Haberler-Mektuplar

İZMİT MİTİNGİNDE ONBİNİ AŞKIN İŞÇİNİN GÜNDEMLEŞTİRDİĞİ SLOGAN
“Genel grev için ileri”

İşçilerin yoğun olarak yaşadığı Kocaeli Bölgesi’nde, Kocaeli Sendikalar Birliği, 23 Haziran günü bir yürüyüş ve miting düzenledi. Kocaeli Bölgesi’nde yaşayan işçiler ile İstanbul ve çevre illerden gelen işçi ve emekçilerin katılımıyla oluşan on bini aşkın kitle işçi sınıfının öfkesini ve coşkusunu, işten atılan, grev gömleği giyen, Toplu Sözleşme Görüşmeleri tıkanan işçilerin soluğunu alanlara taşıdı.
Pakmaya başta olmak üzere birçok işçinin işten atıldığı, beş bini aşkın işçinin fiilen grevde olduğu, devam eden toplu sözleşme görüşmelerinin tıkandığı, devletin işçi sınıfına saldırışınım bir ifadesi olarak Valilik eliyle “İşçi Hareketlerini İzleme Komitesi” oluşturulduğu koşullarda oluşan Kocaeli Sendikalar Birliği bir miting düzenledi. Sermayenin çıkarlarına uygun iş yasasını, sendikalar, grev-toplu sözleşme yasalarını ve hayat pahalılığını protesto etmek amacıyla gerçekleştirilen mitingde faşizmi, hükümeti ve Türk-İş yönetimini protesto eden sloganlar haykırıldı.
Saat 10.30’dan başlayarak toplanan işçi grupları coşkuyla sloganlar haykırarak yürüyüşün başlayacağı Baç Kavşağı’na doğru harekete geçtiler. Saat 12’ye kadar akın akın gelen ve çoğunluğu işçi olan kitle on bini aştı. Kocaeli’nde örgütlü sendikaların pankartları altında toplanan işçilerin yanı sıra Adapazarı, Bursa, İstanbul ve Zonguldak gibi illerden de mitinge önemli bir katılım oldu.
Baç Kavşağı’ndan Anıtpark’a yürüyen coşkun kitle İşçiler Birleşin! İş, Emek, Özgürlük! Hükümet İstifa! Türk-İş istifa! Kahrolsun Faşist Diktatörlük! Faşist kararnamelere Hayır’! vb. pankartlar taşıdı ve sloganlar haykırdı. Fakat bütün kitle büyük bir coşkuyla en çok İŞÇİLER ELELE GENEL GREVE-GENEL GREV İÇİN İLERİ sloganlarını haykırdı.
Miting alanında ilk konuşmayı Harb-İş Sendikasından İzzet Çetin yaptı. Konuşmasında, işçilerin ve emekçi sınıfların acil sorunlarına değinen ve “Bir daha yeni 12 Eylül’e izin vermeyeceğiz” diyen İzzet Çetin, konuşmasında “12 Eylül, yasakları, işkenceleri, baskıları ve Güneydoğu’daki SS yasalarıyla sürmektedir” deyince bütün kitle tarafından alkışlandı ve Kürdistan Faşizme Mezar Olacak sloganı haykırıldı.
İkinci olarak grevci Laspetkim işçileri adına yapılan konuşmada demokrasiden, sınıf kardeşliğinden mücadeleden söz eden bazılarının gerçekte demokrasinin katili oldukları anlatıldı ve “Şevket Yılmaz zihniyetini, bürokratik sendikacıları başımızdan atıp, işçiler olarak tabandan birleşmediğimiz sürece sorunlarımız çözülmez” dendi.
Selüloz-İş Genel Başkanı Fikri Karakadılar’ın “Genel greve hazır mıyız?” sorusuna işçiler bir ağızdan “hazırız” cevabını verdiler.
Mitingde İstanbul Sendika Şubeleri Platformu’nun mesajı coşkuya alkışlandı. Grup Yorum da başka marşların yanı sıra işçilerin de katılımı ile 1 Mayıs Marşını söyledi.
Polis, dağıtılmak üzere getirilen bazı dergilere ve bazı pankartlara el koydu.
Mitingin en dikkat çekici özelliği tespit edilen sloganlar arasında olmamasına rağmen Genel Grev sloganının atılan temel slogan olmasıydı. Miting, İzmit tarihinin en büyük mitinglerinden biri olarak değerlendirildi.

Yıldız Porselen işçileri direnmekte kararlı
6 Haziran’da başlattıkları grevin 12. gününde Yıldız Porselen işçileri, bir basın toplantısı düzenlediler. Basın toplantısına gazete muhabirlerinin yanı sıra sendikalardan, belediyelerden ve çeşitli işyerlerinden işçiler de katıldılar.
Yıldız Porselen işçilerinin grevini desteklemek üzere gelen Grup Yorum’un müziği eşliğinde işçiler, coşkulu halaylar çekerek ziyaretçilerini selamlarken, grev coşkusunu ve sermayeye karşı mücadelelerinde güçlerini birleştirme sevincini yaşıyorlardı.
12 Eylül’le birlikte, ekonomik, sendikal hak ve özgürlükleri gasp edilen işçilerin mücadelelerinin etkili bir aracı olan grevler, faşist yasa, yasaklar ve uygulamalarla sönükleştirilmeye, etkisizleştirilmeye çalışılırken, Yıldız Porselen işçileri basın toplantısını, Netaş, Kazlıçeşme, Migros, Kartal-Çimento işçilerinin verdikleri örneklerde olduğu gibi, grevi, sermayeye karşı bir mücadele ve sınıfın bir dayanışma aracı olarak, kendilerini desteğe gelen ziyaretçileriyle birlikte coşkulu bir gösteriye dönüştürdüler. Fabrika önündeki grev çadırında bekleyen grev gözcüleri ise, önlerindeki bu coşkulu sahneyi heyecanla izliyorlardı.
2821-2822 sayılı yasalarla grev yerinde gözcülerden başka hiç kimsenin bulunamayacağını ve işçilerin kalabalık bir şekilde grev yerinde bulunmasının yasak olduğunu getiren hükümlerle, işçiler, mücadelelerinde yalnızlaştırılmak istenirken, bu amacın gerçekleştirilmesi görevini üstlenen polis, Yıldız Porselen işçilerinin ve ziyaretçilerinin eğlencelerine engel olmak için fabrika önüne gelerek kalabalığa dağılmaları tehdidinde bulundu. Gerekçe olarak da, her zaman olduğu gibi, “toplu eğlencenin yasak olduğu, buna fabrika önünde izin verilemeyeceğini” ileri sürerek, topluluğun fabrika önündeki eğlencesine engel olmaya çalıştılar. Sendikacılar, amaçlarının gösteri olmadığını, Yıldız Parkı’nda eğlencenin yasak olamayacağım ileri sürerek, topluluğu fabrikadan biraz ilerdeki bir yerde eğlenceye devam etmeye çağırdılar. Toplu en ufak bir kıpırdanışa, dahi tahammül edemeyen polis, yeniden başlayan eğlenceye tekrar müdahale etti. Bunun üzerine topluluk dağılmak zorunda kaldı. İşçiler, 30-40 kişilik gruplar halinde ağaçlar alanda oturmaya ve polisin bu tutumunu protesto etmeye devam ederken, basın ve sendikalardan gelen gruplar da grev çadırına giderek gözcüler nezdinde grevi desteklediklerini ve başarı dilediklerini belirttiler.
İşçilerin en ufak bir eğlencesinin bile hakim sınıflarda nasıl bir korku ve huzursuzluk yarattığını bu olay bir kez daha sergilerken, işçilerin gözlerinde polise karşı hınç ve öfke okunuyordu.
Grev gözcüleriyle yaptığımız konuşmada, grev gözcüleri, işçilerin 340.000 TL brüt ücret üzerinden 220.000 TL net ücret aldıklarını, çalışan işçilerin hemen hemen tamamının akşam 5’ten sonra genelde temizlik işçiliği olmak üzere ek bir işte çalışmak zorunda kaldıklarım; hayat pahalılığı ve enflasyon karşısında çok komik bir ücrete çalıştırılırken, ürettikleri vazolara 3-5 milyon TL değer biçildiğini ve vazoların devlet erkanı tarafından eş, dost ve akrabalarına hediye olarak peşkeş çekildiğini anlatarak, fabrika ürünlerinin yüksek bürokrasi tarafından talan edildiğini ve fabrikanın bu nedenle gördüğü zararın faturasının işçilerden çıkarıldığını söylediler. İşçiler, bu durumu şiddetle protesto ettiklerini söyleyerek, grevleriyle düşük ücrete çalışmayacaklarının ve artık eşe, dosta çekilen peşkeşlerin faturasını ödemek istemediklerinin anlaşılması gerektiğini belirttiler.

“Grevcilik Oyun” Değil, Haklarımızı İstiyoruz
Bir tarafta işverenler ve hükümet, bir tarafta da Türk-İş yönetimi, işçilerin sırtına binmiş, sözde işçi haklarının pazarlığını yapıyorlar. Pazarlıklar işçiler adına yapılıyor ama bilinçli olarak işçiler saha kenarında tutuluyor.
İşçiye karşı adeta bir “Şeytan üçgeni’ oluşturan hükümet, işverenler ve Türk-İş; arkasındaki 12 Eylül yasaklarına, kasalarındaki paraya ve devlet olanaklarına dayanarak, işlerine geldiği biçimde sözleşmeleri imzalıyor, grevleri kırıyorlar. Yalan-Dolan ve çeşitli ayak oyunlarıyla gizlenmeye çalışan bu danışıklı dövüşle; işçi hakları her geçen gün daha (azla geriye götürülüyor.
Şuan sürmekte olan, Sümerbank Yıldız Porselen grevimizin de dahil olduğu, kamu grev ve sözleşmeleri; işçi sınıfının mahkum edildiği sendikal yasa ve uygulamalara somut örnekler oluşturmaktadır.
Bugün ülkemizde, grev hakkinin özgürce kullanılabildiğini kimse iddia edemez. Çimento grevinde olduğu gibi “Milli güvenlik” vb. komik gerekçelerle hükümetin bizzat grev kırdığı; yine aynı amaçla çimento ithalatını serbest bıraktığı bir ülkede, grev hakkının özgürce kullanıldığından söz edilemez. Adına “serbest toplu pazarlık” deyip ‘zorunlu ücret’ sisteminin dayatıldığı koşullarda, grev hakkından söz etmenin fazla bir anlamı yoktur,
Birkaç gün önce, “Bu rakamlan kesinlikle kabul etmeyiz, greve hazırlanın” talimatı vererek atıp tutan Türk-İş, bir süre sonra 10.000 TL artışa başarıymış gibi imza atıp, işçilerle alay etmekten çekinmedi. Türk-İş, işçinin gücüne dayanacağı yerde, niye hükümet kapılarında dilencilik yapıyor? Türk-İş yöneticileri işçinin haklılığına inanıyorsa, beklesinler hükümet kendilerine gelsin. Başbakan işverenler sendikası başkanı mı ki, onunla görüşmek için uğraşıp duruyorlar? “1963’ten beri bu işler böyle gidiyor” demek davranışlarını temize çıkarmaz. Koskoca işçi örgütüsün, bugüne kadar böyle geldiyse, sende bundan sonrasını değiştir, somut alternatifler üret!
Boğaz tokluğuna çalıştığımız yetmiyormuş gibi, bir tarafta da sağlık, eğitim gibi temel sosyal hizmetler tümden paralı hale getirilmeye çalışılıyor. Ücretlerden en fazla kesinti yapılan ve en fazla vergi verilen ülkelerin başında Türkiye geliyor. İnsanca yaşam için ücret, iyi çalışma koşuları ve iş güvenliği istiyoruz. Demokratik haklarımızı istiyoruz.
Bu halklarımızı almak İçin, kendi örgütlü gücümüze, bilinçli ve kararlı tavrımıza güvenmenin gerektiğinin farkındayız. Bu noktada da gösterilecek güçlü bir dayanışma ve desteğin önemi ortadadır.
Tüm işçi sınıfı örgütlerini, demokratik kişi ve kuruluşları grevlerle dayanışmayı güçlendirmeye, somut adımlar atmaya çağırıyoruz. Grevimizde haklıyız kazanacağız.

Sol Birlik Lafı ediliyor, Ama… Yeni Anti-Marksist Partiler Geliyor
“Birlik” ve “birlikçilik”, bunların ikisinin de ilkesizi moda, biliniyor. Tüm bir anti-Marksist, devrim ve devrimcilikten uzak cephe, hemen tüm grup, kişi ve çevreleriyle birlik ve birlikçilik propagandası yaptı, halen de sürdürüyor. Ama aynı zamanda her geçen gün yeni ayrılıklar da yaşanıyor. “Sosyalist Birlikçilerin Aydınlıkçılardan ayrılığıyla başlayan bu süreç, Kuruçeşmeciler’in Tebliğciler-Sosyalistlerin Birlik Partisi girişimcileri olarak bölünmesiyle sürdü. Bu ikinciler hem bir arada duran hem de bir ayrılığı yaşayan, henüz ayrılığın tamamen açığa vurulup onaylanmadığı bir bölünmüşlük içindeler. Bu girişim içinde yer alan TBKP, “komünizm” ve “komünist parti”yi yasallaştırıp hukuki meşruiyetini elde etme ve böylelikle 141’i zorlama ve geriletme gerekçesi ardında, bakanlığa, kuruluş dilekçesini verdi. (Artık “komünist” partiler izin dilekçesiyle kurulur oldular!) “İhtiyar kurt” Aybar, bu gerekçeyle aldatılmayı reddederek hemen itiraz etti, durumu kabullenmeyeceğini ve ayrı parti kuracağını açıkladı, ardından da bir basın toplantısı düzenleyerek bunu ilan etti. Ayrıca, SHP’den ayrılan milletvekillerinin kurduğu halkın Emek Partisi (HEP) var. SBP’ciler ve TBKP’liler onlara, onlar berikilere katılma çağrısı yapıp birlik öneriyorlar. Tartıştıkları, sosyal demokratları kapsayan Marksist parti mi yoksa Marksistleri kucaklayan sosyal demokrat parti mi sorunu? Bu, kuşkusuz, yönetimde, sandalye dağılımında pazarlığa giydirilmeye çalışılan teorik kılıftan başka bir şey değildir -ha Ali Veli, ha Veli Ali!
Birlik laflarının halkın geri bilincinde varolan “birlikten kuvvet doğar” öyleyse “solcular birleşsin” özlemini kullanarak pirim yapmaya hizmet etmek üzere sarf edildiği, bir yönünün de, pek bol olan “kılıç araklanma” bir araya toplanarak güç oluşturmak olduğu “birlik” girişimlerinde, son ayrılıkçı gelişmeler gösteriyor ki, her “ileri gelen” kişi ve çevre ki -bunlar da pek boldur, “kılıç artıkları” arasında- birliği, kendi etrafında, kendi yönetiminde ve herkesle ve her anlayışla birlikte olabilmenin moda olduğu yüceltilen “çok seslilik” ve “hoşgörü” ortamının gerekliliği propagandasına rağmen, kendi anlayışı ve yaklaşımları temelinde sağlamaya çalışmaktadır. Bir yandan kariyer kaygıları, diğer yandan ince siyasal hesaplar, önce bu dikte ettiriciliğe, sonra da ayrılıklara yol  açmaktadır.
Hala birlik çaba ve girişimleri sürdürülüyor, toplantılar, kurultaylar yapılıyor, ama sadece ayrı duruşlar da değil, ayrı parti ilanları da “birlikçi” tabloyu tamamlıyor. Şimdi, kurulan ya da kurulacağı açıklanan 5 parti odağı var: SBP, TBKP, Kuruçeşme tebliğcileri, HEP ve Aybar çevresi, Aydınlık’ın SP’si de sayılırsa -6 adet
Kuruçeşme tebliğcileri, Yeni Öncü, Gelenek, İktidar Yolu, Hedef, Sınıf Bilinci, İşçiler ve Politika ve Sosyalist Birlik dergileri çevrelerinden yola çıkan bir harmanlamayla, bu yasal dergi ve çevrelerden hareket eden, ama “hedeflerinin mevzuata göre bir yasal parti oluşturmak olmadığını” (E. Kürkçü) iddia eden -herhalde yasal parti için, TBKP gibi, 141-142’nin kalkmış olacağı yeni bir “mevzuat” hedefleniyor-, “bir devrimci işçi partisine gidecek bir devrimci sosyalist blok”! oluşturmaktalar.
TBKP, ikili oynayarak zaten “resmen” kurulmuş bulunuyor.
SBP ise, “seçilmiş delegelerle, 23 Haziran’da bir “hazırlık kurultayı” topladı. Ülkenin, sol fikirli hemen tüm “kalburüstü” aydınlarının, Aziz Nesin, Halit Çelenk, Gencay Gürsoy, Mahmut Tali Öngören, Murat Belge vb.nin, Sadun Aren ve Çağatay Anadol gibi eski TİP’lilerin, İnsan Hakları Derneği’ni kişisel siyasal hesaplarının sıçrama tahtası yapan Akın Birdal’ın, Nedim Tarhan, Kemal Anadol, Kamil Ateşoğulları Hüsnü Okçuoğlu, Ekin Dikmen, Arslan Başer Kafaoğlu gibi eski CHP ve SHP’lilerin, hemen yalnızca kolay ve elverişli koşullarda sosyalizm lafı eden ve SHP ile DSP’yi yetersiz bulan genişçe bir sosyal demokrat çevrenin kurucuları arasında yer aldığı bu parti girişimi, TBKP ile de bağlarını koruyor, yani, rivayet muhtelif, ama “Marksistleri” de kucaklamaya çalışıyor, zaten başka “Marksistlik” iddiasında olanları da kucaklıyor.
A. Nesin üstadımız, “Türkiye solunun tarihinde ve Türkiye tarihinde yeni bir sayfa açılıyor” diyor, Şefik Hüsnü’ler, Esat Adiller, birinci TİP gibileriyle, kim bilir, kaç kez açılmış bir sayfayı kastederek. Ama yine de, üstat haklı sayılır, çeşitli çevreler arasında bu denli uzlaşmaya ve çeşitli yaklaşımların ortaklaştırılmasına dayanan ve birinci TİP dışta tutulursa bu denli “geniş” bir çevreyi, ama aydın bir çevreyi birleştiren bir sayfa olarak yeni bir sayfa bu. Nesin, “Marksizm’e dayalı yığınsal parti” öngörüyor, ama aydınlar ne kadar bir yığın oluşturabilir, fabrikalara, atölyelere dayanmayan, buralardan hareket etmeyen bir parti nasıl Marksist ve yığınsal olabilir?
Ayrılık eğilimlerini Nesin üstat da görüyor, kariyerizmin parçalayıcılığına karşı “dönüşümlü kolektif liderlik” öneriyor, pek bol olan “lider”lerden “özveri” beklediğini söylüyor ve ayrıca kurulacak partinin hiçbir eski örgütün “kalıtımcısı” olmaması ama “bütün sol örgütlerin deneyimlerinden yararlanma”sı gereğini “birlik zemini” olarak ileri sürüyor.
Kemal Anadol’un konuşması alkışlanıyor ve “kervan”, yeni “birlik” çağrılarıyla, sınıfın ve Marksizm’in dışında ve karşısında yürümeye devam ediyor. Yağcı ve Sargın da biraz içinden biraz dışından yürüyüşe katılıyorlar.
Ve sanki eski SDP deneyi pek başarılıymış gibi, “sol birlik”in dışında ayrı baş çekeceğini ilan eden Aybar…
Esip gürlüyor “iflas eden sosyalizm değil, halk dışlanarak kurulmak istenen Leninizm’dir.” Bre eski reis, Leninizmsiz sosyalizm mi olur? “Bağımsız ve Türkiye sosyalizmi” diyorsun, o halde bırak doğu ve batı Avrupa’ya bakmayı Türkiye’ye bak. Bu ülkede işçiler Leninizm’in bayrağıyla yürüyor, polis barikatlarını dağıtıyorlar. Sizin, tüm birlikçilerin, evlerinizde oturduğunuz -ama sınıf adına, onun partisi adına konuşmaktan hala vazgeçmediğiniz- 1 Mayıs’ta. İflas edenin ne olduğunu daha çok göreceksiniz, hem de görmek istemeseniz de göreceksiniz. Kruşçevciliğin, Gorbaçovculuğun iflası Leninizm’in iflası olarak ne denli gösterilmeye çalışılırsa çalışılsın, bu ülkede hem Leninistler hem işçiler var, Leninist işçiler var, doğal ki, sizin, tüm “birlikçiler” in dışında ve karşısında.
Aybar, “TBKP dışındaki tüm Marksistleri bize katılmaya davet ediyoruz” diyor. TBKP’lilerin samimiyetsiz davrandığını düşünüyor, ama, “bizim çizgimiz ulusal bağımsızlığa sahip çıkmak ve ideolojik bağımsızlık”tır diyerek ideolojik farklılığı neden gösteriyor. Aman efendim, hala “ideolojinin” ve “ideolojik farklılıklardın lafı mı edilir, lafı mı olur! “İdeolojik” bir yönünüz mü kaldı ya da olumsuz anlamıyla salt “ideoloji” yani spekülasyon olmadınız mı! “Leninizm iflas etti” diyeceksin ve hala “ideolojik” tutumdan söz edeceksin parti kurarken- gülünç olmaktan kaçınmak yerinde olur.
“Ulusal bağımsızlığa sahip çıkma çizgisi” nasıl bir çizgidir? Bunun sosyalizmle ilgisi olabilir mi? Önce, gerekli olanın ne olduğu önemli: “Ulusal bağımsızlığa sahip çıkmak” değil, onu kazanmak gerekmektedir. Ne zaman bağımsız olduk ki? Sonra, ulusal bağımsızlığı savunmanın sosyalist olmaya yetmediği bilinmeli. Bu, önünde sonunda burjuva bir taleptir, demokratik içeriklidir, sosyalist parti kurmaya çalışan sosyalizm” savunur. Aybar ulusçu burjuva ve üstelik liberal bir konumdadır, ama hala “sosyalizm” lafı etmektedir –Leninizm’in iflas etmediğinin bir göstergesi olarak.
Kuşkumuz yok, tüm Marksistler başka işleri yok, koşa koşa, Aybar’ın çağrısına uyarak, kuracağı partiye katılacaklardır!
Yine kuşkusuz, bunlardan geriye kalanlar da, yine koşa koşa, “birlikçilerin”in diğer partilerine katılacaklardır! Hepsi de çok ama çok güçlenecekler; o, “birlikçilik” lafını çok eden ve bir araya gelmeyi pek bilen, buna sınıfsal özelikleri de pek uygun olan “geniş” bir aydınlar “yığını”nı kucaklayacaklardır!
Güzel oluyor, hoş oluyor bu “birlikçilik” ve bu partiler iyi oluyor!
Belki devrimciliğinden vazgeçen “devrimciler” bile destekler!

MİT’te Açıklık mı? Şirinleştirme Operasyonu mu?
Geçtiğimiz ay içinde MİT de “glasnostçu” modaya uydu. Şu Gorbaçov olağan üstü bir adam; solcularımızı bitirdi, ihracat kapılarını açarak Ali Şen, Ertan Balin, Belkon gibi burjvalarımızı kazandı, bakanları, hatta Özal’ı kazandı, şimdi MİT’i de etki alanına aldı!
MİT müsteşarı Korgeneral Teoman Koman 20 Haziran’da bir basın toplantısı yaparak, MİT’in “şeffaflaşması” dönemini başlattı. Bankalarımız ve holdinglerimiz de “şeffaflaşmıyor” mu?
Koman açıklıyor “Biz devlet kurumları içinde istihbarat yapmıyoruz. Hiç bir bakanlıkta, hiçbir devlet kurumunda, hatta hiç bir yasal dernek ve kuruluşta elemanımız yoktur.” Ee, nerede bu MİT elemanları, hepsi mi işkence tezgâhlarının başında?
Bu MİT bir istihbarat örgütü değil mi? Nerede ve neyin istihbaratını yapıyor? Koman, bunu açıklamıyor. Herhalde birtakım faaliyetler sürdürüyor, sürdürmese kapatılması gerekirdi.
Zaman zaman bakanların ve milletvekillerinin gazetelerde, “telefonumu kullanmıyorum, dinleniyor” yollu demeçleri çıkar, bunları herhalde kuşlar dinliyor! Bu MİT, şimdiye kadar bu ülkede gerçekleştirilmiş tüm darbelerin ta göbeğinde olmuştur. 12 Mart ve Eylül üzerine hatırat edebiyatı bunu veri ve kanıtlarıyla doludur. Ve bu darbeler hep devlet kurumlan aracılığıyla ve bir takım devlet kurumlarına karşı yapılmıştır. MİT’in bağlı olduğu başbakanlar bu darbelere ilişkin bilgiler alamamışlar, ama darbeleri yapanlar her daim her türlü bilgiye sahip olmuşlardır. Ve rivayete göre, bu bilgiler MİT tarafından sağlanmam aktadır. Koman zaten bunu da iddia ediyor “İhtilali neden haber vermedik? Bu komik geliyor bana. Ama her istihbari kuruluşun, her türlü bilgiyi yüzde yüz alacağına dair bir garanti de yoktur.”
Bu ülkenin fabrikaları, üniversiteleri, çeşitli işyerleri MİT elemanları ile kaynarken, müsteşar general, hayır diyor, “hiçbir yasal dernek ve kuruluşta elemanımız yok”. Bu denli sırıtan, insanları, gözünün içine baka baka kandırma çabası, şimdiye dek herhalde görülmemiştir.
Bu ülkede, yüz binlerce kişi sorgu ve işkenceden geçirildi. Bunların her biri, sorgucuların başındaki, olaylara, çeşitli kuruluş ve demeklerin düşünce ve görüşlerine detaylarıyla vakıf olan MİT’çilerin elinden geçmiştir, MİT’in bu kuruluşlar içinde çalıştığının (başka türlü bilgi sahibi olunamaz) ve işkence tezgahlarının başında bulunduğunun tanıklığını edeceklerdir.
Ama MİT elemanları sorgu ve işkencelerde de bulunmazlarmış! Koman: “Anormal dönemlerde birçok sorguda sorgulayıcılar, birbirlerine özel olarak komutanım’ diye hitap etmişlerdir, öyle olmadıkları halde. Özel olarak baskı unsuru olması için bizim adımızı kullanmışlardır, hala da kullanıyorlar. Hala da bizim adımızı kullananlar var.” Şecaat arz ederken sirkatin söyleyen general, sorgu ve sorgulayıcıları, bunların baskı ve işkence yapaklarını kabulleniyor, ama bu işkenceci sorgucular MİT’çi değillermiş, MİT’in adını kullanırlarmış! Yazık! Bu kim oldukları belirsiz zevat MİT’e leke sürdüler, utanmadan adını kullanarak! Bu general herkesi aptal mı sanıyor, bu ülke insanlarım bir aptallar topluluğu mu sanıyor?!
MİT müsteşarı, Emniyet Genel Müdürlüğüyle “uyum içinde olduklarım” söylüyor. Doğru, MİT ile polis, toplumsal muhalefet ve onun çeşidi örgütlenmelerine karşı her yerde uyum içinde çalışmaktadırlar, bilgi toplama ve bastırma faaliyetleri ortaktır. Bu ortaklık ve uyum, fabrika, sendika ve grevlerden, okullar, dernekler ve boykot ve gösterilere Kürt ve köylü hareketi ve örgütleri peşinde koşmadan işkence tezgâhları başında buluşmaya kadar zaman zaman küçük sürtüşmelerle birlikte gerçekleşmektedir. Peki, MİT hemen hiç bir yerde eleman bulundurmuyorsa, polis onunla işbirliğine ve uyum içinde bulunmaya neden özen göstermektedir? Polis MİT’le “uyum”dan ne ummaktadır?
MİT, yasal ama gizli bir örgüttür. Her yerde “hazır ve nazır” olması gereken bir örgüttür. Gizli bir örgütü, “glasnost” ya da Türkçesiyle açıklık gösterileriyle, bilinir, ulaşılabilir ve açık bir örgüt olarak göstermeye çalışmanın inandırıcı bir yönü olabilir mi? Eğer “açıklık”sa, neden gizlilik kaldırılmıyor, MİT neden gizli olmayan, açık bir örgüt haline getirilmiyor? Basın toplantısı, onun amaçlanan, bu açıdan, tam bir aldatmacadır.
Basın toplantısının amacı nedir? Amaç, MİT’i modalardan da yararlanarak şirinleştirmek, meşrulaştırmak, karşı devrimci gizli faaliyetlerini kabullendirilir kılmaktır. Yöneltilen eleştirileri geçersizleştirmeye çalışmaktır. Şirinleştirici bir propaganda da MİT’in sivilleştirileceğine dairdir. “Sivilleşiyoruz” ya, askeri tedbir ve yönetimler, her işe askerlerin karışması şu sıralar pirim yapmıyor ya, MİT’in başına da sivil bir müsteşar’ın “iki-üç görev nesli sonra” gelebileceği reklamıyla şirinlik tablosu tamamlanmaya yönelinmiştir.
Şirinleştirmede en önemli görev, Cumhuriyet ve Güneş gibi sol gösterip sağ vuran “yumuşak”ları başta olmak üzere, basına düşmüştür. Tekelci basın, artık tam resmi gazete gibi davranmakta, iç ve dışişleri bakanlığı memurluğu yanına MİT elemanlığını da açıktan (eskiden bu işi üstü örtülü yapıyorlardı) katmaktadır. Cumhuriyet’in haber başlığı, “MİT’te açıklık dönemi”, Güneş’inki “MİT’in ‘glasnost’ günü” olmuştur. MİT, artık eski bilinen MİT değil, açıklık uyguluyor, sevimli bir şey oluyor, diyor basınımız tutumuyla haberi düzenleyişiyle, haber başlıklarıyla. Basın, Türkiye’de hiç bu denli çirkefe batmamışta ve hiç bu denli özgür olmamıştı. Gerçekten özgür. Çünkü özgürce ve iradeleriyle seçiyorlar yaptıkları her şeyi. Özgür değilsen ve olma çabasındaysan, yazma bari böyle haberleri, bizde özgür olmadığı anlayalım. Baskı altındaysan, yazmayarak katlan bu baskıya, ama istenen uyumu gösteriyorsan, sonuçta kendi iradenle uyumu kabulleniyorsun demektir, özgürce, kendi sınıf çıkarlarına uyanını yapıyorsun demektir. Tekelci basın, hiç sansürden, baskıdan, özgürlük yokluğundan söze etmesin. Özgürlük içinde yolunu seçmiş bulunuyor Özal’ıyla, İnönü’sü ve Demirel’iyle, özel timi, polisiyle, MİT’iyle ordusu, devletiyle birlik ve uyum yolunu seçen tekelci basım yolu açık olsun! “Şirin”, “sevimli” MİT’i bu basına kutlu olsun!


Bayrampaşa Cezaevinde Yeni Provokasyonlar Tezgâhlanıyor
BASIN AÇIKLAMASI

Bulunduğumuz Bayrampaşa cezaevinde son 1 aydan beri çeşidi bahanelerle dış güvenliği sağlayan jandarmalar tarafından biz tutsaklar üzerinde tam bir terör estirilmektedir. Yaklaşık 1 ay önce dış güvenlik komutanı ve personelinin değişmesiyle birlikte cezaevi tam bir savaş hali biçimi alan jandarmanın baskı ve istilasına uğradı. Bu andan itibaren suni ve hiçbir gerçekliği bulunmayan “raporlar” ve “Sağmalcılar cezaevi yolgeçen hanına dönüştü, cezaevinin yönetimi siyasi tutukluların elinde, c.evi personeli sayım alamıyor v.b.” demagojiler bazı basın organları ve özellikle Tercüman gazetesinde yayınlanmaya başladı. Basında çıkan bu haberlerin gerçekle hiçbir ilgisi yoktur. Bu tür yayınlarla amaçlanan bulunduğumuz c.evinde kalan biz siyasi tutsaklara yönelik jandarmanın saldırılarına meşruiyet kazandırmak ve ilerde gerçekleştirilecek daha sistemli saldırılara zemin hazırlama ve provokasyon ortamı yaratmaktır.
Basında çıkan bu yalan ve demagojiden ibaret haber ve “raporlardan sonra cezaevi 1. müdürü ve cezaevi savcısı ile jandarma tam bir işbirliği halinde saldırılarına başlamışlardır. Mahkemeye götürülen bütün arkadaşlarımız saldırıya uğramış, mahkeme nezarethanesinde dövülmüş, coplanmış, ziyarete gelen yakınlarımız jandarmalar tarafından tartaklanmış ve bir kısmı siyasi polis tarafından gözaltına alınmıştır. Yine 24 Haziran 1990 günü ÖYS sınavına girecek tutuklular hiçbir gerekçe olmadan saldırıya uğramış ve jandarmalar tarafından coplanmıştır. Bütün bunlara ilaveten gece yarısı tüm tutukluların bulundukları koğuş havalandırmaları hedef alınarak otomatik silahlarla taranmakta, böylelikle bizler üzerinde fiziki saldırılarla yetinilmeyip psikolojik olarak da bizleri yıpratmayı hedeflemektedir.
Ayrıca 25.6.1990 günü Tercüman gazetesinin 3. sayfasında yayınlanan “Bayrampaşa Cezaevinin yüz kızartan raporu” başlıklı haberinden sonra hemen aynı gün Özel Tip Cezaevinde bulunan siyasi tutsaklara arama bahanesiyle büyük bir saldırı düzenlenmiş 50’nin üzerinde arkadaşımız bu saldırılar sonucunda yaralanmıştır.
Bütün bunlar gösteriyor ki, bu olaylar planlı ve programlı bir şekilde sürdürülmekte birçok amacı olmakla birlikte amacının esas olarak yaklaşmakta olan Kurban Bayramı dolayısıyla yapılması düşünülen Açık Görüşün gaspına yönelik olduğu açıkça ortaya çıkmaktadır.
Cezaevinde gelişecek bir provokasyonun esas sorumlusu dış güvenlikten sorumlu Yarbay Haydar AKSU, Yüzbaşı Ferit İLAVER ve adını bilmediğimiz diğer subay ve astsubaylar ile cezaevi 1. müdürü Mustafa YELEGEN ve cezaevi savcısı olacaktır.
Önümüzdeki günlerde önemli sakatlanmalara hatta ölümlere yol açabilecek daha azgın bir saldırıya karşı tüm kamuoyunun dikkatini çekeriz. 26 Haziran 1990
Bayrampaşa Cezaevi’nden Siyasi Tutsaklar Yaralılar
C Blok
Garabet Demirci (Ağır), İlker Aslan (Ağır-Hastanede), Yaşar Yeşil (Ağır), Mehmet Demirbağ, Murat Demir, Yusuf İrin, Yusuf Uçar, Ali Çeker, Kemal Kutan, Hayati Kurt, Zekeriya Özdinç (Ağır), Nedim Alkan (Ağır-Hastanede), Erhan Kınalı, Metin Beyaztaş, Fahrettin Dübçek, Candan Badem, Cihan Bozkurt, Osman Güneş,
Cengiz Göznek, Dursun Selçuk, Kakil Yeter, Şafak Ersavaş
B BLOK
Ali Gündoğdu, Sinan Çan, Yakup Umumur, Hasan Vural, Ercan Kartal, Nabi Alkoç, Mehmet Baykan, Mürsel Önde,r İbrahim Araman, Mahir Ebem, Harun Tepeli, Mehmet Kılıçaslan, Fikret Kalmaz, Şükrü Akbaba.

SEDAT KARAAĞAÇ İLE DAYANIŞMA
Sedat Karaağaç’ın serbest bırakılıp, tedavisinin yapılabilmesi için DÎDFin başlattığı bağış kampanyası Avustralya’nın Melbourne kentinde de sürdürülüyor.
Avustralya Türkiyeli İşçiler Birliği, DlDF’in Emeğin Sesi gazetesinde yayınlanan bildirisi Avustralya’ya ulaşır ulaşmaz bildiriyi çoğaltıp emekçilere ulaştırdı. Ayrıca düzenlenen Kültürel gecede anons yapılarak emekçiler bağışa davet dildiler. ATİB kendisi 100 dolarla bağışa katıldı. Kitleden gelen katkılarla toplanan para 400 doları buldu ve hemen Sedat için açılan bağış hesabına yatırıldı.
Avustralya Türkiyeli İşçiler Birliği Sedat Karaağaç ve 1 Mayıs’ta aldığı kurşun yaralarıyla felç olan Gülay Beceren için yardım kampanyasını sürdürüyor.
Sedat Karaağaç serbest bırakılmalı ve yaşamı kurtarılmalıdır.
Bütün devrimci tutuklulara özgürlük
ATİB -Avustralya Türkiyeli İşçiler Birliği 13/6/1990


DGM’DE GKB DURUŞMASI
“80’in yalnız Eylül’ü yok; Bir de Şubat1! var!”

11 Haziran günü çoğunluğunu öğrencilerin oluşturduğu 19 sanıklı TDKP-TGKB duruşması İstanbul DGM’de yapıldı.
Duruşma, Türkiye’nin bir yandan ulusal kurtuluş hareketinin ve başta işçi sınıfı olmak üzere emekçi yığınların düzene karşı hoşnutsuzluk ve öfkenin arttığı ve bu öfkeyi mücadelesine dökerek seslendirdiği, diğer yandan gelişen mücadeleyi boğmak için en koyu terör ve şiddet uygulamalarıyla birlikte, halkın mücadelesini yozlaştırmak için revizyonizme, düzene yamanmasında yeni olanaklar sağlamak için yasal kanalların da açıldığı bir dönemi yaşadığı koşullarda yapıldı.
Tutuklular mahkemeye gelirken ring arabasının içinde oldukları halde sloganlar atarak, duruşma salonuna girdiler.
Mahkeme, kimlik teshilinden sonra bireysel sorgulara geçmek isteyince sanıklar, düşüncelerinden dolayı burayı getirildiklerini, bu nedenle önce düşüncelerini açıklamak ve toplu savunmalarını okumak istediklerini belirttiler. Önceki davalarda toplu savunma isteklerini kabul edilen ve hatta düzenin açık bir parçası olmak için ülkeye gelen ve ardından başka “komünizm”le hiç bir ilgisi-ilişiği bulunmayan TBKP’nin liderleri Yağcı ve Sargın, 141 ve 142. maddelerde değişiklik yapma taşanları neden gösterilerek tahliye edilirken, aynı maddeden yargılanan GKB sanıklarının mahkemede yargılanmalarına sebep olan düşüncelerini açıklamalarına dahi izin verilmiyordu.
Sanık avukattan mahkemenin, benzer davalarda ortak savunma okunmasına izin verdiğini, bu davada da sınıkların ortak düşüncelerini açıklamalarına ve savunmalarını okumalarına izin verilmesini talep ettiler. Mahkeme bu talebi reddetti. Düşüncelerini açıklayan sanıklardan biri, okuduğu dilekçesinde, bugün burada yargılamalarına sebep olan faşist yasa ve uygulamaları 12 Eylül saldırısının bir sonucu olduğunu vurgulayarak; “80 in Türkiye tarihindeki önemi yalnızca Eylül dolayısıyla değildir. 80’in sadece Eylül’ü yok. Bir de Şubat’ı var. 80, sınıf muadelesinin tarihinde koyu bir karanlığı, geçmişi, gericiliğin proletarya ve emekçiler üzerinde amansız bir baskıyı ifade etmekle kalmıyor; Şu-batı’yla aydınlığı, geleceği, devrimin ve devrimciliğin, insanın kendisinin efendisi olduğu özgürlük dünyasının simgesi tohumu ve yolun açıldığı tarihtir” diye devam etli.
Mahkemenin savunma avukatlarının ve sanıkların taleplerini dikkate almayarak, usulü çiğnemesi ve savunma hakkını engellemesi karşısında sanıklar, DGM’nin egemen sınıfların çıkarını işlediği, bu nedenle DGM’yi tanımadıklarını DGM’nin kendisini bağlayamayacağını söyleyerek “savunma hakkımız engellenemez”, “12 Eylül’ün hesabım soracağız”, “faşizme ölüm halka hürriyet” diye slogan atlılar. Duruşmayı izlemeye gelen aileler de mahkemenin tavrını protesto ederek sanıkları alkışlarıyla desteklediler. Söz alan sanıklardan bazıları “düşüncelerinden asla vazgeçirilemeyeceklerini” söyleyerek ” genç komünist olduklarını ve bundan gurur duyduklarını” belirttiler. Mahkemenin tutumunun sertleşmesi karşısında savunma avukatları, savunma hakkını çiğneyen bir mahkemenin adil olamayacağım belirterek mahkemeyi protesto ettiklerini belirttiler ve duruşma salonunu terk ettiler. Sanıklar sloganlar atarak salonu boşalttılar. Bunun üzerine sanık aileleri alkış tutarak mahkeme salonunu terk ettiler.
TGKB sanıkları, Şube’de işkence tezgâhına çekilmelerinin, cezaevinde tutsak edilmelerinin, DGM’de yargılanmalarının ve düşüncelerini açıklamalarının engellenmesinin nedenlerini açıklarken şunları söylediler.
“Ezen ve ezilenlerin olduğu bir toplumda yaşadığımız ve mahkeme de ezenlerin bir kurumu olduğu için bizler burada sanık sandalyesindeyiz. Bizler öğrenci olduğumuz için, İş-Ekmek-Özgürlük, özerk-demokratik-bilimsel eğitim istediğimiz için, işkence ve katliamlara sessiz kalmadığımız için, geleceğin sesi olduğumuz için burada sanık sandalyesinde bulunuyoruz. Egemen sınıflar ve onların despotik devleti bu sesi boğmak istiyor” diye belirterek şöyle devam ettiler “Ancak bu sesi boğamayacaklar! Nitekim Yıldız Üniversitesindeki saldırı, İstanbul Üniversitesi’nin polis tarafından işgal edilişi, Otomobil-İş mitinginde polisin işçilere saldırısı ve daha birçok saldırıya rağmen işçi sınıfının 1 Mayıs’ta kitlesel bir şekilde sokağa dökülüşü engellenemedi. Bundan sonra da engelleyemeyecekler. Her saldırı daha fazla direnişle karşılık bulacaktır.
Çünkü bu ses, işçinin sesi, yoksul köylülüğün sesi, yiğit gençliğin sesi, yaklaşan büyük fırtınanın sesi, devrimin sesidir. Bu ses, Spartaküs’ün, T. Munzer’in sesidir. Bu ses, Şeyh Bedrettin’in, Pir Sultanların sesidir. Bu ses, Mustafa Suphi ve yoldaşlarının sesidir. Bu ses Denizlerin, Mahirlerin, İbrahim’lerin, Sinan’ların sesi, bu ses işkencecilere “ama ben kazandım” diyen Ekrem Ekşi’nin sesi, 17 yaşında darağacına giden Erdal Eren’in “Faşizme Ölüm, Halka Hürriyet! “diye haykıran sesidir.”

Kamuoyuna açıklama
Yıllardır sendikasız, örgütsüz bırakılan Tepe Mobilya ve Aselsanlı işçiler, devrimci-demokrat ve komünist işçilerin önderliğinde, fabrika içindeki kışla disiplinine, aşın sömürü ve talana, örgütsüzlüğe son vermek için yoğun propaganda ve ajitasyon faaliyetleri ile örgütlenen yemek boykotları, alkışlı protestolar, sessiz Yürüyüşlerle sermayenin egemenliğine saltanatına karşı haykırmaya başladılar. Fabrikanın ileri militan işçileri, örgütsüzlüğün yenilgiye, örgütlü gücün zafere götüreceği bilinciyle sendika komitesi etrafında örgütlenmeye başladılar.
Sendika komitesi işçilerin somut talepleri ve sorunlarına karşı mücadelenin propaganda ve ajitasyonunu yaparken; işçilerin bilincinin gelişmesi için gezi ve toplantılarla eğitim çalışmalarını yürüttü. Sendikal mücadeleyi daha da ileri götürebilmek için Otomobil-İş sendikasına üye olmaya karar verildi ve yüzlerce işçi çok kısa sürede sendikaya üye oldu. İşveren şantaj ve tehditlerinin işe yaramadığı ve sendikalaşmanın önüne geçemeyeceğini anlayınca önce 5 kişiyi işten attı. İşçiler buna boyun eğmedi. Anında tavır koyarak bir kişi hariç diğerlerini işe geri aldırdılar.
Bunun üzerine işveren siyasi polisle daha büyük saldırıların planlarını yaptı. Fabrika çıkışı servise binmiş işçilere, servis arabasının penceresinden atılan zarf içindeki kâğıtlarla bir ay ücretli izinli oldukları ve fabrikanın bu süre içinde kapatıldığı bildirildi.
Ertesi gün sabah fabrika önünde toplanan işçileri sermayenin kolluk kuvveti polis ve jandarma karşıladı. Fabrikaya giremeyen işçiler fabrika önünde yeni bir direnişi başlattılar.
Belediye işçileri başta olmak üzere birçok fabrika ve işyerinden işçiler, öğrenci ve çırak gençlik desteklediler ve gruplar halinde direniş yerine ziyarete geldiler. Birçok sendika ve kitle örgütü de bu desteğe katıldı. Aselsanlı işçiler desteğin üretimden gelen gücün kullanılması biçimine dönmesi gerektiğini ziyarete gelen sınıf kardeşlerine anlattılar ve sendika şubelerine çağrı yaptılar. Bunun üzerine bazı sendika ağlarına rağmen birkaç sendika şubesi bir araya gelerek Asalsan işçilerine destek komitesi oluşturuldu. Bu komite ayam zamanda işten atılmalara karşı mücadeleyi de hedefledi.
Daha militan ve etkili eylemlerin habercisi olan bu gelişmelere egemenler kayıtsız kalamazlardı. 1 Mayıs arifesinde açlık grevindeki işçileri gece evlerini basarak gözaltına aldılar. İki hafta boyunca siyasi şubede yaşanılan olayları kısa da olsa anlatmak istiyorum.
Siyasi şube tim komutanı Servet Bozkurt “Devlet bize bunun için maaş veriyor. Söylediğimiz suçları kabul edin biz de size işkence yapmayalım… !” diyerek gerçek amaçlarını açıkça söylüyordu. Kısacası senaryo hazırdı. Yakaladıkları insanların olaylarla ilgili olup olmamaları önemli değildi. Önemli olan senaryoya suçlu adam bulmak ve bu insanları senaryonun parçalarına yerleştirmekti. Kadın-erkek-hamile demeden pervasızca uygulanan işkencelerle ve zorla imzalatılan ifadelerle yasadışı örgütler, suçlar ortaya çıkıyordu. Bu işkenceleri bizzat yöneten ve uygulayan, soyadını öğrenemediğim Hayri ve Servet Bozkurt ve temsili resimlerini çizdiğim polis memurları, gündüz ve özellikle de geceleri iki hafta boyunca çeşitli işkenceler yaptılar. Bugün aynı işkenceciler görevleri başındadır.
İşkenceciler cezasız kalmamalıdır.
TDKP Davası tutukluları adına, Ali Hikmet Yıldız
Ankara Merkez Kapalı Cezaevi

Bir dans fotografi…
Perdeci -Mehmet ESATOĞLU

Perdeci gözleri hafif kısık, karşısında telefonla konuşan kadını izliyordu: Kadın ahizeyi kulağı ile omuzu arasına sıkıştırmış kaşları hafif çatık kısa kısa notlar alıyordu. Telefonu kapadı. Tam Perdeci’ye bir şey söyleyecekken yeniden telefon çaldı. Telefonu omuzunun üzerine yerleştirirken durdu. Not alacağı kâğıdı önüne çekti, üzerine kocaman bir çiçek çizerken gözlerinden iki damla yaş süzüldü. Öyle kalakaldı. Telefonun kapandığını neden sonra fark etti. Ahizeye baktı bir süre sonra yerine bıraktı.
Gazetede birlikte çalıştığı arkadaşları çıktığı halde inatla O Diyardan telekslerin yazamadığı, faksların geçemediği bir haberi beklerken önce telefon çalmış ardından O Diyardan gelen telefonlara özgü bir hışırtı kulağını yalamıştı.
Parmak ucuyla gözyaşlarını sildi. Perdeci’nin yüzüne hafif bir gülümsemeyle baktı. Masasının karşısındaki panoya yürüdü. Son günlerde giderek azalan O Diyara ilişkin basılan ve basılmayan haberlerde gezdirdi bakışlarını. Bakışları haber kupürlerinin ortasındaki fotoğrafa takıldı. Haber kupürlerinin ortasında güneş gibi duruyordu Serhildan dansı yapan kadın.
Gazeteci kadın fotoğrafa burnunu dayayıp fısıldadı:

Oyna Kadınım Oyna
Kaç gün kaldı bayrama
Seni ateşle
Seni kurşunla
Seni ölümle dağlasalar da
Kaldır kollarını havaya
Savur türkünü rüzgâra
Caney… Caney… Caney…
Oyna kadınım oyna
Kaç gün kaldı bayrama.

