Yaklaşık son on yıldır, bütün dünyada yaygın ve etkili bir “liberalizm” rüzgârı esiyor. Sanki yüz yıl öncesindeymişiz gibi, iktisadi alanda şimdi varolan ve emperyalist tekellerce belirlenmiş üretim ve yeniden üretim mekanizmalarının “doğal ve değiştirilemez” bir dünya düzeni oluşturduğu, insanın ise, “en az emekle en çok kazancı sağlamaktan öte bir amacı olmayan bir ekonomi varlığı” olduğu rahatça propaganda edilebiliyor.
On yıl boyunca, Reagan-Thatcher adlarıyla özdeşleştirilen politikalar toplamı, yalnızca ekonomi ve uluslararası ilişkiler alanında değil, ideoloji ve kültür hayatında da kendisini kuvvetle hissettiren etkiler yarattı ve bugün bu etkiler, yeni gelişmelerle beslenerek sürüyor.
Sovyetler Birliği ve Doğu Avrupa’nın diğer ülkelerinde hızla yaşanan ve kapitalist restorasyonun tamamlanma sürecini ifade eden değişiklikler, “liberalizm” dalgasına yeni bir güç kazandırdı ve liberalizmin “insan doğasına en uygun hayat tarzını” temsil ede-geldiğinin kanıtlandığı ilan edildi. Uzun yıllar sosyalizm için savaşmış, kan ve ter dökmüş ülkeler, mademki şimdi “serbest pazar ekonomisini” kendilerine çıkar yol olarak seçmişlerdi, o halde insanlığın kaderinde kapitalizmden kurtuluş diye bir seçenek yoktu!
Emperyalizm, çok yönlü ilişkileri ve kendi iç çatışmaları ile yeryüzünde sosyal, ekonomik ve politik hayatı belirlemeye, uluslararası ilişkilerin dengelerini yeniden ve kendi lehine kurmaya çalışırken, bu politikaların “cephe gerisi” olarak adlandırılabilecek kamuoyu alanında da koşullara uygun bir güdüleme programını yürüttü. Ara sınıfların, nükleer savaş tehdidi karşısındaki korkusunu, dünyayı, doğayı kaybetme tedirginliğini, yoksullaşma ve açlığın yarattığı paniği, “terörizm” heyulasının sürüklediği huzursuzluğunu kışkırtarak ve büyüterek, onların içi boş özlemlerini, moral ve duygusal beklentilerini en yüksek noktasına çıkardı. Denetimindeki bütün iletişim araçlarıyla, bu beklenti ve özlemlerin ancak bir biçimde, iki süper şefin anlaşma ve uzlaşmasıyla cevaplandırılabileceği yanılgısını “tartışılmaz bir doğru” haline getirdi. Bu propagandaya göre, anlaşma zemini, “pazar ekonomisi”, “demokratikleşme”, “silahsızlanma”, “doğanın korunması” gibi, her derde deva, herkesi mutlu etmeye yeter maddelerden ibaret basit bir programdı. Özellikle “pazar ekonomisi” konusunda Gorbaçov, “muhafazakârların” direncini kırabilirse, gelişen “liberalizm”, diğer sorunların çözümü için de her yolu açabilecekti!
“Liberalizm”, ağır enflasyonist ekonomi politikaları altında her geçen gün borç yükleri artan “az gelişmiş, gelişmekte olan” ülkeler için de, “yeni ve alternatifsiz bir yol” olarak dayatıldı. Ekonomik, sosyal, politik bunalımın fırtınalar estirdiği her Asya, Afrika, Latin Amerika ülkesinde, olayların ve sıkıntıların kaynağının “yeterince liberal olmamaktan” olduğu düşüncesi egemen kılındı.
Avrupa’nın “sosyalist” ya da “Avrupa komünizmi”ni savunan partilerinin düzen içi reformcu çözüm arayışlarının umut kinci sonuçsuzluğu, sosyal-demokrat cephede de bir “alternatif bunalımı” yaratarak “liberalizm”e yeni alanlar açtı. Liberalizm, derece derece, dünya sözde “sol”unun da “kendisini ifade edebileceği” bir çerçeve değeri kazandı.
Geçmiş on yıllar boyunca, emperyalist sistemin krizine eşlik eden, onu derinleştiren ve ciddi bir alternatifin varlığı konusunda işçileri ve halkları uyaran, muhalefet hareketlerine devrimci ve demokratik bir içerik kazandırarak ileriye götüren bir başka/karşıt hareket, demokrasi, bağımsızlık ve sosyalizm yönünde canlı, kitlesel ve dünya çapında etkili bir hareket söz konusuyken, son on yıl, bu bakımdan da oldukça yoksul geçti: Dünya devrimsiz geçen bir on yıl yaşadı.
70’li yılların sonlarında ortaya çıkan ve her ikisi de bölgeler ve dünya çapında derin etkiler doğuran İran ve Nikaragua devrimleri, 80’li yılların ikinci yarısından itibaren birer hayal kırıklığı ve yanılgı olarak görünmeye başladılar.
Sermaye birikiminin dünya çapında karşılaştığı genel ve kapsamlı sorunlar da, bu dönemde, en azından belli başlı emperyalist süperler açısından (ABD, Japonya, Federal Almanya…) bir genişleme ve istikrar sağlanarak aşılabildi.
Günümüzde artık, kapitalizmin sonsuza dek aynı tempoyla gelişeceği yolunda, geçmişte de pek çok kez ileri sürülüp art arda devrimlerle “geçersiz teoriler” arşivine postalanan görüşler, yeniden fakat bu kez çok daha iddialı ve süslü biçimlerde piyasaya sürülüyor. En “kötümser” burjuva yazarlar bile, önümüzdeki son elli yılın artık yalnızca “batının değerleri ile belirleneceğinden” kuşku duymuyorlar.
