“Büyük komplo” ve “Karşı devrim içinde karşı devrim”

Bu sayfalarda “Vietnam’dan Bu Yana” adlı Amerika’nın Vietnam’da yaptıklarıyla Güneydoğu ve Doğu’da yapılanları karşılaştıran yazımızın bulunması gerekiyordu. Ne var ki, 413, 424, 425 sayılı kararnamelere aykırı olduğu gerekçesiyle matbaa tarafından basılmadı. Bu yüzden yazıyı değiştirmek zorunda kaldık.

“Komplo” sözcüğü, gizli ve yıkıcı planlara sahip olma ve gerçekleştirme anlamının yanı sıra, bunun kişi ya da kurumlara karşı topluca işlenmesi anlamını da içerir.
“Sovyetler Birliği’ne Karşı Büyük Komplo”, 1917-1947 yılları arasında Sovyetler Birliği’ne karşı girişilen faaliyetlerin özellikle bu boyutunu, uluslararası burjuvazi ile, ülke ve parti içindeki burjuva, küçük burjuva unsurlar tarafından “topluca” gerçekleştirilmeye çalışılmış olmasını anlatırken, okuyucunun önemli bir gerçeği kavrayabilmesine de kapı açıyor. Sınıflar mücadelesi, basitçe patronlar ve işçiler arasındaki mücadeleyle sınırlı değildir; bütün bir dünyayı, devletlerarası ilişkileri, kurumları ve kişileri kapsayan, çok yönlü, çok kutuplu ve karmaşık bir mücadeledir.
Dünyada ilk işçi devleti olan Sovyetler Birliği, sınıflar arası mücadelenin, dünya çapında sistemler arası bir mücadele biçimi almasına da yol açtı. Bütün ülkelerin işçileri, tarihte ilk kez, kendi sınıf kardeşlerinin, Rusya’da egemen sınıf haline geldiklerini, toplumsal hayatın bütününü etkileyen ve yöneten bir güç olarak iktidara yerleştiklerini gördü. Bu, yalnızca her ülkedeki işçiler, büyük bir ülkeyi yönetebileceklerini, köylülüğün ve diğer emekçilerin, her türlü sömürü ve baskıdan kurtularak özgürleşebilecekleri olanakları yaratabileceklerini göstermekle kalmadı, aynı zamanda bütün ülkelerin burjuvalarına da, işçi iktidarının sadece korkulu bir kâbus olmadığını, maddi olarak gerçekleşebileceğini de gösterdi. İşçi sınıfı iktidarı, yeryüzünde işçilerin hâkim olduğu büyük bir coğrafya parçası yarattı. Böylece, dünyanın toplumsal coğrafyasını da, işçilerin ülkesi ve burjuvaların ülkeleri olarak böldü.
Bunun en önemli sonuçlarından birisi, sömürücü sınıfların bütün dünyanın efendisi olduğunu ve sonuna kadar öyle kalacağını propaganda eden burjuvaların da, işçi iktidarının ancak çok uzak bir gelecekte belki gerçekleşebileceğini “tahmin eden” ürkek “sosyalist” teorisyenlerin de yanıldığını kanıtlamasıydı.
Ekim Devrimi, burjuvazinin yeryüzündeki egemenliğinin bu dünyanın kaderi olmadığını, işçi iktidarını bugün ve bizzat işçilerin elleriyle kurulabileceğini dosta düşmana gösterdi. Devrimin bütün ülkelerin işçileri, ezilen halklar ve uluslar üzerinde heyecan ve yaratan etki doğurması, devrimci dalgayı yükselterek burjuvazinin iktidarını dünya çapında tehdit etmesi karşısında dünya burjuvazisi, bunun bir rastlantı olduğunu, kısa zamanda yıkılacağını, böylece işçilerin ve halkların içinde yaşadıkları hayattan başka bir hayatı gerçekleştiremeyeceklerini, inandırıcı bir biçimde ortaya koyma savaşma girişti. Bunun en kestirme yolu, Sovyetler Birliği’nde kurulan işçi iktidarının yıkılması, çarların, burjuvaların siyası ve ekonomik iktidarının en kısa zamanda yemden kurulmasıydı. Bu amacın gerçekleştirilmesi için, dünya burjuvazisi, tam anlamıyla “topluca” bir saldırıya girişti. Elindeki bütün imkânlarla, devletleriyle, siyasi partileriyle, “yardım” dernekleriyle, “kültür” kurumlarıyla, Sovyetler Birliği’ne karşı yapılabilecek her şeyi yapmaya çalıştı.
