Zonguldak öğretiyor

Her şey olağan bir TİS görüşmesi olarak, başlayıp gelişmişti. Ama 30 Kasım’da, grev kararı uygulamaya sokulduğu gün, işçiler, işletmenin kapısına “BU İŞYERİNDE GREV VARDIR” pankartını astıktan sonra çekip evlerine ya da kahve köşelerine gitmediler. Bundan sonra da gitmeyeceklerdi. Her gün köylerden ocaklara, yollara akacaklar. Zonguldak sokak ve caddelerini dolduracaklar, Zonguldak meydanlarında bazen günde iki kez, on-binlerce işçi taleplerini haykıracak, Hükümeti, Meclisi, Cumhurbaşkanını istifaya çağıracak, onların politikalarını eleştirecekti.
Sadece işçiler yürümedi Zonguldak sokaklarında. Memurlar, mühendisler, kentteki diğer işkollarındaki işçiler de madenci grevinin yarattığı havanın etkisiyle sokaklara taştılar, çıkarlarının madencinin çıkarlarıyla birleştiğini “sezinleyerek” aynı sloganları haykırdılar.
Bugüne kadar, ancak pazara-doktora gitmek için sokağa çıkan ev kadınları” da, kendi kurtuluşlarının kıvılcımını gördükleri madenci eylemine binlerle katıldılar? Yürüyüş ve mitinglerde en önde yer alarak bütün kadınların kurtuluşunun yolunu gösterdiler. Her gün sokaklara ve meydanlara koşarak, “İslam”ın ve “Türk-İslam kadın geleneği”nin en temel kurallarını ayakları altına aldılar.
Ama madenciler, her gün yeni bir yol ve yöntemle gerçekleştirdikleri, her gün yeni sloganlarla zenginleştikleri gösteri ve mitingleriyle artık Zonguldak’a sığmaz olduklarında; direnen hükümeti dize getirmek için, Zonguldak’tan Ankara’ya doğru yola çıktılar. Kar, yağmur, soğuk demeden, on binler yola koyuldu, işçi sınıfının kararlığı ve disipliniyle, ayaklarının altındaki toprağı titreterek yürüdüler. Durumu, burjuvazinin gözde gazetesi Hürriyet 5 Ocak günkü sayısında, en gerçekçi biçimde ifade etti: ADIM ADIM GELİYORLAR!
Gerçekten de “adım adım geliyorlar”dı. Ve üstelik bütün Türkiye kamuoyunu sarsarak geliyorlardı.
Ülkenin her köşesindeki işçiler, emekçiler Zonguldak işçisinin kendileri için yürüdüğü bilinciyle, yürekleri onlarla birlikte çarpıyordu. Aydınlar, ilerici ve demokrat çevreler yönlerini işçilere dönüyorlardı. Öyle ki; devrimcilikle ilişkileri sadece “boşa giden gençliklerine acımak” ve etraflarına yılgınlık yaymaktan ibaret kalmış “eski solcular” bile, eski günlerini anımsayarak, Zonguldak’a yöneliyordu. Bırakalım “eski solcuları”, “sınıf mücadelesini savunmak gericiliktir”, “işçi sınıfı kapitalizmle barış içinde bir arada yaşayabilir bir sınıf niteliği kazanmıştır” diyerek burjuvazinin yeni gözdesi payesini kazanan Nabi Yağcı ve N. Sargın gibileri bile, Zonguldak’ta boy göstermek zorunda kaldı, işçi haklarının, sadece oy kaygısıyla, edebiyatını yapan SHP, DSP, DYP gibi katıksız burjuva partileri Zonguldak işçilerinden yana olduklarını ilan edip, Zonguldak’a koşmak zorunda kaldılar.