Perdeciye döndü, “Ressamlar” dedi “Bu güzeli niye resmetmezler? Var mı bundan güzeli? Şu ellere bak. Sevgilim ellerimi Jokond’un ellerine benzetir. Bence bu eller Jokond’dan öte. Hem toprağı yoğurmuş hem de özgürlüğe yönelmiş.”
“Peki, bu dansa ne demeli. Doğaçlama yapılan bu dansın iç duygusu ne? Bu bir ulusun tarihle dansıdır. Tarihin belli bir yerinde, dünyanın belli bir yerinde, “Biz de varız” diye haykıran bir halkın dansı. Öyle bir dans ki bu fotoğrafı ilk gördüğümde coştuk dostlarımla kimimiz İstanbul’da, kimimiz Amsterdam’da, kimimiz Almanya’nın dört bir yanında, İsviçre’de Basel’de belki de aynı şeyi söyledik:
“Oyna kadınım oyna
Kaç gün kaldı bayrama…”

“Dansa başlarken belki hiçbir şey düşünmedi. Tıpkı kendisinden önce tarihi yazanlar gibi davrandı. Bir adım attı ama attığı adımla yıllardan beri uydurulan tüm yalanları yerle bir etti.”
Neruda böylesi bir anda coşkulandı belki. Ve şu şiiri yazdı:
“Halkım ben, parmakla sayılmayan
Sesimde pırıl pırıl bir güç var
Karanlıkta boy atmaya
Sessizliği aşmaya yarayan
Ölü, yiğit, gölge ve buz ne varsa…

“Bu olayı gören ve resimleyen arkadaş anlatamadı o güzelliği, ben bir yığın soru yağdırınca “fotografları fakslıyorum görünce anlarsın dedi ve kapattı telefonu.”
“Ertesi gün elimde fotoğraf dolanıyorum gazetede. Büyülenmiştim adeta. Kimileri paylaştı coşkumu, kimileri anlayışla karşıladı. Bu arada “bu fotoğrafı hangi sayfada kullanacaklar yaa” gibi konuşmaları duymazdan geldim. Pikaj bölümünden bir arkadaş anlamak istercesine dinledi. Ben “tarih, ulus” diye bir takım laflar gevelerken “bu dans tarihi mi?” demez mi? Kalakaldım. Abartıyor muydum? Bir an okulda hocamın sözleri çınlamaya başladı kulağımda: “gazeteci, haber konusunda objektif olabilmek için yansız olmalı. Çünkü yansız olmayan bir gazeteci…”
Ben, gazeteciliğe başladığımdan beri bunu kotaramadım. Az önce telefonda haberi alırken, ağladım. Birazdan yazarken hocamın önerdiği kuralı yine çiğneyeceğim. Haber okura ulaşabilecek mi, orası bilinmez. Sayfa sekreterinden, yazı işleri müdürüne, gazete patronundan, devletin güvenlik güçlerine kadar bir yığın engeli atlaması gerekiyor. Kalın bir süzgeç bu.
Perdeci “peki seni ağlatan haber ne” Gazeteci kadın bakışlarını yeniden karşısındaki panoya dikti.
Haber, adı bile yasak olan O Diyardandı. Kısaca şu: “Sürüyor… bütün kararnamelere karşın sürüyor.”
Perdeci gülümsedi.
Gazeteci kadın “birkaç kez oraya gitmek için başvurdum, yollamadı patronlar. Ben de reddedildikçe gideceğim güne kadar düşlerimle ulaşmaya çalıştım. Şu gördüğün el feneri bana yol gösterdi. Bu fenerin ışığıyla, uçtum O Diyara. Önce ışığı şu panodaki fotoğrafların üzerine gezdirmeye başladım. Bir akşam serhıldan dansı yapan kadın fotoğraftan elini uzattı, çekti beni, aldı O Diyara.
Öfkeliydim o gün. Elimde bir meslektaşımın röportajı ile burnumdan soluyarak dolaşıyordum. Meslektaşım yazısında katillerle özgürlük için koşanlar arasında bir denge kurmaya çalışıyordu. Röportajda silahlı özel cellâtlar yakınıyorlar. “Öldürüyoruz ama çok az para veriyorlar. “Ah! bu devlet, celladına sahip çıkmıyor, işkencecisini emekli olunca silahsız bırakıyor. Olacak işler değil. Bence her yere aşmalı “Cellâdına iyi bak, işkencecini koru.”
“Hadi perdeci, ver elini Serhıldan dansı yapan kadın bizi çeksin alsın o Diyara. Gazeteci kadın ışığı yakınca fener ışığı bir cip ışığı gibi toprak yolda ilerlemeye başladı. Işığın önünde kelebekler, böcekler uçuşuyordu. Karanlık bir doğu akşamı.
Işık, toprak yolda uçuşurken bir el, “dur” diye kesti ışığı. “Operasyon var… geçemezsiniz… kimlikleriniz… ooo gazeteci misiniz… niçin geldiniz?, kararnameyi bilmiyormusunuz, bakın Demokles’in kılıcı tam başınızın üzerinde. Silahlı güçler daha keskinini istiyorlardı. Dua edin baştakine!”
Işık önündeki engele sezdirmeden köy meydanına doğru süzülmeye başladı. Gökyüzünü barut kokusu ve insan çığlıkları kaplamıştı.
Köy meydanında silahlarıyla dolaşıyordular. Bir kadın aralarında yüzü gözü kan içinde, dudağında hafif bir mırıltıyla dolaşıyordu. Yerde onlarca gövde soluksuz yatıyordu.
O Diyarın insanları vurulmuştular. Elbiseleri üstlerinden parçalanarak çıkarılmış, toprağın üzerinde kadın erkek çırılçıplak yatmaktaydılar. Bir ihtiyar sürüklenerek getirildi ortaya. Bakamadı kızının vurulmuş, çıplak gövdesine. Diz çöktü, yere oturdu. Uzun bir sessizlik oldu. Neden sonra konuştu ağır ağır “Kerbela’da Yezit bile böyle zulüm etmedi.
Bu söz, ihtiyarın dudaklarından fırlayıp yapıştı binlerce uygarlık görmüş, binlerce zulüm görmüş toprakların taşlarına.
Sözcük dudaktan çıkarken, o yöne dönen objektifin önünü kapattı bir el. “Şimdi değil, biraz sonra cesetlerin başında, bize su verirken köylüler çekilecek fotoğraflar.”
Katliam bitmişti. Herkes suskun bekliyordu. Neyi bekliyorlardı? Açıklamayı. Açıklama yapılmadan, cesetler kaldırılmayacak. İnsanlar öldürülmüştü ama senaryo daha yazılmamıştı. Bu işin de uzmanları vardı ve kaleme almaları bekleniyordu olan biteni. Onlar da tabii, gelip görüp, ölçüp biçip yazacaklardı. Bu iş sanıldığı gibi kolay değildi. Uzmanlar, kılı kırk yarıyorlardı. Çünkü daha önce yazılan bazı senaryolarda vahim hatalar yapılmışa. Yalan söyledikleri açığa çıkmıştı. Giderek akıllandılar. Bir cinayet romanı planlar gibi yazdıkları senaryoları ölçüp biçmeye başladılar. Bu da zaman alıyordu. Senaryonun yazım tıkırtıları alanı doldururken, cesetlerin arasında yazı işleri müdürleri göründüler. Kanlı-kararname gereği resmi açıklamayı bekliyorlardı. Kanlı-kararname çok acımasızdı. Diyelim O Diyarda yağmur yağdı, sel bastı, öyle pat diye yazılamazdı bu. Resmi açıklama beklenecekti, resmi açıklama, yağdı yağmur-çaktı şimşekle sınırlıysa basında da öyle yer alacaktı.
Yazı işleri müdürlerinden biri beklerken, gazeteci kadınla göz göze geldi. Hafif bir fısıltıyla “öyle suçlar gibi bakma. Görev gereği bunlayım. Ben yalnızca aktarıyorum. Bir nevi yansıtıcı, şu büyük apartmanların tepesinde çanak biçiminde olanlar var ya onlar gibi. Sabah koltuğuma otururken düşüncelerimi, öfkelerimi, sevinçlerimi masa gözlerinden birine kilitlerim. Bu, bütün koltukların sağlığı için gereklidir. Geçenlerde bu düşünceme katılmayan bir yazı işleri müdürü, kendi düşüncelerini aktarmaya kalktı kendi sütununda. Gazete İstanbul’da patron dünyanın öbür uçundaydı. Gel görki patronun duyması, tehdidini savurması, adamı şutlaması bir fakslık zaman aldı.
Şu içinde bulunduğumuz durumda, ne yapmalı? Bu gövdeler tıbben ölü, üzülmüyor değilim bu duruma. Duygusallaşıp, şöyle düşünebilir: Bu insanlar, özgürlük aşkına ayaklanıp, kurşunlandılar. Belki de gerçek bu. Bunu olduğu gibi yazsam, başıma neler geleceği malum. Bu noktada elimi ayağımı bağlayan şeyler var. Ölçüm milli menfaatler, gazetenin yayın politikası ve reklâm veren holdinglerle ilişkiler. Bu realiteyi kavrayamayan yazı işleri müdürleri genelde Gazeteciler Cemiyeti Lokalinde dinleniyorlar. Ben biran bile unutmadığımdan toplam meslek hayatımda dört ay dinlendim.”
Gazeteci kadınla, perdeci bakıştılar ve oradan sessizce uzaklaştılar. Işık karanlık bir vadiden geçerken duruverdi. Karanlık bir uçurumun dibinde zincirlere sarılmış sarışın bir adam gördüler. Gazeteci kadın “siz kimsiniz” diye sordu. Adam hafifçe gülümsedi “Ben bir Bilim adamıyım” dedi. “ileri sürdüğü her tez için on yıl hapis cezası biçilen bir adam. Herkese sorduğumu size de sorayım. Sizce bilimle uğraşmak özgürlüğü var mı? Bu ülkede?” Gazeteci kadın bir an durdu “öyle kolay değil yanıtı. Yaşadığımız ülkede özgürlüklerden herhangi birinin varolup olmadığını düşünmek biraz zaman alıyor.” “Hayır uzun boylu düşünmeye gerek yok” dedi adam. “Ben bir sosyologum. Bir kitap yazdım. Bir ulus üstüne. Ödül beklemiyordum. Yalnızca gerçeği anlattım. Sosyolojinin diliyle. Zincire vuruldu.
Geçen gün, yargılama komedisinin bir yerinde basında yazılanlara dayanarak O Diyarın insanları üzerinde bir sürü yalanlar söyleniyordu, dayanamayıp ayağa kalktım ‘Bu basın katillerin kaçıncı koludur?’ diye sordum. Kimse yanıtlayamadı. Bilim özgür mü? diye soruyordum, yine yanıt bulunamıyor. Yanlış anlaşılmasın, herkesi suçlamıyorum.”
Bilim adamı, zincirlerin arasından elini uzatıp, gazeteci tadının elindeki feneri aldı, uçurumun dibinde yürümeye başladılar. Gazeteci kadın, karanlığın içinde başkalarının da olduğunu fark etti, bilim  adamına baktı. Adam gülümsedi “Bak yalnız değilim. Az önce sorduğum soruların yanıtlarını gövdeleriyle ödeyenler burada. Gel tanışalım. İşte doktorlarımız, suçları, kurşunlanmış gövdeleri tedavi ederken, Hipokrat yemini doğrultusunda ayrım yapmadan tedavi.
Şunlar, her türden bilim dışılığa kafa tutmuş, öğrencilerden han; adı altında haraç almaya kalkışmış profesörlerle boğuşmuş öğrenciler. İşçilerimiz ekmek kavgasında, dur beldeyi dinlememişler. Ve gazeteciler, gerçek meslektaşların. Adları bin yıllık cezalarla anılan, gazeteci olup olmadıkları tanışılan. Bütün resmi açıklamaları çöpe atıp, kalemlerinde özgürlük damlayan gazeteciler. Nasıl buldun özgürlük koromuzu?
Bizler özgürlük aşkına gövdelerimizi ateşe verdik, bu uçurumun dibinde. Bizden öncekiler gibi ‘SU DÖKMEYİN… ATEŞİ YAKIN… ATEŞİ…’ diyoruz.”
Gazeteci kadın elinde fener öyle kalakalmışken büroda telefon çaldı yeniden. Kadın bilim adamını seyrediyordu, duymadı.
Perdeci, oturduğu yerden kalktı, telefonu açtı, O Diyardan gelen telefonlara özgü bir hışım duyuldu önce. Ardından ince bir doğu ezgisi:
OYNA KADINIM OYNA
KAÇ GÜN KALDI BAYRAMA


KURULTAY PRESENT SUNAR:
DOKUNMAYIN BAKANIMA!
Aynur SARICA

Uyanık politikacılar bu ülkede “aydınları” yanlarına almadan başarılı olamayacaklarını fark etmiş bulunuyorlar. Yayın organları, iletişim araçları, paneller ve buna benzer yerlerde bulunan “aydınlar”, yazdıklarıyla, konuştuklarıyla etkili olabilecek insanlardır. Özellikle kültür, sokakta yaşayan insanı su, ekmek, parasızlık, işsizlik gibi sorunların dışında bir üst yapısal kurum olduğu için, fazlaca ilgilendirmez. Bu nedenle görüş üretmez sokaktaki insan. Bu konudaki ana muhalefet aydınlardır.
Kültür Bakanı Namık Kemal Zeybek de durumun farkında olan uyanıklardan. Birkaç icraatına yer verelim istedik. Kendisi Türk Sinemasına önce bir kurultay bahşediyor, bir kısım sanatlılara göre de ‘daha bunun şokunu atlatmadan enerjik bakarı’ yeni bir kurultay çalışmasına, Tiyatro Kurultayı çalışmalarına başlıyor. Bu kurultay çalışmalarının dışındaki faaliyetlerde de enteresan bir görünüm arz ediyor. Kültür Bakanlığının destek verdiği filmler ve bunun seçici kurulunda, devletin diğer çalışmalarının aksine Türk-İslam sentezine prim veren bir anlayışa rastlanmıyor. Namık Kemal
Zeybek, Kültür Bakanı olmasına karşın Devlet Bakanı Cemil Çiçek yapımı “kutsal Tür ailesi’ konulu TV dizilerine de pek bulaşmıyor. İstanbul Festivali’nin açılışında konuşmasının gürültüye gitmesini bile hoşgörüyle karşılayarak ‘Gençler daha çok şey öğrenecekler’ diyor. Babacan tavrından taviz vermiyor.
Hal böyle olunca, kimi kültür adamları da Kültür Bakanı’nın Türkiye standartlarında ‘çağdaş’ bir görüntü sergilediği düşüncesi uyanıyor. Tiyatro sanatçısı Haldun Dormen de, bu ‘çağdaş’ görüntüye kolayca aldananlardan olsa gerek. Güneş gazetesindeki köşesinde methiyeler düzüyor Sayın Bakanına. “Herkes yıllarca konuştu. Hiçbir atılımda bulunmadı. Siz susup bizi korkuttunuz, ama sonunda müthiş çağdaş, somut bir eylemle karşımıza geldiğiniz. Bunlardan çok güzel, somut şeyler çıkacağına inanıyorum. Var olun, sağ olun efendim’ diyerek hazırlıkları sürmekte olan tiyatro kurultayından söz ediyor. Daha evvel yapılan sinema kurultayından da şu cümlelerle bahsediyor: ‘Bu yıl ilk kez Kültür Bakanı Namık Kemal Zeybek hiç beklemediğimiz bir anda, bir sinema kurultayı gerçekleştirdi ve Türk Sinemasının bin bir sorununa çare bulmaya çalışır. Bakanın bulduğu çare şu: Kurultayda toplanan parayla otuz film finanse edilecek. Böylece Türk Sineması kurtulmuş olacak. Bakan faaliyet yapmış görünecek, sinemacılar da raflarda tozlanmış senaryoları filme çekmiş olacaklar. Elbette teşhis yanlış olunca tedavi de yanlış oluyor. Sorunun sinemacıların bir sorunu olduğu varsayılıyor. Oysa Türk sinemasında sorun, film çekilmemesi değil, film seyredilmemesidir. Sinema üretim yönüyle var, izleyicisi yok. Kültür Bakanlığı sinemaya yardımcı olacaksa olanaklarını seferber edip, seyirci var etmeye çalışmalıdır. Ancak Sayın Kültür Bakanının Ramboların, Conanların izlenmesinin daha çok sevilmesinin, arabesk kültürün boyatmasının önüne geçebilecek bir kültür politikası yaratacak potansiyeli yoktur. Ayrıca böyle bir niyeti de yoktur. Bir izleyici kitlesi yaratmak, gerçek anlamıyla bir kültür yaratmak, kültürlü insan yaratmak işine gelmez egemenlerin. Çünkü hem ziyadesiyle çok çalışma ister. Hem de bu izleyici kitlesi sorgulayan, araştıran bir kitle olacağı için gün gelir bakanı da sorgulayıp, araştırabilir. Sayın Bakanın MHP kökenli olduğu ortaya çıkar da attığı ‘Başbuğ’ çığlıkları anımsanır. Ama böylesi çok kolaydır şimdilerde liberal tavırlar takınan Kültür Bakanı için. Parayı bulur, filmi çektirirsin. İyi niyetini göstererek kalpleri fetheder, gönülleri kazanırsın. Sade vatandaş “festivalmiş, filmmiş, tiyatroymuş, bana ne’ diye düşünedursun, muhalefet edebilecekleri susturmak bir yana, övgüler düzmelerini sağlarsın.
Bakanın uyanıklığı bir yana, iki kurultayla doğru yolu gören sanat adamlarımıza ne demeli? Yukarıda birkaç satırını aldığımız Dormen tek başına değil ki… Sanat adamlarımız bir bakan büyüsüne tutuldular ki sorma gitsin. Yıllardır hayıflanmakla birlikte çözümü başkalarından bekleyen sanat adamları nihayet bir kurtarıcı buldular. Amandır, sonra kaçar elinizden! Gönlünü hoş tutun!
Şunu kavrayamıyorlar ki, Namık Kemal Zeybek, yarı muhalif burjuva aydınların ağzına bir parmak bal sürmedikçe, yine o aydınlar tarafından eleştirilere maruz kalacak, kötü puanlar toplayacaktır. Bütün bu kurultay masalları da buna hizmet etmektedir. Ama o kadar da insafsız olmayalım. Haldun Dormen, birilerinin ağzına bir parmak bal çalmaya çalıştığının farkında. Ama asla Namık Kemal Zeybek’ten şüphelenmiyor. Bakın ne diyor: ‘Daha önceden söylediğim gibi, bol keseden sözler verildi. Bir meslek kuruluşu olabilmemiz için ağzımıza bir parmak bal çalındı. Ama sonunda hiçbir ciddi teşebbüse yanaşılmadı.’ Dormen’e göre nihayet biri ciddi bir teşebbüste bulunuyor. O da Namık Kemal Zeybek’ten başkası değil. Ciddi teşebbüsle kastedilen de tiyatro kurultayının oluşturulması.
Sayın Dormen çok inandığı tiyatro kurultayında aradığını bulamazsa ne yapacak acaba? Görünen o ki yeni bir “kurultay yapıcı” gelene kadar bekleyecek. Ciddi teşebbüsleri birilerinden beklemek gelenek oldu ülkemizde. Kimisi Allah’tan bekler, kimisi patronundan, kimisi de bizim sanatçılarımız gibi devletten. Bu ülkede kültür her zaman egemen sınıfların bir oyuncağı oldu. İdeolojilerinin gerektirdiği gibi kullanıyorlar. Bir kısım sanat adamları da “taviz, koparırız” derken, tavizi kendilerinin verdiğinin farkında değiller. Birilerinden çözüm beklemekle en büyük tavizi veriyorlar. İş, vaktini bakan kapılarını aşındırmakla geçirmeyen devrimci sanatçılara düşüyor. Devletin kültür adına yapacağı iki şey var çünkü ya kültürsüzlük, ya da gerici kültür. Hangisi geçer akçeyse günün koşullarında onu kullanıyor. Bu konuda da maskeyi düşürmek devrimcilerin görevi.
Son olarak, Haldun Dormen Kültür Bakanına teşekkür ediyor. Biz de kendisini tebrik etmek isteriz. Biri henüz yolda olan, iki kurultayla bin bir soruna çare bulduğu için. Ayrıca bir de önerimiz var. Kurultaycılar senaryosunu ortak yazacakları bir filmi de çekilecek olan otuz filme dâhil etsinler. Adı da şöyle olsun: Kurultay Present Sunar: Dokunmayın Bakanıma!


ÖZGÜRLÜK DÜNYASINA
Günümüz Türkiye’sinde yaşam koşulları öylesine ağırlaştı ki bizlerin gereksinmelerimizi karşılayıp yaşamamızı sürdürebilmek için aldığımız ücretler yetmez oldu. Ya aylık mesaileri çoğaltıyoruz ya akşamları götürü iş yapıyoruz ya da benzeri ek işler yaparak aç kalmayıp canlı bir insan olarak yaşamımızı sürdürebilmek için kendimize gelir getirecek yeni bir uğraş ya da sürekli iş arayışları içinde oluyoruz. Ülkemizin hemen her yerinde ürettiğimiz mallar pazarlanıyor. Sitelerde üretilen mobilyalar çeşitli illerde kullanılmakta ve bizzat site emekçileri montaj ve benzeri işlerini yapmaktadır. Aynı zamanda yaşam koşulları bizleri yurt dışında çalışmaya da zorluyor. Birçok Arap ülkelerinde site işçileri ezilmektedir. Biz siteli işçiler olarak sorunlarımıza sahip çıkıyoruz. Ülkemizde varolan milyonlarca insanın işsiz olduğu işçi ve emekçilerin her gün ağırlaşan sömürüye açlığa ve sefalete mahkûm edildiği Türkiye’de bizler siteli içiler olarak mesleki örgütlülüğümüzü oluşturmaya karar vermiş ve Site İşçileri Kültür ve Dayanışma Derneğini kurduk. Sitelerde çalışan genç işçi ve çırakların ekonomik sosyal kültürel faaliyeti ve mücadelesini sahiplenerek yürütmektedir.
-Mücadelemiz köleliğe boyun eğmeyenlerin mücadelesi olacaktır.
-Yaşasın Tüm Siteli Genç işçi ve Çırakların Birliği
-İŞ EKMEK ÖZGÜRLÜK diyerek Sendikal mücadelemizi geliştireceğiz.
Özgürlük Dünyası’na yayın hayatında başarılar dileriz.
Sİ-DER

MERHABA ÖZGÜRLÜK
İzmit’te son aylarda kendiliğindenci bir özellik taşısa da işçi sınıfı hareketi yükselmekte, hız kazanmaktadır.
Yükselen hareket işverenleri ve sınıfı patrona peşkeş çeken tüm sarı sendika ağalarını yerden yere çalmış, sarı sendikacıların yüzlerini açığa çıkarmıştır. Eylül ayında Mannesman işçisinin işten atılan arkadaşlarının yeniden işe alınması talebiyle başlayan şalter indirme eylemi, diğer fabrikalarda çalışan işçilere büyük moral, tecrübe ve aktivite kazandırmış, peşinden başka eylemler gelmiştir. Brisa işçileri sözleşme öncesi verilmesi gereken kanuni avanslarını almayınca, Nusaybin direnişine denk gelen günlerde işi bırakmış, yemekhaneyi işgal ederek günlerce aç, susuz ve uykusuz kalma pahasına direnmişlerdir. Basının bu gelişmelere yer vermemesi düşündürücüdür. Devrimci yayın organlarının da gereğince ilgi gösterdiği söylenemez.
İZMİT’ten bir ÖD okuyucusu.

BURSA ÖĞRENCİ GENÇLİK HAREKETİNDE YENİ GELİŞMELER
1986’da İİBF-ÖD’nin (İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi-Öğrenci Derneği) kurulmasıyla filizlenen Bursa öğrenci hareketi, 1988’den itibaren ivme kazanmış ve faşist diktatörlük karşısında mevziler kazanmasını bilmiştir. Önceleri genel devrimci-demokrat nitelikte gelişen hareket; zamanla içinden farklı devrimci anlayış ve örgütlenmeler çıkarmıştır. Fakat izlenen bazı yanlış politikalar ve öğrencilere yönelik sistemli saldırılar sonucunda Bursa öğrenci hareketinde bir gerileme yaşanmıştır. Ocak ayından başlayarak yüzlerce insan gözaltına alınmış ve tutuklanmış, okullardan ve yurtlardan atılmalar/uzaklaştırmalar yaşanmıştır. Burada sayılamayacak çok farklı nedenler ve hatalar, devrimcilerle birlikte hareket etmeye başlayan geniş bir öğrenci kitlesinin kopuşuna yol açmıştır. Ve yıllar sonra jandarma kampusu işgal edebilme, karakol kurma zeminini yakalamıştır.
1985’ten bu yana dernekleşme çabalarının, akademik-demokratik hakların kazanılması uğruna verilen mücadelenin en önünde yer aldık. 87’ye değin etkisini hissettiren revizyonist-reformist anlayışın yok edilmesi mücadelesinde aktif rol aldık. Saldırıları püskürtmek ve kalıcı haklar kazanmanın kitlesel-radikal bir mücadele anlayışıyla mümkün olacağının bilinciyle “ajitasyon ve propagandada serbestlik” temelinde en geniş eylem ve güç birliklerinin oluşturmalardan, gözaltı ve tutuklamalardan nasibimizi aldık. Fakat tüm bunlar bizleri tereddüde ve yılgınlığa düşürmediği gibi diktatörlüğe karşı duyduğumuz kin ve öfkeyi daha da bilemiştir.
“71’in Militan ve Kararlı Ruhu Yaşıyor!”
Ülkemiz topraklarına asla sökülmemiş direniş tohumları eken devrimci önderler bize ihtilalci-uzlaşmaz bir mücadele çizgisi ve ölüm pahasına da olsa onurlu bir yaşam örneğini miras bıraktılar. Onların faşist diktatörlükçe katledildiği günler olan 6 Mayıslar, 31 Mayıslar, 18 Mayıslar ve 30 Martlar devrimcilerin öfke ve kararlılıklarının yenicen haykırıldığı, egemen sınıfların uykularının kaçtığı günler durumuna getirilmelidir.
Bu anlayıştan hareketle, 7 Mayıs ’90 günü, katledilişlerini 18. yıldönümünde, Deniz, Yusuf ve Hüseyin yoldaşlar Uludağ Üniversitesi İİBF kantininde yurtsever devrimci ve demokrat öğrenciler tarafından düzenlenen bir forumla anıldılar.
“Şarkışla Ağıtı” ile başlayan tören, üç şehidimizin resim ve son sözlerinin bulunduğu afişler, mektup ve fotoğraflarından oluşan pano ve “Devrim Şehitleri Ölümsüzdür!” pankartının asılmasıyla devam etti. Törende okunan bildiride, Denizlere ideolojik yönden değil; revizyonizmden kopuş, ihtilali ve silahlı mücadeleyi savunmaları anlamında sahip çıkıldığını, onların temelini attığı küçük-burjuva ihtilalci yapılanmanın süreç içinde Marksizm’e evrilerek Proletarya Partisi’nin yaratıldığı vurgulandı. Şiirlerin okunması ve saygı duruşundan sonra “Kahrolsun Faşist Diktatörlük!”, “İdamlar Mücadelemizi Engelleyemez”, “Faşizme Ölüm, Halka Hürriyet!” sloganlarıyla eylem bitirildi.
Bu eylem, Eylül sonrasında Bursa’da devrimci önderlere bu tarzda ilk sahip çıkış olması ve son dönemde varolan korku ve pasifikasyonun aşılması bakımından önemli bir adım olmuştur!
-Faşizme Ölüm, Halka Hürriyet!
-Yaşasın Devrim-Yaşasın Sosyalizm!
Uludağ Üniversitesinden Yurtsever Devrimciler.

Temmuz 1990

Beşikçi Yargılıyor

İsmail Beşikçi yargılanıyor. Gerçekte yargılama hak ve yeteneğine sahip bile olamayanlar tarafından. Haklılığa dayanmayan, bu temelde hiç bir meşruiyete sahip olmayan ve nereden bakılırsa bakılsın meşru da olmayan bir yetkiye dayanılarak yargılanıyor. Bir meşruiyet var, fakat bu meşruiyet yalnızca mevcut yasalara dayanıyor. O yasalar da kamuoyu vicdanında mahkûm. Nereden bakılırsa bakılsın, mahkûm. Kamuoyu vicdanı bu yasaları ve onları uygulayanları mahkûm etmiş. Kamuoyunun yalnızca ilerici kesimleri tarafından değil, neredeyse en gericileri ve en emperyalist uzantıları tarafından bile mahkûm edilmiş. Böyleyken İsmail Beşikçi yargılanıyor. Yargılanmaya kalkılıyor.
Peki, İsmail Beşikçi yargılanıyor mu? Daha doğrusu, yargılanabiliyor mu?
Yargılanamadığını söylemek gerek. İsmail Beşikçi’yi yargılayabilmek için her şeyden önce haklı olmak gerek. Oysa sanık sandalyesine oturtulan İsmail Beşikçi haklı. Onu yargılayanlar ise, öznel niyetlerinden ve kendi kişiliklerinden bağımsız olarak, haksız. Bu yüzden yargılama enteresan bir şekilde gelişiyor. Sanık sandalyesindeyken yargılayan, İsmail Beşikçi’nin kendisi oluyor. Nesnel meşruiyete tamamen uygun bir durum!
Ve İsmail Beşikçi yargılıyor. Ama yalnızca kendisini yargılamaya çalışanları değil, -onları zaten her tavrıyla ve haklı olduğunu bilmekten ileri gelen bir cesaret ve ataklıkla yargılıyor- ama aynı zamanda herkesi, Kürt sorunu karşısında bilerek ya da bilmeyerek duyarsız kalan işçi, aydın, gazeteci, yazar., herkesi yargılıyor.
Türkiye’de sınıf bilinçli her işçinin bilmesi gereken bir gerçek var. İşçi ve devrimci olmak yetmiyor. Hatta devrimci işçi olmak ve hayatı devrim mücadelesinde geçmiş olmak da yetmiyor. Bir an gelir tarih, hayatı devrim mücadelesinde geçmiş birçok devrimci ve devrimci işçiyi, çok önemli bir konuda doğru bir tavır almamışsa bir kenara ve yalnız başına bırakabilir. Türkiye’de Kürt sorunu böyle konulardan biridir.
Her devrimci işçinin, devrimci bir işçi olmanın gereklerine uygun davranmasının dışında, bilmesi ve aşması gereken, gerçekle kavranması ve aşılması çok da kolay olmayan ve tarihten gelme birtakım gerici önyargılar vardır. Bu önyargıların en başında Kürt meselesi konusunda farkında olmadan benimsenmiş olanı gelir. Ve ilginç bir şekilde de doğaldır, bu ön yargılan yalnızca Türk kökenli olanlar değil, aynı ya da benzer biçimde Kürtler de benimsemiştir. Kürt burjuva ve toprak ağalarının -çok doğal sayılmaması gerekse de- bu önyargıları benimsemesi ve savunması anlaşılır bir şeydir de, Kürt işçi ve emekçilerinin günümüze kadar bu gerçeği bilince çıkaramaması da Türkiye’nin ve Türkiye’de yaşayan Türk ve Kürt kökenli halkların gerçeğidir.
Ancak her şeye rağmen bir vurguyu yine de yapmak gerekiyor. Kürt meselesinin ve Kürtlerin durumu Türkiye’de ve dünyada böylesine konuşuluyor ve tüm kamuoyunu meşgul edebiliyorken, işçi sınıfının gündemine giremiyor olması da ayrı bir garipliktir. Türkiye’nin bugün er, önemli konusu budur. Ama tüm bu önemine karşın bu konu hala işçi sınıfım, bir genel grev talebi kadar bile meşgul etmemektedir.
Ve bu sorun, eğer, devrimci ve komünist ihtilalci parti ve örgütler tarafından dile getirilmemişse, yalnızca bir durumda söz konusu edilir. Oda sarı ve faşist sendikalar tarafından; ulusal kurtuluş savaşı veren güçler devletin kolluk kuvvetlerine ve onların destekçilerine zarar ve zayiat verdirmişlerse, bu saldırının lanetlenmesi biçiminde olur, başka zamanlarda değil. Ve açıktır ki Türkiye ya da Türkiye’ye benzer özelliklere sahip herhangi bir ülkenin bu türden çok önemli bir sorununu kendisine sorun etmeyen, onun çözümü için fikir üretmeyen ve çözümü için mücadele etmeyen bir işçi sınıfı, içinde yaşadığı toplumun öncüsü olamaz, o toplumu kazanamaz, devrim için hazırlayamaz ve seferber edemez. Aynı şekilde böyle bir işçi sınıfı ezen ve ezilen ulusların halkları arasında güvene dayalı bir ilişkinin kurulup sürdürülmesini de sağlayamaz.
Kuşkusuz burada, namuslu aydınlara, devrimci ve komünistlere büyük görevler düşmektedir. Bu konunun işçi sınıfına kavrardın asın da ve onun bir sorunu olduğunun benimsetilmesinde en büyük görev onlara düşmektedir. Onlar bunu başarırlarsa işçi sınıfı bu konuyu kavrayacak ve devrimci bir görev olarak kabul edecektir. Yoksa işçi sınıfı burjuvazinin zavallı bir eklentisi olmaktan kurtulamayacaktır.
İşte namuslu bir aydın olarak İsmail Beşikçi’nin ve onun yıllardır verdiği mücadelenin anlamı buradadır. Bir Türk olarak, ezen ulusa mensup bir birey olarak İsmail Beşikçi, her şeyden önce kendisinin mensup olduğu ulusun önyargılarına karşı, kendi burjuvazisi ve onun etkisi altındaki güçler tarafından hain ve bölücü olarak suçlanmak pahasına mücadele etmiş ve bugüne gelmiştir.
Ve İsmail Beşikçi yargılıyor. Tutuklanmasına ve hakkında kovuşturma açılmasına yol açan, üyesi bulunduğu Türkiye Yazarlar Sendikası’na (TYS) gönderdiği mektup bir yargılamadır. Hem bu sendikanın şoven ya da şoven uzlaşmacısı mensuplarının bir yargılamasıdır, hem de bu tutumda olan herkesin! Yazarların ayrı bir yeri vardır, çünkü onlar, sözüm ona toplumun en aydınlanmış, en bilinçli kesimidir ve üstelik demokrat geçinirler. Daha doğrusu demokratlığı kimseye bırakmak istemezler. En iyi demokrat onlardır. Ama bu çok önemli konuda aldıkları tavır hâkim burjuvazinin tavrının uzantısından başka bir tavır değildir. İsmail Beşikçi’nin mektubunu,  DGM Başsavcılığınca Hazırlık No: 1990/ 394, Esas No: 1990 / 312, İddia No: 1990 / 271 numaralarıyla hazırlanmış iddianameden aktarıyoruz: “Türk Devletinin Kürdistan ve Kürt ulusu üzerinde uyguladığı bu politika sömürgeci bir politikadır. Dünyada uygulanan kültür emperyalizmi çeşitlerinin en gericisi, en katliamcısıdır. Çünkü Kürdistan da uygulanan politika Kürt dilini ve kültürünü tamamen yok etmeyi, Kürt ve Kürdistan adlarını dillerden ve tarihlerden silmeyi amaçlamaktadır. Bu baskının boyutları konusunda 14 Mart 1978 tarihinde TYS Genel Sekreterliğine gönderilen ve Sekreterlik tarafından sonu-lan bazı soruların cevabını içeren mektupta Bilim Yazarı Olarak Karşılaşılan Güçlükler kısmında çeşitli örnekler verilmiştir. Yine rahatça bilinebileceği gibi TYS Kürdistan ve Kürt ulusu üzerinde uygulanan bu politikaya karşı hiç ses çıkarmamış, görmezlikten, duymazlıktan gelmiştir. Kürt dili ve kültürü üzerinde uygulanan ağır baskılara karşı olduğunu kamuoyuna duyulmamış, bu baskıları protesto etmemiştir. Kürtçe yayın yapan gazetelere, dergilere, yayınevlerine karşı devlet tarafından son derece ağır baskılar yürütülürken TYS susmuştur. … Kürt türküleri, Kürt oyunları, Kürt folklor ürünleri, her türlü teknikten yararlanılarak Türkçeleştirilmekle, sonra da bunlar “Doğulu” yani aslı Kürt olan sanatçılar tarafından icra ettirilmektedir. Böylece sömürgeci devlet her gün, her gece Doğu ile ilgilenmekte olduğunu göstermekte, hem de Kürt ulusunun bütün ulusal ve kültürel değerlerini yok etme eylemini sürdürmektedir. Bu bakımdan Kürt ulusuna karşı uygulanan Türk kültürü emperyalizmi, dünyada uygulanmış ve uygulanmakta olan kültür emperyalizmi biçimlerinin en gericisi, en katliamcısıdır… Kürt dili ve kültürünü yok etmek için girişilen katliamlar görmezlikten gelinmektedir. Kürtçe-Türkçe olarak yayınlanan dergilerin daha matbaadayken toplatılmalarına, dağıtımlarının engellenmesine karşı çıkılmamaktadır. Çünkü bunlar Kürt ulus sorunu ile Kürt dili ve kültürü ile ilgili yayınlardır. Bunun için, değil bu yayınların içeriklerinin benimsenmesi, bu yayınlara karşı yapılan antidemokratik, ırkçı ve sömürgeci baskıların protesto edilmesi, yani demokratik bir görevin yerine getirilmesi bile devleti rahatsız etmektedir. Bu yayınların içeriklerinin benimsenmesi ise, Kürt ulusuna karşı emperyalist içerikli, sömürgeci ve ırkçı bir politika uygulayan Türk devletini elbette rahatsız etmektedir. Kürt ulusunun anadilinin yasaklandığı, Kürt dili ve kültürüne karşı en ağır baskılar sürdürüldüğü, Kürt dili ve kültürünün geliştirilmesini hedef alan yayınlar, tamamen polis tedbirleri ile engellendiği halde, seferdeki Türk yazarları, bütün bunları da görmezlikten gelip, kültürden, kültürün ulusallaştırılmasından ve demokratikleştirilmesinden, ulusal demokratik kültürden söz edeceklerdir… Amaç Kürdistan’ın sömürgeleştirilmesine, Kürt dili ve kültürünün tamamen yok edilmesine. Kurulusunun köleleştirilmesine katkı ise sendika bu olanağını MC hükümetlerine de sunabilirdi.. Türk Devleti Kürdistan’da ırkçı, sömürgeci ve emperyalist içerikli çok ağır bir politika uygulamaktadır. Türk Devleti’nin Kürdistan’da uyguladığı kültür emperyalizmi, emperyalist politikaların en gericisi, en katliamcısıdır. Çünkü Kürt ulusunun ulus özellikleri tümüyle yok edilmeye çalışılmakta, Kürt ve Kürdistan adları dillerden ve tarihlerden silinmek islenmektedir. Kürtler Türkleştikleri, Kürt benliklerini, Kürt özelliklerini inkâr ettikleri, “Türküm-mutluyum” diye haykırdıkları oranda kapitalist burjuvazi, siyaset adamı, sanatçı, düşünür vs olmaktadır.”
Bu düşünce ve savunularına karşılık mahkeme heyetinin söylediği şeylerde bile Beşikçi yargılayan durumundadır. İşte: “..denilerek” diye devam ediyor iddianame “Türkiye’de Türk halkından başka Kürt ulusu ve bunların yaşadığı yere Kürdistan adı verilerek yayın yoluyla milli duygulan yok etmek ve zayıflatmak maksadıyla propaganda yapıldığı yukarıda alıntı yapılan yazı içeriğinden anlaşılmıştır.” ( Aynı yerden)
Buyurun! İddia makamının söyleyebildiği ve söyledikleriyle de kendini mahkûm ettiği şey budur.
İsmail Beşikçi haklıdır ve bu yüzden kendisini yargılayanları yargılamaya devam edecek. Burjuvazinin paslı silahlan, kamuoyu vicdanında mahkûm olan görüşleri haksız kalmaya devam edecek.

DGM’de İsmail Beşikçi duruşması
Yaşamının 23, yılını yazdığı kitaplar nedeniyle hapiste geçiren yazar İsmail Beşikçi “Devletlerarası Sömürge-Kürdistan”, “Bilim-Resmi İdeoloji-Devlet ve Kürt Sorunu” adlı kitapları nedeniyle İstanbul Devlet Güvenlik Mahkemesinde yargılandı. 19 Haziran günü yapılan duruşmayı izlemeye gelenlere polisin saldırması sonucu yirmiyi aşkın insan gözaltına alınırken, onlarca kişi de yaralandı.
Duruşmanın yapılacağı DGM binası önünde saatler öncesinden birikmeye başlayan izleyicileri, polis, bina önünde barikat oluşturarak durdurmaya çalıştı. Sayısı 500’ü aşan kalabalık, mahkeme önünde beklerken içeriye sadece gazeteci ve avukatlar alındı. Bunun üzerine içeriye alınmayan izleyiciler “Beşikçi Hocamız Yargılanamaz!”, “Beşikçi’ye Özgürlük!”, “Kürdistan Faşizme Mezar Olacak!” şeklinde sloganlar atarak Beşikçi’ye desteğini ifade etti.
Mahkeme, iddianamenin okunmasıyla başladı. İddianamede Beşikçi’nin yazdığı kitaplarda “…milli duygulan zayıflatıcı mahiyette bölücü propaganda ve ırk mülahazası yaptığı kanaatine varılmıştır. Kürtlerin ayrı bir ulus oldukları, ayrı dillerinin, kültürlerinin olduğu, Diyarbekir Cezaevi’nde kırkın üzerinde Kürt gencinin Kürt kimliklerini savundukları için katledildikleri, … Türkiye’de Kürdistan denen bir bölgenin var olduğu ve Kürdistan’ın, 1920’li yıllarda İngiliz ve Fransız emperyalistleriyle işbirliği yapan Kemalistlerin böl-yönet politikası uygulayarak parçaladıkları… Kürt ulusunun ulusal kurtuluşunun ve özgürlüğe kavuşmasının engellendiği… ifade etmek suçundan.” TCK’nın ilgili maddelerince yargılanmasına karar verildiği belirtildi.
Bunun üzerine avukatlardan Ercan Kanar söz isteyerek mahkemenin, duruşmanın aleniyetine gölge düşürecek şekilde tavır izlediği ve mahkemeyi izlemeye gelenlere karşı emniyet ve çevik kuvvetin saldırılarını kınayan bir konuşma yaptı. Avukatlardan Serhat Bucak da diğer avukatların temsilcisi olarak, bu şartlarda mahkemenin sağlıklı bir karar vermesinin mümkün olmadığını, bu tutumun adaletin özgürce yerine getirilmesini engellediğini belirtti. Serhat Bucak, mahkemeyi izlemeye gelenlerin can güvenliklerinin olmadığını, mahkemenin, emniyet güçlerini uyararak dışarıdaki insanların can güvenliğini sağlaması gerektiğini belirtti.
Dışarıdan slogan sesleri duyulurken avukat Serhat Bucak, duruşmaya on dakika ara verilmesini ve konunun tartışılmasını talep etti. Mahkeme heyeti, dışarıdaki olayların kendilerini ilgilendirmediği gerekçesiyle bu talebi reddetti. Bu kararın ardından. Çevik Kuvvet’e bağlı polisler dışarıdaki kitleye saldırarak dağıtmaya çalıştılar. Polisin coplu saldırısı sonucu 25 kişi göz altına alındı. 10 kişi yaralanırken gazetecilerin de makineleri kırılarak tartaklandılar. Gözaltına alınanların 13’ü tutuklandı. 10 dakikalık aradan sonra Serhat Bucak tüm avukatların ortak kararını açıklayarak şunları söyledi: “Sağlıklı bir savunmanın yapılabilmesi için gerekli olan koşulların bulunmaması gerekçesiyle, savunmanlar olarak duruşmadan çekiliyoruz. Müvekkillerimiz de savunma yapmayacaktır…”
İsmail Beşikçi de bu karara katıldığını belirtti ve söz alarak şunları söyledi: “… Burada da devletin terör politikası ile karşı karşıyayız. Devlet son olarak Çevrimli köyünde 27 Kürt vatandaşını öldürdü; ama bunu PKK’nın üzerine yıkıyor. Hayır, biz bunu kabul etmiyoruz: Bu, devlet güçleri tarafından yapılmış bir cinayettir. Burada, MİT’in bir şubesi gibi çalışan Türk basınını şiddetle kınıyorum.” Bu sözler, izleyiciler ve avukatlar tarafından coşkuyla alkışlandı.

DR. İSMAİL BEŞİKÇİ’ye açık mektup
İstanbul’un çeşitli üniversitelerinden 100’ü askın öğrenci Sosyolog Dr. İsmail Beşikçi’nin yargılanmasını protesto etmek için bir basın duyurusu yaptılar.
Öğrenciler, yaptıkları açıklamada kimi aydınların İ. Beşikçi’yi aşırı derecede yücelttikleri, onu mitoslaştırdıkları ve bu yolla kendi geriliklerini örtbas etmeye, aydın ve demokrat olarak üzerlerine düşen görevlerden kaçmaya çalıştıkları vurgulanırken, bir kısım insanların da Beşikçi’yi salt düşünce özgürlüğü temelinde savunmaya çalıştıkları görüşünü ileri sürdüler. Her ila düşüncenin de Beşikçi’yi mücadelesinde yalnız bırakmak noktasında çakıştığını iddia eden öğrenciler, Beşikçi’nin şahsında savunulması gereken şeyin bir ulusun özgürlük ve bağımsızlık mücadelesi olduğunu söylediler.
Öğrenciler daha sonra 109 imzalı “Açık Mektup”u okudular. “Mektup”la bilim yuvası olması gereken üniversitelerin resmi ideolojinin yeniden-üretildiği güdümlü kurumlar haline getirildiği, Kürt ve K…distan gerçeğini kabul etmeden demokrat olunamayacağı dile getirildi, insanların düşüncelerinden dolayı cezalandırılmasına ve toplumsal sorunlara ezilenlerin cephesinden bakanlar üzerindeki devlet terörüne karşı duyarsız kalmayacaklarını da vurgulayan “Mektup ” daha sonra imzaya açıldı.
Türkiye’de resmi ideoloji olan Kemalizm’in çizmiş olduğu çerçevede “bilim’ üreten ve bu yüzden de Güneş-dil teorisi, Türk Tarih Tezleri gibi bilim dışı, ırkçı-şoven nitelikte düşünceler üreten üniversitelerde uzun süre barındırılmanız mümkün olmadı. Kendine bilim adamı denilen Prof. ve Doç. patentli öğretim üyelerinin jurnalleri ile tutuklanıp 12 Mart cenderesinde yargılandınız.
Kürt ve K…distan gerçeğini savunduğunuz, Kemalizm’in ırkçı-şoven yanını deşifre ettiğiniz için üniversitelerden kovuldunuz. Yıllarca cezaevlerinde tutulup düşüncelerinize ambargo konulmak istendi. Fakat tüm bunlar sizi yıldırmadı. Siz yine Türkiye’de tabu olan ve yalan üzerine kurulu ideolojilerle hesaplaşmayı bıkmadan kararlı bir şekilde sürdürdünüz.
Tamamıyla Kürt ulusunun inkârı üzerine kurulan Kemalizm’in ırkçı-şoven ideolojisine karşı aldığınız köklü tavır nedeniyle Türk aydınlan tarafından dışlandınız ve aforoz edildiniz. Hatta Türkiye Yazarlar Sendikası Başkanı tarafından ajanlıkla suçlandınız.
Aydın ve Demokrat olmanın belli kıstasları vardır. Anti-Kemalist olmadan ve K…distan gerçeğini kabul etmeden aydın ve demokrat olunamaz. Bu gerçekleri kabul etmek ve savunmak günümüz şartlarında yıllarca cezaevlerinde yatmayı, düzenin her türlü zulüm ve baskısını göze almayı gerektiriyor. Şunu da çok iyi biliyoruz ki nesnel gerçekler ne kadar yadsınmaya çalışılırsa çalışılsın, görmemezlikten, duymazlıktan gelinirse gelinsin hiç bir şekilde gizlenemezler. Bugün Kürt ve K…distan gerçeği çok açık ve çarpıcı bir biçimde kendisini dayatıyor. Bütün insanları düşünme ve sorgulama sürecine itiyor. Resmi ideoloji ve çeşitli türevleri istediği kadar inkârcı ve anti-bilimsel yaklaşımlar savunursa savunsunlar, bu tür yaklaşımların savrulup yerle bir edileceğini bilmekteyiz.
Bilimin üretildiği ve öğretildiği kurumlar olması gereken üniversitede bizler, yıllarca bilimsel gerçeklerin kavgasını vermiş olan sizin, kitaplarınızdan, araştırmalarınızdan yoksun bırakıldık. Üniversitelerde çalışmalarınızı, araştırma ve incelemelerinizi dile getirdiğimizde engellendik. Eserlerinizin “birlik ve beraberliği” bozan bölücü nitelikte olduğunu söylüyorlar. Fakat biz gerçek bölücülerin 1639’da Kasr-ı Şirin Antlaşmasıyla K…distan’ı ikiye bölen, ardından Lozan Konferansıyla bu bölünmüşlüğü dörde çıkaran sömürgeci ve emperyalist devletler olduğunu biliyoruz. Gerçek bölücülerin kimler olduğunu öğrenmek ve öğretmek, bu bölücülerin çirkin emellerini ve çıkarlarını deşifre etmek ve bu doğrultuda kamuoyunu duyarlı kılmak için mücadele eden bütün insanların ve onurlu aydınların sonuna kadar desteklenmesi gerekliğini düşünüyoruz.
Üniversitelerde resmi ideolojiyi kanıtlamak için bilim yapıldığı, bilimin belirli kalıplar içine sokulduğu ve beyinlerin sizin deyiminizle “kötürümleştiği” bir ülkede yaşıyoruz. Sizi yalnızca gerçekleri ortaya koyduğunuz için yıllarca zindanlarda çürütmeye çalışan bir devletin vatandaşı olmaktan utanıyoruz.
Bizler resmi ideoloji ile çatıştığınız için sizi kovuşturan ve kovan, “bilimsel çalışma”ların doğruyu saptamak için değil, resmi ideolojiyi kanıtlamak için yapıldığı üniversitelerin öğrencileri olmaktan utanıyoruz.
Resmi ideolojinin çerçevesi içinde “bilim’ yapan ve bu çerçeveyi parçaladığınız için sizi ajanlıkla suçlayan “aydınlara” sahip olduğumuz için utanıyoruz.
Genel olarak düşüncelerinden dolayı insanların yüzlerce yıl hapis cezasıyla cezalandırılmasına, işkencelere uğramalarına, sürgünlere gönderilmelerine, toplumsal sorun-tara ezilen ve sömürülenlerin cephesinden bakanlar üzerindeki devlet terörünün bütün biçimlerine karşı duyarsız kalmayacağımızı belirtmek işitiyoruz.
Mustafa Nihal Yükselir, Remzi Serttoprak, Mehmet Toktay, Abdullah Karademir, Mehmet Yüksüz, Yılmaz Keleş, Gonca Pozan, Sevilay Yılman, Ali Taylan, Haydar Ürüm, Gürel Özdemir, Mehmet Ayık, Erdoğan Gezer, Cengiz S. Umal, Cemil Kızıltürk, Ülker Karayel, Makbule Gürel, Kamil Kanat, M. Kani Kahraman, Selahattin Kınalı, Ethem Doğan, Mehmet Ahla, Ali Gündoğdu, Cevdet Albayrak, Nilgün Aka, Hüseyin Yıldız, Muzaffer Büyük, Hakan Zeren, Zehra Soydan, Zafer Öztürk, Abdulkerim Baran, Arif Can, Mahmut Bilmez, Serhat Yiğit, Necat Sunar, Eylem Tuna, Bahattin Güneş, Halife Kuşdoğan, Fatma Dündar, Canan Duran, Ayhan Kaya, Nevroz Öntaş, Selim Aksu, Dilek Candan, Fazlı Pak, Bayram A. Bilgin, Şenay Balan, Yücel Özdemir, Döne Erdoğan, Murtaza Kaya, Mesude Kılıç, Öznur Taralı, Zehra Yetiş, Şebnem Pekşirin, Mehmet Algür, Atilla Kabaoğlu, Ali Güldü, A. Ekber Yıldırım, Murat Demir, Arzu Yıldırım, Makbule Sürmeli, Şükran Sever, Murat Kalenal. Ali Gûcel, Ertuğrul Karataş, Orkide Gök, Nurten Eriş, Selcan Kesgeç, Osman Baş, Emine İbiş, Nabı Kımran, Mustafa Koçak, Kasım Arı Aziz Özkan, Filiz Bilgili, Hakkı Özcan, Leyla Özkan, Nalan Özçelek, Hüseyin Altıparmak, Server Maraş, Serdar Kandı, Selma Sürücü, Özlem Doğan, Elif Bedir, Filiz Gökalp, Mustafa Sengel, Reyhan Özel, Bahri Gülsen, İrfan Güler, Taylan Kırteke, Süleyman Yasak, Semra Kardeşoğlu, Alper Taş, Feyzan Nizam, Akmel Duyu, Aydın Şenol, Füsun Altıner, Mehmet Akyol, Gazi Kutsal, Sami Eyler, Ferda Başpınar, Ersoy Soydan, Ünal Koçak, Derviş Şantekin, Turgay Yılmaz, Serda Çalışkan, C. Haluk Hepkan, İzzet Aslantay, Çetin Elmas.

