1980 sonrası gelişmeler içinde kitle örgütlerinin durumlarına değinmeden önce, devrimci demokratik çevrelerde, kimisi bilinçli olarak, kimisi ise farkında olmadan kullanılan iki kavram çarpıtması üzerinde duracağız.
Çarpıtılan birinci kavram, “kitle örgütü” kavramıdır ve bu kavram “yerine” “demokratik kitle örgütü” (DKÖ) kullanılmaktadır. İkinci kavram ise; “sınıf sendikacılığı” kavramıdır. Bu kavram yerine de “kitle ve sınıf sendikacılığı” kavramı kullanılmaktadır. Eğer sorun, bir sözcüğün yerine başka bir sözcüğü geçirmekten ibaret olsaydı, hele bu sözcük yaygın kabul görüyorsa, burada hiç üstünde durmaz geçerdik. Ama sorun içerikleri birbirinden farklı iki kavramdan birinin ötekinin yerine geçirilmesi olunca, sorun bir sözcük değişikliğinin ötesine geçip ideolojik bir tutum farklılığına kadar varmaktadır. Bu yüzden de aynı olgu farklı içerikteki kavramlarla ifade edildiğinden, söylenenler değişik çevrelerde farklı, hatta karşıt bir biçimde anlaşılabilmektedir.
Açıklamaya çalışalım:
Marksist literatürde, genel olarak emekçilerin kitle olarak içinde örgütlendiği örgütlere kitle örgütleri denir. Ancak, ülkemizde, 1970’lerin ikinci yansından sonra, sendikalar dışındaki kitle örgütlerine “demokratik kitle örgütleri” denmeye başlandı. Eğer buradaki “demokratik” sözcüğü, “bürokratik” sözcüğüne karşıt olarak kullanılsa ve bürokratik yapılı olmayan, örgütleri, dolayısıyla da demokratik işlerlikteki kitle örgütlerini nitelemek için kullanılsaydı kimsenin pek bir diyeceği olmazdı. Ama buradaki “demokratik” sözcüğünün ifade ettiği şey çok başkadır ve “demokratik mücadele” dedikleri bir mücadele anlayışından kaynaklanmaktadır. Pek çok siyasi eğilimin dergi vb. yayınlarında çok sık kullanıldığı gibi bu örgütler ya doğrudan, ya da “esas olarak” “ekonomik-demokratik”, “akademik-demokratik” mücadelenin araçlarıdır biçiminde nitelenmektedirler. Buradaki “demokratik mücadele”‘den kasıt ise; bugünkü düzenin sınırlan içinde elde edilebilecek haklan ifade etmektedir. Yani bu çevrelere göre; reformlar uğruna mücadele edecek örgütlerdir, daha ilerisi için değil.
Her şeyden önce Marksizm (bu görüşleri savunanların hemen tamamı kendilerinin Marksist, hatta Leninist olduklarını söylediklerinden soruna Marksizm’in bakış açısından yaklaşmak zorunlu olmaktadır) üç mücadele alanı tanır: ideolojik (teorik, felsefi) mücadele, siyasi (politik) mücadele ve ekonomik mücadele. “Demokratik, mücadele” kavramı demokrasi mücadelesini (siyasi mücadeleyi) çağrıştırıyorsa da, hemen bütün bu gruplar için demokrasinin elde edilmesi siyasal iktidarın elde edilmesi olarak görüldüğü göz önüne alındığında, “demokratik mücadele”den siyasal iktidarı elde etme mücadelesini kastetmedikleri görülüyor. Bu grupların hemen hepsi, “demokratik mücadele” döken, biraz siyaset bulaşmış bir gündelik mücadeleyi kastediyorlar. Örneğin, bu tezin savunucularından ve son zamanlarda her alanda “sol”dan yorumlar getirmeyi alışkanlık edinen Emeğin Bayrağı bile 14. Özel Sayısı olan “Gençlik Yıldızı”nda, öğrenci gençliğin birim derneklerini nitelerken aynı anlayışı açıkça savunuyor ve söyle diyor;
“Akademik örgütler yani ÖD’leri (Öğrenci Demekleri/Öz. Dünyası) kendi alanlarının sınırlarını oluşturduktan programlarla, düzen sınırları içinde düzen sınırlarını zorlayarak gerçekleşmesini sağlamak için kurulmuş reformcu, yasal örgütlerdir… Ayrıca (bunların ÖD) anti-faşist, anti-emperyalist programlara sahip olması, ya da buna uygun mücadele yürütüyor olması, niteliğini değiştiriyor anlamına da gelmez.” (abç)
Bu yarım paragraftık aktarma için, yasalcılıktan reformculuğa, iradecilikten kafa karışıklığına, söylenebilecek çok şey var. Ama biz burada konumuzla ilgili olan yan üstünde duracağız. Açıkça görüldüğü gibi “DKÖ’lerin en çok üstünde tartışılanı öğrenci dernekleri için çizilen demokratik mücadele sınırı, anti-faşist bir program ve “anti-faşist mücadele içinde yer alsalar bile”, yasal sınırlar içinde kalıyor ve bunlar açıkça “reformcu ve yasal örgütler” olarak niteleniyor, işte “demokratik mücadele” anlayışı ve kitle örgütlerine eklenen “demokratik” sözcüğü, ister E.B. gibi açıkça ifade ” edilsin, isterse keskin sözler arkasına saklansın bu çarpık, anti-Marksist, reformcu mücadele anlayışından kaynaklanmaktadır.
Kaldı ki, “demokratik” sözcüğü “bürokratik” sözcüğünün karşıtı olarak kullanılsa bile yanlış çağrışımlar yaptıracağından gereksizdir. Çünkü bir kitle örgütünün demokratik niteliğinin özü onun kitleleri içinde barındırıyor olmasından kaynaklanır. Eğer kitle örgütü demokratik değil de, bürokratik bir işleyişe sahip olmuşsa, bu biçim, o örgütün demokratik özüyle çelişir ve bu öz ve biçim arasındaki çelişme çözümlenmezse, o örgüt yozlaşıp kitlesel niteliğini kaybeder. Ülkemizdeki sendikaların ve diğer kitle örgütlerinin geçmişte ve bugün yaşadıkları yozlaşma süreci de bu çelişkinin sürüp gitmesindendir. Bugün bu alanda esas sorun, yeni “kitle örgütleri”, “sendikalar” kurmak değil, bu çelişkinin çözülmesi için yol ve yöntemlerin geliştirilmesi, kitle örgütlerinin gerçek birer kitle örgütü durumuna getirilmesi sorunudur.
Çarpıtılan ikinci kavram ise; sınıf sendikacılığı kavramıdır. Bu kavramın yerine geçirilmeye çalışılan kavram ise, “kitle ve sınıf sendikacılığı” kavramıdır. Ve bu da, 1970’lerin ikinci yansında revizyonist mihraklar ve DİSK bürokrasisi tarafından sınıf sendikacılığı kavramına karşıt olarak geliştirilen bir kavramdır. Revizyonistler ve DİSK bürokrasisi, sürdürdükleri “devrimci sendikacılık” anlayışlarının ipliği pazara çıkıp, en azından sınıfın ileri kesimleri arasında sınıf sendikacılığı anlayışının kendi anlayışlarına karşıt bir anlayış olarak yaygınlaşması karşısında, “kitle ve sınıf sendikacılığı” kavramını öne sürdüler. Böylece bir yandan sınıf sendikacılığına karşı sınıfın sempatisini kendi yanlarına çekerken, öte yandan da sınıf sendikacılığı kavramının başına “kitle ve” sözcüklerini ekleyerek, hem sınıf sendikacılığının kitleyi kucaklamadığı imajını vermeye çalıştılar, hem de “kitle” adına onun ilkelerini sulandıracak gerekçeler uydurdular. Bugün aynı kavram değişik revizyonist mihrakların temsilcilerince, DİSK kökenli sendika bürokratlarınca geçmişte DİSK’le fazla içli dışlı olmuş ve revizyonist etkilere her zaman açık bir tutum izlemiş İşçilerin Sesi etrafında toplanan çevrelerce bilinçli olarak ve kimi siyasi eğilimlerce de bilinçsizce kullanılmaktadır.
İşte bugün, sınıf içinde yapılan çalışmada, kitlelerin geri olduğu gerekçesi arkasında saklanmaya çalışan ekonomist, sendikalist eğilimler, işçi sınıfının partisine karşı “bağımsız” sendikacılık anlayışları, sınıfı siyasal mücadelenin dışında ekonomik mücadele alanına hapsetme eğilimleri sınıf sendikacılığına eklenen “kitle ve” sözcükleri arkasındadır. Çünkü katıksız bir sınıf sendikacılığı kavramı arkasında bütün bunlar gizlenemez, gizlense de uzun süre sürdürülemezdi.
Batı’da sınıf sendikacılığı kavramının başına “kitle ve” eklenmesi, komünist partilerinin Euro-komünizme evrimleşmesi ve devrimci sınıf sendikalarının reformcu bir sendikacılık merkezine dönüştürülmeleri, programatik düzeyde de, programlarının birer işçi aristokrasisi ve ara sınıfların taleplerine indirgenmesi surecinde oldu. Bizde, zaten sınıf sendikacılığı sendika merkezlerinde egemen olmadığı için, bu ekleme ile sendikacılıkla bir gerileme görülmedi, ama sınıf mücadelesine Marksizm-Leninizm’in perspektifinden bakanlar için “kitle ve” sözcüğü arkasına saklanan eğilimlerin sınıf sendikacılığının ilerlemesi önünde bir engel olduğu açıkça görülmektedir,
Kaldı ki, sınıf sendikacılığının gerek tarihteki uygulaması, gerekse Marksizm’in sınıfa ve onun yığın örgütlerine bakışı, sınıf sendikacılığı kavramının sınıfın, ayrıca “kitle ve” demeden de, bütününü ifade etmektedir. Dahası sınıf mücadeleleri tarihi ancak sınıf sendikacılığı programının bütün sınıfı birleştirmeye açık tek program olduğunu göstermektedir.