Devrimin ilk yıllarında, bu Saldırı, büyük ölçüde, yıkılan Rus burjuvazisinin ve devletinin kalıntılarına dayanılarak sürdürüldü. Çarlık ordusunun kalıntıları. Kolçak, Denikin, Wrangel gibi gerici generaller eliyle yeniden toparlanıp devrime karşı saldırıya geçirdi. Burjuva devletten arta kalan bürokratlar, teknisyenler, uzmanlar eliyle casusluk, yıkıcılık ve sabotaj eylemleri düzenlendi.
Ancak ülke içinde devrim, zaferle ilerlemeye devam etti, burjuvazi için, artık, eski düzenin kalıntılarıyla yıkıcılığın sürdürülmesi olanağı kalmadı. Burjuvazi, Rusya’da silahtan, siyasi araçlardan ve mülkiyetten arındırıldıkça, uluslararası burjuva yıkıcılık faaliyeti de, kendisine hizmet etmek üzere, bizzat devrime önderlik eden parti içinde işbirlikçiler bulmaya onlar aracılığıyla amacını gerçekleştirmeye yöneldi.
Devrim, hiç kuşkusuz, düz bir çizgi izlemez ve yıkılan sistemin arkasında bıraktığı problemler üst üste yığılarak, bizzat devrimi yapan işçi sınıfı içinde de, işçi sınıfı partisinin kadroları arasında da izlenen yol hakkında umutsuzluklar ve kuşkular besleyenlerin ortaya çıkmasına sebep olabilir. Yıkılan sömürücü sınıfların ideolojisi ile içten bağlı kalmış olanlar, mülk sahibi sınıflar içinden çıkarak devrimci işçi sınıfının saflarına katılmış parti kadrolarının bir bölümü, sosyalizmin gerçekleştirilmesi için tutulan yoldan geri dönmeyi, uluslararası burjuvazi ile uzlaşarak bir süre daha beklemeyi veya bir başka program izleyerek sosyalizmin gerçekleşmesini önlemeyi isteyebilirler. Bunlar, Sovyet Devriminin hemen ertesinde görülmeye başlamışlar ve bir iç tartışmayı ve mücadeleyi devrimin gündemine sokmuşlardır. Sovyet Devriminin yıkılmasına umut bağlayan uluslararası burjuvazi, bu unsurları, daima “yararlanılabilir” çatlaklar olarak görmüş, ve yıkıcılık faaliyetlerinde artık bu unsurlardan yararlanmıştır.
Sosyalizmin en büyük güvencesi olan Marksist-Leninist parti içinde, Marksizm-Leninizm’e aykırı, ondan ayrılmayı ifade eden oportünist, revizyonist ve reformist görüş sahipleri, böylece emperyalist burjuvazinin karşı devrimci araçları haline gelmişlerdir.
Bu da gösteriyor ki parti içinde burjuvazinin görüş ve özlemlerinin gerçekleşmesine aracılık edenlerin, mutlaka doğrudan doğruya burjuvazinin paralı ajanları olmaları gerekmiyor. Her bir partilinin dünya görüşü, işçi sınıfına karşı ödev ve sorumluluklarının bilinci, kendisinin işçi sınıfı içindeki yerini doğru değerlendirip değerlendiremediği, Marksizm-Leninizm’i kavrayış ve uygulayış düzeyi, her partilinin sosyalizm mücadelesi içinde izleyeceği çizgiyi etkiliyor ve ünlü örnek Troçki’de olduğu gibi, bazen önemli görev ve sorumluluklar yüklenmiş partililerin de, dünya görüşlerinin burjuvaziye yakınlığı ve sosyalist devrim programlarına uzaklığı nedeniyle dolaysız işbirlikçiler haline gelmesine yol açabiliyor.
