. Sanayideki gelişme proleter ordusunun da gelişip Örgütlenmesinin yolunu açmıştı. Bu devrimlerde, kadın proleterler aktif olarak devrime katıldılar. Bu devrimler proleterlerin, sürekli olarak burjuvazinin peşine takıldıkları için, burjuvazinin salt egemenlik aracı olarak biçimlendi.”Eşitlik”, “özgürlük”, “kardeşlik” kavramları, özünde, burjuvazinin egemenlik biçiminin ifadelendirilmesine denk düşmekteydi.
“Eşitlik”,”kardeşlik”,”özgürlük” diye bağırarak, barikatlarda dövüşen Fransız emekçi kadınları, tüm dünya kadınlarına, kurtuluşlarının yolunu açıyordu. Devrimle birlikte, gericilik tarafından kurşunlanan proleterler arasında, kadınlar da vardı. Ama devrimde elinde silahla, erkeklere “eşit” bir konuma gelen kadın, devrimden sonra, daha devrim için ölen kadın ve erkek kardeşlerinin kam kurumadan, burjuvazi tararından, silahlan ellerinden alınarak, evlerine geri tıkıldılar.
Fransız Devrimi (1789 burjuva devrimi) Osmanlı Devletinin aydın kesimden oluşan, üst bürokrasisini de kısmi olarak etkiledi. Bu etkiyle, sadrazam Mustafa Reşit Paşa,1839’da, Tanzimat Fermanı’ adıyla anılan bir reform paketi hazırlayıp Padişah’a imzalattı. Mustafa Reşit Faşa, İngiltere ve Fransa’da elçilik yapmış, batı düşüncesine açık bir Osmanlı aydınıydı.
Tanzimat dönemindeki, üst yapıdaki reform girişimleri, eğitim, sanat, basın, aile yaşamı ve hukuk alanında batı düşüncesine has “eşitlik”,”özgürlük” gibi kavramların gelişmesinin önünü açtı. Ne var ki, bu gelişmelerin, toplumsal yaşama, toplumsal üretime katılamayan kadının dünyasında yaygın bir etkisinin olamayacağı açıktı. Çünkü, Osmanlı imparatorluğunun en geniş kesimlerinde kadın; bir kaç büyük kent dışında, el-zanaatı olan dokumacılık, halıcılık gibi kapalı ev ekonomisi içinde çalışmaktadır. Tarım alanında ise; serflik koşullardadır. Kentlerde ise, ticaretle uğraşan birkaç Ermeni ve Rum kadınını saymazsak, kadınlar, üretime hemen hemen hiç katılmıyorlardı.
Tanzimat’la birlikte, sanayi işletmeleri geliştikçe, artan emekçi sayısıyla birlikte kadın emekçilerin sayısında da nispi bir artış gözlendi, örneğin; Bursa dokuma tezgâhlarında 100, İstanbul kibrit fabrikasında 121 kadın ve genç kızın çalıştığı bilinmektedir. 18. yüzyıldan itibaren ise, Zonguldak madenlerinde kadın işçi çalıştığı biliniyor. Endüstriyel gelişmeye bağlı olarak çalışma yasalarında düzenlemelerin yapılması bu döneme rastlar. 1848’de çıkarılan bir kararname ile işçilere parasız sağlık yardımı, uzaktan gelen kadınlara yatakhane açılması, günlük çalışma saatinin 15 saat ile sınırlandırılması, yıllık ücretli izin verilmesi gibi düzenlemeler getirilmiştir.
Sanayi gelişimine bağlı olarak, çalışma yaşamına kanlan kadın sayısındaki artış ve buna bağlı olarak elde edilen kazanımlara yazının seyri içinde yer yer değineceğiz.
Avrupa’daki kapitalist gelişmenin, sanat, felsefe ve kültürel alanlardaki yansıması, 19. yüzyılın başından itibaren, Osmanlı aydınlarını etkilemeye başlamıştır. Tanzimat’la birlikte, bu etki hukuk, felsefe, sanat ve kültürün diğer dallarında da ürünlerini vermeye başladı, önceleri bilimsel ve teknik nitelikli yapıtlarla sınırlı olan çeviriler, giderek siyasi, felsefi, sanat ve toplumsal nitelikli eserlere doğru kaydı..Felsefi ve siyasi düşüncelerle gelen laiklik anlayışı, kadına bakış açısında da değişimleri beraberinde getiriyordu. Kadınların aile yaşamı, aşağılanmış durumu, çocukların eğitimi, sağlık, konut sorunu gibi, temel sosyal sorunlar literatüre girdi. “Avrupa modeli”ne göre örgütlenen okullarda erkeklerle birlikte kız çocuklarının okutulmasını da savunan, “Mukadderat için Gazete” adlı bir kadın gazetesi yayınlanmağa başladı. Kadına, toplumda, erkeklerle eşit bir statü kazanması için, aile yapısının sorgulanması ve eğitimine önem verilmesi gerektiği düşünceleri yayılmağa başladı. Avrupa kapitalizminin, daha doğrusu burjuva devrimlerinin kadına getirdiği özgürlükler, konut, halk sağlığı, kadın ve çocuk sağlığı, kadının hukuksal durumu, laiklik konularındaki düzenlemeler, Osmanlı kadınının yaşamıyla ilgili kıyaslamalar yapılmasına yol açtı.” İbret” gazetesinde Namık Kemal’in “Aile” adlı makalesi, Osmanlı kadınının durumunu yeriyordu. “Terakki” gazetesi ve onun “Mukadderat için Gazete” adlı “kadın eki”nde, kadının ev-köleliği ve toplumsal yaşam dışı tutulması eleştiriliyordu. 1860’da, Şinasi’nin “Şair Evlenmesi”adlı piyesinde ise, aile içi ilişkiler ve din kurumunun kadına bakışı hicvediliyordu. 1875’te yayınlanan “Vakit” gazetesinin “kadın eki”nde, batıdaki kadın hareketlerine ve düşüncelerine yer veriliyordu.
Klasik Osmanlı edebiyatı olan divan edebiyatında kadın, sadece erkeğin kişisel aşkının nesnesi idi ve bunun dışında sosyal bir kişiliğe sahip değildi. Tanzimat’la birlikte, bu durum değişti. Edebi yapıtlarda kadın kahramanlar toplumsal ilişki ve çelişkileriyle biçimlenirken, kadının varolan statüsü de değişik yönleriyle eleştirilmeye başlandı. Namık Kemal’in ” Zavallı Çocuk’ romanında; kadınların sorunlarının kaynağı olarak, kız çocuklarının ebeveynleri tarafından, maddi çıkar karşılığı, çocuk denecek yaşta, zorla yaşlı kimselerle evlendirilmeleri eleştirilir. Kadının psikolojik ve duygusal yanlarını işleyen, ailesinin zorla evlendirmesine karşı başkaldıran bir kızın öyküsünü anlatan Ahmet Mithat’ın “Teehhül” adlı romanı, erkek düşmanı ve erkeği düşman gibi gören kadının yaşamını işleyen “Felsefe-i Zenan”, bu dönemde yayınlanan edebi yapıtların bazılarıdır. Çok kanlılığı eleştiren “Eyvah” kadınların din duygusunun sömürüsünden söz eden “Açık Baş” gibi piyes ve romanlar, Osmanlı aile yapısını sorgulamaktadırlar. Erkeğin ekonomik bağımlılığı altında kalmak zorunda olan, onun terk etmesiyle düştüğü yoksulluk ve acıya laik olmayan kadım Namık Kemal “İntibah” romanında işleyecektir.
Basın-yayın alanındaki değişmelerin yanı sıra, eğitim alanındaki reformlar da kadının sosyal alanda varoluşunu ve gelişmesini sağlar. Daha önce, dini eğitimin dışında hiçbir eğitim göremeyen kadın, batıdaki hemcinslerinin laik eğitim ve öğretim olanaklarını elde eder.
Padişah Abdülmecit’in “İrade-i Seniye” adlı reform planı; “kız ve erkek çocukların parasız ilkokullarda okutulması zorunluluğu” ile birlikte ortaokulların açılmasını öngörüyordu (1845). İlk kız yüksekokulu ise, 1859’da açılmıştı. Bu yeni açılan okulların denetimi, Meclis-i Maarif-i Umumiye adlı bir kuruluşa verilmişti. Bu kuruluş, 1848’de, Maarifi Umumiye Nezaret’i ne dönüştürüldü. Din okullarının bağlı olduğu Şeyhül İslam’ın etkisi bu okullarda kırılmaya başladı.
İlköğretim 6-10 yaş, ortaöğretim 10-12 yaş sınırındaki kız çocuklarına açıktı. Osmanlı kadını 12 yaşından itibaren namahrem sayıldığı için, bu okullara giden kız çocuklarının büyük çoğunluğu öğretimlerini yarıda bırakmak zorunda kalıyorlardı. Bu nedenle kız öğretmen okulları açıldı. Bunun yanı sıra dikiş ve dokuma derslerinin verildiği kız meslek okulu açıldı. 1869’da Mithat Paşanın etkisiyle Kız Sanayi Mektebi açıldı. Ebelik yapabilmek için bazı kız öğrenciler tıp eğitimi derslerini izlemek istediler. İzin verildikten çok sonraları 10 Müslüman kızı ebelik diploması alabilmiştir. Öğretmen okuluna giden 32 genç kızdan sadece 17’si diploma alabilmişti. Bunlar, Tanzimat dönemi boyunca meslek edinen ilk kızlardı. Ve dolayısıyla dini yobazlığa da ilk başkaldıran onlardı. Bunların yetiştirdiği öğretmen kadınlar, daha sonra, Türkiye burjuva devriminin oluşmasına önemli katkılarda bulanacaklardır.
Yüzyılların karanlıklarını yarıp gelişen laiklik ve uygulamalarına karşı özellikle çok karılığa ve uygulamalarına karşı eleştirilere din yobazlarının saldırısı korkunçtu. Her gelişmeye başkaldırıyorlar, yazarlara ve yapıtlara karşı, “dinsiz”, “kâfir”, “katlı vacip”tir “fetvalar” çıkarıyorlardı. Ve nihayet gericilik, Tanzimat döneminin ilerleme gücünü geriye çekmeyi başardı. Abdülhamit istibdadı hortlatıldı. Bu evrenin kısaca bir tarihine değinelim.
II. Abdülhamit Dönemi:
Mithat Paşa, Ziya Paşa, Namık Kemal gibi aydınlar çöken Osmanlı Devletinin meşrutiyetle kurtulacağına inanıyorlardı. II. Abdülhamit padişah olunca Mithat Paşa’yı sadrazam yaptı, yapmak zorunda kaldı. Mithat Paşa 1. Meşrutiyet’i ilan ederek, ilk millet meclisini topladı.(1876) Bir anayasa hazırlayarak kanun yapma yetkisi Ayan Meclisi’ne verildi. Yetkilerinin sınırlanmasından hiç de hoşnut olmayan II. Abdülhamit, Osmanlı-Rus Savaşını bahane ederek (1877), meclisi kapattı, Mithat Paşa’yı azletti. O günden itibaren, Osmanlı Devleti 30 yıllık bir karanlığa tekrar gömüldü. Tanzimat’ın tüm reformları rafa kaldırıldı. Özgürlük düşüncesinin yayılmasından ödü kopan II Abdülhamit, birçok dergi ve matbaayı kapattı. Aydınları tutukladı ve sürgüne gönderdi. Buna rağmen, yeraltından gizlice yayılan bu düşünceleri önleyemedi.
Sansür ve baskıya rağmen, basın ve yayın gelişmeye devam etti. Okuryazar sayısı, Tanzimat’ın son yıllarına oranla 100 kat arttı. Ünlü kadın yazarlar, kadın dergileri ve kitaplarda, kadının sosyal durumunu sorguladılar. Bu dönemde yayınlanan, gazete ve dergilerden bazıları; “Hanımlara Mahsus Gazete” “İnsaniyet”,”İnci”,”Hanımlar”,”Hanımlara Mahsus Malumat” zor şartlarda yayınını sürdürebilen kadın dergileriydi. Buralarda yazı yazan Fatma Aliye, Emine Semiye, Nigar Hanım, Makbule Leman, Fahrünnisa Hanım, Hamiyet Zehra, Keçecizade İkbal Hanım gibi kadın yazarlar, Osmanlı kadınının geleneksel ve dini etkilerle içine düştüğü karanlığın üstünü aralamağa çalıştılar. Tevfik Fikret, Recaizade Ekrem, yayınladıkları kitaplar ve Servet-i Fünun dergisinde, batı düşüncesinin etkisiyle, Osmanlı, aile yapısı ve geleneklerini eleştirdiler. Kadınların çalışabilmesi ve eğitim görebilmesini savunan Şemsettin Sami “Kadınlar” adlı yapıtında, çok-karılılık ve tek yanlı boşanmaya değinir. Fatma Aliye yayınladığı “Nisvan-ı İslam” adlı kitabında, kadının durumunu “kadının bireysel özgürlüğü” temelinde irdeler. Ahmet Mithat, Hüseyin Rahmi Gürpınar, vs romancılar, genellikle “kadının toplumdaki yeri ne olmalıdır!” temasını ele almışlardır. Bu yazarlar toplumda çürüyen, kapitalizm tarafından çözülen feodal aile yapısını incelerler. Abdülhak Hamit “Bir halkın düzeyi, kadınının ilerlemesiyle ölçülür” sözüyle kadına bakışını ifade eder.
Batı kaynaklı demokratik düşüncelerin karşısında, İslami düşünce, bağnazca kurallar getirmeye devam etmiştir. Buna rağmen Abdülhamit döneminde de kamu eğitimi devam etmiş, hatta yeni okullar açılmıştır. Bu okullarda »kısıtlı sayıda da olsa kız çocuklar okuma olanağı elde ettiler Ancak, ilkokul ve ortaokulda dini eğitime de devam etmek zorunluluğu kondu. Hatta bazı okullarda tamamen dini eğitime ağdık veriliyordu.
Bu dönemde kız öğretmen okuluna giden bir kız öğrenci okuma koşullarını şöyle anlatıyordu:
“Başımıza kalın örtüler bağlıyorduk ve çenemizden topuklarımıza dek uzanan siyah entariler giyiyorduk. Başörtünün bir ucu kazara başınızdan azıcık kaymaya görsün, o saat disiplin kuruluna verilirdiniz. Işıkta perdeler açıkken pencere önünde bulunan kızlarsa hemen müdire hanımın huzuruna çıkarılırdı. Sakın sizi, kalkık peçe ile sokakta görmesinler, çünkü bu davranış da size sert bir cezaya mal olacaktır.”
İstanbul’da ilk idadiye (kız lisesi) 1880’de açılmıştı. 1884’te Kız Sanayi Mektebi açılmış, önceleri Savaş Bakanlığına bağlı olan bu okul, daha sonra,1887’de Eğitim Bakanlığına bağlanmıştır. Kız öğretmen okulundan mezun olan öğretmenlerin sayısı arttıkça, kız çocukları rüştiyeye (ortaokul) de gitmeye başladılar. Rüştiyede, 1893’te kayıtlı kız öğrenci 313 iken,1909’da bu sayı 1640’a çıkacaktır. Genel olarak, ilk ve ortaokullarda okuyan kız çocuklarının sayısında nispeten hızlı bir artış gözleniyordu.
Fransız Yurttaşlar Yasası’ndan esinlenen Osmanlı hukuk sisteminde de bazı değişiklikler oldu. Ama bu değişiklikler, sadece mülkiyet ve ticaret alanlarıyla sınırlı kaldı. Kadın haklarıyla ilgili tüm değişiklik istekleri, Padişah ve Şeyhülislamlığımda içinde olduğu gerici-dinci çevrelerce engellendi. Şeriat mahkemelerinin yanı sıra laik mahkemeler açıldıysa da bunların görevleri de, ticari davalarla sınırlı kaldı. Uygulamada, II. Meşrutiyete kadar kadın hukukunda hemen hiçbir gelişme görülmedi.
İttihat ve Terakki Hareketi’nin başını çektiği 1908 devrimiyle, II Meşrutiyetle birlikte kadınlar kimi hukuki kazanımlar da elde ettiler.
II. Meşrutiyet Dönemi:
Bu dönem, savaşlar ve kapitalist borçlar nedeniyle ekonominin altüst olduğu, Osmanlı imparatorluğunda kargaşa ve çöküşün hızla arttığı, bununla birlikte üst yapı kuramlarında önemli değişikliklere yol açan olaylarla doludur. Konumuz gereği, kadınların da ekonomik hayata katılmasının yolunu açan endüstriyel gelişmelere kısaca değineceğiz. Yabancı sermayenin el attığı; dokuma sanayisi, tarımda tütün ve kuru incir, üzüm tröstleri (işletmeleri), deniz ve demiryolları, PTT, banka, vergi, gümrük gibi Osmanlı Devletinin önemli işletmelerinde ucuz emeğe ihtiyaç arttı. Özellikle, Anadolu’da kapalı ev ekonomisine dayalı dokuma tezgâhlarının yerini büyük dokuma makinaları ve tezgâhlarının çalıştığı nispeten büyük fabrikalar aldı. Bu dönemde, sadece İzmir Bölgesindeki 1.280 tezgâhta 4.780 kadın, Aydın’da 3.600 tezgâhta 11.000 kadın işçi çalıştığı bilinmektedir. Tarımda ise, aile-içi üretim yapan kadiri, aile ekonomisinin dışına taşarak, şirketlerde çalışmağa başladı. Bu dönemde, ucuz emek gücüne ihtiyaç duyulduğu kadar, savaşlarda ölen, sakat kalan erkek ordusunun yerine de, kadının emeğinden yararlanmak ihtiyacı doğdu. Karadeniz, Marmara, Ege Bölgesi’nde tütün, Adana ve İzmir’de pamuk, Ege Bölgesi’nde kuru üzüm, incir işletmelerinde yandan fazla işçi kadın çalıştırılmaktaydı. Urfa, İstanbul Eyüp, Hereke, Karamürsel, Bursa dokuma fabrikalarında çalışan kadınların oranı da, % 50’den fazlaydı.
Kapalı ev ekonomisinin küçük tezgâhlarında halı ve kilim kumaş dokuyan kadınlar, ucuz meta üretimi sonucu yoksullaşmalardı. Bu kadınların bir kısmı, zengin evlerine ev işine gitmeye başladılar. Örneğin; Uşak’ta 4.000 kadın, 1500 eve dağılmıştı. Konya’da ise, 18.000 kadının ev tezgâhlarında çalıştığı bilinmektedir.
Kentlerde açılan biçki-dikiş yurtlarında meslek edinen kadınlar, konfeksiyon atölyelerinde çalışmağa başlıyordu. Ebelik, hemşirelik, öğretmenlik gibi mesleklerin yan ısıra, kadın emeğine en çok PTT, maliye, banka gibi, yabancıların kurduğu işyerlerinde ihtiyaç duyuldu.
Birinci Dünya Savaşı bittiğinde, kadınlar, kamu işyerlerinden atılmaya başlandı. Basında, onların yerlerinde kalmasını isteyen çağrılar yayınlandı. “Türk Yurdu” gazetesi “kadınlar, erkeklerden daha şevkle çalışıyorlar” diyordu. İstanbul’da 1920 yılında, Ziraat Bankasında 7, Elektrik ve Tramvay işletmelerinde 2, Telefon Şirketinde 48 kadın emekçi kalmıştı, işten atılan kadınları koruyan “Müdafaa-i Hukuk-u İsvan” adlı bir derneğin kuruluşu bu tarihlere rastlar. Meşrutiyet dönemi boyunca çıkardan kararnamelerle, kadınların iş yaşamlarına ait bazı düzenlemeler de getirilmiş, ama mesleksel birlikler kurmaları ve grev yapmaları da yasaklanmıştı.
İttihatçılar, eğitim ve öğretimde, laiklik ilkelerine ağırlık veren düzenlemelere de giriştiler. Siyasi çıkarları gereği, dini yobazlığa bayrak açtılar. Ortaçağ karanlığından kurtulmak için, batının manevi ve kültürel gelişimine ayak uydurmak gereğine inanıyorlardı. Buna paralel olarak, 1911’de kabul edilen siyasi programın 18. maddesine göre “ilköğretimin zorunlu ve parasız olması, orta ve yüksek öğretimin genelleştirilmesi, taşrada büyük illerde öğretmen okulları açılması İstanbul’da da, yüksek öğretim okulu açılması” öngörülüyordu. Ayrıca, “devlet, kız okullarının arttırılması ve iyileştirilmesini sağlamalıydı. Bu gelişime bağlı uygulama; meslek okulları, Güzel Sanatlar Okulu, biçki-dikiş yurdu, çocuk bakıcılığı okulu, hemşirelik okulu, kız lisesi ve kız öğretmen okullarının açılması ile sonuçlandı. 1914’te, üniversite’de genç kızlara derslere girebilme serbestîsi tanındı. Bu derslerin erkek öğretmenler tarafından verilmesi, gerici çevrelerce büyük tepkiyle karşılandı. Kısa bir süre sonra bu uygulama kaldırılarak, Bakanlığa bağlı kızlar bölümü açıldı.( Kız öğrencilerin ısrarı bu konuda etkileyici olmuştur). Üç yıllık bu eğitim; edebiyat, matematik ve doğa bilimleri olmak üzere üç bölüme ayrılıyordu. İlk yıl, edebiyat bölümüne 12, matematik bölümüne 4, doğa bilimleri bölümüne 9 kız öğrenci kayıt yaptırdı. 1916’da 803 olan kız öğretmen okullarındaki öğrenci sayısı, 1917’de, 1.005’e ulaşıyordu. Bu okulları bitiren kadın öğretmenler, bir dernekte örgütlenerek gericiliğe, yobazlığa karşı amansız bir mücadele verdiler. Kemalist devrime ve devrimin getireceği reformların uygulanmasında bu kadınların sayısız yararlarının olduğu yadsınamayacak bir gerçektir.
Kadın özgürlüğü sorunun tartışılması, ifade özgürlüğü ile birlikte, yeniden çıkmaya başlayan gazete ve dergilere de yansıdı. İttihatçılar, devrimden kısa bir süre sonra, basına sansür getirmişti; buna rağmen, kadın sorunlarıyla ilgili dergiler çıkmaya başladı, İstanbul ve Selanik’te yayınlanan “Kadınlık” dergisi Nigar Hanım, “Osmanlı Kadınlar Âlemi” Feriha Karman, “Kadınlar Dünyası” ise Ulviye Meydan tarafından yazılan yazılarla çıkarılıyordu. Bunların dışında, “Kadın”, “Kadın Kalbi”, “Kadın Bahçesi”, “Kadın Hayatı”, “Kadınlar “Duygusu” gibi, kadın, aile, din ve edebiyat konularının işlendiği dergilerde aile statüsü tartışıldı. Hukuk ve yaşam alanında kadınların dünyası irdelenerek, saygın bir toplumsal birey olma özgürlükleri savunuldu.
Öte yandan yüzyılların İslami öğretisinin etkisinden Osmanlının bir çırpıda sıyrılması çok uzak gelecekte bile pek mümkün görünmüyordu. Nitekim Mehmet Akif; “kadınlar yalnızca ev işleriyle uğraşmaları gerektiğini” vaaz ediyor, aşın dinci Musa Kazım ise, tek yanlı boşama ve çok-karılılığa karşı çıkmanın, kadınları kötü yola iteceği, aileyi uçuruma yuvarlayacağını” iddia ediyordu. “İkdam” gazetesinde, Mustafa Sabri’nin yazdığı bir makaleye göre; “İslam dininin böylesine atılgan ve bilgisiz savunuculara gereksinimi yoktur.”
Tüm gerici ve laikliğe karşı çıkan basına, gelenek ve göreneklere karşı savaş açan kadın dergileri, özellikle; başta eğitim, olmak üzere, çarşaf, aile yapısı, boşanma, miras, velayet, sağlık, çocuk yetiştirilmesi gibi konularda kadının yerini sorgular. Bu dönemde, kadınların, “özgürlük” ve “eşitlik” mücadelesinin karşısına iki gerici eğilim dikiliyordu. Bunlardan biri, bağnaz eski İslamcı düşünce, diğeri ise, tutucu yanlan olmakla birlikte, henüz derlemeden yana olan Türkçülük akımıydı.
Selahattin Asım , “Türk Kadınının Tereddisi” adlı kitabında; “tüm dinsel kuram, yargı ve uygarlık, Türk kadını ve halkı adına reddedilmelidir” derken, dinin kadına verdiği zararı reddedilmez bir berraklıkla sergilemiştir. Abdullah Cevdet ise, şunları söyler; “Sultan’ın bir tek karısı olacaktır. Kadınlar, polis karışmaksızın, fanatik ulema ve serserilerin söz hakkı olmaksızın, canları istediği gibi giyinecek, ulusun velinimeti olarak değerlendirilecek ve artık korkmayacakları erkeklerde de saygı uyandıracaklardır. Kadın, erkek -karşılıklı olarak- beğenip seçtikleri-eşlerle evlenecek… Tüm okullar ve kurumlar, kadınlar ve genç kızlara açık olacaktır. Bir Avrupa Yurttaşlar Yasası’nın benimsenmesiyle, evlenmeye ve boşanmaya değgin kuralların tümü değişecek, çok karılılık ve tek yanlı boşama kaldırılacaktır. “
İslamcı düşüncenin temsilcileri ise, “İslamiyet’te Feminizm” kitabında; “İslam dinin kadınlara, erkeklerle eşit haklar verdiği” imajını yaratmaya çalışarak, İslami, katı, kadın düşmanı akitlerinden ödün vererek, İslamiyet’i aklamaya çalıştılar.
Türkçülük akımının önderlerinden Ziya Gökalp, Durkheim’den etkilenerek; “ailede cinslerin eşitliği”,”kadın özgürlüğü” gibi konulan, “aile sosyolojisi” içinde ele alır. Aile içindeki haremlik-selamlık uygulamasını kınar.(1917 Aile Kararnamesinin çıkmasında Ziya Gökalp’ın düşüncelerinin etkisi olmuştur). Panturanizm akımının o zamanki önderlerinden Halide Edip;”Yeni Turan” adlı romanında, kadın kahramanından çarşafı çıkarıp atarak, feodal düşüncenin bağnazlığından sıyrılmayı epik bir biçimde düşler.
Çalışma ve düşünce alanında görülen gelişmelerin, hukuk alanında da etkileri görülür. 1911’de kadınlar lehine bazı düzenlemeler yapıldı. Örneğin; ceza yasasının 188. maddesi,”zina halinde suçüstü yakaladığı kocasını öldüren karıya ceza görmeme hakkı tanımazken, aynı durumda yakaladığı karısını suç ortağıyla birlikte öldüren kocayı bağışlanabilir” sayarken, yeni yapılan düzenlemeyle, aynı durumda kadını ve erkeği aynı ceza ile cezalandırılıyordu (iki aydan, iki yıla kadar hapis).
1915’te, ittihat ve Terakkinin baskısıyla Padişah, Şeyhülislam’dan da fetva alarak,”karıya, kocanın evi terk etmesi, evine bakmaması ve delilik, cüzam, vitilio gibi üç ağır hastalık halinde boşanma talebinde bulunma hakkı” tarayan bir yasa çıkardı. Bu yasa, İslami hukuka vurulan ilk darbeydi. Üçüncü adım olarak Ziya Gökalp’ın hazırladığı Hukuk-u Aile Kararnamesi yürürlüğe girdi. Bu kararnamede, “kadın hakları” devlet eliyle “güven” altına alınıyordu. Evlilik, şeriatın tayin, ettiği iki tanığın yanında, bir de devletin atadığı gözetimcinin bulunması koşulda geçerli sayılıyor. Ayrıca, kız çocuklarının 17 yaşından, erkek çocuklarının 18 yaşından küçük evlendirilmelerini yasaklıyordu. Zor altında gerçekleştirilen evlilikler, devletçe tanınmıyordu. Bu yasalarla, çok karılılık hukuken rafa kaldırılıyordu. Ne var ki, kadının ekonomik yaşamdaki yerinin çok cılız olması ve toplumsal baskılar, çok karılılığın devamını sağlarken, “tek eşli aile statüsü”, toplumda önemli bir değişikliğe yol açmadı.
Meşrutiyet’le beraber, Osmanlı kadının ilk kez siyasal harekete katıldığına tanık olunur. Meşrutiyet ilan edilir edilmez, kadınlar İstanbul sokaklarında gösterilere başladılar. “Yaşasın vatan”,”yaşasın hürriyet” .”yaşasın millet ” diye bağırarak, mitinglere katıldılar. Bu kadınlardan bir grubu, meclise de girmeye çalıştılar (tabii ki sadece dinleyici olarak). Ama buna bile izin verilmedi.
İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin üyelerinin, eşleri ve kızları, Meşrutiyet ve demokratik kazananlarda etkin çalışmalarda bulundular. Onlar, bu devrimin, “sessiz”, “görünmez”, “isimsiz” ve “sadık” destekleyicileriydiler. Haremin ve çarşaf giyen kadının dokunulmazlığından yararlanarak, eşleri, çocukları veya babalarının silah, mektup vs. eşyalarını taşıdılar, sakladılar. Fransızca ve İngilizce bilen kadınlarsa, komitenin yayınlarını çeviriyorlardı. Bunların postalama işlerini üstleniyorlardı. Hatta Selanik’te, Emine Samiye Hanım’ın, İttihat ve Terakkiye bağlı bir “kadınlar komitesi” kurduğu bilinir. Emine Samiye Hanım’ın kız kardeşi olan Fatma Aliye, “Sefalet” ve “Gayya Kuyusu” adlı romanlarında İttihatçıları destekler.
Bu dönemin kazanımları ile kadınlar örgütlenmeye başladılar: Fatma Âliye,1908’de “Cemiyet-i İmdadiye” adlı bir dernek kurdu. 1912’de, Hilal-i Ahmer Hanımlar Merkezi açıldı. Kemalist devrimden sonra Esirgeme Kurumu’na dönüşecek olan Esirgeme derneği Nezihe Muhittin’in çabalarıyla Donanma Cemiyeti Hanımlar Şubesi, Nuriye Ulviye Hanım’ın sorumluluğunda Müdafaayı Hukuk-u,Nisvan derneği(1913), Halide Edip Adıvar’ın kurduğu Taal-i Isvan (1909) adlı dernekler kadınların örgütlenmesinin birer ürünüydü. Özellikle Birinci Dünya Savaşı sırasında bu derneklerin sayısında artış görülür. Kadının toplumsal statüsü, yaşam ve sosyal hakları, yetimlerin toplumda açtığı yaralar, ülkenin içine düştüğü bunalımdan nasıl kurtulacağı gibi, sosyal ve siyasal alanda birçok konu bu derneklerde tartışmaya açılıyor, kadınların etkin olarak bu alanlarda yaşama katılmaları gerçekleşiyordu. “Taal-i İsvan” derneği, sözü edilen konularda, panel ve konferanslar düzenlemekle tanınıyordu.
Tanzimat’la başlayan döneme bir bütün olarak bakıldığında:
* Özgürlük düşüncesi, Osmanlı toprağından fışkıran bir düşünce olmayıp Batı’daki burjuva devrimlerinden yansıyan bir düşünce olduğundan, etkisi de aydın çevrelerle sınırlı kalmıştır. Bunun doğal bir sonucu olarak da, Osmanlı kadınının sorunları önce erkek aydınlar tarafından sorgulanmış, giderek üst sınıf aydın kadınlarını da kapsayarak genişlemiştir.
* Bu dönemde, çek sayıda kadın dergisi ve basında Osmanlı kadın statüsünü sorgulayan sayısız makale ve benzeri çıktığı halde, bunların yayılması çok dar bir çerçevede kalmıştır.
* Kadın haklarının sorgulanmasına karşı, padişahlığı ve şeyhülislamlığı da içine alan çok güçlü bir gerici dalga gelişmeyi tersine çevirmek için sürekli eylem halinde olmuştur. Bunun sonucu olarak da, 2.Meşrutiyet’ten sonrasına kadar, kadın statüsünde hukuk alanında ciddi bir adım atılamamıştır.
* Kapitalist gelişme ve savaşlara bağlı olarak, ekonomik yaşama katılan kadın sayısı artmış olmasına karşın, emekçi kadınlar, toplumsal baskılar yüzünden sosyal yaşama katılamamışlar, bu yüzdende bu kesimlerin statüsü, üst sınıf kadınlarının çok daha gerisinde kalmıştır.
Bütün bu gelişmeler, Osmanlı toplumundaki gerici dalgaya karşın, Kurtuluş Savaşı’yla birlikte başlayacak olan kadının toplumsal statüsündeki önemli sayılacak değişikliklere değerli bir birikim sağlamıştır. Buna bundan sonraki yazımızda değineceğiz.

Mart 1991

Bağımsız kadın örgütlenmesinin bazı yönleri

Komünist Enternasyonal III. Kongresi, 1921 yılında hareketin içine çekilmemiş kadın kitlelerinin, kayıtsız-koşulsuz, sermayenin bir dayanağını ve karşı-devrimci propagandanın bir nesnesini oluşturduğunu saptıyordu. (1). Bu gerçek bugün için de geçerliliğini korumaktadır. 12 Eylül ile örgütsüzleştirilen halk yığınları içinde kadınlar, saldırılardan en çok nasibini alan kesimlerden biridir.12 Eylül faşist darbesi ve uzantısı siyasal yürütme organı, işçi, emekçi ve ev emekçisi kadın kitlelerini sermayenin dayanağı ve karşı-devrimci propagandanın nesnesi haline getirme noktasında her türlü aracı pervasızca kullanmıştır; kullanmaktadır. Burjuva siyasal partilerde bile kadın kolları kurulmasını yasaklamaktan, dinci-faşist propagandanın eğilim kurumlarından devlet dairelerine her alanda pompalanmasına; dinci-tarikatçı örgütlenmelere göz yumularak ya da desteklenerek, önemli bir kadın kitlesinin, bunların etkinlik alanı içinde yüzlerce yıllık uykularına yeniden gömülmesinin teşvik ve tazyikine; türban sorununun çarpık bir demokrasi ve özgürlük tartışması konusu yapılmasına kadar her türlü araç ve yolla işçi ve emekçi kadın kitlelerinin 12 Eylül öncesi uyanış ve örgütlenme eğilimi içindeki gelişimleri engellenmeye, dağıtılmaya ve unutturulmaya çalışılmıştır. Giderek, burjuva-kapitalist sistemin uysal köleleri olması istenen kadınları, bu doğrultuda biçimlendirmek, yönlendirmek için, bir yandan ‘papatya’ örgütleri ile sosyal yaşam içinde örnek kadın tipi ‘hayırsever’, ‘nikâh-sever’, “insan ve çocuk-sever’ imajlarıyla her gün TV’den sunularak işçi ve emekçi kadının bilinci çarpıtılmaya çalışılmıştır. Öte yandan yasal düzenlemelerle, kadın ve aile resmi düzeyde ele alınarak, kadın ve ailenin sorunlarına ve gelişimine sahip çıkılıyor propagandası yapılmakladır. 20 Nisan 1990 gün ve 422 saydı KHK ile “Türk kadının eğitim seviyesini yükseltmek, tarım, sanayi ve hizmetler kesiminde ekonomik hayata katılımını artırmak, sağlık, sosyal ve hukuki güvenliğini sağlamak ve böylece kadının statüsünü genel olarak geliştirmek üzere, eşitlik içinde, sosyal, ekonomik ve siyasi alanda hak ettiği statüyü kazandırmak…” iddiasıyla Kadın Statüsü ve Sorunları Başkanlığı kurulmuştur. Aileden Sorumlu Devlet Bakanlığı, toplumu ‘milli aile’lerden oluşan uysal bir sürüye dönüştürmeye soyunmuştur.
Bu gayretkeş ‘milli’liğin ve kutsal aile koruyuculuğunun ardında ise ‘kadın ‘ve ‘kadınlık’ kapitalist sömürü ve tüketimin her alanında, hiç bir ‘milli ‘değere bağlılık anımsanmaksızın bol bol, ‘cömertçe’ kullanılıyor. ‘Moda, eğlence ve reklâm sektörlerinin doğrudan malzemesinin ve amacının ‘kadın’ ve ‘kadınlık’ olması kadının ticari bir meta olarak pazarlanması, ‘kadın’ ve ‘kadınlığın’ kitlesel alım-satımının ülke tarihinde görülmemiş boyutlara varması ve legalite ve meşruiyet kazanması, milli ve İslami ahlakçı devlet politikası eli ile yapılıyor. Zamlar, hayat pahalılığı, savaş politikası bahanesi ile grevlerin ertelenmesi, işçi ücretlerinin düşük tutulması, baskı ve şiddetin dozunun her geçen gün artırılması; yaşamını sürdürmekte zorluk çeken kitlelerin muhalefetinin bastırılması, yine aynı ‘milli’ değerler ve ‘kutsal’ çıkarlar adına yapılıyor. Ekonomik ve siyasal bunalımın yükünün altında ezilen kitleler, kadını ve erkeğiyle sömürüye dur demenin çaresini kendiliğinden arar duruma geliyor.