Şimdi artık, bu uzunca ve zorunlu ön açıklamadan sonra konumuzun başka yönlerine dönebiliriz.
12 Eylül 1980 Sonrası Gelişmeler ve Kitle Örgütlerinin Durumu
Bu yazının 1. bölümünde 12 Eylül 1980’e hangi koşullarda gelindiği, kitle mücadelesinin ve kide örgütlerinin hangi zaaflar içindeyken 12 Eylül darbesini karşılamaya çalıştıklarını ortaya koymaya çalışmıştık. Yazımızın bu ikinci bölümünde ise, sendikal alanda gelişmeler içinde ortaya çıkan zaafların biçimleri ve kökenleri üstünde dururken yaşananlardan olabildiği kadar da sonuçlar çıkarmaya çalışacağız.
12 Eylül darbesiyle girilen dönemin Cumhuriyet tarihinin en karanlık dönemi olduğundan kimsenin kuşkusu yok. Darbeciler, işlemez hale gelen diktatörlüğün baskı mekanizmalarını işler hale getirmek için, önce devrimci örgütler ve kitle örgütlerine saldırdı. Cunta, her türden devrimci siyasi faaliyeti yasaklarken, devrimci ve Marksist siyasi örgütlenmeleri nispeten kısa zamanda dağıttı, on binlerce ilericiyi, devrimciyi işkence tezgâhlarından geçirerek cezaevlerine kapattı. DİSK kapatılıp mallarına el konurken, Türk-İş’in bile her tür faaliyeti yasaklandı. AP ve CHP gibi düzenin direği burjuva partileri bile önce faaliyetten men edildi, sonra da hepten kapatıldı. Beş generalin ağzından çıkan her şey yasa olarak uygulamaya sokuldu. Toplum, açık askeri terörle sindirilip derin bir sessizliğe mahkûm edildi. Bu sessizlik içinde diktatörlük yeniden restore edilirken, yasalara geçirilmiş özgürlük kırıntıları da, “gelecekte devleti yıkmak için kullanılacak açık kapılar” olarak değerlendirilerek yasalardan çıkarıldı. Burjuva hukuk ilkeleri açısından bile kabul edilemez bir anayasa, 1982 Anayasası yürürlüğe sokuldu. Bu Anayasa ışığında çıkarılan yasalarla (sendika, basın, demekler vb) sözde kimi demokratik hak ve özgürlükler kullanılamaz duruma getirildi. Sendikalarda tam bir devlet kontrolü öngörülürken, derneklerin kurulması ve kapatılması vali ve kaymakamların keyfine bırakıldı. İşçileri grevden caydırmak için TİSK’in önerileri doğrultusunda, yasalar çerçevesinde kalındığı sürece kullanılamayacağını umdukları, bir grev ve lokavt yasası çıkarıldı. Cuntacılar ve arkalarındaki egemen sınıflar hiç olmazsa 10 yıllık bir dikensiz gül bahçesi yarattıklarını düşünüyorlardı. Böylece Cunta, yerini güvenilir ellere bırakarak, hükümeti ANAP’a teslim ederek, Çankaya’ya çekildi.
Alınan bütün önlemlere karşın, 3-4 yıllık bir sessizlik döneminden sonra emekçi sınıfların ve gençliğin mücadelesi yeni bir kıpırdanma dönemine girdi. Özellikle 1984’den itibaren yeni bir aşamaya yönelen ulusal hareket ve işçi sınıfı mücadelesi, ayrı ayrı doğrultularda olsa da, yükselişe geçti. Darbe sonrasında en yoğun baskı altında tutulan ve birer kışla yaşamına mahkûm edilen üniversite gençliği de, bu yıldan itibaren kendisine biçilen çerçeveyi kırmak için mücadeleye başladı.
Elbette yaşanan uzun karanlık dönemin faturası bütün emekçiler için çok ağır oldu. Karanlığın yırtılması ve mücadelenin kitlesel boyutlarının artması çok enerji ve zaman gerektirdi, bugün de daha çok enerji gerektirmeye devam ediyor. Ama 1986’dan itibaren, yığın hareketinin yükselişi ve emekçi sınıfların mücadelesi herkesçe görülecek boyutlara gelmiş, çizilen yasal sınırlan zorlamaya başlamıştı. Bir yandan işçi sınıfının sendikal özgürlükler ve daha iyi bir yaşam için giriştiği mücadele, öte yandan da öğrenci geçliğin demokratik ve özerk bir üniversite ve örgütlenme özgürlüğü için giriştiği mücadele, meyvelerini vermeye başlamıştı. Devrimciliğin lanetlenip, reformculuğun yüceltildiği, yasalara saygının her şeyin önüne geçirildiği, 12 Eylül’ün bütün günahının egemen sınıflara değil de devrimcilere yıkıldığı günler artık geride kalmaya başlamışa. Elbette karanlık günlerin etkisi sürüyordu, ama mücadele eğilimi de her kesimde yükseliyor, bir yandan geçmişle hesap [aşılırken, bir yandan da mücadele için de yeni olanaklar ortaya çıkıyordu. Denilebilir ki, 1985-87,12 Eylül öncesi karanlık dönemde yaşananlarla bir hesaplaşma dönemi oldu. Bu, hem siyasi örgütler için, hem de kitleler açısından böyleydi. Sonuçta herkes değişik düzey ve doğrultularda da olsa kendine bir yol çizmeye yöneldi. Kimisi inkârcılığa saparak egemen sınıflara teslim olmanın, düzene eklemlenmenin yolunu seçerken, kimisi iki arada bir derede kaldı. Kimisi de yanlışlardan, yaşananlardan ciddi dersler çıkararak diktatörlüğe karşı emekçi sınıflan seferber etmenin yol ve yöntemlerini geliştirmeye koyuldu. Elbette her şey bu dönem içinde bıçakla kesilir gibi kesin başlayıp bitmedi; ama “doğrultular bu dönem içinde belirlendi” dersek yanlış bir şey söylemiş olmayız.
1988 grev ve direnişleri ile öğrenci olayları hem siyasi örgütler açısından hem de tüm diğer toplumsal katmanlar açısından dikkatlerin yeniden kitle mücadelesine çevrilmesinde uyarıcı bir etki yarattı. Bu tarihten itibaren de sınıf mücadelesinin sorunları devrimci ve demokrat çevreler için başlıca uğraş alanı olmaya başladı. 1989’un Bahar Eylemleriyse, işçi sınıfının toplumsal mücadelede gücünü küçümseyenler, sınıfa hor bakanlar ve bu doğrultuda teoriler üretmeye çalışanlar için kesin bir yanıt oldu. Ve hâlâ devrimci bir yanı kalanlar, diktatörlüğe karşı mücadeleden yana olanlar için ise, cesaret ve ileri atılım için dayanak oldu.
1984’ten başlayarak, sınıf m sendikal özgürlük ve daha iyi çalışma koşullan için yürüttüğü mücadele sendika bürokrasisine karşı mücadeleyle birleşirken, Öğrenci gençlik ve öğretmen, sağlıkçı teknisyen vb. kesimler kendi kitle örgütlerini oluşturmak için bir takım çabalar içine girdiler. Bugün bu çabaların bir kısmı sonuçlarını vermiş, EĞİT-DER, halkevleri çeşitli türden çok sayıda kitle derneği, pek çok zaaflarına ve içlerinde yaşattıkları olumsuzluklarına karşın, bir ayakta kalma mücadelesi vermektedirler, öğrenci örgütleri ise, kimi yerde biraz ileri, kimi yerde biraz geri, kitle bağlan ve örgütsel konumlan tartışılır olsa da bir birikim sağlamış durumdadırlar. Öte yandan hizmet sektöründe çalışan çeşitli emekçi katmanlar da çeşitli dernekler içinde örgütlenme çabası içindedir.
Kısaca söylenecek olursa, bugün ülkemizde emekçi sınıflar ve gençliğin içinde örgütlendikleri ya da potansiyel olarak bu kesimleri, çatısı altında örgütleyebilecek çok sayıda kitle örgütü vardır. Ama öte yandan bu örgütler, yasal sınırlamalar, yönetimlerinin burjuva-bürokrat unsurlar tarafından gasp edilmiş olması ve devrimci demokratların bölücü sekter tutumlarının yol açtığı zaaflar gibi aşılması gereken pek çok zaaflar da taşımaktadırlar.
Yasal sınırlamalar, ülkedeki demokrasi mücadelesinin gelişmesiyle doğrudan ilgili olup, bu örgütler demokrasi mücadelesine çekildiği, daha çok kitleyi çatısı altında örgütleyip seferber ettiği ölçüde bu sınırlar önce fiili olarak aşılacak, sonra da yasal olarak kazanılacaktır. Burjuva-bürokrat unsurların ve eğilimlerin kitle örgütlerinden dışlanması ise, bir yandan yığınların mücadeleye çekilmesi süreci içinde teşhir ve tecrit olurken öte yandan da tabanda yükselen emekçi yığın muhalefetinin devrimci bir önderliğe sahip olmasıyla aşılabilecek sorunlar olarak gözükmektedir. Ancak bu görevin başarılmasının önkoşulu, kitle örgütlerinin tabanında hayli geniş bir etkiye sahip devrimci demokrat siyasi eğilimlerin, bu örgütleri ve kitle mücadelesini yasalcılık, ekonomik çıkarlarla sınırlı bir mücadeleyle sınırlı bir alanda tutma, grupçuluk, sekterlik, işçi sınıfı partisine karşı da “bağımsız” olma gibi yanlış eğilimlerinin yenilgiye uğratılmasından geçtiği bir gerçektir.
Bu genel değinmelerden sonra şimdi artık değişik emekçi sınıf kitle örgütlerinin bugünkü durumları ve sorunlarına daha yakından bakabiliriz.