“Değerler” atanında kazanıldığına inanılan bu hegemonya mücadelesi, uluslararası burjuvaziye, yaşanan sıkıntıların, iktisadi çöküntülerin, sosyal ve siyasal bunalımların devrimsiz atlatılabileceği güvenini veriyor. Burjuvazi, “komünist olmayan” ve bundan sonra da olamayacağına inandığı halk ve işçi hareketlerinden, bağımsızlık savaşlarından uzun vadede fazlaca korkmuyor. Kendi “değerler sistemi” içinde bir biçim kazanan bütün muhalefet hareketlerini, eninde sonunda yola getirebileceği “kendi çocukları” olarak görüyor ve ekonomik, kültürel, siyasal, sosyal bin bir bağla kendi içinde eritmeye hazır olduğu bu hareketleri, ne kadar savaşkan, ne kadar uzlaşmaz-radikal görünürlerse görünsünler, kapitalist dünyanın bir parçası halinde “ıslah” edebileceğinden kuşku duymuyor.
Bu güven, “sosyalist blok”taki çözülmelerle desteklenip güçleniyor; burjuvazi, 1917 Büyük Ekim Sosyalist Devrimi ile girdiği on yıllar süren devrim ve sosyalizm kâbusundan kurtulduğuna inanıyor, iki sistem arasındaki kavganın kapitalizm tarafından kazanıldığını ilan ediyor.
Liberalizm, Türkiye’ye dünyanın bu alacakaranlık tablosu içinde, 12 Eylül darbesinin yaratıp egemen kıldığı karanlık bir dönemde, “yeni”, “özgürlükçü”, “demokrat” olarak tanıtılabilmesi için elverişli koşulların varlığında girdi. Geleceğe ilişkin umutları gasp edilmiş olan Türkiye toplumu, kendisine “alternatifsiz” sunulmuş bu yola itildi. Liberalizm, bu koşullarda, önce her meseleyi olduğu gibi, liberalizmi de “derinlemesine”, “tarihsel ve sosyal arka planı ile birlikte” tanıyan, onun tarihte “nice ilerici hamleyi başarmış” olduğunu kitaplardan pek çok kez okumuş bulunan, aynı zamanda 12 Eylül darbesiyle birlikte iyice sıkılmış ve sıkışmış bulunan “solcu” aydınları kendisine çekti.
Liberalizm, son devrimci dalganın çekilmesiyle ve Türkiye’de de büyük bir terörle ezilmesi sonucunda, devrimin neredeyse o an olacağına küçük burjuva acelecilik ve öngörüsüzlükle inanmış, yenilgiyle birlikte de umutsuzluk ve teslimiyetle karakterize olmuş bir ruh haline düşmüş aydınlara “ilaç gibi” geldi. Bir kısmı, liberalizmin bayraktarlığına soyunmuş ANAP’ın saflarına katılırken, bir diğer kısmı da, ya ANAP’ın yeterince liberal olduğuna inanmadığından, ya da “gerçeklen liberal”, “demokrat ve sivil topluma dayanan” bir seçeneğin, ancak “sosyalizm” güçleri arasından çıkacağını sandığından, “muhalif” kaldı.
Devrimin bir ütopya, sınıflar savaşının bir yanılsama, işçi sınıfı devrimciliğinin de palavra olduğu bu süre içinde keşfedildi. “Elvedacılık” eski sosyalistler arasında moda haline geldi.
12 Eylül öncesinde saflarında yüz binlerce insanı toparlayan ve seferber eden devrimci hareketlerin çözülmeleri, yıkılmaları, kendi kendilerini tasfiye etmeleri, ya da en azından uzunca bir süre suskun kalmaları, kendi aralarında özel ilişkilere, özel tulumlara, bir dünya görüşüne benzer düşünce alışkanlıklarına sahip taraftarlar kitlesini her sınıftan pratik politikacı için, ilgilenmeye değer bir özel sosyal sorun kitlesi haline getirdi. Toplum bir biçimde onları yeniden kendi bünyesine uyumlu hale getirmeli “hepsi de bu vatanın evlatları olan” milyonlarca insan ıslah edilmeliydi.
Bunun yolu, yalnızca onları burjuva ilişkiler içinde istihdam etmekten, yalnızca maddi yaşam koşulları içinde onları kuşatmaktan ibaret kalamazdı. Burjuva politikanın genel kuralı, her sosyal grubu bir politik nesne haline getirmektir. Buna göre, toplum, kendi bünyesini oluşturan her bir sınıfın, katmanın, özel grubun, belli bir yönde ve aralıksız olarak güdümlenmesiyle kontrol altında tutulabilir. Böyle bir güdümleme etkinliği, ilişkilerin öznel olarak da benimsenmesini sağlayacak bir düşünce tarzının, genel olarak kabul edilir hale getirilmesini gerektirir. Bunun için dünya ve ülke koşullan elverişli görünüyordu: Kendini kurulu düzen içinde ifade etmeyi isteyen ve bunun yolunu, fazlaca bir ahlaki yük ve vicdan zorlaması altına girmeden bulmak isteyen her birey ya da grup için, yeni duruma uygun teoriler “felsefeler” geliştirme yolu açıktı! Böylece, oldukça acıklı bir adlandırmayla, “yorgun demokrat” denilen eski devrimcilerin ya da devrim taraftarları arasında, böyle günler için bekletilen hazır teorileri bulunanların eliyle, yenilginin yarattığı “duruma uygun”, uzlaşma ve uyum içinde yaşama beklentilerine ve ihtiyaçlarına cevap vermeye yeterli tezler ve teoriler doğuverdi.
Kaynağını ve kanıtlama geniş bir uluslararası literatürden derleyerek Türkiye’ye uyarlayan ve yeni “teorik çaba”, özellikle yenilgiden kendi “hatalı teorilerini” sorumlu tutan, bunu Marksizm-Leninizm’le ve ille de “Stalinizm”le ilişkilendiren eski devrimci/demokrat siyasi hareketlerin çevresinde etkili oldu, verimli sonuçlar elde etti. Yaratılan tartışma, söz konusu hareketlerin eski önderleri için yeni ufuklar açarak, onların teorik cephaneliğini, feminizm, yeşilcilik, sivil toplumculuk, liberterlik gibi batılı “yeni sol”un, biraz eski, ama hoş ve eğlenceli oyuncaklarıyla dolu bir dükkâna çevirmeye hizmet ederken, “tabandaki” sonuçlan arabesk özellikler gösterdi. Böylece bir yanda, “kendisi olmuş olarak”, “kendini ifade etmek için” yeni platformlar oluşturan bir elit tabaka, diğer yanda da tartışmanın içerdiği kavramları kendi hayatına uyarlayıp yorumlayarak kendine özgü anlamlar veren, tartışmanın ancak gölgeleriyle oyalanan bir yeni kuşak yarı-aydın tabakası ortaya çıktı.