‘Erkek egemenliği’ ve buna bağlı olarak ‘erkek egemen ideoloji’ ilkel komünal toplumdan geniş ölçekli tarım ve hayvancılığa; yaygın kabile komününden ayrı ayrı klanlara, geniş çiftçi ailelerine ve nihayet çekirdek aileye geçiş süreci ile başlayan ve gelişen bir süreç içinde ‘baba ailesi’nin toplumun temel birimi halinde klanın tümüyle yerini almasına koşut olarak gelişti, tikel komünal toplumdaki kolektivist ilişkiler, bu süreç içinde dağılarak, özel mülkiyete, aileye ve devlete dayalı bir sistem oluştu. Binlerce yılla ifade edilebilecek bu süreç içindeki değişim ve gelişmelerde ataerkinin özel mülkiyet ile başlayan egemenliği, bundan sonra da tüm özel mülkiyete dayalı sistemlerde, bu sistemle bütünleşen sınıfsal bir karakter kazandı. Yine aynı sürecin başında, ilkel komünal toplumda kamusal bir karakter taşıyan ev yönetimi, süreç içinde anaerkinin yıkılmasıyla kamusal niteliğini yitirerek, ataerkinin özel mülkiyetle bütünleşen üstünlüğü karşısında özel nitelikte, kadına özgülenen bir iş olma; kadın, kamusal çalışmanın dışına düşmekle, ev işleri ve çocuk doğurma ve bakımına özgülenmeye, iktisaden de erkeğe bağımlılaşma sürecine girdi. Çocuklar da tüm topluluğun birlikte bakıp büyüttüğü evlatları olmaktan çıkıp, erkek çocuklar babanın kendisine bırakacağı mirasla ekonomik gücün sahibi olarak üstün; kız çocuklar annenin yazgısını izleyerek, babaya veya kocaya bağımlı bir cinsin üyeleri oldular. Özel mülkiyet, tek eşli evlilik ve aileden oluşan yeni sitemin doğuşu ile birlikte kadınlar, tek tek evlerde yalnız bir eş ve ana olacak şekilde dağıldılar. Birlikte kolektif bir yaşamın içindeyken toplumsal bir güç oluşturuyorlardı; birbirlerinden yalıtılarak mutfağa kapatılıp, çocuk bakmakla sınırlandırılarak, güçsüzleştirildiler (2). Sistemle bütünleşerek kadınları cins olarak ezen bir konuma yükselen ataerki, erkek egemen ideoloji, bütün sınıflı toplumlarda varlığını sürdürmeye devam etti.
Kapitalizm, kendisiyle birlikte tüm sınıfların mezar kazıcısı olacak üretici güçleri, proletaryayı tarih sahnesine çıkardığında, kadınları da toplumsal üretimin içine yeniden çekti. Ancak, kapitalizm de ataerkini feodalizmden devralarak, aileyi temel üretim birimine dönüştürdüğünde, erkek egemen ideoloji, (ezen sınıfın ideolojisi olarak) burjuva ideolojisinin bir biçimi olarak ailede ve toplumda varlığım sürdürdü. Ta ki, tüm sınıfları ortadan kaldıracak olan proletarya, sosyalizmi kurarak, cinsler arasındaki eşitsizliğin koşullarını ortadan kaldırıncaya dek varlığını sürdürmeye devam edecek. Sosyalizm, cinsler arasında eşitliğin koşullarını yaratacak olmakla birlikte, diğer birçok çelişmeyi giderme süreci içinde, cinsler arası çelişki de sınıfsız topluma kadar -en azından teorik olarak- varlığını sürdürecek.
Bu çerçeve içinde bağımsız kadın örgütlenmesinin nedenlerine ve hedeflerine bakacak olursak;
– Kapitalizm, kadınları kitlesel olarak toplumsal üretime yeniden çekmekle birlikte, ikinci sömürü biçimi -başka birçok sömürü biçiminin yanında- erkek proleterle birlikte doğrudan kadını da çarkları arasında öğütmeye başladı. Artık kabile komünü için değil, kapitalist için çalışıyordu kadın. Erkek egemen toplumu ilişkileri ve değerlerinden kaynaklanan eşitsizliğine, ucuz işgücü olmasıyla erkek proletere rakip olarak çıkarılmasının yanında, ondan düşük ücret verilerek yaratılan eşitsizlik de ekleniyordu. Ev işleri, mutfak köleliği, çocuk bakımı gibi sorunlar da ona ait sorunlar olmaya devam ederek, eşitsizliği iki misli arttı. İşyerindeki sömürünün devamı olarak, onu daha da köleleştirici bir nitelik kazandı. Uykuya ayırdığının dışındaki bütün zamanı, kendisi için olmayan işlerle sadece yaşamını sürdürmeye yeten bir ücret karşılığında ve yaşamını sürdürebilmek için geçmeye başladı. Bu nedenle, işçi ve emekçi kadınlar diğer nedenlerle birlikte, kendilerini sorgulama, durumlarının nedenini araştırma, düzene başkaldırma bilinç ve eğilimi konusunda geri ve ağır bir seyir izlediler. Bu durum, bağımsız bir kadın örgütlenmesine gereksinim duyuran önemli bir gerçekliktir. Onların, kitlesel olarak durumlarının bilincine varmaları ve bundan kurtuluşun gereğini kavramaları, onları özel yol ve yöntemlerle mücadeleye kazanma ve kadınların bağımsız örgütünü yaratma süreci içinde mümkün olabilir. Ezilen kadınlara reva görülen bu koşulların kaynağı olan düzen, bu koşulların kaldırılması için verilecek mücadelenin hedefi olmak durumundadır. Bu nedenle bağımsız kadın örgütlenmesi düzeni hedefleyen bir mücadele perspektifini ve bugünkü aşamada anti-faşist bir mücadeleyi temel almak zorundadır.
-Kapitalist sistemin tüm diğer ilişki biçimleri, sınıfsal karşıtlıklar aynı kaldığı halde, onlara dokunmaksızın, onları hedeflemeksizin ‘erkek egemenliği’ne karşı verilecek mücadele, bütün sınıflı toplumlar boyu var olmuş bu egemenliğin ve tersinden baktığımızda kadının ikincil konumunun giderilmesi sonucunu doğuramayacaktır. Çünkü sistem, kendi var oluş biçimlerinden biri olarak erkek egemenliğini bünyesinde yeniden üretmiş ve toplumsal ilişkilerin örgütlenmesini bir yönüyle de bu temele dayandırmıştır. Erkek egemen ideoloji, bir düzen ideolojisi olarak, sınıfsal bir karakter kazanmıştır. Bu nedenle, kadının sömürülme biçimlerinden biri olan ‘erkek egemen toplumu’ ilişkilerinin yıkılması, sistemi hedefleyen bir mücadele ile olanaklıdır. Bunun yolu da -diğer örgütlenme ve mücadele biçimleri yanında- çifte sömürünün hedefi olan ezilen kadınların, bağımsız bir örgütlenme ile kitlesel bir güç olarak düzeni hedefleyen anti-faşist, anti-emperyalist bir mücadeleye girmeleridir. Örgütlenmenin kadın hakçılığı ile yetinmeyerek anti-faşist ve anti-emperyalist bir nitelik taşımasının gereği, doğrudan sömürünün kaynağı ve niteliğinden ileri gelir. Kadının cins olarak sömürülüşü Sınıfsal bir karakter taşıdığından ona karşı mücadele de cinsel eşitsizliği sınıfsal eşitsizlikle bütünleştiren düzene yönelmek zorundadır.
– Bağımsız kadın örgütlenmesi, emekçi kadınlara dayanmalı; düzenle çelişmesi olan tüm sınıf ve tabakalardan kadınları kucaklaman; bunun yaraşıra nesnel bakımdan düzene muhalif olan Marksist kadın çevrelerinden feministlere kadar bütün kadın çevreleri bağımsız kadın örgütlenmesinin alanı içinde olmalıdır. Bağımsız kadın örgütü bu çevreleri birleştirerek, uyanış ve mücadele eğilimlerini düzene karşı mücadeleye yöneltmeyi hedeflemelidir. Bu çevreler, kadın hakçılığı ve salt erkek egemen ideolojiye karşı mücadelenin kadını bağımlılıktan kurtaramayacağını, kadın kitlelerini eşit ve özgür kılamayacağını mücadele deneyleri içinde görecek ve düzene karşı mücadeleye yönelecek potansiyeli taşımaktadırlar. “… Sermayenin ve özel mülkiyetin iktidarı sürdüğü sürece kadının erkeğe bağımlılıktan kurtuluşu, ancak kendi mülkiyeti, kendi kazancı üzerinde tasarrufta bulunma ve erkekle eşit olarak çocukların kaderini tayin hakkının ötesine geçemez.” (3). Elbette mülkiyeti ve yeterli kazancı varsa! İşte bunu mücadele içinde kavrayacak kadınları örgütlenme alanı dışında tutmak amaca hizmet etmeyeceği gibi mücadelenin gücünü de böler. Bağımsız kadın örgütlenmesi, tüm mücadele potansiyeli taşıyan kadınları kitlesel bir güç, örgütlü bir güç olarak mücadeleye çekmek amacını güder. Bu bakış doğrultusunda işçi ve emekçi, ev emekçisi kadın kitlelerinin üretim ve mücadele alanları temelinden doğacak bir iskelet üzerinde merkezi bir örgütlenmesini yaratmayı amaçlar. Onları anti-faşist, anti-emperyalist bir mücadele platformunda kazanılacak düzen içi haklarla birlikte tam kurtuluşlarını, gerçek özgürlük ve eşitliklerini sağlayacak sosyalizm mücadelesine uzanan mücadeleye çekmeyi amaçlar. Ekonomik, sosyal, siyasal haklar için mücadeleyi düzene karşı mücadele ve sosyalizm mücadelesinin kaldıracı kılma perspektifi taşır.
– Geleceğin sorunu olsa bile, kaynağı ve niteliklerini belirtmeye çalıştığımız kadın mücadelesi, sosyalizm koşullarında da varlığını sürdürür. Daha önce de belirtildiği gibi, sosyalizm, kadının gerçek kurtuluşu, tam eşitlik ve özgürlüğü için gerekli koşulları sağlar. Başka bir deyişle, kadının gerçek kurtuluşunun önündeki ekonomik, sosyal ve siyasal engelleri kaldırır. Ancak bununla birlikte sosyalizm, kadının kurtuluş için sihirli değnek değildir. Sosyalizm -yaşanan örneklerinin gösterdiği gibi- sınıfsız topluma varma yolunda, insanın -tabii ki kadının da- tam kurtuluşunu sağlama yolunda kesintisiz ve zorlu bir mücadele olmak zorundadır. Bunun başarılması da ideolojik, siyasi ve toplumsal mücadelenin, yeni koşullar altında alacağı biçimlerle sürdürülmesini zorunlu kılar. Eski toplumdan farklı olarak, işçi ve emekçi kitlelere bunun olanaklarını sağlar. Bu anlamda kadınların eşitlik ve özgürlük mücadeleleri de yeni olanaklarla sürecektir; sürmek zorundadır. Bugün kadının özgül işleri ve sorunları olan ev işleri, mutfak, çocuk bakımı gibi sorunların, sosyalizmin iktidarında kadının özgül işleri olmaktan tonlumun kolektif olarak çözmek zorunda olduğu işler durumuna geçmesi, kadının sosyal ve toplumsal yaşama etkin katılımı için maddi temel yaratır. Tam hak eşitliği gerçek içeriğine kavuşur. Ancak, gerçek eşitlik ve özgürlük için daha bir dizi sorunun çözümlenmesi, bu anlamda mücadele verilmesi gerekir.
Neden kadınlar için özel çalışma ve neden kadınların özel örgütlenmesi?
Burjuvazi kendisi için tehlike potansiyeli taşıdığını gördüğü her kesime karşı amansız bir baskının ve onları düzene prangalamanın her gün yeni araçlarını üretiyor. Değindiğimiz gibi, kadınları da ‘özel’ ilgi alanı içinde sermayenin dayanağı olarak tutmaya, bunun araçlarım yaratmaya çalışıyor. ‘Papatya’ örgütlerini, burjuva kadın hakçılığını teşvik ediyor. ‘Milli aile’ demagojisi ile kadınların öngörülen düzene uygun, uysal köleler olarak yönlenme ve yapılanmaları için kurumlar oluşturuyor. Yasalarıyla, kurumlarıyla toplumsal ilişkileriyle kadın için ayrı, erkek için ayrı ahlak anlayışı ile cinsler arası eşitsizliği kadının daha çok ezilmesi, aşağılanması ve hak yoksunluğu temelinde pompalıyor. Bunu da kadının ve ailenin sorunlarına sahip çıkıyor görüntüsü altında sunuyor. Kadın kitleleri, bu ikiyüzlü politikanın sonuçlarını ağır bir şekilde yaşıyor. Anaerkil ailenin yıkılması ve ev yönetiminin toplumsal niteliğini yitirmesiyle başlayan binlerce yıllık ikinci cins olma koşullanması ve ev köleliği, bu ikiyüzlü burjuva politikalarla kalıcılaştırılmaya çalışılırken, kadını da işyeri, mutfak ve çocuk bakımı arasında geçen bir kısır döngüye hapsediyor. Bunun köleleştirici etkisini kadın erkeğe nazaran daha yoğun ve katmerli. Sonuçları, toplumsal ve sosyal yaşamın içinde erkekten daha geride kalmak biçiminde kendini gösteriyor. Erkek egemen toplumsal değerler ve emperyalist-burjuva kültürün saldırısı altında kişiliksizleştirilme bu olguları pekiştiriyor. Erkekle eşitsizliğin ve toplumsal yaşamın gerisinde edilgen kalmanın koşullarını düzen, ekonomik, toplumsal ve sosyal temelleriyle devraldığı cinsel ve sınıfsal eşitsizlik mirası üzerinde yükseltiyor. Bu nedenlerle, işçi ve emekçi, ev emekçisi kadınların, onları ekonomik, toplumsal ve sosyal ilişki ve kurumlarla köleleştiren; sadece erkekle eşitsiz değil, aynı temeller üzerinde sömürünün birçok biçiminin de aracı kılan düzene karşı mücadeleye katılmaları, bunun için bağımsız bir hareket yaratmaları özel bir çalışma ve örgütlenme gerektiriyor.
Kadının asli ve özel işleri olan ev, mutfak ve çocuk bakımı, kapitalist sömürünün iş saatlerinden sonraki uzantısı olarak kadın için daha ağır bir yük getirirken, çalışan kadının işinde, önüne engelleyici etkenler olarak çıkıyor. Çarpıcı bir şekilde yaşanan çocuk bakımı sorunu, kapitalistlerin kimi işyerleri düzeyinde” çözerken” bile mücadele sonucu verdikleri bir hizmet oluyor. Kadınlara aynı iş için erkekten daha düşük ücret, onların cinsiyeti ileri sürülerek, meşru gösteriliyor. Ana olmasından dolayı korunması gereken, çocuğunu emzirmek için iş saatleri içinde zaman ayırması gereken kadına çoğu işlerde ve işyerlerinde böyle bir hak tanınmıyor. Hatta işsizliğin yaygınlığının verdiği avantajla işveren, işe alırken bu konuda baştan koşul getiriyor. Hamile kadınlar işten atılabiliyor. Tüm bunlar kadının asli ve özel iş ve sorunları olarak görüldüğü için, hem burjuva ideolojisinin kar amacına bağlı anlayışının işçi ve emekçi İadelerdeki etkinliği, sınıf bilinci ile sınıf çıkarları için mücadele deneylerinin cılızlığı, hem de burjuva sendika anlayışının etkinliği ve en önemlisi proleter bir kadın hareketi geleneğinin olmaması nedeniyle henüz sınıf talebi olarak gündeme getirilmiyor. Ancak, gelinen noktada bu sorunların hem işçi ve emekçi kadınların güncel sorunları olarak, hem de onları eve ve düzene zincirleyen, köleleştiren toplumsal sorunlar olarak ele alınması, öncelikle kadınların kendi sorunları olarak bunlara sahip çıkmalarından geçiyor. Bunun sağlanması kadınlar içinde özel çalışma ve onların bağımsız örgütünün yaratılmasını dayatıyor.
Kadın hareketinin ve örgütlenmesinin bağımsızlığı ne anlama geliyor?
Kadın hareketinin bağımsızlığı, bağımsız kadın örgütlenmesi, ‘kadıncı’ bir anlayışla örgütlenme ve mücadele etmek değil. Sadece kadın haklarıyla uğraşan bir örgüt ve mücadele değil Ya da erkek egemenliğine karşı, sınıf bakışından yoksun bir mücadele de değil. Nasıl ki kadın sorunu Marksistler için proleter, emekçi ve ev emekçisi kadınların sorunu olarak anlaşılabilirce, kadının mücadelesi ve örgütlenmesi de bu çerçevede bir anlam ve yaşam bulabilir. Bunun nedenlerine yukarda değinmeye çalıştık. Kadının eşitliğinin ve özgürlüğünün önündeki engelin erkek cinsi değil, kapitalist özel mülkiyete dayalı düzen olduğu, düzenin yeniden tahkim ederek yaşatmaya çalıştığı kurumlar, kurallar, ekonomik, toplumsal ve sosyal ilişkiler olduğu kısaca belirtildi. İşte kadın, bu şekilde düzene ekonomik, toplumsal ve sosyal ilişkiler ağı içinde; onu ağır ve ezici koşullar altında ikili bir baskı ve sömürüyle, hem cins olarak, hem sınıf olarak ezen ve bağlayan bağlardan da, tüm bunlara karşı mücadele etmek perspektifi ile yaklaştığında kurtulmanın koşullarını yaratabilir.
Kadının bağımsız mücadelesi, işte, düzenin ona ekstradan yıktığı yüklerle birlikte, devralınan cinsel ve sınıfsal eşitsizliklerin tümden kaldırılmasını; bunu hedefleyen proletaryanın demokrasi mücadelesi ile bağlantılı ve bunun bilincini taşıyan bir mücadele anlayışım ifade eder. Bu mücadeleyi, iççi, emekçi ve ev emekçisi kadınların örgütlü kitlesel bir gücü olarak da yürütmesi gereğine dayanır. Kuşkusuz bu, kadının üretimdeki yerinden bağımsız olmayacaktır. İşçi ve emekçi kadın kitlelerinin kendi alanlarındaki mesleki örgütlenme ve mücadeleleri içinden çıkacak bir örgütlenmeye yaşlanacaktır. Bu anlamda sınıf çıkarlarından bağımsız olmayacaktır. İşçi ve emekçi kadın kitlelerinin kendi alanlarındaki güncel sorunlarına sahip çıkma ve doğru mücadele anlayıştan ile pratik çözüm önerileri temelinde kitlesel bir karakter kazanabilecektir. Örgütlenmenin bağımsızlığı, işçi ve emekçi kadınları kendi alanlarındaki ekonomik ve siyasal örgütlerinden ve mücadelelerinden koparmak hedefi taşımaz. Aksine, bu mücadeleyle birlikte, ezilen kadın kitlelerini, anti-faşist, anti-emperyalist mücadele platformunda kitlesel bir güç olarak birleştirmek amacım taşır.
Kadınların bağımsız örgütü nasıl yaratılacak?
Uyanış içine giren işçi ve emekçi kadınlar, savaşa karşı gösterilerde, grevlerde, memurların sendikal mücadelesi içinde yer alıyorlar. Sınıfsal çelişkilerin burjuvazinin savaş politikalarıyla iyice derinleştiği, düzene karşı hoşnutsuzluğun işçi ve emekçi kitlelerde arttığı günümüz koşullarında, kadınların mücadele içine çekilmesi büyük önem taşıyor. Tepkilerini kendiliğinden hareketler içinde ifade etmekten geri durmayan kadın kitlelerinin büyük ölçüde örgütsüz olduğu bilinen bir durumdur. Türkiye’de 19 milyon 400 bin civarındaki çalışan kesimden 7 milyon 400 bininin kadın olduğu halde, bunun 250 bininin sendikalı olması (4) bunun göstergesidir. Çalışan kadın toplamından yaklaşık 6 milyon kadın, tarım, orman, balıkçılık ve avcılık (5) ile uğraşan kategori içinde yer almaktadır. Bu sayının ezici çoğunluğunun tarım kesiminden ve yine çoğunluğunun ücretsiz çalışan emekçiler olduğu tahmin edilebilir. Geriye kalan yaklaşık bir milyonu aşkın çalışan kadından dörtte üçünün sendikasız olduğu anlaşılmaktadır.
Rakamlar, örgütlenme mücadelesinin ilk adımının, işçi ve emekçi kadınları alanlarındaki sendika veya meslek örgütlerinde örgütlenmeye çağırmak olması gerektiğini gösteriyor. Bu alanda, yakın bir geçmişte sendikal örgütlenme yoluna giren memurlar olumlu bir adım oluşturuyor, işçi ve emekçi kadınların çalıştıkları alanlardaki örgütlenme mücadelelerine ve mevcut örgütlere (sendika, meslek örgütü vb.) katılımının mutlaka sağlanması önem taşıyor. Mevcut sendikalara üye kadınların, bu örgütlerde genellikle atıl bir durumda oldukları biliniyor. Onların sınıf örgütü olan sendikalardaki çalışmalara ve mücadeleye katılımının güncel sorunları temelinde etkinlik kazanabileceği dikkate alınırsa, mücadeleye duyarsız kalmayacakları açıktır. Bu nedenle, kadın işçi ve emekçilere, kendi sorunlarına, davalarına ilişkin güncel taleplerle, günlük sınıf mücadelesinin akışı içinde onları her adımda mücadeleye kazanma perspektifi ile yaklaşmak; bunun için özel politikalar, özel yöntemler üretmek önem taşıyor. Onların sendika ve meslek örgütlerine girmeleri, buralardaki mücadeleye katılmaları için özel propaganda ve ajitasyonun yanında, bağımsız bir kadın örgütü yaratmanın da adımı atılabilir. Kadın işçilerin ağırlıkla çalıştığı sanayi sektörleri, sadece kadınların çalıştığı sektör ve işletmeler, hem sendikal mücadele hem de bağımsız kadın örgütünün temeli ve organı olarak örgütlenmeye önemli bir dayanak noktasıdır. Emekçi kadınların örgütlendiği diğer kitle örgütleri de bağımsız kadın örgütlenmesinin doğal alanı içindedir. Bu örgütler içinde bağımsız kadın örgütünün kurulmasının gereğine ve önemine yönelik çalışmalar yapmak, örgütlülüğün ve mücadelenin gereğini kavramı, kadın, erkek bütün devrimcilerin görevi olmalıdır. Aynı şekilde, işyerleri, sendikalar ve meslek örgütlerinde kadınların özgül talep ve sorunlarına eğilen kadın bölüm, grup ve komisyonları oluşturulabilir. Bunun bir adımı olarak sendika işyeri örgütleri ve şubeleri, işçi kadınların talepleri ve sorunları için mücadeleye zorlanabilir. Eşit işe eşit ücret, iş güvenliği, kadın ve ana sağlığı, çocuk bakımı ve kreş vs. talepler konusunda mücadele için kadın bölüm ve gruplarının oluşturulması örgütlenme mücadelesine ivme kazandıracaktır. İşçi sınıfının güncel sorunları ile işçi ve emekçi kadınların buna denk düşen özgül sorunlarını, birleşik bir mücadelenin birbirine bağlı halkaları halinde güçlendirmek zorunludur. Bağımsız kadın hareketi, böyle bir mücadelenin ve örgütlenme uğraşının temeli üzerinde yükselebilir.
Mesleki ve sendikal örgütlerde ve örgütlenme çalışmalarında, kadın işçi ve emekçilerin örgütlerin tüm organlarında ve mücadelesinde, eşit hak ve yükümlülükle çalışmasına fırsat ve yer vermek, onları teşvik etmek, kendilerine güven duyma ve inisiyatif kazanma yolunu açmak gerekiyor. Hatta ‘erkek egemen toplumu’ değerlerinin toplumumuzdaki etkinliği dikkate alınırsa, buna özel önem vermek gerekiyor. Kadınların kendilerine güven duyan, mücadeleci bir kişilik kazanmaları, toplumun kurtuluşu ile birlikte, kendi kurtuluşları için mücadele deneyine basamak olacak bu çalışmalara cesaretle ve muhtemel güçlüklerden yılmadan katılmaları gerekiyor. Lenin, “İşçi kadınların özgürlüğe kavuşmaları, bizzat kendi davaları olmalıdır.” (6) diyor.
Mücadele potansiyeli içinde olan kadın kitleleri, kurtuluşlarının işçi sınıfının kurtuluşu ile birlikte olduğunun somut sorunlar ve olaylarla birleştirilecek propaganda ve ajitasyonuna ilgisiz kalmayacaklardır. İleri işçi ve komünistlerin bağımsız kadın örgütünü yaratma sorununu ikincil bir sorun olarak ya da ‘kadınların sorunu’ olarak görmemeleri, kendi alanlarındaki işçi ve emekçi kadınları örgütlenme ve mücadeleye kazanmaya çalışmaları gerekiyor. Kadınların kendi davalarına sahip çıkmalarının yolu, bunun gereğini kavramalarından geçiyor. Onları meslek örgütü ve sendikalardaki çalışmalarda desteklemek, görev ve sorumluluk almaları için teşvik etmek, yönetim organlarına ve diğer organlara seçilmeleri için çalışmak; burjuva sendikal anlayışlara, burjuva-feodal yaklaşımlara karşı kadınlarla birlikte mücadele etmek, başlangıçta üzerinde durulması gereken noktalardır.
Bağımsız kadın örgütünü yaratmak, kadınların özgürlük ve eşitlik mücadelelerinde önemli bir araç yaratmaktır. Özgürlüğünü ve kurtuluşunu proletaryanın kurtuluşunda gören işçi ve emekçi kadın kitlelerinin böyle bir araca, kendi davalarına hizmet edecek bir araca sahip; çıkmamaları düşünülemez. Sorun, işçi ve emekçi kadın kitlelerinin bağımsız örgütlenmesini, proletaryanın güncel bir sorunu olarak ele almak, onların örgütlenmelerine fiili yardım ve katkılarda bulunmaktır. Elbette bu öncelikle, sınıf bilinçli işçi ve emekçilerin -kadın erkek- bizzat çalışmalarını, bu örgütlenmenin yaratılmasını güncel bir hedef olarak belirlemelerini gerekli kılar. Yalnız proletaryanın öncü partisinin çevresindeki kadınlara değil, tüm işçi, emekçi ve ev emekçisi kadınlara yönelmek; bunları kucaklayacak bir kitleselliği hedeflemek, proletarya ile birlikte kadınları da köleleştiren ekonomik ve toplumsal zincirlerinden kurtaracak mücadeleye onları kazanmak perspektifinin doğal sonucudur. Bağımsız kadın örgütlenmesi, bunun önemli bir kaldıracı olmalıdır. Çünkü “…kadınların ya tamamen özgür ve eşit haklı olmaları veya gelecekte de onların çoğunluğunun sınıfsal baskı ve aile eşitsizliği gibi iki yönlü bir esaret altında kalmaları söz konusudur…” (7). İşçi ve emekçi kadın kitleleri, sınıf bilinci ile donandıkça, kendi esaretlerine sessiz kalmayacaklar, bunu kırmak için mücadele yoluna gireceklerdir. Daha bugünden girmektedirler. Kürt kadınları ve Zonguldak kadınları, bunun ipuçlarını vermiştir.
İşçi ve emekçi kadın kitlelerinin bağımsız örgütlenmesi, onların sendika ve mesleki örgütlerinde örgütlenmelerini dışlamayacağı gibi -yineleyelim- buralardaki örgütlenme çalışmaları ve mücadeleleri ile sıkı bir etkileşimi gerekli kılar. Aynı şekilde, onların sınıfın öncü partisinde örgütlenmelerini de hızlandırır. Zira bağımsız kadın hareketi, proletaryanın demokrasi mücadelesi ile bağlantılı olduğu oranda, ezilen kadın kitlelerinin ekonomik ve toplumsal zincirlerinden kurtulmalarının bilinci ile mücadele saflarına katılmalarına hizmet eder. Bu şekilde işyeri, sendikalar ve meslek örgütlerinde, kitle ve gençlik örgütlerinin kadın bölüm veya büroları temelinde köklerini üretim alanları ve toplumsal yaşamın içinden yaratılacak organ ve örgütlenmelere dayandıracak bağımsız kadın örgütlenmesinin süreç içinde merkezileşmesi, devrim için potansiyel olan ezilen kadın kitlelerini, burjuvazinin karşısında örgütlü bir güç durumuna getirir, örgütlü gücün yenilmezliğini, mücadelelerinin içinde kavrayacak ezilen kadın kitleleri “sermayenin dayanağı ve karşı-devrimci propagandanın nesnesi ” olmaktan çıkıp, devrim ve sosyalizmin önemli bir gücü olma yoluna girecektir. Bu nedenle, onların mücadele içine çekilmesinin ilk adımı olan örgütlenme mücadeleleri, kendi kurtuluşlarının olduğu kadar, proletaryanın da güncel bir sorunudur.

Dipnotlar

(1) Klara Zelkin, Kadın Sorunu Üzerine, Inter Yyn.j.l 19-120.
(2) Evelyn Reed, Kadın Özgürlüğünün Sorunları, Yazın Yyn.,1985, l.Basun’dan ve Özgürlük Dünyası, Mart 1990, sayı ü’de İlhan S Durmaz,’ Kadının Kurtuluşu ve Feminizmin Açmazı başlıklı yazılardan yararlanıldı.
(3) Dipnot (1 )’de age., s.120
(4) Özgürlük Dünyası,Temmuz 1990, sayı 21, Ücretli İstihdam İçinde Kadının Durumu ve Sorunları’başhkh yazı; Güneş Gazetesi, 132.1991, s3, ‘Kadın İşçiye Kölelik Ücreti’ başlıklı yazı. ‘
(5) Genel Nüfus Say ımıflüfusun Sosyal ve Ekonomik Nitelikleri, 20.10.1985,TC Devlet İstatistik Enstitüsü, ‘Analiz Tabloları’.
(6) Klara Zelkin, Lenin’in Bütün Dünya Kadınlarına Vasiyetleri,   Sorun Yyn.,Kasım 1979,2Baskı, s25.
(7) Dipnot (6)’da age., s.25.kk

Sendikalar ve Kadın

Özel mülkiyete, sömürüye dayalı sistem ve onun şekillendirdiği toplum yapısı işçileri emekçileri emeğine, ürettiği nesneye, kendilerine, birbirlerine karşı yabancılaştırdı. Ama kadını iki kez yabancılaştırdı. Kadını defalarca kuşattı.
Cins esasına göre işbölümünün ortaya çıkmasından bu yana, erkek cinsi ezilen sınıfın diğer bir cinsi, kadın üzerinde egemen oldu. Cinsler arası var olan yapay çelişkiyi maddileştirdi. Yaşamın bütünü içinde iki cinse ayrı ayrı roller yükledi.
Yüzyıllar boyunca kadın ve kadın sorunu, ezenler için de ezilenler için de hemen her fırsatta güncelliğini ve önemini korumuştur. Ezen sınıflar ezilen sınıfı kendi içinde bölerek, parçalayarak kendini korumak, geliştirmek, mutlak hâkimiyetini sürdürme politikaları üzerinde var olmuştur. Kadım köle olan toplumun erkeğinin de özgür olamayacağı gerçeği kadın sorununu ezilen sınıfın özgürlük mücadelesinin gelişimi ve zaferi açısından daha fazla önemini koruyor. Kadın sorununun: kapsamının genişliği göz önüne alındığından, bu yazıda sorunun yalnızca bir parçası olan işçi ve emekçi kadınların mesleki örgütleri sendikalarda ve sendikal yaşamda kadının durumuna değineceğiz.
Türkiye’de biçimi ve türü bazı faktörlere göre değişiklik gösterse de kadının ekonomik-siyasi-kültürel yaşamın her evresinde diğer cinsle eşit olmayan edilgen, ezilen ikincil cins olma konumu kadın işçilerin mesleki ve sınıf örgütleri sendikalarda da acımasızca sürüyor.
İşçi kadının, evde, işyerinde, sendikal yaşamdaki sorunlarının ağırlığı ve çeşitliliği karşısında mevcut sistemin sınırlan içinde elde edebileceği haklar için bile, sendikal alandaki duyarsızlık, ilgisizlik, kadının var olduğu tüm alanlardaki olumsuz konumundan bağımsız değildir.
Sendikalarda kadının örgütlenmesi, örgütlenmesi ile birlikte sınıf ve kendi özgül sorunlarını kavrama çözüm üretebilmesi için eğitimi ve sorunlarının çözümü için erkek işçi kardeşleriyle birlikte aktif çalışma, giderek de sendika yönetim kademelerinde söz sahibi olması sendikal yaşama damgasını vuran sınıf uzlaşmacı bürokratik sendikal anlayış ve politikalarla mümkün mü?
Türkiye’de 19 milyon 400 bin civarındaki faal nüfus içinden yalnızca 7 milyon 400 binini kadınların oluşturduğu, bu ücretli toplum nüfusun 2 milyonu TÜRK-İŞ’te olmak üzere 2 milyon 200 bininin sendikalarda örgütlü olduğu ve kadınlarında 250-300 bininin sendikalı: olduğu gerçekleri (bu sayısal veriler savaş nedeniyle sendikasız işçi sayısının artıracak bir biçimde işten yoğun çıkarmalarla değişmekte) göz önüne alındığında, sermayenin sendikalaşma ve sendikal çalışmanın önüne koyduğu engellerin yanı sıra, sendikaların niteliği hakkında da yeterli sayısal veriler ortaya çıkıyor. Türkiye’de en büyük işçi konfederasyonu olan TÜRK-İŞ’in 32 sendikasının bazı iş kollarında -Gıda, tekstil, bankacılık, büro hizmetleri vs de- kadın erkek işçi sayısı birbirine eşit ya da kadın ağırlıklı işçi çalıştığı halde, kadın üye sayısı bu denli düşüktür. Öyle ki Türkiye’de örgütlenebilecek ücretli çalışan 1,5 milyon kadın işçiden 300 bininin örgütlü olması, TÜRK-İŞ’in, bir bütün olarak sendikal mücadelede, işçi sınıfına yönelik diğer büyük günahları dikkate alınırsa, kadın işçilere yönelik örgütlenme çalışmasının niceliksel ve niteliksel geriliğinin fazla şaşılacak bir yanı da yoktur.
İşçi ve emekçi kadınların sınıf içindeki oram son yıllarda önemli bir artış göstermesine, bazı sektörlerde ucuz işgücü dolayısıyla özellikle tercih edilmesine karşın, sendikal örgütlerde kadın işçi oranının ne denli düşük olduğunu yukarıdaki rakamlar veriyor. Bugün işçi ve emekçi kadınlar sendikal alanda örgütsüz durumdadırlar demek abartma olmaz. Örgütlü olan az sayıdaki kadın işçi sendikalarına yabancı, TİS’den TİS’e genel işçi toplantıları için belki sendikalarına uğramışlardır. Ki bu tür toplantılar az sayıdaki sendikalarda yapılır. Hem sendikaların kadınları sendikal yaşama katma konusundaki duyarsızlıkları, hem de kadınların mevcut durumlarından ötürü, ekonomik çıkarları için bile, bu tür toplantılara katılan kadın sayısı parmakla sayılacak kadardır. Sendika Genel Kurullarında temsil olmamaları bir yana örgütlü kadın işçiler sendikaların kongrelerinde izleyici bile olamadılar. Genellikle grevden greve, grev önlüğü giyerek, kadınlar sendikal yaşama katılıyorlar.
İşçi kadının sendika dışında olmasının nedenini öncelikle kadınların mücadele isteksizliğinde, edilgenliğinde değil sınıf bilinci olmayan kadın ve erkekler için yadsınacak nedenler olmasa da- esas olarak mevcut sınıf uzlaşmacı sendikal bürokratizmin işçilerin emekçilerin, ezilen cinsin ve ezilen ulusun daha da ezilmesi üzerine oturttuğu anlayış ve politikalarda aramak gerekir. Kadınların son yıllarda eylemlere katılım oranları ve kararlılıkları bunun kanıtıdır: ‘89 Bahar eylemlerinde, tek tek grev ve direnişlerde, köylülerin tütün taban fiyatı direnişinde, ulusal baskıya karşı mücadele ve direnişlerde, son olarak da Zonguldak grevi, direniş ve yürüyüşünde, kadınlar taşıdıktan mücadele potansiyelini ortaya koydular. Yalnızca mücadele potansiyellerini ortaya sermekle kalmadılar. Sınıfın ve kadınların gerçek kurtuluşunun zorlu yoluna da adımlarını attılar.
Kadın işçilerin örgütsüzlüğü, örgütlü olan kesiminin de sendikal yaşama yalnızca aidatlarını ödeyerek katılmalarının nedeni, esas olarak mevcut sendikal anlayıştır. Ama^ mevcut sendikal anlayışın kadın işçiler üzerinde daha etkili olması, rastlantısal değildir.
Kadın, dünyaya gözünü açtığı andan itibaren, sistemin, onu kuşatan, düşünen üreten, yaratıcı, karar veren, uygulayan bir birey olmasmı engelleyen, kadını insan olarak yok sayan ideolojinin toplumsal boyutlarda, yalnızca erkeklerde oluşturduğu egemen düşünce ve alışkanlıklarla kadını köleleştirmiyor. Kadınlarda da mevcut sistemin yarattığı kadına bakış açısı mevcut kadın psikolojisi olarak yansıyor. Sistemin egemen kadın ideolojisi kadında kendini yeniden üretiyor. Örneğin: İşyerinde işverenin, erkek işçilerin kuşatmasını yararak temsilci olabilen bir kadın işçiyi, evde yapılacak yemek, eve geç kalma hatta küfür, dayak telaşı toplantı içinde iken bile sarabiliyor. Aile yaşamındaki bireylerin gelişkinlik durumuna göre pratik olarak bu tür sorunları aşmış bile olsa, bu kez, toplantıdan geç çıkarsa toplumsal baskının bir ifadesi olarak yolda karşılaşabileceği sarkıntılık vs. ürkütebiliyor. Yine, toplumdaki kadına yönelik anlayışlardan kendini “arındırmış” kadın ve erkeğin birlikte yoğun çalıştığı bir evde, uzun zamandır yıkanmamış perdelerin yıkanmasının gerekliliği öncelikle kadının aklına gelir. Erkeğin aklına gelse de işine gelmez. Çünkü çocukluktan itibaren iki cinse de evin pisliğinin temizliğinin sorumlusu olarak kadın gösterilmiştir vs. Onun için de işçi kadınların sendikalarında örgütlenmeleri çalışması daha sabırlı daha inatçı ve programlı olmalıdır.
Kadınlar kendi kafalarında yer ettirilmiş olan mevcut kadın düşüncesini kırdıkça örgütlerini tanıyacak mücadele isteği duyacaklardır. Diğer taraftan sınıf bilinçli kadın ve erkek işçilerin sendikalarını kadın konusunda duyarlı hale gelmeleri için zorladıkça, sendikalar kadın işçilerine sahip çıktıkça, örgütlendikçe, kafalarındaki uysal, edilgen bu toplumun istediği kadın tipi daha çabuk yıkılacaktır. Onun için de kadınları örgütleme ve mücadeleye katma aşamasında kadınlar için sendikaları özel düzenlemeler yapmaya zorlamalıdır. Örneğin: eğitim saatlerini mesai saatleri içinde işverenden sendikanın ücretli izin olarak sağlaması gibi. Seminerler sonrası kadın işçilerin evlerine ulaşım sorunlarını çözümlemeleri gibi önlemler çoğaltılabilir.
Kadın işçilerin mesleki ve sınıf örgütleri sendikalarında örgütlenmeleri ve sendikal mücadelede etkin yerlerini alabilmeleri için sınıf bilinçli kadın ve erkek işçiler, sabırlı, özverili programlı, kesintisiz propaganda ve ajitasyon faaliyeti yürütmek zorundadırlar.
Kadın işçilerin işyeri sorunlarını ve kendi özgül taleplerini, somut olarak kadınları harekete geçirebilecek propaganda ve ajitasyonun işyerleri ve fabrikalarda düzenli yapılması kadınların sendikalarında örgütlenmeleri için zorunludur. Kadınların sendikal örgütlenmede etkisiz kalmaları sendikal mücadeleyi ve kadının hak eşitliği mücadelesini geciktiren önemli bir faktördür.
Sendikal bürokrasinin denemin-deki sendika-işyeri örgütlerinin ve sendika şubelerinin işçi kadınların sorunları ve sendikal sınırlar içinde bile olsa kazanacaktan haklar için mücadeleye çekilmeleri devrimci, demokrat, sınıf bilinçli tabandaki işçiler ve etkiledikleri kitlelerle mümkündür. Eşit işe eşit ücret, iş güvenliği, mesleki eğitim, kadın ve ana sağlığı, kreş ve emzirme odaları, servis sorunu, vardiya sorunu, vs. gibi işyeri sorunları sendikal mücadelenin sınırlan içindedir. Şimdiye dek hiçbir işkolunda sendikalar TİS’lerde kadınların talepleriyle ilgili bir uyuşmazlık tuttuktan görülmedi.
Sınıf bilinçli kadın işçiler, sendikalarında kadın eğitim gruptan, ya da kadın komisyonları oluşturmak, oluşturmakla kalmayıp çalışmalarını kalıcı biçimde sürdürmeleri için sendika yönetimlerini zorlamalıdırlar. Bazı sendikalarda kadın komisyonları olsa da cılız ve kadın işçileri, sorunlarını kucaklayan, onların sosyal kültürel durumlarını ve sınıf bilinçlerini geliştirmekten uzak durumdadır. En iyi olasılıkla 8 Mart’tan 8 Mart’a (küçük-burjuva dar kadro kadın dernekleri gibi) emekçi kadınlar gününü anma dönemlerinde işleyen komisyonlar olarak çalışıyorlar. Oysa kadın komisyonları, hem sınıfın sendikal mücadelesinin gelişimi hem de kadın işçilerin mücadelesinin kendi işyeri ve özgül sorunları için mücadelenin gelişimine hizmet eden, kadın işçilerin eğitimine, kendine olan güvenini kazanmasına, sosyal ve kültürel olarak kendilerini aşmalarına ve sendikal yönetim kademelerine hazırlanmalarına hizmet etmelidir. Onun için de kadın komisyonları, anlık örgütlenmenin ihtiyacına göre değil, örneğin: grev komitesi ya da TİS komitesi gibi değil, başlı başına bir ihtiyaç olduğu için kalıcı sürekli dinamik olarak işleyen komisyonlar olmalıdır.
Yine öncü, sınıf bilinçli kadın işçiler sendika yayın organlarında kadın işçilerin sorunlarına ve eğitimlerine ayrılmış yazılan yönetimlerden talep etmeli. Hatta kendileri o sayfaların hazırlanmasına katılmalılar.
Gerek genel sendikal eğitimlerde gerekse kadın komisyonlarının eğitimlerinde kadın sorununa gerekli önemin verilmesi demek yalnızca kadın işçilerin sendikal örgütlerde niceliksel oranlarının arttırılması ve eğitilmesi değildir. Bu, işin bir ve en önemli yanı. Sendika yönetimleri ve oluşturulan kadın komisyonları kadın işçilere verilecek eğitimi erkek işçilere de vermelidir. Ve kadın işçilerin sendikalara, sendikal mücadeleye katılması sorunu görevi, öncelikle kadınların işi gibi görünse de, başta sınıf bilinçli erkek işçiler, tek tek duyarlı demokrat sendikacılar ve tüm duyarlı işçi ve emekçilerini de görevi ve sorunudur.