Sendikaların Bugünkü Durumu ve Sorunları:
12 Eylül darbecilerini daha ilk günden sendikal hareketi yasaklamaları ve DİSK’i kapatmaları sonrasında, zaten 12 Eylül’den önce de cuntacılarla dirsek temasında olan Türk-İş bürokrasisi Cunta hükümetlerine bakan vererek ihanet çizgisini sürdürdü. Cunta dönemi boyunca Türk-İş’in, TİSK ile birlikte, Cunta ile hemen hiçbir problemi olmayan iki kuruluştan biri olduğu görülüyor. Hiç kuşkusuz Türk-İş’in cunta atakçılığı işçiler gözünde itibarını iyice sarsmıştı ve 1983’den sonra, kontrollü ve baskı altına alınmış olarak, sendikal hareketin “serbest” bırakılmasından sonra, bir yandan işçi yığınlarından gelen tepkiler, öte yandan demokratik kamuoyunun baskıları karşısında Türk-İş üst bürokrasisi, Cuntacılık lekesinden kurtulmak için, “cuntaların bakanı” olarak namlanan Sadık Şide’yi görevden alarak kurtulmaya çalıştı. Ama bu o kadar da kolay olmadı, ağaların kirli çamaşırları da döküldü. Kul, Yılmaz ya da diğer ağların da Şide’den daha temiz olmadıkları, karşılıklı suçlamalar içinde açığa çıktı.
Bütün bu gelişmeler olurken, TKP revizyonistleri ve TKP’den fazlaca etkilenen kimi devrimci demokrat gruplar ise; ‘Türk-İş’te birlik”, ya da “DİSK açılsın DİSK’te birlik” gibi kampanyalar başlattılar. Artık iyice düzene adapte olan ve “istikrar” için her olanağı kullanan TKP, kimi Türk-İş’e bağlı sendikalarda yönetimindeki gücünü de bu “istikrar politikası” temeline oturtarak, “Türk-İş’te Birlik” kampanyasının basma geçti. Ve bütün sendikalar Türk-İş çatısı altında birleşirse, işçi sınıfının sendikal birliğinin gerçekleşeceği yanılgısını yaymaya çalışırken, eski DİSK fetişizminden kurtulamayan kimi gruplarsa, işçi sınıfının yeni bir DİSK çatısı altında birleşerek sendikal birliğin sağlanacağı hayalini yaymaya koyuldular. Ama her iki politika da fazla itibar görmedi. Çünkü Türk-İş’in var olan yapısının böyle birliğe engelliği ortadaydı. DİSK’in kurulup bütün işçi sınıfını toparlaması da pek çok nedenle hayaldi. Nitekim kampanyacılar bir süre kendi kendilerine ajitasyon yaptıktan sonra bu işin peşini bırakıp başka şeylerle uğraşmaya koyuldular. TKP, TBKP olarak yasallaşmak için, Marksizm ve mücadele ile sözde ve biçimde bile bütün bağlarını kesip sıradan bir burjuva partisi görünümüne hızla bürünürken, diğerleri de bilinen “Kuruçeşme tartışmaları”na dalıp sınıfın sorunları ile tüm ilgilerini kestiler.
Bu gelişmeler olurken, grev ve direnişler hızla yükseliyordu. 1988 ve 1989 tam bir grevler ve direnişler yılı oluyordu. Yüz binlerce işçi çeşitli türden direnişlere katılarak var olan çalışma ve yaşama koşullarım kabul etmediğini belli ederken, bütün tarihinde ciddi bir grev ve direniş yaşamamış Türk-İş, kendisini bu grev ve direniş dalgasının ortasında buluyordu. Türk-İş üst bürokrasisi engelleyemediği bu gelişmelere, görünüşte de olsa sahip çıkmak zorunda kalırken, her adımda uzlaşmacı ve grev kinci tutumuyla alt kademede henüz işçiliğini yitirmeni iş kimi yöneticiler ve sendikaların işyeri temsilcileri ile karşı karşıya geliyor, bu da tabanla bürokrasi arasındaki çelişmelerin keskinleşmesinin önemli bir unsuru olarak ortaya çıkıyordu bu dönemde. Bu çelişme, yığınların mücadeleye atılışı sırasında olumlu bir rol oynuyor, üst bürokrasi ile çelişen şube ve temsilcilik düzeyindeki olumlu unsurların mücadele içinde bulunması yığınların mücadeleye katılımını kolaylaştırıyordu. Bu durum sık sık, TÜRK-İs üst bürokrasisinin bir yana itilerek, eylemlerin geliştirilmesini olanaklı kılıyordu. Bu durum, 1990 1 Mayıs’ı öncesinde İstanbul’daki 41 sendika şubesinin açıkça TÜRK-İş bürokrasisine tavır alıp ayrı bir platform oluşturmasına kadar geldi. Gelişmelerin açıkça gösterdiği gibi, sendika bürokrasisinin tecridinin yolu onları yok saymak, ya da onları sadece sözle kötüleyerek teşhirin, onları tecride yetmediği, ama onları bizzat mücadeleye çağırarak ve mücadele içindeki tutumlarını teşhir ederek olanaklı olduğunu göstermektedir. Böylece bürokrasinin gerçek tavrı herkesçe görülür olduğu gibi, alt kademelerde de olsa: şu veya bu ölçüde bu bürokrasinin etkisinden işçilerle bürokrasinin ayrışmasının yolu da, doğrudan mücadele içinde olabilmektedir. Geçmişte olduğu gibi mücadele dışından, sadece sendika ağlarının “kötü” olduğunu ifade eden bir ajitasyonun yetersizliği ve yanlışlığı da, hayatın gösterdiği diğer bir gerçek olmaktadır.
Gerek Türk-İş, gerekse bağımsız sendikaların tabanları; son 3-4 yıl içinde yoğun bir mücadele döneminden geçti, sendika ağalan ve bürokrasisinin tutumları tabanda geçmişe göre daha büyük tepkilere yol açtı. Bu çalkantı içinde Türk-İş iki kurultay yaşadı, ama tabanın tepkileri tepedeki bürokrasiyi sallayacak kadar doruklara yansımadı. “Sosyal demokrat” bürokrasi ile “muhafazakâr” bürokrasi arasındaki sürtüşmeler ya da “yarış” biçiminde geçen kongrelerden “muhafazakârlar” TBKP’nin de tam desteği ile “güçlenerek” çıktılar. Gerek bağlı sendikalar kongrelerinde, gerekse Türk-İş kurultaylarında devrimci delegelerin konuşmaları onların uykularını kaçıran esas gelişmeler oldu. Çünkü bu, Türk-İş sendika bürokrasisini tasfiyeye yönelik tabandaki gelişmelerin sesiydi ve Türk-İş bürokrasisi de sendika bürokrasisini koruyan bütün yasal ve tüzüksel engellere rağmen tabanın tepkisinin kongre ve kurultay salonlarına kadar gelmiş olmasının endişesini duyuyor olmalılar. Bu endişe dolayısıyladır ki bugün, SHP, TBKP, SP gibi partiler ile bunların sınıf içindeki uzantıları Türk-İş’in “24 İlke”sinde ifadesini bulan, devletçi burjuva şovenist-reformcu platformuna “alternatif olacak, İLO, ICFTU gibi uluslararası kuruluşlarda “gönül rahatlığı ile” savunabilecekleri ve sınıfı oyalayabilecekleri “ileri” bir platform arama gayretine düşmüş bulunuyorlar. Hiç kuşkusuz, Türk-İş’in bugünkü yönetici üst bürokrasisi de bu “reform” isteğine fazla dayanamayacak, eğer yığınları aldatabileceklerine akıllan keserse, “24 İlke”yi gözden çıkarmakta tereddüt etmeyeceklerdir. Çünkü “24 ilke” platformuyla daha fazla “ilerleme” şansları kalmamış gibi görünüyor.
Öte yandan çeşitli eğilimlerdeki devrimci demokrat siyasî grupların ve Marksist hareketin sendikaların tabanında küçümsenemeyecek bir etkinlik kazandıktan görülüyor. Henüz bu etkinliğin sendika yönetimlerine gereği gibi yansıdığı söylenemezse de, yakın gelecekte sendikal hareketin niteliğini değiştirebilecek bir birikimin sağlanmış olduğunu söylemek bir kehanet sayılmaz.
Küçük burjuva devrimci demokrat siyasi gruplar, bir yandan sınıf sendikacılığından etkilendikleri ölçüde sendikal hareket içinde olumlu bir rol oynarken, reformculuktan etkilendikleri ve kendi ideolojik tutumlarından gelen etkilerle de sınıf içinde grupçuluk, sekterlik, sınıfın yerine kendi küçük gruplarının gücünü koymaya çalışma; sendikal harekete ve sendikaları kendi sübjektif idealist dünya görüşleri doğrultusunda yanlış yorumlama; kısacası geçen sayımızda uzun uzun sözünü ettiğimiz, TKP mirasını aşamama zaafını taşıyarak sınıfın sendikal hareketi içinde olumsuz bir rol oynamaktadırlar. Bu olumsuz rol kendisini en açık biçimde, sendikaların sınıflar mücadelesi içindeki rolünü görmemek, yığınları mücadeleye çeken en geniş işçi örgütleri olan sendikaları bir direnme ve mücadele merkezi değil de kendi “eylemleri”ne ne kadar “destek ve olanak” sağlayacak yerler olduğu bakımından “hesaba katmak” yanlış anlayışında daha iyi görülür. Bu yüzden de, küçük bir alanda da olsa, bir etkinlik sağladıklarında, geçmişte en açık biçimiyle gençlik örgütlerinde ortaya çıkan etkinlik alanını “mülk edinme” anlayışı hemen hortlamakta, muhaliflerine ve yığınlara karşı şiddete varan yöntemlerle “mülklerini” korumaya çalışmak eğilimi kendini göstermektedir. Olanakları, heder edecek biçimde, bir an * önce tüketmeye çalışmaktadırlar. Bu alanda ilgilerini çeken tek şey, yönetime gelip gelmeme ile sınırlı kalmaktadır. Yığınların mücadeleye çekilip, bu mücadele içinde eğitilmesi, sendikaların demokratikleştirilip gerçek bir kitle örgütüne dönüştürülmesi perspektifi bu çevreler için, sadece dergi köşelerinde söylenen, konuşmalarda yer verilen şeylerden ibaret kalmaktadır.