Temmuz 1990

15 -16 HAZİRAN 1970’den 20 YIL SONRA: Mücadele Deneyimleri ve Yeni Olanaklar

Sayımızdaki 1 Mayıs’ın Ardından adlı yazımızı, “Yeni mücadeleler eski mücadele gelenekleri ve yeni olanaklar üstünde yükselir” diye bitirmiştik. Bu yazımızda da, işçi sınıfımızın mücadelesinde önemli bir aşamayı temsil eden 15-16 Haziran eylemlerinde ifadesini bulan işçi sınıfı mücadelesinin kimi özellikleri üstünde duracağız.
15-16 Haziran eylemlerinin üstünden tam 20 yıl geçti ve bu 20 yıl boyunca bu konuda pek çok şey yazıldı. Belki de, bu konuda söylenmemiş pek bir şey kalmadı. Ama bugün, 15-16 Haziran’dan 20 yıl sonra bile, bazı konuların tekrarlanması pahasına, anımsatmalar yapmanın gerekli olduğu düşüncesindeyiz. Çünkü sınıfın geçmiş mücadele deneyimlerinin sonraki kuşaklara taşınması iki yolla olur. Birincisi, mücadeleye doğrudan katılan yığınların kendiliğinden bir biçimde bu deneyimleri taşıması; ikincisi ve daha önemlisi ise, sınıfın hafızası olan partisinin, mücadelenin deneyimlerini Marksizm’in süzgecinden geçirerek deneyimleri sınıfa yeniden taşıması; sınıfı, mücadelenin deneyleri temelinde sürekli ve sistemli bir biçimde eğitmesiyle olur. Ne var ki, 15-16 Haziran ve onu izleyen yıllarda işçi sınıfımız bir öncüden yoksundu. Bu yüzden de bu yıllar boyunca 15-16 Haziran eylemleri ile ilgili söylenenler, bu eylemlerde DİSK bürokrasisinin rolünü abartmak ve işçi sınıfına platonik övgüler dizme ötesine geçemedi. Ancak Marksizm-Leninizm kavrayışında bir ilerleme sağlanıp, Marksist bir odağın ortaya çıkmasından sonradır ki; 15-16 Haziran eylemlerinden dersler çıkarmak, bu dersleri sınıfa mal etmek doğrultusunda adımlar atılabildi.
12 Eylül darbesi sonrasında, bir yandan sınıf içindeki M-L çalışmanın, öte yandan işçi sınıfı mücadelesinin uzun yıllar boyunca kesintiye uğraması sınıfın geçmiş mücadele deneyimleriyle bağını kendiliğinden olması gerekenin bile gerisine düşürdü. Bu yüzden de, bugün geçmiş mücadele deneyimlerinin üstünde yeniden yeniden durmak, bu mücadele deneyimlerinin derslerini cansız kalıplar içinde değil, ama mücadelenin bugün ortaya çıkardığı sorunlara ışık tutacak biçimde gündeme getirmek bir zorunluluk olarak gözükmektedir.
Bir toplumsal harekete yığınların katılımı ne ölçüde genişse -diğer koşullar aynı kalmak koşuluyla- o toplumsal harekete katılanların sınıf niteliği toplumsal harekette o ölçüde açık bir biçimde yansır. Ayrıca dostlar ve düşmanların saflaşması, doğru ile yanlışın ayırt edilmesi, mücadeleyi destekleyenlerin ya da ona karşı çıkanların tutumum ve niyetleri daha açık bir biçimde görülür. Bunun için de bütün 1960’lı yıllar boyunca süren işçi sınıfı mücadelesinin gelip dayandığı bir aşama ve gerek katılan işçi sayısının çokluğu, gerekse ortaya çıkan hareketin biçimi olarak 15-16 Haziran, sınıf hareketinin olumlu ve olumsuz yanlarının herkesçe görülecek biçimde ortaya çıktığı bir dönemeç oldu.
Her şeyden önce, 1969’un başlarından itibaren, TİP ve DİSK bürokrasisi işçilerle devrimci demokrat gençlik hareketinin bağlarını kesmek için ellerindeki her olanağı kullanmaya başlamışlardı. DİSK bürokrasisi, Türk-İş’ten aldıkları bürokratik mirası yeni akıl hocalarının yardımıyla artık iyice sağlamlaştırdıklarına kanaat getirdiklerinden, (artık devrimci demokrat çevrelerin yardımı olmadan da ayakta duracak olanağı elde etliklerini düşündüklerinden) bir yandan Türk-İş’ten DİSK’e geçerken işçilerin başvurduğu işgal gibi “yasadışı” eylemlere karşı çıkarken, bir yandan da; devrimci demokrat çevrelerin işçileri “kışkırtıp” yasadışı yollara yönelmelerini engellemeye çalışıyordu. Her şeyin “yasalar çerçevesinde”, “huzuru bozmadan” olmasını vaaz ediyorlardı. Bu tutum, “normal” koşullarda geniş işçi yığınları içinde mantıklı görünüyordu. Devrimci demokrat hareketten etkilenen kimi ileri işçiler bu tutumdan pek hoşnut kalmıyorsa da, bu hoşnutsuzluk henüz yığınları etkileyecek bir boyutta değildi. Bu yüzden de DİSK bürokrasisi, ciddi muhalefetle karşılaşmadan; bir yandan yerini sağlamlaştırırken, öte yandan da patronlar tarafından “kabul görecek” bir politikayı yerleştirme yolunda ilerliyordu.
İşte 15-16 Haziran olayları bu koşullar içinde patlak verdi. 274 sayılı Sendikalar Yasasında bir değişiklikle DİSK ve diğer çok sayıdaki bağımsız sendikayı ortadan kaldırarak, sendika tekelini Türk-İş’e vermek amacıyla yürürlüğe sokulmak istenen değişikliklere karşı çıkan DİSK, bütün öteki yollar (meclise dilekçe, CHP’li parlamenterlerle kulis, Cumhurbaşkanı’na dilekçe vb.) sonuç vermeyince, nihayet işçileri direnişe çağırdı. Ama direniş, sadece tezgâh başında iş bırakma biçiminde olacak, işçiler sokağa dökülme, ya da kırıp dökme gibi eylemlere başvurmayacaklardı. Oysa gerek işçilerin öfkesi, gerekse ülkenin içinde bulunduğu sosyal koşullar DİSK’in çizdiği çerçeveye sığmayacak kadar gelişkindi. 15 Haziran’da şalter indiren işçiler İstanbul ve İzmit’te, sokaklara çıktılar. En yakın alanlarda toplanıp kaynaşarak sorunları tartıştılar. DİSK, işyeri temsilcilerini bile kontrol edemedi. 16 Haziran ise, büyük işçi gösterisine sahne oldu. İşçiler bütün stratejik noktaları kontrol altına almış polis ve asker barikatlarını aşarak her adımda yeni katılımlarla büyüyerek ilerlediler. 16 Haziran günü K Türklerin “asker ve polise karşı gelmeyin, sizi provokatörler kışkırtıyor, onlara uymayın, işinizin başına dönün” çağrısına kimse aldırmadı. M. Belli-Kıvılcımlı çevresinin “ordunun işçi sınıfının dostu, devrimin vurucu gücü” olduğu biçimindeki öğretisine rağmen işçiler asker barikatlarını da aşarak yürüdüler. Dipçiklendiler, asker ve polis kurşunlarına hedef oldular ama bir adım geri atmadan, dağılmadan ilerlediler. Akşam saatlerinde ise, ertesi gün Taksim’de büyük gösteri için toplanmak üzere dağıldılar. Aynı gün saat 21.00’de hükümet İstanbul ve İzmit’te sıkıyönetim ilan etti. İşçi sının bir gün içinde üç ölü verdi, çok sayıda işçi, öğrenci polis ve asker kurşunlarıyla yaralandı. Ama iki önemli şeyi bu bir-iki gün içinde öğrendiler. Birincisi, DİSK bürokrasisinin, işçi sınıfının yasal sınırlan aşan eylemlerine -DİSK’i savunmakla sınırlı kalsa bile- karşı olduklarını, konuşmalarında sık sık sözünü ettikleri devrimcilik, sosyalizm gibi kavramların sadece ticaretini yaptıklarını; ikincisi ise, ordunun, devrimin bir gücü değil, düzenin baş savunucusu olduğunu. Çünkü sadece sendika seçme özgürlüğü için sokağa dökülmüşlerdi, ama her adımlarında iki güç onları engellemeye çalışmıştı: Sınıfın başında, onun önderi olduğunu iddia eden sendika ağalan ile sokak ve cadde başlarını tutmuş, silahlarını işçilere doğrultmuş ordu güçleri. Sıkıyönetim cezaevleri ve sıkıyönetim mahkemelerinde ordu ve sendika ağalarını daha da iyi tanıdılar. Cezaevinde sendika ağaları işçilerden çok farklı bir yaşam sürdü. Yemeleri, içmeleri, ziyaretçileri ve sayısız avukatlarıyla işçilerden ayrı bürokratik bir kast olduklarını adeta herkese göstermek istediler. Mahkemelerde, eylemi ve sınıfı savunmak yerine dolaylı yollarla işçilerini suçladılar, eylemin kendilerine rağmen olduğunu söyleyerek kendilerinin “aklanması” için çabaladılar. İşçiler ise, mahkemelerin ve yasaların tümüyle varolan soygun ve baskı düzenini korumak için kurulduğunu kendi öz deneyleriyle yaşadılar.
İşçilerin bu kısa süreçte gördüğü bir başka şey de, kendilerine gerçekten, çıkarsız ve dost olarak yaklaşanların devrimci demokrat gençlik kesimleri olduğuydu. Gençler, gerek gösterilerde yer alarak gerekse cezaevi ve mahkemelerde bireysel çıkar gözetmez bir tutum alarak işçi sınıfı ve onun mücadelesine yakınlıklarını gösterdiler. Elbette gençler de, ordunun devrimin gücü olduğu vb. konularda yanlış anlayışlara sahipti, ama buna karşın mücadele içinde sonuna kadar yer aldılar.
15-16 Haziran, o günlerde tartışılmaz gibi kabul gören kimi saptamaların yıkılmasının da yolunu açan bir eylem olarak, sadece işçi sının için değil, diğer sosyal katmanlar ve siyasal çevreler için de uyana oldu. 1968-1969 yılı boyunca süren, irili ufaklı direniş, grev, fabrika işgali vb. türden işçi eylemlerine karşın, siyasal gündemi belirleyen şey öğrenci gençlik eylemleriydi. 15-16 Haziranla birlikte, işçi sınıfı eylemleri gündemin başına geçti ve artık, dost-düşman her olay ve olguda işçi sınıfının ne yapacağı sorusunu gündeme getirmek zorunda kaldı. İflah olmaz cuntacı çevreler bile işçi hareketini arkalarına almak için manevralarını yoğunlaştırdılar.
O günleri yaşayanlar popüler bir kuramın bir günde nasıl tuzla buz olduğunu gördüler. Türkiye devriminin öncü gücünün “asker-sivil-aydın zümre” olduğu tezi üstüne kurulan bu kuram, orduyu, İkinci Meşrutiyet, Kurtuluş Savaşı ve 27 Mayıs’ın mirasçısı ve sürdürücüsü olarak görüyor, önümüzdeki devrim adımının da vurucu gücü olarak belirliyordu. Bu tezden kaynaklanan o günlerin popüler sloganı ise, “Ordu-Gençlik El Ele Milli Cephede”, ya da “Ordu-İşçi El Ele Milli Cephede” gibi sloganlardı. Miting ve gösterilerde polise tepki gösteren kitleler, önlem alan askerleri alkışlıyor, onlara tezahürat yapıyordu. Gösteriyi dağıtmaya çalışan subaylar alkışlanıyordu. Gençlik kesimlerine göre nispeten az olmakla birlikte aynı eğilim işçi direnişlerinde ve fabrika işgallerinde de vardı. En azından ordu, polis gibi bir hükümet gücü değil de, sınıflar üstü bir uzlaştırma gücü gibi görülüyordu. Bu yüzden de 15 Haziran ve 16 Haziran gününün ilk saatlerinde yer yer polisle çatışmalar suretken, askerler biraz geri planda kaldıklarından orduya karşı sempati çeşitli biçimlerde ifade ediliyordu, askeri birlikler görüldüğünde, “Ordu-İşçi El Ele”, “Polis gitsin asker gelsin” vb. sloganlar sık sık anlıyordu. Ama yürüyüş kolları binleri bulup da polislerin yanı sıra askerler de fiilen çatışmalara katılıp kendi saflarını açıkça belli ettiklerinde, Cuntacı kesimlerin etkinliğindeki gençlik kesimlerinin “Ordu İşçi El Ele” sloganına kimse katılmaz oldu ve bu sloganın yerini “İşçi-Gençlik El Ele” sloganı aldı. Bu kitle mücadelesinin karşısında yaşamın dayattığı bir değişiklikti ve hiç bir tartışma da böyle kısa zamanda bu radikal değişimi gerçekleştiremezdi. Elbette bu sadece bir günlük bir değişiklik de olmadı, 15-16 Haziran’ın hemen ertesinde başlayan ordu ve onun sınıflar mücadelesindeki yerine ilişkin tartışmalar büyüdü, cuntacılar ve cuntacı eğilimler devrimci demokratik kesimler içinde etkinliğini ve itibarını yitirirken, genç ve samimi devrimciler işçi sınıfına ve onun eylemlerini daha büyük bir dikkatle izlemeye başladılar. Cuntacı çevreler bile tezlerini açıkça savunamaz oldular, ama bu tezlerden tümüyle vazgeçip parlamentoculuğa savrulmaları için 12 Mart darbesini de yemeleri gerekti.
15-16 Haziran eyleminin diğer bir ilginç gelişmesi ise, 15-16 Haziran en azından somut amaçlan bakımından bir DİSK’i savunma eylemi olarak gündeme geldiği halde, Türk-İş’e bağlı işyerlerindeki işçilerin de yoğun bir biçimde eyleme katılmalarıdır. Türk-İş’in bütün engelleme çabalarına. DİSK bürokrasisinin de bu işçileri etkilemek için hiçbir gayret göstermemesine karşın Türk-İş üyesi işçiler DİSK’li sınıf kardeşleriyle birlikte sokaklara dökülüp dövüşmekten hiç de geri kalmadılar. Bu, bütün sendikal parçalanmışlığa ve her iki sendika bürokrasisinin işçileri bölme çabalarına karşın gerçekleşen bir birlikti. Aynı zamanda bu, işçi sınıfımızın birlik ve mücadele içgüdüsünün somuta çıkmasıydı.
15-16 Haziran, aynı zamanda, sendika bürokrasisinin bir yana itilerek gerçekleştirilen ilk büyük, birleşik işçi eylemiydi. Gerçi daha önce de sendika bürokrasilerine rağmen direnişler, fabrika işgaller, olmuştu, ama onlar nihayet bir işyeri ve yakın çevresini etkileyen eylemlerdi. Nitekim sonraki yıllarda da büyük işçi eylemleri bu geleneği izleyecek, ancak sendika bürokrasisi bir yana itilerek işçiler sendika ve işyeri farkı gözetmeksizin birleşip eylem yapabileceklerdi. 1979-1980 direnişleri. TARİŞ eylemi, 1989 bahar eylemleri, 1990 1 Mayıs’ı hep sendika bürokrasisi dıştalanarak gerçekleştirilebildi. Sendika ağaları ve bürokratları her seferinde işçilerin bu tutumunu, “disiplinsizlik”, “anarko-sendikalizm”, “işçi sınıfına yakışmayan, sendikayı reddetme tutumu” vb. olarak suçladılar. Çünkü sendika bürokrasisi/kendisini sendikaya özdeş tutarak, kendilerini reddetmeyi sendikayı reddetme olarak göstererek, işçi yığınlarının kafasını karıştırmayı amaçladı. Hatta çoğu zaman, bu eylemlerde sendika bürokrasisinin bir yana itilmesini, işçilerin tutumu olarak değil de, onları kandıran “anarşist” ve “goşist” çevrelerin işçileri kışkırtması sonucu olduğunu iddia etti.
15-16 Haziran’dan hemen sonra, sonraki yıllarda da daha dramatik bir biçimde yaşanacak bir olgu da hemen ortaya çıktı: İşçi sınıfımızın mücadele tarihine bakıldığında açıkça görülür ki, 15-16 Haziran eylemleri 1960’lı yıllar boyunca süren mücadelenin zirvesidir. Ve on binlerce işçi sendika bürokrasisini de biryana iterek sokaklara dökülecek kadar bir mücadele yeteneği gösterecek bir olgunluğa sahiptir. Ama sıkıyönetim ilan edilir edilmez gösteriler bıçakla kesilir gibi kesilmiştir. Sıkıyönetimden sonra birkaç işyerinde küçük direnişler olmuşsa da bunlar hemen bastırılabilmiştir. 1970’in 15-16 Haziran’ında sendikal özgürlük için sokağa dökülen işçiler 1971’in 12 Mart’ında sendikal haklar askıya alındığında hemen hiçbir şey yapmadılar, yapamadılar. 12 Eylül’ün tüm sendikal çalışmayı yasaklaması karşısında da işçilerden ciddi muhalefet gelmedi. Hâlbuki her üç durumda da işçi sınıfı hareketi hayli yüksekti, binlerce işçi ya grevde ya direnişteydi. Bu durumdan kalkarak işçi sınıfına inanmayan devrimci demokrat çevreler, işçi sınıfının öncü ve devrimin temel gücü olmadığı doğrultusundaki dünya görüşlerini destekleyen sonuçlar çıkardılar, “öncü savaş”, “kırlardan şehirleri kuşatma” vb. gibi anti-Marksist tezlerini güçlendirmeye çalıştılar. Aydın çevreler daha da ileri giderek, işçi sınıfının vefasızlığı, mücadele yeteneğinin sınırlılığı üstüne karamsar tablolar çizerek, kendi kaypak, parlamentarizme yöneliş tutumlarına gerekçeler uydurdular. Gerçekten de, ayrıntıya inmeden, salt bir işçi sınıfı edebiyatı açısından bakılırsa olguların bu saptamaları doğruladığı sanılabilir. Ama bu gerçeğin sadece bir yanı, kaba bir bakışla görünen yanıdır. Ve çoğu zaman olduğu gibi aldatıcı bir görüntüdür. Çünkü görünüş hiç bir zaman gerçeğin tamamı değildir. Görünüşün arkasındaki nedenler bilinmeden, görünüş ve gerçek arasındaki bağlantılar kavranmadan gerçek bütün yanlarıyla anlaşılmaz. Hele sosyal olaylar gibi karmaşık olaylarda bu durum çok daha önem kazanır. Sosyal hareketlilik içinde de işçiler, kendiliğinden ancak olayların görünen yanlarıyla ilgili bilgi edinirler. Örneğin 15-16 Haziran olaylarında işçilerin gördüğü; sendika ağalarının işçi sınıfının mücadeleye atılarak o anki olanaklarının bütününü kullanmasına karşı çıktığı, bu anlamıyla da mücadeleden yana değil uzlaşmadan yana bir tutum takındığı; ordunun, devrimin bir gücü değil, düzeni savunan bir güç olduğu, devrimci demokrat öğrenci gençliğin en yakın müttefiki ve destekçisi olduğudur. Ek olarak, Türk-İş çatısı altındaki işçilerin de, sendika bürokrasisinin aksini söylemesine karşın, kendileri gibi aynı işçi sınıfının bir parçası olarak mücadeleye katılabileceği gerçeğidir. 15-16 Haziran hareketinin boyutları gerçeğin ancak bu kadarının görünür olmasını sağlamıştır. Örneğin, olaylar daha yaygın bir boyut göstererek sürseydi, küçük burjuva katmanları ve köylülüğü de sürükleyerek ilerleme olanağı ortaya çıksaydı, işçiler başka müttefikleri de olduğunu görecek, karşısındaki güçlerin safları da daha açık belirleneceğinden daha çok bilgi edinme şansına sahip olacaklardı. Ama hareketin boyutları ne kadar genişlerse genişlesin sınıf yine de kendiliğinden Marksist-Leninist bir sınıf mücadelesi kavrayışına ulaşamayacaktı. Çünkü gerçek olaylar ve olgular içinde şurada şu yanını, burada bu yanını gösterecekti, ama başka yanlar ve görünüşe vuran yanlar arasındaki bağlantı hep görünmez olarak kalacaktı. İşte, görünüşle gerçek arasındaki gizli bağlantıları çözümleyip bunu sınıfa aktaracak, pratikte ortaya çıkan bilgiyi yeniden üreterek sınıfa mal edecek yetenek ve bilinç düzeyinde bir M-L odak, işçi sınıfının öncü partisi bunun için bir zorunluluktur. Biraz açmaya çalışalım: Sınıf mücadeleleri tarihi sınıf hareketlerinin bazen yükselen, bazen da alçalan bir seyir izlediğini, dahası emekçi sınıfların kendiliğinden hareketlerinin nispeten birbirinden bağımsız olarak geliştiklerini göstermektedir. Bu nedenle de, bir mücadele dönemi içinde pratiğin ortaya çıkardığı kaba görünüş bilgisinin bir süre sonra üstü başka şeylerle örtüldüğünden unutulup gittiğini, değişik emekçi sınıf katmanlarının pratik bilgilerinin kendiliğinden bütün emekçi sınıflara mal olmaktan uzak kaldığını, zaman zaman kendiliğinden ortaya çıkan emekçi sınıfların katmanları arasındaki ortaklık ve eylem birliklerinin bu bilgi aktarımında son derece yetersiz kaldığını tarihi bir gerçek olarak biliyoruz İşte burada işçi sınıfı partisinin sınıflar mücadelesindeki rolü kendisini açıkça ortaya koyar: Bu rol, pratik sınıf mücadelesinin ortaya çıkardığı görünür gerçeklerden kalkarak, görünür gerçeğin arkasındaki nedenleri açıklamak, olay ve olguların birbiriyle bağlantılarını sergilemek, ortaya çıkan gerçeklerin mücadelenin başka alanlarında ve başka safhalarında ortaya çıkan gerçeklerle ilişkisini gerçeğin bütününü sınıfa aktaracak mekanizma ve araçları yaratmak; kısaca, sınıfın bilincini siyasal bilinç düzeyine çıkarmak için gerekli tüm faaliyeti eksiksiz yerine getirmek ayrı ayrı yürüyen değişik emekçi sınıf mücadelelerini birleştirip tek bir hedefe, siyasal iktidar hedefine yöneltmek olarak ortaya çıkar. Yani öncü, sınıfın hem geçmiş mücadele deneyimlerini taşıyan hafızası, hem de bilgi yapıcı beyni olmak durumundadır. Bu yüzden de, öncüsü olmayan sınıf hafızasız, bügi üretme yeteneğinden yoksun bir sınıftır. Tıpkı, kendisinden önceki kuşakların pratiklerini taşımayan, düşüncesi gelişmemiş, bütün bilgisi kendi duyumları ve deneyleriyle sınırlı ilkel bir insan gibidir öncüye sahip olmayan sınıf. Olup bitenler hakkındaki bilgileri yüzeysel, eylemleri ise bir tutarlılıktan yoksundur. Buna bir de değişik burjuva ve küçük-burjuva odaklarının sınıfın mücadelesini saptırma çabalan eklenirse, sınıfın kendi çıkartan doğrultusunda davranmasının güçlüğü daha da anlaşılır olur.
15-16 Hazirana gelen süreçte ve sonrasında işçi sınıfımız bir öncüden bütünüyle yoksundu. Üstelik de değişik burjuva eğilimler tarafından etkilenerek yolundan saptırılmaya çalışılıyordu. İşçi sendikaları bile burjuva sendikacılık akımlarının bürokratlarınca yönetiliyor ve denetleniyordu. Kendi deneylerinden edindikleri bilgiler bile bu burjuva sendikacılık akımları ve burjuva siyasi partilerin sınıf içindeki uzantılarınca çarpıtılıp sınıfa aktarıldığından, öğrendikleri ilkel bilgilerin bile üstü örtülüyordu. Bu yüzden de, 15-16 Haziran’da ordunun hangi safta olduğunu gördüğü halde, 12 Mart darbesinde işçiler AP’ye karşı bir darbe olarak lanse edilmesinden etkileniyor, daha baştan ona karşı çıkma şansını yitiriyordu. Ayrıca, sınıfın tek genel örgüt biçimi olan sendikaların Cunta’ya selama geçtiği göz önüne alınırsa sınıfın yapabileceği çok şeyin olmadığı daha iyi anlaşılır. Açıktır ki, o günkü koşullarda sınıf gerçek bir öncüye sahip olsaydı 15-16 Haziran iki günlük, Kocaeli ve İstanbul işçileriyle sınırlı bir gösteri olarak kalmayacak, öncü ülkenin her yanındaki işçiler başta olmak üzere, tüm emekçi sınıf ve tabakalan değişik biçimlerde mücadeleye çekerek hareketin boyutlarını engellenemez bir düzeye çıkarabilecek olanaklar ortaya çıkarabilirdi. Bu durumda da, ne sıkıyönetim ne de başka bir güç mücadeleyi engelleyebilirdi. En azından sınıf hareketi kesilmez, başka güçlerin mücadeleye çekilmesiyle sürebilirdi. Tabii ki, bunlar bir varsayım ve ama sınıfın mücadele için taşıdığı olanaklar göz önüne alındığında en azından olanak olarak varlığı da kuşku götürmez varsayımlardır.
Bugün bile kimi çevrelerin spekülasyonunu yaptığı, 12 Eylül darbesiyle işçi ve öteki emekçi sınıf hareketinin birden kesilmesinin nedeni de çok farklı değildir. Gerçi 12 Eylül öncesinde sınıfa yönelik Marksist bir çalışmanın varlığı önceki döneme göre bir farklılıktır, ama sadece Marksist bir öncünün oluşmuş olması ve sınıfa yönelik bir çabaya girmiş olması yetmezdi. Aynı zamanda sınıf ve öncünün birleşmiş olması, sınıfın siyasal bilinç düzeyinin asgari de olsa bir yeterliliğe ulaşmış olması gerekirdi. Yani, potansiyel olarak öncülük özelliklerini taşıyan partinin bu potansiyeli az-çok gerçekleştirmiş, sınıfı harekete geçirerek mekanizmaları yaratmış olması gerekirdi. Ne var ki, 12 Eylül öncesi henüz bunlar yaratılmamıştı. Bu yüzden de, sendikaları bile tümüyle yasaklanan sınıf, örgütsüz bir kalabalık olarak ortada kaldı. Böylece Marksizm’in bir öngörüsü dramatik bir biçimde doğrulandı: “Örgütsüz yığınlar hiçbir şeydir.”
Demek ki; gerçekte, ne işçi sınıfımız haklarını “koparıp almadığı” için darbeler ve cuntalar karşısında gereği gibi tutum almakta isteksizdir, ne de Marksizm’in sınıfta gördüğü değerlerden yoksundur. Tersine işçi sınıfımız, bütün dünyadaki sınıf kardeşleriyle aynı nitelikleri taşımaktadır. Ama uzun zaman öncüden yoksun olmanın, öncünün ortaya çıkmasından sonra da, öncü ile arasındaki ilişkinin yeterli bir düzeyde olmamasının, öncünün sınıfı eğitip örgütleyip seferber edecek mekanizmaları yaratamamış olmasının zaaflarını taşımıştır.
Yukarda söylenenlerin daha anlaşılır olması için sorunun bir yanına daha değinmek gerekiyor Çok tekrar edilen ünlü bir Marksist önermeye, “işçi sınıfı kendi deneyimleri temelinde eğitilir” önermesine değinmek gerekiyor.
Hiç kuşkusuz bu önermeden en başta anlaşılması gereken, işçi sınıfının eğitiminin, amfilerde ya da salonlarda toplanarak, ya da işçi yığınlarına kitap okutarak yapılamayacağıdır. Elbette eğitimin bir parçası olarak, salonlarda konferanslar, seminerler vb. düzenlemek, kitap okumayı teşvik etmek reddedilemez. Ama sınıfın asıl eğitimi, canlı pratik içinde yapılan eğitimdir. Esas olan mücadeleye arılan yığınların, her günkü mücadele içinde ekonomik ve siyasal düzenin teşhirini gereği gibi, sistemli ve sürekli olarak yapabilmek, mücadelenin ortaya çıkardığı sorunları çözümleyerek sınıfın yürümesi gereken yolu doğru olarak belirleyebilmektir. Yığınların giriştikleri mücadelenin amaçlarını herkesin anlayacağı bir açıklıkla ortaya koymak, mücadele içinde dostlarını düşmanlarını tanımasını sağlamaktır. 15-16 Haziran örneğinde olduğu gibi, işçilerin karşısına çıkan askeri güçlerin karşı saflarda olduğunu göstermek yetmez -işçiler zaten bunu o günkü pratik içinde görüyorlar- ordunun ekonomik ve siyasal düzenle ilişkisini, sıkıyönetim ve cuntaların amaçlanın, erler ve yönetici subay kastının toplumsal konumlarını, sınıfı yanlış yönlendiren burjuva ordu tahlillerini, ordu ile başa çıkmak için alınması gereken tutum vb. açıklayan bir propaganda ve ajitasyon yürütmek, ortaya çıkan her yeni durumda ajitasyonun kapsamım ve derinliğini artırarak sürdürmek zorunlu olmaktadır. Üstelik bu ajitasyonun belirli çevrelerle sınırlı kalmaması, sınıfın en geri kesimlerini de içine alacak biçimde geniş, en karmaşık teorik konulan içerecek kadar da derin olması (anlaşılmaz ve akademik bir üslupla değil, herkesçe anlaşılacak kadar açık) gerekmektedir. Bunu başarmanın yolu ise, ajitasyonun en geniş kesimlere ulaşacağı mekanizmaları yaratmak ve ajitasyon araçlarını yaratıcı bir biçimde çeşitlendirmekten geçmektedir. İşçi sınıfının mücadele tarihi bunun nasıl gerçekleştirilebileceğini açıkça göstermektedir.
Bugün de, işçi sınıfı hareketi, 1960’ların ve 1970’lerin sonunda olduğu gibi sınırsız olanaklar sunarak yükselişini sürdürmektedir. Her zaman ve yerde olduğu gibi bu yükseliş nispeten büyük yükselişler ve alçalışlarla sürmektedir, ama esas doğrultusu yükselme yönündedir. Bu da sınıfla bağ kurma ve sınıf hareketine müdahale olanakları artırmaktadır. Ama öte yandan, 15-16 Haziran ve sonraki dönemlerle ilgili sözünü ettiğimiz zaafların en önemlilerinin de henüz bütünüyle aşılmadığı gözlenmektedir. Gerçi, reformcu ve revizyonist çevrelerin, küçük burjuva eğilimlerin sınıf içinde eski itibarı kalmamış, özellikle Türk-İş içinde, üst bürokrasi ile, tabanda yer alan dürüst sendikacılar ve işyeri sendika temsilcileri arasındaki çelişmeler, (sendika üst bürokrasilerinin dışlanmasına varan çelişmeler) sınıf hareketi için yeni olanaklar sunmakladır, dahası sınıfın öncüsü geçmiş deneyimlerinden çıkardığı derslerle bugün her zamankinden daha çok, sınıfla birleşecek bir konum kazanmış, gerek her koşul altında yürütülebilecek bir ajitasyon faaliyeti, gerekse sınıfa yöneliş ve sınıfın sorunlarına yakınlık bakımından geçmişte olduğundan daha ileridir. Ama sınıfla birleşen mekanizmalar ve sınıfı seferber edecek örgüt biçimlerinin geliştirilmesinin henüz çok başındadır. Bu yüzden de, yeni 15-16 Haziran sonralarının, yeni 12 Mart ve 12 Eylül sonralarının yaşanmaması, sınıflar mücadelesinin bugün sunduğu olanakların değerlendirilmesine, öncünün görevini layıkıyla yapar bir duruma gelmesine bağlıdır dersek, gerçeğin en önemli yanını ifade etmiş oluruz.
Gerek 1990 1 Mayıs’ıyla ilgili gelişmelerin, gerekse geçmiş mücadele deneyimlerinin açıkça gösterdiği gibi, doğru sloganlar öne sürüldüğünde sınıf bunlara sahip çıkmakta tereddüt göstermemektedir. Bu ise sınıfla birleşmenin, sınıf hareketinin doğrultusunu etkilemenin biricik yoludur. Görünen odur ki; işçi sınıfımız devrimci proleter politikaları benimsemek için bugün geçmiştekinden çok daha hazırdır. Yeter ki, geçmiş mücadele deneyimlerinin olumlu yanlan geliştirilebilsin, mücadelenin sunduğu yeni olanaklar gereği gibi değerlendirilebilsin.
15-16 Haziran, 19601ar boyunca süren mücadelenin; 1980 TARİŞ direnişi ise 1970’ler boyunca süren mücadelenin zirvesini simgeliyordu. Bugün yeni bir yükseliş içine giren işçi sınıfı ve diğer emekçi sınıfların hareketi henüz zirvesine varmadı, ama daha zirveye varmadan geçmiştekilere göre yeni olanaklar bakımından çok daha zengin gözükmektedir. Geçmişten farklılık, sadece öncünün daha ileri bir düzeyde bulunması ve sınıfın devrimci proleter politikalara daha açık olmasıyla da sınırlı değildir. Bunların yanı sıra, mücadelenin ileri atılışına dayanak teşkil edebilecek yeni örgüt biçimleri de ortaya çıkmaktadır. 1 Mayıs öncesinde ortaya çıkan İstanbul Sendika Şubeleri Platformu ve son günlerde İzmit’te ortaya çıkan benzer bir sendika platformu, hem sendikaları dıştalamayan, ama sendikal mücadelenin gelişmesine ayak bağı olan Türk-İş üst bürokrasisini dıştalayan yeni bir mücadele merkezi özelliği göstermektedir. Hiç kuşkusuz bu merkezlerin pek çok zaafları vardır ve bu zaaflarını aştığı ölçüde de sınıfla olan bağları ciddi bir anlam kazanacaktır. Ama yığın hareketi içinde doğan bu türden yeni örgüt biçimleri ilk doğuşlarında her zaman ilkel biçimleriyle ortaya çıkarlar ve bir yandan sınıf mücadelesinin pratiği içinde öte yandan kendi içlerinde yaşadıkları bir mücadele ile mükemmelleşirler. Kuşkusuz bu ülkemizde de böyle olacaktır. Ya bu yeni örgütler mücadelede başarıyla yer alacak, ya da süreç içinde mücadelenin dışına düşerek işlevsizleşip yozlaşacaklardır. Gelişmenin olumlu olması ise bu örgütlerde devrimci politikaların egemen olmasıyla yakından ilgilidir.
1960’lardan, 1970’lerden geçerek bugüne gelen işçi sınıfı mücadelesi, yenilgileriyle, zaaflarıyla, başarı ve sunduğu olanaklarla bugün 15-16 Haziran’ı aşacak, o gün ortaya çıkan zaafları eskimiş bir tarih yapacak potansiyele sahiptir. Artık o zaman her yıldönümünde 15-16 Haziran üstüne dergilerde yazı yayınlamaya gerek kalmayacaktır.

Temmuz 1990

Yeni Bir Oluşum: Kocaeli Sendikalar Birliği

İşçi bölgesi Kocaeli’nde Türk-İş ve Hak-İş Konfederasyonlarına bağlı sendikalar ile bağımsız sendikaların merkez ve şubeleri bir araya gelerek, işçi sınıfının acilleşen sorunlarına sahip çıkabilmek amacıyla KOCAELİ SENDİKALAR BİRLİĞİ’ni kurdular.
Bu dönemde:
* Tek Gıda-İş Sendikası’nın yetkili bulunduğu Pakmaya fabrikası, toplu sözleşme görüşmeleri grev aşamasına geldiği sırada kapatılarak 357 işçi işten atılmıştı. Yine Türkkablo’da 15, Solventaş’da 9, İhsaniye Belediyesi’nde 7, Maga Deri’de 19, Koruma Tarım’da, 9 işçinin işine son verilmişti.
* Aşağıdaki tabloda görüldüğü gibi 4500’e yakın işçi grevdeydi. Birçok işyerinde toplu sözleşme görüşmeleri tıkanma noktasındaydı, başka bir çok işyerinde de toplu sözleşme dönemi yaklaşıyordu.
* Devlet valilik eliyle, işçi sınıfının eylemliğine saldın amacıyla İşçi Hareketlerini İzleme Komitesi adı altında bir kurum oluşturmuştu.

İşyeri         Sendikası     İşçi sayısı     Başlangıç tarihi
Ansa        Laspetkim İş    133        17.4.1989
Goodyear    Laspetkim İş    1850        10.3.1990
Pireli        Laspetkim İş    779        02.4.1990
Brisa        Laspetkim İş    1250        22.4.1990
Eternit        Çimse İş    360        19.4.1990
Panço        Tek Gıda İş    59        21.3.1990
Lever        Petrol İş    1000        01.6.1990

İşte bu koşullar altında sermayenin ve faşizmin birleşik saldırılarına karşı sınıfın birleştirilmesi üzerinde görüş birliğine varan sendikalar bir araya geldiler. Selüloz-İş genel Merkezi ile Kocaeli’ndeki diğer sendika şubeleri ve temsilciliklerinden oluşan Kocaeli Sendikalar Birliği, devam eden grevlerle dayanışmak, işten atılmalara karşı mücadele etmek, devam eden ve başlayacak olan toplu sözleşme görüşmelerinde işçi tarafına güç vermek ve ayrıca hızlanan enflasyon, artan işsizlik ve anti-demokratik yasalara karşı birlikte mücadele etmek amacını önüne koymuştur.
Kocaeli Sendikalar Birliği, bu yapılanmanın örgütlülüğünün güçlendirilmesi ve sürekli kılınması amacıyla girişimci sendikaların yönetim, denetim ve disiplin kurulu üyeleri ile işyeri baş-temsilci ve temsilcilerinden oluşan ve altı ayda bir toplanması öngörülen bir TEMSİLCİLER KURULU oluşturulmuştur. Ayrıca işçi sorunlarının görüşülerek alınan kararların yaşama geçirilmesi için bölgedeki sendika başkanlarının ayda bir toplanmasına karar vermiştir.
Sendikalar Birliği, önüne çeşitli faaliyetler örgütlenme ve kampanyalar yürütme görevleri koymuş, bunun bir parçası olar 23 Haziran günü gündemine işçi sınıfının acilleşen taleplerini koyan bir miting düzenlemiştir. Henüz çok somut bir sonuç alınmamakla birlikte, bu örgütlülüğün içine Bursa ve Sakarya’daki sendikaların katılması için bir çaba söz konusudur.
Bundan bir önceki sayımızda (20. sayı) yapılan 1 Mayıs değerlendirmesinin sonunda “1 Mayıs 1990’ın önemli kazançlarından birisi de, İstanbul Sendika Şubeleri Platformudur” şeklinde bir vurgu yapılmıştı. 1 Mayıs’ın kutlanması gereği ve Türk-İş yönetimin olumsuz tavrına karşılık mücadelenin ihtiyaçları böyle bir mücadele merkezi yaratmıştır. Bundan bir süre sonra oluşan Kocaeli Sendikalar Birliği, farklılıklarıyla birlikte benzer bir oluşum olarak doğmuştur. İşçi sınıfının somut istemleri üzerinde birleşmesi gerektiği zemininden doğan yeni, bu bakımdan henüz tam oturmamış bir oluşum olarak Kocaeli Sendikalar Birliği Türk-İş yönetiminin sınıfın sorunları temelinde bir faaliyet yürütmemesi, dahası da bu türden çaba ve oluşumların karşısına geçmesi oluşumu zorunlu kılmıştır.
Bu birlik,- genel olarak olumludur. Türk-İş’in inisiyatifi dışında, Türk-İş bürokrasisinin alanı dışında şekillenmiştir. Bundandır ki, Türk-İş yönetimi bu oluşumdan hoşnut kalmamış, İzmit mitingine de katılmamıştır. Türk-İş’in işçi eylemlerini boğma çizgisinden bir kopuşu ve fazla yüksek sesle ifade edilmese de bir karşı çıkışı ifade eden birlik, bölgede kurulu bütün sendikalardan oluşmuş olması bakımından işçi sınıfını ortak bir platform temelinde birleştirme ve harekete geçirme potansiyeline sahiptir. Böylelikle, sendika ağalarının farklı sendikalardaki işçileri bölerek sınıfı adeta sendikalar arası mücadele platformuna çekme amacına karşı bir işlev görebilir.
Bu öngörülerin öngörü olmaktan çıkıp gerçeklik kazanabilmesi için Türk-İş yönetimine karşı tutumun daha da belirginleştirilmesi, örgütlülüğün bütün işçi tabanına yayılması ve böylelikle işçilerin katılımının ve denetiminin sağlanması gerekir. Bütün bunlardan oluşturulan birliğin yeni bir mücadele merkezi olma potansiyeli taşıdığı sonucu çıkarılabilir.
Bitirirken, Marksizm’in mücadele ve örgüt biçimlerinin doğusuyla ilgili yaklaşımın hatırlatılmasında yarar var: Çok yönlü ilişki ve çatışmaların etkisi altında şekillenen mücadele ve örgüt biçimleri hareketin içinden ilkel biçimleriyle rüşeym halinde uç verirler. Yoksa kafada yaratılanının, öznenin öngörüsünün sınıfa empozesi ile hayata uygun mücadele ve örgüt biçimleri yaratılamaz. Marksistler açısından önemli olan şudur ki; onlar uç veren bu ilkel biçimleri genelleştirirler ve bilinçlendirirler. Bunun için de, kendiliğindencilik tehlikesinden kendilerini koruyarak, sınıf hareketini ciddi ve dikkatli bir gözleme tabi tutmaları zorunluluktur.

Kocaeli Sendikalar Birliği’nin BASIN AÇIKLAMASI
1-TÜRK-İŞ (Türkiye İşçi Sendikaları Konfederasyonu) yöneticileri yukarıda belirlenen sorunlar karşısında daha aktif ve özellikle tabandaki işçilerin istem ve eylemlerine sahip çıkacak bir tavır içinde olmalıdırlar.
2-Kocaeli bölgesinde Pakmaya’da Toplu İş sözleşmesinin son aşamasında işyerinin kapatılarak 357, Türkablo’da 15, Solventaş’da 9, İhsaniye Belediyesi’nde 7, Maga Deri’de 19 ve Koruma Tarım’da 9 işçinin işten atılması gibi işçi kıyımları önlenmelidir.
Ansa’da 14 ay, Lastik Fabrikalarında 3 ay, Eternit ve Çimento’da 45 gün Panço’da 3 ay ve Lever’de 1 haftadan beri süregelen grevler işçinin istemleri doğrultusunda sonuçlandırılmalıdır.
Devam eden Toplu İş Sözleşmesi görüşmelerinde İşverenlerin* olumsuz tavırlarının kırılarak günün koşullarına uygun Toptu İş Sözleşmeleri bağıtlanmalıdır.
3- Bölgemizde oluşturulduğunu basından öğrendiğimiz İşçi Hareketlerini İzleme Komitesi yukarıda belirttiğimiz grev ve eylemlerde sadece işçilerin değil, işverenleri de izleyerek onların yasa dışı eylem ve uygulamalarını önlemelidir.
4- Üretimde işçilik maliyetini gereksiz yere yükselten Tasarruf Fonu ve Toplu Konut Fonu kesintileri kaldırılmalı; yapılan kesintiler hak sahibi çalışanlara iade edilmelidir. Yüksek Vergi Oranı ve SSK Primleri oranı düşürülmelidir.
5- Başta Anayasa olmak üzere 1475, 2821-2822’ve benzeri yasalardaki işçi hak ve özgürlüklerini kısıtlayan ve çağdaş demokrasiye aykırı olan hükümler kaldırılmalı ve demokrasinin tam ve eksiksiz uygulanması sağlanmalıdır.
6- Bütün bu kararların hayata geçirilmesi için Kamuoyuna bir bildiri ile duyuru yapılmasına, 23 Haziran 1990 tarihinde etkili bir miting düzenlenmesine, Kocaeli’nde kurulu tüm sendika işyeri baş-temsilcileri ile temsilcilerinin katılacağı bir toplantı düzenlenmesine.
Ülkemizin ve bölgemizdeki işçi sorunlarının görüşülmesine ve alınan kararların yaşama geçirilmesi için bölgemizdeki sendika başkanlarının her ayın ilk Pazartesi günü Selüloz-İş Sendikası Genel Merkezinde toplanmasına oy birliği ile karar verilmiştir.
4.6.1990
Fikri Karakadılar Selüloz İş, İzzet Çetin Harb İş, Nejdet Ersin Otomobil İş, Mahmut Taşdemir Türk Metal, Nuri Teke Özdemir İş, Hasan Batı Çimse İş, Orhan Demirer Selüloz İş, Kadir Uzun Çelik İş, Halil Güloğlu Tek Gıda İş, Mustafa Çağdaş Özdemir İş, Ziya Yılmaz Otomobil İş, Çemal Simliova Kristal İş, Mustafa Karahan Çelik İş, Mehmet Güray Petrol İş, Kerim Düzlü Tek Gıda İş, Atilla İlmian Laspetkim İş, Ergin Alşan Selüloz İş, Muzaffer Gürkan Petrol İş, Mithat Sarı G. Sekreter, S. Kahraman Özdemir İş, Halil Özer Deri İş

İzmit’teki Sendikacıların Ortak ifadesi:
“GENERALLER DÜDÜK ÇALINCA, ORTALIK SÜT LİMAN OLMASIN”
Görüştüğümüz ve çeşitli yerlerde dinlediğimiz sendikacılar, 12 Eylül sabahıyla birlikte sınıfın ve sendikaların susmuş olmasını kabul edilemez gördüklerini ifade ettiler. Selüloz-İş Genel Başkanı Fikri Karakadılar düşüncelerini “Biz düdük çalarız ve işçiler o gün evlerinden çıkmazlar” şeklinde bir cümle ile ifade etti.
Sendikalar Birliği’nin oluşumu ve mitingin değerlendirilmesi konusunda bazı sendikacıların görüşlerini aldık. Bazı aksaklıklardan dolayı, birlik içinde yer alan bütün sendikaların temsilcileri ile görüşmek mümkün olmadı. Açıklanan görüşlerde, bu birlikten önemli sonuçların beklendiği gibi bir sonucun yanı sıra, Türk-İş yönetimine karşı yöneltilen eleştirilerin dikkatliliği çarpıcıydı.
Çeşitli sendika yöneticilerinin yaptığı sözlü anıklamaları kısaltarak yayınlıyoruz.
Selüloz-İş Genel Sekreteri MİTHAT SARI:
Miting, gerçekte, işçilerin ve sendikaların bundan böyle alanlardan kopmayacağı mesajını vermiştir. Burası yoğun bir işçi bölgesi olmasına rağmen kanlım beklediğimiz düzeyde gerçekleşmedi. İşçiler katılımda duyarsızlık gösterdi. Yine de miting amacına ulaşmıştır.
Bölgedeki yoğun işçi çıkarmaları, grev aşamasına gelen işyerlerinin kapatılması, uzayan grevlerde işverenlerin sorunu çözmeye yanaşmayıp işyerlerini kapatmaya yönelmeleri, yasalardan doğan sorunların özgür toplu pazarlığı engellemesi, birçok işkolunda ve işyerindeki grev yasağı ve ertelemeleri, genelde tüm çalışanların sıkıntıları bizi Sendikalar Birliği’ni yaratmaya zorladı… Ayrım yapmadan Türk-İş ve Hak-İş Federasyonları ile bağımsız sendikaları mitinge resmen davet ettik. Şu mesajı vermek istedik: Sendikal birliğin yaşaması için işçileri (Sendikalarla) ayrı ayn kamplara bölerek işçi aidatlarıyla geçinen sendika ağalığı zihniyetini kaldıralım. Mesaj, bölgesel planda tuttu. Türk-İş bünyesindeki sendikacılar ve işçiler bu oluşuma katıldı. Ama Türk-İş geri durdu, bilemiyorum. Türk-İş yönetiminin mitinge katılmayışı bizce yanlış fakat Hak-İş Genel başkam işçileriyle birlikte katıldı. Bunu bir aşama olarak kabul ediyoruz. Türkiye’de artık, işçi sınıfının önüne engel olarak çıkan sendika ağalığını kaldırıp işyeri komiteleri, işyeri temsilciliği ve yöneticiler olarak genel yönetimlere gelenler amatör-işçi ruhunu kaybetmeden işçiye hizmet edilebilir.
Sendikal birlik tüm yurda yayıl-malı, tüm bölgelerde hayata geçirilmeli. Artık bu birlikten korkan ve katılmayanlar rahatsız olmalı. Ve terk edip gitmeliler. İşçi, tabandan üretimden gelen gücü ile sendikacıya yardımcı olmalı. Yoksa sendikacının elinde sihirli değnek yok. İşçi henüz sessiz, ağalar da işçinin suskunluğundan faydalanıyor, işçi bugünkü yasalarla yaptığı grevlerle hedefine varamıyor. Demokratik sistemin olmadığı bu ortamda, işçi özgür toplu bir pazarlık yapamıyor. Bu durumda işçi sınıfı üretimden gelen gücünü kullanmalı. Genel grev sloganının atılmasını böyle yorumlaman. Şimdi Sendikalar Birliği olarak bir değerlendirme yapmamız ve önümüzdeki görevleri saptamamız gerekiyor.
Laspektim-İş Kocaeli Şube Başkanı Atilla İlmian
Bundan iki yıl önce birlik yönündeki girişimimiz genel merkezlerin talimatıyla dağıtılmıştı. Pakmaya’nın kapatılması gündeme gelince, Selüloz-İş genel merkezinde toplanarak sorunlarımızı tartıştık. Ara verilmeksizin günlerce süren toplantılarda isçileri birleştirmek, eldeki potansiyeli harekete geçirmek için kararlar alındı. Miting bu kararlardan biridir. Bir tek mitingle problemlerin çözüleceğine inanmıyoruz ama miting ilk adım oldu. Bugün grevde yüz gününü doldurmuş lastik işçileri var. Bunlarla dayanışma söz konusu. Miting ertesinde tabandan gelen sesler doğrultusunda grevdeki tüm işçiler için destek kampanyası açılacak. Biz toplu iş sözleşmesi döneminde, faaliyeti, tabandan kurduğumuz işyeri komiteleri ile yürüttük. Halen faal olan işyeri komitelerimiz var. Greve çıktığı günlerde Pirelli ve Brissa (Lassa)’da toplu iş sözleşmesinin uygulanmadığını gören isçiler yemekhanede 5 günlük oturma eylemi yaptılar.
Türk-İş’in mitinge katılmama kararı bizim için sürpriz olmadı. Türk-İş yönetimi, kendini sınıfın sorunlarından soyutlamıştır. Durum bunun ifadesidir.
Bu sendikal oluşum yaygınlaştırılacak. Adapazarı ve Bursa’da da bu yönde çabalar var. Onlarla toplantılarımız olacak.
Biz, Türk-İş’tir, Hak-İş’tir gibi işçileri sendikalarına göre ayırma amacı gütmedik. Sınıfın Birliği mutlaka sağlanmalıdır. Ama bu sağlanırken demokratik bir zemin şarttır. 12 Eylül’den bu güne kadar bu zemin bulunamadı. Sınıfın Birliği derken biz, mücadele birliğinden söz ediyoruz. Mutlak Türk-İş’te birlik gibi bir anlayış taşımıyoruz. Mitinge gelince, miting öncesi geniş bir çalışma yapıldı, fakat bu çalışmaya göre katılımı yeterli bulmadım.
Doğru, genel grev sloganı mitingde çok öne çıktı. Bu, tabandan gelen sesin ifadesidir. Sadece ekonomik haklar için değil, demokrasi pazarlığının bir parçası olarak bu slogan öne çıkmaktadır.
Çelik-İş Kocaeli Şube Başkanı Kadir Uzun
Ortak sorunlarımız birliği gerektiriyordu. Toplu sözleşme görüşmelerine güç verebilmek, işçi hak ve özgürlüklerini savunabilmek, grevler önündeki engelleri kaldırabilmek için, birliğimiz doğdu. Sesimizi duyurabilmek için de bir miting yaptık. İşçi atılmalarına, haksız işyeri kapatmalarına karşı mücadele edeceğiz. 100 binin üzerindeki işçiyi harekete geçirmeyi hedefliyoruz.
Tavrımız Türk-İş’i aşmaya çalışmak değil. Türk-İş’i eylem platformumuza çekmeye, belirli bir yere getirmeye çalışıyoruz. Türk-İş buna karşı çıktığında onu aşmak zorunda kalabiliriz. Bu arada İstanbul Şubeler Platformuyla eşgüdüm içinde olmayı düşünüyoruz. Bursa ve Adapazarı’ndaki işçileri de bu birliğe katmaya çalışıyoruz. Türk-Metal yönetiminin olumsuz tavrına rağmen, bu şehirlerden 500-600 işçi mitinge katıldı. Mitingimiz başarılı bir ilk adımdır. İlerde daha yüksek katılımlar gerçekleşecek.
Türk-İş, mitinge katılmayarak işçileri bölmek istiyor. Böyle bir birliğin koltuklarını sarsacağını bildiklerinden bu tavrı sergiliyorlar.
Mitingde atılan genel grev sloganı 80’den sonra işçinin belli bir düzeye gelişinin ifadesidir.
Otomobil-İş Kocaeli Şube Başkanı Necdet Ersin
Bu birliği oluşturarak ve miting yaparak “Uyuyan Dev”i harekete geçirdik.
Türk-İş yönetimi mitinge katılmama karan aldı, biliyoruz. Fakat inanıyoruz ki, bu birlikler ve eylemler yaygınlaştığı, tüm işçi sınıfını kapsadığı ölçüde tavırlarını değiştirecek, katılacak ve eylemin önüne geçmek zorunda kalacaklardır. Bahar Eylemlerinde olduğu gibi, hedefimiz mücadele birliği, eylem birliği diyoruz. Otomobil-İş olarak, iş kolunda tek bir sendikada birlik, bütün sendikalar için ortak bir konfederasyon altında birlik; hedefimiz bu… Bu da çok kolay değil. Biz Otomobil-İş Genel Kurulu’nda Türk-İş’e karılmaya oybirliği ile karar verdik, fakat gerçekleşmedi.
Amacımız yönetimleri aşmak değil, iş yapabilir duruma getirmek. Bu hareket yönetimlerin ötesine geçmek değil, onları harekete geçirmek amacında.
Mitingimiz bazı aksaklıklar taşısa da mükemmeldi. Katılım beklediğimiz gibi oldu. Mitingde “Genel Grev” sloganının öne çıkması kadar doğal bir şey olamaz. Artık ferdi, tek tek işyerleriyle sınırlı eylemlerle büyük başarılara ulaşılamayacağını anlayan işçilerimiz, sorunlarını çözmede “Genel Grev”in etkili olacağını düşünüyorlar. Genel grevi ekonomik hakların ötesinde demokrasi açısından, ülkenin demokratikleşmesi, yasaların demokratikleşmesi ve Anayasanın değiştirilmesi açısından düşünüyorum. Genel Grev ekonomik ve demokratik haklarımız için gerçekten zorunlu.
Bizim birliğimize benzer bir örgütlenme İstanbul’da var. Biz Bursa ve Sakarya’ya gittik. Onları henüz fazla istekli görmedik. Fakat buradaki hareketin onlara yansımaması için hiç bir neden yok. Onlar da işçi sınıfından insanlar, eğer değillerse işçi sınıfı kendisine gerçekten layık önderlerini yaratacaktır.
Tabanı harekete geçirmek için yasal engellere rağmen işyeri temsilciliklerimiz çaba gösteriyorlar. Oluşturduğumuz Toplu Sözleşme Komitelerini daimileştiriyoruz.
İşçi sınıfının durumunu göz önünde tutarak, onları ürkütmeden işçi sınıfının ekonomik mücadelesinin siyasi mücadele ile birleştirilmesine kesinlikle inanıyorum.
İstanbul Sendika Şubeleri Platformu İçinde Yer Alan Sendikacılar Kocaeli Sendikalar Birliği’ni Değerlendirdiler.
Deri-İş Beyoğlu Şube Başkanı Erdal Demirkan
Kocaeli Bölgesinde atılan bu adım olumludur. Türk-İş üst yönetiminin yabancı olmadığımız olumsuzluğunu, eylemsizliğini devam ettirmesi karşısında Kocaeli bölgesinde doğan bu oluşum orayla sınırlı kalmayacaktır. Tabanın sıkıştırması ile tabana daha yakın ya da yakın görünen sendika şubeleri bu türden oluşumlar yaratmak zorundadırlar. Bu koşullar altında, yapacak başka bir şey yoktur. Çünkü sınıfın sıkıntıları çekilmez bir safhaya gelmiştir. Bu oluşumun zorunluluğu buradan kaynaklanıyor. Biz, İstanbul Şubeler Platformu olarak Kocaeli mitinginden önce bu arkadaşlar ile görüştük. Birlikte yapabileceklerimiz konusunda görüş alışverişinde bulunduk.
Kocaeli bölgesinde oluşan bu birliğin olumlu bir kararı da Temsilciler Kurulunun altı ayda bir toplanma kararı almış olmasıdır. Bu durumda birlik süreklilik arz eder, işlerin birlikte organizesini ve kararlar alınmasını gündeme getirir.
Temsilciler Birliğinin toplantı periyotları İstanbul için de olumlu bir örnek oldu. Onlar ile dayanışmamız ve ortak çalışma girişimlerimiz devam edecek. Aldığımız haberlere göre böyle bir oluşum yönünde İzmir’de de çalışmalar vardır.
Tümtis İstanbul Bölge Şube Sekreteri: A Rıza Küçükosmanoğlu
Her şeyden önce Türk-iş’in tavrına rağmen yirmi üç sendikanın bir araya gelmesi olumlu bir adım olarak değerlendirilmelidir. Bu birlik sınıf tabanından gelen mücadele ile nitel olarak daha iyi bir noktaya yükselebilir.
Bu birlik içinde yer alan sendikaların Türk-İş’in sarı sendikacılık anlayışına tavır alması gerekir. Eşgüdüme gelince, İstanbul Sendika Şubeler Platformu ile Kocaeli Sendikalar Birliği arasında görüşmeler yapılmıştır.
Miting öncesinde bize geldiklerinde işbirliğine hazır olduğumuzu bildirdik. Onlar da olumlu bir tavır içersindedirler. İzmit mitingine de gücümüz oranında katıldık. Fakat mitinge kanlım, İzmit’in bir işçi bölgesi olduğu göz önüne alınırsa yetersizdi.