Mücadelenin içinden iki portre:
Kürt Kadını ve Zonguldak grevindeki kadın:

Her yılın mart ayında “sosyalist” basın başta olmak üzere dergilerin, 8 Mart günü gazetelerin sayfa ve sütunlarında ‘Kadın’ üzerine yazılar patlama yapar. Bu durum bir yönüyle güzeldir: 8 Mart Uluslararası Emekçi Kadınlar Günü’nün “benimsenmiş” olduğunu gösterir. Kadınların göz ardı edilemeyecek bir toplumsal güç olduğuna işaret eder. Aynı zamanda sosyalist kazanım ve değerlerin toplumda ses bulması yansısı olarak da kabul edilebilir. Öte yandan, yıllardır aynı eksen üzerinde kadının tarihsel gelişim içinde süregelen ikinci cins konumu’, ‘çifte baskı altında oluşu’ vs. yinelene gelen konular bu alandaki mücadele ve örgütlenme eksikliğinin de süre-geldiğini ifade eder. Yakın geçmişte toplumsal hareketlenme içinde önemli sıçramalara işaret eden iki alanda -ulusal mücadele ve sınıf mücadelesi- içinde kadınlar, bu yeknesaklığın perdesini yırtmanın yoluna ve yöntemine en güzel örneği ortaya koymuş bulunuyorlar.
Bunlardan birisi, K…tan’daki ulusal direnişle bütünleşmiş olan Kürt kadınlarının durumudur. Bundan bir yıl kadar önce Mardin ve Siirt’in hemen tüm ilçelerinde, özellikle Cizre ve Nusaybin’deki gösterilerde kadın, erkek, çocuk tüm halkın ‘intifada’sı basında ilk sayfadan yer aldığında, kadınların direngen bir gururla ve kimliklerini sahiplenişin kararlılığını yansıtan yüz ifadeleriyle bir zafer şenliğinde dans edercesine coşkulu görünüşleri, belleklerde silinmez bir iz bırakmışa. On yıllardır kimliklerini ve değerlerini unutturmak için uygulanan baskı ve asimilasyon politikasının, tüm bunları sineye çekmiş gibi görünen bir halkın örgütlenme ve mücadele ruhunu bilediği, izaha yer bırakmayacak biçimde kendisini ortaya koymuştu.
Baba otoritesine dayalı, ataerkil, erkek kültürünün baskın ve gelişkin olduğu geleneksel bir toplum olan Kürt toplumunda, adede ikinci derecede bir statüde olan kadın, ‘ailenin namusu’, ‘aşiretin namusu’ gibi değerlerin hassas objesidir. Bu ilişkiler ağı içinde 1930’lu yıllarda Ağrı’da Dersim’de kocalarının, babalarının, erkek kardeşlerinin yanında direnişlere katılmakla birlikte Kürt kadınlarının, geleneksel yapılan ve ilişkileri içindeki rollerinden sıyrılarak, direnişin bizzat tarafı ve önemli bir gücü haline gelmeleri, direnişin yükselmesine denk düşer. (1) K…tan’da cinsiyeti gözetilmeksizin baskının, şiddetin, katliamların hedefi olan kadın, bunlara karşı, eşi, oğlu, kardeşi de aynı sorunun sahibi olarak mücadele etmektedir. Mücadelenin biçimi koşullara göre, güvenlik güçlerine bilgi ve erzak vermemekten, sokak gösterisine, açlık grevinden, silahlı mücadeleye kadar çeşidi şekillerde olabiliyor. Belirgin yönü, devrimci bir mücadelenin içinde olduğunun bilinci ile davranmasıdır. Kendisini bu mücadelenin tarafı görmesidir. Bu önemlidir. Bunu kavradığı, yaşam deneyleriyle öğrendiği için ve kurtuluşun ışığının örgütlenme ve mücadele olduğunu gördüğü için, Nusaybin’de sokak gösterisindedir; dağlardaki mücadelededir; cezaevinde baskı görenler için açlık grevindedir. Yani, siyasal mücadelenin gerektirdiği her koşulda mücadelenin içindedir. Mücadelenin geldiği bugünkü aşamanın kolay yol almadığı, her adımında kan, işkence, ölüm, baskı ve şiddet olduğu sansürden geçebilen haberlerden bile kolayca anlaşılmaktadır. Hemen her gün radyoda, TV’de ‘ölü ele geçirilen teröristler’, bunlar arasında da zaman zaman ‘kadın teröristler’ nitelemesiyle sayılan bilânço bunun göstergesidir. Böyle sıcak bir mücadelenin içinde veya çok yakınındaki Kürt kadını, kurtuluşunun ilk adımının böyle bir mücadeleden geçtiğini kendi yaşantısından ve mücadelesinden öğrenmektedir.
Kadınların etkin olarak yer aldığı ve tarihsel bir deney kazandıklarını söyleyebileceğimiz diğer olay da Zonguldak grev ve yürüyüşüdür. Sonucu itibariyle Zonguldak işçileri ile birlikte tüm işçi sınıfımız ve emekçi insanların görece hayal kırıklığını da taşıyan bu deney -ki bu ücret taleplerinin gerisinde bir anlaşmanın olması ve yürüyüşün bitirilmesinin uyuşmazlıkta ve grevde olan diğer işçileri de etkilemesi yönüyledir- Zonguldaklı işçi eşi ve yakını, işletmelerde çalışan emekçi kadınların ve her kesimden çalışan Zonguldak halkının işçilerin mücadelesi ile bütünleşmesi ve ondan güç kazanmaları ile sınıf mücadelesinde yeni bir aşama olmuştur. Kadınlar, gerek grevin başlangıcından itibaren her gün kent içinde düzenlenen gösterilerde, gerekse Ankara’ya yürüyüş şuasında, belki de yaşamlarında ilk kez bir eyleme katıldıkları halde, gözü pek bir kararlılıkla yer almışlardır. Kendilerini erkek işçilerden hiçbir bakımdan ‘zayıf’ ve ‘eksik’ görmeksizin aynı sorumluluğu ve coşkuyu paylaşmışlardır. Hatta yürüyüşün 3. gününde Zonguldak’a dönmeleri istendiğinde, bunu büyük bir öfke ile reddetmişlerdir. Toplumun bütün değer yargılarını, İslami gelenek ve yerleşik sosyal ilişki biçimlerini, üzerinde bir an bile düşünmeksizin ayaklar altına almışlardır. Eylemin ihtiyaçlarının, mücadelenin biçiminin gerektirdiği tarzda, yadırgamaksızın ve doğallıkla davranmışlar; erkek işçilerle yan yana, kol kola yürümüşler, hep bir ağızdan slogan atmışlar, halay çekmişler; yemek, dinlenme barınma gibi yol boyu ortaya çıkan sorunları birlikte çözmüşlerdir. Zonguldak’ta kalan işçi eşi ve yakını kadınlar ise eylemcilerden haber almak için kadınların girmesi mümkün ve ‘vaki’ olmayan kahvehanelere girip oturmuş, bunda bir terslik görmemişlerdir.
Burada, bu somut deneylerden yola çıkarak altını çizmek gerekir ki, işçi ve emekçi kadın kitleleri, ekonomik, demokratik ,ve siyasi mücadelelerin içinde kendi kurtuluşlarının da olabilirliğinin ipuçlarını görebilir ve kavrayabilir. ‘80’li yılların başından beri işkenceye ve cezaevlerindeki baskılara karşı ön saflarda yer alan kadınlar, işçi hareketleri ve grevlerde, sendikal mücadelede erkekle yan yana aynı saflarda yer alan kadınlar, Kürt mücadelesinin her biçiminde yer alan kadınlar, ekonomik-demokratik ve siyasi mücadeleler içinde sosyal muhalefetin gelişimine koşut olarak hiç de erkekten geri kalmayan bir duyarlılık ve mücadele yoluna girmektedirler.
Kadın sorunu, her şeyden önce proleter kadının, emekçi kadının sorunudur. Çünkü hem gün boyu işinde kapitalist tarafından sömürülmekte, hem de evde çocuk bakımından, mutfağa, temizlik, çamaşıra kadar bir dizi ev işiyle uğraşmak zorunda kalmaktadır. Orta sınıf aydın kadınların gözünü boyayan “erkek egemenliğine karşı mücadele” tek basma işçi ve emekçi kadının uğruna mücadele edeceği, bir engel olarak görünmemekte, bu nedenle de onların ‘dayağa karşı kampanya’, ‘cinsel tacize karşı kampanya’ türünden mücadele çağrıları sınırlı bir aydın kesimin dışında ses bulmamakta, ve iz bırakmayan sansasyonel eylemler olarak kalmaktadır. Erkek egemenliğine karşı mücadele, işçi ve emekçi ve kadınların üzerindeki baskıyı, ev işleri ile işyeri arasında zincirlenmiş yazgısını değiştirmeye yetmemekle, ev işlerinin çok çok koca ile ‘paylaşılması’ onların toplumsal sömürülüşüne çözüm olamamaktadır. Oysa erkek egemenliği, burjuva sömürünün temel biçimlerinden biri olarak, onun varlığı ile sıkı bağlantısı göz önüne serildiğinde ancak, kadın için uğruna mücadele edilebilir bir nitelik kazanabilir. Bu nedenle, ezen ve ezilen ayrımını erkek ve kadın bağlamında gündeme getiren her türden feminist anlayış ve mücadele önerileri de mücadele hedefi olarak toplumsal sömürü mekanizması olan düzenin yerine toplumun yarısı olan erkekleri koyarak, objektif olarak düzenin değirmenine su taşımaktadır. İşçi ve emekçi kadın kitlelerinde ses bulmamakla birlikte, uyanış içindeki kadınlarda sahte kurtuluş hayalleri yaymaktadır.
Kadının ‘evi ile evli’ olmasının, işyerinde kapitaliste bağımlılığının uzantısı olarak çalıştığında da devam ediyor olması; onu eve bağlayan mutfak köleliği, ev işleri ve çocuk bakımı gibi sorunlar, düzenin sorunlarıdır. Sömürü azgınlaştıkça bunlar dün olduğundan daha zor ve yıpratıcı hale gelmekte, sadece bütün zamanını alarak kadını köleleştiriciliği ile kalmamakta, bugün artık, mutfakta pişirecek yemek olmaması çocuğu besleyecek besini alamamak, okul masraflarını karşılayamamak, ev kirasını verememek vs. ve bunların yaşamına yansıyan sonuçları kadını, tıpkı işçi ve emekçi erkeği olduğu gibi, yaşamsal bir sorunla baş başa bırakmaktadır. Kadın, mücadele alanlarına kendiliğinden çıkmaktadır. İşte burada, işçi ve emekçi kadın kitlelerine, sömürüye karşı mücadelenin, kendisini ev köleliğinden de kurtaracak koşullan, çocuk bakımı, mutfak, çamaşır vs. hizmetlerin toplumsal olarak yapılacağı koşullan yaratacak bir düzeni, sosyalizmi hedefleyecek bir mücadeleye kazanmak önemlidir. Kadını köleleştiren, sosyal ve toplumsal yaşamın gerisine iten bu yüklerin, kadının özel işi değil, toplumun genel olarak herkes için çözümlemesi gereken işler olarak ele alınması ve çözümlenmesi kadının özgürlüğünün ve erkek ile fiili eşitliğinin koşullarını yaratabilir. Bunun bilincini taşıyan ve olabilirliğini sınıf mücadelesi deneyleri içinde gören işçi ve emekçi kadınlar, bunun mücadelesini vermekten de geri durmayacaklardır.
Kitlesel olarak sessizliği kabul etmiş gibi görünen kadınların K…tan ve Zonguldak grev ve yürüyüşünde kitlesel olarak sergiledikleri örnek, henüz sosyalizm hedefinden uzak görünse bile bu yolda önemli bir güç ve potansiyel, güçlü bir mücadele ruhu taşıdıklarına kanıttır.
Vurgulanması gereken bir diğer nokta da, mücadele içindeki kadınların; geleneksek-dinsel ve toplumsal ilişki biçimi ve anlayışları bir çırpıda geride bırakarak, mücadelenin gereklerine ve ihtiyaçlarına denk düşen ilişki ve davranışlara doğallıkla girdikleri ve kendilerini mücadelenin dışında bir bağla bağlamadıklarıdır. Bunun kadın kitleleri için taşıdığı kavratıcı özellik her şeyin, bütün “teoriler”in üstündedir. Elbette burada teori düşmanlığı gibi bir amaç taşımıyoruz; vurgulamak istediğimiz, kitlelerin en büyük öğreticisinin mücadele olduğudur. Yani, kadının kendisini erkek ile fiilen eşit hissedebileceği, bunun mümkün olabilirliğini yaşayarak öğrenebileceği, diğer bütün tarihsel-toplumsal eşitsizliklerinin geri planda kalacağı alan sınıf mücadelesi ve siyasal mücadele alanıdır. Kadın kitleleri, bu mücadeleler içinde kendilerine güven kazanacaklar, mücadeleci bir kişilik kazanacaklar; sosyalizm hedefi ve bilinci ile donandıkları ölçüde kurtuluşları bizzat kendi davaları olacak, bunu kendi öz-deneyleri ile kavrayacak ve isteyeceklerdir.
Zonguldak ve Kürt kadınlarının öğrettiklerine kulak verelim.

Zonguldak Grev Komitesi’nden bir kadın
“İstek çok, engel de çok… Ama aşılması için çalışmak gerekir.”
Ö.D.- Kısa bir süre önce biten Ankara yürüyüşünüz ve daha öncesi, grevin başlangıcından itibaren, her gün yaşanan gösterilerin sizde bıraktığı duyguları, size neler katlığım anlatır mısınız?
B.U. – Sendikayı Önceden de biliyorduk, gidip geliyorduk, ama bu sefer çok farklı bir şey. Tabana inmeleri çok güzel bir şey, öyle aileler var ki, 7-8 çocukla, tek maaşla. İnsan öyle çok şey öğreniyor ki. Elbette ben de durumu çok iyi bir ailede yetişmedim. Bu gibi şeylerin farkındayım. Ama bu süre içinde çok insan tanıdım. Çok değişik şeyler öğrendim; ilişkiler bakımından. Bütün bunlar memnunluk verici. Benim de küçük çocuğum vardı. Anneme bırakarak çoğunlukla zor da olsa bütün toplantılara gittim, örneğin sabah 11.00’de toplanılacak. 9.00’da, 10.00’da kadınlar gelmeye, alanı doldurmaya başlıyordu. Bu gerçekten memnunluk verici.
Ö.D. – Sizi bu grev ve yürüyüşlere, sonra Ankara yürüyüşüne gitmeye iten nedenler neydi?
B.U. – Hak arama, sendikanın varlığım benimseme. Mesela burada 47 bayan arkadaşız, 5 kişi süreklilik kazandırdık. Diğer arkadaşlar da bizim kazandığımız haklardan yararlanacaklar ama, ben katıldığım için bildiğim, yaşadığım için vicdanım rahat İnsan yaşadıkça başka oluyor. Mesela bir Devrek, Mengen olayı, 7-8 saat sürekli yürümek, mesela bir Dorukhan Tüneli olayı, kenetlenip yürümek, bambaşka bir olay… Topluluk olarak, bir şeyin farkında olan bilinci insanlar olarak gitmek başka. Mesela ocakta çalışan arkadaşlar bu dereceye gelmişler. Mesela ev hanımları, Zonguldak’ta arabaların gelmeyeceği anlaşılınca, diyoruz, yaşlı olan bayanlar, küçük çocuğu olan hanımlara ‘bu işi göze alabilecekseniz gelin.’ Belki yüz kişinin içinde on kişi dönmüştür; onlar da hazırlıksız olduğu için… Arabayla gidileceğini düşündüğü İçin hazırlık yapmadığından. Çok değişik bir şey, özellikle bayanların olayın içinde var olması.
Ö.D. – Bu deneyle, bundan sonraki yaşantınızda nasıl ‘davranırsınız? Yani sizi değiştirdi mi?
B.U. – Tabii Öğrenmiş olduk. Elbette herhangi bir haksızlığa daha çok tepki gösterilebilir. Sendika da arkamızda olduğu sürece. Önceden de biliyorduk ama yaşamak bambaşka bir olay. En azından sendikanın birlikteliği çok güzel bir şey, işçi ile birlikteliği çok güzel, bunu da öğrendik.
Ö.D. – Grev komitesinde bayanların yer alması nasıl oldu?
B.U. – Grev komitesi zaten kendiliğinden oluştu. Nöbet yerlerinin yazımı, grev gözcülüğü vs, işlerde biz isteğini izle yer aldık. Biz de katılalım dedik. Bu defa bilincine vardılar, gerek gördüler, dolayısıyla, bayanlar da grev komitesine katılmış oldu. Zaten bir sınırlama olmadı. İsleyen gelip katılabilirdi. Ancak, kadınlardan komitede beş bayan yer aldı. Kimi gerek görmedi, kiminin beyi izin vermedi. Bazdan zevk için çalıştığını söyleyerek eylemlerde yer almadılar. Para almaya gelince bizden önce giderler ama ben onları da suçlamıyorum.
Ö.D. – Yürüyüşler arasında hükümete ve ‘papatyalar’a karşı da tavır aldınız. Bu nasıl oldu?
B.U. – Şöyle: Papatya olanlar genelde belli bir kesim. Gelip de burada bir madencinin eşini papatya kaydetmiyorlar. Seçkin bir tabakanın kurduğu bir şey. Onlara tepki kendiliğinden çıkan bir şey. Mesela çocuklarla gidiyoruz. ‘Annemiz cefada, papatyalar sefada’ deniyor. Yoksa planlanmış, programlanmış sloganlar değil. Anında üretiliyor. Mesela ‘Türkiye’nin sınırı Bolu dağı mı? Burası Türkiye, İsrail değil’ gibi sloganlar, nüfus cüzdanlarının gösterilmesi kendiliğinden, yaşanan olay esnasında oluşan bir hareket. Mesela akşam TV izleniyor. Orada söylenenlerden sonra ya da başkan görüşüyor, ortaya Çıkan duruma göre eylemler esnasında kendiliğinden söyleniyor.
Ö.D.- Katıldığınız grev ve yürüyüş, ücret talebiniz için aktif olarak mücadele etmek, bir çalışan kadın olarak geleceğe yöneliş bakışınızı nasıl etkiledi?
B.U. – Şimdi ben düşünüyorum. Santralde çalışırken, 6 saat çalışıyorduk. Süt saati olarak bize yarım saat süre tanınıyordu. 8 saat çalışanlara 1 saati altı saat çalışanlara yarım saat. Bir arkadaşın sendika vasıtasıyla bu işi araştırması sonucu biz o hakkı kazandık, süt saati bir saate çıkmıştı. Üstelik şimdi iki saate de çıktı. Bu tür sorunların gündeme getirilmesi düşünülebilir. Örneğin bir kreş konusu… Kreş açılması için en az 50 çocuğun bulunması şartı getiriliyor. Şu anda toplasak 10 tane çocuk çıkmayabilir. Sadece çalışan bayan olarak değil, burada çalışan beylerin de eşleri ev kadını. Ama eşleri başka yerlerde çalışan erkek arkadaşlarımız da var. Bunların çocukları da alınabilir. Veya eşi ev hanımıdır ama çok çocuğu vardır, yorucu oluyordur, bunların çocukları da alınabilir. Ama hazır ellerindeki işçiyi çıkarmaya bakıyorlar. Bu da bir yerde engel. İşçiyi çıkarmak için özendirici şeyler yapıyorlar. Bu da engelleyici oluyor.
Ö.D. – Kadınların bu grev ve yürüyüş sonrasında da kendi sorunlarından kopmaması, için neler yapılabilir? Bunun için sendikadan neler talep ediyorsunuz? Neler önerebilirisiniz?
B.U. – Bir kadın kolunun kurulması bence gündeme gelmeli. Biz örneğin bu grev ve yürüyüşlere kendi isteğimizle girmiş olduk. Grev komitesine filan da böyle. Hakikaten gerekliymiş…

Zonguldak Madencilerinin Eşleri: Türkiye’ye Demokrasi Dersi Verdik.
Ö.D.- Sizler grev kadını olarak grev esnasındaki yürüyüşlere kamdınız. Neden katıldınız, anlatır mısınız?
A.Ö.-F.Y,- Beylerimize yardımcı olmak için katıldık. Mutfaklarda haliyle biz beylerden çok acı çektik. Bir an evvel bu işi halledelim diye katıldık.
A.Ö.- İlk bu hanım geldi. Yürüyüşe gidelim dedi. Beyim, “hayır, olmaz” dedi. Be de ‘niye olmasın, sen de gideceksin, biz de gideceğiz’ dedim. Sendikanın önüne gittik. Toplantı yaptılar. Konuşmayı dinledik. Ondan soma Zonguldak’a kadar yürüdük.
ÖD.- Ne sloganlar attınız?
A.H. “En büyü eşek Cemil Çiçek” dedik. Daha bir sürü şey…
Ö.D. – Peki, bunu niye söylediniz?
A.H. – O işçilerimizin hakkını çok yanlış şey yaptı. Haklarımızı vermek istemediler. Biz hayat şartları altında beylerimizin maaşının iyi olmasını istedik. Biz de özgür yaşamak istedik.
Ö.D.- Daha önce hiç yürüyüşe, mitinge katıldınız mı?
A.Ö. -Hayır ilk defa katıldık.
Ö.D.- Peki eşlerinizin hakkının dışında kendiniz için bir şey istemediniz mi? Kadınlar olarak sizin sorunlarınız yok mu?
A.Ö.-F.V – Evlerde sıkıntı çekiyoruz. Yetmiyor maaşlarımız. Oraya buraya gidip topluma karışamıyoruz.
Ö.D.- Sizler yürüyüşlere katılınca, size erkekler engel çıkardı mı, nasıl davrandılar? ;
A.Ö. F.Y.- Onlar da “bize katılın, yardımcı olun” dediler. Bizim de hakkımız diyerek katıldık, memnun olduk. Devamlı her gün katıldık.
A.Ö – Ben Mengen’e kadar gittim. Karın doymayınca çalışılmıyor ki. Beylerimiz işlerini düşünemiyordu. Bunun için sokağa döküldük.
Ö.D.- Sonuçta bir şey kazandınız mı?
A.Ö. – Tam hakkımızı aldık sayılamayız. Ama Türkiye’ye bir demokrasi dersi verdik. Dünyaya kendimizi duyurduk. Haklı olduğumuzu savunduk. Bizim de yaşama hakkımız, bol yiyip, bol giyinme hakkımız var dedik. Çocuklarımız bile slogan söylemeye alıştı. Biz Türkiye’de özgürlük olsun istiyoruz. Daha iyi yaşamak istiyoruz.
Ö.D. – Peki, bu nasıl olacak? İktidar, yöneticiler, TTK’nın patronu olan devlet bu sese kulak veriyor, mu?
A.Ö.- Duymuyor, insanlıktan anlamıyor. Kendileri güzel yaşasınlar, eğlensinler. Ben dedim, kadın olarak bunlar bizim bağırdıklarımızı duymuyorlar dedim. Bunları aşağı indirmek lazım. Biz burada ne yiyoruz iki aydır? Biz aç kaldık, öyle ya, sizin çoluk çocuğunuz doyuyor da bizi niye düşünmüyorsunuz?
Ö.D.- B u yürüyüşlere, greve katılmanız iyi oldu mu?
F.Y.- Aslında tabii, düşününce iyi yaptık. Ama gene hakkımızı alamadık.
A.O.- Biz kendimizi Türkiye’ye duyuramadık ama bütün dünya duydu. Bizimkilerde Türk kalbi yok ki, yabancı kalbi var.
Ö.D.- Ama bakın, Türkiye siz grevdeyken Afrika’dan kömür ithal etmek İstedi. Oradaki liman işçileri Türkiye diye bir memleketin, Zonguldak diye bir kentindeki maden işçilerini desteklemek için göndere kömür yüklemeciler. Yani sizi desteklemek için onlar da grev yaptı. Burada ‘Türk kalbi’ mi yoksa ‘işçi kalbi’ mi sizden yana?
A.Ö.-F.Y.- İşçi kalbi…
F.Y.- Zaten o Özal elime geçse boğacağım… (Gülerek). Vallahi O’nu ananlarla dövüş ediyorum. Bu işçi düşmanı. Bu, açın halinden bir şey anlamıyor. Zonguldak’ı sınır dışı etti. Kendisi de Zonguldak’a giremez. Kendileri alıyor milyonlarca parayı… Beyimin aldığı 400 bin lira para. Bununla 4 tane çocuğu mu okula göndereceksin, 7 tane canın günde üç öğün yemeğini mi düşüneceksin? Kiralar çıktı o kadar liraya, hangisini düşüneceksin? İşçiler ilerleyince de pustu.
ÖD.- Sizden biraz korktu mu?
F.Y.- Korktu, korkmasa barikatları kurar mıydı o kadar?
A.Ö.- Bizim önümüze niye barikatı kuruyor? Versin hakkımızı, barikatı kurmasın! Vermiyor işte. Bizi uğraştırdı, sokağa döktü.
Ö.D.- Peki bundan sonra nasıl bir yönetim olsun istiyorsunuz?
F.Y.-A.Ö.- İşçiden yana birisi gelsin. İşçiyi savunan birisi gelsin. Bizim de bir yaşama hakkımız var. Bizim çocuklarımızı da düşünsün…