Hiç kuşkusuz, mücadelenin geleceğini belirleyecek en önemli gelişme, Marksist hareketin sendikal mücadelenin sorunlarını çözümlemede attığı adımlardır. Çünkü sendikaların niteliği kitlelerin mücadeleye çekilmesinin devrim mücadelesindeki rolüne ilişkin TKP’nin olumsuz mirasının kalıntıları bugün Marksist hareket tarafından en azından düşünsel düzeyde aşılmıştır. Sınıf sendikacılığı çizgisinin uygulanmasında, 1980 öncesinin sekter taktikleri yerine sınıf mücadelesinin ileri atılımını destekleyen taktikler geliştirilmiş durumdadır. Sınıfın öncüsünün sınıf ve sendikalar içindeki çalışması ve amaçlan açıklığa kavuşturulurken, geçmiş çalışmaların derinlemesine eleştirilmesi temelinde sistemli ve sürekli bir çalışma için yolların açılmış olduğu bir aşamaya ulaşılabilmiştir. Bu ise, yakın gelecekte, hem sosyalist hareketle sınıf hareketinin birleşmesi için, hem de sendikal hareket içinde sınıf sendikacılığını pratik bir alternatif düzeyine yükseltecek temeli sağlayacak bir etken olarak görünmektedir.
Söylenenlerin daha iyi anlaşılması için, sendikal hareketin bugünkü sorunlarına daha yakından bakmakla yarar var:
Bugün işçi sendikalarının yönetimlerini ellerinde tutan sendika bürokrasisinin burjuvazi ve hükümetlere utanmazlık düzeyine varan içli-dışlılığı, sıradan ekonomik talepleri içeren toplu sözleşmelerde bile, işçilerin kaşla göz arasında satıldığı, sıradan işçilerin bile gördüğü bir gerçektir. Ve zaten, sözü çok edilmesine karşın, sendikal hareketin en can alıcı sorunu da bu değildir. Çünkü bütün bunlar bir sonuçtur ve sadece çürümüşlük düzeyine varan ilişkilerin yığınlara yansıyan tarafı olduğu için nedeni gözden saklayacak kadar öne çıkmıştır. Sorunun temelinde ise; işçi sınıfı hareketinin SENİDİKALİZM batağına çekilmiş olması yatmaktadır. TİS’teki satışlar, sendika bürokrasisinin sınıfın gücünü burjuva partilerinin arkasına takmaları, reformcu, revizyonist, parlamentocu çevrelerin sınıf içinde etkinlik kazanmaları gibi bütün belaların arkasında işçi sınıfı hareketinin sendikalist bir çerçeveye hapsedilmiş olması yatmaktadır. Bu bataktan kurtulma yoluna girmedikçe de, “daha iyi bir toplu sözleşme” ile “berbat bir toplu sözleşme” arasında, sınıfın kurtuluş mücadelesi açısından ciddi bir farktan söz edilemez. Elbette TİS, nasıl olduğu, sınıfın en geri unsurlarınca bile izlenen bir sonuç olması bakımından sendika ağalan ile geniş işçi yığınları arasındaki çelişmeleri artırıcı ya da yumuşatıcı bir etkide bulunabilir ve genellikle sendika ağalan her toplu sözleşmede işçileri saunayı adet edindiklerinden, sınıfın hareketlenmesi için vesile olursa da, sendikalizm sınırları içinde kalan her muhalefet hareketi, ekonomik hakları için ne kadar radikal talepler öne sürerse sürsün; sonunda burjuvazi için denetim altına alınabilecek muhalefet hareketleri kategorisi içinde kalmaya mahkûmdur. Gerek dünya işçi sınıfının uzun mücadele tarihi gerekse bizim ülkemizde yaşananlar (DİSK deneyinde olduğu gibi), sendikalizm sınırlarına hapsolan bir sendikal hareketin, ne ekonomik haklar uğruna yürüttüğü mücadelede, ne de sendikal demokrasi ve sendikal özgürlükler uğruna yürüttüğü mücadelede başarıya ulaşamadığını göstermektedir. Bu yüzden de, sınıfın ekonomik haklar uğruna verdiği mücadele; ücretli köleliğin, kapitalist sömürünün ortadan kaldırılması, sosyalizm; sendikal demokrasi ve sendikal özgürlükler mücadelesi de genel demokrasi mücadelesiyle birleştirilmedikçe sendikal hareketin sendikalizm platformunun dışına çıkarılması olanaksızdır.
Burada, sendikalizmin platformunun dışına nasıl çıkılacağı sorunuyla karşılaşırız. Kuşkusuz ki, sendikalar kendiliğinden hareket içinde bu platformdan çıkamazlar. Bunun gerçekleşebilmesi için; sendikaların sınıfın öncü partisinin mücadele çizgisine çekilmesi zorunludur. İşte bunu, kimi “Marksistler”den daha iyi bildiği için, burjuvazi, sürekli olarak, sendikaların “bağımsız” olmasını savunmaktadır. Çünkü o biliyor ki; sendikaların “bağımsız” olması demek, gerçekte, burjuvazinin partilerinin peşine takılması, şu ya da bu burjuva partisine, ya da hepsine birden bağlı olması anlamına gelmektedir. Bu ise; burjuvazi için, istenir bir şeydir. Sendikalar, isterse en radikal burjuva partisinin peşine takılmış olsun, sonuçta burjuvazi için denetlenir bir alanda kaldığı için, kabul edilir olmaktadır. Bugün bütün dünyada; reformcu, revizyonist sendika merkezlerinin, D. Avrupa’da hüküm süren “dayanışmacılık” ve “bağımsız’ sendika eğiliminin, burjuvazinin en gerici kanatlarınca bile övgüye değer bulunmasının anlamı bundan başka bir şey değildir.
Gerek dünya işçi sınıfının mücadele tarihine gerekse ülkemiz işçi sınıfının mücadele tarihine bakıldığında, reformcu, revizyonist, anarko-sendikalist vb. bütün burjuva ve küçük burjuva sendikacılık eğilimlerinin sendikalizm temelinde yaşam bulup etkinleştiği görülür. Bu yüzden de, sınıf hareketinin bir yükseliş içine girdiği, öncünün geçmiş mücadele deneyimlerinden ders çıkararak doğru bir mücadele anlayışının yerleşmesi için mücadeleye girdiği günümüz koşullarında, sendikal hareket alanında ideolojik planda esas hedef, sendikalizm ve bundan kaynaklanan eğilimler olmak durumundadır.
Açıktır ki, sendikal mücadelenin ilerletilmesi ile sendikalizmin bir ilgisi yoktur. Sendikalizm; işçi sınıfının mücadelesini daha iyi çalışma koşulları ve daha iyi yaşama koşulları mücadelesi olarak tanımlayabileceğimiz bir sendikal mücadele ile sınırlı tutmak eğilimidir. Oysa mücadele bu alanla sınırlı kalır; politik arenada olup bitenler, dünyadaki gelişmeler, emperyalizm ve sömürgeciliğe karşı ezilen ulusların mücadelesi, kapitalist sömürünün tümden ortadan kaldırılması gibi sorunlar işçi sınıfının dikkati dışında tutulursa, işçi sınıfının tarihsel misyonunu yerine getirmesi olanaksızlaşır ve sömürü ve zulmün sürgit sürmesine destek verilmiş olur. Salt sendikal mücadele alanına sıkışan işçi sınıfı, bu alanda kaldığı sürece, sendikalizmin savunucularınca çok önem verildiği sanılan, ekonomik mücadele alanından bile, fazla bir ilerleme sağlayamaz. Çünkü bu alan içinde burjuvazi, kaşıkla verdiğini kepçeyle almanın bir yolunu her zaman elde tutacaktır. Ya toplu iş sözleşmelerinde verdiği ücret zamlarını fiyatlara yansıtarak “demokratik bir tarzda”, ya da ülkemizde sık sık olduğu gibi cuntalar ve darbeler aracılığı ile “ara dönemler” yaratarak, zor yoluyla, işçilerin ekonomik ve demokratik kazanımlarını bir çırpıda geri alarak, sömürüsünü ve soygun düzenini sürdürecektir.
Kuşkusuz ki, bütün sendikalist eğilimler açıkça sendikalizmi savunmuyorlar. Türk-İş üst bürokrasisi,
“partiler-üstü politika” ile sendikalizmin daha açık savunusunu yaparken, sosyal-demokrat ve revizyonist sendika, alık eğilimleri, işçi sınıfının burjuva politik platforma çekilerek “siyasi mücadeleye” de akıtılmasını savunarak, kendilerini maskeliyorlar. Kimi küçük burjuva grupların sendikal alandaki uzamdan ise, anarko-sendikalizmden alınma görüşlerle “devrimci bir sendikalız’ nün” propagandasını yapıyorlar.