Temmuz 1990

“Demokrat!” ve demokratizme dair

Haziran’da ilk sayısı çıkan yeni bir dergi var. Adı, Demokrat! Demokrat!’ın ilk başyazısının başlığı, “Bugün Demokrat Olmak Zor!” Demokrat’ı karşılamak amacıyla bir “hoş geldin!” diyelim, eleştirel bir yazı yazalım dedik, ama o da zor.
Devrim tercihini yazılarında ortaya koyan bir yayım henüz ilk sayısında sertçe eleştirmekten kaçınmak istiyoruz. Kaçınmak istiyoruz, çünkü üstelik bu, herhangi bir yayın değil; özellikleri var, “şimdi yeniden Demokrat!” diyor, tanıdık, bildik çevrelerce çıkarıldığı, Eylül öncesi Marksist hareketin birlikte uzunca yollar yürüdüğü yol arkadaşlarının sesini yansıtmaya giriştiği ortada. Eski yol arkadaşlarının yeni yol arkadaşları da olması istenir, çünkü onların geleneğinde devrimci bir ruh var, yani ışı-eksiği bir yanı, reformizmden kopamayan, revizyonizme bağlanan yönleri, bu iki sapkınlık ve yozluktan etkilenmeleri bir yanı, onlarda devrimci bir yönelim ve militan devrimci bir tutum da var. Eylül sonrası deneyleri iyi değildi, burada tartışmak yersiz. Olumsuzluk olumsuzluktur, mutlaka bir bedeli olacaktır, olmalıdır da. Ancak her polis-mahkeme-mahpushane her şey değildir, başka şeyler de vardır ve zaaf ve yanlışların üstesinden gelinebilir, hem de kişiler ve kişisel tutumlar, bunlar önderlik içinde yer alsalar bile belirleyici olamaz. Kuşkusuz önemlidir, genel hakkında fikir verecek faktörler arasındadır, etkilidir, geleneğin genel zaaflarının göstergelerini sağlar, ama, reformcu revizyonist etkilenmeler altında olsa da, yüz binlerce işçi, köylü, genç, öğretmen, memuru… emekçiyi devrimci bir hareketlenme içine sokmuş bir gelenek görmezden gelinemez, ne olursa olsun “bir olumsuzluktan ibaret” olarak değerlendirilemez. (Böyle bir gelenek hiçbir şey olmamış gibi, sıfırdan başlıyormuş gibi, “nerede kalmıştık?” diyerek başlayamaz yeniden, başlamamalıdır. Sert ve sağlam, bedelleri ödenmiş, kalıcı, hesaplaşması yapılmış adımlar atmak ihtiyaç halindedir. Ancak, bu, önünde sonunda onların sorunudur, başkasına, karışmak değil eleştirmek düşebilir.)
Kısacası, böyle özellikler taşıyan yeni bir yayını, devrimi güçlendirdiğini görerek hoşça karşılamak, sertçe eleştirmekten kaçınmak isterdik. Devrimi güçlendirmiyor mu, devrimci değil mi? Böyle bir yön var kuşkusuz. Çetin Uygur’un “Merhaba Proletarya” başlıklı yazısında dile getirilen işçilere ve 1 Mayıs’a yönelik tutum,
M. Pekdemir’in “Türkiye Nereye” başlıklı yazısındaki Kürtlere yönelik tutum örneğin, geliştiricidir.
Öte yandan, böyle bir yayın, bütünü açısından, dahi sert ve sağlam, devrimci militan bir yayın olmalıydı, örneğin, Gorbaçovculuktan, başlıca ondan ve Trotskizm den kaynaklanan demokratizm rüzgârından etkilenmemeli, onun önünde sürüklenmemeliydi, eski, kötü hastalık, yasalcılık aşılmış olmalıydı, bir avuç suda fırtına koparılan anti-Leninist, burjuva ve küçük burjuva demokrasisinin birlikçiliğinde olumluluk varsayılmamak aynı değil değişik güçlerle değişik, militan, devrimci bir birlikçilik öngörülmeliydi, vb. vb. Bu durumuyla Demokrat! sert eleştiriyi gereksiniyor.
Önce Demokrat’ın adı sorunu. M. Pekdemir, bu sorun üzerinde uzunca duruyor, kuşkusuz durmak gerekiyor, her şey ve olgunun içeriği, seçilmiş adında yansır çünkü.
İşçi sınıfının kurtuluşunun ilkeleri, yol ve yöntemlerinin öğretisi, sınıfın eylem kılavuzu olan Marksizm’de Marksizm Leninizm’de adını bulur. Onu bir baskı “izm”le tanımlayıp adlandırmaya çalışmak, sınıfın teorik olarak belirlenmiş ve yılların sosyal pratiğiyle doğrulanmış ilke, yol ve yöntemlerinin yadsınması anlamındadır, onun eylem kılavuzu başka bir adla adlandırılamaz. Komünizm örneğin. Sınıfsız, sömürüşüz, zorsuz toplumun, özgürlük dünyasının adıdır, onu başka bir adla atlamazsınız. Proletarya diktatörlüğü, kapitalizmde komünizme geçiş döneminin devletidir, siyasal yaşama devlete, toplumun kapitalizm sonrası örgütlenişine ilişkin konuşulurken, geçiş dönemi söz konusu edilirken, başka bir ad kullanılamaz, TBKP’Iilerin yaptıkları gibi “evrensel demokrasi” ya da Kuruçeşmecilerin yaptıkları gibi “sosyalist demokrasi” adlandırmaları, proletarya diktatörlüğünü, geçiş döneminin içeriğini bozmak ve reddetmektir.
Adcı değiliz, dünyanın adlarla açıklanabileceğini düşünmüyoruz. Kuşkusuz, adlar da gelip geçicidirler, eskirler, toplumsal koşullar değiştiği için ya da şey veya olguların özgünlüklerini, diğer şey veya olgulardan farklılık ve ayrı oluşlarını belirtmede yetersizleştikleri için değişmeleri gerekebilir. Lenin’in partisi ve Bolşevikler örnektir. Bolşevikler önceleri kendilerini sosyal demokrat olarak adlandırıyorlardı, partilerinin adı da Rus Sosyal Demokrat İşçi Partisi idi. 2. Enternasyonal’in, Kautsky ve şürekâsının ihanetinden sonra, sosyal demokrat adı Bolşevikleri döneklerden ayırmaz oldu ve Lenin’in önerisiyle partinin adı komünist olarak değiştirildi. Bu, olanaklıdır, farklı olunanlardan ayırmaya yönelik bir yeni adlandırma -bu, gerekli olduğunda, yapılmalıdır. Ama Lenin’in “sosyal demokrat” adını “komünist” ile değil de “demokrat” ile değiştirmeyi önermesi düşünülebilir miydi? Bu olanaklı mıdır?
Şeyleri ya da olguları, özellikle siyasal kategorileri, eski adları onları belirtip tanımını vermede yetersiz kaldıkça, yeni adlarla anmakta yanlışlık yoktur. Eski adlar, siyasal kategorilerin ayırıcı özelliklerini çeşitli nedenlerle ortaya koyamaz, onların başka siyasal kategorilerden farklılıklarım gösteremez, onları ayıramaz olunca, yeni adlandırmalar gerekli olur. Ama ayırmak için gerekli olur; yoksa siyasal kategorilere, onların başka kategorilerden ayrılığını, özgünlüğü ve farkım örtmek, onları başkalarından ayrılamaz kılmak için yeni adlandırmalar vahim durumlar oluşturur. Siyasal kategorilerin ortak ve benzer özelliklerini belirtmek, ayrılık değil benzerliklerini belirtmek için de adlar gerekebilir, ancak bu adlar, eğer benzer siyasal kategoriler, benzerlikleri nedeniyle yok sayılmayacaksa, oluşan ya da oluşturulan bileşik kategori lehine hala farklılıkları da var olmaya devam eden asal kategorilerden vazgeçilmeyecekse, asal kategorilerin öz adlan yerine geçirilemez.
Örnek: herhangi türden birlikler kurulabilir, eylem birlikleri, cepheler oluşturulabilir; ancak bunlar, her açıdan tam bir birleşme, örneğin bir parti içinde birleşme değilse, birlik oluşturan sınıf, parti ya da örgütler aynı zamanda kendileri olarak da var olmaya devam edeceklerdir. Ve Marksistler açısından, eğer herhangi türden birlikler içinde bağımsız varoluş, sosyalist propaganda ve ajitasyon özgürlüğü olanaklı değilse, bu tur birlikler kabul edilemez. Marksistler, içinde erimelerine yol açacak, kendilerini bağımsız olarak ortaya koyamayacakları türden birleşmeleri reddedecekleri gibi, böyle birlikler lehine ne kendi propaganda ve ajitasyon özgürlüklerinden vazgeçerler ne de kendilerini Marksistler olarak değil de, adı her neyse, oluşturulacak birliğin adıyla adlandırmayı kabullenirler.
Demokrat!, “demokratik muhalefetin birliği”ni öngörüyor, “demokratik muhalefet hareketinin birleştirici zemini oluşturma ve sözcülerinde biri olma”, Demokrat’ın, kendine biçtiği başlıca misyondur. Böyle bir birlik lehine, sınırlandırılmışlığı savunuyor, kendi kendine sınır koyuyor, bağımsız varoluşu gerekli görmüyor, birliğin oluşturulabilmesi için farklılığım belirtmekten kaçınıyor, kendisini, kendisinin değil başkalarının adıyla anmaya rıza gösteriyor: Demokrat!
Demokratlık, azınlığın egemenliği ve dikte ettiriciliğine karşı oluşun adıdır. Çeşitli sınıfsal güçler, farklı nedenlerle ve farklı içerikleriyle demokrattırlar. Feodalitenin egemenliği, dikte ettiriciliği ve baskısına karşı çıkışla da, emperyalizme ve tekellere, onun oligarşik diktatörlüğüne -bu diktatörlük “demokratik” de faşist de olabilir- karşı çıkışla da demokrat olunabilir, bunların yanı sıra kapitalist sömürü ve baskıya karşı çıkışla da. Salt siyasal demokrasi talep eden de demokrattır, bununla yetinmeyip toplumsal demokrasi talep eden de. Kuşkusuz birincisi, yetersizlikler içinde olacaktır ve tutarsız bir demokrat olmaya yazgılıdır, sömürü ve baskının yalnızca çeşitli biçimlerinden, bunların bir ya da birkaçından değil genel olarak sömürü ve baskıdan kurtuluşu talep edip hedef ve program edinmek, tutarlı demokratlığın, proleter ya da sosyalist demokratlığın ayırt edici özelliğidir. Bu nedenle, demokratlık, birleştirici bir ortak Özelliktir. Proletarya, bilinçli proleterler olarak Marksistler, “demokrat” tanımıyla kendilerini ifade edemezler. Demokratlık, proleter varoluşun tanımı ve adı olarak yetersizdir. Proletarya ve Marksistler, çünkü “sosyal demokrattırlar” ya da yetersizleşip eskimiş bu adlandırma yerine, sosyalist demokrattırlar, sıradan demokratlardan toplumsal kurtuluşu savunmaları dolayısıyla ayrılan toplumcu demokratlardır ya da kısacası sosyalistlerdir, komünistler, Marksistlerdir.
Henüz feodal kalıntıların var olmaya devam ettiği ve buradan kaynaklanan yağma ve zorbalığın egemenlik sisteminin renk verici unsurları arasında olduğu, emperyalizmin tahakkümü altında bulunan, tekelci siyasal yaşamın ve bunun örgütlenmesinin siyasal özgürlükleri tanımayan faşist egemenlik sistemi biçimiyle gerçekleştiği bir ülkede proletarya dışında demokratlığa sosyal dayanaktık edecek sınıf ve tabakalar bulunmasından doğal şey yoktur. Türkiye gibi bir ülkede demokratlığın sosyal dayanakları proletaryanın yanı sıra şehir ve köy küçük burjuvazisinin çeşitli katmanlarından tekelci olmayan burjuvaziye, orta burjuvaziye kadar uzanır. Bunlar, her birisi, demokratlığa, derece derece, tutarlısından, az tutarlısına, tutarsızına, her zaman için demokrasiye ihanete açık ve yatkın olanına ve zaten demokratlığı olağanüstü güdük ve kolaylıkla vazgeçilebilir olanına, proleter, küçük burjuva ve burjuva demokratizmine temel olurlar: Proleter sosyalist demokratizm, sosyalizm; uzlaşmacılıktan ve tutarsızlıktan tümüyle arınık olmayan az ya da çok devrimci küçük burjuva demokratlığı ve burjuva liberal demokratlığı, liberalizm.
Proletarya, demokrat olmasına demokrattır, üstelik sıradan bir demokrat değildir, o, en kararlı ve sonuna kadar tutarlı bir demokrasi savaşçısıdır. Bu, onun konumundan, sınıflı toplum içinde tuttuğu yerden gelir, yalnızca demokrasiye ihtiyaç duymakla kalmayıp, daha ileri, siyasal demokrasinin ötesinde ihtiyaçlar sahibi olmasından gelir. Proletarya, sömürü ve baskının, sınıfların kaldırılmasıyla tarihsel olarak yükümlendirilmiştir. Onun sınıfsal çıkarı, komünizmde, komünizme varmanın zorunlu yolu olan proletarya diktatörlüğündedir. Demokrasi, proletarya için, nihai amacına varmanın zorunlu bir durağı olarak önem taşıyan, daha ileriye, komünizme varabilmek için uğruna mücadele etmek gereken bir amaçtır – aslında bir araçtır. Demokrasi uğruna mücadele, proletaryanın geçici, kalımlı olmayan bir görevidir. Demokrasiyi kazanıp durmayacağı, bunun geçici bir görevi olması gerekçesiyle, proletarya demokrasi için savaşmazlık etmez, çünkü proletarya diktatörlüğü, sosyalizm ve komünizme varmanın başka yolu yoktur, örgütlenmesi ve eğitimini tamamlamak için proletarya siyasal demokrasiye ihtiyaç duyar. Ayrıca, sosyalizme geçişin önünde emperyalizm, onun talan ve baskısı, kalıntılar halinde varlığını sürdüren feodal kategori ve unsurların oluşturduğu aşılması gerekli engeller vardır. Emperyalist, tekelci sömürü ve baskı, varlık koşullarını bunlarla birleşmekte gören feodal kalıntılar geniş bir küçük burjuva yığınını ve hatta burjuvazinin tekelci olmayan tabakalarını etkilemekte, derece derece bu tabakaların mücadeleye atılışının koşullarım sağlamakta, öte yandan burjuvazi ile proletarya arasındaki çelişmenin, salt kapitalist çelişmenin olanca şiddeti ve derinliğiyle açılıp serpilmesinin engelini oluşturmaktadır. Proletarya, şimdiden yürütmeye başladığı anti-kapitalist mücadelesini başarıyla geliştirebilmek, köylülüğün mücadele potansiyelini değerlendirip onu kazanmak ve devrim sürecinin ilerlemesi içinde yoksul köylülükle sağlam bağlar ve bağlaşıklıklar kurabilmek için demokrasi mücadelesinin en önünde yer almak durumundadır.
Ancak burada sorunun dirimsel özü yatıyor: Proletarya en kararlı ve tutarlı demokrasi savaşçısıdır, ama bu onun sadece geçici bir görevidir ve zaten proletarya çıkarları demokrasinin kazanılmasıyla sınırlı olmadığı için en kararlı ve tutarlı demokrasi savaşçısıdır. Demokrasinin kazanılması proletaryanın asgari programını oluşturur. Proletaryanın bir de azami programı vardır: Sosyalizm ve komünizm. Proletaryayı karakterize eden bu ikincisidir. Proletarya çıkan komünizmi gerektirdiği için demokrasi uğruna savaşır. Ve proletarya kendisini demokrat değil komünist olarak tanımlar. Sınıf bilinçli proletarya, kendisini şuadan bir demokrat düzeyine indirmez, demokratlar arasında iyisi prima enter pares olarak tanımlayıp adlandırmaz.
Örneğin küçük burjuvazinin çıkan siyasal demokrasidedir, demokratik devrimdedir. Ama şehir ya da köy küçük burjuvazisinin son amacı demokrasidir. Proletarya açısından asgari programı oluşturan demokrasi, demokratlık, köylülüğün, genel olarak küçük burjuvazinin azami programıdır. Burada bir ortak nokta vardır ve bir ortaklık, bir birlik olanaklıdır. Ancak proletarya kendisini ve çıkarlarını reddetmeden, demokratlıkla, demokrasi savaşçılığıyla sınırlandırılmayı kabullenmeyecektir. Proletaryayı köylülük ve genel olarak küçük burjuvaziden ayıran, yalnızca demokrasi savaşçılığındaki tutarlılık derecesi değildir; bu tutarlılığın derecesini de tayin etmekte olan, demokratik devrim programıyla sınırlanmamış olmak, çıkartan demokratik devrimin daha ötesinde bulunmaktır.
Proletarya demokratik devrimle yetinirse, kendisini demokrasi savaşçılığıyla, demokratlıkla sınırlandırırsa, sınıf çıkarının, bunun belirlediği azami programının farkına ve bilincine varmamış demektir. Bu durumda tutarlı demokrasi savaşçılığı da zedelenecek, yalnızca sınıf dürtü ve sezgilerinden kaynaklanarak gerçekleşebilecek ve önemlisi, proletarya bu takdirde geçen yüzyıl örnekleri görüldüğü gibi demokrasi savaşında burjuvazinin yedeğine düşecek, burjuva demokrasisi içinde eriyecektir.
Demokrat!, bu noktada bir zaaf içindedir, kendisini demokrat olarak tanımlaması ve misyonunu “demokratik muhalefet hareketinin sözcüsü” olarak belirlemesiyle, ilk adımını burjuva demokrasisi içinde erimeye doğru atmaktadır. Bu adlandırma ve saptamayla Demokrat!, kendi demokratlığını küçük burjuva ve burjuva demokratlığından ayıramaz olmakta, sosyalist eğilimli bir geleneği, sosyalistlerin ancak asgari programını oluşturabilecek demokrasi programıyla, asgari programla sınırlamaktadır. Farklı sınıfların demokratik muhalefetini birleştirme kaygısı, yanlış ele alınıp yanlış işlendiğinde, demokratik muhalefet hareketinin birleştirilmesine zarar verir ve hatta bunu olanaksızlaştırır olmakta, haklı bir kaygı tam tersine bir sonuca yol açar olmaktadır. Çünkü bu tutumla, liberal burjuva demokratizmini etkisizleştirip küçük burjuva devrimci demokrasisinin dayanağı olan köylülüğü genel olarak küçük burjuvaziyi proletaryanın tutarlı demokratizmi çizgisine çekip kazanmak ve onun burjuva liberallerin peşine takılmaktan alıkoymak mümkün olmaktan çıkmaktadır. Kendi ileri amaçlarından, söz etmemek anlamında da olsa, vazgeçerek, başkalarını kendi düzeyine yükseltmek olanaklı mıdır? Kendini başkalarının düzeyine indirerek, onlar gibi adlandırarak, adlandırmanın ötesinde, demokratik muhalefeti yalnızca demokratlıkla birleştirmeye çalışarak kendini (kendini kendin yapan azami programını en iyi olasılıkla ileriye erteleyerek, sosyalistliği değil, demokratlığı temel platform edinerek) başkaları kazanılabilir mi? Bu tutum, başkalarının seni kazandığı anlamındadır. Bu, kuyrukçuluğun siyaset düzeyine yükseltilmesi olacaktır.
İşin içinde bir terslik olduğunun Demokrat! da farkındadır ve ilginç bir çözüm yolu bularak kendini başka demokratlardan ayırma işlevini basit bir ünlem işaretine yüklemekte, literatüre bir de ünlemli demokratı sokmayı denemektedir. Melih Pekdemir, “bizim Demokrat” ünlemli Demokrat’tır, sadece ‘Demokrat’ değil, ‘Demokrat!’ Ünlem işareti dikkat işaretidir. Ünlem işareti bir çağrıdır. Demokrasi çağrısıdır. Demokrat olma çağrısıdır.” demektedir. Kastedileni, farklı şekilde de anlatılsa, anlıyoruz: biz tutarlı demokratız, demek isteniyor. Ünlemli ya da dikkatli demokrat, tutarlı demokrat demek oluyor! Ama bu yeter mi? Sorun, demokrat olmanın ötesine geçebilmektir, bunu sadece yüreğinde ya da beyninde tutmayıp açıklamak, yalnızca açıklamakla da yetinmeyip bu yönde, yani sosyalizm propagandası yapmak, demokratlığı da sosyalizm amacından hareketle ortaya koyup geliştirebilmektir. Yoksa üç tane ünlem bile yetersiz kalacaktır.
Demokrat’ı anlamaya çalışıyoruz, anlayabildiğimiz şu oluyor:
Kendini demokratlıkla sınırlandırmanın, biri açıkça belirtilen, diğeri belirtilmeyip dokuya sinen, hissedilen iki belirgin faktörü görülüyor.
Bunlardan birincisi, toplumsal muhalefetin yeniden gelişmekte oluşundan kaynaklanıyor. Eski -ve yeni de olmaları istenir- yol arkadaşlarımız, bu muhalefetin geliştirilmesini görev olarak saptıyorlar ve bu “hareketin dağınıklıktan kurtarılması ve eyleminin birliğini”n sağlanmasını “acil sorun” sayıyorlar. (Böyle bir sorun kuşkusuz var, ancak aciliyet sıralamasını tartışacağız.) Ve sınırlandırıcı birinci kaygı ya da faktöre şöyle takılıyorlar: “Türkiye solu kendini sınırlayıcı (heyhat! ne ters bir sınırlayıcılık üzerinde duruş -Ö.D) kısır tartışmalarla, uzak ve soyut hedefleri öne çıkaran anlayışlarla marjinalleşme tehlikesini aşamaz. Oysa sol hareket bugün çoğalmak, özgürlük, demokrasi ve sosyalizmden yana tüm toplumsal kesimlerle bütünleşmek zorundadır. Bunun yolu ise 12 Eylül rejimini geriletecek 12 Eylül’ün toplumda açtığı yaraları saracak politikalardan, kısacası gasp edilen demokratik hakların kazanılmasına hizmet edecek yakın ve somut hedeflerden geçmektedir.”
İşte kendini sınırlandırıcılık, kendini sınırlayıcılık buradadır.
Ve ikinci kaygı ya da kendini sınırlayıcı faktör, aktardığımız pasajın kaldığı yerden devam ederek, ima yoluyla şu tümcede dile getirilen yol arkadaşlarının kendilerinin dağınıklığı ve toparlanma ihtiyacı, bu ihtiyacı gidermenin aşağıdan ve demokratik, en başından, sıfırdan başlatıcı, demokratizmden sosyalizme, demokratlıktan Marksistliğe, demokratik birleşik muhalefet hareketinden sosyalist örgütlenmeye, partiye varmayı tasarlayan, Türkiye’nin kapitalist gelişmesinin boyutları, proletaryanın nitel ve nicel gelişmişlik düzeyi ve Marksizm’in ve sosyalist hareketin teorik ve pratik birikimlerinin inkârı üzerine kurulan ve bugünkü Türkiye’yi örneğin 1848’in feodal parçalanmışlık içinde birleşmemiş, proletaryası gelişmemiş, Marksizm’in teorik olarak yeni kurulmakta ve pratik siyasal yaşamda da yeni yeni görülmeye başladığı bir köylü ülkesi olan Almanya’ya döndüren, Eylül kompleksinin etkisindeki yolu anlayışında ortaya çıkmaktadır. “Bu anlayışla oluşacak demokratik muhalefet hareketinin birliği aynı zamanda, uzun dönemde gerçekleşecek etkin siyasal girişimlerin yeşereceği toprak olacaktır.”
İşte ikinci kendini sınırlayıcılık buradadır; demokratik muhalefet hareketinin örgütlenmesinden sosyalist hareketin örgütlenmesine gitme, yol arkadaşlarının kendilerini ve sosyalist hareketi demokratik muhalefet hareketinin gelişmesi içinde toparlayıp örgütleme anlayışı, tepetaklak edilmiş, kendini sınırlayıcı bir anlayıştır.
Savunulan, demokratik bir pozisyonda sınıf güçlerinin ve ilerici, demokrat ve sosyalist güç ve çevrelerin birleştirilmesi, eyleminin birliğinin sağlanmasıdır.
Marksist ve devrimci demokratik hareketin ve genel olarak toplumsal muhalefet hareketinin henüz dağınık olduğu, proletaryanın ve emekçi katmanların geniş yığınlarının büyük ölçüde örgütsüz, eğitilmişlikten uzak ve geri olduğu, hatta Eylül şokunun neden olduğu korku ve siyasetten uzak duruş atmosferinin etkilerinin henüz tümüyle giderilemediği yadsınamaz. Toparlanma ve örgütlenme ihtiyaç halindedir ve Eylül yenilgisi nedeniyle genel olarak devrimci örgütlere yığınların kuşkulu ve güveni zedelenmiş yaklaşımının da üstesinden gelinmesi gerekliliği, bu ihtiyacın karşılanmasını zorlaştırıcı bir rol oynamaktadır. Hesapsız davranmak sakıncalıdır, bu doğru; ancak hesap olarak, sosyalizmi değil demokratizmi platform edinmek, sosyalizm eğilimli bir gelenek açısından hesabın en kötüsü olmaktadır.
Arkadaşlar “Demokrat!” başlıklı çıkış yazısında, “Yaşadığımız son on yd ülkemiz için hemen her bakımdan tam bir kayıp olmuştur” diye başlayarak ne kadar olumsuzluk varsa, hatta abartarak ardı ardına diziyorlar, tek olumluluk olarak ise, “toplumsal muhalefet hareketinin kıpırdanmaya, 12 Eylül’ün üzerine serptiği ölü toprağını silkelemeye başlaması”nı sayıyorlar. Olumluluk, arkadaşlara göre, bugün yalnızca kendiliğinden gelişmekte olan hareket tarafından temsil edilmektedir. Arkadaşlar, bugünden pratik sonuçlar da vermeye başlamış olan, proletaryanın deney birikimi, Marksizm ve Marksist hareketin teorik ve pratik, siyasal, örgütsel kazanım ve birikimlerini göremiyor ya da görmek istemiyorlar. Sonuç, Marksizm’in, bir siyasal hareket olarak sosyalizmin gücünü küçümsemek, sosyalizme ve kendine güvensizlik ve ileri sosyalist mevzilere yerleşme ve demokrasi mücadelesini bu sağlam zemine basarak yürütme yerine geri demokratik mevzilerde kalmayla yetinme ve “etkin siyasal girişimlerin yeşermesini”, yani, sosyalist örgütsel ve siyasal pozisyonların yaratılmasını “uzun dönemde gerçekleşecek” ve “demokratik muhalefet hareketinin birliğinin yeşerteceği” bir gelecek ya da geleceğe ilişkin bir faktör olarak varsaymak oluyor. Tarih çok yakın. Demokrat! ta da üzerine yazı yazılan 1 Mayıs gösterileri, Marksizm ve Marksist hareketin çok yönlü birikim ve kazananlarının kendini somut ifadelendirişi olarak az mı önemlidir? Marksizm’in politik etkisinin, taşıdığı ve durmaksızın somuta aktarmakta olduğu örgütlendirici potansiyelin boyudan, hemen herhangi bir fabrikaya görmesini bilen gözlerle bakan herkes tarafından kolaylıkla saptanabilir. Aşın iyimserlik gerekmiyor, ama kötümser olmaya da hiç gerek yok, olumsuz tablolar çizilmemelidir, hele bu tür tablolardan hareketle sosyalizmin, Marksizm’in ifadelendirilmesin-den uzak durup demokratlıkla yetinmek ve proletaryanın demokratlaştırılmasını savunmak hiç olacak şey değildir.
“Unutulmaması gerekir ki, yığınlarla olan bağlanınız konusundaki yaygın kötümserlik, çoğu kez, proletaryanın devrimdeki rolü açısından burjuva düşünceler için bir paravan görevi görür” diyen Lenin’in 1905 Devrimi içinde yazdıkları çok öğreticidir:
“… Zaferin olasılık ölçüsünün ne olduğu bir başka sorundur. Bu konuda hiç de düşüncesizce iyimserliğe kapılma eğiliminde değiliz; bir an bile olsun bu görevin çok büyük güçlüklerini unutmuyoruz, ama dövüşmek için yola çıktığımıza göre, zaferi kazanmayı istemeli ve ona varan doğru yolu göstermeliyiz. Böyle bir zafere Öncülük edebilecek olan eğilimler kuşkusuz vardır. Proletarya üzerindeki etkimizin -sosyal demokrat etkinin-henüz pek, pek yetersiz olduğu; proletaryanın ve özellikle de köylülerin dağınıklığı, geriliği ve bilgisizliğinin hala korku verici olduğu doğrudur. Ne var ki, devrim, onları hızla birleştirir ve hızla aydınlatır. Gelişmesinin her adımında yığınları uyandırır ve onları karşı konmaz bir güçle devrimci programın yanma, onların gerçek ve hayati çıkarını tam ve tutarlı bir biçimde ifade eden bu biricik programın yanına çeker.” (iki Taktik)
Lenin, devrim içinde, devrim başladığı bir zamanda konuşuyor ve proletarya ve köylülüğün geriliği, dağınıklığı, örgütsüzlüğünü belirtiyor, ama “zaferi kazanmayı istemeli ve ona varan doğru yolu göstermeliyiz”, yığınlar “devrimci programın yanına” devrimin gelişmesi içinde gelecektir diyor. Ve Lenin ne yapıyor? Kendini demokratlıkla sınırlandırmıyor. Proletarya yığını üzerindeki “sosyal demokrat etkinin” (sosyalist etkinin, Marksizm’in bilinçlendirici ve örgütlendirici etkisinin) geliştirilmesine çalışıyor. Örneğin Menşeviklerle kendi sosyalist pozisyonunu unutarak demokratik bir platformda birleşmeyi öngörmüyor, köylülerle ve genel olarak demokratik hareketle birleşmek için Marksizm’in ve sosyalistliğinin, sosyalist görevlerinin sözünü etmezlik etmiyor, kendini demokrasi platformuyla sınırlandırmıyor. Kuşkusuz Lenin demokrasi uğruna mücadelenin önemi üzerinde duruyor, tutarlı proleter demokratlığıyla proletaryanın bu mücadelenin en önünde yürümesinin gerekliliğini belirtiyor -bunu, biz de söylüyoruz, ama nasıl? Kendisini demokratlık platformuna hapsetmediği gibi, proletaryanın sınıf hareketinin bağımsız sosyalist varoluşunu vurgulayan Lenin, bu platformun ötesinden hareket edip güç alışıyla, her türden demokratın birliği tezinin geçersizliği ve Menşevizmini de ortaya koyup eleştirmektedir; O’nun tutarsız demokrat burjuvaziyle birliği gözetme sorunu yoktur. “… Tam özgürlüğümüz uğruna yalnızca otokrasiye karşı değil, bundan bizi yoksun bırakmaya kalkışırsa (ve kalkışacağı da kesindir) burjuvaziye karşı da savaş…” (İki Taktik)
Lenin, demokratizmin yetersizliğini, demokratik ve sosyalist devrimlerin birbirlerinden farklı ve iki ayrı aşama oluşturduklarını görmek ve buna uygun davranmak gerekmekle birlikte, bu iki devrimin unsurlarının iç içe geçmiş halde olduklarını belirterek, proletaryanın sosyalist amaçlarının yalnızca geleceğin belirli bir zamanına ilişkin olmakla kalıp bu geleceğin soyutluğuna kurban edilemeyeceğini, o gelecek ve soyutluk eğer bugünde, demokratik devrim döneminde temel bir kaldıraç olarak somutlanmıyorsa, ete kemiğe bürünmüyorsa, soyutluğu içinde anlamsızlaşacağını, bu somutluğun da en başta “ayrı, bağımsız ve tamamen bir sınıf partisinin mutlak zorunluluğu”, sosyalist etkinin, sosyalist bilinç ve örgütlenmenin yaygınlaştırılması olarak şekillenmesi gerektiğini yaşamı boyunca savunup vurgulamıştır. Bir örnek:
“Elbette, bugünkü tarihsel koşullarda, geçmişin unsurları, geleceğin unsurları ile içice girmişlerdir; iki yol kesişmektedir. Ücretli emeğin özel mülkiyete karşı savaşımı, otokrasi koşullarında da vardır; sertlikte bile vardır. Ama bu, hiç de bizi gelişmenin belli başlı aşamaları arasındaki mantıksal ve tarihsel ayrımı yapmaktan alıkoymaz. Hepimiz burjuva devrim ve sosyalist devrimi karşı karşıya koyarız; hepimiz ikisi arasında kesinkes bir ayrımın mutlak zorunluluğu konusunda direniriz; ama tarihin akışı içerisinde, bu iki devrimin tek tek özgün unsurlarının içice geçmiş oldukları yadsınabilir mi? Avrupa’da demokratik devrimler dönemi bir takım sosyalist hareketler ve sosyalizmi kurma yolundaki girişimlerle karşılaşmadı mı? Ve Avrupa’daki geleceğin sosyalist devrimi, demokrasi alanında geride bırakılmış olan bir sürü tamamlanmamış şeyi tamamlamak zorunda kalmayacak mıdır?
“Bir sosyal demokrat, proletaryanın, kaçınılmaz olarak, sosyalizm uğruna, en demokratik ve cumhuriyetçi burjuvaziye ve küçük burjuvaziye karşı sınıf savaşımı açmak zorunda olduğunu bir an için bile olsun unutmamalıdır. Bu, her türlü kuşkunun ötesindedir. Öyleyse, sosyal demokrasinin ayrı, bağımsız ve tamamen bir sınıf partisinin mutlak zorunluluğu da, her türlü kuşkunun ötesindedir, öyleyse, burjuvaziyle birlikte ‘ortak bir darbe vurma’ taktiklerimizin geçici niteliği ve ‘bir düşmanı’ kollar gibi ‘müttefikimizi de’ sıkı bir biçimde kollama görevi de her türlü kuşkunun ötesindedir vb.” (İki Taktik)
Aslında sorunun tartışılabilir yanı yoktur; proletarya hiç bir dönem ve koşulda kendisini demokrasi savaşçılığıyla sınırlandıramaz, çıkarları sosyalizmi gerektirir ve proletaryanın ayrı bağımsız sınıf örgütlenmesi ve sosyalist eğitimiyle, bugünkü Türkiye’de, ilgilenmeyen bir kişi ya da çevre, gerçekten sıradan demokrattan ötesi değil demektir. İstenilen sayıda ünlem kullanılsın, bu gerçek değişmeyecektir. Üstelik proletaryanın bağımsız örgütlenmesi ve sınıf eğitimi, olumsuz koşullar ve kötü günlerde önemini yitirmediği gibi, daha bir önem kazanır. “Sosyal demokrasi hayallerle oyalanmıyor; burjuvazinin hainliğini biliyor, burjuva-anayasal ‘Şipov’ mutluluğunun en cansız, en kötü günlerinde bile, proletaryayı sınıf eğitiminden geçirme işindeki direngen, sabırlı ve soluklu görevini bırakmayacak, bu konuda cesaretini yitirmeyecektir.” (İki Taktik) diyor Lenin.
Demokratlıkla, demokratik bir platformda, sınıfın örgütlenmesi ve eğitimi nasıl gerçekleştirilecek? Sınıf, “yakın ve somut hedefler” ve “gasp edilen (Eylül tarafından -Ö.D.) demokratik hakların kazanılması” talep ve mücadelesi temelinde mi örgütlenecek? Sınıfın sosyalist değil demokratik bir temelde örgütlenmesi ve bunun için sosyalist değil demokratik, ulusal vb. bilinçle donandırılıp eğitilmesi, sosyalist amaçların, azami program, yani “uzak ve soyut hedefler”in oluşturulduğu “marjinalleşme tehlikesi”nden kaçınıp “yakın ve somut hedeflerin”, demokratik devrim programının, asgari programın bile bütünlüğü üzerinde değil, Eylül ve sonuçlarına ilişkin acil talep ve amaçlarla “dağınıklıktan kurtarılıp” bu tür bir perspektifle mücadeleye çekilmesi, bir yönüyle Menşevizm, bir yönüyle ise Menşevizm bile değildir.
Menşevizmin konumuza ilişkin olarak esas özelliği, gelecekteki sosyalist hedefleri, sınıfın sosyalist amaçlarım ileri sürüp, bunların da siyasal olanlarını tümüyle geleceğe bırakarak, sınıfın yalnızca ekonomik hak talepleri ve bu içerikli mücadelesine ilgi duyması, burjuva nitelikli bir devrim olduğu gerekçesiyle demokratik devrimi s, de burjuvazinin işi olarak görmesi ve siyasal demokrasi uğruna mücadeleyi, siyaseti burjuvaziye terk etmesiydi. Menşevizm, sosyalizmi, sosyalistliğini gerekçe gösterip, demokrasi uğruna mücadeleyle ilgilenmiyor, demokrasi savaşında burjuvazinin yedeği olmayı gönüllü olarak kabulleniyordu. Demokratın vardığı sonuç farklı değil, ama gerekçeleri değişik. Onlar sosyalizmi, sosyalistliği baştan vazgeçilebilir bir şey olarak görüyor, demokratlığı benimsiyorlar, “zoru” seçtiklerini söylüyorlar, “bugün demokrat olmak zor”muş, sanki sosyalist olmak çok kolay! Sonuçta varılan nokta farklı değil: arkadaşlarımız da demokratlıkta karar kılarak burjuva içerikli bir çerçeveye sıkıştırıyorlar kendilerini. Ve daha ötesine yönelmeksizin, ötesinden harekede siyasal demokrasiyi geçici bir talep olarak kazanmaya çalışmaksızın, demokratizm, burjuva içeriğin dışına taşamayacağı için, kendilerini burjuva demokrasisi içinde eritmenin gönüllülüğünü yapmış oluyorlar, burjuvazinin yedeğine düşüyorlar. Ama bu noktada, gerekçeleri daha da geri olduğundan, Menşevik bile olamıyorlar.
Menşevizmleri, asıl olarak, “süreç-içinde taktik”, “süreç içinde örgütlenme” anlayışları dolayısıyladır. Taktikler ve örgütlenmenin aşama aşama süreç içinde ilerletilmesi, sosyalizmin, asgari programın bütünü çerçevesinde bir mücadelenin bile değil, Eylül tarafından “gasp edilen demokratik hakların kazanılması” ve ” 12 Eylül’ün toplumda açtığı yaraların sarılması” talebi uğruna, buna “hizmet edecek yakın ve somut hedefler” uğruna mücadelenin bugünkü taktik hedefleri ve taktiği belirlemesi, faşist diktatörlüğün devrilmesine ve buna yönelik bir taktik izlenmesine sonradan sıra gelecek olması, şimdilik emekçilerin kendiliğinden eylemlerinin bu sınırlının sınırlısı demokratik talepler zemininde geliştirilmesi; örgütlenme alanında, önce, demokratik örgütlenmelerle yetinme, emekçilerin acil taleplerle sınırlandırılan eylemini buna uygun örgütler, sendikalar, dernekler, halkevleri, demokratik katılımın tabandan, aşağıdan örgütlenmesinin araçları olarak deri sürülen işyeri vb. komiteleri gibi örgütler aracılığıyla geliştirmeye, ama sosyalist örgütlenmelere, başlıca parti örgütlenmesine yönelmeme, buna sıranın süreç içinde ileride, “muhalefet hareketinin birliği” demokratik temelde sağlandıktan sonra, bu “toprakta yeşerecek etkin siyasal girişimler” olarak gelecek olması, yol arkadaşlarının savunduğu bu yöndeki fikirlerdir. Bunlar da aslında Menşeviklerin somadan devraldıkları ekonomist fikirlerdir. Şimdilik “haklar uğruna mücadele” ve yine şimdilik parti örgütlenmesine götürecek (!) demokratik birlikler, böyle bir birliğin zeminim sağlayacak ve sözcüsü olacak bir yayın: Demokrat! … Elbette, ileride, sosyalizm de parti de olacak!…
RSDİP 3. Kongre kararında şöyle deniyor: “örgütlenme sorununda, bu eğilimlerin temsilcileri, teoride, düzenli bir şekilde yürütülen parti çalışmalarıyla uyuşmayan süreç içinde örgütlenme ilkesini ileri sürerlerken, pratikte de, birçok durumlarda parti disiplininden sistemli olarak sapmakta ve başka durumlarda da, partinin en geri kesimlerine Rus yaşamının nesnel koşullarım hesaba katmadan, seçim ilkesinin yaygın bir biçimde uygulanması düşüncesini örgütlemekte ve bugünkü durumda, parti bağları için esas olan tek temel şeyi yıkmaya çalışmaktadırlar. (Geniş bilgi için bkz. İki Taktik, Devrimin Çarlık Üzerinde Kesin Zaferi Ne Demektir bölümü)
Süreç içinde örgütlenme ilkesi parti çalışmasıyla uyuşmaz kuşkusuz, ancak anlaşıldığı kadarıyla, zaten, yol arkadaşlarının proletaryanın tüm mücadelesinin yönetim, yönlendirme ve örgütlendirme merkezi bir genelkurmay olarak, onun en bilinçli ve militan evlatlarını içinde barındıran, sosyalizm ve komünizm ülküsü temelinde örgütlenmiş bir partiye, en azından şimdi, ihtiyaçları yok ve bu nedenle onun disiplininden sapmaları söz konusu değil, bizatihi örgütsüzlük ve disiplinsizliği öngörüyorlar, en azından şimdilik ve seçim ilkesi parti açısından değil, taban inisiyatifi organları çeşitli komiteleşmelerin aşağıdan yukarı kurulmalarının her şey olarak görülmesi dolayısıyla partisizliğin ve partiye ancak buralardan gidilebileceğinin savunulduğu koşullar açısından uyarlanmış biçimiyle ortaya konuyor. Ve doğal ki, “parti bağları için esas olan tek temel şey”i, merkeziyetçiliği ve onu gerekli kılan koşullardan biri olan gizliliği ve yasa dışılığı gözetmeleri de, sorun olarak bile ortaya çıkamıyor. Çünkü zaten demokratlığın dağınıklık ortamında, demokrat bir yayınla ve üstelik yasal bir yayın aracılığıyla, ne merkeziyetçilik ve ne de gizlilik sorunu ele alınabilir, tartışılabilir ve uygulanabilir.
Bilinç yayıcı ve eğitici araç olarak yayın sorunu karşısında Demokrat!’ın pozisyonu ise, pek olumsuzdur. Emekçilere sınıf bilinci götürmenin, onları sosyalist fikirlerle eğitmenin aracı olmadığım ortaya koyan ve sadece demokrat olduğunu beyan eden Demokrat!’ı yayınlayan eski yol arkadaşları, önce toparlanalım, demokratik muhalefet hareketi içinde toparlandıktan sonra, böyle geniş katılımlı bir süreç içinde partileşme sorunu çözülür, bugün böyle davranılmalı gibi gerekçeler ardında asıl çevrenin ya da çekirdeğin sosyalist olduğunu iddia edeceklerse, ederlerse, bu inandırıcı olmayacaktır, çünkü bu, sosyalistlerin yolu, yöntemi değildir, olamaz. Ne bir Marksist parti ya da sosyalist örgüt bu yolla var edilebilir ne de bir demokrasi organı ve sözcüsü yayın böyle bir sürecin aracı olabilir.
Marksistler, salt demokrasi organı olmayan ama başlıca misyonu demokratik muhalefetin sözcüsü olmak olabilecek yayınlar çıkarılmasına da önayak olabilir. Ama en başta gelen koşul, Marksistlerin parti ya da parti öncesi Marksist örgüt içinde örgütlenmiş ve proletaryaya yönelik sınıf bilinci yayma ve eğitim aracı olarak parti basınına sahip olmalarıdır. Sınıfın ayrı, bağımsız, sosyalist sınıf örgütüne ve basınına sahip olmalarıdır.
Mümkündür, Demokrat!’ı çıkaranlar, Marks ve Engels zamanında, 1948’de Almanya’da “demokrasi organı” olarak çıkan Neue Rheinische Zeitung’u örnek aldıklarını, o zaman Marks ve Engels’in bu yayma ve onun proletaryanın partisi ve parti yayını öncesi çıkışına ve öncelikle bir parti olarak örgütlenmemiş oluşa karşı çıkmadıklarını söyleyerek tulumlarını savunmaya çalışacaklardır. Lenin’in konuya ilişkin değerlendirmesini biraz uzunca olmasına karşın aktarıyoruz:
“… Ancak Nisan 1949’da, devrimci bir gazetenin çıkmaya başlamasından aşağı yukarı bir yıl sonradır ki (Neu Rheinische Zeitung, yayına, 1 Haziran 1948’de başlamıştır), Marks ve Engels, özel bir işçi sınıfı örgütünden yana olduklarını açıklamışlardır! O zamana dek bir işçi sınıfı partisiyle her hangi bir örgütsel bağı olmayan bir ‘demokrasi organı’ çıkarmakla yetiniyorlardı. Bugün, bize, korkunç ve olanaksız olarak görünen bu olgu, o günlerin Alman Sosyal Demokrat Partisiyle, bugünün Rus Sosyal Demokrat İşçi Partisi arasında çok büyük farklar olduğunu açıkça göstermektedir. Bu olgu, Alman demokratik devriminde, hareketin proleter özelliklerinin, proleter akımın, ne denli az olduğunu göstermektedir (1948’de Almanya’nın hem ekonomik ve hem de siyasal geriliği -devlet bütünlüğüne sahip olmayışı- yüzünden). Bu dönemde ve daha sonrasında bağımsız bir proletarya partisinin örgütlendirilmesinin gereği konusunda Marks’ın yineleyerek yaptığı açıklamaların değerlendirilmesinde, bu unutulmamalıdır. Marks, bu pratik sonuca, demokratik devrim deneyiminin bir sonucu olarak ancak aşağı yukarı bir yıl sonra varmıştır, bu şuada Almanya’da esmekte olan hava o denli dar kafalı, o derdi küçük burjuvacaydı ki. Bu sonuç, bizim için, uluslararası sosyal demokrasinin yarım yüzyıllık deneyiminin çok iyi bilinen ve somut bir kazanımıdır-temeli üzerinde Rus Sosyal Demokrat İşçi Partisini örgütlemeye başladığımız bir kazanım. Bizim durumumuzda, örneğin proletaryanın sosyal demokrat partisinin dışında kalan devrimci proleter gazeteleri, ya da bunların bir an için bile salt ‘demokrasi organları’ olarak yayınlanmaları diye bir sorun söz konusu olamaz.” (İki Taktik)
Durum çok açıktır, bir şey eklemeye gerek yok.
Peki, Demokrat!’ın bir demokrasi organı olarak çıkmasının görünür/ileri sürülen gerekçesi nedir? M. Pek-demir’den özetleyerek aktarıyoruz:
“Demokrat’ kavramı, demokrasi isteyen herkesi kucaklıyor, önce demokrasi isteyelim, sonra bunun nasıl bir demokrasi olduğunu mu tartışalım. Ama önce demokrasi isteyelim mi? (…) isteyelim. (…) burjuva demokrasisi denilince başka bir demokrasi, sosyalist demokrasi denilince başka bir demokrasi anlaşılıyor. Bugün sosyalistlere düşen görev ((!)-ÖD), bu farklılığı unutmadan, unutturmadan demokrat kavramının demokrasi isteyen herkesi kucaklaması, ama gerçekten kucaklaması yönünde çaba sarf etmektir. Çünkü bugün burjuva demokratı diye bilinenlerin çoğu burjuva demokrasisini de savunmuyorlar. Eski demokratlar bugün demokrat olamıyorlar. Bugün dünyada demokrat olmak/kalmak çok zor bir iş. Türkiye’de üç kere zor bir iş. (…) Çünkü insan haklan boyutunda ufak tefek itirazlarla yetinerek devlet terörüne verilen tam destek demokratlığı iptal ediyor. (…) Sosyalizme küfür etmek, emeğe düşman olmak anlamına geldiği için, bu küfür de demokratlığı iptal ediyor. (…) Eski demokratların bir kısmı artık yeni şovenlerdir. (…) Hem milliyetçi hem demokrat olamıyorlar. Hükümete muhalefet etmek de demokratlık için yeterli görülmüyor. Bugün her muhalif bir demokrat gibi davranamıyor. (…) Şimdi sosyalistlerin önce ve mutlaka ‘Demokrat!’ olmaları gerekiyor. (…) demokrasi mi, sosyalizm mi ikilemini(n) daha doğrusu saçmalığının) ortadan (kalkması)… Demokrat, ait olduğu sınıfa, burjuvaziye bütünüyle yabancılaşmıştır. (…) Sosyalist kavramı da, bilindiği gibi, epey yara bere almış, yıpranmıştır. (…) Demokratlık’ı da sosyalistlerin üstlenmesi şaşırtıcı bulunmamalı. Dünyadaki ve Türkiye’deki gelişmeler sosyalist ve demokrat olmayı bir ikilemden kurtarıyor. Dolayısıyla bugün demokrat kavramının içeriğini sosyalist anlayışla doldurmaktan başka çıkış yolu yok. (…) bugün demokrat adını da almak sosyalistler bakımından kendilerine ait olmayan bir kimliği taşımak değildir, demokratlığı da kendi nüfuslarına kaydetmiş olmalarıdır. (…) gerçek demokratlar artık sosyalistlerdir. (…) demokrasiyi asıl olarak devrimden yana sosyalistler savunabiliyorsa, demokrasiyi devrimcilik kazanacaksa, onlar artık demokrattır. (…) Artık demokrat olmak hiç kolay değil.”
Özetin özeti şudur. Dünya ve Türkiye’deki gelişmeler artık burjuva katmanları demokrat olmaktan çıkardı, demokratlık sosyalistlere özgü hale geldi, zorlaştı ve artık demokratlar sosyalistlerdir, sosyalistler de, başka demokrat kalmadığına göre, herhalde asıllarına rücu ederek, demokrat olmuşlardır, olmalıdırlar! Bu nedenle, önce demokrasi! “Demokrasiyi asıl olarak sosyalistler savunuyorsa, onlar artık demokrattır” – mantığın tersliğine ne demeli? Peki, eskiden kim savunuyordu asıl olarak? Proletarya ve sosyalistler demokrasinin asıl savunucusu, en kararlı savaşçısı ise, ki öyledir, bundan çıkarılması gereken sonuç, proletarya ve sosyalistlerin daha çok sosyalist olmaları ve olmaları gerektiği değil midir?
Dünyada ve Türkiye’de elbette değişmeler var. Ama bu değişmelerin boyut ve içeriğine ilişkin değerlendirmelerinde Melih Pekdemir ve genel olarak Demokrat! yanılmakta ve değerlendirmelerinde “Gorbaçov demokratizmi”nden etkilenmektedirler. Gelişme ve değişmeler demokratla sosyalisti aynılaştıracak ne boyutta ne de içeriktedir. Bu aynılaşma, ancak sınıf zıtlık ve farklılıklarının kalmakta oluşuyla, iddia edile-geldiği gibi proletaryasızlaştırmanın gerçekleşmesi durumunda olanakladır. İki tez ancak birlikte savunulabilir, aksi durumda, ayrı ayrı demokratlar ve sosyalistler olacaktır.
Eskiden, Lenin zamanında örneğin, burjuvaların pek mi demokrat olduğu, ya da demokrat olmanın pek mi kolay olduğu sanılıyor? Burjuvazi, o zaman da liberaldi, tutarsız demokrattı, her zaman için demokrasiye ihanet etmeye hazırdı ve ederdi, şimdi de. Şimdi, olsa olsa, tekelleşmenin ilerlemesinin, tekelci ilişkilerin hemen tüm burjuvaziyi şöyle ya da böyle sarmalamasının burjuvazinin demokratlığını ve burjuva demokrasisini daha da güdükleştirdiğinden söz edilebilir.
“Sımf olarak burjuvazinin kapitalist toplumda tuttuğu yer, onu demokratik devrimde kaçınılmaz olarak tutarsızlığa götürmektedir”, “burjuvazinin devrimi desteklemekte tutarsız, çıkarcı ve korkak olduğunu biliyoruz. Burjuvazi, dar, bencil çıkartan karşılanır karşılanmaz, tutarlı demokrasiye ‘yüz çevirir çevirmez’ (ve bunu daha şimdiden yapmaktadır!), yığın halinde, kaçınılmaz olarak karşı devrime, otokrasiye yönelecek, devrime ve halka karşı dönecektir.” diyen Lenin, burjuvazinin yalnız bugün değil kendi zamanında da ne denli demokrat olduğunu, tutarsızlığını, ihanete hazır ve yatkın olduğunu şöyle anlatıyor.
“… burjuvazinin proletaryaya karşı, geçmişin bazı kalıntılarına, örneğin monarşiye, sürekli orduya vb. dayanması, onun yararınadır. Burjuva devrimin geçmişin bütün kalıntılarını tam olarak sürüp atmaması ve bunların bazılarını alıkoyması, yani bu devrimin tam olarak tutarlı olmaması, sonuna dek götürülmemesi ve kararlı ve amansız olmaması, burjuvazinin çıkarınadır. Burjuvazinin kendi kendine ihanet ettiğini, özgürlük davasına ihanet ettiğini, sonuna kadar demokrat olarak davranamayacağını söyleyerek, sosyal demokratlar, bu düşünceyi, çoğu kez, biraz farklı bir biçimde ifade etmektedirler. Burjuva demokrasisi doğrultusunda zorunlu değişmelerin daha yavaşça, daha tedrici, daha dikkatli, daha az kararlı, devrim yoluyla değil de, reformlar yoluyla olması; bu değişmelerin feodal sistemin ‘saygıdeğer kurumlarını (monarşi gibi) olabildiğince kayırması burjuvazinin daha çok işine gelir, burjuvazi, bu değişmelerin, tabandaki halkın, yani köylülerin ve özellikle de işçilerin bağımsız devrimci eylemini, inisiyatifini ve enerjisini olabildiğince yavaş geliştirmelerini ister.” (İki Taktik)
Burjuvazi yalnız bugün sosyalizme küfretmiyor, demokrasi ve özgürlük davasına ihanet edecek denli demokratlığa yabancılığı yalnızca bugüne özgü değil, o yalnız bugün faşist diktatörlüğe dayanıp onun açık terörünün teşvikçiliğini yapmıyor, eskiden de otokrasiye, gericiliğe onun sürekli ordusuna vb. dayanırdı, karşı devrime yönelirdi. Şovenliği de bugünün özelliği değil yalnızca. Burjuvazi, eskiden de bugün olduğu türden bir demokrattı, bugün de eski özelliklerini taşımaktadır. Eski burjuvaları övmeye ve bugünkülere “haksızlık” etmeye hiç gerek yok.
Ve üstelik demokratlık eskiden de bugün de yalnızca burjuvaziye özgü değildir ve esas olarak ona özgü değildir. Bir de şehir ve kırın küçük burjuvazisi vardır ki, az çok tutarlı ve devrimci olan demokrat eskiden de oydu bugün de odur.” Bir üst meclisin kurulmasından yana olan ve bir yandan gizlice, el alandan, çarlıkla, kuşa çevrilmiş bir anayasa için pazarlığa girişirken, öte yandan genel oy hakkı ‘isteyen’ Zemstvo monarşisti de bir burjuva demokrattır. Toprak beylerine ve devlet yetkililerine karşı silaha sarılan ve ‘safça bir cumhuriyetçilik’ ile ‘çarın kapı dışarı edilmesini’ öneren köylü de bir burjuva demokrattır.” diyen ve köylülükle liberal burjuvazinin demokratlığı arasındaki farkı vurgulayan Lenin şunları da belirtiyor:
“… köylülüğün kararsızlığı burjuvazinin kararsızlığından temelden ayrıdır, çünkü bugün köylülük, özel mülkiyetin başlıca biçimlerinden biri olan malikane topraklarına el konması durumunda olduğu gibi özel mülkiyetin mutlak korunumuna pek ilgi duymaz. Böylece sosyalist olmayan, ya da küçük burjuva olmaktan çıkmayan köylülük, demokratik devrimin yürekten ve en radikal yanlısı olabilme yetisine sahiptir. Köylülük, ancak ona aydınlık getiren devrimci olayların akışı, burjuvazinin ihaneti ve proletaryanın yenilgisiyle daha olgunlaşmadan kesintiye uğramayacak olursa, bu duruma gelebilir. Ancak bu koşullar alandadır ki, köylülük, kaçınılmaz olarak devrimin ve cumhuriyetin bir kalesi haline gelir…” (İki Taktik)
Köylülük bugün de bu niteliğe sahip olduğunu göstermiyor mu? Bugün ülkenin önemli bir bölümünde Kürdistan’da, ulusal devrimi destekleyen ve ona yığınsal olarak kanlan köylülük o “zor” olduğu ileri sürülen tutumu almıyor mu?
Ve tam da bir demokratik devrim aşamasında bulunulduğu ve proletaryadan başka demokratlar da var olduğu için, proletarya ve sosyalistler kimliklerinden vazgeçmek değil ama ayrı bir parti olarak örgütlenmek durumunda değiller mi?
“(Demokratik devrimin burjuva nitelikte olduğu gerçeği – ÖD) üzerinde direnmek, sosyal demokrasi için yalnızca teorik görüş açısından değil, aynı zamanda pratik siyaset açısından da son derece büyük bir önem taşımaktadır; çünkü bugünkü “genel demokratik” hareket içerisinde proletarya partisinin kesin sınıfsal bağımsızlığının kaçınılmaz bir koşul olduğu buradan çıkmaktadır.” diyor Lenin; proletarya ve sosyalistlerin “demokratik muhalefet hareketi” içerisinde sınıfsal bağımsızlıklarını korumaları ve kendilerini burjuva demokratlardan -onlarla birlik halinde muhalefet oluştururken- ayırmalarının önemini belirtiyor. “… tutarsız burjuva demokrasisine karşı eli kolu bağlı kalmaktan sakınmak için, proletarya, sınıf bilincine sahip olmalı ve köylülüğü devrimci bilince kavuşturacak kadar güçlü olmalı, savaşımına önderlik etmeli, ve böylece, bağımsız olarak, tutarlı proleter demokratçılık çizgisini izlemelidir.” diyor; ayırıcı özellik olan sosyalistliğin, sosyalist bilincin diğer demokratlardan bağımsız oluşun gerekliliğini vurguluyor. “Köylülük, küçük burjuva unsurları olduğu kadar, çok sayıdaki yan proleterleri de kapsar. Bu, onu ayrıca kararsız yapar ve proletaryayı tam anlamıyla bir sınıf partisi içinde toplanmaya zorlar” diyor, köylülük ve onun demokratizmi karşısında proletaryanın bağımsız pozisyona sahip olmasının önemine dikkat çekiyor.
Daha genel olarak, “… Eğer sosyal demokrasi, proletaryayı küçük burjuvaziden ayıran sınıf özelliklerini bir an olsun unutsaydı, eğer güvene değmez bir entelektüel küçük burjuva parti ile hiç yeri yokken elverişsiz bir bağlaşma yapsaydı, eğer kendi öz ereklerini ve (siyasal durum ve konjonktürler ne olursa olsun, siyasal dönemeç ve devrimler ne olursa olsun) en başta proletaryanın sınıf bilincini ve bağımsız siyasal örgütlenmesini geliştirme zorunluluğunu bir an bile gözden yitirseydi…” diyor Lenin, bundan daha vahim ve tehlikeli bir şey olmazdı. (Proletarya ve Köylülüğün Devrimci Demokratik Diktatörlüğü) Kesindir, hiçbir koşulda proletaryanın bağımsız sosyalist örgütlenmesinden, sosyalizme ve sosyalistlikten, sosyalist faaliyetten vazgeçilemez.
Demokratlık başka sosyalistlik, Marksistlik başkadır; istendiği kadar “saçmalık” densin, proleterler ve Marksistler kendi yollarında, küçük burjuvalar ve demokratlar kendi yollarında yürüyecekler, kim onları aynılaştırmaya yeltenirse, kendisini “genel demokratik hareket” içinde erimiş bulacaktır.
Demokrat’ın bu demokratlığı kuşkusuz “Gorbaçov demokratizminden” etkilenme sonucudur. Birlikçilik ve demokratlık, Gorbaçovculuktan kaynaklanarak iki moda eğilim olarak gündemdedir ve Demokrat! bu iki eğilimi “demokratik muhalefet hareketinin birliği” olarak birleştirmiştir.
Bir yönüyle katılıyoruz; demokratik muhalefetin birliği gereklidir, ama sosyalizmle demokratizmi birbirine karıştırıp özdeşleştirmek bizden uzak olsun.
Ve demokratik muhalefetin birliğini sağlamak için, öncelikli olarak yapılması gereken, sınıfın bağımsız siyasal örgütlenmesini ve sınıf bilincini geliştirmektir. Marksizm’le işçi hareketinin birleşmesini ve bağlantısını güçlendirmek ve sağlamlaştırmaktır. Demokratik muhalefetin birliği, sosyalist işçi hareketinin demokratik köylü ve genel olarak küçük burjuva hareketiyle birliği olarak, örgütlü proletaryanın köylülüğe yol göstererek onu devrimci hedeflere kanalize etmesi biçiminde gerçekleşebilir. Proletarya, onun sınıf bilinciyle donanması ve bağımsız örgütlenmesi önceliklidir ve proletarya sınıf bilinciyle donanıp örgütlendikçe, parti olarak geliştikçe, ancak bunu başardığı ölçüde ve başardığı kadarıyla köylülüğü ve genel olarak emekçileri kazanabilir, onları tutarlı demokratizmin düzeyine yükseltebilir, burjuva demokrasisi içinde erimeden demokratik hareketin en önünde demokratik devrimin ve oradan da sosyalizmin zaferine ilerleyebilir. Demokratizm temelinden hareketle sosyalistlik değil, sosyalist temelden, proletaryadan hareketle demokrasi mücadelesi ve demokratik birlikler…
Ama Gorbaçov, sosyalizmi de, demokratizmi de, bunlara ilişkin tüm sorunları da karmakarışık ederek içinden çıkılmaz hale soktu, kafa karışıklıklarına neden oldu. “Evrensel demokrasi”yi, “kapsayıcı demokrasi”yi yeniden gündeme sokan ve sosyalizmi, sosyalistliği bunlar lehine gündemden çıkaran O’dur. Demokrat!, yalnızca “demokratizmi” dolayısıyla Gorbaçov’dan etkilenmiyor. “Demokrat!” başlıklı yazıda, “dünya belki de insanlık tarihinde yeni bir döneme doğru evriliyor” diyorlar, nereye evriliyor, emperyalizm ve proleter devrimleri dönemi geride mi kalıyor, bu Gorbaçov’un iddiasıdır ve çalakalem yazılmaması gereken çok büyük bir iddiadır.
“Türkiye’de sol hareketin ve emekçilerin artık ‘siyasi tekerlemelere’ ihtiyacı yoktur…” diyorlar. Sol hareketin, gerçekten bir basit formülleştirmeler hastalığı vardır, “emperyalizmin 3. bunalım dönemi -suni denge-evrim ile devrimin iç içe girmesi- askerileştirilmiş politik savaş stratejisi” vb. gibi “tekerlemelerle”, Marksist, iyi düşünülmüş ve araştırılmış, derinlemesine tahlil ve düşünceler geliştirilmeye yönelinmeden işlerin halline çalışmaktan kaçınmak gerektiği kastediliyorsa, katılıyoruz.
Ancak “siyasi tekerlemeler” deyip bırakmamak, kastedileni açıklamak gereklidir; çünkü Gorbaçov’un da böyle bir iddiası var, O, bu tür karalamalarla “Stalin dogmatizmine” savaş açmış durumdadır. Leninist ilke ve normlar, Gorbaçov’un dilinde “dogmatizm” ve “tekerlemelerdir!
“… Siyaseti sağlıklı bir zeminde yürütecek olanların önündeki önemli sorunlarından biri de, başta kısaca değindiğimiz değişen dünya dengelerinin ve değişmek zorunda olan Türkiye’nin gereklerine cevap verecek yeni düşüncelerdir” diyorlar. Nedir “yeni düşünceler?” Biliniyor, Gorbaçov bir “yeni düşünce” ortaya attı, değişen koşulların “yeni politik düşünce”yi gerekli kıldığım söylüyor. Ortalığın toz dumandan geçilmediği dönemlerde özellikle içi doldurulmayan teshillerden kaçınmakta fayda vardır. Yeni düşünceler olarak neler öngörülüyorsa, onları ortaya koymak, böyle yapılmıyorsa, genel bir “yeni düşünce” propagandası yapmamak doğru olur. “İnsanlık tarihinde yeni bir dönem” tespitiyle birlikte ortaya atıldığı göz önüne alınırsa, bu “yeni düşünce” tespiti, bize pek hayırlı çağrışımlar yapmıyor, sanki yine bir modaya ayak uydurulmuş hissi veriyor.
“… Çok sesli ve demokratik bir tartışma ortamı…”, “her türlü düşünsel çabanın ifade edileceği bir platform…” diyorlar. Bu tür platform öngörüleri de “Gorbaçov demokratizmi” kaynaklıdır, “politik çoğulculuk” ve “kanatlı-hizipli parti”, Marksizm’in “eleştirisi özgürlüğü” anti Marksist tezlerinden geliştirilmedir.
Ve “sosyalistlerin birliği” sorununa olumlu bakış, tamamen anti Marksist, Marksizm Leninizm’in inkârı üzerinde oluşturulmaya çalışılan TBKP, “sosyalistlerin birlik partisi”, Kuruçeşme tebliğcilerinin girişimi gibi birlik girişimlerini, “sol muhalefet adına umut beslenen gelişmelerden biri” sayma ve “ülkemiz sosyalistleri için olumlu yönde atılmış adımlardan biri” olarak değerlendirme, yine Gorbaçov ve uzantılarından etkilenme örneklerindendir. Şimdi bunlar sosyalist mi? Ama Demokrat!, kendisi için bile sosyalistliği gerekli görmez, demokratlıkla yetinirken, bu onore ediş neden. Ve bu girişimlerde umut beslenecek yön var mı, olumluluk nerelerinde? Demokrat!’ın bu girişimlere yönelttiği toplumsal muhalefetten ve onun eylemliliğinden kopukluk eleştirisine katılıyoruz, ancak bu girişimler savunduktan ve üzerinde birleşmeye çalıştıkları Gorbaçovcu-Trotskist teorik, siyasal, örgütsel yaklaşımlarla toplumsal muhalefetin parçası olsalar ne olacak, onlara yönelik eleştirimiz kalkacak ve kalmayacak mı?
Feminizm ve çevreciliğe olumlayıcı yaklaşım, herhalde demokratlığın, neo radikalizmin bir gereği olmalı. “Çok seslilik” ve “her türlü düşüncenin ifade edilebilmesi”, çevre ve iletişim sorunlarında, sosyalizmin çözüm olmayışı ve kapitalizm çerçevesinde çözümler aranması anlamına gelmiş, sistem içi çözüm önerileri bu sorunlarla ilgili yazıların ana fikrini oluşturmuş. Tanju Akad, “Kıyameti Üretmek” başlıklı yazısında, çevre sorunu işliyor ve “sosyalistler de kirletiyor” diyor, sosyalistlerle kapitalistleri birbirine karıştıran bir yaklaşımın, çevre sorununda, sosyalizmi çözüm olmaktan çıkarmasından doğalı yok. Önerilen, “insanların çoğunluğunun (kirletmemeye, bunun için, az enerji kullanan teknolojilere yönelinmesine -ÖD) razı edilmesidir”, “değişikliklere kitlelerin karar verebilmesidir” ve “doğrudan demokrasi” yönünde, devletsizlik ütopyasıyla kapitalist sistem içinde kalan çözümleri eklektik bir bulanıklıkta işleyen daha bir dizi öneri; ama şu kesin: proletaryanın egemen sınıf olarak örgütlendiği sosyalizm çözüm değil.
“Artık Duvarların İşi Zor” üst başlığıyla Batı yanlısı, burjuva yönelimini açığa vurmaktan kaçınmayan -hala Trokskist mi bilemiyoruz yazısından öyle anlaşılıyor- Bülent Somay, “Elektromanyetik Dalgalar ve Özgürlük” başlıklı yazısında, “çok seslilik”in aşırı propagandasından başlayarak, önce, sosyalist devlet tekelinin, örneğin üretim araçlarının kamulaştırılarak tekelleştirilmesinin, bankalar ve dış ticaretin tekele, devlet tekeline alınmasının, tüm sosyalist ekonominin tekelden merkezi planlı ekonomi olarak yönetilmesinin, merkezi planın reddedilmesini kapsamak üzere, reddine varıyor, “tekelin solcusu olmaz” diyor, arada “siyaset” yaparak Doğu Almanya’daki burjuva parlamento seçimlerini “serbest seçim” olarak taçlandırıyor, kapitalizmde özgür irade-özgür seçim propagandası, kapitalizmin propagandasını yapıyor ve Doğu’da da “tıpkı Batı Alman kardeşine benzeyen bir siyasi yelpazenin oluşmuş olması”nı önemli, tekelciliğin mahkûmiyeti ve çok sesliliğin zaferi görüyor ve aramdan “çok seslilik”in nişanesi olarak iletişimde özelleştirmeyi, özel TV vb.ni, devlet girişimleri karşısında özel girişimleri savunmaya varıyor. “İşçi devle-ti”nde de, iletişim kuruluşları, “merkezi otoriteden bağımsız” ve özerk olmalıymış! Demokrat!, sözde sosyalizme küfür ettikleri için demokrattan demokrat olmaktan çıkarıyor, ama, proletarya diktatörlüğünü burjuva diktatörlükleriyle benzeştiren ve ona “küfür eden” bu eski ya da halen trotskiste sayfalarında yer vermekte beis görmüyor, böylelikle “çok seslilik”e uyum sağlıyor.
Eski, Demokrat, gerçekten devrimi, militanlığı savunurdu, “şimdi yeniden Demokrat!” demokratlığa ve devrimciliğe de uyum sağlayamayan Trotskist ve alternatifçi, doğrudan demokrasici açık burjuva ve reformcu düşüncelerin propagandasına açıyor sayfalarını. Yeni Demokrat!, eskisinden kesinlikle kötü ve olumsuz bir pozisyondadır. Eskisinde, devrimci demokrasinin mücadele haberleri olurdu, yenisinde ne sınıfla ne mücadeleyle bağlan olmayan entelektüeller ya da onların özentileri kalem oynatıyor. Dergimizde düşüncelerim çeşidi vesilelerle eleştirildiğimiz için E.Kürkçü’nün yazısı üzerinde durmadık daha. Demokrat!’ı çıkaran yol arkadaşları bu kalemlerle birleşerek demokratik muhalefet hareketinin “sözcülerinden birini” var edebileceklerini sanıyorlarsa, yanılıyorlar. “Birlikçiliği” eleştirirken yapılan saptamaya sadık kalıp toplumsal muhalefetle, onun eylemli ligiyle birleşmeye yönelmelidir Demokrat emekçi kitlelerle birleşmeye, onlar içine gitmeye yönelmelidir. Devrimcilik oradadır, militanlık oradadır, demokrasi ve sosyalizm orada. Bırakın bu tür “demokrat” çevrelerle birleşme çabasını, sınıfla, emekçi kitleler ve onların hareketiyle birleşmeye çalışın. Marksist hareket böyle yapmaya çalışıyor. Marksist hareket orada sizinle birleşecektir.
Herhangi bir siyasal gelenek ya da çevre, eğer hasbelkader bir yayın çıkarmanın ötesini tasarlıyorsa, iki şey ihtiyaç halindedir. Birincisi, bir parti yayınıdır; bunun için, henüz bir partinin var olmayışı da engel değildir. Gelenek ya da çevrenin kendi sınırlanmamış, yasalara ya da herhangi bir koşula bağlı olarak sınırlanamayacak düşüncelerini yayma ihtiyacıdır, yoksa “Demokrat!”ın şimdiki “bilir gezer” ve pek “demokratlarla birleşmiş ve birleşmeye çalışır haliyle yaydığı gibi, yayılması kaçınılmaz burjuva düşünceler, bu tür “demokrasi organları” çıkarılmasına önayak olan çevrelerin de düşüncesi olacaktır.
Belki iyi niyetlerle, Demokrat! gibi “demokrasi organları” çevresinde ve “demokratik muhalefet hareketinin uzun dönemde etkin siyasal girişimler (için) yeşerteceği toprakta” çevrelerin toparlanması tasarlanacaktır, ama buralardan öyle bir şey çıkmaz; süreç içinde böyle bir temelde tasarlanan türden örgütlenememek, ama onlardanlaşmak, “bilir-gezer” olmak ya da o “pek demokrat”lardanlaşmak, onlar içinde erimek, atılan yanlış başlangıç adımlarının sonucu olarak reformculaşık burjuvalaşmak tehlikesi pek büyüktür.
İkincisi, İster sosyalist ister ciddi devrimci demokratik bir eğilim, kesinlikle ve mutlaka, Türkiye’nin bugünkü koşullarında, hiçbir yasayla engellenemeyen, tamamen kendi iradesini yansıtabilen ve yasalarla sınırlandırılmayı kabullenmeyen, her koşulda düşüncelerini emekçi kitlelere ulaştırabilen bir yayına ihtiyaç duyacaktır. Yasalcılığın sonu yoktur, Türkiyeli devrimciler bunu yaşadı ve deneyleriyle öğrenmiş olmaları beklenir. Yasal bir siyaset üretici yayın, kimin olduğu önem taşımadan, bir merkez organ olmaya ve üretilen siyasetler, kendini, üretildikleri organ etrafında örgütlemeye yazgılıdır, çünkü siyaset üreten yayın organı, aynı zamanda kolektif örgütleyicidir de. Demokrat!, ve onun gibi yayınlar, yine yasal çevreler oluşmasına, dernekçiliğe, gevşek ve küçük darbelerle bile dağılmaya mahkum örgütsel yapılara götürecektir.
Sınıflar mücadelesine devrimci bir biçimde katılmak isteyenler, her şeyden önce kendilerini bağımsız olarak ve devrimci temellerde örgütlemek zorundadırlar. İşçi ve emekçi yığınların mücadelesine ancak o zaman müdahale etme, onları örgütleme şansı elde edilebilir.