Mart 1991

İşçi sınıfı hareketi ve reformizm

Türkiye bir çatışmadan geçiyor. Sağlı sollu bütün siyasal parti, grup ve akımların dikkatini üzerinde yoğunlaştırdığı bir çatışmadan. Yorumlar muhtelif, her siyasal yoğunluk kendince bir analiz yapıp önüne görevler koyuyor, ama bir şey açık ve kesin: Türkiye’de devrimle karşı devrim çatışma halinde.
Çatışmanın tarafları konusunda da yorumlar muhtelif. Burjuva muhalefetle Özal ve ANAP hükümetinin çatıştığından söz eden var. Böyle bir çatışma da var elbet; ama genişçe bir kesim, açıktan (DYP, SHP, DSP gibi) ya da işçi hareketini, ona yamamaya çalıştıkları talepler ve vermeye yöneldikleri hedefler dolayısıyla kendiliğindenliğin sınırlarına hapsetmeye ve burjuva muhalefetin yedeği olarak gelişmesini sağlamaya yönelerek üstü görece örtülü olarak (başlıca SP-Aydınlık ve Troçkistler) bu çatışmaya vurgu yapıyor, çatışmayı düzen içi zemine oturtuyorlar, özellikle ikincilerin işçi sınıfı ve kendiliğinden hareketine düzdükleri olanca övgüye rağmen, bu böyle. Bunlar zaman zaman “daha ileri hedefler”den söz ediyor. Özalcı hükümetin “ilk hedef” ya da “baş hedef” olduğunu öne sürüyorlar, böylelikle sınırlanmamışlıkları ve devrimciliklerini (!) anlatmaya da özen gösteriyorlar, ancak, hedef olarak ortaya koydukları hükümettir, ANAP’tır, “cumhurbaşkanlığı probleminin çözümü”dür; araçlarıysa, “demokratik erken seçim”dir, “halk oylaması”dır, “kurucu meclis”tir.
Diğer bazı siyasal çevreler ise, konuyla ilgili olarak bulanıklık içindeler. Eklektik görüşler ileri sürüyorlar. “Emperyalizme ve Oligarşiye Karşı Mücadele”, “Demokrat!”, “Yeni Demokrasi” gibi çevreler, bir yandan devrime ve hükümet değişikliklerinin yetersizliğine vurgu yapıyor, ama daha sert bir vurguyla “ANAP iktidarının devrilmesi”ni hedef gösteriyorlar. Buyandan işçi hareketinin devrimci önderlikten yoksun ve ekonomik karakterli oluşu üzerinde duruyor; diğer yandan kendiliğindenlik eleştirisini yanlış buluyor, işçilerin “emperyalizm ve oligarşiye karşı çıkışı” ve “gerçek demokrasi isteği”nden, “faşist devlet ve patron-ağa düzenine isyan”ından söz ediyorlar. Yaklaşımlarında bir karmaşa ve beklemedikleri ölçüde güçlü işçi hareketi karşısında kalmak dolayısıyla şaşkınlık ve burjuva muhalefetten etkilenme vardır.
Ancak her ne olursa olsun, işçi sınıfı herkese kendisinden söz ettirmekte, eylemiyle herkese, düşünce ve hesaplarında şöyle ya da böyle etkide bulunmakta, kendi üzerinde durmayan analizleri geçersizleştirmektedir.
Kim nereye çekmek isterse istesin, sınıf olanca ağırlığıyla kendisini ortaya koymuştur, herkes kendisine sınıfa ve eylemine göre yeniden çeki-düzen vermek zorundadır. Bunun şimdiden gerçekleşmeye başladığı görülmektedir. Sermaye ve faşizm, ANAP hükümeti, burjuva muhalefet ve küçük burjuva demokrasisi, bir süredir Türkiye’de yaşanmaya başlayan çatışmaya damgasını vuran taraflardan birini, proletaryayı artık dikkate almam azlık edemezler, edemiyorlar.
Bunun tek istisnası var görünüyor: yok oluşa giden TBKP ya da onun bir yeniden örgütlenmesi olan SBP, İşin içinden nasıl çıkacakları merakla bekleniyor. İşçi hareketi doruğundayken TBKP Kongresini topluyor ve “işçi sınıfının özel misyonunun sona ermiş olması”na ilişkin “tezler”ini karara bağlıyordu. Siyasi körlüğün ötesinde gerçek âmâlığa bile parmak ısırtacak şekilde, tam da büyük bir kitlesi, oldukça ileri talepleri ve yeni eylem biçimleriyle ayağa kalktığı anda, TBKP Kongresi, işçi sınıfına “elveda” diyen şu tezi onaylıyordu: “Gerek işçi sınıfının, gerekse burjuvazinin geleneksel kimliği dağılıyor, bu sınıflar kendi içinde çeşitleniyor, bütünsel bir kimlik oluşturucu özelliklerini yitiriyorlar, ara katmanlar hızla çeşitleniyor, toplum artan çeşitliliklere ve farklılıklara doğru evriliyor.” (Kongre Tezleri, Adımlar- Özel Ek-1, sf.9) TBKP, Nabi Yağcı’nın ağzından ANAP’ı “kendisine en yakın parti” de ilan etmişti. Ve üstelik tam da “emperyalizm ve sömürgecilik bitti, barış ve işbirliği çağı başladı” dediğinde, Körfez savaşı patlamıştı, emperyalist saldırganlık tüm haşmetiyle gündemdeydi.
Bütün bunların kuşkusuz körlüğün gerçek anlamda ya da siyasal olanıyla bir ilgisi yok. Biraz “şanssız” TBKP, sınıfsal ve ulusal çelişmelerin daha az keskin olduğu bir bölge ve ülkenin partisi olsa, belki durumu bir süre idare edebilirdi. Ama “dükkânı” yanlış bir yerde açtı. Giderek sertleşmekte olan çelişmeleri ve devrim-karşı devrim çalışmasıyla Türkiye’de, kapitalist düzenle entegrasyon ve faşizmle, diktatörlükle birleşmek, düzenin kabul edilir bir “muhalif” eklentisi olmak için atılan bunca ” takla”nın sonu budur. Olmayacak yer ve zamanda, kendisini kaptırarak benimsediği “sosyalizm öldü”nün, “elveda proletarya”nın, “ulusal mutabakat”ın onu böyle kötü bir açmazda bırakması kaçınılmazdı. Yağcı bir de utanmadan Zonguldak’a gidip Ankara yürüyüşünün saflarına katılmak istedi. İşçiler uyardı kendisini. “Ulusal mutabakat”ı savunmaya geri döndü oradan, ne olur ne olmazdı. Görüşleri Zonguldak’ta savunulamazdı. Bunu anladı hiç olmazsa.
Netaş ve Kazlıçeşme grevleriyle işçi hareketi 12 Eylül sonrasında yeni bir aşama içine girmişti. İki yıl içinde yaklaşık 100 bin işçiyi kapsayarak gelişen ekonomik hareketle birlikte 1988 baharında toplam 70 bin işçiyi içine alan yasa-dışı işçi eylemleri ortaya çıktı. Bu eylemler içinde çeşitli biçimlerde işçi komiteleri doğdu. Yine 88’de 1,5 milyon işçinin katıldığı yemek boykotları yapıldı. 1989 baharında Bahar Eylemleri adıyla bilinen 1 milyon işçi kitlesinin hemen tüm sektörlere yayılan ve yasaları zorlayarak sokağa taşan, esas olarak ekonomik nitelikli protesto ve direnişleri yaşandı. 88,89 ve 90 1 Mayıslarına işçiler giderek artan bir nicelikte iş bırakarak ve sonuncusuna özellikle sokak hareketine de yönelerek katıldılar. 90 sonu ve 91 başı yaygın grevlerin yanı sıra ülkede ilk kez bir genel grev gerçekleşti, Zonguldak grevi işçi hareketinde yepyeni bir sayfa açtı, grev sokak hareketiyle birleşti ve işçiler Ankara’ya yürümeye giriştiler.
İşçi sınıfı, giderek kendisini, hem yaygın bir kitlesellikle hem de bir siyasallaşma eğilimi içinde eylemiyle sokaklara taşarak, bir yandan yasaları diğer yandan burjuva partileri ve sendika bürokratlarının etki ve barikatlarını zorlayarak, çeşitli biçimlerdeki işçi komitelerine dayanma ve onlardan güç alma yönetimine girerek ortaya koyuyordu.
Yılların işçi sınıfında yarattığı birikim, güçlü ve kimsenin görmezden gelemeyeceği bir sınıf hareketine yol açmıştı. Artık devrimin temel ve önder gücü, gerek eyleminin yaygınlığı ve gücüyle, gerekse diğer ezilen sınıf ve tabakaları peşinden sürükleme yeteneğinde olduğunu şimdiden göstererek sahnedeydi. Sınıf, aslında bu niteliklerini, 71 ve 80 öncelerinde de, örneğin 15-16 Haziran’da ve MESS grevlerinde, Tariş direnişinde de ortaya koymuştu. Ama bu kez ortaya koyuş tümünden güçlüydü ve rüzgarı herkesi sürükleyecek şiddetteydi. “Emekli devrimcilere bile etkiledi. Bir zamanlar mücadeleye damgasını vurma durumunda olabilen küçük burjuvazi, aydınları, özellikle öğrenciler ve öğrenci hareketi, .şimdi yapmaları gereken şeyin işçi hareketini desteklemek olduğunu görme durumundaydı. Bu, bir yönüyle küçük burjuvaziyle, öğrencilere yönelik politik çalışmanın, aydınlatma faaliyetinin sonucu olsa da, esasta işçi sınıfının kendini ortaya koyuş gücünden kaynaklanmaktaydı.
Pratik durum kuşkusuz teoriye de yansımak zorunda. Ve hatta işçi hareketi karşısındaki pratik politik tutumlar dolayısıyla şimdiden bir ölçüde yansıdığını söylemek yanlış olmaz. “Suni denge” ve “öncü savaşı”nı, “şehirlerin kırlardan kuşatılması” ve “köylülerin temel güç” olduğunu savunanlar, sınıf hareketi karşısında coşku içindeler, hatalı yol ve yöntemlerle davransalar da işçi hareketiyle birleşmeye yöneliyor, bunun önemini belirtiyorlar. İşçilerin hem kitle eylemini hem de gücü ve niteliklerini yüceltiyorlar. Bu, kuşkusuz olumludur. Değerlendirmelerde, göstereceğiz, hatalar oluyor, ancak, giderek işçi hareketi kendisini daha köklü bir biçimde kabul ettirecektir. Başka türlüsünün olanaksız olduğu şimdiden görülüyor. Devletin, tarihten gelme “baba”lığı vb. ile işçi ve halkın mücadeleye atılmasını oluşturduğu bir “suni denge” aracılığıyla önlediği tezi üzerine kurulu olan, “o halde ‘öncüler’ ‘suni denge’yi kumalı” varsayımı üzerine oturtulan “öncü savaş”çılık anlayışı, kuşkusuz, sınıfın, kendisini eylemiyle bu güçlülükte ortaya koyusu karşısında, hareket noktası edindiği tezden başlayarak, geçersizleşmektedir. İşçilerin on binlercesi sokaklara dökülmüşken, “kitlelerin tarihsel pasifliğini gidermek üzere oligarşiyle halk arasındaki çelişmeleri açığa çıkarmak” ve “devletin kofluğunu göstermek” amaçlı “öncü savaş” teorisi, amacını yitirmekte ve dolayısıyla pratik olarak da anlamsızlaşmaktadır. Zonguldak işçileri civar köylüleri peşine takarken ve bu, söylenegeldiği üzere, bir “ideolojik öncülük” nedeniyle değil, bizzat sınıfın eylemliliği nedeniyle gerçekleşirken, hala köylülüğün “temel güç olduğu” ve “şehirlerin kırlardan kuşatılacağı” iddiasında bulunmak, gerçekçi olmayacaktır.
Sınıf kendini ortaya koymuştur; varlığı ve niteliklerini sağdan ya da “sol”dan görmezden gelen tüm teori, tez ve yaklaşımları savunulabilir ve “ikna edici” olmaktan uzaklaştırmaktadır.
Türkiye’de bugün devrimin iki temel dinamiği var: işçi hareketi ve ulusal hareket. İkisi birbirini nesnel olarak (giderek bilinç yönüyle de) geliştirmekte ve desteklemektedir. Karşıdaysa, sermaye ve faşizm var. Diktatörlük, onun ANAP elindeki yürütücü organı, militarist aygıt ve başındakiler, devrimin bu dinamiklerini etkisizleştirmeye yönelik eylem halindedirler. İşçi hareketini ve ulusal hareketi bastırıp ezmek, temel kaygılar) durumundadır. Bu, işçi hareketinin Türkiye’de şimdiye dek görülmedik özellikler taşıyan bir atılım içine girdiği tarihsel bir dönemeç oluşturan 90 Aralık’ından sonra özellikle böyle olmuştur.
Burjuvazi, militarist aygıtın başlan, diktatörlük ve yürütme organı, özellikle Zonguldak direnişinin patlak vermesinden itibaren, işçi sınıfı ve onun etrafında oluşan halk hareketinin yarattığı güç ve baskı karşısında oldukça zorlandı. Madencilerin yasa tanımaz sokak eylemciliğini, esasta Türk-İş’in sendika bürokratlarının barikatlarım aşamasa da yasada yeri olmayan 3 Ocak “genel eylemi”ni, Eskiçağa’ya kadar Ankara yürüyüşünü sineye çekmek durumunda kaldı. Başbakan madencilerin ayağına gitti. İşçi hareketi temelinde oluşan toplumsal muhalefetin savaş karşıtı duygu ve tutumları ve zaaflar taşıyor olsa da eylemliliği karşısında gericilik savaşa yürüyüşünü yavaşlatmak zorunda kaldı. Sınıf ve halk hareketinin ortaya koyduğu eylemli güç, fiilen uygulamasına geçilen, “savaş hali” ya da “olağanüstü hal”in resmen ve bütünüyle hayata geçirilmesini önledi.
Ancak, sermaye ve faşizm, diktatörlük, işçi ve halk hareketinin, özellikle Zonguldak direnişiyle birlikte oluşturduğu güç karşısında zorlanmasına, bazı geri adımlar atmasına, savaşçı girişimlerini yavaşlatmasına rağmen, sonuçta, şimdilik ve esasta kısa dönemli amaçlarına ulaşmayı da başardı. Bugün, Zonguldak grevi dâhil grevler durdurulmuş, grevciler, sendika bürokratlarının da çabasıyla, ileri sürdükleri taslakların çok altında imzalanan toplu sözleşmelere ses çıkarmamaya razı edilmiş, başta İncirlik olmak üzere üsler Amari kan ordusunun kullanımına açılmış, Türkiye bir ucundan fiilen savaşa bulaştırılmış, bir “savaş hali” ya da “olağanüstü hal” le ulaşılmak istenen hedeflere büyük ölçüde varılmış, bu “hal”lerin koşulları önemli ölçüde oluşturulmuştur. Sermaye ve faşizm savaşı değil ama bir muharebeyi, birtakım zayiatlar verse de, kazanmış durumdadır. Devrim ilerleyişinde geçici ve kısmi bir gerileme içine girmiş, işçi ve halk hareketi, iş-ekmek-özgürlük mücadelesi taktik bir yenilgiye uğramıştır, bir cephe yenilgisine.
Sermaye ve faşizm saldırmaya mahkumdu, çünkü çözümsüz ve umutsuzdu, işçi ve halk hareketini olağan koşullarla yatıştırıp başarmaya güç ve olanak bulamıyordu. Savaş ortamından yararlanmaya, zorbalık çözümlerini devreye sokmaya yöneldi, işçi ve halk hareketini ezdiğinde savaşçı hesaplarını uygulama şansını da elde edebilecekti. Ekonomik ve siyasal çözümsüzlüğü, burjuvazi ve diktatörlüğü saldırıya yöneltti ve atılan bu ilk adımla bir başarı kazanıldı. Ancak, kazandan, geçici bir başarıdır. Sermaye ve faşizm açısından “grev erteleme” karan, işten atmalar ve işçi hareketinin şimdilik önünün alınmasıyla aldan bu zafer adımı, işçi ve halk hareketinin ezilmesini amaçlayan zorbalığa dayalı genel ekonomik ve siyasal saldırının bir ilk adımıdır. Bunu peşinden gelecek diğer adımların takip etmesi sağlanmaya çalışılacaktır.
Ancak, bu kolay değildir. Çatışmanın sertleşeceğini öngörmek yanlış olmayacaktır. Sermaye ve faşizmin karşısında, özellikle son yıllar ve aylarda kendi gücünü sınamış ve deneylerden geçmiş bir güç var. Kitle mücadelesinin dalgası genel olarak düşüş içine girmiş değildir. Çözümsüz ekonomik ve siyasal koşullar, işçi ve halk hareketini yükselişe iten bir zemin oluşturmaktadır. Ekmek talebini, ücrete ilişkin sorunları; işçi eylemini yatıştırmaya elverecek ve dolayısıyla burjuvaziyi rahatlatacak bir düzeyde çözüme kavuşturmanın yanına bile yaklaşılamamıştır, böyle bir çözümü burjuvazinin yakalayabilmesinin olanağı da bu koşullarda yoktur. İş talebi, karşılanmak bir yana, burjuvazinin “zafer sarhoşluğu” ile giriştiği ve büyük ölçüde ileri işçilere yönelik, yüksek rakamlara ulaşan yeni işten atmalarla daha yakıcı bir hal almıştır. Yeni kısıtlama ve yasaklarla pekiştirilmeye girişilen özgürlük yoksunluğu, sınıftaki hoşnutsuzluğu ve eylemci ruhu kabartıcı bir başka veridir. Çalışma yaşamına ilişkin dayatılan koşullar, durmak bilmeyen zamlar ve hayatın giderek pahalılaşmasının oluşturduğu dayanılmaz geçim koşulları ve yanı sıra faşizmin yeni yasaklarla geliştirilen baskı, saldırı ve daha ötesine yönelme tehditleri, yığın hareketinin genel bir geri çekiliş ve düşme içine girmesinin değil, yükselişe itilmesinin temel faktörleridir. Burjuvazi ve faşizm, aslında, kazandığı geçici zaferle, işçi ve halk hareketine yeni bir ileri atılımı dayatmakta, onları yakın geçmişteki deneylerinden güç alarak devrimci eğitimlerini tamamlamaya zorlamaktadır.
Grev ertelemelerine, işten atmalara, yasakçı zorbalık ve tehditlere karşı, savaşa karşı ciddi ve yaygın kitlesel direnişler olmadığı bir gerçek. Sınırlı yemek boykotları, protestolar ve iş yavaşlatmalar görüldü yalnızca. Üstelik Zonguldak direnişinin kırılması, oldukça kötü toplu sözleşmeler, grev ertelemeleri ve işten atmalar, işçi hareketinin uğradığı yenilgi ve sonuçları, sınıfın saflarında belirli bir moral bozucu etkide de bulundu. Ancak hemen her fabrika ve işletmede, maden ocaklarında işçiler yoğun bir tartışma süreci içindeler. Son birkaç ayın deneyleriyle birlikte sermaye ve faşizmin saldırılarını ve sonuçlarını tartışıyorlar, üretim yavaşlatma ve üretmemeyi tartışıyorlar. Bu, devrimci eğitimin ilerlemesi demektir. Ekonomik ve siyasal koşullarıyla birlikte dikkate alındığında yığın eyleminin genel bir düşme içine girmekten uzak olduğu da düşünüldüğünde, alman yenilgi sonrası hareketin bir “soluklanma” içinde bulunduğu sonucuna varmak doğru olacaktır.
Ekonomik ve siyasal çerçeve koşullan, burjuvazinin çözümsüzlüğü, yenilginin tartışmasıyla eğitilen sınıfın 600 bin üyesinin toplu sözleşme aşamasında bulunduğu ve yanı sıra son ayların tecrübe ve kendi gücüne güven birikimiyle sermaye ve faşizmin yeni saldırılarının oluşturduğu yeni tepkiler göz önüne alındığında, bu “soluklanma”nın pek de uzun bir süreyi kapsamayacağı söylenebilir. Bu koşullarda sermaye ve faşizmin son karar, yasak ve saldırılarına karşı yeni bir yığın hareketi dalgasının yükselme potansiyelinin bugünden var olduğunu söylemek kehanet olmayacaktır. Diktatörlük ve yürütme organı da bu durumun farkındadır, adımlarını yavaş ve ikircikli atmakta, öyle pek de kendine güvenli davranamamaktadır. Üstelik her ne kadar yükselen işçi ve halk hareketinden duydukları korkuyla kendi aralarında birleşmeye ve siyasetlerini yakınlaştırmaya yönelseler de, burjuvazi ve gericilik içindeki çelişme ve çatışmalar, bölünmüşlük sürmektedir, krizin bir faktörünü oluşturmaktadır ve verili koşullarda ileri boyutlarda giderilme belirtisi göstermemektedir. Bu çelişmeler ve bölünmüşlük, işçi ve halk hareketinin yeni bir atılımını kolaylaştırıcı, koşullarını elverişli kılıcı bir etken durumundadır.
Burada sübjektif etkene geliyoruz.
İşçi ve halk hareketinin alınan bir “cephe yenilgisi” sonrası yeni bir atılımının, yeni kabarışın eşiğinde bilinçli işçinin üzerine düşen nedir? Sorun iki yanlıdır. Birincisi, alınan taktik yenilginin nedenlerinin ortaya konup açık olarak kavranması ve kavratılmasıdır. Bu, yeni bir atılımın eşiğinde, hareketin genel bir düşme içine girmediği koşullarda özellikle önemlidir, çünkü yeni döneme son ayların tecrübelerinden ders alarak girmek, bu dönemde başarılı bir ilerleyişin zeminini oluşturacaktır. Ye işçi yığınları hareketli eylem günlerinin ardından belki de en çok şimdi neden ve sonuçlarıyla içinde bulunduktan durumu, yaptıklarını ve yapmaları gerekeni tartışmaktadırlar. Ve ikincisi, yakın geçmişin derslerinden güç alarak yeni atılım döneminin görece sert olması kaçınılmaz koşullarına hazırlanmak. Biz birincisiyle ilgileneceğiz.
Burjuvazinin, diktatörlüğünün, onun yürütme organının, grevleri yasaklayıp durdurarak yığınsal işçi hareketini geriletme, yoğun işten atmalara girişme ve ülkeyi savaş batağına sürüklemede geçici de olsa başarı kazanmasının, işçi hareketinin zaaflarından yararlanarak gerçekleştirildiği açıktır. Sermaye ve faşizm, amaçlarını gerçekleştirme ve işçi hareketini geriletme yönünde başlıca, işçi hareketi üzerindeki burjuva etkiden, hareketin esas olarak kendiliğindenliği ve burjuva siyasal karakteri aşamamasından, talep ve biçimler olarak ileri atılmasının önündeki engellerin bertaraf edilerek bu ilerleyişin sağlanamamasından yararlandı. Grev ve direnişleri fiilen sürükleyen komünist ve öncü işçiler ve genel olarak işçi kitlesi, Zonguldak’ta, 3 Ocak’ta ve Türk Metal grevlerinde, birçok fabrika ve işletmede hareketi ileri doğru itme ve kendiliğindenliğin sınırlarını aşmada çeşitli adımlar atmış, bazı bazı başarılar kazanmış ve hatta Türk Metale ilk kez grev ve Türk-İş’e ilk kez genel grev kararı aldırma gibi bazı “ilk”leri başarmış olsalar da, sendika bürokrasisi ve çeşitli burjuva partilerin işçi hareketinin yönetimini elinde bulundurmasına son verememişlerdir. Bu, işçi hareketinin temel zaafıdır ve diktatörlük ve yürütme organı, hareketi geriletmede, başlıca, işçi hareketinin yönetimini elinde tutan ve her şeye rağmen onun içeriği ve karakterini belirlemeye devam eden sendika bürokrasisi ve çeşitli gruplardan oluşan liberal reformcu burjuva partisinin sunduğu olanağı kullanmıştır. Grev ve direnişlerle gelişen işçi hareketi, her adımında, sendika bürokrasisi ve çeşitli burjuva partilerinden kaynaklanan liberal reformcu anlayış ve tutumlarla sınırlanmış, işçi yığınlarının öfke, sınıf kini, coşku ve eylemciliğinin yolu karartılıp saptırılmış, hareketinin gelişmesinin önüne çeşitli engeller dikilmiştir. Sınıfın, hatta en geri tabakaları bile, birçok durumda pratik olarak Türk-İş yönetiminin, Şevket Yılmaz’ın ve çeşitli burjuva partilerin dost olmayan yüzünü görüp bunlara karşı nefretle dolmasına, sendika bürokratları ve burjuva parti temsilcileri birçok yerde eylemci işçilerin yanına yaklaşamamalarına, yaklaşsalar bile kovulmalarına rağmen, başlıca ideolojik ve siyasal yönlendirmede ve işçi örgütlerinin başına çöreklenmiş olmalarında ifadesini bulan yönetim tekelleri kırılamamış; işçi hareketi, tersi çeşitli durumlara da yol açmakla birlikte, esasta onlar tarafından yerleştirilmiş burjuva anlayış ve yaklaşımların dışına çıkamamış, burjuva siyasal içeriği aşamamıştır.
DYP, SHP, DSP, RP gibi partiler, işçi hareketini, özellikle ilk patlak verdiğinde kendi parlamentarist amaçlarının ve ANAP ve hükümetiyle hesaplaşmalarının nesnesi olarak kullanmaya ve yedeklemeye çalıştılar. İşçi hareketini, bu partilerle birlikte düzenin sadık bendesi Türk-İş yönetimi de hükümete karşı yönelmekle sınırlamaya ve böylelikle düzenin bekasım sağlamaya çalıştılar. Aynı işi, işçi ve genel grev yanlısı göstermelik propagandaya hız vererek ve devrimci bir görüntü yaratmaya çalışarak SP de yaptı. Bu partiler, işçi hareketinin taşıdığı potansiyeli görmüşler ve bunu “oy”a dönüştürme peşine düşmüşlerdi. ANAP hükümetinin yerine bir “erken seçim” yoluyla kendi hükümetlerini geçirmenin güçlü bir kaldıracını bulduklarını düşünüyorlardı. İşçi hareketini yedekleyerek güç toplayacaklardı.
Burjuva partiler ve Türk-İş mücadelenin ekmek ve hak mücadelesi olduğunu vurguluyor, “aşırıya varma olasılığına karşı, işçi hareketinin ekmek ve hak talepleriyle hükümetle çatışmaya girmesinden hoşnutluk duyuyor, böyle bir çatışma gereğini yayıyorlardı. Kendiliğinden işçi hareketi de zaten hükümetten hak talep etme, ona hak dayatma noktasına gelip dayanmıştı. Burjuva partiler ve Türk-İş yönetimi ANAP hükümetinin istifası talebini formüle edip işçi hareketine yamamaya çalışırken, onu sınırlamaya ve taşıdığı düzen karşıtı potansiyel ve eğilimi geçersizleştirmeye, hareketin düzen karşıtı kanallara girmesinin önünü kesmeye çalışıyorlardı.
“Teori” dergisinde “DSP, tıpkı SHP gibi daha grevin başında, bunun bir hak mücadelesi olup siyasal yanı bulunmadığını Ecevit’in ağzından açıklamıştı… “Sosyal Demokrasi mücadelenin siyasal içeriğine başından itibaren kuşkuyla baktı.” diye yazan Hasan Yalçın, kuşkusuz sorunu çarpıtmaya yönetiyor ve sosyal demokrasiye de haksızlık ediyor. “Hak mücadelesi” ile “siyasal yanı bulunmak” birbirine karşıt şeyler değildir ve üstelik sosyal demokrasinin mücadelenin siyasal içerikli oluşuna karşı olduğunu düşünmek, sosyal demokrasinin kendi kendini inkâr ettiğini düşünmekle eşdeğerdedir. Burjuva reformculuğu niçin işçi hareketinin hak talebiyle sınırlı, hükümete haklarını dayatma ve olmazsa haklarını, verecek bir başka hükümet aramak üzere bu hükümeti istifaya çağırmakla sınırlı siyasal içeriğine karşı olsun? Tersine hareketin böyle bir içeriğe sahip olmasını isteyen, burjuva reformizmin ta kendisidir. Türk-İş’e işçi hareketi dayattı diyelim, SHP ve DSP’ye de, SP’ye de hükümetin istifasını ve “erken seçim “i öngören talepler formüle etmeyi işçiler mi dayattı? Reformcu burjuva partilerin politikalarını da işçiler mi belirtiyor? Burjuva reformist partilerin SHP’nin, DSP’nin, SP’nin reformcu siyasetler ve bunun başlıca yönü olarak hükümete yönelik olmakla sınırlı, talepler formüle edip geliştirmeleri ve bu siyaset ve talepleri işçilere benimseterek onların hareketini peşlerine takıp kendi siyasal amaçlarına uygun olarak kullanmaya çalışmalarından doğal bir şey yoktur. Burjuva partiler ve sendika bürokrasisi, işçi hareketinin siyasal içeriğine değil, bu içeriğin komünist ve devrimci düzen aleyhtarı bir nitelik kazanmasına karşıdırlar, bundan kuşku ve kaygı duyarlar.
Özgürlük Dünyası’nın geçen sayısında yayınlanan “Kendiliğinden Hareket, Zonguldak ve Kendiliğindencilik” başlıklı yazıda üzerinde duruldu: Zonguldak direnişi siyasal bir hareketti, ötesine geçen özellikler de taşımasına rağmen, hükümete yönelik hak mücadelesi olma karakteri taşıyordu ve bu nedenle kendiliğindenliğin sınırlarını esas olarak aşamıyordu. Hasan Yalçın, yazısında, kendiliğinden hareketi, salt ekonomik harekete, ekonomik talepli harekete özdeşleştirmeye uğraşıyor. Bu, kuşkusuz yanlıştır. Salt ekonomik hareket burjuva bir siyasal içerik taşıdığı gibi, ekonomik taleplerin öte-, sinde siyasal taleplere de sahip olan, sadece genel grevle ve genel işçi ve halk muhalefetiyle birleşmesi ve örneğin demokratik içerikli talepler ileri sürmesi dolayısıyla siyasal olmakla kalmayan ama hak mücadelesinden kalkınarak bu zeminde hükümete karşı talepler ileri süren, hükümete karşı da siyaset yapan Zonguldak direnişi benzeri eylemlerle karşılaşmak da doğaldır. Hatta, Yeni Demokrasi, Mücadele, Demokrat! gibi dergilerin sıkça vurguladıkları gibi, grev ve direnişleri içinde, işçilerin, karşılarına çıkan çeşitli devlet kurum ve organlarım “görüp tanımaları”, onların tek tek bilgilerine varmaları olanaklıdır. Ama bu bilgi, sınıfların birbirleriyle ve devletle olan ilişkilerinin genel bilgisi düzeyine yükselmedikçe ve işçiler bu bilgiye dayanarak kendi iktidarlarını ya da onun özgül biçimlerini kurmaya yönelik bir yaklaşımla yönlenip hareket etmedikçe, tek tek bilgiler ve sınıf sezgisinden kaynaklanan pratik tutumlarla sınırlan şurada burada zorlanıp asılsa da, hareket, esas olarak, kendiliğindenliğin sınırlarını aşamayacaktır, aşamamıştır. Kısacası, kendiliğinden hareket, ekonomik mücadele alanında oluşan siyasal taleplerle ortaya çıkabilir. Ancak, hareketin kendiliğinden oluştan kurtulması, kendiliğindenciliğin, aynı anlama gelmek üzere, ister salt ekonomik talepli tek tek grevlerde, isterse hükümeti hedefleyen hak talepli ekonomik ya da siyasal grev ve direnişlerde olsun, ekonomizm ve reformculuk olarak şekillenen burjuva siyasal içeriğin aşılmasına bağlıdır. Proletarya düzen sınırlan dışına çıkmayı bilinçle hedeflemedikçe kendiliğindenliğin sınırlarına hapsolmaya mahkûm olacaktır. Bunun için gerekli olan, hükümetlere karşı olmakla (ama düzene ve diktatörlüğe yönelmemekle) sınırlı kalmayan sosyalist bilinç ve en çok hükümet karşıtlığıyla sınırlanan burjuva siyasal bilincin ötesine geçmektir.
Kendiliğinden bilinç, tek tek ekonomik talep ve grevlerden hükümetlerden hak taleplerine ve onların hedeflenmesine kadar varan bir mücadele alanı oluşturan ekonomik mücadele alanından kaynaklanır, bu alanda edinilebilir. Bütün bir sınıflar ilişkisi ve onların devlet karşısındaki durumlarının genel bilgisinden yoksunlukla karakterize olan ve düzen ve diktatörlük karşıtlığını içermeyen bu bilinç, burjuva siyasal bilinçtir, şu ya da bu burjuva partisinin ve sendika bürokratlarının düzen yanlısı talep ve mücadeleleriyle, onların burjuva siyasetiyle birleşir. Henüz burjuva ideolojisinin ufku aşılmamıştır. Sosyalist bilinç, ekonomik mücadele alanının dışından, toplumsal olarak düzen içinde belirli yerler tutan sınıfların birbirleriyle ilişkisi, egemenlikleri ya da ezilmeleri, toplumsal olarak ekonomik ve siyasal öz ve biçimleriyle yönettikleri ya da yönetildikleri, devletin de yer tuttuğu siyasal alanda elde edilebilir. Dikkat edilirse, burada söz konusu olan, hükümetler değildir, sınıflar ve devlettir, toplumsal düzendir. İşçi sınıfı bu yönüyle kendisinin bilincine varıp eylemiyle kendisini ortaya koyduğu ölçüde kendiliğindenlik alanının dışında demektir. Burjuvazi ve devleti karşısında kendi konumunu kavramamış, henüz burjuvazinin şu ya da bu hükümetinin karşıtlığı alanının ötesine geçememiş, dolayısıyla çeşitli burjuva hükümetlerin muhalifi başka burjuva parti ve grupların etkisinden kurtulamamış, kendisini onların etkisinin dışına alamamış proletarya, burjuva ideolojisinin etkisi altındadır ve hareketi burjuva liberal reformcu bir içerik taşıyor demektir. Öyle Hasan Yalçın’ın ve SP’nin propaganda ettiği gibi, salt ekonomik taleplerin ötesine geçip hükümetten haklar talep ederek hareket eden işçi sınıfı ve hareketi, hemen kendiliğindenlikten kurtulamıyor; kurtulduğunu savunanlar, SP gibi burjuva partiler, kendiliğindenliğin Önünde diz çökmüş ve kendiliğindenci olarak tanımlanmaya hak kazanmış oluyorlar.