“Büyük Komplo”, bu konuda, özellikle günümüzde yeniden canlandırılan tartışmalara ışık tutan birçok belgeyi içeriyor. Troçkistlerin ve Troçki’nin itibarının iade edilmesiyle, kendi sosyalizmden dönüş çabaları arasında doğru bir ilişki kuran bugünkü revizyonistlerin tarihi karartmaya çalışan bütün ifadelerine, bu kitapta, zamanında verilmiş cevaplar bulunabilir.
Günümüzde sosyalizmin yıkılışını kutlayanlar, bu yıkılışı tamamlamak için son biçimsel kalıntıları da temizlemeye çalışanlar, elbirliği ile yalnızca bugünü ve geleceği değil, geçmişi de tahrif ve tahrip ediyorlar. Sosyalizme karşı düzenlenen komplocu girişimlerin, bugün, sosyalizmin ve sosyalizmi inşa etmeye çalışan Bolşevik parti önderlerinin hatası gibi sunulduğuna tanık oluyoruz. Günümüzdeki gelişmeler açısından bakılınca, bugün sosyalizmi revizyonist tahribata uğratan ve artık Sovyetler Birliği ve diğer Doğu Avrupa ülkelerinde yıkılmasından sorumlu olan herkesin ağızbirliği ile “Stalin’in hatalarından” söz etmesinin anlamı daha açık görülüyor: Bu suçlamalar, “sosyalizmin kurulması çabasına hiç girilmemeliydi” anlamına geliyor. Stalin, Sovyetler Birliğinde işçi sınıfı ve halkın büyük desteği ile bütün enerjisini ve zamanını bu savaşa adadığı bir sırada da, muhaliflerinin aynı suçlamalarıyla karşı karşıyaydı. Zinovyev, Buharin, Troçki ve diğerleri, her söyledikleri ve yaptıklarıyla, Stalin’in karşısında, bugünkü çocuklarının talebini dile getiriyorlardı: Sosyalizm kurulmamalıdır!
“Büyük Komplo”, bu bakımdan, yalnızca uzak geçmişteki bir otuz yılın öyküsü değildir; aynı zamanda günümüz olaylarının da bir açıklamasıdır.
İncelenen olay ve belgeler hakkında, kitabın yazarları, çeşidi tanıklara, değerlendirme, yorum ve açıklamaları için başvurmakta, bu arada komünist ya da sosyalist olmayan birçok politika, bilim ve sanat adamının görüşlerini aktarmaktadır. O yıllarda, emperyalist burjuvazinin devrim ve sosyalizm aleyhindeki propagandasının, dünya kamuoyu üzerinde küçümsenemez bir etkisi bulunuyordu ve buna karşı, doğruların savunulup anlatılması için pek çok güçlük söz konusuydu. Yazarlar, bu güçlüğü, kamuoyunda “sözü dinlenir” olarak kabul eden ünlü şahsiyetlere başvurarak aşmayı denemişlerdir. Kitapta, yer yer görüşlerine başvurulan “tarafsız” burjuva bilim, sanat ve politika adamları hakkında abartılı değerlendirmeler ve övgülere rastlanabilmektedir. Okuyucu, bu noktada, yazarların sosyalist Sovyetler Birliği’ne içten sempati duyan ve Stalin’in dünya çapındaki devrimci prestijinden büyük ölçüde etkilenen iki İngiliz aydını olduğunu hatırlamalıdır.
Yazarların bu özelliği, özellikle “komplo” kavramı eksen alınarak yazılmış bu kitapta, önemli bir perspektif eksikliğine de yol uçmaktadır.
Tarih, hiç bir zaman, komplocularla komploya konu olanların şematik bir çatışması olarak anlaşılamaz. Suikastlar, darbeler, sabotajlar, kışkırtıcılık ve ajan faaliyetleri büyük sınıflar mücadelesinin çok çeşitli ve çok yönlü ilişkileri içinde boy gösteren burjuva tipte araçlardır. Ve bunların içerikleri, ancak genel sınıf mücadelesinde mücadeleye katılanların politik ihtiyaç ve planlarıyla açıklanabilir. Bu temel sorun dikkate alınmadıkça, yalnızca komploların nedenleri anlaşılmaz olmakla kalmaz, komplonun nasıl alt edildiği, suikast, sabotaj ve kışkırtmalara rağmen devrimin nasıl ayakta kaldığı ve sosyalizmin inşasında nasıl başarılar elde edildiği de anlaşılamaz.