Sınıf içindeki sendikalizm eğilimine genel boyutlarından bakıldığında, Türk-İş üst bürokrasisi, sosyal demokrat sendikacılar ve TBKP (Hak İş, çeşitli bağımsız sendikalar ve irili ufaklı burjuva partilerin sendikal mücadele alanındaki uzantılarını da bu kategoride saymak gerekir)’nin sendikalar içindeki faaliyeti klasik sendikalizme yakın ve açıkça görülebilecek bir sendikalizmdir. Yeni Çözüm’den Yeni Öncü’ye, Emeğin Bayrağı’ndan İşçilerin Sesi’ne, çeşidi devrimci demokrat siyasi eğilimlerin sendikal alandaki uzantıları ise; mücadeleci bir sendikacılık anlayışını savundukları halde, “İşyeri Komiteleri ve Konseyleri”, “DSİM” gibi sınıfın geniş kesimlerini dışlayan örgütlenmeler “icat ederek”, ya da sınıf hareketi içinde elde ettikleri mevziiyi sınıftan da “korumak” için, sınıfı sendikal eylemden dışlama politikaları izleyerek, en önemlisi de; sınıfı proleter siyaset alanının dışında, burjuva siyaset alanıyla sınırlı bir politik alana hapsederek “devrimci sendikalizm” diyebileceğimiz bir sendikalist platformun dışına çıkamamaktadırlar.
Demek ki, genel olarak bakıldığında, klasik sendikalizmle devrimci sendikalizm, çok önemli iki konuda aynı tutumu takınmaktadırlar. Birincisi sınıfın proletaryanın öncüsüne karşı da “bağımsız” bir çizgi izlemesi, sendikaların izleyeceği çizgiyi sınıfın partisinden bağımsız olarak geliştirmesi; ikincisi ise, sınıfın geniş kesimlerinin sendikal mücadelenin dışında tutulması. Bunu; klasik sendikalistler, aktif sendika bürokrasisi ve pasif kitle yaratarak yaparken, “devrimci sendikalistler”,”komiteler”, vb. adını verdikleri sendikalı işçi yığınlarının çok küçük bir bölümünü kapsayan küçük gruptan aktifleştirip, büyük çoğunluk adına hareket ettirmeyi amaçlayarak yapmaktadırlar.
Bu iki sendikalist eğilimin ayrıldıkları nokta ise; “devrimci sendikalist” eğilimlerin, sendika bürokrasilerinin görüşmeci, uzlaşmacı tutumlarına karşı çıkarak mücadeleci bir çizgiyi savunmaları, hiç olmazsa niyet olarak da, sınıfın özgürlük ve demokrasi mücadelesine katılmasından yana olmalarıdır.
Sınıf hareketinin bugünkü konumu göz önüne alındığında, onların bu iki olumlu özelliğinin sınıf sendikacılığı tarafından görmezden gelinemeyeceği; bu eğilimlerin zaaflarına karşı ve sınıf içinde yaymaya çalışacakları yanlış eğilimlere karşı mücadeleyi ihmal etmeden, onların olumlu yanlarıyla birleşmek gereğidir. Bu yüzden de, sendikal hareket içinde en yakın ittifak gücü olarak bu eğilimler gözüküyorlar.
Gerici Sendikalar İçinde Çalışma: Bugün sendikal hareketin en önemli sorunlarından birisi de sendikalar içindeki çalışmanın nasıl olacağı sorunudur.
Bugün İŞÇİ sınıfın büyük çoğunluğu Türk-İş’e bağlı sendikalar içinde toplanmıştır. Bunun dışında Hak-İş’e bağlı sendikalarda da küçümsenmemesi gereken bir kitle vardır. Ayrıca, Çelik-İş ve Otomobil-İş, iki “bağımsız” sendika olarak, sınıfın en mücadeleci kesimlerinden olan Metal işçilerinin önemli bir kesimini çatıları altında toplayan, ihmal edilemeyecek sendikalardır. Aslında bu durum, sınıf içindeki çalışmanın nerede ve ne amaçla yapılması gerektiğini göstermektedir. Ama geçmiş sendikal mücadele içinde edinilen yanlış eğilimler, devrimci demokrat gruplar çevrelerinde sürüp gittiğinden, bu anlayışlara ve bu anlayışların bugün ortaya çıkış biçimlerine burada değinmek bir zorunluluk olarak karşımıza çıkmaktadır.
Gerek 1960’lı yıllar sonunda, gerekse 1970’li yıllar boyunca devrimci demokrat siyasi eğilimlerin sendikalar içindeki çalışmasının esası; DİSK’in devrimci bir sendika merkezi olarak, Türk-İş’e alternatif olarak görülmesinden kaynaklanan, “DİSK’in güçlendirilmesi” tutumuydu. DİSK içindeki bu çalışma ile DİSK yönetiminde mevziler elde edilmesi ve giderek DİSK’in yönetimini ele geçirme vb. amaçlanıyordu. Ama DİSK’in o günkü yapılanması içinde, DİSK yönetimine karşı tutarlı, mücadeleci bir çizgi izlemenin DİSK’ten dışlanmayı getireceği düşünüldüğünden de, en keskin muhalif izlenimini verenler bile, her davranışlarında, DİSK yönetimiyle ters düşmemeye özen gösteriyorlardı. Bu yüzden de, DİSK içindeki etkinliği artırmanın yolu, DİSK içindeki işçileri devrimci bir mücadele çizgisine kazanmaktan çok, DİSK’e eğilim gösteren Türk-İş ya da bağımsız sendikalara bağlı işyerlerindeki DİSK eğilimini kışkırtıp DİSK’e geçiş sağlamak, bu geçiş içinde güç toplamak biçiminde kendini gösteriyordu. Belki böyle bir planları yoktu, ama sendikal hareketin kendiliğinden gidişine uyum sağlayınca (planı olmamak kendi başına bir zaaftır) böyle bir durum da kendiliğinden ortaya çıkıyordu. Bu yıllar boyunca, bu grupların Türk-İş içinde çalışma ve Türk-İş’e bağlı sendikalar içinde bir güç oluşturarak, bu sendikaları birer mücadele merkezine dönüştürme diye bir anlayışları olmadı. Sadece Marksist hareket, başka bakımlardan sonradan eleştirilen ve bu yazının 1. bölümünde değindiğimiz yanlış politikalarına karşın, Türk-İş içinde çalışmayı da bir görev olarak görmüştü. Devrimci demokrat grupların Türk-İş içinde çalışma olarak ilgilendikleri tek şey, Türk-İş’in “kötü” DİSK’in “iyi” olduğu; öyleyse, “haydin DİSK’e gidelim” biçiminde ifade edebileceğimiz çalışmalarıydı. Türk-İş’ten ayrılmak istemeyen işçiler bile ilgilenmeye değmez gericiler olarak görülüyordu. Oysa devrimci bir sendikal hareketin geliştirilmesinin zorunluluğu açısından DİSK ve Türk-İş’in bir farkı yoktu. Her ikisinde de sorun, sendikal mücadeleden sendika bürokrasileri tarafından dışlanan yığınları mücadeleye çekmek, sendikaları bir örgütlenme ve mücadele merkezi yapmaktı. Ama bu sendikacılık eğilimleri için sorun böyle ele alınmadığından, dahası Türk-İş bir sarı sendikacılık merkezi, DİSK ise, bazı yanlışlarına karşın, devrimci bir sendikacılık merkezi olarak görüldüğünden Türk-İş’in yüz binlerce işçiyi çatısı altında tutuyor olması gerçeği görmezden gelindi.
Eğer bu tutum, bir takım zorunluluklar nedeniyle de olsa, 1980’den sonra gruplarca terk edilmiş de olsaydı, burada bundan söz etmemize gerek kalmayacaktı. Ama bu devrimci demokrat siyasi grupların sendikal alandaki uzantıları, bugün de, Türk-İş içinde çalışmayı benimsemiş değillerdir. Bir kısmı DİSK’in yeniden kurulacağı günleri beklemek için Türk-İş’te “idareten” kalmaktadır, diğer bir kısmı ise; bu kadar hayalci olmadıkları için, varolan sendikalara alternatif sendikalar olarak gördükleri “İsçi komite ve konseyleri” ya da bununla birlikte DSİM Vb. Örgütlenmeler “İcat” etmektedirler.
Söylediklerimizin daha iyi anlaşılması için bu “icat edilmiş” örgütler için bizzat icat edenlerin söylediklerine de burada olanaklarımızın elverdiği ölçüde değinmek gerekiyor.
Önce “İşyeri komiteleri” için söylenenlere bakalım: “İşyeri Komiteleri” örgütlenmesini pek çok siyasi eğilim savunuyor, ama bu konuda teorik görüşler geliştiren, neredeyse varlık nedeni olarak bu komite örgütlenmesini ele alan İşçilerin Sesi çevresi. Bu yüzden de onların ne söylediklerini aktarmakla işe başlayacağız.
“İşyeri Komite ve Konseyleri, sınıfın sendikal platformdaki örgütlenme çabalarını iradi bir sürece sokan, devrimci özünü geliştiren, sınıfın öz gücüyle yaratılan yapılardır.”
“İşyeri Komite ve Konseyleri devrimci-sendikal örgütselliğin yaratılmasında temel taşları oluşturur. Sınıf, sendikal bilincin öğrenildiği okullardır…”
“Sendikal platformda bir önerme olan İşyeri Komiteleri, bir işyerindeki devrimci, demokrat, sınıfların varlığını kabul eden, dürüst, tutarlı, siyasi tercihli veya tercihsiz nitelikli unsurlar tarafından oluşturulan sınıf bilimini işçilere taşıyan örgütlenmelerdir”
“Devrimci sendikal örgütün (sınıf ve kitle sendikasının) yaratılmasında, sınıfın işyeri temelinde örgütlenmesinin nüvesini, beynini İşyeri Komiteleri oluşturur. İşçi Konseyleri ise, bu beynin gövdesi çekirdeğin etlenmesidir.
“…İşçilerin sınıf ve sendikal bilinç ile donanarak İşçi Komiteleri etrafında oluşturduğu örgütlülüktür.”
“İşyeri Konseyleri bir birimdeki işçilerin tümünü kapsayan (sınıf düşmanları ve faşistler haricinde) yapılanmalardır.”
İşyeri Komiteleri, ilişkileri koordine eden, örgütlüğün sıçratılıp geliştirilmesi doğrultusunda belirleyen ana kara ve uygulama odağıdır.