Sınıfın hareketini kendiliğinden hareket olarak tanımlamakta, onu küçümsemenin zerresi yoktur. Tersine, sınıfın kendiliğinden hareketine övgüler düzmek ve onu sınıfın bağımsız siyasal hareketi gibi göstermek, sındı burjuvazinin etkisine terk etmek, burjuva siyasal içeriğe kayıtsız kalmak, sınıfı burjuvazinin kuyruğu olmaya mahkûm etmek demektir.
Burjuva reformcu siyasal partiler, sendika bürokrasisi, SHP, DSP, SP, Troçkistler, Türk-İş yönetimi, 3 Ocak “genel eylemi” ve Zonguldak direnişinin kendiliğindenliğine, burjuva siyasal içeriğine övgüler düzdüler, hareketin sahip olduğu bu içeriğin ötesine geçmesine engel olmaya çalıştılar. Tümü, işçi hareketinin başlıca talebi olarak ANAP hükümetinin istifası ya da yıkılmasını formüle etti. işçi hareketi de zaten kendiliğinden bu noktadaydı. Sosyal demokrasi bu noktada kaldıkça işçi hareketini destekledi; yasal sınırların ötesine geçmek, bu sınırları zorlamak, talep ve eylem biçimleriyle ileri atılmak, ve sınıfın nesnel konumu, çıkarları ve kendini ortaya koyuşunun potansiyel olarak içerdiği düzen karşıtlığını dışa vurmak eğilimi içine girdikçe, hareketin, kendiliğindenliğin ve aynı anlama gelmek üzere, burjuva liberal siyasal içeriğin dışına taşmak ve kontrolünden çıkmak yönünde geliştiğini gördüğünde, “iç savaşa gidiliyor”, “sorun bir an önce çözülüp bitirilmeli” (İnönü) şeklinde ifade edilen konuma çekilerek desteğini çekti. Bu noktaya gelirken zaten madenciler de sosyal demokrasiden desteğini çekmişti. Hala esasta onların sloganlarıyla yürümelerine rağmen, pratik olarak SHP, DSP, SP gibi partiler ve Türk-İş yönetimi, özellikle Şevket Yılmaz’ın şahsında tecrit durumuna gelmişlerdi. Zonguldak-Ankara yürüyüşünü müdahaleleriyle yönlendirmeye çalışan Cevdet Selvi ve beraberindeki SHP yöneticisi milletvekillerine “siz şöyle kenarda durun, aldığımız kararları size bildireceğiz, siz de ne tür bir destek verebileceğinizi kararlaştırırsınız” deniyordu. SP’nin Zonguldak teşkilatı ise çoktan dağılmıştı. Bu noktada tek tek devlet iktidarının çeşitli yönlerini hedefleyen “tanklarıyla toplarıyla gelseler bile…”, “başkan canların işkencede”, “DGM yapısı, işkence kapısı” türünden sloganlar da gündeme girmeye başladı.
Ancak 3 Ocak ve Zonguldak direnişine damgasını vuran “hükümet istifa”, “Özal istifa” gibi sloganlardı, somut ekonomik hak taleplerini ifade eden sloganların yanı sıra. Ve bu talepler, SHP, DYP, DSP gibi partilerin “erken seçim”le ANAP hükümetine son verme amaçlarıyla birleşme durumunda.
Aynı talepler SP tarafından da formüle edilmektedir. Özgürlük Dünyası’nın şubat sayısındaki “işçi sınıfı, SP ve Reformculuk” başlıklı yazıda konu üzerinde durulmuştu. “Özalları yıkmak için genel grev”, “demokratik erken seçim için genel grev”, “cumhurbaşkanlığı problemini çözmek için genel grev”, SP’nin genel greve yüklediği hedefleri gösteren “Eylem” dergisinde yer alan sloganlardır.
Bu partinin amaçlan SHP, DSP ve DYP ile birleşmekte, SP, sayılan diğer burjuva muhalif partilerden amaçlarda değil, genel grev ajitasyonuna ağırlık vermesiyle ayrılmaktadır. Genel greve SHP, DSP, DYP gibi partiler de sahip çıktılar, ancak, SP onlardan ve devrime cepheden saldırdıktan kendi geçmişlerinden, Marksist terminolojiyi kullanmak ve devrimci görüntü vermeye çalışmakla, bu amaçla “emekçi çözümü”, “genel grev” laflan m bolca sarf etmekle ayrılıyor. Eskiden, örneğin 80 öncesi, devrimci hareket ve halk hareketine karşı Evren’le bile birleşmeye çalışıp, “sahte sol” ve PKK ihbarcılıklarıyla devlete ve mahkemelere yol göstermekle (Bkz. TİKP mahkeme zabıtları) övünen Aydınlıkçılar, şimdi SP’nin erken seçim amaçlı genel grev ajitasyonuyla övünüyorlar. Bu da bir ilerlemedir! Bu durum, şimdi SP’nin işçi ve halk hareketini inceltilmiş yöntemlerle düzene bağlamaya yöneldiğini göstermektedir. Artık işçi ve halk hareketine, devrime açıktan ve cepheden saldırmıyorlar, dilleri yandı, deney sahibi oldular. Şimdi “genel grev”, “devrim”,” emekçi çözümü” gibi çekici, işçi ve devrim yanlısı göstermelik laf ve sloganlarla, ama kendiliğinden harekete övgüler düzerek, işçi ve emekçilerin derin düzen aleyhtarı öfke ve hoşnutsuzluğunu, işçi ve halk hareketini kendiliğindenciliğin, liberalizmin sınırlan içine hapsetmeye, onu düzen içi kanallara akıtıp eritmeye, ilerlemesini ve düzen karşıtı bir hareket olarak gelişmesini engellemeye çalışıyorlar. Kendiliğinden hareketi yüceltip onu sınıfın bağımsız siyasal hareketi gibi göstermeleri, kendi kendiliğindenciliklerini, burjuva liberal, reformcu siyaset ve taktiklerini devrimci ve sınıfın bağımsız siyaset ve taktikleri olarak lanse edip doğrulatmak, reformculuklarını gizlemek amacına yöneliktir.
Benzer bir tutuma Troçkistler de sahipler. Onlar, sorunu SP’den biraz daha “geniş” çerçeve içinde ele alarak, hükümet sorununu rejim sorununa bağlıyor, hükümetin devrilmesini Eylül rejimine son verilmesiyle birlikte öngörüyorlar. (SP’nin de toplumsal muhalefet daha ileri boyutlar kazandığında bu noktaya gelebileceği tahmin edilebilir, yeter ki düzen ve diktatörlük koşullan değişmesin; gerektiğinde düzenin çok sivri ve göze batıcı yanlarının, bu arada rejimin giderilmesine de katlanılabilir. Bu bütün burjuva partiler ve düzen yanlısı akımların genel tutumudur. Düzeni korumak için, zorunlu olduğunda, gerekli tavizleri verme: reformculuk da zaten budur):
“Türkiye bugün devlet başkanı Özal, onun bazı bakanları ve generallerden oluşan bir MGK Hükümeti tarafından yönetiliyor… Bu hükümet en kısa zamanda işbaşından uzaklaştırılmalı ve arkasına yaslandığı 12 Eylül generallerinin Anayasası da bir halk oylamasıyla çöp sepetine atılmalıdır… Bir genel grev öncelikle böyle bir halk oylaması talebini ileri sürmelidir. Halk oylaması ile birlikte derhal bir Kurucu Meclis toplanmaldır.” (“Sosyalizm”, sayı 7)
Hangi ülkede olacak bunlar!
SP’nin ve SHP ile DSP’nin reformcu siyaset ve taktiklerinden esasta bir farklılık taşımıyor. Şimdi pek üzerinde durulmasa da, bir zamanlar SHP ve DSP tarafından önerilip gündeme getirilmiş “Kurucu Meclis” talebi dâhil, Anayasanın değiştirilmesi, bunun için halk oylaması ve tabii hükümetin işbaşından uzaklaştırılması talepleri, bu değişiklikleri ele alış zemini ve bunlar için öngörülen taktikler, Troçkistlere özgü değildir ve tüm bir reformcu, liberal cephe tarafından savunulmaktadır. Troçkistlerin farkı, olsa olsa, diğer reformcular, Özal ve ANAP’la ordu arasında önemli çelişme ve kopukluklar olduğunu ileri sürerken, onların bütünlükten söz etmelerinde olabilir. Ötesinde, aynı düzen içi ele alışlar ve çözüm önerileri, düzen, diktatörlük ve bütün bir üst yapı dokunulmaz kalır ve muhalefet konusu edilmezken, sorunu, hükümet ve anayasa değişikliği ve “erken” ya da “kurucu” seçim vb. olarak ortaya koymak Troçkistler tarafından da savunulmaktadır. Tümü, ortak bir zemindedirler.
Hükümetler, devletlerin yürütme organlarından ibarettirler. Parlamentolar da asma yaprakları. Sorunu hükümetler ve hükümet değişiklikleri, parlamentolar ve onların yenilenmeleri, yani seçimler çerçevesinde ele alış, hükümet ve parlamentoları düzen ve devletten ayırmak, buna bağlanmayan mücadelelerin konusu yapmak burjuva liberalizmi ve reformculuğun iflah olmaz hastalığıdır. İstendiği kadar hükümetlerin “ilk adım”, “baş hedef” vb olarak devrilmeleri ya da seçimlerin ” demokratik”, “kurucu” vb. olarak gerçekleştirilmeleri üzerinde durulsun, işin aslı değişmez “Yarının değil bugünün devleti” koşullarında, bürokratik militarist aygıt yerli yerinde dururken, işçi ve halk hareketini somut taleplerinden kalkarak bu hedeflere yöneltme yerine, bu harekete, değiştirilmemiş üst yapı koşullarında gerçekleştirilecek “seçim” hedeflerini yüklemek ve bu seçimlerden, -mümkün olan en demokratiği bile yapılabilecek olsa-, devrimci sonuçlar ummak, daha doğru bir söyleyişle, buna işçi ve emekçileri inandırmaya çalışmak, reformculuğun bir de üstelik parlamentarizmidir. (Buraya bir not düşmek istiyoruz: Teori dergisinin şubat sayısında, tartışılan konulan içeren Hasan Yalçın’ın yazısında “demokratik erken seçim” önerisi geçmiyor. Parlamentarist görüntüden kaçınmak için bu öneriden vazgeçiliyorsa, bunun açıkça yapılması iyi olacaktır. Ve doğal ki bu görüntüden kaçınmak için daha yapılması gerekecek pek çok şey olacaktır. Örneğin parlamentarizm yerine darbecilik geçirilmeyecekse, hükümet değişikliklerinin amaçlanmasından da vazgeçmek, kendiliğindenlik önünde diz çökmekten vazgeçmek, işçi hareketine ilişkin bütün bir değerlendirme ve geliştirilmiş taktikleri geri almak, kısacası SP’den vazgeçmek gibi)
SP gibileri ve sanırız Troçkistler de bizi taktiksizlik, taktik bilgisine sahip olmamak, “toptancılık”, vb. ile suçlayacaklardır. Hasan Yalçın, yanıtlanmamış gibi, yine “devrimi taktiksiz bırakma” eleştirisini tekrarlıyor. Devrimi! Ama SP devrimle ilgilenmiyor ki! “Erken seçim taktiği” ile ya da hükümet değişiklikleriyle yetinen taktiklerle devrim mi yapılabilir?
Taktik mi? işçi ve halk hareketini, -geçici yenilgiye rağmen ve bu yenilgi geçici olduğu için değiştirmeye gerek olmadan-, genel grev ve somut taleplerle genel taleplerinin propagandasını birleştirerek hareketi düzene karşı ve “yarının devletine” ulaşmaya yöneltme taktiği. Taktik çizgi budur. Kuşkusuz bu, taktik sloganlara, üsluba, olası yeni gelişmelere göre ayrıntılandırılabilir ama aslı budur. ANAP hükümetini kimse savunmayacaklar kuşkusuz ve işçi ve halk hareketinin baskılarına dayanamayıp devrildiğinde de kimse üzülmeyecektir. Ama o hükümet ve yerine gelecekler de böyle devrilir. Sorun, hükümet devrilmeleriyle sınırlanmamak ve böyle sınırlı reformcu taktikler öngörmemek sorunudur. Seçime gelince, gündeme geldiğinde ona ilişkin bir tutum da alınır; kuşkusuz seçimlerde tavırsız kalınmayacaktır. Ancak sorun, güzel ya da çirkin, “demokratik” ya da değil, seçimler hedeflenmesiyle sınırlanmamak ve böyle sınırlı reformcu taktikler öngörmemektir. “Bugünün devleti” koşullarında ne de “demokratik” seçimler olur ya! Güç başkasının elindeyken, silahlara işçiler değil başkaları sahipken, “demokratik seçim” ve ANAP hükümetinin devrilmesiyle kurulacak herhalde “demokratik hükümet” hedefleme “taktiği”, ne denli “emekçi çözümü”ne hizmet eden ne denli “devrimci” taktiktir ya! Bu taktik sahipleri bir de reformcu-devrimci bölünmesinde kendilerinin “devrimci” tarafta yer aldıklarını iddia ediyor, böbürleniyorlar.
Benzer yaklaşımlar, aynı zamanda ileri sürülen tersi görüşlerle birlikte ve iç içe, eklektik bir bütün oluşturmak üzere, “Emperyalizm ve Oligarşiye Karşı Mücadele” ve “Demokrat!” dergilerinde de görülüyor.
“Mücadele”de örneğin şu doğrular yazılıyor
“Burjuva muhalefet eylemi politikleştirmemeye, kendi kontrolüne almaya ve erken seçim manevrası odağında Özal iktidarına karşı kullanmaya çalıştı.” (S.13, sf.18)
“Devrimciler kitleleri seçimin çare olmadığını, sömürü ve baskının sona ermesi için, onun yaratıcısı olan bu düzenin yıkılması gerektiğini, bunun tek yolunun da devrim olduğunu ısrarla anlatmak ve kavratmak zorundadırlar.” (S.12, sf.3)
Ama bu doğruların yanında “Mücadale”de SHP, SP ve Troçkistler gibi, işçi hareketi karşısında, bu hareketi hükümet karşıtlığıyla sınırlandırıcı reformcu bir tutum, burjuva reformculuğundan açık bir etkilenme de vardır.
Örneğin “Devrimci Sol Güçler”in 3 Ocak’a ilişkin bildirisi, “3 Ocak’ta Özal iktidarından hesap soralım” (Mücadele s.ll, sf.ll) şeklindeki sınırlayıcı bir çağrı ya da sloganla son bulmaktadır ve bildirinin perspektifi budur. Bu “Mücadele” sayısının başyazısı da aynı yaklaşıma sahiptir.
“3 Ocak gününü Türkiye emekçilerinin insanca ve onurlu bir yasam sürmesi için; 12 Eylül’ün tüm yasaklarını parçalamak ve gasp edilen hak ve özgürlükleri geri almak için; Özal iktidarının savaş politikalarını etkisiz kılarak halkımızın emperyalistlerin çıkarına bir savaş ateşinin ortasına atılmasını engellemek için; iktidara karşı bir savaş gününe dönüştürmek herkesin görevi olmalıdır.”(s.ll, sf 3)
Burada sorunun hükümet ve en ileri gittiği noktada -12 Eylül yasaklarıyla ilgili olarak- rejim sorunu olarak ele alındığı ortadadır. “İktidar”, Özal hükümetidir. Peki düzen ve devlet iktidarı bu durumda gözden kaçırılmış olmuyor mu? Ve öyle ki, özgürlükler ve demokrasi sorunu da, yukarıdaki pasajda genel bir demokrasi sorunu, devlet ve düzenle ilişkilendirilmiş haliyle demokrasi sorunu ve demokrasinin kazanılması olarak değil yalnızca 12 Eylül gasplarının geri alınması olarak konmakta, 12 Eylül öncesiyle bugün rejim açısından karşılaştırıldığında, sorunun rejim sorunu olarak bile ele alınmadığı görülmektedir. Aynı yaklaşım, “Mücadele”nin 10. sayısında da daha belirgin olarak yer almaktadır:
“Özal’ı hedef alan slogan ve konuşmalar sendikal mücadeleyi demokratik mücadeleyle bütünleştiriyor”lar. 3)
Burada Özal (ve hükümetini) hedef almanın demokrasi mücadelesi açısından yeterliliği ya da bir başka deyişle, demokrasi mücadelesinin hedefinin Özal ve hükümetiyle sınırlılığı ortaya konuyor açıkça. Ve bu tespitin yapıldığı yazı şöyle devam ediyor:
“Maden işçileri Türkiye’de oynanan demokrasicilik oyununu bozuyor, işçi sınıfı adına gerçek demokrasiyi istiyor. Oligarşiye ve emperyalizme karşı çıkıyor.”
Burada tam bir abartma ve karışıklık görülüyor. Özal’ı hedeflemekle kalan bir demokrasi mücadelesinin demokrasicilik oyununu bozması olanaksızdır, tersine böyle bir mücadele “demokrasicilik oyunu”nun tam da kendisidir. Ve bunun “gerçek demokrasi” isteği ve yönetimiyle bir ilgisi olamaz.
Öte yandan abartmalar da şunlar. Gerçek demokrasiyi istemek, sosyalist demokrasiyi istemektir. Bunun değil halk demokrasisinin kastedildiği varsayılsa bile, bu, siyasal sınıf bilincini ve maden işçilerinin direnişinin sınıfın bağımsız siyasal eylemi olarak gelişmesini gereksinir. Durum böyle değildir. Burada kendiliğinden hareketi abartmak ve bağımsız siyasal sınıf hareketi olarak değerlendirmek, bunu hem de Özal hükümetini hedeflediği ve hedeflemesi gerektiği ileri sürülen işçi hareketi şahsında varsaymak ve dolayısıyla burjuva siyasal içeriğe olmadık misyonlar yüklemek hatasına düşülmektedir ki, bu, reformculuktan açık bir etkilenmedir. Ve oligarşiye karşı çıkma. Bu, devlete, diktatörlüğe karşı çıkmak demektir. Bir bütünlük sağlanmış oluyor Maden işçileri, eylemleriyle diktatörlüğe karşı çıkıp burjuva karakterde olmayan bir demokrasi istemiş oluyorlar, böyle bir hareketin kendiliğinden olması olanaksızdır. Ama yine öte yandan, “Mücadele”, “…devrimci bir alternatifin olmadığı koşullar”dan (s.ll, sf.3) söz ediyor. Devrimci alternatifin, devrimci önderliğin olmadığı koşullarda diktatörlüğe, oligarşiye karşı gerçek demokrasi talebiyle gelişen bir işçi hareketi olanaklı mıdır? Bu, imkânsızdır. Öylesine imkânsızdır ki, bunun, “Mücadele” de farkındadır ve şunları yazmaktadır:
“Bu direniş (3 Ocak ‘genel eylemi’-ÖD.) geniş kitlelere nasıl mücadele etmek gerektiğini öğretmekle kalmadı… “(s.ll, sf.3) ve
“Kitleler kendi deneyleriyle öğreniyorlar… Kendi güçlerini gördüler, devleti, burjuva muhalefeti, sarı sendikacılığı tanıdılar.” (s. 13, sf.13)
“Mücadele”, daha henüz kitlelerin kendi eylemlerinden öğrendiklerini, hem de nasıl mücadele etmek gerektiğini öğrendiklerini belirterek, aslında, işçi hareketinin bağımsız sınıf hareketi düzeyinde olmadığını ortaya koymuş oluyor. Hareketin kendiliğinden karakterini tanımlamış oluyor.
(Geçmeden yukarıdaki abartıları not edelim. “Kitlelerin nasıl mücadele etmek gerektiğini öğrenmeleri”, genel bir deney edinme ve genel bilgilenme ve ajitasyon dışında kullanıldığında, -ki, öyle kullanılıyor-, yanlış ve abartılı oluyor. Kitleler kendi deneyleriyle öğrenirler ama öncülerinden öğrenirler. Hem “devrimci bir alternatifin olmadığı koşullar”dan ve hem de kitlelerin devleti ve burjuva muhalefetinin gerçek içeriğini tanımalarından söz etmek, bunları birlikte iddia etmek olanaksızdır. Üstelik pratikte de işçilerin henüz devleti ve burjuva muhalefeti gerçek içeriğiyle ve genel olarak tanıyıp öğrendiklerinden söz edilemez, çünkü işçi hareketi esas olarak burjuva liberal siyasal çerçevenin dışına taşamamış, burjuva ideolojisi ve siyasetinin dar sınırlarını aşamamıştır.)
“Mücadele”de çelişmeler, muğlâklık ve karışıklıklar var. Karışıklık, kendiliğinden hareketin, hem de Özal’ı hedefledikçe demokratikleştiği söylenen hareketin, aynı zamanda sınıfın siyasal hareketi olarak ele alınması noktasında. Öyle bir bağımsız sınıf hareketi ki, Özal’ı, Özalcı hükümeti hedeflemesi öngörülüyor. Bu karışıklık, sağlam bir kitle mücadelesi perspektifine sahip olmayan, “öncü savaş” anlayışını savunan “Mücadele”nin, güçlü bir şekilde ve büyük olasılıkla kendisi açısından “aniden” ortaya çıkan işçi hareketi karşısında şaşkınlığa düşmesi ve önceden üzerinde düşünülmemiş refleksif tepkiler vermesi, bu tepkilerin de kaçınılmazlıkla yaygın bir şekilde ortalıkta dolaştırılan reformcu yaklaşımlar ve propagandadan etkilenerek oluşmasından kaynaklanıyor olmalıdır.
ÖZGÜRLÜK 38
“Demokrat!” da, sınıf hareketi karşısında “Mücadelece benzer bir konumdadır. Onlar da belirli doğruları belirtiyorlar.
“İşçi sınıfı bugün dışarıdan siyasal müdahalenin hiç denecek kadar az olduğu bir ortamda, sezgisel düzeyde bir sınıf bilincine yaygın ve çıplak bir biçimde sahip.” (Aralık, sf.20) Ünlemli Demokratın kendi faaliyetsizliğinin teorisini yaparak, işçi sınıfı arasında hiç denecek oranda faaliyetten söz etmesi bir yana, burada sınıfın esas olarak kendiliğinden bilince sahip oluşu belirtiliyor.
“Bugün Türk-İş bakımından ‘genel grev’ işçilerin tepkisini sistem içinde tutabilmenin ve bu doğrultuda gerçekleştirilebilecek bir erken seçimin aracı… ” (Agy.)
“Genel olarak, toplumsal muhalefet potansiyelindeki dinamikler ekonomik krizden kaynaklanıyor. Bu anlamda ekonomik yönelimli bir muhalefet var ve bu anlamda henüz siyasal rejim ile hesaplaşma bilincine ulaşabilmiş değil ve yine bu anlamda kendiliğindenci bir muhalefet…” (Kasım, İktidar Ağacı başlıklı yazıdan)
Demokrat!, işçi hareketinin kendiliğindenci karakterini saptıyor. Ama bu saptamanın yapıldığı yerde bağımsız siyasal işçi hareketi, rejimle hesaplaşma durumunda olacak bir hareket olarak tanımlanarak yanlışa düşülüyor. Daha bu noktada reformizmin etkisi açıkça görülüyor. Rejimle hesaplaşmak, aynı hükümetlerle hesaplaşmalar gibi, sosyalist siyasal bilinci ve bağımsız işçi hareketinin varlığını şart koşmaz ve bağımsız işçi hareketinin hedefi olarak rejimleri göstermek, hükümetleri hedef göstermekten pek farklı ve devrimci olmaz. Peki, yine doğrularla yanlışların hemen art arda dizildiği şu pasajın eklektizmi ve reformculuktan güçlü etkilenişine ne demeli:
“İşçiler kendileri için ekonomik bir savaşa (ve kendileri için değil, SHP ya da DYP için bir ‘politik bir mücadele’ye) girişikleri ölçüde yenik düşecekler, işçiler, bu kavgayı sadece ücret artışı için değil, 12 Eylül rejimi ile üzerlerine konan politik yasakların ve bu nedenle elde edemedikleri asgari ekonomik hakların kazanılması için, anayasanın değiştirilmesi için vb. asgari demokratik hakları için dayatırlarsa, yeni kavgalarında kazançlı çıkabilmenin imkânını yakalayabileceklerini fark edebilecekler mi? Herkesin kendi alternatif çözümü var. Hükümetin şiddet, hükümetin muhalefetinin erken seçim. Her ikisi de çözümü kendi meclisinde arıyor. Toplumsal muhalefet de alternatif çözümleri üretebileceği kendi meclisine sahip olmalı.” (S.6, İktidar Ağacı’ndan)
Tamam, işçiler SHP ve DYP için politika yapmamalılar, yani hareketin kendiliğindenliğinin aşılması, burjuva siyasal çerçevenin dışına çıkılması gerekiyor. Peki, ama bu çerçeve, Eylül rejiminin koyduğu yasakların hedeflenilmesiyle yerinilecek bir çerçeve midir? Anayasanın değiştirilmesi ile sınırlı bir çerçeve midir? Bu, yine burjuva liberal bir çerçeve olmayacak mı?
Ve “meclis” meselesi… Bazı kavramları çekiştirmemek en iyisi. Pekdemir, “muhalefet meclisleri” için 80 öncesi “direniş komiteleri”ne atıfta bulunmuştu. Biliniyor ki, o zamanlar “direniş komiteleri”, “iktidar organlarının nüveleri” olarak görülüyordu. Bu meclisler de öyleyse burjuva partilerin meclisleri karşısında alternatif olarak sunulduğuna göre sadece alternatif fikirler üretilmekle kalınmayacak “meclisler” olmalı bunlar, yine “bugünkü devlet” ve onun silahlı korumaları egemenliği koşullarında, siyasal ortam bu silahlı güçler» den arındırılmadan, “kurtarılmış bölgeler” anlayışı hayata geçirilmeye çalışılacak, ciddi bir “oyun”un reformcu bir tarzda oynanmasına yönelinecek demektir. İşçi ve emekçi meclisleri, bugünkü devlet koşullarının dönüştürülmesini gereksinir, tersi koyu bir reformculuk olacaktır. Böyle olduğu, sorunun rejim sorunu olarak sunulmasından da anlaşılmaktadır. Ve üstelik, bu söylenenlerden de geriye düşülerek daha başka şeyler de söyleniyor Demokrat!da: “… Grev yapan işçiler Özal diktatörlüğüyle doğrudan yüz yüze.” (Aralık, sf.20) ve “Madenci hareketi, başlangıçta yaygın biçimde ve küçümseyici bir tonda ‘kendiliğindenci olarak nitelenmişti. ” (Ocak, sf.69) Bir de şu: “(Madenciler-ÖD.) muhalefet partilerinin desteklenmesi şöyle dursun, ‘meclis istifa’ sloganlarında somutlaştırdılar taleplerini.” (Agy)
Kararsızlık ve karmaşa Demokrat!’ta da görülüyor. Bir yandan kendiliğindenlik değerlendirmesi, öte yandan kendiliğindenlik değerlendirmesinin eleştirilmesi; bir yandan erken seçim hesaplarının reddi, öte yandan ‘meclis istifa’ sloganını sahiplenme ve hele muhalefet meclisi önerileri ve Özal ya da rejim karşıtlığıyla yetinme. Demokrat! reformculuğun güçlü etkisi altındadır. Aynı SP gibi, “meclis istifa” sloganının, parlamentarizme, burjuva liberalizmine, somut olarak da SHP ve DYP’nin ‘sine-i millet” taktiğindeki karasızlıklara ve dolayısıyla burjuva muhalefetin yetersizliğine yöneltilmiş bir eleştiri ve devrimci bir slogan olduğunu düşünmektedir.”Meclis istifa”nın bir “erken seçim” talebine bağlandığını göremeyecek ya da görmek istemeyecek kadar etkilenmiştir reformculuktan “yorgun Demokrat”.
Aynı bulanıklık ve karmaşa “Yeni Demokrasi”nin de özelliğidir.
“… Madenciler ve onlarla birleşen emekçi halk; grevlerinin hak eylemi olmaktan çıkıp düzenin tüm bozukluk ve haksızlıklarına karşı, devrim ve demokrasi adına bir başkaldırıyı yansıtması anlamında Türkiye halkını temsil etmiştir… maden sanayi proletaryasının grevli direniş eylemi, faşist devlete ve patron-ağa düzenine bir isyandır.” (Ocak-Şubat, sf.12)
(“İsyan”, “düzenin tüm bozukluktuk ve haksızlıklarına karşı” olmak… neden kendiliğindenliğe övgü düzme ihtiyacı duyuluyor? Ne isyanı? Madencilerin barikatlar karşısında, SP tarafından pek devrimci anlamlar yüklenen “en büyük ordu bizim ordu” sloganım da attıkları hatırlansın yeter.)
“…bu eylem, demokrasi ve bağımsızlık güçlerinin mücadele gündeminde sıçrama taşı olma göreviyle yükümlüydü. Bu anlamda 12 Eylül rejimine son darbeyi indirip savaş ağası faşist Özal kliğini alaşağı edecek bir genel direniş ve eylemler dizisine kıvılcım olma özelliğini sırtında taşımaktaydı.” (Agy)
“…maden proleterleri, siyasetin alasını yaparak devlet ve iktidar güçleriyle hesaplaşmış…” (Agy)
Yeni Demokrasi’de karmaşa, abartı ve reformculuktan etkilenme daha da güçlüdür, hatta görüşleri SP’ninkilerin aynısıdır. O, işçi hareketinin kendiliğinden niteliğini reddederek, işçi eylemim bağımsız siyasal sınıf eylemi olarak değerlendirmekte ve abartılı bir şekilde ona “devlet ve düzene karşı isyan”, “devlet ve iktidar güçleriyle hesaplaşma” içeriğini yakıştırmaktadır. Ama öte yandan, aynı sayfada madenci direnişinin “12 Eylül rejimini” ve “Özal kliği”ni hedeflediğini söylemektedir, gerçekte de madencilerin kendilerinin formüle edip haykırdıkları sloganların içeriği esasta Özal karşıtlığıyla sınırlıdır. Benzer görüşlerin yukarıdan beri eleştirisini yaptığımız için, yinelemeyeceğiz. Ancak belirtilmeli ki, Yeni Demokrasi’nin işçi hareketine yaklaşımı SP yaklaşımını andırmaktadır, temel noktalarda ona uygundur ve kendiliğindenliğe övgü, burjuva siyasal içeriğin savunulmasına götürmektedir. Kendiliğindenlik önünde diz çöken Yeni Demokrasi tutumunun SP’den tek farkı, abartılı bir şekilde harekete “devlete isyan” özelliğini yakıştırmasıdır. Bunu SP de yapmaktadır, ancak Yeni Demokrasi’nin abartı dozu onunkinden fazladır.
Tüm bu reformcu ve reformculuktan etkilenen parti ve grupların işçi hareketine sapkın yaklaşımlarının doğal sonucu ve ortak özellikleri, -hedefin hükümetle sınırlanmaması gerektiğini eklektik biçimde belirtenler de içinde olmak üzere-, tümünün de işçi ve halk hareketinin sahip olduğu içerik, talepleri ve eylem biçimleri açısından ilerletilmesi görevini önlerine koymamaları ya da yaklaşımları sonucu koyamamalarıdır.
Örneğin bu parti ve grupların hiçbiri, Türk-İş’in 3 Ocak kararlarını “genel eylem”i,” işe gitmeme” biçiminde, şalter indirerek iş durdurmasız, toplu eylem halinde işçisiz ve sokak hareketlerini kapsaması ve buna yol açması olanaksız bir cendere içine sokan kararları eleştirmemiştir, eleştirmemektedir. Türk-İş’i eylemin taleplerini sınırlaması açısından da eleştirmemişlerdir.
Genel yaklaşım, kendiliğindenliğe övgü ve kendiliğindenliği sınıfın bağımsız hareketi gibi sunmak olunca, hareketi he talepleri ve ne de eylem biçimleri yönünden ilerletmek için çalışma ve onu dar sınırlar içine hapsetmeye çalışanları eleştirip dışlama görevi öne konmamakta ya da konamamaktadır. Bu, doğal sonuç olmaktadır. Kuşkusuz, sayılan parti ve grupların hemen tümü, genel olarak Türk-İş’in misyonu ve mücadeleyi geri mevzilerde tutma tutumu üzerine soyut laflar etmektedir. Ama yöneltilen somut eleştiri ve örneğin 3 Ocak eylemini Türk-İş kararlarının ötesinde hedeflere yöneltme ve yeni eylem biçimleriyle geliştirme açısından neler yapılması ve öne ne tür somut görevler konulması gerektiği konusunda söylenen söz yoktur. Ve acıdır ki, işçi ve halk hareketinin geçici olarak da sermaye ve faşizm tarafından yenilgiye uğratılmasının temel bir nedeni de, hareketin gerek talepler ve gerekse eylem biçimleri olarak ilerletilmeğinin başarılamamasıdır.