Bir komplonun başarıya ulaşmasını belirleyen şey, yalnızca onu gerçekleştirmek isteyenlerin gücü, becerisi, komplo planlarını, inceliği, keskinliği değildir. Komplonun yöneldiği hedefin nitelikleri de en az onu uygulayanlarınki kadar önemlidir ve asıl belirleyici olan çoğu zaman budur. Komploya konu olan kurumların, kişilerin, ülkelerin dayandıkları dinamik güçler, aynı zamanda komployu alt etmenin de güçleridir. Ve bunlar ne kadar güçlü, sağlıklı, yaratıcı ise, komplo o kadar başarısız kalmaya mahkûmdur.
İngiliz, Amerikan, Fransız, Alman vs. emperyalist komploları, yıllarca Sovyetler Birliği’ni hedef almış, ama değil yıkmak, sarsamamıştır bile.
Ama bir kez, politik aygıtlar, iktidar, parti, yığın örgütleri içten çözülmeye, devrimci politikalar üretme etkinliğinden uzaklaşmaya başladığında, kısacası, bir bütün olarak karşı oldukları sınıfın politikaları karşısında dayanıksız, açıklarla dolu ve devrimci içerikten yoksun hale geldiğinde, artık sabotajların, suikastların, darbeci girişimlerin ve kışkırtıcılığın yapamadığını, bünye kendi kendisine yapmaya başlar.
“Karşı-devrim içinde Karşı-devrim”, işte tam bu noktada, Polonya örneği üzerinde, komploların hedeflerine ulaşabilmesinde, bizzat parti ve devlet aygıtındaki çatlakların, çürüklerin, işçi sınıfı ve halktan kopmanın yol açtığı zayıflık ve hastalıkların oynadığı rolü açıkça ortaya koyması bakımından, “Büyük Komplo”da eksik kalan perspektifi geliştirmeye yardımcı olacak niteliktedir.
“Karşı-devrim içinde Karşı-devrim”, Spiro Dede tarafından yazılmış ve 1983’te Tiran’da yayınlanmıştır. Günümüz Doğu Avrupa ülkelerindeki “değişimin” kökleri, nedenleri ve eğilimleri hakkında, tarihsel bilgi ve siyasi yorum açısından son derece önemli değerlendirmeleri içeren bu kitapta, yalnızca Polonya İşçi Partisi’nin değil, Sovyetler Birliği de dâhil olmak üzere, bütün eski sosyalist ülke partilerinde, devlet ve toplum hayatında ortaya çıkan burjuva nitelikte gerici akım ve eğilimlerin sonuçta bugün ulaştığı yerin, Marksist-Leninistler tarafından önceden ve büyük bir kesinlikle öngörüldüğü belgeleniyor. “Büyük Komplomun derlediği verilerle bu öngörü arasında okuyucu tarafından kurulacak ilişki, sosyalizmin tarihi bakımından olduğu kadar devrimci mücadeleden bugün edinilmesi gereken bakış derinliği için de ufuk açıcı niteliktedir, olacaktır.