Bu yazı, tartışmayı ana hatlarıyla ve eleştirel notlarla özetleyerek, “bireyselleşme” sloganının açmazlarını göstermeyi amaçlıyor.
Mülkiyet, Emek, İnsan
Tarihi boyunca kapitalizm, ideolojik ve siyasi planda kendisini insan özgürlüğünün son ve en mükemmel kalesi olarak tanıtmaktan usanmadı. Kendisinden önceki tarihi “karanlık çağlar” olarak adlandırdı ve geçmişe damgasını vuran kölece bağımlılığı kutsayan ikiyüzlülüğü açığa çıkardı. Bunun karşısına özgür bireyin gerçekliğini dikliğini iddia elti.
“Bireysel özgürlük” kavramının burjuva anlamda gerçekleşmesi, “özel mülkiyet sahibi olma”ya indirgenirken, “insan hakları” ya da “vatandaş hakları” diye ilan edilen bütün hak ve çıkarlar da, mülkiyet kavramı temelinde yeniden içerik kazandı. Böylece özgürlük, insanın diğer insanlardan bağımsız olarak servetini-mülkünü istediği gibi kullanma ve bundan istediği gibi yararlanma hakkı olarak anlam kazandı. Ne var ki, bu hak, gerçekte her insanın, diğer insanlarda kendi “özgürlüğünün” sınırlarını bulması sonucunu veriyordu. Burjuva rekabet dünyasında bireysel özgürlük denilen şey, bir başka bireyin özgürlüklerinin başladığı yerde biten bir şey olmaktan öle tanımlanamıyordu. Gerçekte, işlemesi imkânsız bir kuraldı bu: Çünkü sermayenin çitlerle çevrilmiş, sınırlan belli toprak mülkiyeti biçiminde gerçekleştiği zamanların anısını dile getiren ve herkesin kendi mülkü (toprağı) üzerinde ekip biçerek “özgürce” yaşadığı dönemlerin kurallarını, para-sermaye toplumunun ilişkilerine taşıyabileceğini sanan bir “özdeyişten” ibaretti. Ama artık yalnızca çillerin içinde değil, bütün bir toplumsal ilişkiler alanında bir yandan kendi varoluş koşullarını yaralan böylece kendisi bizzat bir toplumsal ilişki halini alan sermayenin egemen olduğu bir toplumda, rekabetin, çelişme, çatışma ve kavganın esas olduğu bir toplumda, hiçbir bireysel sınır artık “kutsal” olamazdı. Her “özgür birey”, bir başka “özgür birey”in yemi olacağını bilerek, öyleyse, herkesten önce kendisinin mümkün olan herkesi yiyebileceği üstün bir konuma geçmeyi isteyerek, bunun için didişerek yaşayacaktı. Her “özgür birey”, İsler sermaye sahibi olsun, ister emekçi, “kendisi olmaya” bırakılmayacak, hiç bir şey, satma-satın alma, üretme-tüketme ilişkisinin dışında kalamayacaktı.
Kapitalizm öncesi mülkiyet biçimlerinde, bireyler-insanlar arasında kişisel bağlar, bağımlılık ilişkileri mümkün ve geçerliyken, kapitalizm, bu ilişkileri yalnızca mübadele dolayısıyla gerçekleşebilir hale getirmiştir, Modem özel mülkiyetin nitelikleri, parayla ölçülebilir sermayenin nitelikleridir ve bu nitelikler, sermaye toplumsal bir ilişki olarak kaldığı surece, toplumsal İlişkileri belirleyen nitelikler olarak kalacaktır. Böylece “insan ile insan arasında, çıplak öz-çıkardan, nakit ödemeden başka hiç bir bağın bulunmadığı, duyguların, ahlakın eninde sonunda bir “mübadele ilişkisi” olarak tanımlandığı bir ilişki biçimi hâkim olacaktır.
Kapitalist üretim biçiminde birey, ya bir burjuva olarak kendi mülkünün/sermayesinin bir bağımlısıdır, fakat bunun kendisini “rahatlattığım” bilir ve kendisini bu bağımlılıkta bulur, bu bağımlılığın kendi gerçek gücü olduğunun bilincindedir; ya da bir işçi olarak, mülkiyetten bağımsız ve bu anlamda da “özgür”dür! İşçi, “ne köleler ve serfler gibi üretim araçlarının ayrılmaz parçasıdır, ne de mülk sahibi köylüler ve zanaatkârlar gibi üretim araçlarına sahiptir”, bu engel ve yükten kurtulmuştur! Kendi özgürlüğünü mülk sahibi olmakla tanımlayan burjuvazi, işçiye, yalnızca mübadele edebileceği “emek gücü”nün sahibi olarak, emek gücünü “özgürce” pazara çıkarabileceği alam bırakmıştır. Neresinden bakılırsa bakılsın, mülkiyet karşısındaki konum ile tanımlanan bu “özgürlük” anlayışı, sonuçta özgürlüğün biricik gerçekleşme alanını “serbest piyasa”da görür. İşçinin de özgürlüğünü gerçekleştirdiği tek alan, “serbest emek pazarı”dır! “Rekabet gücü”nün elverdiği ölçüde diğer işsizlerle/işçilerle kendi “özgürlüğü” için dövüşerek, işçi olabilme özgürlüğü!