Temmuz 1990

“Barışçıl” Paylaşım Turları Sürüyor: Bush Ve Gorbaçov Neyi Görüştü?

İki süper emperyalist gücün liderleri, geçtiğimiz Haziran ayının başında Washington’da bir araya geldiler.
Son 30 yılda giderek artan dozda yapıldığı gibi kapitalist ve revizyonist dünyanın propaganda merkezleri, burjuva ideologları ve propagandacıları, bu buluşmayı da, “dünya barışına”, “ebedi barışa” doğru atılmış bir adım olarak lanse ettiler. Beklentilerini, bütün insanlığın beklentisi olarak sunarak; dünyanın yeniden paylaşımının pazarlığını, barış ve özgürlük için yapılan görüşmeler olarak propaganda ettiler.
Burjuva propaganda merkezleri, her zaman yaptıkları gibi gerçekte konuşulan konular ve bunların arkasındaki gerçekler yerine, daha çok işin magazin yanını öne çıkardılar; Gorbaçov için yapılan törenler, Gorbaçov’un “sempati” toplamak için giriştiği Amerikan usulü şovları, Raisa ve Bayan Bush’un ne yiyip ne giydiklerini, birbirlerine sevecen mi yoksa kıskançlık ifadesi olan gülücükler mi gönderdiklerini vb. öne çıkardılar.
Ama burjuva revizyonist propagandanın bütün üstünü örtme çabalarına karşın, gerçek saklanamayacak kadar açık olduğundan pek çok şey de ortaya döküldü.
Basına sızdığı kadarıyla Bush ve Gorbaçov’un gündemi şöyleydi:
* Sibirya’daki Krosnoyarsk Radar Üssü’nün sökülmesi.
* ABD ve SB arasında yeni hava ulaşım hatlarının açılması.
* Stratejik silahların indirim anlaşmasının yılsonuna kadar imzalanması ve kimyasal silahları sınırlayan bir anlaşmanın yapılması.
* İki Almanya’nın birleşmesi için pürüzlerin ortadan kaldırılması ve “Birleşik Almanya”nın NATO üyeliğinin çözümlenmesi.
* SSCB’yi “ticarette ayrıcalıklı” ülkeler arasına alacak bir ticaret anlaşmasının imzalanması.
Öne çıkarılan bu konular yanı sıra, basında satır aralarında bir sorun daha olduğu, bu konuda da bir ilerleme beklendiği yazılıyordu: O da, “tarafların kendi güç alanlarının değişmesine izin veren bir prensip anlaşması” beklentisiydi.
Açıkça görüldüğü gibi; açıkça gündem maddesi edilen konular da “önemli” olmasına karşın “güç alanlarının değişmesi” gibi son derece önemli bir konu, bütün kalabalık “küçük” sorunlar ve protokol görüşmeleri arkasında saklanmaktadır.
Sözü edilen görüşme konularında herhangi bir “sürpriz” sonuç çıkmadı. Son yıllarda, yaptığı “sürpriz öneri” ve açıklamalarla burjuva basın ve yayın organlarının gözdesi olan Gorbaçov, bu sefer Washington’a süngüsü düşük olarak gelmişti: Son bir kaç yılda SB’nde “kurtarıcı lider” olarak tanıtılan ve bütün yetkileri elinde toplayarak “tek adam” görünümü kazanan Gorbaçov, Malta’dan bu yana düştüğü açmazlar nedeniyle, ülkesinde sorunların üstesinden gelemeyecek bir kişi hüviyetiyle Washington’a gelmişti. Nitekim, ABD CNN Televizyonu bir Sovyetler Birliği anketine göre Gorbaçov’u destekleyenlerin % 70’lerden % 22’ye düştüğünü, ziyaret öncesinde Amerikan kamuoyuna duyurmuştu. Dahası Gorbaçov, Cumhuriyetlerdeki ayrılık eğilimleri ve Cumhuriyetler arası çatışmaları engelleyemeyen, 5 yıldır her konuda parlak vaatlerde bulunan ama en iddialı olduğu ekonomik “yeniden yapılanma” konusunda da, ekonomide bir iyileşmenin görülmediği bir ülkenin, başarısız bir lideri olarak Washington’a gelmişti. Bu yüzden de, daha Washington’a ayak basar basmaz, her zamankinin tersine kendine güvenini yitirmiş imajını kuvvetlendiren açıklamalarla işe başladı. Daha çok karşı tarafın adım atması gerektiğini ima etmeye çalıştı.
Bush ise, kimi Amerikan politik çevrelerinin aksine “Gorbaçov’u köşeye sıkıştırmaktan kaçınan bir tutum izleyeceği” imajını vermeye çalıştı. Böylece zirvenin görünüş konularında hangi sonuçların alınacağı az çok belli olmuştu.
Aşağı yukarı her şey beklendiği gibi sonuçlandı: Krasnoyarsk Radar Üssü’nün sökülmesi için hazırlıklara başlandığı, zirve öncesinde Shavardnadze’nin yardımcılarından Vitaly Çurkin tarafından açıklandığından, bu konuda bir pürüz çıkmadığı anlaşılıyor. Bunun dışında kimyasal silahların üretilmemesi konusunda bir anlaşma ile ABD-SB arasında bir ticaret anlaşmasının imzalandığı da zirve sonucu olarak ortaya çıktı. Ama iki Almanya’nın birleşmesi ve NATO üyeliği konusunun bir anlaşmazlık konusu olmaya devam ettiği iki “lider tarafından özellikle” vurgulandı. Yine açıklamalardan anlaşıldığına göre stratejik silahların % 50 indirimini öngören (AK-KUM) anlaşma ile ilgili bir ilerleme de olmamıştı.
Öte yandan bu görüşme sürecinde, Gorbaçov’un Batı’nın gözünde de yıldızının sönmeye başladığı, bazı çevrelerin yeni “alternatifler” üstünde düşündükleri ortaya çıktı. Zirve öncesi, Newsweek dergisi, Gorbaçov’u yine kapak yaptı ama bir soru işaretiyle. Kapakta, şu som var “Gorbaçov neden başarısız?” Ve iç sayfada soru şöyle yanıtlanıyor: “Temel amaç Sovyet sistemini kurtarmak olduğuna göre, bunu başaramadığı için başarısızdır”. Aynı yazı içinde Batı’nın tutumunun ne olması gerektiği sorusu da sorulup şu yanıt veriliyor “Gorbaçov Sovyetler Birliği’nde öldü. Batıda yalanda ondan vazgeçebilir. Komünizmin çöküşüyle ABD ve SSCB’nin -ve bunlara bağlı olarak geri kalan dünyanın- geleceği şimdi göz alıcı politikaları bir yana bırakıp gerçek milli çıkarları bulup çıkarmaya bağlı.”
Benzer görüşlerin kimi Amerikan iş çevrelerinde de yaygınlık kazandığı, “kaybeden ata oynamanın enayilik olacağı” düşüncesinin bu çevrelere egemen olmaya başladığı yine basında çıkan haberler arasında.
Zirve sonrası protokol ziyaretleri içinde, ABD’nin en büyük sanayi merkezinde 130 işadamının verdiği bir yemeğe katılan Gorbaçov için işadamları, “O’na kapitalizmi öğreteceğiz” diyerek şakayla karışın bir gerçeğe parmak basarken, Gorbaçov, “Bizim geminin çapası kayboldu, hepimizi deniz tutmuş durumda” diyerek gerçeğin bir başka yanını dile getiriyordu.
Amerikan yönetimi ve iş-politika çevrelerinin çoğunluğu ise, henüz Gorbaçov alternatifini ciddiye alıyorlar, başka ve daha açık bir söyleşiyle Gorbaçov’un durumundan yararlanma ve kendi egemenlik alanlarını genişletmekte bugünkü durumun elverişliliğini sürdürdüğü inancıyla, Gorbaçov’un “başarılarının devamı” için destek vermeye devam ediyorlar.
Son zirvenin görünen yam böyle bir panorama içinde gerçekleşirken, Gorbaçov’un iktidara gelmesiyle birlikte başlayan perestroykaya eşlik eden, anti-komünizm kampanyası tırmanarak sürdü. Burjuva revizyonist propaganda merkezleri, burjuva ve revizyonist ideologlar, diplomatlar, politikacılar, yorumcuları ve muhabirleri bütün gelişmeleri “totaliter”, “Leninist”, “Stalinist” sosyalizmin öldüğü, “kapitalizmin sosyalizm karşısında üstünlüğünü kanıtladığı”, kapitalist sistemin kendi çelişmelerinin üstesinden geldiği”, kapitalizm sosyalleşerek daha sosyal adaletçi olurken sosyalizmin demokratikleşerek kapitalizme yaklaştığı”, böylece dünyada “ebedi bansın” kurulmasının koşullarının yaratıldığı vb. perspektifiyle bir propagandayı yoğunlaştırarak, dünya halklarını ve emekçileri uyutma çabalan için bu zirveyi de bir vesile olarak kullanmaya çalıştılar.
Eğer zirveyi iki süper emperyalist ülkenin liderlerinin egemenlik mücadelelerinin bir parçası değil de, dünya barışı için bir şeyler yapmaya çalışan, iyi niyetli, hümanist kişilerin bir araya gelip sorunlara çözüm aradığı bir görüşme olarak ele alırsak, kuşkusuz ki, “böyle görüşmeler barış için iyidir” gibi safdilce bir sonuca varmak olanaklı. Ama görünenin arkasında olup bitenlere bakıldığında gerçeğin hiç de safdilce yorumlara meydan vermeyecek bir karakter gösterdiğini görürüz.
Her şeyden önce iki emperyalist kampın liderleri arasındaki zirveler son bir kaç yıldır yapılmıyor. Tersine, Sovyetler Birliği’nde revizyonistlerin iktidarı ele geçirip, Sosyalist Sovyetler Birliğini emperyalist bir ülke haline getirmeleriyle, emperyalistlerle görüşmeler de başladı. Ve iki süper emperyalist gücün dünya hegemonyası için mücadeleleri zirveler yoluyla da sürdü.
Son 30 yılda zirveler ve onlara eşlik eden politik gelişmeler kısaca şöyle bir yol izledi:
İlk görüşme Kruşçevcilerin iktidarı ele geçirmesinden birkaç yıl sonra, EYLÜL 1959’da Eisenhower ve Nikita Kruşçev arasında VİYANA’da yapıldı.
Kruşçevciler, daha iktidarı alır almaz anti-Stalinist bir kampanya başlatarak, Stalin’in şahsında sosyalizmin bütün değerlerine savaş açmışlar, ekonomik alanda; sosyalist işletmelerde kapitalist normların geçerli olacağı bir takım “reformlara” girişirken, devrime karşı da açıkça bir tutum alarak, “barış içinde bir arada yaşama” ilkesini, kapitalizm ile sosyalizm arasında tam bir barış, proletarya ve burjuvazi arasındaki mücadeleyi reddeden bir platforma geçmişlerdi. Her alanda Kruşçevizmin Stalinizmden farklı olduğunu kanıtlamaya çalışıyorlar, emperyalizm karşısında açıkça uzlaşmacı reformcu bir tutum alıyorlardı. Aynı yıllarda kapitalist emperyalist ülkelerde ise, soğuk savaşa rağmen sosyalizmin prestiji yükselmeye devam ediyor, sömürge ve yarı sömürgelerdeki anti-emperyalist mücadeleler güçlenerek ilerliyordu. Dahası, savaşın kapitalist ekonomilere getirdiği rahatlık sona ermiş, kapitalizmin yapısal krizi, enflasyon ve işsizlik yeniden bir bela olarak ortaya çıkmıştı. Bu zor koşullarda Batılı emperyalistler Kruşçev’in uzattığı eli tuttular.
1959 zirvesi; bu ilk zirve, karşılıklı bir “güven” zirvesi olarak göründü. “Silahsızlanma” doğrultusunda, sonraki yıllarda derlenecek yolu çizdi ve bilim ve kültürel alanlarda somut işbirliği için anlaşmaya varıldı. İki lider arasında “kırmızı telefon” bağlantısı kuruldu.
İkinci Zirve, HAZİRAN 1%1’de, Kruşçev ve Kennedy arasında CAMP DAVID’de yapıldı. Zirvede hemen hiçbir konuda anlaşma sağlanamadı. Zirvenin hemen arkasından SB Küba’ya nükleer füzeler yerleştirmeye girişince, ABD Küba’yı ablukaya aldı. Sovyetler Birliği, geri adım atarak füzeleri söktü; ABD’de Türkiye’deki füzeleri sökerek küçük bir geri adım attı. Görüşmede anlaşılamayan bir konu “güç gösterisi” ile “çözümlendi”.
Üçüncü zirve, Haziran 1967’de, Johnson ve Kosigin arasında New Jersey’in GLASBOUR kentinde yapıldı. Ortadoğu’da savaşın eşiğine gelen gerginlik, Vietnam Savaşı ve “nükleer silahların kısıtlanması” konuşuldu. Ama zirveden sonuç çıkmadı. Hemen arkasından Arap-İsrail Savaşı patlak verirken, Vietnam’da da ABD yeni birlikler çıkararak savaşta dolaysız bir yan olarak yer aldı. Buna karşılık SB’ de Afrika ve Asya’daki faaliyetlerini arardı. Özellikle darbeler aracılığı ile güç kazanmaya hız verdi.
Dördüncü zirve, Mayıs 1972’de, Nixon ve Brejnev arasında MOSKOVA’da yapıldı. Sonuna yaklaşan Vietnam Savaşı görüşüldü. Stratejik silahların sınırlandırılması anlaşması (SALT 1) imzalandı.
Beşinci Zirve, 1 yıl sonra. Haziran 1973’de, Nixon ve Brejnev arasında WASHINGTON’da yapıldı. Vietnam Savaşı’nın sonuçlandırılması ve ABD’nin “onurlu çekilişi”nin gerçekleşmesinin yolu açıldı. 1974’de yeni bir “silahsızlanma anlaşması” için bir takım prensiplerde anlaşmaya varıldı.
Altıncı zirve, Haziran-Temmuz 1974’de, Nixon ve Brejnev arasında önce MOSKOVA, sonra YALTA’da iki etap biçiminde yapıldı. Yeraltı nükleer denemelerinin önceden haber verilmesi konusunda bir anlaşma yapılırken, bir de 10 yıllık bir ekonomik işbirliği anlaşması için, prensip anlaşmasına varıldı.
Yedinci zirve, Kasım 1974’de, Ford ve Brejnev arasında VLADİVOSTOK’ta yapıldı. Bu zirvede, roketatar ve bombardıman uçaklarının azaltılması konuşuldu ve stratejik silahların sınırlandırılması için ikinci bir anlaşma taslağı üzerinde uzlaşıldı. Anlaşma daha sonra Jimmy Carter döneminde tamamlandı.
Sekizinci zirve, Haziran, 1979’da, J.Carter ve Brejnev arasında, VİYANA’da yapıldı. Daha önce görüşmeleri tamamlanan stratejik silahların sınırlandırılmasına yönelik SALT-2 Anlaşması imzalandı. Ancak bu anlaşma, Sovyetler Birliği’nin Afganistan’ı işgal etmesinden sonra ABD Kongresi’nde onaylanmadı.
Dokuzuncu zirve, Kasım 1985’de, Ronald Reagan ve Mihail Gorbaçov arasında CENEVRE’de yapıldı. Gündemin ana maddesi nükleer silahlardı, ama bu konuda hiçbir adım atılmadı. Özellikle ABD uzlaşmaz bir tutum takınarak, yeni iktidara gelen Gorbaçov’u sınarken, SB’nin içinde bulunduğu sıkıntılardan sonuna kadar yararlanmanın yolunu açmaya yönelik taktikler izledi. Zirveyi kurtarmak için kültürel ve güvenlik alanında işbirliği konusunda “anlaşma” sağladılar.
Onuncu zirve, Ekim 1986’da Reagan ve Gorbaçov arasında REYKJAVİK’te yapıldı. Bu zirvede Gorbaçov üst üste sürpriz önerilerle ortaya çıkıp, özellikle ABD ve Batı Avrupalı emperyalistler arasında çelişki yaratacak bir tutumu benimserken, SB’nin ne kadar sıkışık ve çok tavize yanaşacak bir noktada olduğunu da kabul etmiş oldu. Ama ABD “Yıldız Savaşları Projesinden” görüntüyü kurtaracak tavizler bile vermeye yanaşmayınca somut sonuçlar çıkmadı. Ama SB’nin hangi noktalara kadar itilebileceği belli oldu.
On birinci zirve, Aralık 1987’de Reagan ve Gorbaçov arasında, WASHİNGTON’da yapıldı. Orta menzilli nükleer füzelerin imhasını öngören INF Anlaşmasını imzaladılar. Uzun menzilli füzelerin sayısının azaltılması için prensipte anlaştılar. Ama bu anlaşmalar önceden tahmin edildiği gibi Gorbaçov’un aşın tavizleri ile olanaklı oldu. ABD ise, “Yıldız Savaşları Projesinden taviz vermeye yanaşmadı.
On ikinci zirve, Mayıs-Haziran 1988’de, Reagan ve Gorbaçov arasında, MOSKOVA’da yapıldı. Görünür gündem yine uzun menzilli nükleer silahlardı, ama ABD’nin tavize yanaşmaması bir “anlaşma yapılmasını” engelledi.
On üçüncü zirve, Aralık 1988’de, Reagan-Bush ve Gorbaçov arasında, WASHİNGTON’da yapıldı. Reagan görevinden ayrılıyordu ve Bush’ da henüz resmi olarak göreve başlamadığı için bu zirve bir “dostluk” ziyareti olarak yansıdı. Bush, Reagan’ın politikalarını aynen devam ettireceğini söyleyerek Gorbaçov’u rahatlattı. Kimse de başka bir şey beklemiyordu.
On dördüncü zirve, Aralık 1989’da, Bush ve Gorbaçov arasında, MALTA’da yapıldı. Somadan Malta doruğu olarak da ünlenen bu zirve, 1980’deki bütün zirvelerin “meyvesinin devşirildiği” bir zirve oldu. Zirve sonunda, uzun bir ortak basın toplantısıyla iki lider, uzun menzilli füzeler ve konvansiyonel silahlarla ilgili indirim için prensip anlaşmasına vardıklarını açıkladılar. Ama zirveye önem kazandıran kamuoyuna açıklanmayan pazarlıktı. Hemen sonraki gelişmelerden anlaşıldı ki, iki emperyalist güç egemenlik alanlarının paylaşılması konusunda da bir anlaşmaya varmışlar; hiç olmazsa, ortada henüz pürüzlü bölgeler olsa da, “kesin” egemenlik alanları için bir belirleme yapmışlardı. Herkes kendi çöplüğünde sessizliği sağlamak için gereken önlemleri alacaktı. Nitekim doruktan hemen sonra, ABD Panama’ya asker çıkararak bu ülkeyi baştanbaşa işgal etti. SB desteğindeki güçler Romanya’da Çavuşesku’yu devirip idam ettiler. El Salvador ve Nikaragua’da, ABD, diplomatik, ekonomik, siyasi ve dolaylı olarak askeri müdahalelerle kendi çözümünü kabul ettirdi. SB; Azerbaycan, Özbekistan, Ermenistan ve Gürcistan’a askeri müdahaleler yaparak “düzeni” sağladı. Bağımsızlık ilan eden Litvanya’ya kesin bir ekonomik abluka uygulayarak, tehdit ve şantajla, bağımsızlık ilanından vazgeçirmeye çalıştı.
Eğer bunlar, Malta zirvesinden önce olsaydı; kuşkusuz ki, iki süper güç bütün olup bitenler için göstermelik protesto mesajlarıyla yetinmez, ekonomik, diplomatik, siyasi, belki de askeri yollarla karşılıklı müdahaleleri önlemeye çalışırlardı. Ama Malta’daki anlaşmadan dolayı, belirlenen egemenlik alanlarında süper güçler birbirini “özgür bırakmış” durumdaydı.
Tutumlarına bakılırsa, Bal tık ülkeleri dışındaki tüm SB topraklarında ABD SB’ne her tür serbestîyi tanımış durumda. Baltık ülkelerinde ise, bugün bu egemenliğe ses ç ikamı asa bile yakın gelecekte bu ülkelerin Sovyet imparatorluğundan kopacağını düşündüğünden, buyandan bu ülkelerdeki ayrılıkçı hareketlerle dayanışmaya girerken öte yandan da SB’nin bu bölgedeki eylemlerini, en azından şimdilik sorun etmemektedir. SB’de, Orta Amerika’yı Amerikan egemenlik alam olarak tanımış görünüyor.
Doğu Avrupa ülkelerinde ise, henüz egemenlik çatışması sürmektedir. Bu yüzden bu bölgedeki gelişmeleri iki taraf da ihtiyatla izlemektedir.
“Birleşik Almanya” ise, iki taraf için de çıban başı olarak görülüyor. SB, “Birleşik Almanya”nın NATO’ya katılışına karşı çıkarken, Batılılar “Birleşik Almanya’mın NATO’ya katılmasından yana tavır alıyorlar. Ama gerçekten “Birleşik Almanya”dan yana olup olmadıkları tartışılır durumda. Çünkü, Avrupa’da süper bir güç olma potansiyeli taşıyan “Birleşik Almanya”yı her iki taraf da “tehlike” olarak görüyor. Bunu geçtiğimiz günlerde Teatcher açıkça ifade etti. Doğu Avrupa ülkeleri ise, “Birleşik Almanya’nın, 2. Dünya Savaşı öncesi sınırları gündeme getireceğini bildiklerinden, bu “tehlikeden” daha da tedirginler. İngiltere dışındaki Batılı diğer ülkeler de, “Birleşik Almanya”nın getireceği sorunlardan en az İngiltere kadar çekiniyorlar. Ama şimdilik açık bir tavır koymuyorlar. Süreç ilerledikçe tutumların daha açık belirleneceği izleniyor.
Zirvelerin ve iki süper gücün ilişkilerinin emperyalist karakterlerine geçmeden önce, burada zirvelerle ilgili bir iki şey söylemek gerekiyor:
Eylül 1959’dan bu yana iki süper gücün liderleri arasında tam 15 zirve gerçekleşmiş. Bunlardan 1959 ve 1961’de yapılan ilk ikisi; Kruşçevcilerin SB’de iktidarı ele geçirmesinden sonra emperyalist bir karakter kazanan SB’nin, bir yandan dünyada hegemonya peşinde koşmaya başlamasından gelen egemenlik için mücadeleye hazırlanması, hatta bu konuda Ortadoğu ve Afrikada kimi girişimler yaptığı, öte yandan anti-Stalinizm arkasında, emperyalistlere karşı bir “özeleştiri” içinde olduğu koşullarda gerçekleşti. Bu çelişkili dönem; SB’nin sömürgecilik ve emperyalist baskıya karşı başkaldıran halklardan desteği çektiği ve emperyalistlerin bu mücadeleleri ezme girişimleri ile uzlaşarak Batılı emperyalistlere karşı taviz politikası izlediği, aynı zamanda da, Batılı emperyalistlerin egemenlik alanlarında nüfuzunu artıracak girişimlerde bulunduğu bir dönemdir.
1967-1974 arasındaki dört zirve ise, bir yandan Batı ekonomilerinin krize yuvarlandığı, Vietnam Savaşındaki başarısızlık ve uyguladığı “pis savaş yöntemleri”yle ABD’nin tecrit olduğu; buna karşın, SB’nin sosyalist mirasın sağladığı prestij, büyük ekonomik güç ve teknolojik birikimden yararlanarak Asya, Afrika ve özellikle de Ortadoğu ülkeleri içinde (sermaye ihracı, darbeler, S. kol faaliyetleri, diplomatik vb. yolla) nüfuzunun arttığı, yıllarda gerçekleşti. Bu dönemde taviz isteyen taraf SB idi. Zirvelerden karlı çıkanlar da onlar oluyordu.
Ancak aynı yıllar, SB’nin artık bütünüyle kapitalist normlara göre işleyen ekonomik sisteminin henüz terke-dilemeyen sosyalist biçimlerle çelişkisinin ve kapitalizmin bunalanlarının Sovyet ekonomisini doğrudan etkisi altına alarak ekonomik bir açmaza doğru ilerlediği, taşıdığı sosyalist maskenin sürdürülen sosyal-emperyalist politikalarla uyuşmaz hale geldiği yıllardı. Batılı emperyalistler ise; 1960’larda sürüklendikleri krizden sıyrılmak için, 1974 petrol krizini kullanmayı bildiler ve bunalımın yükünü geri ülkelere yıkmayı başardılar. 1970 ortalarından itibaren Batı ekonomileri, nispi bir rahatlık dönemine girdi. Reagan, Teatcher gibi monetarist liderler bu aidimi kapitalizm ve liberalizmin, sosyalizm karşısındaki üstünlüğü propagandasıyla birleştirerek, SB’nin egemenlik mücadelesine karşı Batılı kapitalistleri anti-sosyalizmle destekli bir siyasi ve ideolojik platformda birleştirdiler. NATO içindeki çatlaklar büyük ölçüde giderildi. AET genişledi ve yeni bir ekonomik ve siyasi güç merkezi karakteri kazandı.
COMECON ülkeleri ise, ekonomik “uzlaşma” sonucu kendi üretim araçlarını yeniden üretecek bir ekonomik temelden yoksun olduğundan SB’ndeki krizden doğrudan etkilenerek tam bir ekonomik çöküntüye sürüklendiler.
İşte 1974-1985 arasındaki üç zirve bu koşullarda gerçekleşti; ve giderek ABD’nin ve Batılı emperyalistlerin güç topladığı, yeni egemenlik alanları talep ettiği koşullarda gerçekleşti. Özellikle de Afganistan’ın işgalinden sonra SB, ABD’nin Vietnam Savaşı sırasında düştüğü tecrit durumuna sürüklendi.
İşte Gorbaçov, bu koşullarda iktidara geldi ve SB’ni bu tecrit durumundan kurtarmak, artık işlemez hale gelen kapitalist ekonomiyi, bir kalıntı olarak da olsa, süren “sosyalist biçimlerden” kurtararak klasik kapitalist biçimler altında sürdürmek amacıyla “perestroyka” adı verilen politikaları yürürlüğe koydu. Ama bu politikaların “başardı” olması için de ihtiyacı olan teknoloji, para ve zamanı ancak Batılı emperyalistlerle ne pahasına olursa olsun uzlaşarak sağlayabilirdi. Bu nedenle de, 1985’den sonra yapılan yedi zirve Gorbaçov’un verdiği “sürpriz” tavizlerin zirvesi oldu.
Zirvelere, daha 1959’da, Kruşçev-Eisenhower görüşmesinden başlayarak bir “barış”, “silahsızlanma”, “insanlığın kurtarılması” propagandası da eşlik etti. Revizyonist ve kapitalist propaganda merkezleri, reformcu ve liberal çevreler, revizyonizmin tarihsel rolünü kavramayan “sosyalist çevreler”, “nükleer silahların bir paylaşım savaşını olanaksız kıldığını” iddia eden Kruşçevciler ve troçkistler, safdil aydın ve demokratlar, derece derece, bu “barış” ve “insanlığın kurtuluşu” propagandasına katıldılar. Emperyalist ve sosyal emperyalist kamp arasındaki çelişmeler arttıkça ve bölgesel savaşlara varan çatışmalar yayıldıkça, emperyalist ve revizyonist çevreler propagandanın dozunu artırdılar, yeni zirveleri daha çok bir “umut kaynağı” olarak lanse ettiler. Barışı, savaşlardan kurtuluşu emperyalistlerin iyi niyet ve uzlaşmalarında gören çevreler de, emperyalist propaganda çevrelerinin destekçisi olarak, halkları uyutma çabalarında emperyalistlerin yardımcısı rolünü oynadılar. Emperyalist ve sosyal-emperyalistlerin dünyanın her köşesi için, güçlerine göre nüfuz alanlarını belirleme çabalarını, bu “barışçı!” paylaşım mücadelesini barış için yapılan çabalar olarak tanımlar. Tam bir idealist yaklaşımla, her zirveyi, dünyada olup bitenlerle ilgisiz, ya da ilgisini tam tersten kurarak, olup bitenleri emperyalizm ve sosyal emperyalizmin müdahale ve kışkırtmalarından bağımsız olarak ele aldılar; zirvede olup bitenlerle zirve öncesi ve sonrası izlenen politikaların bağını kurmaktan özenle kaçındılar. Emperyalist ve sosyal emperyalist odaklar ve onların bilinçli destekçileri, bunu, bilerek, dünya kamuoyunun bilincini çarpıtmak için böyle yaparken, onlara alet olan “derici”, “demokrat” ve “sosyalist” çevreler ise, kendi sınıf bakış açılarından gelen sakatlık nedeniyle, aynı işi yaptılar.
Zirveler ilerledikçe, (revizyonizmin Marksist teoriyi tahribatına da bağlı olarak) emperyalist-revizyonist propaganda merkezlerinin ellerindeki her araçla yaptıkları “barış” ve “insanlığın kurtuluşu” propagandasının baskısı, giderek, Leninist emperyalizm kuramının öne sürdüğü, emperyalizmin özelliklerine ilişkin tezlerin, “eskidiği” düşüncesini yaygınlaştırdı. Bu durum, burjuvazi ile artık içice geçen eski Marksist partilerin, “barışçı”, “egemenlik için mücadele etmeyen”, “insanlığın nihai kurtuluşundan yana” bir emperyalizm teorisi geliştirmelerinin de yolunu açtı. Emperyalist ve sosyal emperyalistlerin dünyanın dört bir köşesindeki ulusal kurtuluş savaşlarına, devrimlere saldırısı, “istikran sarsıp, dünyayı bir savaşa sürükleyecek sorumsuz güçlerin” “hizaya getirilmesi” olarak değerlendirilmeye başlandı. Hegemonya ve halkları köleleştirmek için emperyalistlerin baş vurduğu yöntemler aldandı, emekçi sınıflar ve ezilen halklar “suçlu” görülmeye başlandı.
Troçkizm, Titoculuk ve Kruşçevizmden feyiz alan bu eğilim, önce Euro-komünizmde ete-kemiğe bürünerek bütün dünyadaki revizyonist partiler ve onlardan etkilenen çevreler içinde yaygınlaştı. Bu eğilim, emperyalist ve liberal ideologlar tarafından sosyalizmin “demokratikleşerek” kapitalizme yaklaştığı biçimde lanse edildi ve bu tür eğilim ve bu eğilimi savunan parti ve çevreler, burjuvazi tarafından, düzenin bir parçası sayılarak haklı olarak kutsandı.
Gorbaçovculann iktidara gelmesiyle başlayan anti-Stalinist ve aynı anlama gelmek üzere anti-sosyalist kampanya; bununla birlikte yürütülen, SB ve Doğu Avrupa ülkelerindeki kapitalist ekonomiyi sosyalist biçimlerden kurtararak, klasik kapitalizmin normlarım dizginsiz bir biçimde yürürlüğe sokma politikası, sözünü ettiğimiz anti-Leninist emperyalizm kuramına “yeni öğeler” sokularak “tamamlanmasının” yolunu açtı.
Artık, “dünyada bir gerginlik kaynağı” olan “Leninist-Stalinist sosyalizm”, “totaliter sosyalizm”, “proletarya diktatörlüğü” “iflas etmiş”ti; emperyalist kapitalizm ise, “emekçilere haklar tanıyarak, onları ekonomik ve sosyal bakımdan koruyucu önlemler alarak, eski sömürücü ve baskıcı eğiliminin yol açtığı yıkıcı çelişmeleri aşmayı başarmış”tı. Böylece, sosyalizm demokratikleşerek”, kapitalizm de “sosyalleşerek” iki karşıt sistem olmaktan çıkmış, aynı amaçlar etrafında “bütünleşen” insanlık için “ebedi barış” ve “sonsuz refah”ın yolu açılmıştı!
işte bugün emperyalist ve -artık”sosyal” sözcüğünü gereksiz kılacak kadar Batı emperyalizmiyle benzerlik gösteren- sosyal emperyalist propaganda merkezlerinin, dünya halkları ve emekçi sınıfların yolunu karartmak için başvurduktan kampanyanın temellerini bu varsayımlar oluşturuyor. Bu yüzden de, burada bu iddiaların temelleri üstünde durmak gerekiyor.