Spiro Dede, “Polonya”daki olaylar, hiçbir zaman yalnızca “bir Polonya Vakası değildir” diyor, kitabının önsözünde. Gerçekten, Polonya olayları, hemen akla gelebileceği gibi, yalnızca bir Doğu Avrupa vakası da değildir artık. PİP (Polonya İşçi Partisi), yazarın da belirttiği gibi, anti-NAZİ savaş için “Polonya proletaryası ve halkının sel gibi kan akıttığı ve kazanılmasına büyük katkıda bulunduğu savaşın içinde” kurulmuştu. Kuruluşunda, bir başka deyişle “mayasında”, çetin mücadele geleneği ve kurucuları arasında pek çok komünist kahraman bulunan, ülkesinde sosyalizmin inşasında, eski üretim ilişkilerinin tasfiyesi ve özellikle sanayide sosyalist ilişkilerin kurulmasında, sosyalist bir kültürün, sanat ve edebiyatın yaratılmasında önemli başarılar kazanmış bir para olarak PİP, uzun yular bu başarısının karşılığında, işçi sınıfı ve halkın büyük desteğine sahip olagelmişti. Ne var ki, önce parti bileşiminin bozulmasına yol açan hatalı kararlar sonucunda, bir anda sosyal-demokrat, “sosyalist” bir milyona yakın insanın parti üyesi yapılması, sonra da uzlaşmacı ve eyyamcı bürokratların partiye egemen olması, bütün bu parlak geçmişi tersine çevirmeye yetmiştir. Bu bakımdan “Karşı-devrim İçinde Karşı-devrim”, geçmişi açıklamakla kalmıyor, henüz devrimini gerçekleştirmemiş ülkelerin geleceğine de önemli derslerle ışık tutuyor.
Özellikle Polonya’daki olaylar söz konusu olduğunda, bazı sol çevreler, Vatikan’ın dinsel kurumlar üzerindeki etkisi aracılığıyla halkı yanılttığından, Walesa’nın “Amerikan ajanı” olmasından, aydınların burjuva liberalizmine kapılmalarından ve “ihanetlerinden” dem vurarak çözülüş ve yıkılışı açıklamaya çalışırlar. “Büyük Komplo”, ajanlık, ihanet, sabotaj gibi olayların sosyalizmin inşa sürecinde olduğu Stalin önderliğindeki Sovyetler Birliği’nde daima ve büyük çapta bulunduğunu gösteriyor, ama buna karşı o zamanlar Sovyetler Birliğinin yıkılmadığını, aksine, yükselerek ilerlediğim görüyoruz. Polonya’nın, diğer Doğu Avrupa ülkelerinin böyle büyük “komplolara ihtiyaç duyulmaksızın, ya da komplolara karşı dayanma gücü gösteremeyerek içten çürümeyle yıkılışlarından kimin sorumlu olduğu, hangi politikaların ve hangi sınıfların programlarının kapitalizmi yeniden canlandırdığı sorusu artık cevapsız ya da kuşkulu değildir. Sovyetler işçi sınıfı ve halkının, proletarya partisi ve bizzat Stalin’in bütün ülkelerin işçilerinin ve komünist partilerinin, ilerici insanlığın güçlü devrimci göğsüne çarparak parçalanan komplolar, sağlıksız, burjuva öğelerle zayıflamış, sosyalizmin, işçilerin ve halkın iktidarı yolunun terk edildiği koşutlarda, artık gerekli olmaktan çıkarlar.
Spiro Dede, tam bir açıklıkla, Polonya ve diğer Doğu Avrupa ülkelerinin geriye dönüş ve çöküş sorununa ışık tutarken, yeniden bir devrimci sosyalist yükselişin imkânlarını da gösteriyor. Spiro Dede, kapitalist dünyanın sevinç çığlıklarına aldırmadan, bir yandan yıkılmakta olanın sosyalizm değil, kapitalist toplumsal ilişkilerin bir biçimi olduğunu gösteriyor, diğer yandan bu yıkıntılar içinden yeni ve güçlü bir proleter hareketinin gelişeceğine dair işaretleri tespit ediyor.
Spiro Dede sözlerini, Enver Hoca’nın bir değerlendirmesiyle bağlıyor: “(Yeni bir devrimci sosyalist uyanış), kuşkusuz Lenin ve Stalin’in döneminin devrimci ruh ve geleneklerinin canlandırılmasını, kararlılık, cesaret ve özveri gerektiriyor. Hepsinden önemlisi, bu, gerçek devrimcileri proletarya ve öteki emekçi kitlelerin genel ayaklanmasını, zafer için seferber edecek, örgütleyecek ve ona önderlik edecek yeni Marksist-Leninist partilerde örgütlenmesini gerektiriyor.”
Son söz, henüz söylenmiş değildir.

Aralık 1990

Yorumlar kapatıldı.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