Sermaye ilişkileri ve özel mülkiyet ile belirlenmiş kapitalist toplumsal hayat İçinde tek özgürlüğü, emek gücünü pazara çıkarabilmekten ibaret olan işçi, aynı zamanda bu sonucu doğuran sürecin de kaynağında bulunur. Çünkü özel mülkiyet, emeğin artı-değer biçiminde bir hareket kazanarak yabancılaşmasının ürünüdür. Bu süreçte emek ürünü, işçiye kendisine yabancı bir şey, üreticisine bağlı olmayan, ona egemen olan ve onu köleleştiren bir güç olarak karşı çıkar. Bunun bir devamı olarak emek, üreticiye ait olmayan bir faaliyet halinde, işçinin fiziksel ve zihinsel tükenişinin kaynağı halini alır. Artık, “emek ne kadar güçlüyse, işçi o kadar zayıftır. Yaptığı işin karmaşıklığı arttıkça, işçinin tabi olduğu doğaya köleleşmesi ve zihinsel yıkımı artmaktadır.” (Marks)
Kapitalist toplumsal örgütlenme, işin antagonist tarzda bölünmüş olmasını gerektirir. Böylece bireyler, kısmi ve dar uzmanlık alanlarıyla belirlenmiş bir yaşam tarzına zorunludurlar. Bireyler, doğal yeteneklerine, kişisel tercih ve ihtiyaçlarına göre değil, kendiliğinden oluşup biçimlenmiş bir ortamın öğesi haline gelirler. Kapitalist toplumda bireyin hayatı, sürekli yitim, gerileme ve “özgürlüksüzleşme” olarak somutlanır. Sonuçta gündelik hayat, binlerce dolaylı yoldan elden uçup giden ve sürekli yeniden kurulmaya çalışılan bir “bireylik” kaygısıyla belirlenir.
“İnsan İnsana ilişki” hep geçmişe alt bir özlem olarak ve ancak sistemli, zorunlu kılınmış bir nesneler-metalar arası ilişki olarak yaşanabilir. Ve böyle bir toplumda birey, her “kendine özgü” sandığı ve “bağımsız” olarak geliştirdiğine inandığı ilişkisi içinde, kendisine dayatılmış hor bir özelliğin kendisine karşı çıkan ve etkinliğini kıran, onu her adımında daha bağımlı kılan güçler halini aldığını görür.
Çalışan insanın kendi faaliyetinin her türden ürününe yabancılaşması, yani onun uzağında, onun sonuçları üzerinde etkisiz kalışı, çalışmanın olumsuzlanması sonucunu doğurur. İşçi, ancak çalışmadığı zaman kendisini insan gibi hissedeceği bir duruma sürüklenir. Çalışmanın bir zorunluluk olduğu kapitalist ilişkiler içinde, insanın kendisi için olması gereken faaliyeti, kendisine dayatılmış bir zorlamadan başka bir şey olamaz. Böylece, çalışma, insanın kendine özgü bir ihtiyacının karşılanması olmaktan çıkarak, “çalışmanın dışındaki bazı gereksinmeleri doyurmak için bir araç” haline düşürülmüştür.
Oysa yaratıcı Üretkenlik, insanı doğanın bir parçası, hayvanlığın bir türü olmaktan çıkararak “insan” yapan temel etkinliğidir. Ve bundan dolayı insan doğasının bir parçası halinde var olagelmiştir. Sıradan bir yaratıkken onu insan yapan iş, yaratıcı, üretken çalışma, kapitalizm allında işçiyi “insan” olmaktan çıkaran bir “dış zorunluluk” haline gelmiştir. Çünkü artık, iş işçiye ve işçi de kendisine ait değildir. Her ikisi de, iş de işçi de, başkasının olmuştur, işçinin etkinliği, kendi benliğinin yitirilmesine dönüşmüştür, “Bütün bunların sonucunda insan (işçi), yalnızca hayvansal işlevlerinde, yani yerken, içerken, çocuk yaparken ve olsa olsa evinde vb, serbestçe etkin olabilir; insani işlevlerinde ise iyice hayvanlaşmıştır. Hayvansı özellikleri insani, insani özellikleri hayvansı olmuştur… Şüphesiz, yemek, içmek, çocuk yapmak vb. aynı zamanda insani işlevlerdir. Ama onlun başka bütün insani etkinliklerinden ayıran ve son biricik amaç yapan soyutlamada hayvansaldırlar.” (Marks)
Ne var ki, günümüz kapitalizminin çok yönlü toplumsal kuşatmasının etkisi, kişiyi iş-çalışma saatleri dışında da “kendisi olmaya” bırakmayan bir düzeye ulaşmıştır. Özellikle çalışanlar söz konusu olduğunda, emek-gücünün yeniden üretimi için ayrılan bütün zaman boyunca da birey, tıpkı çalışma zamanlarında olduğu gibi “başkasına ait” kılınmakta, özgür, bilinçli etkinliğini ortaya koyabileceği tüm olanaklardan uzaklaştırılmaktadır. Yapılabilen her şey, eninde sonunda ya fiziksel varoluşun sürdürülmesi amacına bağlanmaktadır ve böylece hayat sadece hayatta kalmanın aracı olabilmektedir, ya da ulaşılabildiği kadarıyla sanat, eğitim, eğlence gibi tüketimin değişik biçimleri aracılığıyla gene bağımlı ve “sistem içi nesne” halinde tutulmaktadır. Orada tutulmanın araçlarından kurulmuş bir dünyada ve bu dünyanın işleyişinin bir öğesi olarak yaşamakladır.
Böylece “hayvan”dan bilinçli etkinliği ile ayrılan insan, hayat etkinliğini kendi bilinçliliğinin nesnesi yapan insan, modern toplumun yabanıl bir ormanı andıran ilişkileri içinde “kendi öz etkinliğini” hiç bir şekilde gerçekleştiremeyeceği bir biçimde belirlenmiş ve bağlanmış olmaktadır.
Yabancılaşma, yalnızca yaşanan ortamın insanın dışında ve ona karşı olması biçiminde belirmekle kalmaz, insanı insana karşı getiren sonuçlar da doğurur.