SOSYALİST KAMP SAVAŞ KAYNAĞI MIDIR?
Burada öncelikle, “Stalinist”, “totaliter”, “proletarya diktatörlüğünü” savunan, kapitalizme karşıt ve onu yıkmayı amaç edinen sosyalizmin bir savaş kışkırtıcı kaynak olduğu, bunun ortadan kalkmasıyla artık dünyada “ebedi barış”a giden yolun açıldığı demagojisi üstünde duralım.
Emperyalist ve revizyonist propagandanın kafasını karıştırmadığı, sağlıklı düşünen her kişi, birazcık da tarih biliyorsa, sosyalizmin dünya yüzünde bir devlet olarak ete kemiğe bürünmesinin 1917’de Ekim Devrimiyle birlikte gerçekleştiğini bilir. Yine, biraz tarih bilen her kişi savaşın ilk çağlardan bu yana, özellikle de sınıflı toplumların ortaya çıktığından bu yana, sürüp geldiğini, kapitalizm çağıyla birlikte, egemen sınıfların ekonomik çıkarlarıyla savaşın at başı ilerleyen bir olgu olduğunu bilir.
19. yüzyıldaki sömürge edinme savaşları, İspanyol-Portekiz, İspanyol-Amerikan, Fransız-İngiliz, Rus-Japon, Osmanlı-Rus vb. savaşları, değişik ulus burjuvazilerinin yeni sömürgeler edinmede diğer ulus burjuvazilerine egemenlik sağlama savaşlarıydı.
Kapitalizmin 20. yüzyılda emperyalizm aşamasına evrimleşmesiyle birlikte, savaşlar birer birer ulusal burjuvazilerin kendi egemenlikleri için bir savaş olmaktan çıktı, uluslararası kapitalizmin dünyanın yeniden paylaşılması mücadelesine dönüştü. Egemenlik savaşı da ulus sınırını aşarak genel bir karakter kazandı. 1. Emperyalist Paylaşım Savaşı da “mali sermayenin yeryüzünü doğrudan paylaşma”, genç emperyalistlerin talandan daha çok pay isteminden çıktı. Ve bütün uygar dünyayı savaşa ve yıkıma sürükledi. Sosyalizm ise, değil savaşı kışkırtmak, “savaşa karşı savaş” mücadelesi içinde güçlendi, ve proletarya ve halkların gerçek bir barış için umudu olarak tarih sahnesine çıktı.
İkinci Emperyalist Paylaşım Savaşı da, Batılı emperyalistlerin bütün çabalarına karşın, bir SSCB-Almanya savaşı olarak çıkmadı. Emperyalizmin kendi bünyesinde taşıdığı çelişmelerden dolayı iki emperyalist mihrak arasında, kapitalizmin eşitsiz gelişme yasasını doğrulayan bir olgu olarak ortaya çıkü. Gerçi Hiücr Almanyası, Orta ve Doğu Avrupa’da yayıhrken “anti-Komintern bir savaş” yürüttüğünü ilan ediyordu, ama bu karşıt emperyalist kamp içinde ve ülkelerde gerici, faşist çevreleri yanma çekme taktiğiydi; asıl amacı, Avrupa’dan başlayarak dünyanın her köşesindeki emperyalizmin sömürgelerinden “mali gücü oranında” pay almaktı. Onlar için “sosyalizmle savaş”, son hesaplaşmaydı. Nitekim de öyle oldu, Almanya, Avrupa’da en son SB’ye saldırdı.
Biraz daha ayrıntıya inersek, Japonya’nın Çin’e, İtalya’nın Habeşistan ve Libya’ya, Almanya’nın, İngiliz-Fransız nüfuzu altındaki Balkanlara, Polonya, Çekoslovakya, Avusturya vb. ne saldırması sosyalizmin yarattığı gerginlikten değil, doğrudan emperyalistlerin kendi aralarındaki “dünyayı toprak olarak da paylaşma” eğiliminden gelen bir şeydi. Ama buna karşın, dünyanın Hitler faşizmi ve diğer faşist mihver devletleri tarafından köleleştirilmesini önleyen, Hitler’ci faşizmi yenilgiye uğratan, sosyalist Sovyetler Birliği oldu. Savaşın kışkırtıcılığının kaynağını temsil eden Almanya bugün lanetlenen Stalin, Bolşevik Partisi ve onun etrafında birleşen Sovyet emekçilerinin sonsuz fedakârlığı ile ortadan kaldırılabildi.
İkinci Paylaşım Savaşından sonra da savaş kışkırtıcılığı yapan emperyalistler oldu. Daha savaş fiilen sona ermeden, Avrupa ve dünya halklarının sosyalizme ve onun ideallerine artan sempatisinin devrime dönüşmesini engellemek için, başını ABD ve İngiltere’nin çektiği bir “soğuk savaş” başlatıldı. Sosyalizme karşı bir karalama ve iftira kampanyası sürdürüldü. Yaratılan sis perdesi arkasında, Çin, Kore, Vietnam, Hindistan, Cezayir gibi ülkelerdeki ulusal kurtuluş mücadeleleri kanla, işkenceyle, boğulmak istendi. Bu savaşların sorumlusu olarak Sosyalist Blok gösterilmeye çalışıldı, ama gerçekte, Sosyalist Blok ve SB’nin yaptığı bu haklı savaşları desteklemekten ibaretti. Bu ulusal kurtuluşçu güçler karşısında savaşanlar ise, emperyalistlerin paralı askerle desteklenmiş resmi ordularıydı.
Amerikan birliklerinin Avrupa’da konuşlandırılması ve Polonya, Macaristan gibi halk demokrasisi ülkelerinde karşı devrimci ayaklanmalar kışkırtmak, SB ile gerginlik politikası izlemek yine emperyalistler tarafından geliştirilen politikalardı.
Demek ki, “totaliter”, “Leninci, Stalinci”, “Kapitalizme karşıt bir sistem” olarak kaldığı sürece SB, bir savaş kışkırtıcı merkez olarak işlev yapmamıştır. Tersine bu dönem boyunca, irili ufaklı bütün savaşlar emperyalistlerin birbiriyle olan hegemonya mücadelesi, ya da emperyalistlerin halkları köleleştirme çabalarının sonucuydu. Birinci türden savaşlar haksız savaşlardı ve SB bunlara karşı sürekli olarak karşı çıktı. İkinci türden, ulusal kurtuluşçu nitelikteki savaşları ise destekledi. Çünkü bu savaşlar, halkların bağımsızlık ve özgürlük istemlerinin bir ifadesi ve dünya yüzündeki yoksulluğun, sefaletin, savaşların kaynağı olan emperyalist kapitalizme karşı savaşlardı.
İşte emperyalistler, bütün dünyayı yıkıma götüren, yaratılan üretici güçleri tahrip eden, on milyonlarca insanın ölümüne ve sakat kalmasına yol açan büyük paylaşım savaşlarını ve ilhak savaşlarını gözlerden saklayarak, sosyalizmin haklı savaşları desteklemesini, dünyada savaşın esas kaynağı olarak göstermeye çalışıyorlar. Buradan kalkarak da, SB’nin sosyalizmden uzaklaşmasını dünyada “ebedi barış”nı sağlanmasının ön koşulu olarak tanıtıyorlar.

EMPERYALİZMİN NİTELİKLERİ DEĞİŞTİ MÎ?
Son 30-40 yıldır emperyalizmin savunucuları ve onların propagandalarının baskısı karşısında geri bir çizgiye düşen kimi “ilerici”, “demokrat” çevreler, emperyalizmin 2. Dünya Savaşı’ndan sonra karakter değiştirdiğini, çelişkilerin çözme başarısını (en azından çelişkileriyle birlikte yaşama yeteneğini kazandığını) gösterdiğini iddia ediyorlar. Buradan kalkarak da, emperyalizmin arak hegemonyacı olmadığım, egemenlik için savaşmadığını, faşist diktatörlükleri desteklemediğini, hatta AET gibi emperyalist mihrakların demokrasinin koruyucusu olduğunu vb. iddia ediyorlar. Bu iddialarım da, bir takım “olgularla” kanıtlamaya çalışıyorlar.
Lenin, emperyalizmi, “emperyalizm, kapitalizmin tekelci aşaması” olarak tanımladıktan sonra, bu tanımın içeriğini onun şu beş temel özelliği ile açıyor:
“(1) Üretimde ve sermayede görülen yoğunlaşma öyle yüksek bir gelişme derecesine ulaşmıştır ki, ekonomik yaşamda kesin rol oynayan tekelleri yaratmıştır, (2) banka sermayesi sanayi sermayesiyle kaynaşmış ve bu “mali sermaye” temeli üzerinde bir mali oligarşi yaratılmıştır, (3) sermaye ihracı meta ihracından ayrı olarak, özel bir önem kazanmıştır, (4) dünyayı aralarında bölüşen tekelci kapitalist birlikler kurulmuştur, (5) en büyük kapitalist güçlerce dünyanın toprak bakımından paylaşılması tamamlanmıştır.” (V. İ. Lenin, Emperyalizm, s. 107-108, Sol Yay)
Lenin, yukarıdaki tanımlamayı,, 1916’da yapıyor ve tezlerini kanıtlamak için pek ayrıntılı istatistiki bilgileri sergiliyor. Çünkü bu olgular o zaman henüz yeterince açık gözükmemekteydi. Ama bugün, bu olguları görmek için bilim adamlarının satır aralarında söylediklerini aktarmaya gerek yok. Sıradan ekonomi dergilerinden, günlük gazetelerin ekonomi sayfalarına dökülen istatistiklerden tekelleşmenin boyutunu anlamak olanaklı.. Her üretim dalında bir kaç tekelin, üretimin en büyük bölümünü elinde tuttuğunu, bankalarla sanayi tekellerinin nasıl iç içe olduğunu burada ayrıca kanıtlayacak rakamlar dökmeye hem gerek yok hem de bu yazının amacı o değil.
Burada bir itiraz (4) ve (5) şıklarda sözü edilen “dünyayı aralarında payeden tekelci birlikler” ve “en büyük kapitalist güçlerin dünyayı toprak bakımından paylaşmasının tamamlanmış olması” tezlerine gelebilir. Ama şu da bir gerçek ki, dünyayı aralarında pay eden tekelci birlikler bugün dünkünden çok daha ileri düzeyde olduğu için gözden kaçabilmektedir. Çünkü mali sermaye geçmişte olduğundan daha çok uluslararası bir nitelik göstermektedir. 1916larda, bir kaç ayrı ülkeden grupların meydana getirdiği banka ve sanayi birlikleri bugün dünyanın her köşesinden grupları bir araya getirmektedir. IMF, Dünya Bankası gibi iki uluslararası mali kuruluş, hemen bütün kredi musluklarını elinde tutarken, doğrudan devletler düzeyinde ilişkilerle ülke ekonomilerini düzenlemekte, ekonomiden siyasete, pençesine düşürdüğü ülkeyi adeta asıl hükümet gibi yönetmektedir. Geri ve orta düzeyde gelişmiş ülkelerin hemen tamamı bu iki mali kuruluş tarafından denetlenebilmektedir. Hatta bazen ekonomisi krize yuvarlanan gelişmiş ülkeler bile bu denetim ve yönlendirmeden payını almaktadır, öte yandan gelişmiş teknolojiyi elinde tutan (her üretim dalından bir kaç tekel) tekeller bütün dünya pazarında bir yandan rekabet ederken öte yandan da, olası başkaldırmalara karşı dayanışma içindedirler. Çoğu zaman fiyat ve hammadde kartelleri kurarak üretim ve tüketimi de tam denetim altına alabilmektedirler.
Dünyada artık fethedilecek yeni topraklar olmadığına göre, tekeller ister istemez aynı pazarlar için mücadele etmek zorunda kalmaktadırlar. Bu da kapitalizmin eşitsiz gelişme yasası gereği, tekeller arasında bir egemenlik için mücadele eğilimini geliştirmektedir. Tekellerle hükümetlerin iç içeliği göz önüne alınırsa, bunun aynı zamanda emperyalist devletlerarası bir rekabete yol açacağı da kolayca anlaşılır.
Bu rekabetin epeyce bir zamandan beri “barışçı yöntemlerle” sürdüğü kabul edilse bile (pek öyle değildir ama) bu çelişkiler var oldukça sonunda savaş yöntemlerinin gündeme gelmeyeceğini kimse (olguları nesnel değerlendiren kimse) iddia edemez.
Propagandacıların, emperyalist politikacı ve diplomatların aksine iddialarına karşın, son 30-40 yıldır ortaya çıkan bütün olgular, emperyalizmin ne eşitsiz gelişme yasasının ne de bundan kaynaklanan yeni egemenlik alanları talep etme eğiliminin değişmediğini gösteriyor.
1960’ların başından beri bir emperyalist devlet olarak tarih sahnesine çıkan SB ile Batılı emperyalistler arasında sürekli bir egemenlik mücadelesinin olduğunu, yeni paylaşım sofrasına oturan SB’nin yeni egemenlik alanları için mücadele ettiğini görüyoruz. SB, Batılı emperyalistlerin egemenlik alanlarına sermaye ihracından o ülkelerdeki yandaşları aracılığı ile darbeler tezgâhlamaya, istihbarat servisleri aracılığı ile yıkıcı faaliyet göstermekten diplomatik baskıya, hatta doğrudan askeri müdahalelere kadar her yolu deniyor. Ama karşı tarafta boş durmuyor, o da Sovyet egemenlik alanlarında aynı faaliyetleri gösteriyor. Sonra biriken sorunlar ve yeni egemenlik alanlarım karşılıklı “tanımak” ya da “tanımamak” için bir kez de zirvede karşı karşıya geliyorlar. Herkes kendi kozunu ortaya koyuyor, pazarlık yapılıyor. Ama bu arada dünya halklarının yolunu karartmak için “barış için”, “insanlığı savaş tehdidinden kurtarmak için” bir araya gelinmiş imajını işliyorlar. İnsanlığı savaş tehlikesine sürükleyenlerin, barışı bizzat kendisi bozanların, nasıl savaşı ortadan kaldırıp barışı getireceği çelişkisinin üstünün örtülmesi ise, propaganda odaklarının ve bu demagojilere inanan safdil çevrelerin işi oluyor.
Eğer emperyalizm karakter değiştirip “ebedi barış”ın yoluna girdiyse; Küba ablukası, Vietnam müdahalesi, Arap-İsrail savaşları, Çekoslovakya’nın işgali, İran-Irak Savaşı, Afganistan işgali, Pakistan-Hindistan Savaşı, Falkland Savaşı, Panama’nın işgali, sayısız darbe ve cuntalar (ki; bunların ya doğrudan içinde, ya da kışkırtıcısı olarak emperyalistler taraf oldular) bütün bunlar nasıl açıklanabilir?
Eğer emperyalizm karakter değiştirdiyse, her yıl silahlanmaya harcanan milyonlarca dolar ve ruble nasıl açıklanacaktır? Sadece laf olsun diye mi yapılıyor bu harcamalar.
Burada emperyalizm hayranlarının bir bölümü, SB’nde ‘Stalinizmin çöküp Gorbaçovculuğun gelişmesiyle barış yolunun açıldığını” söyleyebilir ve gerekçe olarak da Gorbaçov’un Afganistan’dan çekilmesini ve nükleer başlıkların azaltılması anlaşmasının kanıt olarak gösterebilir. Ama bu da olguların nedenlerden koparılarak çarpıtılması olarak karşımıza çıkarılması demek olur. Bunun niye böyle olduğuna da aşağıdaki bölümde değineceğiz.

BUGÜNKÜ ULUSLARARASI DURUM İSTİKRAR VE BARIŞ VAADEDİYOR MU?
SB’nin bir emperyalist güç olarak tarih sahnesine çıkmasıyla dünya konjonktüründe iki önemli değişim oldu. Birincisi, sosyalist pazar parçalandı ve kapitalizme bağlanan Doğu Avrupa, Batı sermayesi için yeni bir alan oldu, ikincisi ise, SB Batılı kapitalistlerin etkinlik alanları için savaşan yeni bir mihrak konumu kazandı.
Henüz sosyalizmin prestijine sahip genç emperyalist, aynı zamanda sosyalizmin biriktirdiği devasa bir ekonomik güce ve gelişmiş bir teknolojiye sahipti. Bu olanakları kullanarak, Ortadoğu, Afrika, Güney ve Güneydoğu Asya’da önemli köprübaşlarını nispeten kısa sürede elde etti. Bunu yaparken, bazen “sosyalist” olarak ulusal kurtuluş savaşlarına “destek”, bazen geri ülkelerde “emperyalizmin etkinliğini azaltmak için yardım”, bazen da “dost hükümete destek” adı altında askeri işgal vb. her yolu mubah saydı.
Olanaklar ile yol ve yöntemler çok uzun sürmeden tıkandı. Bir yandan emperyalist amaçlar için gerçekleştirilen aşırı askerileşme, öte yandan karlı bir sanayi dalı olarak yatırım ağırlığının silah sanayine kaydırılması, kapitalist kurallara göre yönlendirilen sanayinin sosyalist biçimlerin gerektirdiği sübvansiyonları taşıyamaz hale gelmesi; aynı nedenlerle tarım üretiminin sürekli düşerek ülkenin tarım ürünleri bakımından Batı’ya bağımlılığının artması vb. durumlar ile Doğu Avrupa ülkelerindeki “uzmanlaşma” nedeniyle kendi üretim araçlarını kendilerinin üretme olanaklarını yitirerek, teknolojik bakımdan 1950’lerde kalmaları, bütün COMECON ülkelerini derin ve kronik bir bunalımın içine çekerken, Batılı sanayi ülkeleri, hem SB ve COMECON’un boş bıraktığı alanları doldurarak, hem de petrol krizinden yararlanarak, bunalımın yükünü geri ülkelere yıktıkları yeni bir canlanma dönemine girdiler. ABD ekonomisi bu canlanmayı yeni teknolojileri askeri alanda kullanarak silah teknolojisinde bir atılım yaparken, Japonya ve Almanya kendilerine has özellikleri ve durumu değerlendirerek ekonominin yeni devleri olma pozisyonuna girdiler.
SB ve COMECON ülkeleri 1980’lere gelindiğinde artık Batılı kapitalistlerle egemenlik mücadelesini eski platformda sürdüremez duruma gelmişlerdi. Sonuçta, SB bir yandan Afganistan batağında çırpınırken, müttefikleri de daha çok Batı ekonomilerine doğrudan entegre olma zorunda kaldılar. Polonya, Macaristan ve Romanya IMF ile anlaşmalar yaparak ekonomilerin Batı ülkelerinin denetimine açtılar.
Gorbaçov’un iktidara gelmesiyle Batı ekonomisine bağlanış genel bir karakter kazandı. Kapitalist ekonomik temelle çelişen sosyalist biçimler terk edildi. Sübvansiyonlar, emekçileri koruyan sosyal haklar ve sosyal yardımlar kaldırıldı, fiyatlar serbest bırakılırken, toplu işten çıkarmalar, karlılığı artırıcı önlemler art arda yürürlüğe kondu. Bu ülkeler Batı yatırından için cazip gelecek ayrıcalıklar getirerek emperyalist sermayeyi çağırdılar, çağırıyorlar.
Bütün bu önlemleri tamamlayan, sınırsız özel mülkiyet edinme hakkı ve devlet işletmelerinin yerli ve yabancılara satışının serbest bırakılmasıyla bu ülkeler sosyalizmle artık tamamen, biçimde kalmış son bağlan da kopardılar.
Bu uygulamalar dış politikada da kendini gösterdi, SB Afganistan’daki birliklerini geri çekerken, Doğu Avrupa’da tek taraflı olarak askeri güçlerini geri çekmeye koyuldu ve bu ülkelerdeki SB’den “bağımsız” gelişmeleri (Romanya’daki kendi doğrultusuna uymayan gelişmeler dışında olanları) destekledi ve onların Batı kapitalizmine yakınlaşan tutundan karşısında aktif bir karşı çıkış politikası izlemedi. Bulgaristan dışında, tüm eski müttefik ülkelerde reformcu ve muhafazakâr partilerin iktidara gelmelerine ses çıkarmadı.
Varşova Paktı ve COMECON’un dağılma süreci yaşaması karşısında Gorbaçov’da boş durmadı. Yeni duruma uygun bir politik tutum izleyerek, NATO ve AET’yi sarsacak önerilerle rakip blok içinde ayrılıklar yaratma taktiği izledi. Tek taraflı olarak Avrupa’daki kuvvetlerinde indirim yaparak, iki Almanya’nın birleşmesi önerisini destekleyerek, NATO ve Varşova Paktı’nın dağıtılıp, bütün Avrupa devletlerinin tek bir “Avrupa Evi” içinde toplanmasını savunarak, Batılı emperyalistler arasındaki çelişmeleri keskinleştirme yolunu seçti.
Gorbaçov’un bu politikaları, “Birleşik” Almanya’nın durumundan AET’nin AGİK’in ne olacağını, Avrupa’daki Amerikan varlığının geleceği vb. konularda belirsizliklere yol açarken, Batılı emperyalist ülkeler arasında da görüş ayrılıklarını su yüzüne çıkardı. Zaten sorunların içinden çıkamaz hale gelen AET, Macaristan, Polonya ve Çekoslovakya’nın AET’ye girme eğilimleri karşısında ne yapacağını, AET’nin sınırlarının ne olacağını vb.ni tartışırken, “Birleşik” Almanya’nın bütün Avrupa için yeni bir tehlike olacağı İngiliz ve Fransız politik çevrelerinde açıkça tartışılır duruma geldi. Öyle görünüyor ki, Gorbaçov’un engelleyeceği umularak ileri sürülen “Birleşik” Almanya önerisi, Gorbaçov tarafından rakiplere atılan ateşten bir top gibi olmuş, şimdi öneri sahipleri ne yapacaklarını şaşırmış durumdalar. Elbette ki, bu noktadan sonra gelişmelerin hangi doğrultuda ilerleyeceği Gorbaçov’un atacağı adımlara ve “Birleşik” Almanya sorununun nasıl çözümleneceği ya da çözümsüzlüğüne bağlı görünüyor.
Bu ve bu yazı boyunca söylenenlerden de anlaşılacağı gibi, SB bir ekonomik kriz ve siyasal bir çözülme süreci yaşamaktadır. Ama bütün bunlar, onun dünya hegemonyasından vazgeçtiği anlamına gelmiyor. Tersine, bugünden yeni bir atılım için basacağı taşlan özenle döşemeye çalıştığını gösteriyor. Çünkü SB, sahip olduğu ekonomik güç, dünyanın en büyük askeri gücü olmaya devam etmesi, geniş topraklan ve sınırsız hammadde olanaklarıyla bugün de süper emperyalist bir güç olma niteliklerini taşıyor ve en azından sahip olduğu gücü oranında egemenlik istemeye devam ediyor.
Öte yandan kozları elinde bulunduran ABD, elinden geldiği kadar SB’nin etkinlik alanlarında kendi etkinliğini kurmaya çalışırken, SB’ne karşı da ihtiyatlı, en azından şimdilik, onu köşeye sıkıştırmama politikasını çıkarlarına uygun buluyor. Daha ileri giderse kendi müttefikleri arasında da hoşnutsuzluk çıkacağını, pay alma yarışında onların da başka anlaşma ve uzlaşmalarla ayrı politikalar geliştireceği endişesini taşıyor. Bu yüzden de şimdi üstünde bulunduğu düzlemde, ilerlemeyi uygun buluyor.
Görünürdeki Sovyet-ABD egemenlik çekişmesi arkasında; son 10-20 yıldır, 2. Dünya Savaşının iki mağlubu, Japonya ve Almanya’nın süper emperyalist güçler olarak yeniden sahneye çıkmaya yöneldikleri gözleniyor. Japonya, Uzakdoğu’da ve gelişmiş kapitalist ülkelerde ekonomik etkinliğini artırırken, ekonomisini olası bir silahlanma için gerekli dallarda (elektronik ve yüksek teknolojinin öteki kollan) yoğunlaştırıyor. Deniz kuvvetlerinden başlayarak, savaş sonrası statüsünü zorlayarak silahlı kuvvetler oluşturmak için girişimlerde bulunuyor. Koşullar uygun olduğu an, kısa surede güçlü bir orduyu donatmak için, hazırlıklarını sürdürüyor.
Diğer yükselen emperyalist güç ise Almanya Avrupa’nın ekonomik bakımdan en güçlü ülkesi, şimdi “Birleşik” Almanya’nın gündeme gelmesiyle yeni bir sıçrama yapma olanağım da ele geçiriyor. Ve daha şimdiden savaş öncesi Almanya’sının sınırlarını gündeme getirmeye hazırlanıyor. Özellikle Avrupa’da ortaya çıkan belirsizlikten bu doğrultuda yararlanması beklenmeyecek bir şey değil. Kısacası, emperyalistler, “dünyayı, mevcut ‘sermayeleri’, ‘güçleri’ oranında paylaşıyorlar, çünkü kapitalizmin ve meta üretimi sisteminin var olduğu bir ortamda daha başka bir paylaşma biçimi söz konusu olamaz. Şu da var ki, ekonomik ve siyasal gelişmeye göre güç oranları değişmektedir. Olayların ardındaki gerçeği kavrayabilmek için güçler arasındaki ilişkilerin değişmesiyle hangi sorunların çözüldüğünü bilmek gerekir. Bu değişiklikler salt ekonomik mi, yoksa ekonomik olmayan (örneğin askeri) bir nitelik mi taşıdığı sorunu, kapitalizmin şu içinde bulunduğumuz çağına ilişkin hiçbir temel kanıyı değiştirmeyecek ikinci bir sorundur.” (Lenin, Emperyalizm, s. 90-91. Sol Yay.)
İşte emperyalist ve revizyonist propaganda merkezleri, güç oranlarındaki değişmelerin yeni bir paylaşımı zorladığı koşullarda, artık emperyalizmin dünyayı “ebedi barışa götürecek bir istikrar dönemi açtığı” propagandasını yoğunlaştırıyorlar. Oysa gerçek tam tersidir: 2. Dünya Savaşından sonra belirlenen devlet sınırlan tanışılır hale gelmişken, emperyalistler arasında güç ve nüfuz alanları arasında dengesizlik her gün artarken, “istikrar” ve “barıştan” söz etmek ne kadar anlamlı olur? Aslında istikrarsızlığın, çelişmelerin yoğunluğunun ifadesi olan zirveler “barış” ve “istikrarın” unsuru olarak değerlendirilebilir mi? Eğer istikrar olsaydı, süper güçlerin liderleri, 5 yılda 7 zirveye ihtiyaç duyarlar mıydı, dahası bugün “barışçı” olan egemenlik mücadelesinin yarın da aynı biçimde süreceğini kim garanti edebilir? Bu sorular çoğaltılabilir, ama ne kadar çoğaltırsak çoğaltalım yanıtlar olumsuz olacaktır.
Zirvelerin tablosu da açıkça sorunların düğümlenmeye gittiğini göstermektedir. Sözde övünülerek öne sürülen stratejik silahların azaltılması anlaşması bu başarının nasıl bir başarı olduğunu gösteriyor. Bir zafer olarak “insanlığın toptan imhasını önleyen bir anlaşma” olarak lanse edilen anlaşmanın getirdiği (tartışmaları tam 30 yıl sürdü) orta menzilli füzelerin imhasıydı. Bu ise, varolan nükleer stokların sadece % 5’ine karşılık geliyordu. Artık biraz azaltılmış bir nükleer stokun üstünde oturduğumuzu bilerek sevinebiliriz!
Son 30 yıllık zirvelere ve gelişmelere bakıldığında, iki süper emperyalist gücün anlaştıkları tek konunun halkların mücadelesinin bastırılması, devrime ve sosyalizme karşı olmak olduğu görülür, özellikle emperyalistler-arası görüşmelerin dünya kamuoyuna “barışı” sağlamanın yolu olarak sunulmasının pompalanmasıyla birlikte, nerede emperyalistlerin hoşuna gitmeyen gelişme olursa oraya müdahale edilmekte, üstelik bu tutum rakip emperyalistlerce “anlayışla” karşılanmaktadır: ABD’nin Panama işgali, SB’nin Romanya’da darbe düzenlenmesi, Azerbaycan, Gürcistan ve Ermenistan’a SB’nin asker göndermelerinde olduğu gibi. Böylece getirmek istedikleri “barış”ın da ne olduğu anlaşılıyor. Eğer emperyalistlere baş kaldırılmazsa emperyalistler için “barışın” hiçbir sakıncası yoktur! Yok, eğer bağımsızlık ve özgürlük istenirse, bu “barış bozucu” olarak cezalandırılacaktır. Çünkü, emperyalistler, kendilerinde halkların kaderlerini tayin etme hakkını görüyorlar.
Emperyalist propagandanın yarattığı yoğun SİS perdesi kaldırıldığı, olay ve olguların birbiriyle bağlantıları incelendiğinde görülüyor ki; emperyalizm ne çelişmeleriyle başa çıkabilmiş, ne de egemenlik ve hegemonya eğilimi yok olarak barış içinde bir dünya kurma yeteneğini kazanmıştır. Bu varsayımların emperyalizmin kuramcıları ve propagandacılarının uydurduğu iddialar olduğu görülüyor. Amaç ise, emperyalistlerin halklara karşı giriştikleri eylemleri aklamak, en önemlisi de, ezilen halkların ve emekçilerin anti-emperyalist bilinçlerini köreltmek, kapitalizme karşı mücadeleden emekçileri alıkoymaktır.
Tarihin ve son 30 yılın gösterdiği gerçek şudur: Ne barış, ne de sömürü ve zulümden kuruluş emperyalizmden, “onun kazandığı” “yeni niteliklerden” ne de “iyi niyetli emperyalist politikacıların görüşmelerinden” beklenemez. Dünyanın yıkımdan kurtulması; ancak, dünyayı yıkıma götüren çelişmelerin, bu çelişmelere kaynaklık eden kapitalizmin ortadan kaldırılmasıyla olanaklıdır. Bunun ötesinde barış ve kurtuluş hayalleri yayanlar ya emperyalizmin bilinçli savunucuları ya da onların propagandasıyla yolundan çıkmış safdillerdir.