Bir örnek vermek gerekirse, Mücadele dergisinde 3 Ocak üzerine hiçbir yazıda “işe gitmeme” kararının eleştirisi yoktur. Devrimci Sol Güçlerin bildirisinde “genel eylem”in proletarya dışı sınıf ve katmanlara yaygınlaştırılması yaklaşımı vardır ama proletarya hareketi açısından, bu hareketin ilerletilmesin üzerinde durulmamak tadır, örneğin işe gelme, iş durdurma ve sokağa dökülerek sokak hareketleri geliştirme tutumu öngörülmemektedir. Devrimci Sol Güçlerin pratikte ilerletici tutumlar savunacağım sanıyoruz. Ancak işçi hareketinin değerlendirilmesi konusundaki muğlâklıkları, şaşırmışlıkları ve işçi hareketinden uzaklıkları, düşünsel alan açısından, akıllarına böyle bir ilerleticilik görevinin gelmesini önlemiş olmalıdır. Öte yandan, reformculuğun Mücadele üzerindeki etkisi öylesine sonuçlara yol açmıştır ki, Mücadele, üstelik Türk-İş kararlarını olumlamak durumunda kalmış, genel tutumlarıyla oldukça çelişkili olmak üzere onu “meşruiyet” peşine düşmüştür.
“Yaygınlaşan grevler ve Türk-İş’in kararı, geniş kitleler nezdinde eyleme geçmenin meşruiyet zeminini yaratmıştır… İktidara olan tepkisini ortaya koymak isteyen kitleler bu meşruiyet zemininde harekete geçirilebilir, iktidara karşı halkın genel bir direnişi, bir meydan okuması gerçekleştirilebilir.” (Mücadele, s.11, sf.3)
Mücadele, Türk-İş kararının belki bir yönüyle sınıfın geri kitlelerinin eyleme katılmasını kolaylaştırdığını ama işe gitmeme biçimindeki bir “genel eylem”le aslında Türk-İş’in yasak savdığım, güçlü ve gerçek bir genel grevin önünü kestiğini, işçileri evlerine hapseden Türk-İş kararı nedeniyle kitlesel sokak hareketinin zayıf kaldığını ve kararsız bir çizgiyi pek aşamadığını, bu durumun sendika bürokratlarına hükümetle yeni bir diyalog içine girme ve işçi kitlesini “beklenti” içine itmesine ve işçilerin dayanışma eğiliminin gelişmesinin önünü kesip kendine güven duygularının güçlenmesini engellemesine olanak tanıdığını, yine sonuçta Şevket Yılmaz’a Teksif sözleşmesi ve işçileri satma fırsatı sağladığını, bu tür satışlar için onlara yeni bir güç ve cesaret verdiğini görmüyor, “meşruiyet”e takılıp kalıyor. Sınıf hareketinden kopuk “Mücadele”, istese bile, işçi hareketi karşısında uyanık olamamaktan ve reformcu konumlara düşmekten kurtulamıyor, örneğin somut durumda pratik olarak Türk-İş’i olumlamak ve önderliğini kabullenmek durumunda kalıyor.
Son olarak önderlik sorunu üzerinde durmak gerekiyor. Sorun, sınıf hareketinin talepleri ve hedefi, siyasal içeriği ve karakteri ve ilerletilmesi, talep ve eylem bi-çimleriyle gelişip devrim hedefine kanalize edilmesi sorunlarına yaklaşımla ve ciddiyetle bağlantılıdır.
SHP genel grev ve Zonguldak direnişini kendi peşine takmaya çalışmıştır. Bunu ideolojik olarak başardığı söylenebilse ve harekete siyasal içeriğini büyük ölçüde verebilmiş olsa da, pratik siyasal tutumları itibariyle işçiler bu partinin etkisi dışına çıkmıştır.
Önderlik iddiasındaki bir parti SP’dir. Hareketin kendiliğindenliğiyle kendiliğindenci bir tarzda “uyum sağlayan” bu parti, bu şekliyle önderliğini gerçekleştirdiği savındadır. “Partimiz genel greve ve Zonguldak grevine fiilen önderlik ederek işçiyle birleşti” demektedir, SP MKK kararlan. (Teori 14, sf. 3) SP’nin ancak, işçi hareketinin kuyruğuna takıldığı ve onu geri çekmeye çalıştığı, hükümetle mücadele ve parlamentarizm zeminine, eylem biçimlerinde yerinde saymaya, çakılıp kalmaya ve gerilemeye ikna etmeye çalıştığı söylenebilir. Yine de doğaldır: iddiada bulunmak serbesttir ve dilin kemiği yoktur; SP de olmayan Zonguldak teşkilâtıyla direnişe önderlik ettiğini söyleyebilir!
Ancak sol içinde önderlik sorununa yaklaşımda yaygın tutum, bir yakınma durumuna dönüştürülen ve sızlanma konusu yapılan önderlik eksikliği, çünkü sınıfın komünist ve devrimci bir öncüden yoksun olduğu, komünist ve devrimcilerin dağınık olduğu düşüncesinin ileri sürülmesidir. Örnekler:
Mücadele : “… Devrimci bir alternatifin olmadığı koşullarda…”
“işçilere gerçek hedeflerini gösterecek, eylemlerinin muhtevasını doğru olarak kavratacak, programlayıp hazırlayacak ve her noktada bilinçli işçilerin kolektif inisiyatifini ve örgütlülüğünü sağlayacak devrimci sendikal önderlik… İşte yaşadıkları olaylardan sonra şimdi maden işçilerinin buna daha çok ihtiyaçları var.” (S.113,sf.l3)
Yeni Demokrasi: “Madenci direnişi proleter devrimci önderlikten ve bu doğrultuda örgütlülükten mahrum oluşunun sancılarını eylemin her safhasında çekmiş…” (Ocak-Şubat, sf.13)
Demokrat!: “… Marksist sol bugün işçi sınıfına güven verecek, alternatif bir siyasal yönelim sunacak örgütlülükten ve güçten uzaktır. Nitekim bu güvensizlik ilişkisi ortamı içinde, işçi sınıfı da kendisine önerilmeye çalışılan her türden siyasal önderlik girişimini cevapsız bırakmaktadır.” (Ocak, sf.10)
Emeğin Bayrağı: “İşçi sınıfının kendi politik öncü kurmayından yoksun olduğu, dağınık komünist güçlerin kayda değer etkinlik gösteremediği koşullarda…”(SM, sf.7)
“İşçi sınıfının, kararlı ve iyi düşünülmüş mücadele planları sunabilen öncülerin yardımına şiddetli bir şekilde ihtiyacı var.” (S.36, sf.5)
“…Bu miting ve yürüyüşte de, devrimci ve komünistlerin sınıftan kopuk konumları bir kez daha sergilendi.”(s.34,sf.9)
“Zonguldak madencileri, burjuva sendikal ve politik önderliğin yönlendiriciliği altındayken bile sıradan işçi yığınlarının devrimin temel gücü haline nasıl gelebileceğini devrimci ve komünistlerin gözüne soktu. İşçilerin devrimci ve komünist çalışmaya ne kadar hazır hale geldiklerini olayların bütününde yakalamak gerekiyor.” (s.35,sf..9)
“Politik öncü partisinden yoksun işçi sınıfı gibi emekçi katmanlar da sarı sendikaların, burjuva muhalefetin ‘umarına kalmış durumda’.” (s.34, sf.3)”
“Bir kez daha sınıf görüşüyle donanmış öncü kurmaya ne denli ihtiyaçları olduğunu fark ediyoruz.” (s.34, sf.5)
“Komünist öncü bölük pörçük. Dağınık komünist güçler tek bir merkezden, tek bir plana göre güçlerini mevzilendiremiyor ve işçi sınıfı hareketine güçlüce müdahale edemiyorlar… Komünist öncülerin gelişmekte olan hareket karşısında pek bir ses veremedikleri görülüyor.” (Agy)
Troçkistler (“Sosyalizm”): “…mücadelenin sendikal önderliği ve burjuva partilerini aşamamış olmasının başlıca nedeni, sınıfın bir politik örgütlülükten, yani kendi partilerinden yoksun olmasıydı.” (s.9, sf.10)
Bütün bu grupların ortak sorunu, işçi hareketinden ciddi olarak kopuk oluşlarındadır. Bu durumun doğal, sonucu gelişen işçi hareketinin hemen tümüyle dışında kalmak olunca, dehşete kapılmış ve durumlarından yakınmaya başlamış, “komünist ve devrimci örgütlülükten yoksunluk”, “sürece müdahale edememe”, “önderlik” ya da “alternatifin olmadığı koşullar” şeklinde geliştirdikleri görüşlerle “önderlik” sorununun “vahim” durumunu ortaya koymaya yönelmişlerdir. Bir kısmı ve özellikle Emeğin Bayrağı dergisi, sorunu kendine ve “komünist öncüler”e hakarete kadar vardırmıştır. “Sınıf temel güç olabileceğim komünistlerin gözüne sokmuş”muş! Bunun farkına varmak için 120 bin kişilik Zonguldak yürüyüşü mü gerekiyordu! (Emeğin Bayrağı, diğer devrimci dergiler gibi, 90 1 Mayıs’ında sınıfın temel güç olduğunun farkına varmamış, “üretimden gelen gücü kullanma” yerine “Taksime gitme” taktiği böyle bir farkında olmayış üzerine kurulmuştur. Bu gibi taktik yaklaşım ve tutumların doğal sonucunun, sınıftan kopukluk ve “öncülük” konusunda kendine hakarete varan yakınmalar olması kaçınılmazdı.) Söz, yalnızca Maoculara ya da “öncü savaş” savunucularına söylenmiyor çünkü.
Her ne hal ise, sınıf hareketinin gelişmesi karşısında, sınıftan kopukluğu teorize etmeye girişerek durumdan yakınmak gerekmiyor; gereken, gelişen hareket içinde komünist ve devrimci öncüyü inşa etmeye, yok olduğu düşünülüyorsa kurmaya girişmektir. Önderlik, umutsuzlukla yalanma değil, kurma ve inşa edip geliştirme konusu edilebilir ve edilmesi gereken bir nesnedir. Gerçi, örneğin Demokrat!, sınıfın “kendisine önerilmeye çalışılan her türden siyasal önderlik girişimini cevapsız bıraktığı”nı ileri sürmektedir. Ancak önderliği, gelişen hareket içinde örgütlemekten başka hiçbir yol yoktur ve Demokrat!’ın saptaması kuşkusuz umutsuzluk ve sınıftan kopukluğun, sahip olduğu liberal aydın tutumunun sonucudur ve gerçeği kesinlikle yansıtmamaktadır. Sınıfın ilerleyen eyleminin önderliğin örgütlenmesi için sunduğu devasa olanakları görüp yakalayamamak için, sınıfa çok çok ötelerden bakıyor olmak gerekiyor. Demokrat!, yanlışı ve tersliği, kendisini liberal aydın kulübüne dönüştürmesinde aramalıdır, ne işe yarayacağı belirsiz “muhalefet meclisleri” gibi konulara kafa yorup enerji harcarken sınıf hareketine ilgisiz kalışında aramalıdır. Aynı şekilde, Emeğin Bayrağı, “komünistlerin sınıftan kopuk konumlarının bir kez daha sergilenmesi” düşüncesinin gerçeği yansıttığı görüşündeyse eğer, işçi sınıfı “burjuva muhalefetin umarına kalmış durumda'” diye düşünüyorsa, “sınıfın öncü kurmaya duyduğu ihtiyacı bir kez daha (ve yeni- Ö.D.) fark ediyor”sa, hemen işe girişmelidir. Yakınmanın ve umutsuzlukla kendini aşağılamanın anlamı yoktur. Hele gelişen sınıf hareketinin, bu noktada doğru düşünerek, “komünist çalışmaya ne kadar hazır hale geldiği’ni saptıyorsa, neden yakınıp durmaktadır? Komünist öncüyü sınıf hareketi ve mücadelenin sıcaklığı içinde örgütlemek, buna girişmek tek yoldur. Gelişen sınıf hareketinin sunduğu olanaklardan da yararlanarak sınıf içinde örgütlenmeyi beceremeyenlerin bir daha “önderlik” sözünü ağızlarına almaya hakları olmayacaktır. (Ve tabii, “sınıfın öncülerin yardımına ihtiyacı olduğu” şeklindeki dışta durucu ve dıştan bakıcı anlayış değiştirilmeli, öncünün ancak sınıfın parçası olarak ve onun yardımcısı değil parçası ve öncüsü bilinciyle örgütlenmesine girişmek zorunludur bunun için.)
Ama görüldüğü kadarıyla, parti kurmak, sürece müdahale etmek ve önderliği örgütlemek için yanlış yollar tutulmaktadır.
Demokrat!’ın pek böyle bir sorununun olduğu söylenemez. Zaten partileşmenin yukarıdan aşağıya gerçekleşmesi fikri, liberal aydın yaklaşımına ters düştüğü için onlar tarafından reddediliyor. Gerçek bir önderlik oluşturmaya çalışmanın aracı olacak parti örgütlenmesinin gereksizliği ileri sürülüyor bu çevrede, çevreler “halinde ve “muhalefet meclisleri” olarak aşağıdan örgütlenmeler öngörülüyor. En azından şimdilik Demokrat! çevresi önderlik sorununu kendine dert edinmiyor ve bu durumuna uygun bir teorizasyona da gidiyor: “işçiler önderlik girişimlerini cevapsız bırakmaktadır.” Bu durumda oturup beklenecek! Demokrat! bunu seçiyor…
En kolayına kaçan, komünistlerin ve sınıf bilinçli işçilerin görevini, kendisini öyle varsaydığı için, kendisinin olması gereken görevi grevci işçilere ve sendikacılara devrederek işin içinden sıyrılmaya çalışan Troçkistlerdir. “Sosyalizm gazetesi… derhal grevdeki işçilerden başlayarak sınıfın eylemliliğine yaslanan bir işçi partisinin kurulması çağrısını yaptı” diyorlar. “Zonguldak’ın da, Türkiye işçilerinin tümünün de yenilmemek için esas yapmaları gereken en kısa zamanda Türkiye tarihinin en büyük partisini kurmalarıdır. Düşünün yüz binlerce grevci işçinin üyesi olduğu bir partiyi” görüşlerini ileri sürüyorlar. Ve bir anda önderlik sorununu çözmüyorlar da, tümüyle ortadan kaldırıyorlar; önderlik-sınıf (önderlik eden-edilen), yöneten-yönetilen ilişkisini tümüyle ve koşulları sınıfsız toplumda oluşabilecekken, bugünden, hem de en gerekli olduğu zamanda iptale yöneliyorlar, önderlik kavramım ve somut olgu olarak önderlik’i geçersizleştiriyorlar. Lenin, “her grevci işçinin parti üyesi sayılamayacağını” Menşeviklerle tartışmalarında ortaya koymuştu ve o zaman Troçki de beri taraftaydı. Her grevcinin içinde yer aldığı, sınıf bilincine sahip olup olmadığının önemli olmadığı işçi örgütü sendika değil midir? Böyledir. Ama zaten Troçkistler önderliği ve onu kurmayı da sendikaya ve sendikacılara bırakıyorlar: “Zonguldak’tı madenciler böyle bir yolu ( partinin kurulma yolunu- ÖD.) açıyor olmanın tarihsel şerefini yüklenmiş durumdalar. Şemsi Denizer bu işçilere güvenmek ve onlara zafere ulaşmanın tek yolunun bu olduğunu söylemek durumundadır. (Sendika başkanlarının tek yol olduğuna ikna edeceği grevcilerin başka herhangi bilgiye sahip olmadan kuracakları parti fikri, ne tür bir aymazlıktır. İnsan şaşırıyor. Ama Denizer’in de Troçkistlerin yanı sıra grevciler tarafından güvenilmeye ikna edilmesi gerekiyor. Ve asıl ilginçlik -ÖD.) Şemsi Denizer böyle dev bir işçi partisinin, işçi sınıfının ve tüm ezilen kesimlerin kaderini değiştirecek böyle bir partinin başına geçmek zorundadır.” (s.7, sf.6)
Troçkistlerin işi kolay da, “Mücadele” ve “Emeğin Bayrağı”nın zor.
Her iki dergi ve onların görüşlerini doğru bulanlar, “sürece müdahale” ve “önderlik götürme”yi, örneğin Zonguldak eylemine dışarıdan gidip katılma ve ona destek vermeye indirgiyorlar. Bizzat sınıfın üretim faaliyeti ve eylemliliği içinde olmak üzere, yaşantısının bütün yönleri içinde, onun bir parçası, ama ileri parçası, öncüsü olarak yaşayıp davranmanın yerine, eylem ziyaretlerindeki propaganda faaliyetini Ve eylem destekçiliğini geçiriyor; ciddi örgüt inşası yerine sınıfla sınıf in dışından kurulacak ilişkiyi sağlamayı koyuyorlar.
“Mücadele”, “sürece müdahalesi”ni şöyle anlatıyor:
“Devrimci Sol Güçler Zonguldak maden işçilerinin omuz basındaydılar. Devrimci Sol Güçler baştan itibaren Zonguldak grevi ve maden işçilerinin 4 Ocak’ta başlattıkları yürüyüşün içindeydiler. Çeşitli demokratik kitle örgütlerinden …(bu örgütlerin adları sayılıyor -ÖD.), Devrimci İşçi Hareketi’nden oluşan bir heyet maden işçilerinin mücadelesine destek vermek için 41 mücadele günü boyunca Zonguldak’taydılar. Mücadele dergisi de heyette yer alıyordu… Heyetin varlığı başından beri işçilerle iç içe oldu. İşçilerle açlığı, soğuğu, ama en önemlisi mücadeleyi, direnmeyi, dayanışmayı, bunların pekiştirdiği dostluğu paylaştılar. İşçilerden yoğun ilgi gördüler… Grev komitelerinin toplantılarına katıldılar. Devrimci İşçi Hareketinin perspektifini, devrimci sendikacılığı anlattılar. Eylemin her adımında, her gelişme noktasında, önerileri ve somut öncülükleri ile bunları göstermeye çalıştılar. İşçileri ve sendika yönetimini, yanlış dostlar seçmemeleri için daima uyarıcı oldular. Yanlış dostlara karşı uyanık olmalarını, burjuva muhalefete, işçilerin inisiyatifini geride tutan sendikacılığa bel bağlamamaları konusunda uyardılar… Bazı ‘şöhretli’ veya göstermelik ziyaretçiler gibi gelip geçici, gündüz biraz yürüyüp akşam dönücü değillerdi. 41 günlük mücadeleye ellerinden geldiği ölçüde bilinçlerini, güçlerini kattılar. Birikimlerini, kararlılık geleneklerini, enerjilerini direnişe verdiler.” (s. 12, sf.4)
Ve “Zonguldak ziyareti”nde “kaçamak” yapanları da şöyle eleştiriyor:
“Özel sayı çıkarıp, gazete ilanı verdiler… Dostlar alış verişte görsün anlayışıyla birkaç günlüğüne Babıâli’den çıkıp Zonguldak’a gittiler. Bir-iki yürüyüşe katılmayı; bol bol resim çekmeyi ve röportaj yapmayı eklediler. Onlarınki Zonguldak halkına destek vermek değil, açıkçası ziyaretti. Çoğu halkın içinde kalma ve onların direnişlerini paylaşma yerine otellerde kalmayı yeğlediler. Onların halkı örgütlemek, halka politika götürmek diye bir sorunları yoktu.” (s. 12, sf.7)
“Mücadele” dergisi açık yazıyor, dışarıdan Zonguldak direnişine gidip katılmayla “halkı örgütlemek”, “halka politika götürmek”, “somut öncülük götürmek” sorunları çözüm yoluna giriyor. Ya da tersinden söylemek gerekirse, halkı örgütleyip politikleştirmenin ve ona öncülük götürmenin yolu, dışarıdan, bir eyleme gidip destek vermek üzere katılmak oluyor.
Emeğin Bayrağı da benzer anlayışlar ortaya koydu:
“Politik öncü bu görevi gerçekleştirebilmek için çalışmalarının merkezine işçi hareketine müdahale görevini koymalıdır. Çok gecikerek de olsa müdahale, sürecin özelliklerini az çok değiştirecektir.” (s.34, sf.14) diyerek gecikmenin kaygısıyla hızla işe koyuldular.
“Türkiye işçi sınıfının batıdaki kesimlerinin yoğun katılımlı ziyaretleri (doğru olması gereken, ‘öncü’nün bu ‘ziyaretler’in övgüsünü yapması değil, ‘ziyaret’e gelenlerin kendi fabrika ve işletmelerinde destek eylemleri örgütlemeleri için yol göstermek ve çalışmaktı. Ama bunun için önce ‘öncü’nün bu bilinç ve anlayışta olması ve kendilerinin ziyaretçilik yerine sınıf içinde çalışmayı perspektif edinmeleri gerekliydi. ÖD.), gösterileri (Zonguldak grevini-ÖD.) sayısal ve içerik olarak zenginleştiriyor. Devrimci ve komünist güçlerin bu gösterilere katılımları da sürüyor, öncü, ileri işçiler ile birlikte Zonguldak hareketine devrimci ve sosyalist şiarları, etkisi değişen düzeyde taşıyor.” (s.34, sf.5)
“Öncü” işçilere dışarıdan, Zonguldak dışından geliyor, maden işçileri içinde üslenmiş değil ve bizzat madencinin tüm toplumsal ekonomik ve siyasal yaşamı içinde örgütlenmeye ve ona yol göstermeye çalışmıyor. Sınıfın ileri parçası değil, Zonguldak dışından gelip şiar taşıyıcılığı yapıyor. Sohbetlerle… Bu, “sınıftan kopukluk”u aşmanın 80 öncesinde bile demode olmuş, 1969-70’lerin DEV-GENÇ’inin yanlış yoludur. Şurada “önderlik götürme” yaklaşımının yanlışlığının vahameti daha açık görülüyor:
“Zonguldak direnişi bütün görkemiyle sürerken devrimci ve komünist güçler de grevle dayanışma, grevdeki işçilere devrimci ve sosyalist bilinç taşımaya, sürece bu yönde müdahale etmeye yöneldiler. Bu amaçla grev yerlerinde, kentteki yürüyüşlere katılarak işçilerle görüşmeye, onlara sorunlarının kaynaklarını göstermeye çalışıyorlar. İşçi hareketinin düzenin sınırları içinde hapsolup kalmasını isteyen sendikacılar, bu duruma ilk itiraz eden kesim oldu. Grevin gelişimi için sendika bürokrasisinin kararsızlıklarına dikkati çeken gazete ve dergilerin okunmaması ve devrimcilerin kışkırtıcı olduğu ve işçilerin onları aralarına almamaları çağrısı yaptılar. Bu çağrıya işçiler genel bir olumlu yanıt verirken, polis de görevini yaptı…” (Agy.) ‘
Çok kötü tabu. Ama önderlik grevcilerle dayanışmaya eşitlenir ve fakat dayanışmaya gidildiğinde önderlik edilmeye çalışılırsa işçilerin bu “önderler”i “aralarına almamaları” çağrıları olumlu yanıt bulabilir.
Herhangi bir grubun işçi hareketinin geliştiği belirli bir fabrika, işletme ya da bölgede sınıf içinde önceden bir örgütlenmesi olmayabilir ve bu grup belirli somut bir eyleme “önderlik götürme” olanağına sahip bulunmayabilir. Yapılacak şey, işi ciddi tutarak sınıf içinde öncü birlikler olarak gerçek ve “öncü” adına layık örgütlenmeler yaratmaya girişmektir. Yoksa işyeri ya da bölge dışından, sözü edilen yerle herhangi bir ilişkiye ve orada bir örgüte sahip olmadan, ziyaretçi ve dayanışmacı olarak gidip gerçekleştirilecek destek ve dayanışmayı, “komünist ve devrimci öncünün sürece müdahalesi”, “sosyalist şiarlar ve bilinç taşıyıcılığı” olarak göstermeye çalışmak doğru olmadığı gibi, belirli somut yerler ve zaman açısından ayıp olmayan bağsızlık ve örgütsüzlüğü aşıp sürece müdahale eder ve komünist faaliyet yürütür duruma gelmenin yolu da değildir.
Ama Emeğin Bayrağı, dergicilere yöneltilen saldırıdan gerekli ve doğru sonucu da çıkarmıyor. Her şeyden önce, Zonguldak direnişiyle dayanışmaya ve orada devrimci gazetecilik faaliyeti yürütmeye gitmiş olması doğru ve gerekli olacak dergi çalışanlarını “komünist öncü”ye eşitliyor ve şöyle yazıyor:
“… İşçilerin kendileri için çıkarılmış devrimci yayınları hırsla yırtmasının tek nedeni, sendikanın gerici provokasyonu değil; onların sınıf bilincinden uzaklığı ve güven verici öncü komünist kurmayından yoksun oluşudur. Sorun yalnızca işçilerin değil, işçiler arasında ciddi çalışmalar yapmamış öncü güçlerin sorunudur.” (Agy)
Bu doğru bir yaklaşım değil. Suç, ne işçilere ne de komünist kurmaya yüklenebilir. Suç, yanlış çalışma, örgütlenme ve önderlik anlayışındadır. Dergiciler hiç de yerinde olmayan bir şekilde “öncü” gibi davranırlarsa, buna benzer olayların yenilenmesi imkân dâhilindedir. İşçilerle bağlantısı olmayan bir ziyaretçi, o an için işçilere yabancı gelen ama gerçekten devrimci bir slogan başlatmaya çalışırken de tartaklanabilirdi… Gerekli olan, kolaycı önderlik anlayışını değiştirebilmek, öncü örgütü sabırlı ve uzun vadeli bir çalışmayla ve işçilerin çok yönlü yaşam ve mücadelen içinde inşa etmek, öncülüğü, başkaları, örneğin ziyaretçiler ve dayanışmacılar değil böyle bir örgüt aracılığıyla gerçekleştirmeye yönelmektir. Üstelik Emeğin Bayrağı’nın dergi yırtılması olayını bağladığı “işçilerin öncü kurmaydan yoksun oluşu” ve “öncü güçlerin işçiler arasında ciddi çalışma yapmamış olduğu” şeklindeki nedenler, pratik somut durum açısından da yanlıştır. Komünist öncü, Zonguldak direnişinde ilk yürüyüşleri başlatmaya, direnişi çeşidi kritik noktalarda ileri itmeye, buna en azından katkıda bulunmaya varacak kadar ciddi bir etken durumunda olmuştur.
Bu, “ziyaretçi-dayanışmacı” türünden “önderlik anlayışı ve çalışmasının temel bir zaafı da, kaçınılmaz biçimde yasalcılığa yazgılı oluşudur. Bu “önderlik” yaklaşımının, fabrika ve işletmelerdeki taban örgütleri vb. ile bir öncü örgüte değil, yasal konumlarda davranan dergici, demokratik kitle örgütü üyesi vb. türünden “öncüler” aracılığıyla gerçekleştirilmeye çalışıldığım kanıtlamaya gerek yok; bu durum, zaten “Mücadele” ve “Emeğin Bayrağı” gibi dergilerin kendileri tarafından, hatta övünülerek yansıtılıyor.
3 Ocak, Zonguldak ve eş zamanlı olarak gerçekleşen işçi eylemlerinin önderlik sorunu açısından tartışılıp irdelenmesinde, bu sorunun yasalcılıkla bağlantısı en açık biçimiyle SP tarafından kuruldu. “Öncülük götürme”ye yönelen ya da bu sorunu tartışma konusu yapan yukarıda sayılan gruplar, yasalcılığı fiilen uygulayıp, onu kaçınılmaz kılan anlayışlarla davranırlarken, SP-Aydınlık yine bir adım önde. Aydınlıkçılar Zonguldak grevi ve işçi eyleminin yasalcılığın gerekliliğim gösterdiğini açık formülasyonla ifade ettiler.
Hasan Yalçın’ın “Teori”nin Şubat sayısındaki yazısında bu konuda şunlar söyleniyor:
“Sosyalist Parti’nin örgütsel üstünlüğü, siyasal yaşamımızın devrimcilere sunduğu yasal örgütlenme olanağını doğru değerlendirerek Türkiye çapında bir parti haline gelebilmiş olmasıdır. Yasal parti olanağını kullanıp kullanmamanın devrimci sol içinde önemli bir tartışma konusu olduğu biliniyor. Aslında Zonguldak direnişi bu açıdan da değerlendirilmelidir. Bu mücadele içinde işçiye yasal parti olarak seslenebilme ve örgütleme olanağının önemi görülmüş olması gerekir. “Kuşlama” gibi yöntemlere işçinin ne kadar soğuk baktığı ortaya çıkmıştır. Bazı dergilerin bu soğukluğu işçinin geriliğine bağladıkları görülüyor. Oysa çıkarmaları gereken ders bu değildir, işçi, Zonguldak’ta bir ay boyunca kendi yasalarını uyguladı. Yasaların nasıl ve hangi güçle değiştirilebileceğini gösterdi. Bunu yaparken maske takmadı, tersine gazetecilere poz verdi. Bu bilinçteki işçiye açıkça söylemek yerine, ‘esrarengiz’ yöntemlerle seslenmenin devrimci açıklaması nedir?
“Devrimci sol, nasıl ki yasal dergi çıkarma hakkını kullanıyorsa, yasal parti olanağını da kullanmak zorundadır. Bunu yapmadığı sürece, her büyük işçi mücadelesinin ardından, ‘komünist öncüden yoksun, ‘kendiliğinden’ eleştirileri yazmaktan kurtulamayacaktır.”
“Yasal parti olanağını kullanmak”mış. Aynı “yasal dergi çıkarma hakkını kullanmak” gibiymiş. H.Yalçın, yasalcılığı, “yasal olanaklardan yararlanma” olarak sunmaya çalışıyor. Ama “yasal olanaklardan yararlanma”, bu olanaklardan yararlanacak yasalarla sınırlı olmayan bir partiyi ve onun bu içerikli çalışmalarını gereksinirken, H. Yalçın, “işçilere ‘esrarengiz’ yöntemlerle seslenmenin devrimci açıklamasının bulunmadığını söyleyecek kadar yasadışı örgütlenme ve çalışmayı reddetmekte ve onun kullanması kaçınılmaz yöntemlerle aklı sıra dalga geçmektedir. Yasal olanaklardan ancak, yasalarla sınırlı olmayan örgüt ve çalışma temelinde yararlanılabilir ve açık çalışma ancak gizli örgütlenme temelinde yürütülüyorsa, “bugünkü devlet koşullarında” devrimci bir anlam ifade edebilir. Aydınlıkçılar ve SP, iflah olmaz yasalcılardır.
H. Yalçın, bilgiçlikle, açık kitlesel işçi eylemi ve onun yöntemleriyle öncünün örgütlenmesi ve çalışmasının yöntemlerini özdeşleştirmeye çalışıyor ve öncüyü yasalcılığa, “gazetecilere poz vermeye” çağırıyor. Yine dalgasını geçiyor aklınca, “maske takma”ya ne gerek varmış!
Devrimci sol içinde “yasal parti olanağını kullanıp kullanmamanın önemli bir tartışma konusu olduğu” iddiası, açık bir yalandır ve yalnızca Aydınlıkçıların kendilerini de “devrimci sol” içinde varsaymaları aldatmacasına bağlanmaktadır. Bugün Türkiye’de hiç bir devrimci parti ve grup, çeşitli yanlış anlayışları sonucu pratikte çelişmeli uygulamalar içinde olsalar da, yasal parti kurup kurmamayı tartışmamaktadır, böyle bir sorunları yoktur.
Ama H Yalçın, doğal ki, “Mücadele”, “Emeğin Bayrağı” vb. çevrelerinin Zonguldak grevi sırasında “komünist öncü”nün durumunu değerlendirme ve “öncü” faaliyeti adına içine düştükleri terslikleri de görüp yakalamakta ve onların yanlışlarından kendi yanlışını doğrulatmak için yararlanmaya çalışmaktadır. Ama zaten o dergilerin Zonguldak üzerine “önderlik” sorununa ilişkin olarak yazıp önerdiklerinin (ve yapmaya çalıştıklarının) temel zaafı, kaçınılmaz olarak yasalcılığa da bağlanan yanlış bir önderlik anlayışına sahip oluşlarıdır. H. Yalçın, bu dergilerin önderlik anlayışlarını, ciddi devrimci komünist bir örgüt inşası yönünde değil yasalcılık ve yasal bir parti kurma yönünde değiştirmelerini istiyor, onların Zonguldak direnişinden çıkarmaları gereken dersin bu olduğunu söylüyor.
Komünistler, bilinçli işçi, elbette açık kitlesel eylemin sunduğu yasal olanaklardan yararlanacaktır. Ama hiç kimse komünistlerden çalışmalarım yasal bir parti aracıyla yürütmesini beklemesin. Bu, mevcut düzen ve diktatörlük koşullarında, sadece komünist öncü açısından değil, düzen eklentisi olmayan tüm devrimci örgütler açısından da kendi ölüm ilanlarını vermek olur. Bugünkü koşullarda ya düzene yamanacaksın ve ona uygun örgütleneceksin, yasal parti olarak faaliyet göstereceksin ya da bir savaş örgütü olacaksın.