Eğer herhangi bir ilişkide, bir tarafın nesneleşmiş olmasından söz ediliyorsa, orada bir de etkin, belirleyici “özne” bulunduğu kendiliğinden ortaya çıkacaktır, insan, kapitalizmde hangi öznenin nesnesidir? Burada, açıkça karşı karşıya gelen, belirleyen ve belirlenen olarak ayrılan şeyler, kapitalist özel mülkiyet ve bu temelde kalındıkça aşılamaz olan işbölümü ile çalışan ve üreten insandır. Bir yanda, emeğiyle bir ürünün, bir etkinin doğmasına yol açan insan, diğer yanda ürünü ve insan etkinliğinin diğer bütün sosyal sonuçlarını insana karşı çıkaran özel mülkiyet ve işbölümü düzeni…
“Bireyselleşme” teorisyenlerinin özenle göz ardı ettikleri en önemli özellik, üzerine konuştukları “birey”in varoluşunu belirleyen sosyal varlık zemininin bu niteliğidir.
Ana Hatlarıyla “Bireyselleşme” Teorileri:
“Bireyselleşme” çağrıları, zaman zaman tam bir kapitalizm övgüsüne dönüşebiliyor. Böylece çağrı sahiplerinin sözlüğünde “birey” sözcüğünün “mülk sahibi özgür birey” anlamına geldiği, ya da en azından, bireyselleşme nitelikleri denilen şeyin, burjuva birey modeli üzerinden türetildiği anlaşılıyor.
“Bireyselleşme” teorileri, “sınıflara bölünmüş bir dünya” kavramı yerine, kurumlar ve bireyler arasındaki çatışmayla tanımladıkları bir dünya tasarımı koyarlarken de, bireyin esas alındığı bir hayat tarzının savunusuna geçebilmenin mantıksal zeminini oluşturmaya çalışıyorlar. Sınıf kavramının türdeş ve özdeş, bir örnek bireylerden kurulu bir topluluğu tanımladığını, bunun bireysel özellikleri göz ardı eden sonuçlar olduğunu ileri sürüyorlar. Böylece bir sınıfa mensup olmak demek, birey olamamak anlamına geliyor!
İşçisizleştirilmiş her teori, konuyu kapitalizm çerçevesinde tartışmayı engeller. Böylece “birey” eksenine oturtulmuş bir tartışmada, anarşizmin argümanları, örgütlü sınıf mücadelesine karşı olumlanırken, çözüm de kapitalizmin içinde bir alana, giderek kapitalizmin mümkün en yüksek ölçüde gelişmesi hedefine bağlanır. Buradan da, “bireyselleşme”nin, yalnızca ve ancak kapitalizm içinde ve onun gelişmesine bağlı olarak mümkün olacağı sonucuna ulaşılır. Bu noktada, kapitalizmin birey olma sorununun çözümü değil, kaynağı olduğunun anlaşılması önem kazanmaktadır.
Kapitalizmi, bireyselliğin kuruluşunun maddi zemini olarak gösteren her teori, kendisine örnek olsun diye Rönesans insanını, kapitalizmin tarihinin bilimde, sanatta, politikada kendini göstermiş “yüksek bireylerini” seçerken, önemli bir tarihsel ayrım noktasını ihmal etmektedir: Örnek bireyler, kapitalizmin olağan dönemlerinin değil, ya onun çalkantılı, sancılı devrimci yükseliş döneminin, ya da bunalımlı, çelişmelerinin yoğun, geriliminin yüksek “kendi mezar kazıcılarıyla” kavgasının şiddetli olduğu dönemlerin ürünüdür. Bu şunu gösterir: Etkin, çok yönlü, bağımsız bir kişilik yaygın ve toplumsal bir tip olarak, ancak devrimci bir ortamın, genel toplumsal ilişkilerde olağandışı bir sarsıntı ve dönüşümün yaşandığı çağların ürünü olarak gerçekleşebilir.
Bu anlamda “bireyselleşme” probleminin formülasyonunun kapitalizmle mümkün olduğu söylenebilir. Burada, sorunun çözümünün de gerçekten “kapitalizmin içinde” olduğu sonucuna ulaşılabilir. Ama kapitalizmin kapitalizm olarak kalmasında değil, onu bütün sonuçlarıyla birlikte ilga edecek olan çelişmelerinde, amansız sınıf çatışması içinde… Kapitalizm, kapitalizm olarak kaldıkça, bireysellik gibi, kendi ortaya çıkardığı hiçbir problemin çözülmesine olanak tanımaz. Ama kapitalizmin yıkılışını sağlayacak her dinamik, onun yarattığı problemlerin de çözüm imkânıdır.
“Bireyselleşme” teorilerinin en önemli bir diğer zaafı, problemi birey bazında ele almalarıdır. Bir kişi, örneğin teorisyenin kendisi, “burada ve şimdi” nasıl olup da birey olabileceği sorusunu kendi açısından cevaplandırdığında, herkese önerilebilir bir çözüm yolu bulduğuna da inanabilmektedir.
Bireyin bilgi ve becerisini, yeteneklerini, toplumsal hareketin bütün dinamikleriyle, bütün bireylerin ortaklaşa birikim ve çabalarıyla birleştirerek, dünyanın dönüştürülmesi eyleminin bir öğesi haline getirebilmesi, canlı ve etkili kılabilmesi, yani kısacası kendi kabuğunda birey olma kuruntusundan çıkarak gerçekten “insan” olabilmesi, kapitalizmle açıktan ve cepheden bir çatışmanın örgütlü hayatı içinde ve bunun “özel hayat” olarak benimsenip sürdürülmesi durumunda mümkündür.
Bireysellik özellikleri
“Birey olma” kavramının gündelik dilde, “adam olmak”, “stresten kurtulmak”, “kendi hayatını yaşamak” gibi anlamlara gelecek biçimde de kullanılır olmasından sonra, bireysellik özelliklerinin kapitalizm koşullarında elde edilebilir özellikler olarak tanımlanması, kendisine bir tür “sosyal taban” bulmuş oldu.