Temmuz 1990

F. Ertuğrul ekibi öğretmen mücadelesini bölüyor Öğretmenlerin hedefi: Eğît-der’den Eğit-sen’e

Son aylarda öğretmenlere ve öğretmen mücadelesine ilgi duyanlar için “öğretmen sendikası”, “kamu çalışanlarının sendikalaşması” ve sanki bunlarla bağlantısı varmışça-sına “EĞİTİM-İŞ” adlı sözde sendika, gündemin temel meselesi oldu.
Açıktır ki, öğretmenlerin bugünkü gündeminin başında grevli-toplu sözleşmeli sendika bulunmaktadır. Sendika en acil ve en temel talebimizdir. Bu yazı çerçevesinde, İstanbul’un şahsında, Eğit-Der Genel Merkezi’nin, daha doğrusu Genel Merkez’de Feyzullah Ertuğrul’ca temsil edilen mahut anlayışın, sendika meselesine yaklaşımını ve sendika talebini nasıl istismar ettiklerini; bununla birlikte, belki de daha önemli olarak, 21-22 Temmuz’da yapılacak Eğit-Der Olağanüstü 1. Kongresi’nin ve bu kongre şahsında sendikalaşma mücadelesinin yakalaması gereken ivmenin ne olması gerektiğini tartışacağım.
İlk Yol ayrımı: Sendikal Haklar Kurultayı
Eğit-Der 1. Olağan Genel Kurulu 4 Şubat 1989 tarihinde yapılmış ve bu kongrede A. Bozkurt ekibi yerini Feyzullah Ertuğrul ekibine (ittifaklarına) bırakmıştır. Bu yönetimde, sendikal mücadelemizde doğru adımlar atabilecek kararlı, mücadeleci arkadaşlar azınlıktadır. Genel yapısıyla, sendikalaşma mücadelemizde egemen sınıfları incitmeden, onların onayını gözeterek yaklaşan bir yapıdadır.
Bu anlama gelmek üzere ilk icraatını 21-23 Eylül 1989’da, “SENDİKAL HAKLAR KURULTAYI” toplayarak yapmıştır. Bu kurultay esas olarak Demirel, İnönü, Erbakan, İlsever gibi faşist-gericisinden reformcusuna bir dizi politikacının, iktidara geldiklerinde “öğretmenlere sendika hakkı vermeye nasıl ve ne kadar hazır olduklarını”(!) “ne kadar öğretmen ve örgütlenme dostu”(!) olduklarını kanıtladıkları ve Genel Merkezin sendika mücadelesine ilişkin düşüncelerinin ilk ipuçlarının zımnen görüldüğü kurultaydır.
Kurultay’da çalışan öğretmenlere ve on yıllardır öğretmen mücadelesine gönül veren sendikacı öğretmenlere söz verilmemiştir. Farklı eğilim ve düşüncelere propaganda imkânı tanımayan anti-demokratik bir kurultaydır bu. Kurultay, hâkim sınıf kliklerinin sendika meselesine yaklaşımlarını bir kez daha göstermesi açısından, bu anlamda, önemlidir. Ama aynı zamanda, her şeye karşın öğretmenlerin kararlılığı da görülmüştür. Sendika hakkını egemen sınıfların insafına terk ederek sendika hakkının bir takım pazarlıklarla (öğretmen aleyhine) kotarılabileceği yanlışlığını, bazı gerici niyetleri ortaya koyması bakımından da önemlidir. Kurultayı izleyen öğretmenler, çeşitli biçimlerde kendi aralarında tartışarak, kulis yaparak, engellenen söz haklarını protesto ederek sendika talebinin sahibi ve savunucusu olduklarını gösterdiler. Bizce Kurultay’da ortaya çıkan esas kazanım da buydu.
O koşullarda, hemen bir sendika başvurusu -öğretmenin ruh hali, örgütlülük düzeyi, hesaba katılmadan ilk bu kurultayda “sendika girişim kurulu” oluşturulması amacıyla başlatılan imza kampanyasıyla ortaya çıktı. Dolayısıyla Genel Merkezdeki anlaşmazlık bu vesileyle ortaya çıktı. Eğit-Der’de “gruplaşmalara karşı” olduklarını söyleyenler yavaş yavaş gerçek grupçular olduklarını, sendika talebini bir “mutabakata mülteciler” grubunun genel siyasetlerinin ve özel olarak da “sendikacılık siyasetlerinin” bir parçası yapma gayretlerini, henüz tam bir açıklıkla olmasa da gösterdiler.
Genelgeler… Öneriler ve Yapılmayanlar:
Genel Merkez, 18 Kasım 1989 gün ve 220 saydı genelgesiyle, “sendikal haklar kurultayının kazanımla-rına dayanarak, önümüzdeki dönemde sendika hedefi için neler yapılabileceğini tartışmak ve kararlaştırmak üzere…” bazı genel doğrulan biçimsel olarak içeren bu genelge ile “bölge toplantıları” yapılmasını istemiştir. Biz, Eğit-Der İst. Şubesi olarak, bağlı 11 ilçede yüzlerce öğretmeni seferber ederek taraştık. Tüm ilçe temsilcileri kitlenin görüşleri doğrultusunda rapor hazırladılar.
Ortak bir toplantı ile şubemizin görüşlerini, önerilerini, sendikalaşmaya ilişkin imkân, plan ve anlayışımızı görüşüp saptadılar.
9 Aralık 1989 günü yapılan bölge toplantısına Beykoz, Uzunköprü, Kartal, Kadıköy, Ümraniye, İzmit, Kırklareli, Edime, Keşan, Lüleburgaz, Meriç, Vize, Saray, Çorlu, Tekirdağ, Pınarhisar, İstanbul (11 ilçeyi temsilen) şubeleri katıldılar. Bu bölge toplantısı, Eğit-Der’in ülke çapında düzenlediği 6 toplantının (Malatya ve Karadeniz toplantıları yapılamadı) en görkemlisidir. Bu toplantıya katılan şubelerin tümü ve ayrıca kişisel konuşma yapan 28 kişinin 25’i Genel Başkan’ın yapağı konuşmanın tümünü eleştirdi. Eleştirmekle de kalmadı, somut öneriler sundu. Eğit-Der’e çalışan öğretmenlerin asil üyeliğini neden önemsemediklerini, güçlü bir Eğit-Der’in sendikalaşmadaki önemini, rolü ve gereğini, sendikalaşmadaki asıl gücün öğretmenler olduğunu, ancak buna bağlı olarak uluslararası hukuk ve iç hukuktaki “yasal desteklere” güvenilebileceğini anlattılar.
Kapanış konuşması yapmak üzere kürsüye gelen Genel Başkan, açış konuşmasında sunduğu programın onaylandığını çok ilginç bir pişkinlikken hafif deyim budur) ifade edince şaşıp kaldık. Toplantı bir sağırlar diyalogu olarak düşünülmüştü herhalde!
Genel Merkez, 30 Aralık 1989 gün ve 251 sayılı genelgesiyle de; “sendika hedefine daha da yaklaştığımız bu günlerde yapılacak işleri görüşmek üzere 13 Ocak günü Ankara’da toplanılacağını, bu toplantıya şube başkanları ile her şubeden birer çalışan öğretmenin katılacağını” ayrıca, “bölge toplantılarının değerlendirilmesi, başvuru tarihinin incelenmesi, sendika tüzük taslağı konusunda bilgilendirme…” yapılacağını belirtiyordu. Bu toplantıya 45 kadar şube katıldı. Genel Başkan açış konuşmasında, 12 sayfanın 4 sayfasını hukuksal duruma ayırıyor, ILO, Avrupa İnsan Haklan Sözleşmesi, Avrupa Sosyal Şartı gibi birtakım uluslararası sözleşmelerin TBMM’den geçerek onaylandığını, dolayısıyla iç hukukta da bir yasa statüsü kazandığından hareketle, iç hukukun öğretmenlerin sendika kurmalarına engel teşkil etmediğinden bahsediyordu.
Anayasa ve yasalarda sendika hakkını yasaklayan herhangi bir hüküm bulunmadığını, bu durumun hukuk dilinde SERBESTLİK REJİMİ olarak nitelendirildiğini, ayrıca, egemen sınıflarca Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi ve İLO’nun 98 sayılı kararının da TBMM’de onaylandığını, yine dolayısıyla öğretmenlerin toplu sözleşme hakkını kapsayan bir HAK REJİMİNİN de doğduğunu, sendikal haklarımızın hukuki gerekçelerinin bulunduğunu belirtiyordu.
Buraya kadar söylenenlere kimsenin bir diyeceği yoktu ve olamazdı. Çünkü bunlar, egemen sınıfların uyup uymamalarından bağımsız yasal gerçeklerdi. Bu kararların imzalanmasının her şeyi çözmediği, adı geçen kuruluşların yaptırım gücü bulunmadığı ve ülkemizde hiçbir zaman gerçek demokrasinin yaşanmadığı, egemen sınıfların bu tür yükümlülükleri hiçbir zaman yere getirmediği biryana bırakılacak olursa, denilenler elbette doğruydu. Ama sorunun temeli bu değildi. Daha doğrusu olay bu haliyle ele alındığında tek yanlı olurdu. Sendikalaşma eyleminin daha önemli bileşenleri de vardı, olmalıydı.
Talebin öğretmenlerce kavranışı, öğretmenlerin gücünün tespiti doğru bir sendikalaşmada izlenen taktikler, somut eylem planı, güçlerin seferber edilebilmesi için daha nelerin yapılabileceği, egemen sınıfların içinde bulunduğu durum ve kriz vb. gibi daha birçok öznel ve nesnel koşul ve koşulların irdelenmesi Genel Başkan’ın konuşmasında yoktu. Ayrıca Genel Başkan, grevli sözleşme hakkı olan öğretmenlerin haklarını kararlıca savunacak, onların birliğini sağlayıp pekiştirecek direnme ve mücadele örgütü bir sendika değil de egemen sınıflarca kabul edilebilir grevsiz, aslında dernek olduğu bile tartışılabilir, ondan da geri, bir icazet, bir uzlaşma Örgütü öneriyordu. En kabul edilmez yan ise, bunun bilinçlice yapılmasıydı. Ve Genel Başkan, yukarda sözü edilen nitelikte bir sendika için başvurunun en kısa zamanda yapılacağım söylüyordu, öyle ya! ‘141’ kaldırılıyordu, kaldırılacaktı…!”, “komünist partiye özgürlük vaat edilmişti, her şey karşılıklı Çözülüyordu”! Bu durumda öğretmenlerden sendika esirgenebilir miydi!
Sonraki gelişmeler gözlendiğinde; hesaplar ve pazarlıkların böyle olduğu daha bir anlaşılır hale geldi.
Genel Merkez’deki “Birlik Dayanışmacılar” böyle istiyordu. Ama öğretmenler onların planını yine reddettiler. 7 şube kararsızdı, 3 şube Genel Merkez’e tam destek veriyordu (ki, bu şubelerde çalışan öğretmen temsilciler seçimle değil, Genel Merkez’in atamasıyla gelmişlerdi).
Genel Başkan, kapanış konuşması için yine kürsüye geldi. Yaşından beklenmeyen, terbiye sınırlarını aşan bir tavırla, önerilerinin tüm arkadaşlarca onaylanmasından dolayı teşekkür ettiğini söyledi. , Genel Başkan (biz onun şahsında daima bir anlayışı anlatmak istiyoruz) öğretmenlerin olağanüstü sabrını, sendika ve örgüte duydukları güveni işte böyle istismar ediyordu.
Fakat artık, Genel Merkez’deki devrimci demokrat arkadaşların ve bazı dürüst üyelerin muhalefeti, henüz dışa vurul masa da, saklanamaz hale gelmişti.. Genel Merkez bu kez, 15 Şubat 1990 gün ve 274 sayılı genelgesiyle; “sendika üyesi olmak isteyen arkadaşları saptamamızı, bu üyeler arasında SENDİKAL HAKLAR KOMİSYONU seçilmesini, ayrıca sendika kurucuları saptamamızı ve sendika üyelerinin aylıklarının % 2’sini sendika fonuna vermelerini, diğer kamu çalışanlarıyla sendikal dayanışmaya girmemizi…” istedi. Genel Başkan farklı şeyler söylese de, Genel Merkez çoğunluğunun örgütün sesine kulak verdiği, tutum almak için acele edilmemesi gerektiği örgüte iletildi. Sendikalaşma süreci yaklaşık 15 yıldır sürdüğü ve öneri içinde sendika komiteleri, sendika fonları, grev komiteleri vb. gibi olumlu yanlar olduğu için, diğer mücadeleci arkadaşlarla birlikte -kaygılarımız olmakla birlikte- çalışmaya koyulduk. Ancak, Genel Merkez’deki uzlaşmacıların, biçimdeki bir takım olumluluklara karşın her zaman manevra yapıp uzlaşacakları konusunda bir rezervimiz oldu.
İstanbul Şubesi olarak yüzlerce sendika üyesi yaptık. Bildirilerle okullara gittik. Sendika üyeleri, “sendikal haklar komisyonu” üyelerini seçtiler, İstanbul’da fiili bir sendika oluşmaya başladı. Haklı olarak diğer Eğit-Der şubelerinde de aynı şeylerin yapılmasını bekliyorduk ve sendikal haklar komisyonu üyelerinin merkezilenip, genel bir toplantıyla sendikalaşma sorunlarımızın tümünü (başvuru, yasallaşma vb.) görüşeceğini umuyorduk, doğrusu da buydu.
Bu sırada, 25 Nisan 1990 tarihli, 306 sayılı genelge geldi: “Sendikal hakların kazanılmasında yaşanan sürecin değerlendirilmesi, girişim zamanı ve yöntemi…” konusunda kesin değerlendirmelerin yapılacağı bir genel toplantının 12 Mayıs’ta Ankara’da toplanacağı belirtiliyordu
Biz sendikacılığı tutarlı savunan öğretmenler olarak, sendikalaşma konusunda tüm çabaların seferber edemediğini bilmekle birlikte, bu karan olumladık. Yapılacak olan kendi programımızın yaşama geçirilmesi İçin öğretmenleri ikna etmekti. Ama çabalarımıza karşın çoğunluk bizim yanımızda yer almazsa, görüşlerimizle uyuşmasa bile çoğunluğun kararına saygı gösterecektik. Bizim demokratik merkeziyetçilik anlayışımız, tabanın söz ve karar sahibi olması ilkesi anlayışımız bunu gerektiriyordu.
Eğit-Der’de bunlar yaşanırken, Niyazi Altunya ve 22 arkadaşından “Eğit-Der’in başlattığı sendika kurma çalışmalarını bir grup çalışan öğretmen üstlenmiştir…” diye başlayan ve “sendika dersi’ veren, devamla, “bu konuların çevrenizde tartışılması ve bilgi verilmesini…” isteyen bir mektup aldık. Durum şaşırtıcıydı, ama biz bunu bekliyorduk. F. Ertuğrul ekibinin, sendika kurucularının demokratik bir tarzda seçilerek, bütün işleri bunları yürütmesine razı olacağına aklımız yatmıyordu.
Onlar değil miydi, 1978’de, Ali Başpınar’ın başkanlık ettiği Genel Kurul Divanını ve kongresini iptal yoluna gidenler? Onlar değil miydi, İstanbul’da ayrı şube açıp TÖB-DER şubesini aylarca İGD’lilere işgal ettirenler? Her şey beklenirdi bunlardan, yeter ki yığınların mücadelesini bölsün, burjuvaziyle uzlaşan bir çizgiye çeksin.
Genel Merkez’in ve örgütün çoğunluğu, kurucuları ve kuruluşu bir genel toplantıyla seçmek istiyordu. Ama Genel Merkez azınlığı buna karşıydı. Genel Merkez’in bölücü azınlığı N. Altunya’yı destekliyordu. Üstelik onları Eğit-Der’in sendika kurucuları olarak lanse ediyordu. Belki kamuoyunda hala öyle bilenler de var.
Biz bu kuruculara şu nedenlerle karşı çıktık:
İlk olarak Eğitimciler Sendikası bu bileşime teslim edilemeyecek kadar ciddi ve önemli bir talepti.
Bununla bağlantılı olarak, 14 Eylül 1980’de Cunta’ya basan telgrafı çeken ve bugün de aynı düşünceyi taşıdığını söyleyenlerle sendika kurulamazdı. 12 Eylül’ün halka geniş bir soluk aldırdığını… anarşi mihraklarına karşı alınacak tedbirlerin öğretmenlere derin nefes aldıracağını… yurt bütünlüğü ve ulusal birliği sağlamak ve mahalle kabadayılarının terörünü ortadan kaldırmak için ordunun müdahaleye mecbur kaldığını… parlamentonun önleyemediği anarşiyi generallerin önlediğini… şimdi öğretmen örgütlenmesi konusundaki tartışmayı da bitirdiklerini…” açıkça (belgeler elimizde) ifade eden .”Öğretmen Dünyası” Dergisi Yazı İşleri Müdürü Ayhan bey, şimdi sendika kurucusuydu.
Bu bileşimin programı da, tabiatlarına uygun olarak, öğretmenlere sendika vaat etmiyordu. Biz bu kurucularla, kurduk dedikleri sendikanın niteliği arasında doğrudan bir ilişki olduğunu düşünüyoruz.
Kim seçmiştir bu kurucuları? Bu 23 kişiyi Ankaralı öğretmenler bile tanımıyor. Seçiliş tarzları meşru değil. Bunlar öğretmen mücadelesini arkadan hançerleyen bölücülerdir. Yasallaşma çabası içinde olan bir tövbekârlar örgütünün güdümündedirler.
23 kişinin içinde yer alan ve kendisine yurtsever devrimci öğretmen diyen 3 kişinin yolu kesin yanlıştır, yanlış değirmene su taşıyorlar.”iyi niyetliyiz” diyorlar ama iyi niyet bir şeyi çözmüyor. İçlerinde gerçekten dürüst, demokrat, samimi olduklarını ifade edenler varsa, hemen halalarını kabul edip istifa etmeli, özeleştiri yapmalıdırlar. Aksi halde kendi “iyi niyetleri” ile baş başa bırakılıp teşhir edileceklerdir. Bunların içinden geldiklerini söyledikleri geleneği hiç bir şekilde temsil etme durumları yoktur.
Tekrar konuya dönelim: 12 Mayıs’ta, Ankara’daki toplantıya gittik. Ankara Valiliği’nin toplantıya izin vermediğini öğrendik. F. Ertuğrul ve bu 23 kişi Metropol denilen bir yerde ayrı bir toplantı düzenlediler. Bu toplantıya bizzat gittik. N. Altunya, “çok büyük destek gördüklerini ve Mayıs’ın son haftasında mutlaka başvuru yapacaklarını…” merdivene çıkarak açıkladı. Toplantıya katılan şubelerin ezici çoğunluğu, Genel Başkanı yüzüne karşı acımasızca, hatta açması hale getirecek biçimde eleştirmişlerdi.
F. Ertuğrul ve ekibine şunu sormak gerekir Eğer önerilerinizi örgüt çoğunluğu destekliyorsa neden önerilerinizi örgüte oylatmadınız? Bize göre neden açık. Çünkü örgütten hiç destek alamayacaklarını biliyorlardı. Ne onların öğretmenlere, ne de öğretmenlerin onlara güveni var. Angaje olmuş küçük bir grubun desteğinden başka destek alacakları bir kitle yok. Bundan dolayı, Genel Başkan ve yandaşları, Genel Merkez karar defterine, “sendika girişimi ile ilgili her konuda karar ve irade Ankara’da, kurucular belgesini hazırlamış arkadaşlarımızda olduğundan, böyle bir toplantı külfet olacaktır…” diye yazabiliyor.
Genel Başkan, şubelerden gelen temsilcilerce istifaya çağırıldığında, istifa etmeyeceğini, ancak görevden alınabileceğini söylüyor. Bunun üzerine Genel Yönetim Kurulu, çoğunluk kararlarım hiçe sayan, tüzüksel yetkilerini aşıp kötüye kullanan bir grubun temsilcisi gibi davranan Genel Başkan’ı görevinden aldı. Bu geç kalmış bir karardı, ama sonunda yerine getirilebildi.. Ancak Genel Merkez’deki çoğunluğun bunlara karşı liberal tutumu Genel Başkan ve yandaşlarını cesaretlendiren, olumsuz sonuçlara yol açan bir tutum olmuştur.
Olağanüstü Kongre’de Görevlerimiz
Bugüne kadar Eğit-Der’i yönetmede basiretsizlik örnekleri veren Genel Merkez, oybirliği ile 21-22 Temmuz’da Olağanüstü Genel Kurul kararı aldı. Bu arada N. Altunya ekibi 28 Mayıs’ta “Eğitim-İş” adlı sözde bir sendika için Ankara Valiliği’ne başvuruda bulundu. Başvuru kabul edilmedi, posta ile gönderildi vb. vb.
Bir aylık bir zaman geçti. 45 bin öğretmenin bulunduğu İstanbul’da yaptıkları örgütlenme yemeğine 200 kişiyi zor katabildiler. Bu başvuru öğretmenlerden destek görmüyor. Salt İLO ve diğer dış desteklere güvenerek kurulan, tüzüğü bir okul aile birliği tüzüğü kadar geri ve ilkel, grev hakkı içermeyen böyle bir başvuru bizlerin başvurusu değildir. Böyle bir başvuru, sendika mücadelemiz önünde bir engeldir. Gerçek anlamda bir sendika için yürüttüğümüz, yükseltip olgunlaştırdığımız mücadelemizi ve sendika talebimizi istismar etmektedir.
Ve görülen odur ki, onlar tüm umutlarını bizim eksikliğimize, başarısızlığımıza, yapacağımız hatalara bağlamışlardır. Diğer şeylerin yanı sıra, salt bu nedenledir ki, Temmuz Genel Kurulu tüm dikkatini sendika konusunda yoğunlaştırmalıdır. Bu kongre, sendika kuruluş kongresine dönüştürülmelidir. Bu kongrede seçilecek genel yönetim, bir geçiş yönetimi olmalıdır. Bu yönetim, sendikalaşma sürecini sonuçlandırmak için planlar yapmalı, Eğit-Der öncülüğünde bir girişimi kotarma yönünde somut eylem planları, çalışmalar yapmalıdır. İş teoriden çıkarılmalı (çünkü bu yön yeterince kavrandı), somut pratik adımlar atılmalıdır.
Bugün bir başvurunun şartlan vardır. Yeter ki, başvuru olayı sendikalaşma sürecinde önemli bir durak, sürecin bir parçası olarak algılansın. Elbette ki başvuru olayı tek başına mutlaklaştırılıp sendikalaşma sürecinin kendisi (tamamı) olarak algılanmamalıdır.
Öğretmenlerin birliğinden yana olanlar, sendikayı gerçekten isteyenler birlik olup, bir başvuru ile sendikalaşmayı niyetlerden bağımsız erteleyen, kendiliğindenci tavırlardan vazgeçmelidir. Sendika kurmak, elbette zorluklan olmakla birlikte, devrim yapmak kadar -deyimi hoş görün- zorlaştırılıp bir devrim sorunuymuş gibi görülmemelidir. Bizler, dünya işçi sınıfının ve ülkemiz işçi sınıfının asırlardır sürdürdüğü mücadelenin kazanımlarına dayanıyoruz. Her şeyi yeniden keşfetmek ve sıfırdan başlamak diye bir sorunumuz yok.
Sendika kurmak, bizim bilinç ve örgütlülüğümüze, ülkemizdeki sınıf mücadelesinin durumuna vb. bağlı bir olaydır. Biz öğretmenler, asgari düzeyde ele alınsa dahi, sendika kurabilecek kararlılık, kavrayış ve birliğe sahibiz.
Sendika talebi öğretmenlerce benimsenmiştir. Yapılması gereken, sendika komisyonlarını Temmuz sonrası toplayıp bir kurultayla, sendikaya varmanın, somut, belirli bir zamana yayılmış planını, eylemliliklerini tespit etmektir, sendikayı örgütlemektir. Son bir yılda alınan mesafe küçümsenmemelidir.
Aksi halde sendika karşıtlarının, sözde sendikaların ekmeğine yağ sürülmesi olasılığı vardır. Bugün Milli Eğitim Bakanı’nın ortaya attığı ve gizlice hazırlıkları sürdürülen ODA tipi örgütlenme ve sözde Eğitim-İş de dâhil tüm karşıtlarımızın başarısı bizim başarısızlığımıza bağlı olacaktır.
Tüm sendika güçleri 21-22 Temmuz Eğit-Der Olağanüstü Kongresi’nde güçlerini birleştirmelidir. Yıkıcıların Eğit-Der’i ele geçirip bir düzen örgütü yapmalarına, Eğitim-İş adlı sözde sendikaya payanda bir örgüt durumuna düşürülmemize izin vermemelidir. Eğit-Der’in varlığına yönelik saldırılara karşı konulmalıdır.
Hedef, grevli-toplu sözleşmeli, sınıf sendikacılığı ilkeleriyle donanmış bir sendikadır. Eğit-Der, sendika mücadelemizin önemli bir dayanağıdır.
EĞİT-DER’den EĞİT-SEN’e, hedef budur. Görev başına!