“İşyeri Komiteleri ve Konsey yapılanması sendikalara alternatif bir yapı değildir. Bürokratik devlet sendikal yapılanmasını parçalayan, sınıfın kendisi için adım atmasını sağlayan, sınıfın kendisi için sınıf olma bilincini taşıyan devrimci sendikal yapının nüvesidir.”
“İşyeri Komite ve Konseyleri… bizzat pratiğin sonucudur. Yapılan şey… ‘komiteleşme-örgütlenme’ çabalarına, devrimci sendikal yapının yaratılması işlevini kazandıracak iradi ve devrimci bir müdahaledir.”
“İşyeri Komite ve Konseyleri… gerçek anlamda sınıf ve kitle sendikal yapısını yaratmak, çalıştırmak doğrultusunda motor güçtür. Ana halka ve karar organıdır.” (İşçilerin Sesi, S. 13) (abç)
Elbette İşçilerin Sesi’nin “İşçi Komite ve Konseylerine” yüklediği görevler yukarıdaki uzun aktarmalarda verilenlerden de ibaret değil. Bir işyerinde olabilecek bütün görevler (ekonomik, siyasi, ideolojik) en ince ayrıntısına kadar, İşçilerin Sesi’nin 1. ve 13. sayılarındaki iki uzun yazıyla açıklanmış. Ama yukarıdaki aktarmalar ana tutumlarının ifadesi bakımından yeterli olduğundan ayrıntıları aktarmayı gereksiz bulduk.
Marksizm-Leninizm’den biraz haberdar olan ve sendikaların sınıflar mücadelesindeki rolüne kafa yoran herkesin anlayacağı gibi, sendikal mücadele konusunda (daha çok da işçi sınıfının görevleri ve sınıf mücadelesindeki konumu açısından, ama burada konuyu dağıtmamak için bu alandaki liberal anlayışa girmeyeceğiz) tam bir kafa karışıklığı içinde olduğunu hemen anlayacaktır.
İşçilerin Sesi, “İşçi Komite ve Konseyler”ini tanımlarken, bir yandan bunların “sendikal platformda bir önerme” ve “İşyeri Komiteleri için” bir işyerindeki devrimci demokrat, dürüst, tutarlı, siyasi tercihli ve tercihsiz unsurlar tarafından oluşturulur” diyerek sendikal düzeyde sayılabilecek bir örgütlenme önerirken, öte yandan, neredeyse her isteyenin girip içinde karar sahibi olabileceği bu örgüte, ancak sınıfın öncü partisinin üstlenebileceği görevler yüklüyor. İşçilerin Sesi “İşyeri Komiteleri”ne, “devrimci sendikal örgütselliğin yaratılması” görevini yüklerken, aynı zamanda onlara “sınıf bilimini işçilere taşıma” görevini de veriyor. Diğer söylediklerinden de anlaşıldığına göre; devrimci sendikal örgütsellikten İşçilerin Sesi, sınıf sendikacılığını kastediyor ve bu görevi herkesin (dürüst herkesin) içinde yer alabileceği bir örgüte veriyor. Eğer kastettikleri gerçekten sınıf sendikacılığını yaratmak ise, bunu ancak partinin kendisi yaratır, ama bir kere yaratıldıktan sonra her işçi elbette onun içinde yer alabilir. Ne var ki, alıntılardan da açıkça anlaşılacağı gibi, İşçilerin Sesi; yaratılacak bir sınıf sendikacılığından söz etmektedir. Bunun anlamı ise; eğer “dürüst ve namuslu işçiler” salt görüntü olsun diye orada yer almıyorlarsa, onlardan Marksizm’i keşfetmelerini istemek olur. Bunun olamayacağı, sınıf sendikacılığının ancak onun partisinin programından yansıyacağı ve bunu da ancak partinin kendisinin yapabileceği hem yaşamın gösterdiği gerçeklik hem de Marksist teorinin en temel önermelerinden birisidir. Ama isçilerin Sesi sadece “sendikal platform”da da kalmıyor, daha ileri giderek, “İşçi Komiteleri”ne, “sınıf bilimini işçilere taşıma” görevini de yüklüyor. Gerçi İsçilerin Sesi, Marksizm-Leninizm, hatta Bilimsel Sosyalizm sözcüklerini kullanmaktan özenle kaçınıyor, ama bu “sınıf bilimi” kavramıyla Marksizm’i kastettiği anlaşılıyor. Ve dolayısıyla da sınıfa Marksizm’i taşıma görevini “sendikal platform”daki bir örgüt olan “İşyeri Komiteleri”ne yüklüyor. Üstelik bu komiteler, değişik siyasi eğilimdeki kişileri, hatta Marksizm’le ilişkisi olmayan “dürüst ve namuslu” işçileri bile içine alan ve bu kişilerin de ‘söz ve karar sahibi” olduğu örgütler. Bu yapısıyla “İşyeri Komiteleri” hangi “sınıf bilimi”‘ni isçilere taşıyacaklardır? Sonuçta kararlar oy çokluğu ile alınacağına göre, hu “Komite”deki -varsa- çoğunluk görüşü “sınıf bilimi” kabul edilerek işçilere götürülmek zorunda kalınacaktır. Hele günümüzde, Marksizm’in pek çok “yorumu” olabileceğine göre, revizyonizmin her türünden liberalizme kadar her görüş bu komiteler içinde “sınıf bilimi” olarak kabul edilebilir. Hatta çok büyük bir olasılıkla Marksizm olmayan bir “sınıf bilimi” işçilere taşınır.
Burada, kesinlikle öneriyi abese götürerek saçmalığını göstermek gibi bir niyetimiz yok. Açıkça “icatçıları”nın, Komitelerin yapısı ve ona yükledikleri görevlerin çelişkisi bizi kaçınılmaz olarak böyle bir sonuca götürüyor.
İşçilerin Sesi, İşçi Komitelerine görev ve nitelik atfetmekte sınır tanımıyor, “sınıfın işyeri temelinde örgütlenmesinin nüvesini, beynini İşyeri Komiteleri oluşturur” diyerek, proletarya partisinin hücresinin görev ve niteliğini İşçi Komitelerine yakıştırıyor. Çünkü sınıfın işyeri temelindeki örgütlenmesinin “nüvesi, beyni” partinin birim hücresinden başka bir şey değildir. Sınıflar mücadelesi alanında “beyin”den söz ediliyorsa, bir yönetici aygıttan söz ediliyor demektir. Bu da, Marksist anlayışta çelikten bir iradeye karşılık gelir ve Marksist-Leninist partinin iradesini temsil eder. Ama işçi komiteleri, yapısının bileşimi açısından bile, bir irade birliğini değil, tam birçok sesliliğin ifadesidir. Her kafadan bir sesin çıktığı karmaşık bir beyin nasıl bir işlev yerine getirirse, “İşçi Komiteleri”nin “beyinliği” de öyledir.
İşçilerin Sesi, “İşyeri Komiteleri”ne partinin pratik görevlerini de yüklüyor, “İşyeri Komiteleri, ilişkileri koordine eden, örgütlülüğün sıçratılıp geliştirilmesi doğrultusunu belirleyen ana karar ve uygulama odağıdır” diyerek, “sınıf biliminin sınıfa götürülmesi”, “sınıfın işyerindeki örgütlenmesi”, “devrimci sendikal örgütlülüğün yaratılması” vb. tüm görevleri koordine eden ve “doğrultusu”nu “belirleyen”, “ana karar ve uygulama odağı” olduğunu açıklıyor. Ve bütün bu görevleri “sendikal platform”daki bir örgüt üstleniyor. Eğer bu öneri sendikal düzeyde değil de, Parti düzeyinde bir öneri olsaydı, İşçilerin Sesi önerdiği örgüte başka hangi görevi yükleyecekti, doğrusu bu bizim için merak konusu!
Kısaca söylenecek olursa, İşçilerin Sesi, bir parti ve bir sendikanın ayrı ayrı yapması gereken bütün görevleri “sendikal platformda bir öneri” olan “işyeri Komiteleri” ne yükleyerek her şeyi bir darbede çözmeye çalışıyor. Ama önerdiği şey, ne Marksizm’in parti anlayışıyla, ne de sendikacılık anlayışıyla uzlaşır gibi değil. Eğer İşçilerin Sesi, idealist, sübjektivist bir anlayışla ele aldığı partisizliği böyle aşacağını düşünüyorsa, bilmeli ki; varacağı parti anlayışı liberal-demokratik bir işçi partisi anlayışıdır ki, SP ve TBKP varken bu cinsten üçüncü bir partiye gerek yoktur. Yok, eğer gerçekten sendikal bir örgüt yaratmak istiyorsa, önerdiği biçim, o, ne kadar “İşyeri Konseyleri bir işyerindeki bütün işçileri kapsar” dese de bir sendikadan daha dar olacağından bugünkü koşullarda anlamsız olacaktır.
İşçilerin Sesi de, idealist-sübjektivist şemalar geliştirdiğinin farkında olmalı ki; önerdiği örgütlenmenin icat edilmiş değil, zaten ortaya çıkmış olan “komite” ve “örgütlülük” biçimlerine “iradi ve devrimci bir müdahale” olduğunu sık sık tekrarlama ihtiyacını duyuyor. Evet, mücadelenin yükselmesi, yeni bir takım örgütlenmeler ortaya çıkarır ve devrimciler de bu, ilkel biçimde onaya çıkan kitle örgütlerine iradi müdahalelerde bulunarak, onların mükemmelleşmesine katkıda bulunurlar, ama burada önemli olan müdahalenin olup olmaması değil de bu müdahalenin hangi doğrultuda olduğu önemlidir. İşçilerin Sesi’nin müdahalesi ise, yukarıdaki alıntılarda da açıkça görüldüğü gibi idealist, volantarist (iradeci) doğrultudadır. Ve çeşitli direnişlerde ortaya çıkan işçi komitelerine olmayan nitelikler yükleme olarak ortaya çıkmaktadır. Daha da kötüsü İşçilerin Sesi, bu
“müdahale” ile, sadece saçma bir sendikal örgütlenme biçim önermekle kalmamakta, sınıfın parti kavramını da çarpıtarak, revizyonist ve reformcu çevrelerin parti ve sınıf sendikacılığı alanındaki tahribatlarına ister istemez destek vermekledir.