Etkin, bağımsız, özgür bir “özne” olabilmenin “bugün ve burada” herkes için mümkün olabileceği yanılsaması, umutsuz ütopyalara, aykırı ve “marjinal” yaşam biçimlerine olduğu kadar, “arabesk” sıkıntılara ve alışkanlıklara da “teorik bir içerik” kazandırdı! “Bireyselleşme”nin, boş vermişlik, aylaklık, a-sosyallik olduğu sanılıyor ve “Modern Robinsonculuk”, “kafana göre takılmak” sloganlarıyla dile getirilen sözde “yaşam biçimleri”, bireyselleşmenin gerçekleşmesi olarak adlandırılabiliyor.
Oysa bireyselliğin gerçekleşebilmesi, her şeyden önce bir bütünselliği gerektirir. Birey, bir bütünün etkin öğesi olmadıkça, kendi özlediği türden bir bireyselliği gerçekleştiremez. Bireysel olanla toplumsal olan arasında kapitalizm tarafından dikilmiş bulunan duvarların olumlanması anlamına gelen bu türden bir bireyselleşme, söz konusu duvarın kişisel bir tutumla daha da yükseltilmesi sonucunu verir. “Birey” sorunu, bir bölünmenin sonucu olarak doğmuşken, çözüm, bölünmenin derinleştirilmesinde bulunamaz. Birey sorununun tümüyle ve toplumsal çapta çözümü, bölünmenin ortadan kaldırılmasına bağlıdır.
Kapitalist siyasal örgütlenme, “bireyin özgürlüğü”, “demokratik katılım” vs. gibi birçok demagojik sloganla dile getirilse de, gerçekte söz ve karar sahibi olmayı, tümüyle bireyin dışında, insanın öz etkinliğine yabancı kurumlar aracılığıyla yok eder. Bu anlamda kapitalist devlet, bireye karşı “bağımsız” bir varlık kazanarak, “kişisel özgürlüğün, ancak egemen sınıfın koşulları içinde gelişmiş bireyler için ve yalnızca bunların, bu sınıfın bireyleri olmaları ölçüsünde” (Marks) varolabileceği bir kurumlaşma olarak kendini gösterir. Toplumun bütününe ilişkin kararlara katılabilme özgürlüğü, gerçekte, kendisini etkileyecek bütün eylemlerde söz sahibi olma iktidarı, yalnızca devletin bu biçiminin ilgasıyla mümkündür.
İşin bölünmesinin siyasal alandaki yansıması, kişinin kendi eylemlerinin sonuçlarını denetleyememesi ve eylemin toplumsal örgütlenişine etkin bir birey olarak katılamamasıdır. Bu yüzden Marksizm, işin bölünmesinin mutlaklaştırılmasına karşı çıkışın, özel mülkiyet ilişkileriyle belirlenmiş bütün siyasal biçimlere karşı çıkmayı gerektirdiğini söylemiştir. “… kaçak seriler, yalnızca varolan kendi varlık koşullarını geliştirmek ve zafere ulaştırmak isterlerken, ve bundan dolayı yalnızca serbest çalışmaya ulaşırken, proleterler eğer kendilerini birey olarak ortaya koyuyorlarsa, şimdiye kadar süregelen kendi varoluş koşullarım, yani işi ortadan kaldırmalıdırlar. Bu bakımdan, proleterler toplum bireylerinin şimdiye kadar topluluğun tümünün ifadesi olarak seçmiş bulundukları biçim ile doğrudan karşıtlık halinde, yani devlet ile karşıtlık halinde bulunmaktadırlar, ve kendi kişiliklerini gerçekleştirmeleri için bu devleti devirmeleri gerekir.” (Marks)
Bireylerin tümüyle özgür bireyler olabilmesi, gerçek ve bütünsel insanlar olabilmeleri koşulu böylece yaratılır. “… Bir sınıfın bireylerinin katıldıkları ve her zaman onların bir başkasına karşı ortak çıkarlarıyla koşullandırılmış bulunan kolektif ilişkiler, bu bireyleri yalnızca sıradan bireyler olarak, kendi sınıflarının varoluş koşulları içinde yaşadıkları ölçüde içinde toplayan bir ortaklaşalık oluşturur, demek ki bunlar, kısaca bireyler olarak değil, ama bir sınıfın üyeleri olarak katıldıkları ilişkilerdi. Buna karşılık, bütün kendi varlık koşullarım kendi denetimleri altına alan devrimci proleterlerin ortaklaşalığında bunun tam tersi meydana gelir, bireyler, bu ortaklaşa-lığa bireyler olarak katılırlar.” (Marks)
Her tarihsel dönemin üretici güçleri ve değişim koşullarıyla belirlenmiş varlık koşullarında, birey, birey oluşunu ancak mensup olduğu sınıfın varlığı içinde gerçekleştirebilir; sınıftan bağımsız, sınıf özellikleriyle belirlenmemiş bir “özgünlük” ve “özgürlük”ten söz edilemez.
Bu anlamda “bireyselleşme” talebi, daima bir bütünsel insan olma talebidir. Ve bu, sıradan anlayışın ifade etliğinin aksine, birey olarak çok fazla birikim, çok fazla yetenek, çok fazla etkinlik sahibi olmakla ilgili değildir. Sorun, kendi etkilerinin sonuçlarını siyasal ve toplumsal alanlarda bir bütün olarak denetleyebilme sorunudur.
Sıradan insan, parçalanmış bir dünyanın kendisine dayatılmış parçası üzerinde yaşamaya mahkûmdur. Bu sınırların katı ve kesin hale getirilmesinden başka bir şey olamayan “bireysel yaşam”, bu yüzden kabul edilmiş bir boyun eğişten başka bir şey olamaz. Kapitalizm, yalnızca işbölümünü en yüksek düzeye çıkarmakla kalmamış, “kişisel hayat” denilen şeyi de sınırlanmış bir hayat olarak damgalamıştır. “Kendi hesabına bir dünya” özlemi, bu yüzden toplumsal yabancılaşmanın bütün biçimleri ve kaynaklarıyla çatışmaksızın, yalnızca soyut bir insan özelliği olabilir. Böylece “bireysel hayat” yalnızca en koyu bir bireycilikle ifade edilebilecek tarzda, ahlaki bakımdan da kabul edilemez bir nitelik olarak gerçekleşebilir. Kapitalizmle belirlenmiş insan ilişkilerinin, bir hesap ve çıkar ilişkisi halini alması, yalnızca en koyu bireyciliğe sığınarak yaşanabileceğine inanmaya ve bunun bir ideoloji olarak genel toplumsal yargı haline gelmesine yol açar. Bir bütünlük talebi olan bireyselleşme, “birey olma”, işte bu yüzden bir yalnızlık, bir tekillik biçimi ve bunun ahlakını yaratarak kendi niteliğinden sapar.