*EĞİT-DER İstanbul Şube Y. K. Üyesi
Temmuz 1990

Kitle Örgütleri ve Bazı Sorunları -2

1980 sonrası gelişmeler içinde kitle örgütlerinin durumlarına değinmeden önce, devrimci demokratik çevrelerde, kimisi bilinçli olarak, kimisi ise farkında olmadan kullanılan iki kavram çarpıtması üzerinde duracağız.
Çarpıtılan birinci kavram, “kitle örgütü” kavramıdır ve bu kavram “yerine” “demokratik kitle örgütü” (DKÖ) kullanılmaktadır. İkinci kavram ise; “sınıf sendikacılığı” kavramıdır. Bu kavram yerine de “kitle ve sınıf sendikacılığı” kavramı kullanılmaktadır. Eğer sorun, bir sözcüğün yerine başka bir sözcüğü geçirmekten ibaret olsaydı, hele bu sözcük yaygın kabul görüyorsa, burada hiç üstünde durmaz geçerdik. Ama sorun içerikleri birbirinden farklı iki kavramdan birinin ötekinin yerine geçirilmesi olunca, sorun bir sözcük değişikliğinin ötesine geçip ideolojik bir tutum farklılığına kadar varmaktadır. Bu yüzden de aynı olgu farklı içerikteki kavramlarla ifade edildiğinden, söylenenler değişik çevrelerde farklı, hatta karşıt bir biçimde anlaşılabilmektedir.
Açıklamaya çalışalım:
Marksist literatürde, genel olarak emekçilerin kitle olarak içinde örgütlendiği örgütlere kitle örgütleri denir. Ancak, ülkemizde, 1970’lerin ikinci yansından sonra, sendikalar dışındaki kitle örgütlerine “demokratik kitle örgütleri” denmeye başlandı. Eğer buradaki “demokratik” sözcüğü, “bürokratik” sözcüğüne karşıt olarak kullanılsa ve bürokratik yapılı olmayan, örgütleri, dolayısıyla da demokratik işlerlikteki kitle örgütlerini nitelemek için kullanılsaydı kimsenin pek bir diyeceği olmazdı. Ama buradaki “demokratik” sözcüğünün ifade ettiği şey çok başkadır ve “demokratik mücadele” dedikleri bir mücadele anlayışından kaynaklanmaktadır. Pek çok siyasi eğilimin dergi vb. yayınlarında çok sık kullanıldığı gibi bu örgütler ya doğrudan, ya da “esas olarak” “ekonomik-demokratik”, “akademik-demokratik” mücadelenin araçlarıdır biçiminde nitelenmektedirler. Buradaki “demokratik mücadele”‘den kasıt ise; bugünkü düzenin sınırlan içinde elde edilebilecek haklan ifade etmektedir. Yani bu çevrelere göre; reformlar uğruna mücadele edecek örgütlerdir, daha ilerisi için değil.
Her şeyden önce Marksizm (bu görüşleri savunanların hemen tamamı kendilerinin Marksist, hatta Leninist olduklarını söylediklerinden soruna Marksizm’in bakış açısından yaklaşmak zorunlu olmaktadır) üç mücadele alanı tanır: ideolojik (teorik, felsefi) mücadele, siyasi (politik) mücadele ve ekonomik mücadele. “Demokratik, mücadele” kavramı demokrasi mücadelesini (siyasi mücadeleyi) çağrıştırıyorsa da, hemen bütün bu gruplar için demokrasinin elde edilmesi siyasal iktidarın elde edilmesi olarak görüldüğü göz önüne alındığında, “demokratik mücadele”den siyasal iktidarı elde etme mücadelesini kastetmedikleri görülüyor. Bu grupların hemen hepsi, “demokratik mücadele” döken, biraz siyaset bulaşmış bir gündelik mücadeleyi kastediyorlar. Örneğin, bu tezin savunucularından ve son zamanlarda her alanda “sol”dan yorumlar getirmeyi alışkanlık edinen Emeğin Bayrağı bile 14. Özel Sayısı olan “Gençlik Yıldızı”nda, öğrenci gençliğin birim derneklerini nitelerken aynı anlayışı açıkça savunuyor ve söyle diyor;
“Akademik örgütler yani ÖD’leri (Öğrenci Demekleri/Öz. Dünyası) kendi alanlarının sınırlarını oluşturduktan programlarla, düzen sınırları içinde düzen sınırlarını zorlayarak gerçekleşmesini sağlamak için kurulmuş reformcu, yasal örgütlerdir… Ayrıca (bunların ÖD) anti-faşist, anti-emperyalist programlara sahip olması, ya da buna uygun mücadele yürütüyor olması, niteliğini değiştiriyor anlamına da gelmez.” (abç)
Bu yarım paragraftık aktarma için, yasalcılıktan reformculuğa, iradecilikten kafa karışıklığına, söylenebilecek çok şey var. Ama biz burada konumuzla ilgili olan yan üstünde duracağız. Açıkça görüldüğü gibi “DKÖ’lerin en çok üstünde tartışılanı öğrenci dernekleri için çizilen demokratik mücadele sınırı, anti-faşist bir program ve “anti-faşist mücadele içinde yer alsalar bile”, yasal sınırlar içinde kalıyor ve bunlar açıkça “reformcu ve yasal örgütler” olarak niteleniyor, işte “demokratik mücadele” anlayışı ve kitle örgütlerine eklenen “demokratik” sözcüğü, ister E.B. gibi açıkça ifade ” edilsin, isterse keskin sözler arkasına saklansın bu çarpık, anti-Marksist, reformcu mücadele anlayışından kaynaklanmaktadır.
Kaldı ki, “demokratik” sözcüğü “bürokratik” sözcüğünün karşıtı olarak kullanılsa bile yanlış çağrışımlar yaptıracağından gereksizdir. Çünkü bir kitle örgütünün demokratik niteliğinin özü onun kitleleri içinde barındırıyor olmasından kaynaklanır. Eğer kitle örgütü demokratik değil de, bürokratik bir işleyişe sahip olmuşsa, bu biçim, o örgütün demokratik özüyle çelişir ve bu öz ve biçim arasındaki çelişme çözümlenmezse, o örgüt yozlaşıp kitlesel niteliğini kaybeder. Ülkemizdeki sendikaların ve diğer kitle örgütlerinin geçmişte ve bugün yaşadıkları yozlaşma süreci de bu çelişkinin sürüp gitmesindendir. Bugün bu alanda esas sorun, yeni “kitle örgütleri”, “sendikalar” kurmak değil, bu çelişkinin çözülmesi için yol ve yöntemlerin geliştirilmesi, kitle örgütlerinin gerçek birer kitle örgütü durumuna getirilmesi sorunudur.
Çarpıtılan ikinci kavram ise; sınıf sendikacılığı kavramıdır. Bu kavramın yerine geçirilmeye çalışılan kavram ise, “kitle ve sınıf sendikacılığı” kavramıdır. Ve bu da, 1970’lerin ikinci yansında revizyonist mihraklar ve DİSK bürokrasisi tarafından sınıf sendikacılığı kavramına karşıt olarak geliştirilen bir kavramdır. Revizyonistler ve DİSK bürokrasisi, sürdürdükleri “devrimci sendikacılık” anlayışlarının ipliği pazara çıkıp, en azından sınıfın ileri kesimleri arasında sınıf sendikacılığı anlayışının kendi anlayışlarına karşıt bir anlayış olarak yaygınlaşması karşısında, “kitle ve sınıf sendikacılığı” kavramını öne sürdüler. Böylece bir yandan sınıf sendikacılığına karşı sınıfın sempatisini kendi yanlarına çekerken, öte yandan da sınıf sendikacılığı kavramının başına “kitle ve” sözcüklerini ekleyerek, hem sınıf sendikacılığının kitleyi kucaklamadığı imajını vermeye çalıştılar, hem de “kitle” adına onun ilkelerini sulandıracak gerekçeler uydurdular. Bugün aynı kavram değişik revizyonist mihrakların temsilcilerince, DİSK kökenli sendika bürokratlarınca geçmişte DİSK’le fazla içli dışlı olmuş ve revizyonist etkilere her zaman açık bir tutum izlemiş İşçilerin Sesi etrafında toplanan çevrelerce bilinçli olarak ve kimi siyasi eğilimlerce de bilinçsizce kullanılmaktadır.
İşte bugün, sınıf içinde yapılan çalışmada, kitlelerin geri olduğu gerekçesi arkasında saklanmaya çalışan ekonomist, sendikalist eğilimler, işçi sınıfının partisine karşı “bağımsız” sendikacılık anlayışları, sınıfı siyasal mücadelenin dışında ekonomik mücadele alanına hapsetme eğilimleri sınıf sendikacılığına eklenen “kitle ve” sözcükleri arkasındadır. Çünkü katıksız bir sınıf sendikacılığı kavramı arkasında bütün bunlar gizlenemez, gizlense de uzun süre sürdürülemezdi.
Batı’da sınıf sendikacılığı kavramının başına “kitle ve” eklenmesi, komünist partilerinin Euro-komünizme evrimleşmesi ve devrimci sınıf sendikalarının reformcu bir sendikacılık merkezine dönüştürülmeleri, programatik düzeyde de, programlarının birer işçi aristokrasisi ve ara sınıfların taleplerine indirgenmesi surecinde oldu. Bizde, zaten sınıf sendikacılığı sendika merkezlerinde egemen olmadığı için, bu ekleme ile sendikacılıkla bir gerileme görülmedi, ama sınıf mücadelesine Marksizm-Leninizm’in perspektifinden bakanlar için “kitle ve” sözcüğü arkasına saklanan eğilimlerin sınıf sendikacılığının ilerlemesi önünde bir engel olduğu açıkça görülmektedir,
Kaldı ki, sınıf sendikacılığının gerek tarihteki uygulaması, gerekse Marksizm’in sınıfa ve onun yığın örgütlerine bakışı, sınıf sendikacılığı kavramının sınıfın, ayrıca “kitle ve” demeden de, bütününü ifade etmektedir. Dahası sınıf mücadeleleri tarihi ancak sınıf sendikacılığı programının bütün sınıfı birleştirmeye açık tek program olduğunu göstermektedir.
Şimdi artık, bu uzunca ve zorunlu ön açıklamadan sonra konumuzun başka yönlerine dönebiliriz.
12 Eylül 1980 Sonrası Gelişmeler ve Kitle Örgütlerinin Durumu
Bu yazının 1. bölümünde 12 Eylül 1980’e hangi koşullarda gelindiği, kitle mücadelesinin ve kide örgütlerinin hangi zaaflar içindeyken 12 Eylül darbesini karşılamaya çalıştıklarını ortaya koymaya çalışmıştık. Yazımızın bu ikinci bölümünde ise, sendikal alanda gelişmeler içinde ortaya çıkan zaafların biçimleri ve kökenleri üstünde dururken yaşananlardan olabildiği kadar da sonuçlar çıkarmaya çalışacağız.
12 Eylül darbesiyle girilen dönemin Cumhuriyet tarihinin en karanlık dönemi olduğundan kimsenin kuşkusu yok. Darbeciler, işlemez hale gelen diktatörlüğün baskı mekanizmalarını işler hale getirmek için, önce devrimci örgütler ve kitle örgütlerine saldırdı. Cunta, her türden devrimci siyasi faaliyeti yasaklarken, devrimci ve Marksist siyasi örgütlenmeleri nispeten kısa zamanda dağıttı, on binlerce ilericiyi, devrimciyi işkence tezgâhlarından geçirerek cezaevlerine kapattı. DİSK kapatılıp mallarına el konurken, Türk-İş’in bile her tür faaliyeti yasaklandı. AP ve CHP gibi düzenin direği burjuva partileri bile önce faaliyetten men edildi, sonra da hepten kapatıldı. Beş generalin ağzından çıkan her şey yasa olarak uygulamaya sokuldu. Toplum, açık askeri terörle sindirilip derin bir sessizliğe mahkûm edildi. Bu sessizlik içinde diktatörlük yeniden restore edilirken, yasalara geçirilmiş özgürlük kırıntıları da, “gelecekte devleti yıkmak için kullanılacak açık kapılar” olarak değerlendirilerek yasalardan çıkarıldı. Burjuva hukuk ilkeleri açısından bile kabul edilemez bir anayasa, 1982 Anayasası yürürlüğe sokuldu. Bu Anayasa ışığında çıkarılan yasalarla (sendika, basın, demekler vb) sözde kimi demokratik hak ve özgürlükler kullanılamaz duruma getirildi. Sendikalarda tam bir devlet kontrolü öngörülürken, derneklerin kurulması ve kapatılması vali ve kaymakamların keyfine bırakıldı. İşçileri grevden caydırmak için TİSK’in önerileri doğrultusunda, yasalar çerçevesinde kalındığı sürece kullanılamayacağını umdukları, bir grev ve lokavt yasası çıkarıldı. Cuntacılar ve arkalarındaki egemen sınıflar hiç olmazsa 10 yıllık bir dikensiz gül bahçesi yarattıklarını düşünüyorlardı. Böylece Cunta, yerini güvenilir ellere bırakarak, hükümeti ANAP’a teslim ederek, Çankaya’ya çekildi.
Alınan bütün önlemlere karşın, 3-4 yıllık bir sessizlik döneminden sonra emekçi sınıfların ve gençliğin mücadelesi yeni bir kıpırdanma dönemine girdi. Özellikle 1984’den itibaren yeni bir aşamaya yönelen ulusal hareket ve işçi sınıfı mücadelesi, ayrı ayrı doğrultularda olsa da, yükselişe geçti. Darbe sonrasında en yoğun baskı altında tutulan ve birer kışla yaşamına mahkûm edilen üniversite gençliği de, bu yıldan itibaren kendisine biçilen çerçeveyi kırmak için mücadeleye başladı.
Elbette yaşanan uzun karanlık dönemin faturası bütün emekçiler için çok ağır oldu. Karanlığın yırtılması ve mücadelenin kitlesel boyutlarının artması çok enerji ve zaman gerektirdi, bugün de daha çok enerji gerektirmeye devam ediyor. Ama 1986’dan itibaren, yığın hareketinin yükselişi ve emekçi sınıfların mücadelesi herkesçe görülecek boyutlara gelmiş, çizilen yasal sınırlan zorlamaya başlamıştı. Bir yandan işçi sınıfının sendikal özgürlükler ve daha iyi bir yaşam için giriştiği mücadele, öte yandan da öğrenci geçliğin demokratik ve özerk bir üniversite ve örgütlenme özgürlüğü için giriştiği mücadele, meyvelerini vermeye başlamıştı. Devrimciliğin lanetlenip, reformculuğun yüceltildiği, yasalara saygının her şeyin önüne geçirildiği, 12 Eylül’ün bütün günahının egemen sınıflara değil de devrimcilere yıkıldığı günler artık geride kalmaya başlamışa. Elbette karanlık günlerin etkisi sürüyordu, ama mücadele eğilimi de her kesimde yükseliyor, bir yandan geçmişle hesap [aşılırken, bir yandan da mücadele için de yeni olanaklar ortaya çıkıyordu. Denilebilir ki, 1985-87,12 Eylül öncesi karanlık dönemde yaşananlarla bir hesaplaşma dönemi oldu. Bu, hem siyasi örgütler için, hem de kitleler açısından böyleydi. Sonuçta herkes değişik düzey ve doğrultularda da olsa kendine bir yol çizmeye yöneldi. Kimisi inkârcılığa saparak egemen sınıflara teslim olmanın, düzene eklemlenmenin yolunu seçerken, kimisi iki arada bir derede kaldı. Kimisi de yanlışlardan, yaşananlardan ciddi dersler çıkararak diktatörlüğe karşı emekçi sınıflan seferber etmenin yol ve yöntemlerini geliştirmeye koyuldu. Elbette her şey bu dönem içinde bıçakla kesilir gibi kesin başlayıp bitmedi; ama “doğrultular bu dönem içinde belirlendi” dersek yanlış bir şey söylemiş olmayız.
1988 grev ve direnişleri ile öğrenci olayları hem siyasi örgütler açısından hem de tüm diğer toplumsal katmanlar açısından dikkatlerin yeniden kitle mücadelesine çevrilmesinde uyarıcı bir etki yarattı. Bu tarihten itibaren de sınıf mücadelesinin sorunları devrimci ve demokrat çevreler için başlıca uğraş alanı olmaya başladı. 1989’un Bahar Eylemleriyse, işçi sınıfının toplumsal mücadelede gücünü küçümseyenler, sınıfa hor bakanlar ve bu doğrultuda teoriler üretmeye çalışanlar için kesin bir yanıt oldu. Ve hâlâ devrimci bir yanı kalanlar, diktatörlüğe karşı mücadeleden yana olanlar için ise, cesaret ve ileri atılım için dayanak oldu.
1984’ten başlayarak, sınıf m sendikal özgürlük ve daha iyi çalışma koşullan için yürüttüğü mücadele sendika bürokrasisine karşı mücadeleyle birleşirken, Öğrenci gençlik ve öğretmen, sağlıkçı teknisyen vb. kesimler kendi kitle örgütlerini oluşturmak için bir takım çabalar içine girdiler. Bugün bu çabaların bir kısmı sonuçlarını vermiş, EĞİT-DER, halkevleri çeşitli türden çok sayıda kitle derneği, pek çok zaaflarına ve içlerinde yaşattıkları olumsuzluklarına karşın, bir ayakta kalma mücadelesi vermektedirler, öğrenci örgütleri ise, kimi yerde biraz ileri, kimi yerde biraz geri, kitle bağlan ve örgütsel konumlan tartışılır olsa da bir birikim sağlamış durumdadırlar. Öte yandan hizmet sektöründe çalışan çeşitli emekçi katmanlar da çeşitli dernekler içinde örgütlenme çabası içindedir.
Kısaca söylenecek olursa, bugün ülkemizde emekçi sınıflar ve gençliğin içinde örgütlendikleri ya da potansiyel olarak bu kesimleri, çatısı altında örgütleyebilecek çok sayıda kitle örgütü vardır. Ama öte yandan bu örgütler, yasal sınırlamalar, yönetimlerinin burjuva-bürokrat unsurlar tarafından gasp edilmiş olması ve devrimci demokratların bölücü sekter tutumlarının yol açtığı zaaflar gibi aşılması gereken pek çok zaaflar da taşımaktadırlar.
Yasal sınırlamalar, ülkedeki demokrasi mücadelesinin gelişmesiyle doğrudan ilgili olup, bu örgütler demokrasi mücadelesine çekildiği, daha çok kitleyi çatısı altında örgütleyip seferber ettiği ölçüde bu sınırlar önce fiili olarak aşılacak, sonra da yasal olarak kazanılacaktır. Burjuva-bürokrat unsurların ve eğilimlerin kitle örgütlerinden dışlanması ise, bir yandan yığınların mücadeleye çekilmesi süreci içinde teşhir ve tecrit olurken öte yandan da tabanda yükselen emekçi yığın muhalefetinin devrimci bir önderliğe sahip olmasıyla aşılabilecek sorunlar olarak gözükmektedir. Ancak bu görevin başarılmasının önkoşulu, kitle örgütlerinin tabanında hayli geniş bir etkiye sahip devrimci demokrat siyasi eğilimlerin, bu örgütleri ve kitle mücadelesini yasalcılık, ekonomik çıkarlarla sınırlı bir mücadeleyle sınırlı bir alanda tutma, grupçuluk, sekterlik, işçi sınıfı partisine karşı da “bağımsız” olma gibi yanlış eğilimlerinin yenilgiye uğratılmasından geçtiği bir gerçektir.
Bu genel değinmelerden sonra şimdi artık değişik emekçi sınıf kitle örgütlerinin bugünkü durumları ve sorunlarına daha yakından bakabiliriz.
Sendikaların Bugünkü Durumu ve Sorunları:
12 Eylül darbecilerini daha ilk günden sendikal hareketi yasaklamaları ve DİSK’i kapatmaları sonrasında, zaten 12 Eylül’den önce de cuntacılarla dirsek temasında olan Türk-İş bürokrasisi Cunta hükümetlerine bakan vererek ihanet çizgisini sürdürdü. Cunta dönemi boyunca Türk-İş’in, TİSK ile birlikte, Cunta ile hemen hiçbir problemi olmayan iki kuruluştan biri olduğu görülüyor. Hiç kuşkusuz Türk-İş’in cunta atakçılığı işçiler gözünde itibarını iyice sarsmıştı ve 1983’den sonra, kontrollü ve baskı altına alınmış olarak, sendikal hareketin “serbest” bırakılmasından sonra, bir yandan işçi yığınlarından gelen tepkiler, öte yandan demokratik kamuoyunun baskıları karşısında Türk-İş üst bürokrasisi, Cuntacılık lekesinden kurtulmak için, “cuntaların bakanı” olarak namlanan Sadık Şide’yi görevden alarak kurtulmaya çalıştı. Ama bu o kadar da kolay olmadı, ağaların kirli çamaşırları da döküldü. Kul, Yılmaz ya da diğer ağların da Şide’den daha temiz olmadıkları, karşılıklı suçlamalar içinde açığa çıktı.
Bütün bu gelişmeler olurken, TKP revizyonistleri ve TKP’den fazlaca etkilenen kimi devrimci demokrat gruplar ise; ‘Türk-İş’te birlik”, ya da “DİSK açılsın DİSK’te birlik” gibi kampanyalar başlattılar. Artık iyice düzene adapte olan ve “istikrar” için her olanağı kullanan TKP, kimi Türk-İş’e bağlı sendikalarda yönetimindeki gücünü de bu “istikrar politikası” temeline oturtarak, “Türk-İş’te Birlik” kampanyasının basma geçti. Ve bütün sendikalar Türk-İş çatısı altında birleşirse, işçi sınıfının sendikal birliğinin gerçekleşeceği yanılgısını yaymaya çalışırken, eski DİSK fetişizminden kurtulamayan kimi gruplarsa, işçi sınıfının yeni bir DİSK çatısı altında birleşerek sendikal birliğin sağlanacağı hayalini yaymaya koyuldular. Ama her iki politika da fazla itibar görmedi. Çünkü Türk-İş’in var olan yapısının böyle birliğe engelliği ortadaydı. DİSK’in kurulup bütün işçi sınıfını toparlaması da pek çok nedenle hayaldi. Nitekim kampanyacılar bir süre kendi kendilerine ajitasyon yaptıktan sonra bu işin peşini bırakıp başka şeylerle uğraşmaya koyuldular. TKP, TBKP olarak yasallaşmak için, Marksizm ve mücadele ile sözde ve biçimde bile bütün bağlarını kesip sıradan bir burjuva partisi görünümüne hızla bürünürken, diğerleri de bilinen “Kuruçeşme tartışmaları”na dalıp sınıfın sorunları ile tüm ilgilerini kestiler.
Bu gelişmeler olurken, grev ve direnişler hızla yükseliyordu. 1988 ve 1989 tam bir grevler ve direnişler yılı oluyordu. Yüz binlerce işçi çeşitli türden direnişlere katılarak var olan çalışma ve yaşama koşullarım kabul etmediğini belli ederken, bütün tarihinde ciddi bir grev ve direniş yaşamamış Türk-İş, kendisini bu grev ve direniş dalgasının ortasında buluyordu. Türk-İş üst bürokrasisi engelleyemediği bu gelişmelere, görünüşte de olsa sahip çıkmak zorunda kalırken, her adımda uzlaşmacı ve grev kinci tutumuyla alt kademede henüz işçiliğini yitirmeni iş kimi yöneticiler ve sendikaların işyeri temsilcileri ile karşı karşıya geliyor, bu da tabanla bürokrasi arasındaki çelişmelerin keskinleşmesinin önemli bir unsuru olarak ortaya çıkıyordu bu dönemde. Bu çelişme, yığınların mücadeleye atılışı sırasında olumlu bir rol oynuyor, üst bürokrasi ile çelişen şube ve temsilcilik düzeyindeki olumlu unsurların mücadele içinde bulunması yığınların mücadeleye katılımını kolaylaştırıyordu. Bu durum sık sık, TÜRK-İs üst bürokrasisinin bir yana itilerek, eylemlerin geliştirilmesini olanaklı kılıyordu. Bu durum, 1990 1 Mayıs’ı öncesinde İstanbul’daki 41 sendika şubesinin açıkça TÜRK-İş bürokrasisine tavır alıp ayrı bir platform oluşturmasına kadar geldi. Gelişmelerin açıkça gösterdiği gibi, sendika bürokrasisinin tecridinin yolu onları yok saymak, ya da onları sadece sözle kötüleyerek teşhirin, onları tecride yetmediği, ama onları bizzat mücadeleye çağırarak ve mücadele içindeki tutumlarını teşhir ederek olanaklı olduğunu göstermektedir. Böylece bürokrasinin gerçek tavrı herkesçe görülür olduğu gibi, alt kademelerde de olsa: şu veya bu ölçüde bu bürokrasinin etkisinden işçilerle bürokrasinin ayrışmasının yolu da, doğrudan mücadele içinde olabilmektedir. Geçmişte olduğu gibi mücadele dışından, sadece sendika ağlarının “kötü” olduğunu ifade eden bir ajitasyonun yetersizliği ve yanlışlığı da, hayatın gösterdiği diğer bir gerçek olmaktadır.
Gerek Türk-İş, gerekse bağımsız sendikaların tabanları; son 3-4 yıl içinde yoğun bir mücadele döneminden geçti, sendika ağalan ve bürokrasisinin tutumları tabanda geçmişe göre daha büyük tepkilere yol açtı. Bu çalkantı içinde Türk-İş iki kurultay yaşadı, ama tabanın tepkileri tepedeki bürokrasiyi sallayacak kadar doruklara yansımadı. “Sosyal demokrat” bürokrasi ile “muhafazakâr” bürokrasi arasındaki sürtüşmeler ya da “yarış” biçiminde geçen kongrelerden “muhafazakârlar” TBKP’nin de tam desteği ile “güçlenerek” çıktılar. Gerek bağlı sendikalar kongrelerinde, gerekse Türk-İş kurultaylarında devrimci delegelerin konuşmaları onların uykularını kaçıran esas gelişmeler oldu. Çünkü bu, Türk-İş sendika bürokrasisini tasfiyeye yönelik tabandaki gelişmelerin sesiydi ve Türk-İş bürokrasisi de sendika bürokrasisini koruyan bütün yasal ve tüzüksel engellere rağmen tabanın tepkisinin kongre ve kurultay salonlarına kadar gelmiş olmasının endişesini duyuyor olmalılar. Bu endişe dolayısıyladır ki bugün, SHP, TBKP, SP gibi partiler ile bunların sınıf içindeki uzantıları Türk-İş’in “24 İlke”sinde ifadesini bulan, devletçi burjuva şovenist-reformcu platformuna “alternatif olacak, İLO, ICFTU gibi uluslararası kuruluşlarda “gönül rahatlığı ile” savunabilecekleri ve sınıfı oyalayabilecekleri “ileri” bir platform arama gayretine düşmüş bulunuyorlar. Hiç kuşkusuz, Türk-İş’in bugünkü yönetici üst bürokrasisi de bu “reform” isteğine fazla dayanamayacak, eğer yığınları aldatabileceklerine akıllan keserse, “24 İlke”yi gözden çıkarmakta tereddüt etmeyeceklerdir. Çünkü “24 ilke” platformuyla daha fazla “ilerleme” şansları kalmamış gibi görünüyor.
Öte yandan çeşitli eğilimlerdeki devrimci demokrat siyasî grupların ve Marksist hareketin sendikaların tabanında küçümsenemeyecek bir etkinlik kazandıktan görülüyor. Henüz bu etkinliğin sendika yönetimlerine gereği gibi yansıdığı söylenemezse de, yakın gelecekte sendikal hareketin niteliğini değiştirebilecek bir birikimin sağlanmış olduğunu söylemek bir kehanet sayılmaz.
Küçük burjuva devrimci demokrat siyasi gruplar, bir yandan sınıf sendikacılığından etkilendikleri ölçüde sendikal hareket içinde olumlu bir rol oynarken, reformculuktan etkilendikleri ve kendi ideolojik tutumlarından gelen etkilerle de sınıf içinde grupçuluk, sekterlik, sınıfın yerine kendi küçük gruplarının gücünü koymaya çalışma; sendikal harekete ve sendikaları kendi sübjektif idealist dünya görüşleri doğrultusunda yanlış yorumlama; kısacası geçen sayımızda uzun uzun sözünü ettiğimiz, TKP mirasını aşamama zaafını taşıyarak sınıfın sendikal hareketi içinde olumsuz bir rol oynamaktadırlar. Bu olumsuz rol kendisini en açık biçimde, sendikaların sınıflar mücadelesi içindeki rolünü görmemek, yığınları mücadeleye çeken en geniş işçi örgütleri olan sendikaları bir direnme ve mücadele merkezi değil de kendi “eylemleri”ne ne kadar “destek ve olanak” sağlayacak yerler olduğu bakımından “hesaba katmak” yanlış anlayışında daha iyi görülür. Bu yüzden de, küçük bir alanda da olsa, bir etkinlik sağladıklarında, geçmişte en açık biçimiyle gençlik örgütlerinde ortaya çıkan etkinlik alanını “mülk edinme” anlayışı hemen hortlamakta, muhaliflerine ve yığınlara karşı şiddete varan yöntemlerle “mülklerini” korumaya çalışmak eğilimi kendini göstermektedir. Olanakları, heder edecek biçimde, bir an * önce tüketmeye çalışmaktadırlar. Bu alanda ilgilerini çeken tek şey, yönetime gelip gelmeme ile sınırlı kalmaktadır. Yığınların mücadeleye çekilip, bu mücadele içinde eğitilmesi, sendikaların demokratikleştirilip gerçek bir kitle örgütüne dönüştürülmesi perspektifi bu çevreler için, sadece dergi köşelerinde söylenen, konuşmalarda yer verilen şeylerden ibaret kalmaktadır.
Hiç kuşkusuz, mücadelenin geleceğini belirleyecek en önemli gelişme, Marksist hareketin sendikal mücadelenin sorunlarını çözümlemede attığı adımlardır. Çünkü sendikaların niteliği kitlelerin mücadeleye çekilmesinin devrim mücadelesindeki rolüne ilişkin TKP’nin olumsuz mirasının kalıntıları bugün Marksist hareket tarafından en azından düşünsel düzeyde aşılmıştır. Sınıf sendikacılığı çizgisinin uygulanmasında, 1980 öncesinin sekter taktikleri yerine sınıf mücadelesinin ileri atılımını destekleyen taktikler geliştirilmiş durumdadır. Sınıfın öncüsünün sınıf ve sendikalar içindeki çalışması ve amaçlan açıklığa kavuşturulurken, geçmiş çalışmaların derinlemesine eleştirilmesi temelinde sistemli ve sürekli bir çalışma için yolların açılmış olduğu bir aşamaya ulaşılabilmiştir. Bu ise, yakın gelecekte, hem sosyalist hareketle sınıf hareketinin birleşmesi için, hem de sendikal hareket içinde sınıf sendikacılığını pratik bir alternatif düzeyine yükseltecek temeli sağlayacak bir etken olarak görünmektedir.
Söylenenlerin daha iyi anlaşılması için, sendikal hareketin bugünkü sorunlarına daha yakından bakmakla yarar var:
Bugün işçi sendikalarının yönetimlerini ellerinde tutan sendika bürokrasisinin burjuvazi ve hükümetlere utanmazlık düzeyine varan içli-dışlılığı, sıradan ekonomik talepleri içeren toplu sözleşmelerde bile, işçilerin kaşla göz arasında satıldığı, sıradan işçilerin bile gördüğü bir gerçektir. Ve zaten, sözü çok edilmesine karşın, sendikal hareketin en can alıcı sorunu da bu değildir. Çünkü bütün bunlar bir sonuçtur ve sadece çürümüşlük düzeyine varan ilişkilerin yığınlara yansıyan tarafı olduğu için nedeni gözden saklayacak kadar öne çıkmıştır. Sorunun temelinde ise; işçi sınıfı hareketinin SENİDİKALİZM batağına çekilmiş olması yatmaktadır. TİS’teki satışlar, sendika bürokrasisinin sınıfın gücünü burjuva partilerinin arkasına takmaları, reformcu, revizyonist, parlamentocu çevrelerin sınıf içinde etkinlik kazanmaları gibi bütün belaların arkasında işçi sınıfı hareketinin sendikalist bir çerçeveye hapsedilmiş olması yatmaktadır. Bu bataktan kurtulma yoluna girmedikçe de, “daha iyi bir toplu sözleşme” ile “berbat bir toplu sözleşme” arasında, sınıfın kurtuluş mücadelesi açısından ciddi bir farktan söz edilemez. Elbette TİS, nasıl olduğu, sınıfın en geri unsurlarınca bile izlenen bir sonuç olması bakımından sendika ağalan ile geniş işçi yığınları arasındaki çelişmeleri artırıcı ya da yumuşatıcı bir etkide bulunabilir ve genellikle sendika ağalan her toplu sözleşmede işçileri saunayı adet edindiklerinden, sınıfın hareketlenmesi için vesile olursa da, sendikalizm sınırları içinde kalan her muhalefet hareketi, ekonomik hakları için ne kadar radikal talepler öne sürerse sürsün; sonunda burjuvazi için denetim altına alınabilecek muhalefet hareketleri kategorisi içinde kalmaya mahkûmdur. Gerek dünya işçi sınıfının uzun mücadele tarihi gerekse bizim ülkemizde yaşananlar (DİSK deneyinde olduğu gibi), sendikalizm sınırlarına hapsolan bir sendikal hareketin, ne ekonomik haklar uğruna yürüttüğü mücadelede, ne de sendikal demokrasi ve sendikal özgürlükler uğruna yürüttüğü mücadelede başarıya ulaşamadığını göstermektedir. Bu yüzden de, sınıfın ekonomik haklar uğruna verdiği mücadele; ücretli köleliğin, kapitalist sömürünün ortadan kaldırılması, sosyalizm; sendikal demokrasi ve sendikal özgürlükler mücadelesi de genel demokrasi mücadelesiyle birleştirilmedikçe sendikal hareketin sendikalizm platformunun dışına çıkarılması olanaksızdır.
Burada, sendikalizmin platformunun dışına nasıl çıkılacağı sorunuyla karşılaşırız. Kuşkusuz ki, sendikalar kendiliğinden hareket içinde bu platformdan çıkamazlar. Bunun gerçekleşebilmesi için; sendikaların sınıfın öncü partisinin mücadele çizgisine çekilmesi zorunludur. İşte bunu, kimi “Marksistler”den daha iyi bildiği için, burjuvazi, sürekli olarak, sendikaların “bağımsız” olmasını savunmaktadır. Çünkü o biliyor ki; sendikaların “bağımsız” olması demek, gerçekte, burjuvazinin partilerinin peşine takılması, şu ya da bu burjuva partisine, ya da hepsine birden bağlı olması anlamına gelmektedir. Bu ise; burjuvazi için, istenir bir şeydir. Sendikalar, isterse en radikal burjuva partisinin peşine takılmış olsun, sonuçta burjuvazi için denetlenir bir alanda kaldığı için, kabul edilir olmaktadır. Bugün bütün dünyada; reformcu, revizyonist sendika merkezlerinin, D. Avrupa’da hüküm süren “dayanışmacılık” ve “bağımsız’ sendika eğiliminin, burjuvazinin en gerici kanatlarınca bile övgüye değer bulunmasının anlamı bundan başka bir şey değildir.
Gerek dünya işçi sınıfının mücadele tarihine gerekse ülkemiz işçi sınıfının mücadele tarihine bakıldığında, reformcu, revizyonist, anarko-sendikalist vb. bütün burjuva ve küçük burjuva sendikacılık eğilimlerinin sendikalizm temelinde yaşam bulup etkinleştiği görülür. Bu yüzden de, sınıf hareketinin bir yükseliş içine girdiği, öncünün geçmiş mücadele deneyimlerinden ders çıkararak doğru bir mücadele anlayışının yerleşmesi için mücadeleye girdiği günümüz koşullarında, sendikal hareket alanında ideolojik planda esas hedef, sendikalizm ve bundan kaynaklanan eğilimler olmak durumundadır.
Açıktır ki, sendikal mücadelenin ilerletilmesi ile sendikalizmin bir ilgisi yoktur. Sendikalizm; işçi sınıfının mücadelesini daha iyi çalışma koşulları ve daha iyi yaşama koşulları mücadelesi olarak tanımlayabileceğimiz bir sendikal mücadele ile sınırlı tutmak eğilimidir. Oysa mücadele bu alanla sınırlı kalır; politik arenada olup bitenler, dünyadaki gelişmeler, emperyalizm ve sömürgeciliğe karşı ezilen ulusların mücadelesi, kapitalist sömürünün tümden ortadan kaldırılması gibi sorunlar işçi sınıfının dikkati dışında tutulursa, işçi sınıfının tarihsel misyonunu yerine getirmesi olanaksızlaşır ve sömürü ve zulmün sürgit sürmesine destek verilmiş olur. Salt sendikal mücadele alanına sıkışan işçi sınıfı, bu alanda kaldığı sürece, sendikalizmin savunucularınca çok önem verildiği sanılan, ekonomik mücadele alanından bile, fazla bir ilerleme sağlayamaz. Çünkü bu alan içinde burjuvazi, kaşıkla verdiğini kepçeyle almanın bir yolunu her zaman elde tutacaktır. Ya toplu iş sözleşmelerinde verdiği ücret zamlarını fiyatlara yansıtarak “demokratik bir tarzda”, ya da ülkemizde sık sık olduğu gibi cuntalar ve darbeler aracılığı ile “ara dönemler” yaratarak, zor yoluyla, işçilerin ekonomik ve demokratik kazanımlarını bir çırpıda geri alarak, sömürüsünü ve soygun düzenini sürdürecektir.
Kuşkusuz ki, bütün sendikalist eğilimler açıkça sendikalizmi savunmuyorlar. Türk-İş üst bürokrasisi,
“partiler-üstü politika” ile sendikalizmin daha açık savunusunu yaparken, sosyal-demokrat ve revizyonist sendika, alık eğilimleri, işçi sınıfının burjuva politik platforma çekilerek “siyasi mücadeleye” de akıtılmasını savunarak, kendilerini maskeliyorlar. Kimi küçük burjuva grupların sendikal alandaki uzamdan ise, anarko-sendikalizmden alınma görüşlerle “devrimci bir sendikalız’ nün” propagandasını yapıyorlar.
Sınıf içindeki sendikalizm eğilimine genel boyutlarından bakıldığında, Türk-İş üst bürokrasisi, sosyal demokrat sendikacılar ve TBKP (Hak İş, çeşitli bağımsız sendikalar ve irili ufaklı burjuva partilerin sendikal mücadele alanındaki uzantılarını da bu kategoride saymak gerekir)’nin sendikalar içindeki faaliyeti klasik sendikalizme yakın ve açıkça görülebilecek bir sendikalizmdir. Yeni Çözüm’den Yeni Öncü’ye, Emeğin Bayrağı’ndan İşçilerin Sesi’ne, çeşidi devrimci demokrat siyasi eğilimlerin sendikal alandaki uzantıları ise; mücadeleci bir sendikacılık anlayışını savundukları halde, “İşyeri Komiteleri ve Konseyleri”, “DSİM” gibi sınıfın geniş kesimlerini dışlayan örgütlenmeler “icat ederek”, ya da sınıf hareketi içinde elde ettikleri mevziiyi sınıftan da “korumak” için, sınıfı sendikal eylemden dışlama politikaları izleyerek, en önemlisi de; sınıfı proleter siyaset alanının dışında, burjuva siyaset alanıyla sınırlı bir politik alana hapsederek “devrimci sendikalizm” diyebileceğimiz bir sendikalist platformun dışına çıkamamaktadırlar.
Demek ki, genel olarak bakıldığında, klasik sendikalizmle devrimci sendikalizm, çok önemli iki konuda aynı tutumu takınmaktadırlar. Birincisi sınıfın proletaryanın öncüsüne karşı da “bağımsız” bir çizgi izlemesi, sendikaların izleyeceği çizgiyi sınıfın partisinden bağımsız olarak geliştirmesi; ikincisi ise, sınıfın geniş kesimlerinin sendikal mücadelenin dışında tutulması. Bunu; klasik sendikalistler, aktif sendika bürokrasisi ve pasif kitle yaratarak yaparken, “devrimci sendikalistler”,”komiteler”, vb. adını verdikleri sendikalı işçi yığınlarının çok küçük bir bölümünü kapsayan küçük gruptan aktifleştirip, büyük çoğunluk adına hareket ettirmeyi amaçlayarak yapmaktadırlar.
Bu iki sendikalist eğilimin ayrıldıkları nokta ise; “devrimci sendikalist” eğilimlerin, sendika bürokrasilerinin görüşmeci, uzlaşmacı tutumlarına karşı çıkarak mücadeleci bir çizgiyi savunmaları, hiç olmazsa niyet olarak da, sınıfın özgürlük ve demokrasi mücadelesine katılmasından yana olmalarıdır.
Sınıf hareketinin bugünkü konumu göz önüne alındığında, onların bu iki olumlu özelliğinin sınıf sendikacılığı tarafından görmezden gelinemeyeceği; bu eğilimlerin zaaflarına karşı ve sınıf içinde yaymaya çalışacakları yanlış eğilimlere karşı mücadeleyi ihmal etmeden, onların olumlu yanlarıyla birleşmek gereğidir. Bu yüzden de, sendikal hareket içinde en yakın ittifak gücü olarak bu eğilimler gözüküyorlar.
Gerici Sendikalar İçinde Çalışma: Bugün sendikal hareketin en önemli sorunlarından birisi de sendikalar içindeki çalışmanın nasıl olacağı sorunudur.
Bugün İŞÇİ sınıfın büyük çoğunluğu Türk-İş’e bağlı sendikalar içinde toplanmıştır. Bunun dışında Hak-İş’e bağlı sendikalarda da küçümsenmemesi gereken bir kitle vardır. Ayrıca, Çelik-İş ve Otomobil-İş, iki “bağımsız” sendika olarak, sınıfın en mücadeleci kesimlerinden olan Metal işçilerinin önemli bir kesimini çatıları altında toplayan, ihmal edilemeyecek sendikalardır. Aslında bu durum, sınıf içindeki çalışmanın nerede ve ne amaçla yapılması gerektiğini göstermektedir. Ama geçmiş sendikal mücadele içinde edinilen yanlış eğilimler, devrimci demokrat gruplar çevrelerinde sürüp gittiğinden, bu anlayışlara ve bu anlayışların bugün ortaya çıkış biçimlerine burada değinmek bir zorunluluk olarak karşımıza çıkmaktadır.
Gerek 1960’lı yıllar sonunda, gerekse 1970’li yıllar boyunca devrimci demokrat siyasi eğilimlerin sendikalar içindeki çalışmasının esası; DİSK’in devrimci bir sendika merkezi olarak, Türk-İş’e alternatif olarak görülmesinden kaynaklanan, “DİSK’in güçlendirilmesi” tutumuydu. DİSK içindeki bu çalışma ile DİSK yönetiminde mevziler elde edilmesi ve giderek DİSK’in yönetimini ele geçirme vb. amaçlanıyordu. Ama DİSK’in o günkü yapılanması içinde, DİSK yönetimine karşı tutarlı, mücadeleci bir çizgi izlemenin DİSK’ten dışlanmayı getireceği düşünüldüğünden de, en keskin muhalif izlenimini verenler bile, her davranışlarında, DİSK yönetimiyle ters düşmemeye özen gösteriyorlardı. Bu yüzden de, DİSK içindeki etkinliği artırmanın yolu, DİSK içindeki işçileri devrimci bir mücadele çizgisine kazanmaktan çok, DİSK’e eğilim gösteren Türk-İş ya da bağımsız sendikalara bağlı işyerlerindeki DİSK eğilimini kışkırtıp DİSK’e geçiş sağlamak, bu geçiş içinde güç toplamak biçiminde kendini gösteriyordu. Belki böyle bir planları yoktu, ama sendikal hareketin kendiliğinden gidişine uyum sağlayınca (planı olmamak kendi başına bir zaaftır) böyle bir durum da kendiliğinden ortaya çıkıyordu. Bu yıllar boyunca, bu grupların Türk-İş içinde çalışma ve Türk-İş’e bağlı sendikalar içinde bir güç oluşturarak, bu sendikaları birer mücadele merkezine dönüştürme diye bir anlayışları olmadı. Sadece Marksist hareket, başka bakımlardan sonradan eleştirilen ve bu yazının 1. bölümünde değindiğimiz yanlış politikalarına karşın, Türk-İş içinde çalışmayı da bir görev olarak görmüştü. Devrimci demokrat grupların Türk-İş içinde çalışma olarak ilgilendikleri tek şey, Türk-İş’in “kötü” DİSK’in “iyi” olduğu; öyleyse, “haydin DİSK’e gidelim” biçiminde ifade edebileceğimiz çalışmalarıydı. Türk-İş’ten ayrılmak istemeyen işçiler bile ilgilenmeye değmez gericiler olarak görülüyordu. Oysa devrimci bir sendikal hareketin geliştirilmesinin zorunluluğu açısından DİSK ve Türk-İş’in bir farkı yoktu. Her ikisinde de sorun, sendikal mücadeleden sendika bürokrasileri tarafından dışlanan yığınları mücadeleye çekmek, sendikaları bir örgütlenme ve mücadele merkezi yapmaktı. Ama bu sendikacılık eğilimleri için sorun böyle ele alınmadığından, dahası Türk-İş bir sarı sendikacılık merkezi, DİSK ise, bazı yanlışlarına karşın, devrimci bir sendikacılık merkezi olarak görüldüğünden Türk-İş’in yüz binlerce işçiyi çatısı altında tutuyor olması gerçeği görmezden gelindi.
Eğer bu tutum, bir takım zorunluluklar nedeniyle de olsa, 1980’den sonra gruplarca terk edilmiş de olsaydı, burada bundan söz etmemize gerek kalmayacaktı. Ama bu devrimci demokrat siyasi grupların sendikal alandaki uzantıları, bugün de, Türk-İş içinde çalışmayı benimsemiş değillerdir. Bir kısmı DİSK’in yeniden kurulacağı günleri beklemek için Türk-İş’te “idareten” kalmaktadır, diğer bir kısmı ise; bu kadar hayalci olmadıkları için, varolan sendikalara alternatif sendikalar olarak gördükleri “İsçi komite ve konseyleri” ya da bununla birlikte DSİM Vb. Örgütlenmeler “İcat” etmektedirler.
Söylediklerimizin daha iyi anlaşılması için bu “icat edilmiş” örgütler için bizzat icat edenlerin söylediklerine de burada olanaklarımızın elverdiği ölçüde değinmek gerekiyor.
Önce “İşyeri komiteleri” için söylenenlere bakalım: “İşyeri Komiteleri” örgütlenmesini pek çok siyasi eğilim savunuyor, ama bu konuda teorik görüşler geliştiren, neredeyse varlık nedeni olarak bu komite örgütlenmesini ele alan İşçilerin Sesi çevresi. Bu yüzden de onların ne söylediklerini aktarmakla işe başlayacağız.
“İşyeri Komite ve Konseyleri, sınıfın sendikal platformdaki örgütlenme çabalarını iradi bir sürece sokan, devrimci özünü geliştiren, sınıfın öz gücüyle yaratılan yapılardır.”
“İşyeri Komite ve Konseyleri devrimci-sendikal örgütselliğin yaratılmasında temel taşları oluşturur. Sınıf, sendikal bilincin öğrenildiği okullardır…”
“Sendikal platformda bir önerme olan İşyeri Komiteleri, bir işyerindeki devrimci, demokrat, sınıfların varlığını kabul eden, dürüst, tutarlı, siyasi tercihli veya tercihsiz nitelikli unsurlar tarafından oluşturulan sınıf bilimini işçilere taşıyan örgütlenmelerdir”
“Devrimci sendikal örgütün (sınıf ve kitle sendikasının) yaratılmasında, sınıfın işyeri temelinde örgütlenmesinin nüvesini, beynini İşyeri Komiteleri oluşturur. İşçi Konseyleri ise, bu beynin gövdesi çekirdeğin etlenmesidir.
“…İşçilerin sınıf ve sendikal bilinç ile donanarak İşçi Komiteleri etrafında oluşturduğu örgütlülüktür.”
“İşyeri Konseyleri bir birimdeki işçilerin tümünü kapsayan (sınıf düşmanları ve faşistler haricinde) yapılanmalardır.”
İşyeri Komiteleri, ilişkileri koordine eden, örgütlüğün sıçratılıp geliştirilmesi doğrultusunda belirleyen ana kara ve uygulama odağıdır.
“İşyeri Komiteleri ve Konsey yapılanması sendikalara alternatif bir yapı değildir. Bürokratik devlet sendikal yapılanmasını parçalayan, sınıfın kendisi için adım atmasını sağlayan, sınıfın kendisi için sınıf olma bilincini taşıyan devrimci sendikal yapının nüvesidir.”
“İşyeri Komite ve Konseyleri… bizzat pratiğin sonucudur. Yapılan şey… ‘komiteleşme-örgütlenme’ çabalarına, devrimci sendikal yapının yaratılması işlevini kazandıracak iradi ve devrimci bir müdahaledir.”
“İşyeri Komite ve Konseyleri… gerçek anlamda sınıf ve kitle sendikal yapısını yaratmak, çalıştırmak doğrultusunda motor güçtür. Ana halka ve karar organıdır.” (İşçilerin Sesi, S. 13) (abç)
Elbette İşçilerin Sesi’nin “İşçi Komite ve Konseylerine” yüklediği görevler yukarıdaki uzun aktarmalarda verilenlerden de ibaret değil. Bir işyerinde olabilecek bütün görevler (ekonomik, siyasi, ideolojik) en ince ayrıntısına kadar, İşçilerin Sesi’nin 1. ve 13. sayılarındaki iki uzun yazıyla açıklanmış. Ama yukarıdaki aktarmalar ana tutumlarının ifadesi bakımından yeterli olduğundan ayrıntıları aktarmayı gereksiz bulduk.
Marksizm-Leninizm’den biraz haberdar olan ve sendikaların sınıflar mücadelesindeki rolüne kafa yoran herkesin anlayacağı gibi, sendikal mücadele konusunda (daha çok da işçi sınıfının görevleri ve sınıf mücadelesindeki konumu açısından, ama burada konuyu dağıtmamak için bu alandaki liberal anlayışa girmeyeceğiz) tam bir kafa karışıklığı içinde olduğunu hemen anlayacaktır.
İşçilerin Sesi, “İşçi Komite ve Konseyler”ini tanımlarken, bir yandan bunların “sendikal platformda bir önerme” ve “İşyeri Komiteleri için” bir işyerindeki devrimci demokrat, dürüst, tutarlı, siyasi tercihli ve tercihsiz unsurlar tarafından oluşturulur” diyerek sendikal düzeyde sayılabilecek bir örgütlenme önerirken, öte yandan, neredeyse her isteyenin girip içinde karar sahibi olabileceği bu örgüte, ancak sınıfın öncü partisinin üstlenebileceği görevler yüklüyor. İşçilerin Sesi “İşyeri Komiteleri”ne, “devrimci sendikal örgütselliğin yaratılması” görevini yüklerken, aynı zamanda onlara “sınıf bilimini işçilere taşıma” görevini de veriyor. Diğer söylediklerinden de anlaşıldığına göre; devrimci sendikal örgütsellikten İşçilerin Sesi, sınıf sendikacılığını kastediyor ve bu görevi herkesin (dürüst herkesin) içinde yer alabileceği bir örgüte veriyor. Eğer kastettikleri gerçekten sınıf sendikacılığını yaratmak ise, bunu ancak partinin kendisi yaratır, ama bir kere yaratıldıktan sonra her işçi elbette onun içinde yer alabilir. Ne var ki, alıntılardan da açıkça anlaşılacağı gibi, İşçilerin Sesi; yaratılacak bir sınıf sendikacılığından söz etmektedir. Bunun anlamı ise; eğer “dürüst ve namuslu işçiler” salt görüntü olsun diye orada yer almıyorlarsa, onlardan Marksizm’i keşfetmelerini istemek olur. Bunun olamayacağı, sınıf sendikacılığının ancak onun partisinin programından yansıyacağı ve bunu da ancak partinin kendisinin yapabileceği hem yaşamın gösterdiği gerçeklik hem de Marksist teorinin en temel önermelerinden birisidir. Ama isçilerin Sesi sadece “sendikal platform”da da kalmıyor, daha ileri giderek, “İşçi Komiteleri”ne, “sınıf bilimini işçilere taşıma” görevini de yüklüyor. Gerçi İsçilerin Sesi, Marksizm-Leninizm, hatta Bilimsel Sosyalizm sözcüklerini kullanmaktan özenle kaçınıyor, ama bu “sınıf bilimi” kavramıyla Marksizm’i kastettiği anlaşılıyor. Ve dolayısıyla da sınıfa Marksizm’i taşıma görevini “sendikal platform”daki bir örgüt olan “İşyeri Komiteleri”ne yüklüyor. Üstelik bu komiteler, değişik siyasi eğilimdeki kişileri, hatta Marksizm’le ilişkisi olmayan “dürüst ve namuslu” işçileri bile içine alan ve bu kişilerin de ‘söz ve karar sahibi” olduğu örgütler. Bu yapısıyla “İşyeri Komiteleri” hangi “sınıf bilimi”‘ni isçilere taşıyacaklardır? Sonuçta kararlar oy çokluğu ile alınacağına göre, hu “Komite”deki -varsa- çoğunluk görüşü “sınıf bilimi” kabul edilerek işçilere götürülmek zorunda kalınacaktır. Hele günümüzde, Marksizm’in pek çok “yorumu” olabileceğine göre, revizyonizmin her türünden liberalizme kadar her görüş bu komiteler içinde “sınıf bilimi” olarak kabul edilebilir. Hatta çok büyük bir olasılıkla Marksizm olmayan bir “sınıf bilimi” işçilere taşınır.
Burada, kesinlikle öneriyi abese götürerek saçmalığını göstermek gibi bir niyetimiz yok. Açıkça “icatçıları”nın, Komitelerin yapısı ve ona yükledikleri görevlerin çelişkisi bizi kaçınılmaz olarak böyle bir sonuca götürüyor.
İşçilerin Sesi, İşçi Komitelerine görev ve nitelik atfetmekte sınır tanımıyor, “sınıfın işyeri temelinde örgütlenmesinin nüvesini, beynini İşyeri Komiteleri oluşturur” diyerek, proletarya partisinin hücresinin görev ve niteliğini İşçi Komitelerine yakıştırıyor. Çünkü sınıfın işyeri temelindeki örgütlenmesinin “nüvesi, beyni” partinin birim hücresinden başka bir şey değildir. Sınıflar mücadelesi alanında “beyin”den söz ediliyorsa, bir yönetici aygıttan söz ediliyor demektir. Bu da, Marksist anlayışta çelikten bir iradeye karşılık gelir ve Marksist-Leninist partinin iradesini temsil eder. Ama işçi komiteleri, yapısının bileşimi açısından bile, bir irade birliğini değil, tam birçok sesliliğin ifadesidir. Her kafadan bir sesin çıktığı karmaşık bir beyin nasıl bir işlev yerine getirirse, “İşçi Komiteleri”nin “beyinliği” de öyledir.
İşçilerin Sesi, “İşyeri Komiteleri”ne partinin pratik görevlerini de yüklüyor, “İşyeri Komiteleri, ilişkileri koordine eden, örgütlülüğün sıçratılıp geliştirilmesi doğrultusunu belirleyen ana karar ve uygulama odağıdır” diyerek, “sınıf biliminin sınıfa götürülmesi”, “sınıfın işyerindeki örgütlenmesi”, “devrimci sendikal örgütlülüğün yaratılması” vb. tüm görevleri koordine eden ve “doğrultusu”nu “belirleyen”, “ana karar ve uygulama odağı” olduğunu açıklıyor. Ve bütün bu görevleri “sendikal platform”daki bir örgüt üstleniyor. Eğer bu öneri sendikal düzeyde değil de, Parti düzeyinde bir öneri olsaydı, İşçilerin Sesi önerdiği örgüte başka hangi görevi yükleyecekti, doğrusu bu bizim için merak konusu!
Kısaca söylenecek olursa, İşçilerin Sesi, bir parti ve bir sendikanın ayrı ayrı yapması gereken bütün görevleri “sendikal platformda bir öneri” olan “işyeri Komiteleri” ne yükleyerek her şeyi bir darbede çözmeye çalışıyor. Ama önerdiği şey, ne Marksizm’in parti anlayışıyla, ne de sendikacılık anlayışıyla uzlaşır gibi değil. Eğer İşçilerin Sesi, idealist, sübjektivist bir anlayışla ele aldığı partisizliği böyle aşacağını düşünüyorsa, bilmeli ki; varacağı parti anlayışı liberal-demokratik bir işçi partisi anlayışıdır ki, SP ve TBKP varken bu cinsten üçüncü bir partiye gerek yoktur. Yok, eğer gerçekten sendikal bir örgüt yaratmak istiyorsa, önerdiği biçim, o, ne kadar “İşyeri Konseyleri bir işyerindeki bütün işçileri kapsar” dese de bir sendikadan daha dar olacağından bugünkü koşullarda anlamsız olacaktır.
İşçilerin Sesi de, idealist-sübjektivist şemalar geliştirdiğinin farkında olmalı ki; önerdiği örgütlenmenin icat edilmiş değil, zaten ortaya çıkmış olan “komite” ve “örgütlülük” biçimlerine “iradi ve devrimci bir müdahale” olduğunu sık sık tekrarlama ihtiyacını duyuyor. Evet, mücadelenin yükselmesi, yeni bir takım örgütlenmeler ortaya çıkarır ve devrimciler de bu, ilkel biçimde onaya çıkan kitle örgütlerine iradi müdahalelerde bulunarak, onların mükemmelleşmesine katkıda bulunurlar, ama burada önemli olan müdahalenin olup olmaması değil de bu müdahalenin hangi doğrultuda olduğu önemlidir. İşçilerin Sesi’nin müdahalesi ise, yukarıdaki alıntılarda da açıkça görüldüğü gibi idealist, volantarist (iradeci) doğrultudadır. Ve çeşitli direnişlerde ortaya çıkan işçi komitelerine olmayan nitelikler yükleme olarak ortaya çıkmaktadır. Daha da kötüsü İşçilerin Sesi, bu
“müdahale” ile, sadece saçma bir sendikal örgütlenme biçim önermekle kalmamakta, sınıfın parti kavramını da çarpıtarak, revizyonist ve reformcu çevrelerin parti ve sınıf sendikacılığı alanındaki tahribatlarına ister istemez destek vermekledir.
Açıkça görüleceği gibi; İşçilerin Sesi, sendikal bir örgütlenmeye parti görevleri yükleyerek, sendikal örgütlenmeyi parti düzeyine yükseltmiş gibi görülüyorsa da, gerçekte parti örgütlenmesini sendikal düzeye indirgeyerek, partisizliğin yolunu açmaktadır. Bu tutumuyla da, D. Avrupa ülkelerinde görülen, “dayanışmacılık”, “bağımsız sendikacılık” eğilimleriyle birleşmektedir.
… “İşyeri Komiteleri,” “işçi Komiteleri” vb. biçimindeki “komite örgütü” savunucuları elbette İşçilerin Sesi’nden ibaret değil ülkemizde; Direniş, Emek Dünyası, işçiler ve Politika, Yol, Hedef, gibi dergi çevreleri de İşçilerin Sesi kadar sistemleştirmiş olmasalar da, “İşyeri Komiteleri”ni savunuyorlar. Direniş Dergisi, İşyeri Komitelerine, “meşru savunma organı”, “hak arama organı”, “sendikal mücadele organı”, “parti çevre organı”, “iktidar organı” (Direniş, Sayı: 1) gibi nitelemeler yakıştırırken, Emek Dünyası “o ne yalnızca sendikal bir örgüt, ne de yalnızca siyasi bir örgütlenmenin parçasıdır” (Emek Dünyası, Sayı: 19) diyerek bu alandaki kafa karışıklığına katkıda bulunuyor. İşçiler ve Politika çevresi ise, tutumlarına Rusya’daki “Fabrika Komiteleri”nden dayanak almaya çalışıyor.
Nitelemelerinden anlaşılacağı gibi, adına ister “İşyeri Komitesi”, ister “işçi Komitesi”, isterse “Fabrika Komitesi” densin, bu eğilimi savunan dergi çevreleri bu örgütler üstüne pek çok yazı yazmalarına ve değişik nitelikler atfetmelerine karşın onları sınıf hareketi içinde bir yere oturtamamanın sıkıntısı içindedirler. Ama ortak özellikleri, bu örgütlere sınıf partisinin ve sendikaların, görevlerini birlikte yüklemektir.
Aynı yanlış anlayıştan kalkan “yeni” bir “örgüt biçimi” daha var, ülkemizde: DSİM (Devrimci Sendikal İşçi Muhalefeti). Emeğin Bayrağı ve ona “yakın” kimi siyasi eğilimlerce savunulan DSİM örgütlenmesi ise, bu çevrelerin üstünde teori oluşturmaya çalıştıkları bir “örgütlenme”. E. Bayrağı, “DSİM nedir ne değildir?” başlıklı yazısında daha çok DSİM’in ne olmadığını açıklayan paragraflardan sonra onu şöyle tanımlıyor. “Her ne dersek diyelim, DSİM bugün oluşumuyla, mücadelesiyle ve yerine getirmekte yükümlü olduğu görevleriyle her iki biçimi de, yani Sovyetik tip örgütlenme ile sendikal örgütlenmeyi aynı anda ve birlikte yerine getirme işlevini görmektedir.” (E. Bayrağı, Sayı: 10, s. 17) E. Bayrağı, DSİM’in görevlerini sıralıyor ve “sınıf sendikalarının kurulması ve faaliyetlerinin önünde mevcut yasalar ve Anayasa engeldir” diyerek yasalcılıkta bir adım daha atıyor; yasalara yeni yorumlar da katarak ilerliyor ve ekliyor: “DSİM açıklık politikasını yeğler. Bu amaçla mümkün olduğu kadar legal ve açık zemin üzerinde mücadelesini yürütür ve bu olanaklardan sonuna kadar yararlanma prensibiyle hareket eder.” (Emeğin Bayrağı, Sayı: 12, s. 47) Görüldüğü gibi, DSİM ya da “İşyeri Komiteleri” ve “İşçi Komiteleri”, hep sendikal düzeyde önerildiği halde, parti görevi, “parti çevre örgütü” görevi, ya da “Sovyet” görevi yüklenmeden bir yere konulamayan “örgüt biçimi” olarak karşımıza çıkmaktadır. Oysa bu görevlerin hepsi de sendikal alanın dışındaki görevlerdir. Parti, onun çevre örgütleri, ya da Sovyetler, işlevleri ayrı ayrı olan örgüt biçimlerindendir. Bu örgütlere, böyle hayali görevler yükleme zorunluluğu, bir rastlantı olmasa gerekir. Çünkü bu “icat edilmiş” örgütlere sendikal alanda ihtiyaç olmadığı için bu tür “ek” görevler yüklenmektedir. Ancak, bu “ek görevlerle” “icatçılar”, icatlarının “gerekliliğini” savunabilmektedirler. Ama bu savunma tutarlı mıdır, bu da sorunun bir başka önemli yanı. Örneğin, “İşyeri Komiteleri”, İşçilerin Sesi’nin yüklediği parti görevlerini yerine getirebilir mi; Direniş’in ifade ettiği gibi iktidar organı, ya da aynı anlama gelmek üzere “Sovyet” işlevini yerine getirebilir mi? Bu sorulara komik olmadan, evet denilemez. İşçilerin Sesi’nin iddialarına bu yazı içinde yanıt verdik. Ama iktidar organı ya da “Sovyet” diyenlere de bir iki şey söylemek gerek: Her şeyden önce, “İktidar organları” ya da “Sovyetler” devrimci bir durum içinde doğarlar ve bu doğan örgütler devrim başarıya ulaşırsa iktidar organı olarak işlev yaparlar. Eğer devrim yenilgiye uğrarsa bu yığın örgütleri de ortadan kalkarlar ve ancak bir devrimci bir başkaldırı içinde yeni baştan, belki yeni koşullarda değişikliğe uğrayarak yeniden doğarlar. Tipik örnek olan “Sovyetler” de 1905 devrimi sırasında ortaya çıkmışlar, devrimin yenilgisiyle ortadan kalkmışlar, ancak 1917 başkaldırısı içinde yeniden ortaya çıkmışlardır. Ama durup dururken, “ben iktidar organları kurdum”, “ben Sovyet kurdum gelin katılın” demek doğrusu komik olmaktan da ileriye giden bir tutumdur! İnsan sübjektivizmin, idealizmin batağına batmadan bu tür bir iddiayı ortaya süremez. Bu yaklaşımlarla da ne sendikal mücadelenin soranlarının çözülmesinde bir adım ileri atılabilir, ne de yığınları devrim mücadelesine çekmede derlenebilir. Olsa olsa kendi kafanızda yarattığınız “projelerle” oyalanan başarısız tasarımcılar olursunuz.
Burada bir ayrım yapmazsak söylenenlerden bazı yanlış anlamalar olabilir, o da şu: Gerek geniş işçi direnişleri içinde (Bahar eylemlerinde olduğu gibi), gerekse pek çok işyerinde görüldüğü gibi, birer birer işyerlerinde, grev komiteleri, işçi komiteleri, direniş komiteleri gibi komiteler ortaya çıkabilir, çıkıyor da. Elbette bu türden komitelerin yukarda sözünü ettiğimiz “komiteler”le bir ilgisi yoktur. Tersine, sınıf hareketinin ileri atılışı sırasında değişik nedenlerle de olsa bu türden komiteler çıkabilir, ama bunlar o anki mücadelenin ihtiyacını karşılamak içindir ve oluşması bir kaç kişinin ve nispeten büyük bir grubun değil, en azından işçilerin büyük çoğunluğunun onayını taşıyan, en azından mücadeleyi yönettiği dönem içinde işçi çoğunluğunun onayını almış örgütlerdir. Çoğu da, zaten eylemin hemen başında, ya da varolan örgütlenmenin yetersiz kalması karşısında mücadele içinde işçilerin dolaysız oylarıyla seçilen komitelerdir. Eylem bittiği zaman da bu tür komitelerin işlevi de bitmektedir.
İşçi sınıfının mücadele tarihine bakıldığında da açıkça görüldüğü gibi, bu türden, komite tipi örgütlenmelerin, ya 1905 öncesinde, Rusya’da olduğu gibi sendikaların hiç olmadığı koşullarda ortaya çıktığını (örneğin, önceki yıllarda fabrika komitelerini destekleyen Lenin, 1905 sonrasında “Zubatov” ve “Ozerov” sendikalarının kurulmasıyla, gerici sendikalarda çalışmayı savunur) ya da sendika örgütünün mücadeleyi götüremeyeceği bir yükseliş içinde bir takım özel görev ve sürelerle ortaya çıktığını göstermektedir. Daha çok da, sendika üyesi olmayan kesimleri ya da o anda sendikaya muhalif olan unsurları grev ve direnişlere çekmek için her işçi kesiminden temsilcilerin de yer aldığı örgütlenmeler olarak işlev yapmışlardır, özellikle Kızıl Sendikalar Enternasyonali’ne bağlı sendikalar, Avrupa’da hayli etkinliğe sahip olan Amsterdam Sendikaları yanlısı işçileri de mücadeleye çekmek için, sendikayı bir yana iterek İşyeri ve iş kolundaki bütün eğilimlerin içinde yer aldığı grev ve direniş çabalarını aşmaya çalışmışlardır. Ama o grev ya da direniş bitince komitelerin görevleri de kendiliğinden sona ermiştir.
Burada dikkat edilmesi gereken diğer bir özellik de, mücadele içinde ortaya çıkan komitelerin, sendikaların etkilediğinden daha geniş iççi yığınlarını etkilemesidir, Yani, komite sendikanın ulaşamadığı, şu ya da bu nedenle sendikanın dışında kalan kesimleri de temsil eden, onları mücadeleye çeken bir özelliğe sahip olmalıdır. Bu açıdan bakıldığında, bizde öne sürülen İşçi Komiteleri”, ya da “İşyeri Komiteleri”, sendikanın örgütlediği işçilerden çok azını etkileme olanağına sahip olarak pratik bakımdan da hiç bir değer taşımayacak bir konuma düşmektedirler.
Kısaca söylenecek olursa; bugün, çeşitli işçi direnişleri ve grevler içinde doğup gelişen ve işçi çoğunluğunu temsil eden işçi komiteleri vb. elbette ki geçmişte olduğu gibi bugün de, yarın da olmaya devam edecektir, ama yukarıda sözünü ettiğimiz türden “icat edilmiş” komiteler sınıfın bugünkü mücadelesi içinde bir yere sahip olmadığı gibi, sınıf içinde değerleri yıpratıcı, işçileri sendikalardan uzaklaştırıcı eğilimleri kışkırtacağından olumsuz da bir rol oynayacaklardır. Bunlar, belki kurucuları için, bir süre “toparlayıcı” olabilirler, ama uzun erimde, üstlerindeki görevlerin ağırlığı ve yanlışlığı nedeniyle yozlaşıp, kurucuları için bile zararlı hale geleceklerdir. Çünkü amaç ve görevle uyuşmayan örgüt biçimleri eninde sonunda yozlaşıp mücadelenin ayak bağı haline gelirler. Bu, tarihin gösterdiği yalın bir gerçektir. Kimse de, ben yaptım oldu, “beni tarih etkilemez” diye düşünmesin. Çünkü “bilmesen” bile, sen de tarihin içindesin.
Yukarıda sözünü ettiğimiz sendikal eğilimlerin hemen hiçbirisinin perspektifi içinde gerici, içinde bulunulan sendikaları dönüştürerek devrimcileştirme, varolan sendikaları sınıf sendikacılığı çizgisine çekme anlayışı yoktur. Tersine, uzun ya da kısa zamanda bu sendikaları terk ederek, koparabildikleri işçilerle yeni, hiç “burjuva politikasına bulaşmamış “sınıf ve kitle sendikaları” kurma hayati peşindedirler. Çünkü işçi sınıfının varolan sendikaların yönetim ve denetimini ele geçirebileceğine inanmamaktadırlar. Oysa lafa gelince, işçi sınıfını göklere çıkarmakta, onun kapitalizmi, her türden gericiliği alt edecek bir sınıf olduğunu söylemektedirler. Elbette bu sava biz de yürekten katılıyoruz, ama bu siyasi eğilimler için aklımıza şöyle bir soru sormak da geliyor. Peki, kapitalizmi, burjuvazinin siyasal iktidarını yıkma yeteneğine sahip işçi sınıfı, sendika bürokrasisini neden kendi kitle örgütlerinin başından atamasın, neden böyle bir yeteneği gösteremesin?
Elbette sendika bürokrasisi yasalar, tüzük ve yönetmelikler, yönetimleri elde tutmanın “bilgisi”, edindikleri mali güç ve ilişkiler tarafından korunmaktadır ve bütün bu engelleri aşmak kolay olmayacaktır. Mücadelede bir ileri atılım için sınıf mücadelesinin hangi ciddi sorununu çözümlemek kolaydır ki?
Kaldı ki bugün, işçi sınıfımız sendikal mücadele alanında hayli deneyim kazanmış, sendika bürokrasisinin niteliği ve onların oynadıkları rol konusunda bilinçlenmiştir. En önemlisi de, yükselen mücadele her adımında sendika bürokrasisinin engeline çarptığından, sendika ağaları için manevra alanı hayli azalmıştır. Bu yüzden sınıf sık sık sendika ağalarını bir kenara iterek ilerlemektedir. Örneğin sınıf, “Bahar Eylemleri”nden bu yana, belli başlı her eylemde, bazen sendika ağalarını da peşinden sürükleyerek, bazen de 1 Mayıs’ta olduğu gibi onları tümden bir yana iterek ilerlemektedir. Üstelik bu mücadeleler içinde, mücadelenin ileri atılımına dayanak olacak “icat edilmemiş” bir mücadele örgütü olarak İstanbul Sendika Şubeleri Platformu’nu da yaratmıştır. Nitekim bir kaç hafta önce, Türk-İş bürokrasisini açıkça karşıya alan ve bundan böyle, bölgedeki tüm sendikal olaylara, TİS görüşmelerine doğrudan müdahale edeceğini ve özgürlük mücadelesine katılacağını ilan eden Kocaeli Sendikalar Platformu da ortaya çıkmıştır. Öyle görünüyor ki bu doğrultudaki gelişmeler sürecek, tüm belli başlı sanayi merkezlerinde işçiler, ilerici demokrat, devrimci sendikacılarla birlikte Türk-İş ağalarını şimdilik fiilen devreden çıkaran örgütlenmeler etrafında birleşecektir.
Elbette ki sendika platformları “icat edilmiş” olmadıklarından, içinden çıktıkları ortamın pek çok olumsuzluğunu da taşımaktadırlar. Ama bürokrasiye karşı olduklarını, sendikal demokrasi ve ekonomik hakları için işçileri mücadeleye çağırdıklarına göre doğrultu olarak olumlu bir yola girmişlerdir. Mücadele ilerlediği ve yığınların bu mücadeleye katılımı arttığı ölçüde de, hem Çizgi olarak olumlu özellikleri artacaktır, hem de sendika bürokrasisi ve burjuvaziyle uzlaşmaya eğilimli unsurlar dışlanacaktır. En önemlisi de, sendika bürokrasisinin etkisinde kalan pek çok dürüst unsur da, gelişen mücadeleden güç alarak daha radikal, giderek devrimci proleter bir çizgide mücadeleye kadar ilerleyecektir.
Bütün bunlar bir olanak bugün henüz. Ama olanak olan gerçekleşebilir olandır ve işçi sınıfımızın mücadele potansiyeli ve sınıf hareketinin bugünkü boyutu, bu olanağın gerçek olmasının koşullarını yaratmış durumdadır. Dolayısıyla gerici sendikalar içinde çalışmanın meyvelerini vermesi öyle çok uzak amaç olarak da gözükmemektedir. Yeter ki, sınıfın olanakları ve yetenekleri iyi değerlendirilsin, saptırıcı “projelerle” sınıfın ve devrimcilerin enerjileri, çoğu zaman olduğu gibi, boşa harcanmasın.
Her taktik gibi “gerici sendikalar içinde çalışma” taktiği de, asıl amacı gözden kaçırmadan, ortaya çıkan olanakların anında ve en verimli biçimde değerlendirilmesini gerektirir. Hele işçi sınıfının radikal eylemi gibi her gün süren ve her gün yeni bir mücadelede, olanaktan değerlendirmede hızlı ve yaratıcı olmayı gerektirir. Bu da her şeyden önce, hem genelde hem de özelde, her işkolu ve işyerinde süren mücadeleyi yakından izlemeyi, anında karar verecek kadar çok mücadele ile ilgili bilgi birikimini zorunlu kılar ki; bu, geçmişte olduğu gibi sorunlara amatörce yaklaşımlarla sağlanamaz. Çünkü sendikal hareketin karşısında yer alan güçler (patron, hükümet, sendika bürokrasisi üçlüsü) bu konuda hem çok deneyimlidir, hem de köşe başlarını tutmuş olmanın avantajını taşımaktadır. Elbette ki sınıfın olanakları ve avantajları daha da fazladır, ama bu avantajları kullanacak ve maddi bir güce dönüşmesini sağlayacak olan da öncünün kendisidir. Bunu da, ancak bu alanda izleyeceği politikalar, bu politikaları hayata geçirmekte göstereceği ustalık ve kararlılıkla gerçekleştirebilir.
Hiç kuşkusuz ki, bütün mücadele alanları gibi sendikal mücadele alanında da, Marksistler için stratejik amaç, ücretli kölelik sistemine sön vererek sınıfsız topluma giden yolu açmaktır. Bu, pratikte, sendikaları ve İşçi sınıfını öncünün mücadele çizgisine çekmek olarak somutlanır. Ama bu amaca varmak için de pek çok engeli aşmak gerekecektir. Bu bazen ideolojik doğrultusuyla hiç de birlikte olunamayacak devrimci demokrat gruplarla uzun erimli ittifaklar kurmayı, bazen sendika bürokrasisi arasındaki çatışmayı derinleştirmek ve yığın hareketinin gücünü artırmak için, siyasi mücadele alanında bir arada bulunamayacak eğilimlerle geçici uzlaşmalara varmayı, bazen de “savaş hileleri”ne başvurmayı vb. vb. zorunlu kılacaktır. Ama bütün uzlaşmalar ve ittifaklarda gözden kaçırılmaması gereken, her uzlaşmanın kitle mücadelesinin gücünü artırıcı, sınıf sendikacılığının sınıf içindeki pozisyonunu güçlendirici işlev görmesidir.
Sınıf hareketi mücadeleye katılmak için sayısız olanaklar sunarak yükselmektedir. Geçmiş mücadelenin yanılgılarını tekrarlamadan, sekterizme ve ekonomizme düşmeden, reformculuğun ve revizyonizmin, sendikalizmin batağına saplanmadan ilerlenirse, işçi sınıfının sendikal hareketini sınıf sendikacılığı çizgisine çekmek, sendikaları birer sınıf sendikasına dönüştürmek, geleceğe ait bir umut olmaktan çıkıp, bugünden adım adım ulaşılan bir gerçek olmaması için hiç bir neden gözükmemektedir.
Yazımızın son bölümünde, sendikalar dışındaki kitle örgütlerinin bugünkü durumlarını ve sorunlarını işleyeceğiz.

Temmuz 1990

Ücretli İstihdam İçinde Kadının Durumu Ve Sorunları

Günümüzde kadınların geleneksel olarak daha fazla yoğunlaştırıldıkları hizmet ve ihracata yönelik sektörlerin genişlemesi, son yıllarda daha etkili yararlanmaları, kapitalizmin gelişmişlik düzeyiyle orantılı olarak değişen değerler ve aile yapısı, özellikle kentlerde aile planlamasının yaygınlaşmasıyla doğurganlık oranının azalması gibi etkenlerle birlikte, esas olarak da yaşamı sürdürebilecek gelir düzeyinin çalışanlar aleyhine sürekli düşmesi kadınların ücretli istihdam içinde daha fazla artmalarını beraberinde getirmiştir. Buna bağlı olarak, kadının, evde işyerinde ve erkek karşısındaki durumu İyice güçleşti. Bir yanıyla kısmen ekonomik bağımsızlığını kazanması özellikle kentlerde toplum içinde kadını “özgürleştirmiş” gibi görünse de ücretli çalışma yaşamında sömürüye dayalı sınıflı toplum yapısının çözemeyeceği sorunlarıyla birlikte yerini almıştır.
Çalışma yaşamında, memur ya da isçi olarak çalışan tüm emekçi kadınların meslek ve işkolu özelliklerinden kaynaklanan farklı sorunları olmakla birlikte, ortak sorunlarını belli bir kaç başlık altında toplamak mümkün:
– Erkek işçi kardeşleriyle birlikte ücretli kölelik sisteminin yoğun sömürüsünden kaynaklanan işyeri ve sendikal sorunları…
Türkiye’de 19 milyon 400 bin civarında çalışan kesimin 7 milyon 400 bini kadın çalışanlardan olduğu halde 250 bin kadın sendikalı olarak çalışıyor. Yani çalışan kadının öncelikle örgütsüzlük sorunu dile getirilirse sorunlarının çokluğu ve çeşitliliğinin önemli nedenlerinden biri söylenmiş olunur.
İşyeri sağlığı ve iş güvenliği açısından son derece elverişsiz koşullarda, çoğunluk sigortasız, ölmemeye yetecek kadar ücret, her an işten atılma korkusu, ulaşım-servis sorunu, sınırı olmayan çalışma saatleri ve mesai sorunları örgütsüzlük (sendikasızlık) sorunuyla doğrudan ilintili olarak görülen sorunlardır. Diğer yandan işyerlerinde sendika olsa bile, sendikaların genelde tüm işçilere, özelde de kadın işçilere duyarsızlığı, sorumsuz yaklaşımı, göstermelik kadın işçi seminerleri ile gerçekte sorunları görmezden gelen tavrı ve kadın işçilerin de işyerinde, evde ve toplumsal yaşamda üzerine yüklenilen yükün ağırlığıyla sendikalarını ya hiç tanımamalarını ya da sendikalarına yabancılaşmaları ve sendikal etkinliklerde yer almamaları olgusunu yaratmıştır. Bu nedenle de mevcut düzen içinde sendikal mücadele ile bile çözülebilecek kimi sorunların bilincinden uzak kendi kaderi ile baş başadır.
1989 sendika genel kurullarının hemen hepsinde (kadın işgücünün yoğun olduğu işkolları da dâhil) görülen bir gerçek genel kurullarda kadın delege sayılarının yok denecek kadar az olduğu ve kadın işçilerin sorunlarını, yapılan konuşmalarda, ya bir paragrafla savma ya da kadın işçi yokmuş gibi davranma. Bu yaklaşım Türkiye’de sendika kongrelerinin işçi sorunlarıyla uğraşmaktan çok, sendikal bürokrasi ve ağalığından pay almak için seçim telaşıyla gündeme geldiğinden şaşırtıcı değil. 1.5 milyon üyesiyle en büyük işçi konfederasyonu Türk-İş’in 15. Olağan kurultayında bile 421 delegeden yalnızca 1’i kadındı. Sendikaların üye sayıları içinde örgütlü kadın sayısı bile sendikaların üyeleri kadın işçilerine yaklaşımları konusunda bir veridir.
Türk-İş’e bağlı sendikalardan Tek Gıda-İş Sendikasının % 72’si, Hava-İş’in % 52’si, Teksif’in % 42’si, banka ve sigorta sektörünün % 35’i kadın üyelerden oluşur. Sözde örgütlü olan çalışan kadınların da hemen hemen aynı sorunları yaşadıkları görülüyor. Sendikaların kadın işçilerin sorunlarına olan duyarlılığı yalnızca Tek Gıda-İş ve Öz İplik-İş’in 1989 Çalışma Raporlarında kadın sorunlarına ayırdıkları birkaç sayfadan ibaret. O kadar… Bugüne kadar sendikalarda kadınların talepleri ile ilgili bir uyuşmazlık tuttukları görülmedi.
Türkiye’de, sendikalarda kadın işçiler, yaşamın her alanında olduğu gibi, ekonomik-demokratik ve siyasi hakların mücadelesinde değerlendirilmeyen ya da çok az değerlendirilebilen hazır bir potansiyel olarak ulaşılmayı beklemektedir.
– Yine ücretli kölelik sisteminin her alandaki kadına yönelik çifte standartlarından kaynaklanan ana ve kadın olarak çalışma yaşamındaki özel sorunları; sömürücü sınıflı toplumun önce ikinci sınıf cins konumuna getirip horladığı, sonra da sözde yasaları ile koruduğu ama, işverenlerin (devlet ya da özel sektörde) kendi siyasi temsilcilerinin yaptığı bu yasaları da hiçe sayarak uygulamamaları da dahil, salt kadın işçi olmalarından kaynaklanan sorunları, ücretli istihdam içindeki kadının durumu erkek işçilere oranla kıyaslanmayacak düzeyde kötü.
İş Kanunu’nun 26. maddesi, “Bir işyerinde aynı nitelikteki işlerde eşit verimle çalışan kadın ve erkek işçilere sadece cinsiyet ayrılığı sebebiyle farklı ücret verilememektedir. İş Sözleşmesine ve hizmet akitlerine buna aykırı hüküm konulamaz” diye buyurmuşsa da uygulamada salt cinsiyetinden dolayı kadın işçilere eksik ücret ödenir ve düşük ücretle çalıştırıldıkları için de kimi sektörlerde kadın işçi tercih edilir.
Yine, “Gebe ve Emzikli Kadınların Çalıştırılma koşulları ile emzirme odaları ve Çocuk Bakım Yurtları (kreş) Hakkında Tüzük” uyarınca, bir işyerinde, yaşları ve medeni halleri ne olursa olsun, 100-150 kadın işçi çalıştırıldığı takdirde, emzikli kadınların bir yaşından küçük çocuklarının bırakılması için çalışma yerlerinden ayrı ve işyerine yakın bir emzirme odasının işveren tarafından kurulması zorunlu tutulmaktadır.
Tüzük ayrıca, bir işyerinde 150’den fazla kadın işçinin çalıştığı yerde 0-6 yaş çocukları için kreş kurulmasını emreder. Ama uygulamada işveren kadın işçi sayısını asla emzirme odası ve kreş kurmayacak biçimde tutar. Kamu kesiminde çalışan kadınların yetersiz de olsa bu sorunları kısmen çözülmüştür. Ama özel sektörde bu tüzüğün uygulanıp uygulanmadığının ne denetimi ne de yasaların yaptırım gücü yoktur. Kaldı ki söz konusu tüzükteki sayı sınırları da komiktir. Sendikaların bir görevi de tek bir kadın işçi çalışsa bile işyerinde, kreş ve emzirme odaları hakkı TİS’lerde “dayatılmalı”dır. İşten atmaların, sendikasızlaştırmanın bir devlet politikası olduğu Türkiye’de yüz binlerce çalışan kadının sorunlarının göz ardı edilmesi de bir devlet politikası.
Ülkemizde, ücretli kölelik sisteminin her alandaki kadına yönelik çifte standartlarından kaynaklanan ana ve kadın olarak çalışması durumundaki özel sorunları:
1- Ergonomik Sorunlar: Erkek fiziğine göre yapılmış, ayarlanmış makinalarda çalışan kadınların fiziksel sorunları.
2- İşe girişteki sorunlar: Evliyse kocanın iznine tabi olması. Yine evliyse işveren tarafından tercih edilmemesi. Erkeklere oranla iş bulmasının sınırlılığı. Bugün 19 milyon 400 bin işçiden 7 milyon 400 bininin kadın olduğu düşünülürse, kadın işçilerin bu sayının yarısı bile olmadığı görülür.
3- Kadın işçiler arasında işçi devrinin yüksekliği sorunu: Genellikle kalifiye yanı olmayan işlere tercih edildiğinden ve analık özel bir yanı olduğundan ve kadın işsiz çok olduğundan, işveren hamile işçiyi anında işinden atar. Belli yaşlarda, dinamik genç kız işçileri tercih ettiğinden kadın işçiler arasında işçi devri yüksektir.
4- Ücrette, eşitsizlik sorunu ve sosyal güvencenin olmaması: Toplam 3 milyon 140 bin sigortalının ancak 104 bini kadındır.
5- Gebelik ve analık hallerinde kendilerine gereken, sınırlı da olsa, yasal haklar ya sadaka gibi verilmekte ya da bu durumlarda işine son verilmektedir.
6- Analıktan sonra alınan 6 aylık ücretsiz izin emeklilikten sayılmamakta.
7- Aile planlaması sorunu -Sendikal eğitimsizlikle bağlantılı-
8- İşyerinde baskılar sorunu,
9- Giriş-çıkışlarda arama sorunu
10- Vardiya sorunu, fazla mesai sorunu, servis arabası sorunu
11- İşyerlerinde kadınların sendikal etkinliği sorunu
Bu sorun doğrudan sendikaların üyeleri kadın işçiler için izledikleri politikayla daha doğrusu politikasızlıkla ilgilidir. Çalışma yaşamından kaynaklanan zorlukları ve problemlere eklenen ev içi sorumluluklar, kadının tüm vaktini aldığından sendikal etkinliklere katılmada zaman sorunu. Sendikalar gerçek anlamda kadının taleplerini savunsalar, kadının zamanı kullanmada tercihini kendi mücadelesi için yapması kaçınılmaz olur.
Ücretli çalışan kadın işçilerin sorunları, erkek işçi kardeşleriyle birlikte yani sınıfıyla birlikte sömürülmesiyle ya da yalnızca kadın-ana işçi olmasından kaynaklanan sorunlarla sınırlı değil. Her ikisine ek olarak ev-köleliği, evdeki “efendi” erkeğin hizmeti, çocukların bakımı, temizlik, mutfak, hatta yaşamı daha ucuza getirmek için giyeceklerin örgüsü, dikişi kadının sorunudur. İşten eve döndüğünde başlayan koşturmaca, yatana dek sürer. Çalışan emekçi kadın kitlelerinin üzerindeki baskı ve sömürü yoğunlaştıkça sorunları da artar. Ezilen cins olan kadınlar içinde de ezilmişlik ve sömürüden en fazla payını alan kadın kesimi işçi sınıfı ve emekçi halk katmanlarına tekabül eden kadın kesimidir.
Yalnızca ekonomik ve evdeki sorunların altında ezilmekle kalmayan emekçi kadınlar sosyal ve kültürel olarak geri bırakılmanın sorunlarını da en yoğun olarak yaşayan kesimdir. Dinlenmeye, eğlenmeye, sinema ve tiyatroya, derneklere gitmeye ne zaman bulabilir ne de sosyal-kültürel giderleri karşılayacak bütçe. Kaldı ki o ihtiyacı bile hissetmez çoğunlukla. Çünkü kendine ait bir zamanı düşünmeye bile fırsatı olmaz.

Temmuz 1990

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