Açıkça görüleceği gibi; İşçilerin Sesi, sendikal bir örgütlenmeye parti görevleri yükleyerek, sendikal örgütlenmeyi parti düzeyine yükseltmiş gibi görülüyorsa da, gerçekte parti örgütlenmesini sendikal düzeye indirgeyerek, partisizliğin yolunu açmaktadır. Bu tutumuyla da, D. Avrupa ülkelerinde görülen, “dayanışmacılık”, “bağımsız sendikacılık” eğilimleriyle birleşmektedir.
… “İşyeri Komiteleri,” “işçi Komiteleri” vb. biçimindeki “komite örgütü” savunucuları elbette İşçilerin Sesi’nden ibaret değil ülkemizde; Direniş, Emek Dünyası, işçiler ve Politika, Yol, Hedef, gibi dergi çevreleri de İşçilerin Sesi kadar sistemleştirmiş olmasalar da, “İşyeri Komiteleri”ni savunuyorlar. Direniş Dergisi, İşyeri Komitelerine, “meşru savunma organı”, “hak arama organı”, “sendikal mücadele organı”, “parti çevre organı”, “iktidar organı” (Direniş, Sayı: 1) gibi nitelemeler yakıştırırken, Emek Dünyası “o ne yalnızca sendikal bir örgüt, ne de yalnızca siyasi bir örgütlenmenin parçasıdır” (Emek Dünyası, Sayı: 19) diyerek bu alandaki kafa karışıklığına katkıda bulunuyor. İşçiler ve Politika çevresi ise, tutumlarına Rusya’daki “Fabrika Komiteleri”nden dayanak almaya çalışıyor.
Nitelemelerinden anlaşılacağı gibi, adına ister “İşyeri Komitesi”, ister “işçi Komitesi”, isterse “Fabrika Komitesi” densin, bu eğilimi savunan dergi çevreleri bu örgütler üstüne pek çok yazı yazmalarına ve değişik nitelikler atfetmelerine karşın onları sınıf hareketi içinde bir yere oturtamamanın sıkıntısı içindedirler. Ama ortak özellikleri, bu örgütlere sınıf partisinin ve sendikaların, görevlerini birlikte yüklemektir.
Aynı yanlış anlayıştan kalkan “yeni” bir “örgüt biçimi” daha var, ülkemizde: DSİM (Devrimci Sendikal İşçi Muhalefeti). Emeğin Bayrağı ve ona “yakın” kimi siyasi eğilimlerce savunulan DSİM örgütlenmesi ise, bu çevrelerin üstünde teori oluşturmaya çalıştıkları bir “örgütlenme”. E. Bayrağı, “DSİM nedir ne değildir?” başlıklı yazısında daha çok DSİM’in ne olmadığını açıklayan paragraflardan sonra onu şöyle tanımlıyor. “Her ne dersek diyelim, DSİM bugün oluşumuyla, mücadelesiyle ve yerine getirmekte yükümlü olduğu görevleriyle her iki biçimi de, yani Sovyetik tip örgütlenme ile sendikal örgütlenmeyi aynı anda ve birlikte yerine getirme işlevini görmektedir.” (E. Bayrağı, Sayı: 10, s. 17) E. Bayrağı, DSİM’in görevlerini sıralıyor ve “sınıf sendikalarının kurulması ve faaliyetlerinin önünde mevcut yasalar ve Anayasa engeldir” diyerek yasalcılıkta bir adım daha atıyor; yasalara yeni yorumlar da katarak ilerliyor ve ekliyor: “DSİM açıklık politikasını yeğler. Bu amaçla mümkün olduğu kadar legal ve açık zemin üzerinde mücadelesini yürütür ve bu olanaklardan sonuna kadar yararlanma prensibiyle hareket eder.” (Emeğin Bayrağı, Sayı: 12, s. 47) Görüldüğü gibi, DSİM ya da “İşyeri Komiteleri” ve “İşçi Komiteleri”, hep sendikal düzeyde önerildiği halde, parti görevi, “parti çevre örgütü” görevi, ya da “Sovyet” görevi yüklenmeden bir yere konulamayan “örgüt biçimi” olarak karşımıza çıkmaktadır. Oysa bu görevlerin hepsi de sendikal alanın dışındaki görevlerdir. Parti, onun çevre örgütleri, ya da Sovyetler, işlevleri ayrı ayrı olan örgüt biçimlerindendir. Bu örgütlere, böyle hayali görevler yükleme zorunluluğu, bir rastlantı olmasa gerekir. Çünkü bu “icat edilmiş” örgütlere sendikal alanda ihtiyaç olmadığı için bu tür “ek” görevler yüklenmektedir. Ancak, bu “ek görevlerle” “icatçılar”, icatlarının “gerekliliğini” savunabilmektedirler. Ama bu savunma tutarlı mıdır, bu da sorunun bir başka önemli yanı. Örneğin, “İşyeri Komiteleri”, İşçilerin Sesi’nin yüklediği parti görevlerini yerine getirebilir mi; Direniş’in ifade ettiği gibi iktidar organı, ya da aynı anlama gelmek üzere “Sovyet” işlevini yerine getirebilir mi? Bu sorulara komik olmadan, evet denilemez. İşçilerin Sesi’nin iddialarına bu yazı içinde yanıt verdik. Ama iktidar organı ya da “Sovyet” diyenlere de bir iki şey söylemek gerek: Her şeyden önce, “İktidar organları” ya da “Sovyetler” devrimci bir durum içinde doğarlar ve bu doğan örgütler devrim başarıya ulaşırsa iktidar organı olarak işlev yaparlar. Eğer devrim yenilgiye uğrarsa bu yığın örgütleri de ortadan kalkarlar ve ancak bir devrimci bir başkaldırı içinde yeni baştan, belki yeni koşullarda değişikliğe uğrayarak yeniden doğarlar. Tipik örnek olan “Sovyetler” de 1905 devrimi sırasında ortaya çıkmışlar, devrimin yenilgisiyle ortadan kalkmışlar, ancak 1917 başkaldırısı içinde yeniden ortaya çıkmışlardır. Ama durup dururken, “ben iktidar organları kurdum”, “ben Sovyet kurdum gelin katılın” demek doğrusu komik olmaktan da ileriye giden bir tutumdur! İnsan sübjektivizmin, idealizmin batağına batmadan bu tür bir iddiayı ortaya süremez. Bu yaklaşımlarla da ne sendikal mücadelenin soranlarının çözülmesinde bir adım ileri atılabilir, ne de yığınları devrim mücadelesine çekmede derlenebilir. Olsa olsa kendi kafanızda yarattığınız “projelerle” oyalanan başarısız tasarımcılar olursunuz.
Burada bir ayrım yapmazsak söylenenlerden bazı yanlış anlamalar olabilir, o da şu: Gerek geniş işçi direnişleri içinde (Bahar eylemlerinde olduğu gibi), gerekse pek çok işyerinde görüldüğü gibi, birer birer işyerlerinde, grev komiteleri, işçi komiteleri, direniş komiteleri gibi komiteler ortaya çıkabilir, çıkıyor da. Elbette bu türden komitelerin yukarda sözünü ettiğimiz “komiteler”le bir ilgisi yoktur. Tersine, sınıf hareketinin ileri atılışı sırasında değişik nedenlerle de olsa bu türden komiteler çıkabilir, ama bunlar o anki mücadelenin ihtiyacını karşılamak içindir ve oluşması bir kaç kişinin ve nispeten büyük bir grubun değil, en azından işçilerin büyük çoğunluğunun onayını taşıyan, en azından mücadeleyi yönettiği dönem içinde işçi çoğunluğunun onayını almış örgütlerdir. Çoğu da, zaten eylemin hemen başında, ya da varolan örgütlenmenin yetersiz kalması karşısında mücadele içinde işçilerin dolaysız oylarıyla seçilen komitelerdir. Eylem bittiği zaman da bu tür komitelerin işlevi de bitmektedir.
İşçi sınıfının mücadele tarihine bakıldığında da açıkça görüldüğü gibi, bu türden, komite tipi örgütlenmelerin, ya 1905 öncesinde, Rusya’da olduğu gibi sendikaların hiç olmadığı koşullarda ortaya çıktığını (örneğin, önceki yıllarda fabrika komitelerini destekleyen Lenin, 1905 sonrasında “Zubatov” ve “Ozerov” sendikalarının kurulmasıyla, gerici sendikalarda çalışmayı savunur) ya da sendika örgütünün mücadeleyi götüremeyeceği bir yükseliş içinde bir takım özel görev ve sürelerle ortaya çıktığını göstermektedir. Daha çok da, sendika üyesi olmayan kesimleri ya da o anda sendikaya muhalif olan unsurları grev ve direnişlere çekmek için her işçi kesiminden temsilcilerin de yer aldığı örgütlenmeler olarak işlev yapmışlardır, özellikle Kızıl Sendikalar Enternasyonali’ne bağlı sendikalar, Avrupa’da hayli etkinliğe sahip olan Amsterdam Sendikaları yanlısı işçileri de mücadeleye çekmek için, sendikayı bir yana iterek İşyeri ve iş kolundaki bütün eğilimlerin içinde yer aldığı grev ve direniş çabalarını aşmaya çalışmışlardır. Ama o grev ya da direniş bitince komitelerin görevleri de kendiliğinden sona ermiştir.