Mart 1991

“Karşı iletişim” ve “karşı kamuoyu”

ÖZGÜRLÜK DÜNYASI’nın 27. Sayısı’nda, kapitalist toplumda, burjuvazinin, öteki alanlarda olduğu gibi, iletişim araçları üzerinde de bir tekel yarattığını, bu tekel aracılığı ile de kamuoyunu tek yanlı olarak oluşturmayı amaçladığını ortaya koymaya çalışmıştık. İletişimin başlıca aracı olarak basın ve TV’nin olay ve olguları nasıl çarpıtarak, burjuvazi lehine bir kamuoyu oluşturmayı amaçladıkları üstünde durmuştuk.
27. Sayımızdaki “İletişim tekeli ve kamuoyu” adlı yazının yazılmasından yaklaşık bir ay sonra sıcak bir savaşa dönüşen körfez kriziyle birlikte, basın ve TV’nin kamuoyu oluşturulmasından rolü ve neye hizmet ettiği çok daha dolaysız bir biçimde görüldü. CNN’in başını çektiği TV kampanyası, büyük basın tekellerinin de desteğinde, burjuvazinin sahip olduğu iletişim araçlarının, emperyalist gerici savaş kışkırtıcısı cephenin hizmetinde olduğunu açıkça sergiledi. Bu konuya geçen sayımızda-ki değişik yazılarda değinildi.
Bu sayımızda ise; burjuvazi ve gericiliğin elindeki bu devasa iletişim aygıtlarına karşı, ilerici, devrimci, komünist vb. toplumun ilerlemesinden yana olan güçlerin, burjuvazinin yığınlar üstündeki ideolojik siyasi etkinliğini yıkarak, devrimden yana bir kamuoyu oluşturmayı amaçlayan “karşı iletişim” diyebileceğimiz faaliyetten söz edeceğiz.
Emperyalist burjuvazi ve gericiliğin, yığınları uyuşturmak ve kendi lehinde bir kamuoyu oluşturmak için yararlandığı, resmi eğitim kurumlarından cami ve kiliselere, sayısız kanalları ile TV kuruluşlarından uluslararası büyük basın tekellerine, “eğlence” merkeplerinden sinema ve tiyatroya, burjuva toplumunun yarattığı alışkanlıklar, gelenek ve göreneklere vb. vb. kadar sayısız araç ve olanak karşısında burjuvaziye ve gericiliğe karşı bir “karşı kamuoyu” yaratmak olanaksız gibi görünür. Ama son bir kaç yüzyılın devrimleri, ayaklanmaları ve yerleşik düzene karşı devrimci ve emekçilerin mücadeleleri burjuvazi ve gericiliğin sınırsız olanaklarının alt edilebileceğinin, “karşı” bir “kamuoyu”nun yaratılabileceğinin açık göstergeleridir. Bu yazı boyunca da, işte bu “karşı kamuoyu”nu yaratmanın olanakları ve araçları üstünde duracağız.
İdeoloji, siyaset ve kamuoyu
Sınıflı bir toplumda, her düşüncenin bir sınıfa karşılık geldiği, bilinen bir gerçektir. Kapitalist toplumda bu durum, bütün diğer ilişkilerden ve örtülerden kurtulmuş olarak çok daha çarpıcı bir biçimde kendini ortaya koyar. Her sınıf, kendi en bilinçli temsilcilerinin oluşturduğu partileriyle siyaset arenasında yer alır. Ve bu partiler, yığınları kendi peşlerine takmak için kıyasıya bir çatışmaya girerler. Bu mücadele içinde, egemen sınıf partileri, emekçileri de kendi doğrultularına çekmek için özel çaba harcarlar. Bunun yolu ise; yığınların bilincini çarpıtmak, onların dünyaya burjuvazinin gözü ile bakmasını sağlamaktan geçer, işte bu noktada burjuvazinin elinde bulunan iletişim araçları belirleyici bir rol oynar. Çünkü son tahlilde, siyaset arenasında burjuva politikacılar, bazen birbiriyle çatışırken, bazen “gerçek” uğruna birbirinin ipliğini pazara çıkarır. Buda onların söylediklerinin yığınların üstündeki etkinliğini azaltır. Bu yüzden de “halk adamı”, “sevilen lider” konumundaki burjuva politikacı kısa süre sonra popülaritesini yitirir. Söyledikleri, yığınlarca ciddiye alınmaz, alay edilecek şeyler olarak kahve köşelerinin eğlencesi olur. Bu yüzden de, politik mücadele sahnesinin ön saflarındaki burjuva politikacılarının, kamuoyu oluşturulmasındaki doğrudan rolleri sanılanın çok gerisindedir. Politikacıların asıl rolleri, kamuoyu gündeminin maddelerini ve doğrultuyu belirlemekten ibarettir. Artık konuların işlenmesi ve yığınların düşüncelerinin biçimlendirilmesi, iletişini araçlarının çeşitli seksiyonlarında görev yapan burjuva propagandacılarının işidir. Bunlar araçları ne ölçüde iyi kullanırlarsa, kamuoyunun burjuvazinin çıkarları doğrultusunda oluşması o ölçüde başardı olacaktır.
Bu konuda, burjuva iletişim odakları “bağımsız olmaları nedeniyle de önemli bir “inandırıcılık” özelliği taşırlar. Ama bu sadece yığınları aldatmak için yakıştırılan bir “bağımsızlık”tır. Gerçekte ise; doğru olan sadece burjuva partileri karşısında nispi bir bağımsızlığa (o da bazen) sahip olmalarıdır. İdeolojik alanda ise bütünüyle burjuvazi ve onun partileriyle aynı platformda olmalarından dolayı, burjuvazi ve gericiliğe tümüyle bağlıdırlar. Bu yüzden de burjuvazinin denetimindeki iletişin araçlarının asıl etkinliği bu, “bağımsızlık”, “tarafsızlık yaftası arkasında gerçekleştirilmeye çalışılır.
Burjuva propagandacıların asıl yapmak istediği, oiay ve olguları yığınlara aktarırken onu burjuva dünya görüşüyle biçimlendirmek, gerçeğin burjuvazinin gördüğü ya da görülmesini istediği gibi görülmesini sağlayacaktır. Burjuva iletişim merkezleri, olay ve olgunun sadece görünen yanı üstünde dururken, “yorumlar” ve “uzmanlar”ın değerlendirmeleriyle olayı biçimlendirmektedirler. Dahası olay ve olgunun topluma etki derecesine bağlı olarak, konuyu, “bilim”‘in ve “sanat”ın da nesnesi haline getirerek, yığınlar üstündeki etkisini, burjuva dünya görüşü doğrultusunda artırmaya çalışmakladırlar.
Özellikle son yıllarda; burjuvazinin, güncel olayları, hatta tarihi nasıl çarpıttığına sık sık tanık oluyoruz: Sosyalizme karşı yürütülen gerici kampanyada, burjuvazi, dindeki araçları öylesine usta bir biçimde kullandı ki, iyi niyetli, sosyalizme sempati duyan çevrelerde bile, ‘sosyalizmin ebediyen öldüğü” imajını yaratmayı başardı. Bunu yaparken, sadece Doğu Avrupa ve SB’deki gelişmeleri çarpıtarak, revizyonist diktatörlükleri sosyalizm olarak gösterip kötülemekle kalmadı; eski “soğuk savaş” dosyalarını açarak bunu anti-Stalinizm ile bileştirmeyi başardı. 1968 eylemlerini bir yandan, nostaljik bir zarf içinde, sözde yüceltirken, dönemin “önderleri”ni (döneklerini demek daha doğru) yeniden piyasaya sürdü: “başkaldırının anlamsızlığı”nı, salt “gençlik budalalığı” olduğunu kanıtlamaya çalıştı. Bununla da yetinmedi burjuvazi; varlığının önemli taşlarından birisi olan Fransız ihtilalini bile yeniden yargılayıp mahkûm etmekten çekinmedi. Devrimci Robespierre’i “Stalin benzeri” bir “kanlı katil” olarak mahkûm ederken, uzlaşmacı, reformcu Danton’u haksızlığa uğramış bir insan-sever, ideal bir insan olarak tanıttı. Verilmek istenen mesaj şuydu: devrimler ve devrimciler kötüdür, köklü değişiklikler istemek insanlığın başına felaketten başka bir şey getirmez; bırakalım toplum kendiliğinden nasıl bir gelişim çizgisi izlerse öyle gitsin, insanlık için en iyisi budur! Yıllar boyu, bu düşünce, dünyanın değişik köşelerindeki gelişmeler, yalan ve uzak tarihi olaylar, “geleceğe yönelik” “bilim kurgu” yapıtlar, TV haber ve dizilerinin, tiyatroların, sinema filmlerinin, resim ve edebi yapıtların konusu oldu, oluyor. Ama bütün bu konular, tek bir düşüncenin iletilmesi için biçimlendiriliyordu, bugün de öyle: devrim, sosyalizm kötüdür; kapitalizm ve burjuva demokrasisi, olabilecek toplumsal ve siyasal düzenlerin en iyisidir!
Hiç kuşkusuz ki; burjuvazi, bu, kamuoyunu kendi doğrultusunda oluşturacak devasa aygıtı işletmek için, bilim, sanat, teknoloji, din ve yayıncılığın her kolunda, yüz binlerce işinin ehli eleman, yetiştirmekten geri durmamaktadır. Ve doğrusu bu elemanlar da, burjuvazinin “verdiğini” hak etmek için ellerinden geleni yapmaktadırlar. Bu ise; şöyle bir bakıldığında, düzen karşıtı güçlerin, ne yaparsa yapsınlar, burjuva iletişim aygıtı ile başa çıkamayacağı imajını uyandırmaktadır. Nitekim, devrimci ajitasyon ve propaganda yerine “silahlı propagandayı geçiren siyasi eğilimlerin kendilerin haklı göstermeye çalıştıkları dayanaklardan birisi de, bu, burjuvazinin elindeki iletişim araçlarının gücünün “sınırsızlığı” düşüncesidir. “Silahlı propagandacılar”a göre; burjuvazinin elindeki yığınları uyuşturma ve kendi doğrultusunda kamuoyu oluşturma gücü öylesi büyük boyutlara ulaşmıştır ki, devrimcilerin, sosyalistlerin, komünistlerin ellerindeki iletişim araçlarıyla burjuvazinin etkisini kırarak, yığınları kendi doğrultularında eğitmeleri olanaksızdır. Ve bu ancak, “silahlı propagandacıların yapacağı “ses getirici eylemlerim burjuvazinin iletişim araçları aracılığı ile kamuoyuna duyurulma “zorunluluğu” ile aşılabilir, vb. vb.
Hiç kuşkusuz ki, bu düşünceler, burjuvazinin amacına ulaştığını gösteren düşüncelerdir. Çünkü burjuvazi, diğer amaçlarının yanı sıra, belki de en başta, kendi olanakları karşısında devrimin olanaklarının bir değeri olmadığını anlatmak istemektedir. “Silahlı propagandacılık” eğilimi de, keskin formülasyonlar arkasında aynı düşünceyi yinelemekten başka bir şey yapmıyor.
Kısaca söylenecek olursa; burjuvazi kamuoyunu kendi doğrultusunda oluşturmak, yığınların dünyaya burjuvazinin gözlüğüyle bakmasını sağlamak için elindeki bütün olanaktan kullanmaktadır. Doğrusu, günümüz teknolojisinin iletişim olanakları bu alanda burjuvaziye tarihte görülmemiş bir etkileme gücü vermektedir. Ama bu, madalyonun sadece bir yüzüdür. Öteki yüzde ise, halkların ve proletaryanın mücadelesi, bütün uyutma ve koşullandırma çabalarını parçalayan devrimci ajitasyonun gücü ve kapitalist sistemin her gün derinleşen çelişmeleri vardır.
“Karşı iletişim”in bir unsuru olarak devrimci propaganda
Burjuvazinin elindeki devasa propaganda örgütü ve teknoloji “harikası” iletişim araçları karşısında devrimci propaganda kendine has özellikleri ve iletişim yöntemleriyle savaşır.
Her şeyden önce, devrimci propagandanın gücü, gerçekleri açıklamaktan gelir. Ve bu gerçekten yola çıkma ve gerçeği bütün çıplaklığı ile açıklama temeli, ona, burjuva propaganda karşısında üstünlük kazandıran asıl etken olur. Emperyalist-gerici propagandanın asıl amacı ise; gerçeğin üstünü örtmek; gerçek gizlenemez biçimde ortaya çıktığında da onu çarpıtarak bulandırmayı sağlamaktır. Ama gerçek, her zaman inatçıdır ve bu yüzden de, gerçeğin düşmanları ne kadar üstünü örtmeye çalışsalar da; o, kendini öyle, olmazsa böyle bir biçimde açığa vurmakta direnir. Gerçeğin direngenliği, emperyalist-gerici propagandanın “yumuşak karnı”dır. Devrimci propagandayı güçlü kılan asıl temel de budur. Kısacası, emperyalist-gerici propaganda ile devrimci propaganda arasındaki savaş, gerçek ve yalan arasındaki savaştır. İnsanlığın ileriye doğru yürüyüşünün bir ifadesi olan sınıflar mücadelesi içinde doğru, eninde sonunda üstün gelmiştir. Bu, bugüne kadar tarihin gösterdiği bir gerçektir. Bu yüzden de, emperyalist propaganda merkezleri, ne kadar deneyimli ve donanımlı, sahip oldukları iletişim araçları ne kadar “harika” olursa olsun, yalanı nasıl süsleyip “inandırıcı” bir biçimde sunarlarsa sunsunlar gerçeği sonsuzca gizleyemezler.
Örneğin, 2 Ağustos’ta başlayan “Körfez krizi”’nin “sıcak savaş”a dönüşmesi süreci, emperyalist-gerici propagandanın olanakları, gücü ve zayıf yönlerini sergileyen bir tipikliktedir.
2 Ağustos’la birlikte, emperyalist-gerici kamp, bir yandan Ortadoğu’ya asker ve silah yığınağını başlatırken, öte yandan kendisine dünya kamuoyu gözünde “meşruiyet” sağlayacak bir BM şemsiyesi edinmek için “sabırla” çalıştı. Diplomatlar, politikacılar, emperyalist ve gerici hükümetler, propaganda odakları var güçleriyle, “savaş istemedikleri”ni, askeri yığınağı “Saddam’ı caydırmak.” için yaptıklarını yayarken, bir yandan kendi “barışçılıkları”nın propagandasını yaptılar; öte yandan da, dünya halklarını “son anda bir uzlaşmaya varılır” beklentisine sokarak savaş karşıtı cepheyi dağıtmayı amaçladılar. “Uzlaşma önerileri” ve sahte “arabulucularda halkları oyalarken, “İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana en büyük askeri gücü” Ortadoğu’ya yığdılar. Savaş patladığında ise; “barış için”, “insanlık için” savaştıkları demagojisini sürdürmenin yanı sıra, “Kuveyt’in kendi kaderini tayin hakkı” ve “Ortadoğu’ya demokrasi getirmek” gibi “kutsal idealler için” savaştıklarının propagandasını yoğunlaştırdılar. Dahası, emperyalistler, öylesi “teknoloji harikası” silahlar üretmişlerdi ki, atılan binlerce ton bomba bir tek “sivil”in burnunu kanatmamıştı; bombalar adeta askeri hedeflere güdümlüydü! Saddam ise, tam bir “kanlı katil”, bir “cani”, bir “manyak”tı. Scudlar’ı Suudi ve İsrail kentlerine atarak “siviller”e zarar veriyordu. Hele İsrail’e atılanlar hepten “insanlık düşmanlığı”nın kanıtıydı. Saddam zaten “Kürtlere karşı kimyasal silahla saldırmış, Müslüman İran’la 8 yıl savaşmış birisi”ydi. Bu arada Irak’ın bombalanmış kent ve kasabalarının resimleri yayınlanınca, emperyalist propaganda odaklan, bunların, “yerden havaya atılan, hedefini bulmamış, Irak füzelerinin yaptığı tahribat” olduğunu iddia ettiler.
Bu doğrultudaki propaganda, emperyalizm ve gericiliğin propaganda odakları tarafından, ne kadar çok ağızdan, nasıl biçimler altında sunulursa sunulsun, inandırıcı olamamaktadır. Çünkü her şeyden önce İngiltere ve ABD gibi eski ve yeni sömürgecilerin, hiç bir yere demokrasi götürmediğini dünya halkları yaşayarak gördüler, görüyorlar. Onları silaha sarılmaya iten Ortadoğu’daki çıkarları ve uzak amaçlandır. Hele despot Arap şeyhleriyle, kan ve zulüm götürülebilir ama demokrasi asla! Dahası, Saddam’ı İran’a saldırmaya kışkırtan ABD, İngiltere ve Fransa’dan başkası değildi. İran-Irak savaşı boyunca Saddam’ ı silah ve para olarak bugünkü “müttefikler” desteklemedi mi? Ya kimyasal silahların imalinde kim yardım etti Saddam’a? Saddam’ı, Ortadoğu’da emperyalistlerin kırbacı olarak kullanmaya çalışan kimlerdi? Bütün bu ve benzeri soruların yanıtları dünya halklarının belleğinde tazedir. Bu yüzden de, emperyalist propaganda arkasındaki güçlerin bütün olanaklarını seferber etmesine karşın etkileme gücü bakımından sanıldığının çok gerisinde kalmaya mahkûmdur.
Devrimci propagandanın amacı ise; emperyalist-gerici propagandanın tam tersine, gerçeğin üstündeki örtüyü bütünüyle kaldırmak, emekçilerin gerçeği, çıplak gerçeği, bütün yönleriyle görmesine yardımcı olmaktır. Bu, hem toplumsal gelişmenin doğasıyla, hem de emekçilerin uzak ve yalan çıkarlarıyla tam uygunluk için olan bir tutumdur. Bu yüzden de devrimci propagandanın açıkladığı gerçekler emekçiler için anlaşılmaz, karmaşık şeyler değildir.
Kapitalist sistem içinde kalındığı sürece, devrimci, Marksist propaganda merkezlerinin elindeki iletişim araçları; hiç kuşkusuz ki, burjuvazinin elindeki iletişim araç ve olanaklarıyla, ölçü kabul etmez bir biçimde azdır. Özellikle radyo, TV gibi en etkin iletişim araçlarından doğrudan yararlanması neredeyse olanaksızdır. Basından, nispeten yararlan ılırsa da, nicelik bakımından burjuvaziyle boy ölçüşmesi (burjuvazinin platformunda kalarak) beklenemez. Ama bütün bu araç, birikim, profesyonel eleman vb. açısından burjuvazinin üstünlüğü, iş ve etkinlik alanında alt edilebilir. Bu alt edilebilirlik, dünya işçi sınıfının mücadelesi içinde kanıtlanmıştır.
Yine örnek olarak, “Körfez krizi”nin savaşa dönüşmesi sürecini alırsak, devrimci propagandanın amacı, emperyalist-gerici propagandanın gerçekler üstüne örttüğü sis perdesini yırtmayı ve gerçeğin yığınlar tarafından tüm yönleriyle anlaşılmasını sağlamaktır. Bunu yapmak için de, her şeyden önce, emperyalistlerin Ortadoğu’daki çıkarları ve uzak amaçlarını teşhir ederek, savaşa yol açan krizin emperyalistlerin dünya üstündeki faaliyetlerinin bir sonucu olduğu gerçeğini ortaya koymak zorunludur. Bu temelde, emperyalistlerin “barış”, “insanlık” demagojisini, “demokrasi götürme” yalanını da açığa çıkarak, halkları olası bir gerici savaşa karşı eğitmek, onların mücadelesinin yolunu açmaktır. Savaş engellenemediğinde ve emperyalist propaganda yön ve i biçim değiştirdiğinde de yalanlara karşı gerçeği savunmak, halkların mücadelesinin düşünsel temelini sağlamlaştırmak, halkları emperyalist savaşa karşı bir savaş için kışkırtmaktır.
Söylenenlerden de anlaşılacağı gibi, emekçilerin, halkların gerçeği kavramasının önündeki en önemli engel, emperyalist-gerici propagandanın gerçeği çarpıtması, gerçeğin bütün yönlerinin görülmesini engelleyecek bir sis perdesi arkasına gerçeği saklamaya çalışmasıdır. Yukarda da belirtildiği gibi, egemen sınıflar gerçeği çarpıtmak için pek çok araç ve deneyime sahiptirler ama, devrimci propaganda, eğer doğru araç ve yöntemleri kullanırsa, egemen sınıfların, emperyalistlerin karşı propagandasını etkisizleştirerek emekçi kamuoyunu kendi doğrultusunda oluşturup, mücadeleye çekmenin koşullarını oluşturabilir. Yeter ki, doğru araç ve yöntemleri kullanabilsin.
“Kamuoyu”nun kazanılmasının iki temel aracı olarak propaganda ve ajitasyon
Gündelik yaşamda, propaganda sözcüğü, bir olayın, bir olgu ya da durumun belirli bir düşünce doğrultusunda yorumlanarak insanlara aktarılması faaliyetini ifade etmek için kullanılır. Biz de, bu sözcüğü, anlatım kolaylığı sağlasın diye, yukarıdan beri aynı anlamda kullandık. Ne var ki, soruna daha yakından bakıldığında, aslında bir düşünceyi yığınlara aktarma faaliyetinin daha karmaşık olduğu, bu eylemin bir değil iki ayrı çalışma alanında gerçekleştiği görülür. Dahası, bu iki ayrı çalışma alanından yığınlarla doğrudan iletişim kurma alanının propaganda değil, ajitasyon atanında olduğu görülür.
19 .yüzyıl boyunca, Marksist partiler de bu iki alanı tek bir alan, propaganda alanı olarak görüyorlardı. Ama Lenin, Marksist devrimci partinin çalışma tarzını incelerken, bu alanda da devrimci çalışma tarzını geliştirdi. O zamandan beri de Marksistler, propaganda ve ajitasyon alanını iki ayrı çalışma alanı olarak görüyorlar. Bu ayrımın devrimci kitle çalışmasına getirdiği dinamizmi, yığınları kazanmada ajitasyonun önemini ve bunun örgütlenme çalışmasına etkisini biraz aşağıda göreceğiz. Ama önce, Marksist propaganda ve ajitasyon dendiğinde ne anlamak gerektiğini görelim.
PROPAGANDA denildiğinde, bir olay ve olgudan kalksa da, birçok düşüncenin bir arada, en ince ayrıntılarına kadar işlendiği faaliyet anlaşılır, örneğin, olgu olarak, Ortadoğu’daki gerici savaşı ele alan propagandacı; sadece savaşın kime hizmet ettiği ve halklar için hangi baskı ve yükleri getirdiğim belirtmekle yetinmez. Tersine bu konuyu, daha çok ajitatörlere bırakarak, o, esas olarak savaşın kaynağı, savaşa yol açan emperyalist politikanın tarihsel ve ekonomik temellerine yönelir; savaşın, gericilik ve emperyalistler için sunduğu olanakların yanı sıra devrimci etkenin yükselişine yol açacak gelişmelerin ekonomik, sosyal, siyasal dayanaklarım açıklar ve bütün bunların, emperyalist sistemin çelişmeleriyle kaçınılmaz bağlantısını sergiler vs. vs. Anlaşılacağı gibi, böylesi derinlemesine bir çalışma güncel politikayı yalandan izlemek kadar, bir arşiv çalışmasını, bir inceleme ve araştırma faaliyetini de zorunlu kılar. Bu faaliyetin ürünü olan propaganda materyali de, ele aldığı konular itibariyle, nispeten az sayıda kişinin anlayabileceği bir materyaldir. Yani propagandacının ürünü olan materyal, yoldan geçen birinin eline tutuşturulursa, o kişi bu materyalden ya hiç, ya da gereği gibi yararlanamaz. Dahası böyle bir materyal, bir ajitatörün bir çırpıda yığınlara aktarabileceği bir şey de değildir. Bu yüzden de propaganda faaliyeti, genellikle yazılı olarak yapılan bir faaliyetin Bu yazılı doküman, bazen bir kitap, bazen bir broşür, bazen da bir derginin sayfalandır, örneğin özgürlük Dünyası, eksik ve yetersizliklerine karşın, sayfalarının, hiç olmazsa büyük çoğunluğunu propaganda faaliyetine açmış bir dergidir.
Elbette ki, propaganda, her zaman, emperyalist savaş gibi, güncel bir konudan kalkmaz. Çoğu zaman tersine, yığınları doğrudan ilgilendirmeyen, ya da kendiliğinden onların dikkat alanına girmeyen konularda yoğunlaşır, örneğin sosyalizmin teorisinin çeşitli sorunları, bilim ve sanattaki gelişmeler ya da tıkanıklıklar, vb. teorik (felsefi) mücadelenin bütün sorunları Marksist propagandanın başlıca konularıdır. Esas olarak propaganda faaliyetiyle uğraşanlara da propagandacı denir.
AJİTASYON’a gelince; propagandanın tersine, ajitasyon yürüten ajitatör, bir tek konuyu ele alarak işler ve dinleyicilerine (yazdı materyalle yapılıyorsa hitap ettiği kitleye), bu konuyu, en akılda kalacak biçimde aktarır. Ajitatör, herkesin ilgilendiği bir olgudan kalkarak, o konuya ilişkin en önemli gördüğü yönü öne çıkarır, örneğin Körfez savaşıyla ilgili bir ajitasyon yürüten ajitatör, Körfez savaşının emekçiler üstüne getirdiği baskı ve yüklerden söz ederek konuşmaya başlar, savaşın emperyalist karakteri ve kapitalist sömürüyle ilişkisini kurar, hükümetin işçiler üstünde baskı kurmak için bu durumdan nasıl yararlandığım açıklar ve savaşa karşı mücadelenin zorunluluğu ve mücadelenin nasıl olması gerektiği vb. ile sözlerini bitirir. Sorunun değişik yanlarına şöyle bir değinmiş olmasına karşın ajitatör, aslında tek bir konuyu işlemiştir. Savaşın emekçilere getirdiği baskı ve yükler. Anlaşılacağı gibi, ajitasyon doğrudan yığınlara yöneliktir ve onların kapitalist emperyalist sistem hakkında bilinçlendirilmesini amaçlar. Bu yüzden de propagandadan farklı olarak ajitasyon, nispeten az sayıda kişiye değil, en geniş yığınlara hitap eder. Yine aynı nedenle ajitasyon materyaller mümkün en geniş emekçi yığınlarına ulaşması gereken materyallerdir. Gündelik çalışma yaşamı içinde her saat, her an ajitasyon için fırsat ortaya çıktığından ve “hırsızı suçüstü yakalamak en etkili teshir yöntemi” olduğundan, yine propagandanın aksine ajitasyon, genellikle sözlü yürütülen bir faaliyettir. Ama elbette bundan, ajitasyonun yazılı olamayacağı anlamı çıkarılamaz. Tersine baskı ve yazma sistemleri pratikleştikçe ajitasyon, bildiri, broşür, kitapçık, dergi, gazete vb. araçlarla daha geniş ve sistemli bir biçimde yapılabilmektedir. Örneğin, çeşitli imzalarla dağıtılan bildiri ve broşürler birer ajitasyon materyalidir, Devrimin Sesi ise, bütün ajitasyon faaliyetini birleştiren merkezi bir ajitasyon aracıdır. Ama en gelişmiş baskı tekniklerinin bile sözlü ajitasyonun önemini azaltamayacağı, hiçbir yazılı metinin ajitatörün sıcak ilişkisinin ve coşkulu duygularını emekçilere yansıtamayacağı açıktır. Bu yüzden de, sözlü ajitasyon, iletişim araçlarındaki bunca gelişmeye karşın yığınları etkilemede hala vazgeçilmez olacak en üst sırada durmaktadır. Yeter ki, ajitatörler adlarına layık bir biçimde bu işlevlerini yerine getirebilsinler.
İşyerindeki basit bir iş kazasından, sosyalizmin en çapraşık konularına, TIS konularından ülke sorunlarına her şey ajitasyonun konusu olabilir. Yeter ki emekçilerin gündemine bu konular, bir biçimde, girmiş olsun.
Buraya kadar, propaganda ve ajitasyon alanı diye iki ayrı faaliyet alanından gözettik. Evet, bu iki alan ayrı ayrı alanlardır, ama bundan birbiriyle ilişkisiz iki alan olduğu anlamı çıkarılamaz. Ajitasyonla bağı olmayan, onun ihtiyaçlarını görmezden gelen bir propaganda faaliyeti salt bir aydınlar tartışması olarak kalmaya mahkum olurken, propagandanın ele alıp incelediği konularla desteklenmemiş bir ajitasyon da, sığ, tekdüze, yığınlara hiçbir şey vermeyen bir faaliyet olmanın ötesine geçemez. Dolayısıyla, propaganda ve ajitasyon, ayrı ayrı alanlar olmasına karşın tek bir amaca yönelik bir tek işin yerine getirilmesine hizmet vermeleri bakımından da birlikte düşünülmesi, aralarında sıkı bir bağın bulunması gereken alanlardır.
Propaganda ve ajitasyon faaliyeti denildiğinde, kişilerin çeşitli konularda, kendi kendilerine, amatörce yapakları, çeşitli konularda fikir açıklamalarını anlayamayız. Tersine bu faaliyetten söz ederken, Marksist partinin, en temel iki çalışma alanından söz ediyoruz. En temel diyoruz; çünkü Marksist partinin yığınlar arasındaki çalışmasının asıl amacı; yığınların bilincini partinin bilinci düzeyine çıkarmak, yığınları burjuva partilerinin yedeğinden kurtararak, toplumsal dönüşümü gerçekleştirecek, sömürüsüz ve baskısız bir toplum kurmak için savaşa atılmalarını sağlamaktır. Yığınları eğitmenin, onlara parti düşüncesinin taşınmasının tek yolu ise ajitasyondur. Ancak kapsamlı, sürekli, sistemli ve yaratıcı bir ajitasyonla yığınların var olan kapitalist baskı ve sömürü düzeninin niteliği, dostları ve düşmanları konusunda bilgi sahibi olması sağlanabilir.
Ajitasyon kapsamlı olmalıdır: çünkü burjuvazi, sınıfın gerçekleri görmemesi için; onu, ideolojik olarak köleleştirmekte, siyasi olarak bölerek kendi partilerinin dolgu maddesi olarak kullanmakta, ekonomik olarak da alabileceği son zerreye kadar sömürmeye çalışmaktadır. Bu yüzden de, sınıf mücadelesinin bütün alanları ideolojik, siyasi ve ekonomik mücadele alanlarının konulan ajitasyonun da konulan olmak durumundadır. Ajitasyon faaliyeti yürütenler, gündelik yaşam içinde çıkan her fırsattan yararlanarak, kapitalist ekonomik ve siyasi düzeni teşhir etmekle yükümlüdürler. Bazen kapitalistin yaptığı bir haksızlık, bazen hükümetin işçi ve emekçilere yönelik yeni bir saldırısı, bazen da, burjuva propaganda merkezlerinin işçi sınıfı ve sosyalizme yönelik kampanyasının unsurları, ya da günümüzde olduğu gibi emperyalist-gerici bir savaşın nitelikleri ajitasyonun konusu olabilir, olmalıdır.
Ajitasyon sürekli olmalıdır: İş kazaları, işten çıkarmalar, kapitalistlerin TİS ihlalleri, TİS uyuşrnazlıkları, hükümetin sendikal özgürlüklere yönelik saldırıları, özgürlüksüzlük, işyerlerindeki değişik baskılar, aşırı çalışmaya zorlanma, kronikleşmiş enflasyon, ulusal, dini ve siyasi baskılar vb. işçinin çalışma ve günlük yaşamı sayısız sorunlarla doludur ve bunların her biri devrimci ajitasyonun konulan, kalkış noktaları olmak durumundadır. Bu ise, ajitasyonun, sadece olağandışı günlerde, (1 Mayıs, grev ya da bir direnişin gündeme geldiği günlerde) yapılan bir faaliyete indirgenmesiyle çelişir. Tersine ajitasyon, bu faaliyet içinde yer alanların her günkü eylemi olmak durumundadır. İşçilerin hoşnutsuzluğuna yol açan her durumda ajitatör, anında duruma müdahale ederek, olup bitenlerin doğru, kapsamlı bir açıklamasını yapmak, yığınların düzene karşı öfke ve bilincini bir kez daha bilemek durumundadır. Böylesi sürekli olmayan, arada bir yapılan teşhirler ne gereken etkiyi sağlar, ne de yığınların eğitilip bilinçlerinin yükseltilmesine katkı sağlar.
Ajitasyon sistemli olmalıdır. Çünkü burjuvazi, elindeki sınırsız olanaklarla, işçi sının ve diğer emekçi sınıfları, kendi doğrultusuna çekmek için, günün yirmi dört saati, sayısız kaynaklardan “ateş altında” tutmaktadır. Burjuva dünya görüşü, bazen doğrudan proleter düşünceye saldırarak, çoğu zaman da eğlence, sanat, bilim, din vb. maskesi arkasında emekçilerin kafasını bulandırmaktadır. Bu saldırıya karşı Marksist parti, emekçileri, ancak sistemli bir ajitasyon faaliyetiyle burjuva dünya görüşünün etkisinden kurtarıp kendi doğrultusuna çekebilir. Dahası burjuva partileri ve sendika ağalan da, dursuz duraksız bir çabayla, emekçileri bölüp parçalayarak, onları kendi doğrultularında hareket etmeye zorlamaktadırlar. Bu ise; sınıf partisini, burjuvazinin, sadece ideolojik etkisine karşı değil, siyasi ve sendikal alandaki faaliyetlerine karşı da sınıfı uyarma göreviyle yükümlendirmektedir. Bu kapsamlı saldın karşısında, partinin ajitasyonu, en az burjuvazinin ve sendika ağalarının fal i yeli kadar sistemli olmak durumundadır. Bunun yolu ise, kapsamlı ve sürekli ajitasyona bir sistem de kazandırmakla olanaklıdır. Bu sistem, işyerlerinden ülke düzeyine; gündemin belirlenmesinden, ajitasyon araçlarının birbirini tamamlayacak biçimde yaygınlaştırılıp yoğunlaştırılmasına kadar, geniş bir alanda, örgütlü ve disiplinli çalışmanın yerleştirilmesiyle olanaklıdır. Kısacası, geleneksel olduğu gibi rasgele, birbiriyle bağlantısız, ülke çapında merkezileştirilmemiş bir ajitasyonun, burjuvazinin kapsamlı ve sistemli saldırıları karşısında basan şansı yoktur elbette. Bu yüzden de ajitasyonun sistemli olması, bu sistemin ülke çapında ve işyerleri düzeyinde ajitasyon araçlarının birbirini tamamlayan bir biçimde kullanılması gerçekten etkili bir ajitasyon için hayati öneme sahiptir.
Ajitasyonda yaratıcı olunmalıdır: Ajitasyon, her şeyden önce, kapitalist ekonomik ve siyasi düzenin teşhiridir. Bunda amaç, işçilerin, kapitalist düzenin sömürücü, baskıcı niteliğini, burjuva politika alanında çevrilen dolaptan ve bu atanın işçi sınıfına düşman bir alan olduğunu görmelerini, sınıfın kapitalizme ve özgürlüksüzlüğe karşı mücadelede dostlarını ve düşmanlarını tanımasını sağlamaktır. Bunun başarılması ise, sürekli, sistemli, kapsamlı özelliklerinin yanı sıra, yaratıcı bir ajitasyon çalışmasını da zorunlu kılar. Tekdüze, sürekli aynı şeyleri tekrarlayan bir ajitasyondan daha sıkıcı ve anlamsız bir şey yoktur. Sadece, patronlar kötüdür, kapitalizm kötüdür, sosyalizm iyidir sözcükleri etrafında dönen bir ajitasyonun yığınlara fazla bir şey vermesi beklenemez. Tersine her durumda, ekonomik ve siyasi düzen bir başka yanıyla konu edinilip eleştirildiği ölçüde ajitasyondan beklenen amaç elde edilebilir. Elbette ki, yaratıcılık sadece, sözlü ve yazılı ajitasyonun konularının işlenmesiyle sınırlı kalmamak durumundadır. Her somut durumda yeni sloganların öne sürülmesi, her yeni durumda, duruma uygun eylem çağrılarının yapılması, sorunlar karşısında anında gerçekçi çözüm önerilerinin öne sürülmesi vb. konularda da yaratıcı olmak gerekmektedir. Aynı kapsamdan olmak üzere, yığınların nabzını elde tutarak, bir ajitasyon sloganının ne zaman eylem sloganına dönüştüğünü fark ederek, her durumda, eylem, ajitasyon ve propaganda sloganlarını belirleyebilmek ve bunları duruma göre ders çıkarma ya da biraz geriye çekme; hangi durumda hangi sloganların yığınları birleştireceğini görebilme, nerede pankart açılıp ya da açılmayacağına karar verebilme, vb. bütün bunlar yaratıcı bir biçimde değerlendirildiği zaman ajitasyon anlamlı hale gelir, ajitatör de görevini yerine getirmiş olur.
Daha genel söylersek; söz konusu olan bir düşünceyi yığınlara aktarmaksa, bir düşüncenin genel olarak doğru olması, ajitasyonun doğru olmasına yetmez. Aynı zamanda, o düşüncenin, o anda, yığınlar tarafından algılanır olması, dahası yığınlara o düşüncenin algılanabilecek biçimde sunulması da gerekir. Dimitrof’un ünlü örneğinde olduğu gibi; işsizlikle ilgili bir yığın gösterisinde, Enternasyonalin çeşidi konulardaki kararlarını açıklamak, işsizlik ve ona karşı mücadeleden söz etmemek, söylenenlerin genelde doğru olmasına karşın, amaca uygun bir ajitasyon olamaz. Ama aynı toplantıda, Enternasyonalin işsizliğe karşı, uluslararası planda örgütlemeye çalıştığı faaliyetten, bu konuda aldığı kararlardan söz edilseydi, elbette işçiler Enternasyonal ve uluslararası işçi hareketi konusunda daha doğru bilgilenecek, onunla kendi sorunları arasında bir bağlantı kurabileceklerdi. Bu yüzden de, ajitasyonda yaratıcılık, her durumda “ne”den, hangi biçimde söz etmek gerektiğini yakalamak, son derece önemli bir etken olarak ortaya çıkmaktadır.
Yukarıda sözü edilen kapsamda bir ajitasyonun gerçekleşmesi, elbette, salt ajitatörlerin çabalarıyla sağlanamaz. Tersine ajitasyonun arka planında ciddi bir propaganda çalışmasını ön koşul olarak düşünmek gerekir. Örneğin savaş konusunda ajitasyon yapan bir ajitatör, eğer var olan savaşın emperyalistlerin hangi politikaları ve sömürgeciliğin hangi tarihsel mirasının bir sonucu, dahası emperyalist-gerici dünyanın hangi çelişmelerinin zorunlu sonucu olduğu konusunda propagandacılar tavafından beslenmezse, ister istemez ajitasyon kuru, tekdüze, yüzeysel kalacaktır. Tersi durumda, ajitatör, savaş konusunda tam bir bilgi zenginliği ve kafa açıklığı ile, her yeni durumda sorunun bir başka yanını yığınlara aktaracak, yığınların her tepkisinde, anında, onlara ihtiyaç duydukları açıklamaları yapabilecektir. Demek ki, propaganda faaliyetinin pratik amacı, doğrudan doğruya canlı, sürekli, sitemli, kapsamlı bir ajitasyonun gerçekleşebilmesi için gerekli materyalleri sağlamaktır. Bu yüzden de, iki ayrı çalışma alanı olarak nitelediğimiz bu faaliyet alanları tek bir amaca; emekçilerin siyasi bilincini yükselterek, onları burjuva partilerin etkinliğinden kurtarıp, kendi sınıf partisinin mücadele çizgisine çekme amacına hizmet eder.
Ajitasyonla ilgili söyleyeceklerimizi bitirmeden önce, burada, ajitasyonun bir özelliğine daha değinmek istiyoruz.
Ajitasyonun bir diğer özelliği de, “heyecanlandırma”dır. Günlük dilde de, daha çok, bu anlamda kullanılır. Elbette siyasi ve ekonomik düzenin kapsamlı açıklamaları ve yapılan haksızlıklar ve burjuva siyaset alanının rezaletlerinin açığa vurulması yığınlarda, heyecan ve öfke yaratır; ve onları eyleme geçmek için kışkırtır. Ne var ki, “silahlı propaganda” savunucuları ve onlardan etkilenen kimi devrimci gruplar, ajitasyondan salt “heyecanlandırma” beklediklerinden, “öncü “nün yapacağı “ses getirici eylemler”le yığınları heyecanlandırmasını ajitasyon olarak nitelemekte, bu eylemlerle yığınları “bilinçlendireceklerini” söylemektedirler. Bu anlayış ülkemizde, genellikle “göstericilik”, “korsan mitingcilik”, ajitasyonun salt “pankart açma” ve “slogan attırma” ya indirgenmesi olarak yansımaktadır. Bir çizgi olarak ele alınmadığında ve koşullarla bağlantılı olarak, elbette bu eylemlerin de bir değeri vardır, ama bunlar, gündelik olarak yürütülmesi gereken ekonomik ve siyasi düzeni açıklamaya yönelik ajitasyonun yerine geçirilirse, silahlı propagandacılık sözde reddedilse bile, varılacak yer farklı olmaz.
Burada sözü edilmesi gereken sorunlardan birisi de, Türkiye devrimci hareketinin içinde bulunduğu kargaşadan gelen, ajitasyon özgürlüğü sorunudur. Ajitasyon özgürlüğü, ya hepten reddediliyor, ya da her durumda ayrı sloganların atılma (herkesin kendi sloganım bağırması) zorunluluğu olarak görülüyor. Gerçekte ise, hak olarak ajitasyon özgürlüğü mutlaktır ve bu hak şöyle ya da böyle kullanılabilir. Belirli bir durumda ortak sloganların haykırılması, salt o eylemle ilgili olarak belirlenmiş sloganların dışına çıkılmaması ajitasyon özgürlüğünü ortadan kaldıran bir şey değildir. Tersine, ajitasyon özgürlüğünün o anda öyle kullanılmasının yığın hareketinin ilerletilmesine katkıda bulunacağı nedeniyledir. Burada gözetilmesi gereken kıstas, hangi sloganların yığınları birleştirip harekete geçireceği, mücadeleyi ilerletecek bir etken olacağıdır.
Marksist parti ve kamuoyunu kazanma
Bu yazı boyunca Marksist partinin asıl çabasının, yığınların düşüncelerinin burjuva dünya görüşü çerçevesinde şekillenmesi yerine, olaylara proleter dünya görüşü açısından bakmalarını sağlamak olduğunu vurgulamaya çalıştık. Ve burjuvazinin bu alana yığdığı devasa uzman ve iletişim araçlarının etkisini kırması için yoğun bir ajitasyon faaliyeti örgütlenmesi gerektiğine değindik ve bu ajitasyonun özelliklerini açmaya çalıştık. Ama açıktır ki, bu da her ciddi iş gibi örgütlenme sorunuyla birlikte çözümlenmek durumundadır. Aksi halde söylenenler dünyanın en doğru sözleri de olsa pratik bir değer kazanamaz.
Elbette ki böylesi zor bir görevi ancak “savaş örgütü” olarak biçimlenmiş, proletaryanın devrimci partisi yerine getirebilir. Ve 20. yüzyılın başından beridir de, bu nitelikte bir örgüt mü, yoksa herhangi bir emekçi partisi mi tartışması, gerçek Marksistlerle her soydan reformcu ve revizyonist arasında sürüp gitmektedir. Ama son yüzyılın bütün devrim ve ayaklanmaları gerçek bir toplumsal değişim için “savaşçı” bir partinin zorunluluğunu açığa çıkarırken, aynı zamanda bu örgütün temel örgüt biçiminin ne olması gerektiğini de ortaya koymuştur. Sınıflar mücadelesinin dersleri gösteriyor ki, partinin yığınlarla bağını sağlayan, onun yığınları kucaklamasının koşullarını yaratan örgüt biçimi partinin üretim birimlerindeki birim örgütleri (hücreler)dir. Yığınların bulunduğu her yerde kurduğu örgütleriyle parti, yığınların nabzını elinde tutar ve yığınlarla aynı koşullarda yaşayıp çalışan bu örgütlerdeki partililer, bir yandan her günkü mücadele içinde ekonomik ve siyasal düzeni teşhir ederken, aynı zamanda, her bakımdan yığınların güvenini kazanmaya çalışır. Günün yirmi dört saati, burjuvazinin yığınlar üstündeki uyuşturucu ve gerçekleri görmelerini engelleyecek propagandasını etkisizleştirmeye çalışır. Yığınlarla, burjuvazinin hiç bir iletişim aracı aracılığı kuramayacağı kadar yakın ve sıcak bağlar kurar. Olayları “sıcağı sıcağı”na değerlendirir, gerçeği olanaklı bütün yönleriyle yığınların gözünün önüne sergiler. Kendilerini günlük mücadele içinde de kanıtlamış olduklarından, işçi ve emekçiler, onların söylediklerini, burjuvazinin söyledikleri gibi, kuşku ile karşılamadan benimserler, vs. Kısaca, birim örgütleri, üretim birimlerinde partinin dayandığı ajitasyon odaklarıdır da. Bu odaklar, profesyonel ajitatörlerle birlikte, partinin merkezi ajitasyon ve propaganda faaliyetini yığınlara aktardığı mekanizmalardır, ve burjuvazinin yığınları kendi doğrultusunda etkileme faaliyeti, bu alanda yenilgiye uğratılabilir. Birim örgütlerinin başka faaliyetlerini de unutmamak koşuluyla şu söylenebilir ki, birim örgütünün zorunluluğunun nedeni, burjuvazinin yığınlar üstündeki ideolojik ve siyasi etkinliğini kırmak, burjuva kamuoyu karşısında devrimci bir “karşı kamuoyu” oluşturmaktır. Bu ise, birim örgütlerinin yığınlarla kuracağı bir “karşı iletişim” ile olanaklıdır. Bu yüzden de “birimler temelinde örgütlenme” ile partinin ajitasyon faaliyetinin niteliği sıkı bir bağlantı içinde ele alınmazsa, ne birimler temelinde örgütlenmenin zorunluluğu ne de kapsamlı bir ajitasyon faaliyetinin devasa burjuva propaganda aygıtını yenilgiye uğratılabilirliği anlaşılamaz.