Özgürleşme Aracı Olarak Politika:
Politika, kapitalizm içinde bir yabancılaşma alanıdır. Bununla birlikte, devrimci proletaryanın elinde her türden yabancılaşmanın aşılmasının bir aracı olarak içerik kazanır. Çünkü yalnızca devrimci proleter politika, bilinçle kavranmış ve politikanın aşılması için ele alınmış bir eylem alanı olarak somutlanır. Devrimci politik hayat, kendi varlık koşulunun tüm diğer yabancılaşma biçimleri gibi, politikanın da ortadan kaldırılması çabası olduğunu bilir.
Burjuvazinin kendisini gerçekleştirdiği bir alan ve etkinliğinin bir biçimi olan politika, en demokratik işleyiş içinde bile, mülkiyete dayalı yabancılaşmanın, bölünmenin bir ifadesi ve bölünmenin mutlaklaştırılması demektir. Buna rağmen, kendini her türden ayrımın silinmesi olarak sunar: Devletin sınıflar üstü olduğunu, parlamentonun bir birlik ve bütünlük platformu olduğunu ileri sürer. Devrimci proletarya açısından her biri bir parçalanmışlığı ve bir sınıfın diğeri üzerindeki egemenliğini ifade eden bu kurumlar karşısındaki konumlanış, yeni ve gerçek bir bütünlüğün başlangıcını, devrimci politika ise bunun bir imkânını oluşturur.
“Bireyselleşme” sloganlarının önemli ölçüde ve belirgin olarak “politika düşmanı” motifler taşıması, bireyselleşmenin politika dışında ve “politik varlık” olmayı dışlayarak gerçekleşeceğinin vazedilmesi, bu bakımdan tam bir çelişkidir. Kişinin kendi faaliyetleri üzerinde kendi denetimini gerçekleştirebilmesinin tek alanı, “bireyselliğin ezildiği” bir alan olarak tanıtmak ve mahkûm etmek, bireysellik kavramına verilen anarşizan içerikle ilgilidir.
Etkin bir özne olarak birey, eleştirel bir pratiğin öznesi olarak nitelendiğinde, politika ile olan ilişki daha somut bir hal alır. Bilinçli etkinliğin toplumsal gerçekleşme biçimi, varolan koşullar karşısında eylemli bir eleştirinin sahibi olmaktır. Bu, açıkça, kendi kendine homurdanıp durmaktan, her şeye karşı olmak ve sistem içi bir “alternatif hayat” özlemiyle oyalanmaktan farklı bir şeydir. Varolan koşullar karşısında, dönüştürücü-devrimci bir eylemliliğin içinde olmak, çok yönlü, karmaşık ve çok boyutlu bir mücadeleye girişmek demektir. Bu mücadele, yalnızca onun temel aygıtı olan devrimci proletarya partisine değil, onun içinde ya da onun ekseninde yer alan herkese, çok yönlü, etkin ve “bütünsel özne” olabilme yolunu açar.
Bugün kapitalizmin bağları ile birbirine çelişik, çatışmalı bir biçimde bağlanmış olan bütün toplumsal kategoriler, sınıflar, üretim ve yeniden üretim mekanizmaları, kültür dünyası, politik hayat, gerilimli birlikteliklerine son verecek bir sosyalist işçi hareketi karşısında parçalanacak ve yeni bir bütünlüğün unsurları olarak değer kazanacaklardır. Sıradan insanı bir pratik eleştirici haline getiren, ona yetenek ve becerilerini, birikimini bir yeniden üretme ve geliştirme olanağı ile birlikte gerçekleştirme fırsatı veren tek “alternatif hayat” budur. Bunun ancak devrimci komünist partisi içinde ve bir komünist olarak sağlanabileceği doğruyken, komünistler, “herkes kurtulmadıkça kimsenin kurtulamayacağını” da bilirler.
Özellikle 12 Eylül sonrasında, devrimci mücadeleye, sığ, renksiz, tek boyutlu bir “örgüt hayatının” egemen olduğu, hiyerarşinin kişilikleri körelttiği, özel hayata yer bırakmayan bir tek tipleşmenin yaşandığı vs. vs. çok söylendi, yazıldı. Bu sözde eleştiriler, yeni moda örgütsüz “demokratlık” teorileriyle birleştirilerek, şimdi yeni türde bir sözde “devrimciliğin” içeriği haline getirilmek isteniyor.
Geçmişte, genellikle küçük burjuva çevrelerin kendi aralarındaki ilişkileri, tersine çevrilmiş haliyle “örgüt hayatı” diye adlandırdıkları bir dönemin yaşandığını i kimse inkâr edemez. Ama bütün olumsuzluğuna rağmen, devrimci ortamın “etkin özne” olabilmek için, bir uzlaşma ve uyum ortamından çok daha sağlıklı koşullar sağladığı görmezden gelinebilir mi? Kişinin kapitalizm koşullarında, ancak kapitalizmle çatışarak, koşulların sürüklediği, edilgen bir nesne konumundan çıkarak “özne” olabileceğinin pek çok göstergesinden biridir bu. Ve bununla şu da kanıtlanmış olur: “bireyselleşme” denilen şeyin başlıca karakteristiği, dünya tarihinin oluşturulmasına etkin olarak katılmaktır.
Sonuçta görünen, “birey” kimliğinin kapitalizm koşullarında daima bir sınıf kimliği altında tanımlandığı ve “kendini ifade etmek” isteyen herkes için sınıfların mücadelesi içinde bir tarafta bulunmaktan öte fazla seçeneğin bulunmadığıdır.