Burada dikkat edilmesi gereken diğer bir özellik de, mücadele içinde ortaya çıkan komitelerin, sendikaların etkilediğinden daha geniş iççi yığınlarını etkilemesidir, Yani, komite sendikanın ulaşamadığı, şu ya da bu nedenle sendikanın dışında kalan kesimleri de temsil eden, onları mücadeleye çeken bir özelliğe sahip olmalıdır. Bu açıdan bakıldığında, bizde öne sürülen İşçi Komiteleri”, ya da “İşyeri Komiteleri”, sendikanın örgütlediği işçilerden çok azını etkileme olanağına sahip olarak pratik bakımdan da hiç bir değer taşımayacak bir konuma düşmektedirler.
Kısaca söylenecek olursa; bugün, çeşitli işçi direnişleri ve grevler içinde doğup gelişen ve işçi çoğunluğunu temsil eden işçi komiteleri vb. elbette ki geçmişte olduğu gibi bugün de, yarın da olmaya devam edecektir, ama yukarıda sözünü ettiğimiz türden “icat edilmiş” komiteler sınıfın bugünkü mücadelesi içinde bir yere sahip olmadığı gibi, sınıf içinde değerleri yıpratıcı, işçileri sendikalardan uzaklaştırıcı eğilimleri kışkırtacağından olumsuz da bir rol oynayacaklardır. Bunlar, belki kurucuları için, bir süre “toparlayıcı” olabilirler, ama uzun erimde, üstlerindeki görevlerin ağırlığı ve yanlışlığı nedeniyle yozlaşıp, kurucuları için bile zararlı hale geleceklerdir. Çünkü amaç ve görevle uyuşmayan örgüt biçimleri eninde sonunda yozlaşıp mücadelenin ayak bağı haline gelirler. Bu, tarihin gösterdiği yalın bir gerçektir. Kimse de, ben yaptım oldu, “beni tarih etkilemez” diye düşünmesin. Çünkü “bilmesen” bile, sen de tarihin içindesin.
Yukarıda sözünü ettiğimiz sendikal eğilimlerin hemen hiçbirisinin perspektifi içinde gerici, içinde bulunulan sendikaları dönüştürerek devrimcileştirme, varolan sendikaları sınıf sendikacılığı çizgisine çekme anlayışı yoktur. Tersine, uzun ya da kısa zamanda bu sendikaları terk ederek, koparabildikleri işçilerle yeni, hiç “burjuva politikasına bulaşmamış “sınıf ve kitle sendikaları” kurma hayati peşindedirler. Çünkü işçi sınıfının varolan sendikaların yönetim ve denetimini ele geçirebileceğine inanmamaktadırlar. Oysa lafa gelince, işçi sınıfını göklere çıkarmakta, onun kapitalizmi, her türden gericiliği alt edecek bir sınıf olduğunu söylemektedirler. Elbette bu sava biz de yürekten katılıyoruz, ama bu siyasi eğilimler için aklımıza şöyle bir soru sormak da geliyor. Peki, kapitalizmi, burjuvazinin siyasal iktidarını yıkma yeteneğine sahip işçi sınıfı, sendika bürokrasisini neden kendi kitle örgütlerinin başından atamasın, neden böyle bir yeteneği gösteremesin?
Elbette sendika bürokrasisi yasalar, tüzük ve yönetmelikler, yönetimleri elde tutmanın “bilgisi”, edindikleri mali güç ve ilişkiler tarafından korunmaktadır ve bütün bu engelleri aşmak kolay olmayacaktır. Mücadelede bir ileri atılım için sınıf mücadelesinin hangi ciddi sorununu çözümlemek kolaydır ki?
Kaldı ki bugün, işçi sınıfımız sendikal mücadele alanında hayli deneyim kazanmış, sendika bürokrasisinin niteliği ve onların oynadıkları rol konusunda bilinçlenmiştir. En önemlisi de, yükselen mücadele her adımında sendika bürokrasisinin engeline çarptığından, sendika ağaları için manevra alanı hayli azalmıştır. Bu yüzden sınıf sık sık sendika ağalarını bir kenara iterek ilerlemektedir. Örneğin sınıf, “Bahar Eylemleri”nden bu yana, belli başlı her eylemde, bazen sendika ağalarını da peşinden sürükleyerek, bazen de 1 Mayıs’ta olduğu gibi onları tümden bir yana iterek ilerlemektedir. Üstelik bu mücadeleler içinde, mücadelenin ileri atılımına dayanak olacak “icat edilmemiş” bir mücadele örgütü olarak İstanbul Sendika Şubeleri Platformu’nu da yaratmıştır. Nitekim bir kaç hafta önce, Türk-İş bürokrasisini açıkça karşıya alan ve bundan böyle, bölgedeki tüm sendikal olaylara, TİS görüşmelerine doğrudan müdahale edeceğini ve özgürlük mücadelesine katılacağını ilan eden Kocaeli Sendikalar Platformu da ortaya çıkmıştır. Öyle görünüyor ki bu doğrultudaki gelişmeler sürecek, tüm belli başlı sanayi merkezlerinde işçiler, ilerici demokrat, devrimci sendikacılarla birlikte Türk-İş ağalarını şimdilik fiilen devreden çıkaran örgütlenmeler etrafında birleşecektir.
Elbette ki sendika platformları “icat edilmiş” olmadıklarından, içinden çıktıkları ortamın pek çok olumsuzluğunu da taşımaktadırlar. Ama bürokrasiye karşı olduklarını, sendikal demokrasi ve ekonomik hakları için işçileri mücadeleye çağırdıklarına göre doğrultu olarak olumlu bir yola girmişlerdir. Mücadele ilerlediği ve yığınların bu mücadeleye katılımı arttığı ölçüde de, hem Çizgi olarak olumlu özellikleri artacaktır, hem de sendika bürokrasisi ve burjuvaziyle uzlaşmaya eğilimli unsurlar dışlanacaktır. En önemlisi de, sendika bürokrasisinin etkisinde kalan pek çok dürüst unsur da, gelişen mücadeleden güç alarak daha radikal, giderek devrimci proleter bir çizgide mücadeleye kadar ilerleyecektir.
Bütün bunlar bir olanak bugün henüz. Ama olanak olan gerçekleşebilir olandır ve işçi sınıfımızın mücadele potansiyeli ve sınıf hareketinin bugünkü boyutu, bu olanağın gerçek olmasının koşullarını yaratmış durumdadır. Dolayısıyla gerici sendikalar içinde çalışmanın meyvelerini vermesi öyle çok uzak amaç olarak da gözükmemektedir. Yeter ki, sınıfın olanakları ve yetenekleri iyi değerlendirilsin, saptırıcı “projelerle” sınıfın ve devrimcilerin enerjileri, çoğu zaman olduğu gibi, boşa harcanmasın.
Her taktik gibi “gerici sendikalar içinde çalışma” taktiği de, asıl amacı gözden kaçırmadan, ortaya çıkan olanakların anında ve en verimli biçimde değerlendirilmesini gerektirir. Hele işçi sınıfının radikal eylemi gibi her gün süren ve her gün yeni bir mücadelede, olanaktan değerlendirmede hızlı ve yaratıcı olmayı gerektirir. Bu da her şeyden önce, hem genelde hem de özelde, her işkolu ve işyerinde süren mücadeleyi yakından izlemeyi, anında karar verecek kadar çok mücadele ile ilgili bilgi birikimini zorunlu kılar ki; bu, geçmişte olduğu gibi sorunlara amatörce yaklaşımlarla sağlanamaz. Çünkü sendikal hareketin karşısında yer alan güçler (patron, hükümet, sendika bürokrasisi üçlüsü) bu konuda hem çok deneyimlidir, hem de köşe başlarını tutmuş olmanın avantajını taşımaktadır. Elbette ki sınıfın olanakları ve avantajları daha da fazladır, ama bu avantajları kullanacak ve maddi bir güce dönüşmesini sağlayacak olan da öncünün kendisidir. Bunu da, ancak bu alanda izleyeceği politikalar, bu politikaları hayata geçirmekte göstereceği ustalık ve kararlılıkla gerçekleştirebilir.
Hiç kuşkusuz ki, bütün mücadele alanları gibi sendikal mücadele alanında da, Marksistler için stratejik amaç, ücretli kölelik sistemine sön vererek sınıfsız topluma giden yolu açmaktır. Bu, pratikte, sendikaları ve İşçi sınıfını öncünün mücadele çizgisine çekmek olarak somutlanır. Ama bu amaca varmak için de pek çok engeli aşmak gerekecektir. Bu bazen ideolojik doğrultusuyla hiç de birlikte olunamayacak devrimci demokrat gruplarla uzun erimli ittifaklar kurmayı, bazen sendika bürokrasisi arasındaki çatışmayı derinleştirmek ve yığın hareketinin gücünü artırmak için, siyasi mücadele alanında bir arada bulunamayacak eğilimlerle geçici uzlaşmalara varmayı, bazen de “savaş hileleri”ne başvurmayı vb. vb. zorunlu kılacaktır. Ama bütün uzlaşmalar ve ittifaklarda gözden kaçırılmaması gereken, her uzlaşmanın kitle mücadelesinin gücünü artırıcı, sınıf sendikacılığının sınıf içindeki pozisyonunu güçlendirici işlev görmesidir.
Sınıf hareketi mücadeleye katılmak için sayısız olanaklar sunarak yükselmektedir. Geçmiş mücadelenin yanılgılarını tekrarlamadan, sekterizme ve ekonomizme düşmeden, reformculuğun ve revizyonizmin, sendikalizmin batağına saplanmadan ilerlenirse, işçi sınıfının sendikal hareketini sınıf sendikacılığı çizgisine çekmek, sendikaları birer sınıf sendikasına dönüştürmek, geleceğe ait bir umut olmaktan çıkıp, bugünden adım adım ulaşılan bir gerçek olmaması için hiç bir neden gözükmemektedir.
Yazımızın son bölümünde, sendikalar dışındaki kitle örgütlerinin bugünkü durumlarını ve sorunlarını işleyeceğiz.
Temmuz 1990