Mart 1991

Gramsci’nin Defterleri

27. sayıdan devam

Doğal Hukuk geleneğinde doğal durumun yani ilkel toplumun karşılığı anlamında ilk olarak kullanılan “Sivil Toplum” kavramı Hegel’de, aile-uygar toplum-devlet kavramlarının diyalektik bir gelişme evresi olarak görünür. İnsan tininin önce ailede sonra uygar toplumda (sivil toplumda) sonra da devlette dünyalaşması (nesnelleşmesi) ve sürmesi olarak ele alınır. Marks’ta ise bilindiği üzere “maddi üretim ilişkileri alanı”, “tarihin gerçek sahnesi”dir. Ve bu kavram Marks’ta ayrıca, salt kapitalist toplumun değil genel olarak tüm toplumların “gerçek sahnesini” ifade eden bir kapsama sahiptir. Marks Alman İdeolojisi’nde konuya ilişkin olarak şunları belirtir: “Önceki tüm tarihsel dönemlerde varolan üretici güçlerce belirlenen ve daha sonra da bunları belirleyen karşılıklı ilişkiler biçimi sivil toplumdur. Burada görmüş bulunmaktayız ki, bu sivil toplum tüm tarihin gerçek kaynağı ve sahnesidir. Yine görmekteyiz ki, gerçek ilişkileri dıştalayan devlet ve prenslerin gösterişli dramı ile kendini bütünleştiren ve bu güne kadar uzanan tarih kavramı saçmadır. Sivil toplum üretici güçlerin gelişmesinin belirli bir aşamasında bireylerin karşılıklı maddi ilişkilerinin tümünü kapsamaktadır. Yine belli bir aşamadaki ticari ve sınaî yaşamın tümünü kapsamakta (…)”
Gramsci ise toplumsal olguların kaynağını; maddi üretim koşullarında, sınıfların mücadelesinde değil, “sivil toplum” adım taktığı üst yapısal olgularda, bunların birbirleriyle ilişkilerinde aradı. O, “insanların ekonomik çatışmaların bilincine ideoloji alanında varabilecekleri “Marksist tezini,” insanlar üstyapısal olgulara bakarak gerçeği görür, bilince kavuşur” tarzında bozdu. İnsanlığın Marks’a gelene dek binlerce yıl üstyapısal olgulara (felsefeye, din ve ideolojiye) bakılmasına rağmen bilincine varılamayan gerçekliğin, günümüzde de üstyapısal olgular merkeze alınarak anlaşıldığını iddia eden Gramsci’nin gerçekliğinin kurgudan ibaret olduğunu görmüştük. Ama Gramsci bu sorunda oldukça ısrarlıdır. Ekonomi politik olgular onun için hemen hiç yoktur. Sınıf egemenliğini gizleyen, egemen sınıf adına yanlış yansıtan alanı (gerçek ilişkileri tersyüz edilmiş olarak yansıtan alanı) Gramsci’nin uğraş alanı olarak görüyoruz. O, tüm çabasında, tersyüz edilmiş durumu deşifre edici değil, kökleştirici bir işlev gördü. “Örtü”leri kaldırmadı, yeni peçeler gerdi. Proletaryanın kendi günlük mücadelesi içerisinde sınıf bilincini alamayacağı bunun dışarıdan (yani ekonomik mücadele alanı dışından) yani politik mücadele içerisinde öncüsü tarafından kendisine verilmesi yerine bir başka “dışı”, idenin dışlaşma-sı idealist görüşünü gerçeğin üzerine örttü Gramsci.
Gramsci “siviI-topIum”u üstyapısal bir olgu olarak ele almış, Marksizm’den bu konuda sapmanın da ötesinde üstyapıyı “sivil toplum” ve “politik toplum” olarak iki ayn düzeye bölmüştür. O, insanların egemen sınıfın düşüncelerine boyun eğmelerini, egemen sınıfın düşüncelerinin rasyonel olarak kabul görmesine, alt sınıfların gönüllü onaşmasına (consensus) indirgedi. Egemen sınıfın ideolojik felsefi egemenliği, “tarihsel blok” kurmaları keyfi olmayışın göstergesi oldu. Ekonomi politik, ekonomik zor, diktatörlük aleti olarak devlet göz ardı edildi. Marks, üstyapısal olguların “ne kendilerinden, ne de insan zihninin genel evriminden anlaşılamayacağını” onların “ekonomi politiğin içinde aranması” gerektiğini haklı olarak belirtirken toplumsal olguların tahlil ve araştırılmasının, sonuçlar çıkarılmasının biricik yolunu da gösteriyordu. Gramsci ise aksi bir yol tutturmuştur. O’nda tarihin materyalist ele alınışının olmadığını görmüştük. Sivil toplumu üstyapıya ait kavram-kategorileştirmesi de bunu gösteriyor: “üstyapının evriminin çözümlenmesi, yapının kendisinin de dolaylı bir irdelenmesini sağlayacaktır.” Gramsci’nin tüm açıklama ve yorumları buna uygundur, ancak onda altyapının “dolaylı bir irdelenişini” bile göremedik. O, hep üstyapıdan başlar ve orada bitirir. Örneğin, kilise içindeki mezhep çelişkilerini açıklarken yaptığı gibi; “Eğer kilisenin içindeki her ideoloji kavgasına doğrudan doğruya ilk elden yapıda bir açıklama ararsak, bunun sonu gelmez: birçok siyasal iktisadi romanlar bu amaçla yayınlanmıştır. Tersine açıkça biliniyor ki, bu tartışmaların çoğu, gruplaşma, örgütleşme zorunluluklarıyla ilintilidir.” Ekonomik sınıfsal çelişkilerden bağımsız salt, “gruplaşma ve örgütleşme” için kiliselerde parçalanma olduğunu ortaya koymak “sivil toplum”u yanlış ele alışın doğal bir sonucu ve göstergesidir. Tarihsel materyalizm sorunu böyle açıklamaz. Marksizm din de, dinlerin içinde meydana gelen değişim, çelişki, mezhep kavgalarını sınıf ilişkileriyle, meydana gelen değişikliği yapan insanlar arasındaki ekonomik ilişkilerle açıklıyor. (Engels, proteston mezhebindeki bölünmeyi şöyle açıklıyor: “Nasıl ki, daha başlangıçtan itibaren burjuvazi kentlerde mülk sahibi olmayan ve bilinen hiçbir katmana ait bulunmayan ve gelecekteki proletaryanın habercileri olan bir Plebyenler, Gündelikçiler ve her türlü hizmet görevlileri ordusu yarattı ise, aynı şekilde bu ilk mezhep de, bir ılımlı burjuva mezhebi ve bir de bu burjuva mezhebinden olanların bile nefret ettikleri devrimci plebyenler mezhebi olarak çabucak ikiye bölündü.) “Gramsci, insanların ya da bir tarih döneminin kendine ilişkin vardığı yargılarla yetinmemizi öneriyor, olguların maddi kökenine inilmesini istemiyor. İşte kendine veri olarak sadece egemenlerin, meslekten filozof ve politikacıların ne dediklerini alan ve bunları “bilinçli insan eylemi” kategorisine sokan Gramsci, sınıfsallık yerine “yönetici grup,” “ast grup”, “sınıflı toplum” yerine genel bir toplum; “sivil toplum” söylemini benimsiyor “Bu anda yapabileceğimiz üstyapısal iki büyük düzeyi ayırmaktır. Bunlardan birisi ‘sivil toplum’ yani genellikle ‘özel’ diye anılan organizmalar bütünü, diğeri de ‘siyasal toplum’ ya da ‘devlet’ ‘diye adlandırılabilir. Bu iki düzey de bir yanda yönetici grubun toplumsal yapının tümü üzerinde uyguladığı ‘hegemonya’ işlevine diğer yandan da devlet ve hukuksal iktidar yoluyla uygulanan doğrudan egemenlik, ya da komuta işlevine tekabül eder.” Gramsci’nin sivil toplumdan anladığı; “Toplumsal bir sistemin entelektüel ve moral yönetimi”dir. Yönetici grubun ideolojisi olarak ekonomi, hukuk, bilim ve tüm ideoloji kollan, felsefe, din, ortak-duyu, folklor vb. (ideoloji üreten ve yayan örgütler)dir. Politik toplum (devlet) ise, Consensus’un ‘sivil toplum’da eksik olduğu noktada yönetimdeki bir bunalım olasılığına karşı toplumun tümü için oluşturulmuş olup, toplumu içinde bulunulan aşamanın üretim tipine, ekonomisine uydurmak için bir zorlama aygıtıdır. Sivil Toplum, hegemonya alanı, politik toplum ise iktidar (erk) alanıdır, Gramsci’nin sınıflar-üstü modelinde.
Gramsci’nin tarihin materyalist yorumlanmasına ters bir mantıkla hareket ettiğini daha önce birçok örnekte görmüştük. Şimdi de bir başka idealistçe yaklaşımına değineceğiz. Gramsci kendini “düşün” alanına hapseder, ayaklarını sağlamca yere basmaz. O, tüm tarihin ve toplumların gerçek hareket ettiricisi olan maddi üretici güçlerin hareketini, çelişkilerini yok eder: “Maddi üretim güçleri bütünlüğü tarihsel gelişme içinde en az değişken öğe, her değişikliği matematiksel bir kesinlikle saptanıp ölçülebilen bir öğedir,” der.
Hareketsiz, statik olan bir öğenin, yani hareket ve çelişkisi zayıf, yeni çelişki ve hareket doğurmaktan uzak bir öğenin toplumsal tarihin gidişatını belirlemede bir hükmünün olmadığını unutmayacak kadar Marksizm’den kopmuş görünmüyor Gramsci’de sanki… Ama Gramsci bunu üstyapısal olguların çok hareketli olduğunu ve ekonomik koşulları da belirlediğini belirtmek için yapıyor. Hareket onda Hegel’inki gibi “başı üzerindedir. Meçhulden gelip meçhule giden (bir başka deyişle kendine dönen) “ide”nin ya da Gramsci’nin kafasından yola çıkıp “dünyalaşan” kavram-kategorinin bir hareketidir. En iyimser yorumla maddedeki hareket yavaş, kavramlarında ise daha hızlı ve gelişkindir. Maddeden hareket yok edilince ya da yavaşlatılınca elbette böylece fikrin daha bereketli, elastiki ve kıvrak saplan biçimlerine ulaşılır, kurgulu modeller yapılır. Gerçekte ise ekonomik altyapının hareketinin yavaş olması, yani maddi üretici güçlerin gelişiminin durgun olması; üst yapıda da daha yoğun bir durgunluk ve çürüme anlamına gelir. Feodal toplumda böylesi bir durgunluğun, maddi üretim ve yeniden üretimin sınırlı kısır yapısının yol açtığı ortaçağ karanlığım biliyoruz. Altyapıyı durgun üstyapıyı ise dinamik görmek; burjuva toplum açısından burjuva düzeninin ebediliğini söylemekle eşdeğerlidir. Zaten ‘sivil toplum” teziyle açılan kapı da budur. Üzerine çok laf söylenecek ve bunların biçimini sürekli tekrarla değiştirme ile maddenin hareketinin akış yönüne bir şey katılmış olmuyor. Özellikle sömürücü toplumsal sistemlerin yıkıcısı olarak onların bağrındaki maddi antagonist çelişki ve hareket görülmüyorsa ve bu yönde iradi, ideolojik etki sağlanmıyorsa, bu çok daha doğrudur. İşte bu nedenle “sivil toplum’da hegemonya kurma uğraşı ve orada yönetici konuma yükselme yanılsaması tarihin akışına karşı durmaya çalışan bir gevezeliktir, bu yönüyle gerici bir tutum oluyor. Determinizm eleştirisinin ardında koyu bir sübjektivizm, teorik olarak ancak Gramsci’nin yaptığı ölçekte gizlenebilir, yüceltilebilirdi.
Engels Joseph Bloch’a mektubunda ekonomik öğenin son aşamada belirleyiciliğinin üstyapısal olguların rolünün nereye kadar olduğunun iyi bir açıklamasını yapıyor “Materyalist tarih anlayışına göre, tarihteki belirleyici etken son kertede, gerçek yaşamın üretim ve yeniden üretimidir. Daha çoğunu hiçbir zaman ne Marks ileri sürdü, ne de ben. Eğer biri bu görüşü iktisadi etken tek belirleyicidir anlamında bozarsa (yani determinist yorumlarsa- yn.) onu, boş, soyut, saçma bir söze dönüştürmüş olur. İktisadi durum temeldir, ama üstyapının çeşidi Öğeleri sınıf savaşımlarının siyasal biçimleri ve sonuçları -savaş bir kez utkun sınıf tarafından kazanılınca yapılan anayasalar vb.- hukuksal biçimler ve hatta bu gerçek savaşımların, bu savaşımlara katılanların kafasındaki yansımaları, siyasal, hukuksal, felsefesel teoriler, dinsel görüşler ve bunların dogmatik sistemler olarak daha sonraki gelişmeleri de tarihsel savaşımların gidişi üzerindeki etkilerini gösterir ve birçok durumda onların biçimini baskın tarzda bilirler.” Burada gördüğümüz gibi üstyapısal olguların ekonomik temele, öze ait ilişki ve çelişkilerde, tarihin gidişatı üzerinde en fazla biçim belirleme gibi bir işlevi vardır, daha fazlası değil. Tarihsel hareketin gelişiminde, özü belirleyen, her zaman baştan sona süreçte kendisine yol açarak damgasını vuran iktisadi etkendir. Zaten diğer etkenlerin etkisi de kendini iktisadi etken bileşkesinde içerirler. Tarihin materyalist yorumu budur, ve insanların bilinç ve iradelerinden bağımsızdır bu. (Marksizm’in kurucularından günümüze ekonomist ve dogmatik yorumlandığı iddiasındaki Yeni Öncü’ çevresi bu sorunu da kavramış olmaktan uzaktır. Engels’in Bloch ve Mehring’le yazışmalarında ağırlıklı olarak idealist tarih yazıcılarını eleştirdiği çok açık. Ama Ekin Taciser Yeni Öncü’ sayı 13’teki yazısında üstyapı öğelerinin özerk olduğu, birbirleri üzerinde özerk etkide bulunduğu tarzında Engels’i çarpıtmış: “… Ekonominin belirleyiciliğinin son kertede olduğunu ve üstyapı öğelerinin özerkliğini, birbirleri ve kendilerini son kertede belirleyen temel üzerinde etkide bulundukları” diye yorumlamış. Üstyapısal olguların birbirleri üzerindeki doğrudan gözüken etkisi bile ekonomik etkenin dolaylı bir etkisidir. Üst yapısal olguların göreli bir özerkliği vardır ama iktisadi etkene bağımlıdırlar, kendi baslarına bağımsız özerk hareketleri yoktur. Ayrıca bu materyalist tarih yorumundan, Engelin mektuplarından da “Marksizm’in kurucuları altyapıyla uğraştılar geride üstyapılar teorisi bırakmadılar” saçmalığı çıkarılamaz.)
Marksizm üstyapısal olguların (edebiyat, hukuk, felsefe, ideoloji vb.) üzerinde iktisadi etkenin ağır basan üstünlüğünü tanır. Gramsci’nin yaptığı gibi bu olgular iktisadi etkenden bağımsız, özerk olarak birbirleri üzerinde etkide bulunamaz, birbirlerini belirleyemez. Bu olguları koşullayan, onların birbirine ve kendilerini yaratan koşullara etkisini de baştan sona belirleyen; sürecin iletken teli iktisadi etkendir. Engels, ekonominin felsefe üzerindeki belirleyici etkisinin gelişimini şöyle anlatıyor: “… Ekonomi burada doğrudan doğruya kendiliğinden hiçbir şey yaratmıyor, ama varolan zihinsel malzemenin değişme ve gelişme biçimini belirliyor ve bir de bunu bir çok kez dolaylı olarak, siyasal, hukuksal, ahlaki yansıların felsefe üzerinde en büyük dolaysız etkiyi meydana getirmeleri biçiminde yapıyor”. Üstyapısal olguların birbirleri üzerindeki en doğrudan etkileri bile meydana getirmesi; iktisadi etkenin dolaylı olarak yaptığı bir iş olarak görülmelidir. Aksi her kavrayış, analiz ve yorum, sübjektiftir. Ayrıca belirtmek gerekir ki, Marksizm’i ekonomist-dogmatik yorumlayanlar olmuştur, ama bu, Marks ve Engels iktisadi etkenin rolünü fazla vurguladığı, üstyapıyı ihmal ettiği, üstyapıya ilişkin teori oluşturmadıkları için olmamıştır. Yeni “Marksistler”in -teorilerinin ilkelerini benimsemekle, onu kusursuz olarak anlayıp kullanmayı karıştıran- bazıları tarafından “olmadık şeyler” yapılmıştır. Ama Marks ve Engels kendi çağlarında bunlarla mücadele içinde Marksist teoriyi geliştirdiler. Marksist teoride üstyapısal alanda teorik boşluk arayanlar boşuna heveslenmesin! Engels iktisadi etkenin etkisi ve üstyapıların karşı etkisi konusunda J. Bloch’a mektubunda: “Marks, ender olarak bu teorinin rol oynamadığı her hangi bir şey yazmıştır ama özel olarak, Louis Bonaparte’in 18 Brumaire’i bu teorinin uygulanışının baştan aşağı kusursuz bir örneğidir.” (abç.) diyor. Ayrıca aynı yerde Engels Anti-Dühring ve Klasik Alman felsefesi yapıtlarını “tarihsel materyalizmin en ayrıntılı açıklamasını yaptığı” kaynaklar olarak önerir. Marksizm’in tarihte rol oynayan çeşitli ideolojik alanların bağımsız tarihsel gelişimleri olduğunu reddettiği, onların tarihsel etkinliklerini tanımadığı türünden (günümüz revizyonistlerinin de ekonomik ve dogmatik yorum, dedikleri şey) suçlamalarına Engels daha o günlerde “ideologların ahmakça düşüncesi”, “diyalektik olmayan”, “kopkoyu bilgisizlik” yanıtını vermişti. Fazla söze gerek var mı? Tarihsel materyalizmde ideolojilerin, kişi ve kurumların tarihsel sürecin gidişine “bilinçli”, “amaçlı” müdahalede bulunmaları; tıpkı doğadaki hareketin gelişiminde olduğu gibi onları “kör etmen” olmaktan, tarihin figüranı olmaktan çıkarmaz, insanlar hep amaçladıktan, tasarladıktan şeylerden başkasına erişirler, ya da ortaya çıkan tarihsel olay, durum; genellikle kimsenin istemediği bir şey olur. Marksistler bunu bilerek iradi müdahalede bulunurlar. Bilinçli insan eylemine vurgu yapmak, bilinçli insana bilinçli tarih yaptırmak (tarihin bilinçli yapılması) olarak anlaşılmamalıdır. İnsan bilincinin dışlaşması, dünyalaşması ya da “insan bilinçle istediğini yapar” yollu bilinç, (pratik) eylem özdeşliği olarak hiç anlaşılmamalıdır. İnsanın bilinçle istediğini yapması, elinde istediğini yapmasını sağlayabilecek araçların olmasına, tarihsel zorunluluklar tarafından koşullanmış belirli duruma ve kendisi gibi ya da kendisine karşıt yönde birşeyler amaçlayan insanların eylemine bağlıdır, istenen ve arzu edilen tüm, bu bilinçli insan eylemlerinin bileşkesi olarak doğar ki, bu da ilk istenen şeye özdeş değildir, amaçlanandan farklıdır. Teoriyi pratikle özdeşlemek, insan bilincine, egemen sınıf düşünlerine de belirleyicilik, ebedilik değeri atfetmek anlamına gelir. Bu mantık Gramsci’ye de ekonomi politiği alt-üst ettirir. Sınıf egemenliğini, hegemonyayı sağlayan, onda, “fikir”, “teori”dir. Egemenlerin egemenliğinin sarsılması (Gramsci’nin deyimiyle organik bunalım doğması), üst sınıf aydınlarının işlevini yeterince yapmamasına indirgenir. Aydınların görevlerini iyi ifa ettiği koşullarda “bunalım atlatılır, toplum yıkılmaz”. Sorunu maddi üretim koşullarından, üretim ve yeniden üretimden bağımsız ve sınıfların uzlaşmaz çelişkisinden arınmış olarak ele almak, sınıflar-üstü kavram ve kategorilere tarih yaptırma sonucunu doğuruyor. Gramsci işte bu durumun bir örneği ve gerçekten bilinçli savunucusudur.
Gramsci, feodal toplumun bağrında burjuva ilişkilerin doğduğu, geliştiği ve egemen okluğu sürecin tıpkısını yeni tarihsel bloğu kuracak sınıf (herhalde Gramsci proletaryayı anlatmak istiyor -yn.) için de öngörüyor, öneriyor. Ama hiçbir yerde o, feodal aygıtın parçalanması gibi bir şeyden bile proletarya adına söz etmiyor. Salt burjuvazinin ve proletaryanın egemenlik kurma yolunun aynılaş tın İması bile, proletaryanın (tüm sınıftan ve sınıflı toplumların tüm olgularını yok etmeye -yadsıma- aday bir sınıf olarak) işlevinin kavranmadığının “sivil toplum”da hegemonya kurmanın bir aydın kuruntusu olduğunun göstergesidir. Marks’ın Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı’ya önsöz’de belirttiği: “… İlişkilerinde örtük olarak içerilmiş bulunan yaşam biçimlerini geliştirmedikçe hiç bir toplum dağıtmaz ve yerini başka bir topluma bırakmaz” tezi (ki bu, zorunlu uygunluk yasasının bir başka ifade tarzıdır) Gramsci’de tahrif edilir. Gramsci Marks’ın bu anlayışından, burjuvazinin, sisteminin örtük ilişkilerini halen geliştirdiği ve yerini yeni bir toplumsal düzene bırakmaya hazır olmadığı sonucunu çıkarır. Sanki Marks burada, üretici güçlerle üretim ilişkileri arasındaki çelişkiyi, toplumların dönüşmesinin gerçek devindirici gücünü anlatmıyor, egemen sınıfın üretim ilişkilerinin ilk başlarda üretici güçleri geliştirdiğini, ama belli bir noktada üretici güçlerin gelişmesinin önünde engel haline geldiğini, varolan uyumun -uygunluğun- bozularak çelişkinin antagonizma kazandığını, bu anın da toplumsal devrim döneminin başlangıcını oluşturduğunu dile getirmiyormuş gibi, farklı bir sonuç çıkarıyor. Marks, bu yasayı yani burjuvazinin “örtük ilişkileri” geliştirip geliştirmediğini, bir çok yapıtında, en son Kapital’de en iyi biçimiyle gösterdi. Bilimsel sosyalizmin kendisi, bir anlamıyla “örtük ilişkilerin” gelişmemesinin ürünü olarak doğdu. Komünist Manifesto bunun en yalın ifadesidir. Ama ne gam! Gramsci olsun, ardılları günümüz sınıflar-üstü toplum savunucuları olsun, burjuva sivil toplumun olmadığı yerde, burjuvaziye kolaylık sağlayarak, yardımcı olarak, “sivil toplum” oluşturma gayretkeşi iğindeler. Onlar açısından proletarya bağımsız tarihsel güç olarak sahnede değildir henüz.
Gramsci 1871 yılına dek olan kesiti burjuvazinin feodallere karşı üstünlük sağlama dönemi olarak ele alır. Bu tarih Gramsci’de en iyimser yorumla burjuvazinin feodallerin egemenlik tahtına ancak yerleşebildiğim dile getirir. Proletaryanın egemenliği için savaşması ise “çıkmaz ayın son çarşambası”na ertelenmiştir. 1871’den sonra da burjuvazi potansiyel güçlerini, örtük ilişkilerini geliştirecek, süreç içerisinde yeni yönetici grup (proletarya) aydınlarını yaratacak, egemen sınıfın aydınlarını yanına transfer edecek, sivil toplumda hegemonya uğraşı vererek önce “sivil toplum”da yönetici olacak (mış) vb… Gramsci’ye haksızlık etmiş olmuyoruz. Gramsci 1871 Paris Komünü’nü “henüz burjuvazinin örtük olarak geliştireceği yaşam biçimleri var olduğu” gerekçesiyle tarihsel açıdan yanlış buluyor. Proletarya burjuvazinin karşısına tarihsel olarak bağımsız bir güç olarak iktidarı almak için çıkmamalıymış! Gramsci’de 1871 öncesi ve sonrası süreç (yani kapitalizmin devrevi krizlere girdiği 1840-1850 ve sonrası) hem egemenlik kurma süreci hem de burjuvazinin “örtük yaşam biçimlerini” geliştirdiği dönemdir. 1871’e dek olan dönem, feodallerin egemenlik tahtında oturduğu dönemse, adı anılan burjuvazinin devrevi krizlerinin de “feodalizmin bunalımı” sayılması gerek! Gramsci’de 1871 sonrası da proletarya açısından “devrimci kalkışma dönemi” değildir. Sivil toplumda proletaryanın egemenlik kurma sürecidir, daha çok da burjuvazinin yerleşme sürecidir. (Marksizmi Hegelci kavrayışın Gramsci’de Hapishane Defterleri ile başlamadığı idealizmin ondaki köklerinin 1920 öncelerine uzandığını söylemek olanaklıdır. Kapitale karşı devrim vb. Türkçeye çevrilen 1920 öncesi bir iki makalede Marksizm’e yabancı kavrayışlar gözlemledik.)
Gramsci’nin “sivil toplum” modelinde aydınlara yüklediği fonksiyon, “sivil toplum “da ideolojik etkinlik yapmaya girişmesidir. Proletaryanın kendi sınıf egemenliğini kurması için birbirine bağlı ve partisi önderliğinde merkezileştirdiği üç cephede (ideolojik, politik, ekonomik) mücadele vermesinin, devrimle iktidara geldikten sonra da sosyalist üretim ilişkilerini yukarıdan aşağıya örgütlemesinin zorunluluğu, tarihin materyalist yorumundan çıkan proletaryanın tarihsel rolü, Gramsci’de bir kenara atılmıştır. Proletaryanın bir parçası ve öncü müfrezesi olan partinin fonksiyonu, aydınlara, bir “demokratik filozofun burjuva aydınlan etkilemesine indirgenmiştir. Leninist parti anlayışının zerresi yoktur Gramsci’de. Onun partisi (modern prens) aydın-filozoflardan müteşekkil ve en yetkin filozofun (demokratik filozof) zirvede oturduğu hiyerarşik bir tasarımdır, kurgudur. Bizdeki yaygın deyimiyle gerçek anlamıyla “aydınlar kulübü”dür; “… Seçkin aydınların yetişmesine çalışmalıdır: bu tip aydınlar, sürekli olarak halkla temasta olacaklarından bu yeni dünya görüşünün yığınlarca benimsenmesinde büyük rol oynuyorlar. Bu ikinci zorunluluk yerine getirilebilirse, bir dönemin ‘ideolojik panoraması’ gerçekten değiştirilebilir. Yalnız gruplar içinde otorite ve fikir yeteneğine (abç) göre bir derecelenme olmazsa, bu seçkinler ne ortaya çıkabilir, ne de gelişebilir; böyle bir derecelenmenin en üst noktasında büyük bir filozof (abç.) bulunur. Leninist partiyi az çok bilenlerin, tanıyanların (partiyi, kavram kategori olarak bilenleri kastetmiyoruz), Gramsci’nin “modern prens”inin yığınları afyonlamak amacıyla örgütlenmiş, en tepede Şeyhin oturduğu bir tarikattan belirgin bir farkının olmadığından kuşku duymayacağı açıktır. Ayrıca bizde “demokratik filozof”luğa soyunanların gönlündeki “prens”in, Gramsci’nin malum “prens”i olduğundan da hiç kuşkumuz yoktur (Ertuğrul Kürkçü “Yeni Öncü” sayı 18’de Birlik-Önderlik ve Hegemonya başlıklı yazısında “demokratik Filozof’ olma yöntemlerinin ve kendisinin “Demokratik Filozof olduğunu 18 Sosyalist üzerinde hegemonya kurduğunu öğünerek anlatıyor: “Görüşleri benimle ayniyet içinde olmayanlar benim savunduğum görüşler çevresinde mutabakat sağlayabiliyorlarsa, bu benim süreç üzerinde ideolojik hegemonya kurabilmem için bugüne kadar elime geçmemiş bir imkândır. Ben görüşlerimi böyle bir alanda özgürce açıklama olanağını buluyorsam ve bunun çevresinde bir mutabakat oluşuyorsa eğer sosyalist hareketin genel alanında teorik önderlik konumuna yükselmek için de gerçek bir imkân doğuyor demektir.” “Yeni Öncü” çevresinin eski önderlerinin bile tek tek örgütsel {flaşlarım ilen ettiği noktada Kürkçünün sosyalist bereketini geneli üzerinde hegemonya kurabilme iştahı “büyük cesaret!)
Gramsci’nin, tarihi, maddi, üretici güçlerin üretim ve yeniden üretimiyle açıklamak hariç, her şeyle açıklayabileceğinin, şimdiye dek yazdıklarımızdan anlaşılmış olacağını sanıyoruz. Onun yerleşiklik-göçebelik olgusunu coğrafya etkeniyle açıkladığını ve bunu maddi üretim gereksinimlerinin karşısına koyduğunu görmüştük (ki aslında coğrafi etken maddi üretim faaliyeti içerisinde değerlendirilen bir faktördür.) Gramsci’de bu coğrafi etken olayını, “sivil toplum” modelinde de görmekteyiz. O, “yeni yönetici grup”un iki ayrı ele geçirme stratejisini; önsel olarak ülkelerin farklı coğrafyalarda bulunması zeminine oturtur. Doğu ülkelerinin devlet yapılarıyla Batı ülkelerinin devlet yapılarının farklı olduğunu, bunlara koşut olarak Doğu “sivil toplum”unun cılız Batı “sivil toplumu”nun gürbüz olduğunu; Doğuda devletin güçlü, Batı devletinin güçsüz olduğunu hareket noktası edinerek Marksist-Leninist devlet tahlilini tersyüz eden “Sivil toplum” öğelerinin çok sayıda ve iyi eklemlenmiş bulundukları uygarlıkça gelişmiş bir ülkede devrimci bir saldırının zafere götüreceğinden güven duymak için, politik toplumun bunalım içinde olduğunu saptamak yetmez. Siyasal strateji uygun olmalı ve ‘hareket (manevra) savaşı’nın yerine ‘mevzi savaşı’ geçirilmelidir. Modern demokrasilerin yoğun yapısı, ister devlet örgütleri, ister sivil yaşam örgütleri bütünlüğü söz konusu olsun; siyasal sanat bakımından mevzi savaşındaki sürekli cephe, ‘siper’ ve istihkâmların karşılığını oluşturur. (…) 1917 Rusya’sında devlet her şey, sivil toplum ise ilkel ve peltemsiydi. Batıda ise devletle sivil toplum arasında usa uygun bir ilişki vardı ve devlet sarsıldığı zaman, sivil toplumun gürbüz yapısı hemen kendim gösteriyordu. Devlet, gerisinde sağlam bir kaleler ve top yuvaları zincirinin bulunduğu bir ileri siperden başka bir şey değildi (…) ilkel toplumlarda savaşım, devlet aygıtı yöresinde yoğunlaşır. Daha karmaşık toplumlarda savaşın özü sivil topluma karşı yöneltilir. Fransız burjuvazisi, egemenliğini siyasal olarak kurmadan önce, ideolojik hegemonya için yüz yıllık bir savaşım sürdürmek zorunda kalmıştır ve yeni tarihsel blok bakımından da bu böyle olacaktır. Bu hegemonyanın üstesinden ancak uzun bir ‘mevzi savaşı’ gelebilecektir. Öyleyse hatta gerçek sivil toplumun var olmadığı ülkelerde bile, yeni devletin ilk işlerinden biri bu sivil toplumu yaratmak olmalıdır.” Yani Gramsci’ye göre, Batı ülkeleri kategorisine giriyorsak yüzlerce yıllık “mevzi savaşı”, Doğu ülkeleri araşma giriyorsak, burjuva “sivil toplum” zayıf ve güçsüz olduğu için, burjuvazinin “sivil toplum”unu tam anlamıyla oluşturup yerleştirmesini beklememiz gerekecek(miş). (Oportünizmin İtalya’sıyla Türkiye’si arasında bizce herhangi bir “coğrafik” ayrım bulunmuyor. ATÜT ve İdris Küçükömer geleneğinin uzantısı “sivil toplum”cuların 12 Eylül Sonrası “despotik devlet”e karşı burjuva toplum ve kurumları savunduklarını Özal’ın ANAP’ını ve 24 Ocak “Kararları”nı militarizmi gerileteceği gerekçesiyle destekleyip bunun için Demirel’in DYP’sine ittifak önerdiklerini bir an için anımsayın.)
Bilimleri birbirine özdeşleyip birbirleriyle belirleyen Gramsci askerlik sanatına ilişkin “mevzi savaşı”, “manevra savaşı” gibi kavranılan tereddütsüz politika alanına indirgiyor: “Sivil toplumun üstyapıları modern savaşın siper sistemleri gibidir. Savaşta şiddetli bir topçu hücumunun düşmanın bütün savunma sistemini tahrip etmiş gibi göründüğü olur, oysa yalnızca dış yüzey tahrip edilmiştir, görünüşe aldanıp saldıranlar hala etkili bir savunma hattıyla karşı karşıya kalır. Aynı şey büyük bir ekonomik buhran sırasında siyasette de görülür. Buhran saldıran güçlere zaman ve mekân içinde yıldırım hızıyla örgütlenme yeteneği sağlamaz, savaşma ruhu da bahşetmez. İşte “demokratik filozofun hem askeri sanat hem de politika sanatı açısından düştüğü durum: Savaş, politikanın silahlı araçlarla bir devamıdır, ama bu, politik bir devrimin stratejisi ile emperyalist paylaşım savaşının askeri stratejisinin benzer olduğu, ilke ve taktiklerinin, kavram ve kategorilerinin birbirlerine indirgenebileceği (özdeş olduktan) anlamına gelmez. Gramsci, biri “ayakkabı fırçası” diğeri “memeli hayvan” olan olguları tek bir birlik içerisinde eritmekle. Dühring’i anımsatıyor.
Gelelim ekonomik buhran sorununa. Onun iddiası, ekonomik buhran yaşanacak, ama bu buhran ezilen sınıfın ezen sınıfa karşı savaşında (proletaryanın burjuvaziye karşı yürüttüğü iktidarı alma savaşı), ona savaşma ruhu bahşetmeyecek, yıldıran hızıyla örgütlenme yeteneği sağlamayacak şeklindedir. Gramsci’nin mücadeleden anladığı ideolojik edebiyat, örgütlenmeden anladığı aydınlan kazanmak ve “modern prens”ine mürit yapmak olduğundan, tüm toplumsal yaşamı derinden sarsan kriz durumu (bu kriz egemen sınıfının sisteminin krizi olmasına rağmen) saldıran güçlere, proletaryaya hiç etki yapmıyor, ya da yapsa da proletarya bundan yararlanamıyor. Elbette burjuvazinin “demokratik filozoftan, iradi demagojik-ideolojik etkinlikleriyle; krizden kurtarıyor ekonomiyi. Ekonominin, krizin, kapitalist yeniden üretimin yasaları yok. Aydınların bilinci ekonomiyi yoluna koyuyor. Buhran nasıl bir buhransa, ideolojiler, gelenekler, din, kültür sarsılmıyor, kaya gibi ayakta, devleti, bürokrasisi de öyle. Ezilen sınıflar da herhalde ya öyle ya da daha miskinleşiyor. “Savaşma arzusu” bile duymuyorlarsa… Bizim çıkardığımız sonuç: Gramsci, her ne kadar devlet güçsüz (ileri karakol) asıl güç “sivil toplum” dese de, onun devleti yıkılamayacak ölçüde güçlü ve ebedi olarak, abartılı ele alıp bu gücü tabulaştırdığı şeklindedir. Önceden örgütlenmemiş kitleler elbette devrim yapamazlar, sınıf kendiliğinden ayaklansa da iktidarı alamaz. Zafer için kendi öncü müfrezesi önderliğinde mücadele etmeleri zorunludur. Ama sübjektif etken yetersiz olsa da, bu, kapitalizmin krizi esnasında, proletarya ve diğer emekçi yığınlarda sömürü sistemine karşı mücadele arzusu doğmayacağı, sınıf nefretlerinin derinleşmeyeceği, örgütlenme arzu ve yönelimlerinin artmayacağı, dişe diş bir mücadele için güç kazanamayacakları anlamına gelmez. Kaldı ki, kendi öz partilerinin sürekli önderliği altında ve mücadele içerisinde ise; kitleler, o zaman, proletaryanın öncüsünün ve proletaryanın her türden örgütlenmesinin gücü, buhran dönemlerinde, durgun geçen yıllara oranla yüz misli, bin misli artar. Bu Leninist gerçeği, Gramsci’nin modeli ve bu türden modelleri örnek alanlar küllenmeyi başaramaz.
Gramsci, gerek Almanya ve gerekse İtalya proletaryasının 1920’lerdeki sınıf mücadelesinin pratiğinden (devrimci kabarmanın ardından buralarda “yenilgi yılları”nın yaşanıyor olması durumu) hareketle Marksizm’i ve onun pratiğini yanlış çözümledi, yeni yanlış sentezlere ulaştı! Sonuçta teslimiyetçi ve proletaryayı iktidarı almaktan caydıracak bir model kurgulanmış oldu. Kapitalizmin ekonomik bunalımının dünyayı ve toplumsal yaşamı altüst ettiği, savaşların ortaya çıktığı, proleter devrimlerin, ulusal kurtuluş hareketlerinin yaşanan gerçek olduğu, proletaryanın kendi KP’leri önderliğinde birçok ülkede iktidara alternatif olduğu, faşizmin devrimci yükselişi bastırarak işbaşına geldiği Almanya ve İtalya’nın maddi koşulları yok sayılıyor. Bu ülkelerde Gramsci’nin tek gördüğü ‘yenilgi’ oluyor ve o yenilgiyi teorileştiriyor. Gramsci, üstü örtülü olarak Komintern’i, bu dönem “manevra savaşı” (yani cepheden saldırı taktiği) vermekle, bu taktiği diğer ülke KP’lerine önermekle suçlamaktadır. O dönem ve bundan sonra yapılması gerekli olanı ise, “sivil toplum”da “uzun süreli mevzi savaşı” olarak öngörüyor. “Yenilgiden bu tarz ders çıkarmanın adı, Marksist yazında yüz-geri etmektir. 12 Eylül “zor”unun artığı bizim “sivil toplum” hayranları da aynı kapsamdadır.
Gramsci’nin Marksist devlet ve devrim teorisini kavradığından da söz edilemez. ML devlet tahlili evrensel geçerliliğe sahiptir, doğudan batıya doğru gidildikçe devletin, egemen sınıfın diktatörlük aracı olma özelliği daralmaz, azalmaz, kaybolmaz. Batı Avrupa devletlerinin, yani gelişmiş kapitalist ülke devletlerinin, burjuvazinin diktatörlük aleti, başlıca egemenlik aleti olmaktan çıkması ya da bilinen işlevinin önemsizleştiği tezleri; bir burjuva yaklaşımın ürünü olabilir. Lenin; “Demokrasi ne denli gelişmişse, burjuvazi için derin ve tehlikeli anlaşmazlık durumunda, insan kırımı ya da iç savaşa o denli daha yakındır” diye yazmış, dönek Kautsky’i eleştirirken. Gramsci’nin devleti salt “yönetici sınıfının bunalım olasılığına karşı düşünülmüş bir ileri karakol”dur. Normal zamanlarda devletin fonksiyonsuz olduğunu görmekteyiz Gramsci’de. Egemen sınıfın ekonomik egemenliği; consensus’a (gönüllü rıza) dayanır. Gramsci’de egemenlik kavramının içeriği; “meslekten politikacı”ların tersyüz ettiği biçimiyledir, ekonomik zoru gözlerden gizleyen örtülerle yüklüdür, yani özcesi gönüllüdür. Consensus’un uzun zamana yayılan (geçici bunalım anı hariç tüm zamana yayılan) sürecinde acaba bu devletin rolü ne? “Yurttaşlarına eşit muamele eden”, “tarafsız hakem bir güç, “toplumun üzerinde bir güç” oluyor, bu durumda. Evet, Gramsci’nin devleti tam da budur, Devlet ana ya da devlet babadır. Gramsci’nin felsefe açmazlarına değinirken onun üstyapıyı ve üstyapısal olguları birbirinden özerk, maddi üretim faaliyetinin antagonist çelişkilerinden bağışık, ilişkisiz, bağlantısız ele aldığına değinmiştik. Buna göre, sömürücü egemen sınıf sömürü ve egemenliğini gönüllü onaşma aracıyla sürdürüyordu, zor aletiyle değil. Ne yazık ki, Gramsci’nin bu kavram-kategori devletini tarihte arasanız da bulamaz, göremezsiniz. İlkokul ve Yurttaşlık bilgisi derslerinde ve ileriki burjuva eğitim surecinde benimsetilmeye, yutturulmaya çalışılan şeyler hariç, Marksizm, devletin “ekonomik bir güç, ekonominin yoğunlaşmış ifadesi” olduğunun altım çizer. Ayrıca devletin ortaya çıkışından sonra kendi ideolojisini yaratması, göreli özerkliğinin olması, sınıflar-üstü, tarafsız olduğu anlamında yorumlanamaz. Sınıflar arasında hakem rolünde görünmesi; devletin hâkim sınıfın baskı aleti olmaktan çıktığı anlamına hiç gelmez. Engels Klasik Alman Felsefesinin Sonu yapıtında; “(Devlet) bir sınıfın organizması haline geldiği ölçüde ve bu sınıfın egemenliğini doğrudan doğruya üstün kıldığı ölçüde, bu bağımsızlığı daha büyük olur” demektedir.
Gramsci’nin devleti bir sınıfın diktatörlük aleti değildir, “toplumun tümü için oluşturulmuştur. Gramsci, “gerçek gerçeklikte sivil toplumla devlet özdeşleşir” anlayışıyla gerçekte devletin parçalanmasını ve proletaryanın elinde tarihsel ömrünü doldurarak “sönmesi”ni değil, proletaryanın burjuva “sivil toplum”u içinde erimesini, aydınlar aracılığıyla içten ele geçirmeyi, “fethetme”yi öneriyor. Gramsci proletaryanın iktidara gelmeden önce de, sömürüldüğü, baskı altında yaşamaya zorlandığı burjuva sistemin sınırları içinde yönetici olacağı düşünü kuruyor. (Ülkemizde geleceğin ilişkilerini bu günden toplumda, örgütte ve insan ölçeğinde yaratma lafazanlığı yapılıyor. Sınıfsız toplumun ilişkileri insan tipi; var olmayan maddi koşullarda (kapitalizm koşullarında ) soyutlama-proje kurma-nasıl bir sosyalizm vb. araçlarıyla yaratılmaya insanlar bugünün sınıfsal çelişki, devrim, Leninist örgütlenme sorunlarından uzaklaştırılmaya çalışılıyor. Örgütsüzlüğün cüretli teorisyeni Melih Pekdemir; geçmişteki “direniş komite”leri örneğine benzer ama onlar kadar bile ayakları yere basmayacaktır. Öncü müfrezenin önderliğinde oluşturulması olarak bile tasarlanmayan (düzen sınırları içerisinde oluşturulması olanaksız, ancak ayaklanma, mücadelenin organları olarak doğabilecek halk meclisi, Sovyetler vb. kastedilmiyor) “muhalefet meclisleri”ni kurmayı bugünden öneriyor. Öncü örgütün yerine bu sınıflar-üstü muhalefetin bileşkesi ve onun meclisi geçiriliyor.) Söylenen, proletaryanın devrim yapmaya, ayaklanmaya kalkışmamasıdır.
Gerek Euro-Komünistler, gerekse Gorbaçov’cular ve diğerleri Gramsci’nin şimdiye kadar anlatmaya çalıştığımız “arıtılmış” sentezlerinden destek alıyorlar, “demokratik filozof”luğa soyunuyorlar. Kapalı kapılar ardında, fildişi kulelerinde yeni “modern prens”lerini oluşturmanın gevezeliğini yapıyorlar, bunları ise proletaryanın, insanlığın geleceğinin ulvi çıkarları (yaşanacak pratiklerin ifadesi olan teorimiz olarak) adına yaptıktan demagojisini elden bırakmıyorlar.

Kaynakça
1- Hapishane Defterleri – Gramsci
2- Anti-Dühring -Engels
3- Diyalektik ve Tarihsel Materyalizm- Stalin
4- Anarşizm mi Sosyalizm mi? – Stalin
5- Materyalizm ve Amprio-kritisizm -Lenin
6- Felsefe İncelemeleri -Marks-Engels
7- Alman İdeolojisi- Marks
8- Proletarya İhtilali ve Dönek Kautsky-Lenin

Mart 1991

Devrim Partisi ile Reform Partisini ayırmak için bugün de geçerliliğini koruyan soru: “NE YAPMALI?”

“Devrimci teori olmadan devrimci eylem olmaz.”
“Öncü savaşçı rolü ancak en ileri teorinin kılavuzluk ettiği bir parti ile yerine getirilebilir.”
“Ya burjuva ideolojisi ya da sosyalist ideoloji. İkisi arasında bir orta yol yoktur.”

Marksist teoriyle şöyle böyle tanışıklığı bulunan her kişi, .şıkça aktarılan ve birçok derginin isim altı sloganı olan yukarıdaki ünlü sözlerin Lenin’e ait olduğunu bilir. Fakat bu sözleri Lenin’in ünlü eseri “Ne Yapmalı?”da söylediği, okuma alışkanlığının pek gelişmediği ülkemiz devrimci çevrelerinde aynı yaygınlıkla bilinmez. Fakat Ne Yapmalı’nın önemi sadece Marksist teorinin ünlü sözlerle ifadesiyle sınırlı değildir. Bütün zamanların en büyük devrimcisi olan V.I.Lenin’in devrimci dehasını dile getiren, devrimin sorunlarına parlak çözümler getiren düşüncelerin ifade edildiği en önemli eserlerin başında “Ne Yapmalı?” gelir. Ne Yapmalı! sorusu, aslında, sosyal demokrat hareket içinde uç veren ekonomist akımın bir tarihsel dönem olarak mezara gömülmesi için yapılmış bir çağrıdır. Kitap, Marksizm’in, kendisini ‘Marksist’ olarak nitelendiren oportünist akımca ‘eleştiri özgürlüğü’ altında alçaltılmasına karşı açılmış bir savaşın belgesidir.
Lenin Ne Yapmalı’yı 1902 başında kaleme aldı. Kitap, yükselen sınıf hareketi karşısında devrimci görevlere sırt çeviren, teoriyi yığın hareketinin peşine takarak alçaltan, yaşamın dayattığı siyasal ve örgütsel görevleri küçümseyen ve nihayet bir devrim partisi yerine bir reform partisi fikrini yerleştirmeye çalışan Ekonomizm’e karşı savaş çağrısıdır. Lenin bu yapıtıyla yığın hareketine önderlik edebilmek için bir öncü partinin niteliklerine, siyasal ve örgütsel görevlerine parmak bastı, bir taktik plan sundu ve geliştirdi.
Lenin’in taktik planını anlaşılır kılabilmek için dönemin özelliklerini genel çizgileriyle hatırlatalım.
19. yüzyılın sonunda patlayan sanayi krizi sırasında bir yandan on binlerce işçi işten atılırken, diğer yandan fabrikalarda kalan işçilerin ücretleri önemli oranda düşürüldü. Buna karşılık işçiler daha büyük bir yaygınlıkla eyleme geçtiler. Grev dalgası bütün Rusya’yı sardı. Grevci işçiler çarlığın jandarmalarıyla çatıştılar. Bu hareket işçilerle sınırlı değildi. Köylüler ve öğrenciler de çarlığa karşı eyleme geçiyorlardı. Kısacası, Rusya, bir devrimci durumun eşiğinden içeriye adım atmak üzereydi.
Fakat “Sosyal Demokrat Hareket”, yaklaşan devrime önderlik edebilecek ideolojik ilkelere, örgütsel çizgiye sahip değildi. Büyük bir dağınıklığın egemen olduğu harekette, merkezi yapıdan ve merkezi ajitasyon araçlarından yoksun yerel örgütler ilkel ve dar-pratikçi bir anlayışa sahipti. Gerçi 1884-94 yıllarında yürütülen mücadelede Narodnizm, ideolojik bir yenilgiye uğratılmış, 1894-98 döneminde merkezi bir partinin yaratılması için önemli adımlar atılmıştı. Fakat 1898’den başlayarak Legal Marksizm’in açtığı … yoldan yürüyen Ekonomistlerin damgasını taşıyan yeni bir dönem başlamıştı. İşte buna karşı, Lenin, 1901’de yazdığı ‘Nereden Başlamalı? adlı makalesinde, hareketin dağınıklığına son vermek için, partinin dayanacağı örgütsel ve ideolojik ilkeleri formüle etti. Ne Yapmalı”da bu planlarını geliştirdi, Ekonomistlerle Marksistler arasına bir duvar çekti.
Marksist örgütlere katılan geniş aydın ve öğrenci kesimi Marksizm bilgisini legal olarak yayınlanan ‘Marksist’ dergilerden almıştı ve bilgileri, son derece eksik ve yanlıştı.
Bir yandan Legal Marksizm’e yaslanan, diğer yandan Avrupa’da başını Bernstein’in çektiği uluslararası oportünist akımın etkisinde kalan Ekonomistler, kendiliğinden yığın hareketinin önünde kölece boyun eğiyorlardı. Yığın hareketini devrimci hareket düzeyine yükseltme amacı taşımak yerine, onu teori düzeyine yükseltiyorlardı. Siyasal teşhir faaliyetini, fabrika koşullarını teşhirle sınırlıyorlar, birbirinden kopuk yerel devrimci örgütlerin yalıtıklığını ve amatör, kendiliğindenci çalışma tarzını olumluyorlardı.
Lenin, RSDİP’in bir kanadını oluşturan Ekonomistlere karşı açtığı savaşta öncelikle ayrılıkların açık bir şekilde ortaya konmasında ayak diredi. Sınırları belirlenmiş bu ayrılığın üzerinde kongrenin bir anlam ifade edeceğini savundu. Bu konuda, Lenin, şöyle diyordu:
“Birleşmeden önce ve birleşebilmemiz için, her şeyden önce sağlam ve kesin sınır çizgilerini çizmemiz gerekir.”
Bu “kesin sınır çizgileri” nelerdi?
Yükselen yığın hareketi karşısında, Ekonomistler; hareketin ekonomik çerçevede kalmasını, sosyal demokratların müdahalesinin harekete zarar verdiğini, hareketin kendi yolunu bulacağını bu bakımdan da ona bilinç taşımanın gereksiz olduğunu savunuyorlardı. Siyasal mücadele ile fabrika yasalarının değiştirilmesi, çalışma ve ücret koşullarının düzeltilmesi için mücadele etmeliydiler. Bu yolla “işverenlere ve hükümete karşı verilen iktisadi mücadelenin kendisine siyasi bir nitelik kazandırabileceğini” iddia ediyorlardı.
Ekonomistler, sosyalist teori ve bilincin örgütleyici ve yönetici rolünü kabul etmiyorlardı. Onlara göre sosyal demokrasi, işçi sınıfının bilincini sosyalist bilinç düzeyine yükseltmeye çalışmamak, kendini kendiliğinden harekete tabi kılmalıydı. İşçi hareketi kendiliğinden sosyalist bilince kavuşuncaya kadar beklemek gerekirdi. Partinin rolünü edilgen bir kuyrukçuluk düzeyine düşürerek gerçekte sosyal demokrat partinin zorunlu olmadığını savunuyorlardı.
Başını Martinov ve Kriçevski’nin çektiği Ekonomistlerin oportünist fikirlerine karşı, Lenin, şunları savundu:
İşçi sınıfının sadece ekonomik talepler için mücadele etmesini savunmak, işçi sınıfını ilelebet köleliğe mahkûm etmek anlamı taşır. İşverene ve hükümete karşı verilen ekonomik mücadele, daha iyi çalışma koşulları ve daha yüksek bir ücret sağlayabilir ama hiç bir zaman işçilerin, kendilerini köleleştiren kapitalist sistemden kurtulmalarını sağlayamaz. Bunun için görev, iktisadi mücadeleyle yetinmek değil, kapitalist sisteme ve onun bekçi köpeği olan çarlığa karşı genel siyasi mücadeleye girişmek, işçileri siyasal mücadelenin içine çekmektir.
Ekonomistlerin “kendiliğinden hareketi küçümseme” eleştirilerine karşı Lenin, kendiliğinden hareketi yüceltmenin, partinin rolünü hareketi izlemekle sınırlandırmanın partinin öncü rolünü reddetmek anlamına geldiğini, bu politikanın işçi hareketini burjuvazinin kuyruğuna takma anlamı taşıdığım gösterdi. İşçi sınıfının devrimci partisi ve yol gösteren teorisi olmaksızın işçi sınıfı sosyalizme varamaz. Gerçekte, sosyalist teoriye ve partinin rolüne bu soğuk bakış, burjuvaziye duyulan gizlenemez hayranlığın ifadesidir.
Ekonomistler, işçi sınıfının ekonomik bilince kendiliğinden vardıkları gibi siyasal sınıf bilincine de kendiliğinden varacaklarını ileri sürüyorlar; Sosyal-Demokratların bu kendiliğinden süreci beklemesini vaaz ediyorlardı. Böylelikle, işçi sınıfına sosyalist bilinç taşınmasına karşı çıkarak, onu burjuva ideolojinin etkisine terk ediyorlardı. Lenin buna karşı, sosyalizmle işçi hareketinin birliğini savundu. İşçilere ekonomik-kendiliğinden mücadelenin seyri içinde sosyalist siyasal bilince kavuşamazlar. “Bu bilinç onlara dışarıdan getirilmeliydi.” Lenin’in bu ünlü ilkesi başlıca üç unsurdan oluşur:
1- Sosyalist ideoloji, işçi sınıfının bilimsel teorisi, işçi sınıfı dışında, mülk sahibi sınıflar içinden gelen aydınlar aracılığıyla inşa edilmiştir. Sosyalist ideoloji kendiliğinden işçi hareketinin kaçınılmaz olarak varacağı bir aşama değildir, doğruca bilimden ve özel olarak İngiliz iktisadi, alman felsefesi ve Fransız sosyalizminin aşılması üzerinden doğmuştur.
2- “İşçi sınıfına sosyalist siyasal bilinç dışardan, ekonomik mücadelenin dışında kalan bir alandan, işçilerle işverenler arasındaki ilişkinin dışından getirilebilir. Bu bilginin sağlanabildiği biricik alan, tüm sınıfların ve katmanların devletle ve hükümetle olan ilişkileridir…” İşçi sınıfı kendini köleleştiren ekonomik mücadele alanına hapsedildikçe bilinci sosyalist bilinç düzeyine yükselemez.
3- İşçi sınıfı, siyasal eylemini toplumun bütün emekçi sınıflarına yöneltmeli, toplumun tüm emekçi katmanlarına karşı mücadelede yardım etmeli, sosyalist ideoloji bütün emekçi kesimlere yöneltilmelidir.
(Bu konuda daha geniş bilgi için Marksizm’de Temel Kavramlar adlı kitabın ‘Proletaryanın Sınıf Mücadelesinin Üç Temel Biçimi’ bölümüne bakınız.)
Ekonomistlerin savunduktan fikirlerle yola çıkan bir partinin bir devrim partisi değil, olsa olsa bir reform partisi olabileceği sonucuna varan Lenin, yaklaşan devrim fırtınasına hazırlanmak için gerçek bir partinin sahip olması gereken özellikleri, ‘Nereden Başlamalı’ makalesinde ortaya koyduklarını, daha da geliştirerek açıkladı. Bu parti, en ileri teoriyi kendine rehber edinen, çekirdeğini profesyonel devrimcilerin oluşturduğu merkezi bir yapıya sahip “her şart altında, her türlü ‘dönemeçte’ ve beklenmedik durumda kendi çalışmasını şaşmaksızın sürdürecek kadar metanetli; bir yandan, bütün güçlerini bir noktaya toplamış olan, kendisinden çok güçlü bir düşman karşısında açık savaştan kaçınmayı, ama öte yandan, bu düşmanın gafletinden yararlanarak ona en umulmadık zamanda ve en umulmadık yerde saldırıyı bilecek kadar esnek bir örgüt” olmalıydı.
“… Devrimciler örgütü, her şeyden önce ve esas olarak devrimci eylemi meslek edinmiş kişilerden oluşmalıdır. Böyle bir örgütün üyelerinin bu ortak özelliği karşısında, işçilerle aydınlar arasındaki ve hele ayrı ayrı meslekler arasındaki her türlü ayrım kesin olarak silinmelidir. Besbelli ki, bu örgüt, pek geniş tutulmamalı ve olabildiğince gizli olmalıdır.”
Böyle bir örgütün oluşturulabilmesi için atılması gereken ilk adım, “kolektif bir propagandacı, kolektif bir ajitatör, aynı zamanda kolektif bir örgütleyici” olan ülke çapında merkezi bir gazetenin yayınlanmasıdır.
‘Ne Yapmalı’nın tarihsel önemi konusunda Bolşevik Parti Tarihinde şu tespitler yapılmıştır:
“1) Marksist düşünce tarihinde ilk olarak, oportünizmin her şeyden önce işçi sınıfı hareketinin kendiliğindenliğe tapmaya ve sosyalist bilincin işçi sınıfı harekeli içindeki önemini küçümsemeye dayandığını göstererek, oportünizmin ideolojik kaynaklarını temellerine kadar açığa çıkardı;
2) Teorinin, bilincin önemini ve işçi sınıfının kendiliğinden hareketini devrimcileştirici ve önder güç olarak partinin önemini tüm büyüklüğüyle ortaya koydu;
3) Marksist partinin işçi sınıfı hareketi ile sosyalizmin birleşmesi olduğunu söyleyen temel Marksist tezi parlak bir şekilde gerekçelendirdi;
4) Marksist partinin ideolojik temellerini parlak bir şekilde ortaya koydu.
‘Ne Yapmalı’ da geliştirilen teorik tezler, daha sonra, Bolşevik Parti’nin ideolojisinin temelini oluşturdu.” (Bolşevik Parti Tarihi, Sayfa 54-55)
İşte Ne Yapmalı’nın gerçek önemi budur. Ne Yapmalı’da oluşturulan ideolojik temel üzerinde şekillenen Bolşevik Partisi, üç büyük devrim içinde yolunu şaşırmadı, sosyalizmi muzaffer kıldı. Bu ilkeler bugün de evrensel bir geçerliliğe sahiptir ve bütün gerçek işçi partilerinin de temel ilkeleri olmaya devam etmektedir.
V.I. Lenin, Ne Yapmalı’da şunları da yazmıştır:
“Tarih bizi şu anda herhangi başka bir ülkenin proletaryasının karşı karşıya kaldığı bütün ivedi görevlerin en devrimcisi olan bir görevle karşı karşıya getirmiştir. Bu görevin yerine getirilmesi, yalnızca Avrupa gericiliğinin değil, Asya gericiliğinin de bu güçlü kalesinin yıkılması, Rus proletaryasını, uluslararası devrimci proletaryanın öncüsü yapacaktır.”
Bugün, yaşadığımız yüzyılın son on yılında, Türkiye proletaryasını ve devrimcilerini aynı türden zor ve şanlı bir görevin beklediğini söylemek için yeterince neden vardır.
Devrim bulutlarının ülkemiz üzerinde yoğunlaştığı günümüz koşullarında bu saptama, hayalci bir saptama olarak görülemez.
Emperyalist burjuvazinin Kruşçevizmden Euro komünizme, Gorbaçovculuğa, revizyonizmin her soydan izleyicilerinin açık desteğinde Marksizm’e karşı sürdürdüğü tarihte görülen en kapsamlı karşı devrimci kampanyaya karşı mücadele de bugün Ne Yapmalı’da öne sürülen ilkelerin daha da büyük bir azim ve cesaretle savunulmasını gerektiriyor.
Ne Yapmalı bugün, bu perspektifle okunduğunda, öğrenmek isteyenler için çok şey öğretmeye devam ediyor.

Mart 1991

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