Birey, sahip olduğu özelliklerin farklılığını ve çeşitliliğini, ait olduğu toplumsal sınıfın mücadelesi içinde, onun genel çizgilerinin bir ifadesi olarak ortaya koyabilir. Ve nasıl bir toplumsal sınıf, kendisini ancak bir diğer sınıfa karşı mücadelesi içinde sınıf haline getirebiliyorsa, aynı şey birey için de geçerlidir; birey, “kendine özgürlüğünün” gerçekleşmesini, safında yer aldığı sınıfın diğerine karşı mücadelesinde bulabilir. Kişinin bireyselliğini, herkese duyurabileceği toplum dışı ya da sınıflar-üstü bir fildişi kule bulunmadığı surece…
EK-
“PİS ADAM”
“Bireysel özgürlüğün” zirvesinde yaşayan bir “liberter” tip, KARA dergisi aracılığıyla, Türkiye’ye “Pis Adam” adıyla transfer edildi. Pis Adam, üç-beş günlük sakalla, daima yarım bir sigarayı dudağına iliştirmiş olarak ve düşük bir dondan ibaret “giysisiyle” dolaşıyor ortalıkta.
Sıradan insanların “otorite tarafından” belirlenmiş alışkanlıklarını, yaşayış tarzlarını ve düşüncelerini, kendi sümüğünü yiyerek, patates kızartmalarını donuna doldurarak üstlerine işeyerek yenmesini önererek “eleştiriyor”. Çevresini iğrendirerek Ve tedirgin ederek kendisine bir “hayat alanı” açıyor, böylece boşalttığı bir ortamda, bireysel özgürlüğün tadını çıkarıyor.
Bir “liberter”i (ya da anarşisti), yalnızca şurayı burayı bombalayan; suikastlarla ortalığı karıştıran bir tip sananlar, Pis Adam tarafından, bir bireycinin “zengin iç dünyası ve etkili kişiliği” gösterilerek uyarılıyorlar! Pis Adam, gerçekten, “bireyciliğin derinliği” hakkında ciddi bir örnektir!
“Pis Adam”, basit bir çizgi-bond kahramanı değildir. O, sahici bir sosyal-sınıfsal tiptir. Kendisini, toplumun bütün sınıf ve katmanlarının dışında ve üstünde görüp göstermeye çalışmasına rağmen, burjuva dünyasının karmaşık ilişkilerinin bir ürünü, yoğunlaşmış ve “sonuna kadar gelişmiş” bir karakteridir. Onun bir erdem haline getirdiği kendini beğenmişliği, tedirgin ederek ve tiksindirerek açığa vurduğu herkese ve her şeye karşı düşmanlığı, mülk sahibi sınıfların ahlakının kaba ve yalın bir biçimde ortaya konuluşudur.
Kapitalizm, bireyi aşağılar ve onu kendisini en olmadık biçimlerde savunmaya zorlar. Anarşist mistifikasyonun mantık düşmanlığı buradan kaynaklanır ve kapitalist sistemin temel bir mantıksal veri olarak kabul edilmesinin sonucudur.
Bu, “Pis Adam” kimliği altında olduğu kadar, “ciddi” liberter literatürde de mantıksızlığa övgü biçiminde kendini gösterir. Kendini ancak “mantık dışına çıkarak” savunabileceğine inandırılan bireyin bulduğu bu tarz, gerçekte kapitalizmin anarşik üretiminin ilişkilere yansımış halini kabullenmeyi ifade eder.
Bir başka deyişle “liberter”, herkese ve her şeye karşı düşmanlığının bir ifadesi olan mantıksızlığın yüceltilmesi içinde, kapitalizmin kendisine dayattığı bir savunma biçimini kabullenmiş olmaktan öteye geçemez. “Akıl dışı” olmanın iradi olarak seçildiği sanısı, gerçekte kapitalizmin dayattığına teslim olmaktan ibarettir. Kapitalizmin kendisini aşağılamasına, herkesi ve her şeyi aşağılayarak cevap verdiğini sanan Pis Adam, kapitalizmin aşağılayıcı ahlakının sonuna ulaşmış halini temsil eder, bir yeniliği ya da karşı koymayı değil.
Bu bakımdan Pis Adam, çok değişik kılıklar altında, farklı sınıflara mensup kişiler olarak kendisine sık rastlanan popüler bir tiptir. Pis Adam, bazen cesaret ve inisiyatif yoksunluğunu örtmek için, bazen tembelliği, yeteneksizliği mazur göstermek için başka bir zaman toplumsal ilişkiler içinde tutunamayışı açıklayabilmek veya disiplin ve sis-tem yabancılığına, aylaklığa fiyakalı bir kılıf bulmak için “bireyselleşme”, “birey olma” çağrılarının hem kaynağında duruyor, hem de bu çağrıların “nihai” hedefinde bulunuyor.
Pis Adam, bazen politikanın her türlüsünün keskin düşmanı, politik: örgüt kavramının amansız eleştirmeni ve küçümseyicisi rolüne soyunuyor. Devrimci bir hayatın kötülükleri geriliği, ilkelliği üzerine romanlar yazıyor. Bunu becerecek yetenekte değilse, adam çekiştirmeyle, bireyselliğinin “harcanmış olduğu” zamanlara küfretmeyle oyalanıyor. Taşıdığı kara bayrakla “birey” olduğunu sanarak oyalanıyor.
Pis Adam’ın kendisine tanıdığı özgürlüğün sınırı yok! Bir bakıyorsunuz, “birlikçi sosyalist” kimliği altında “çok kanatlı, çok sesli” parti çatısı altında “eleştirici bir güvence” olarak liberterleri davet ediyor, bir bakıyorsunuz, davet edilen liberter kılığında bu çağrıyla dalga geçiyor.
Pis Adam, neşeli bir toplumsal düzen eleştirmeni olmak isterken, komik bile olamayacağı toplumsal koşullar içinde yaşadığını İçten içe sezen bir Türkiyeli kılığında, yalnızca acıklı olabilmektedir.
Ağustos 1990