“Sosyalist basın” ise, çıkabildiği kadarıyla Zonguldaklı madencilere, adetleri veçhile övgüler dizdi. “Sınıfa dışardan bilinç” götürmek için kollarının altına “özel sayılar”la. Zonguldak’a koştular. Hiç kuşkusuz ki, Zonguldak işçilerinin eylemi övgüye değerdir. Ama adına layık bir sosyalist basma düşen, bunun daha fazlasıdır. Bu bilinçle, Özgürlük Dünyası, bu sayısında ve yeri geldikçe sonraki sayılarında, Zonguldaklı işçilerin mücadelesinin ortaya çıkardığı dersler ve sorunlar üstünde duracak, işçi sınıfımızın ve emekçilerimizin önümüzdeki dönemdeki ilerleyişine sunduğu dayanakların ipuçlarına değinecektir.

ZONGULDAK, İŞÇİ SINIFININ NİTELİKLERİNİN DIŞAVURUMUDUR
Türkiyeli devrimciler için, işçi sınıfına devrimci sınıf niteliğini veren özellikler, daha çok kitaplardan öğrenilen bir bilgi düzeyinde kalmıştı. Bu yüzden de, devrimci-demokrat hareket, işçi sınıfı mücadelesinin yükseldiği 1960’ların son yıllarında, işçi sınıfına övgüler dizdiler, samimi olarak işçi sınıfıyla aynı saflarda olmak istediler, ama işçi sınıfının niteliklerine ilişkin bilgilerinin kitabi düzeyde kalması Marksizm konusundaki yüzeysellikleriyle birleşince, bütün iyi niyetlerine karşın, Mao Zedung ve Latin Amerikalı küçük-burjuva devrimcilerinin, işçi sınıfını küçümseyen teorilerinin, etkisi altında kalmalarını önleyemedi. Öte yandan bu eğilim, 1960’larda ortaya çıkan Kruşçevizm ve Euro-komünizmle birleşerek, günümüz Gorbaçovculuğunun yükseldiği temeli de yarattı.
Son yıllarda, Gorbaçovculuğun açık desteğindeki emperyalist-kapitalist ideologlar ve propaganda merkezleri, sürekli olarak “Marksizm’in tanımladığı devrimci işçi sınıfının yok” olduğu propagandasını yaydı, yayıyor da. Dünya çapındaki bu kampanyanın ülkemizdeki sözcüleri aynı iddiaları daha yüksek sesle tekrarlayarak, burjuvazinin gözünde “eski günahlarını” affettirmeye çalışıyorlar. Bu yüzden de, Zonguldak grevi herhangi bir tarihsel dönemdeki benzer bir işçi eyleminden çok dana önemli sonuçlara yol açan bir nitelik taşıyor.
Hiç kuşkusuz Türkiye işçi sınıfı, kendi devrimci niteliklerini ilk kez dışa vurmuyor. 1967-1970 yılları arasında, özellikle Türk-İş’ten DİSK’e geçiş biçiminde ortaya çıkan sendikal özgürlük mücadelesindeki fabrika işgalleri ve yasadışı direnişlerde, polis ve jandarmayla girişilen, yakın fabrika işçileri ve semt halkının da katıldığı çatışmalarda, sınıfın kararlılığı ve mücadeleciliğinin örnekleri ortaya çıkmıştı. Yine 1976-1980 yılları arasında, uzun yasal grevlerde ve TARİŞ vb. büyük direnişlerde işçi sınıfının mücadeleci bir sınıf olduğunun kanıtları sergilenmişti. Ama bu özelliklerin serpilip gelişmesini, herkesçe görülür hale gelmesini, sendika ağaları ve bürokrattan engellediler. Ortaya çıkan eylemlerin kısmi ve etkilerinin yerel ölçüleri aşmaması için çaba harcadılar. Bu yüzden de sınıfın ortaya çıkan özellikleri devrimci hareketi etkileyecek ölçüde kendisini ortaya koyamadı.(*) Dahası, genel olarak devrimci hareketin, özel olarak da Marksist hareketin kendi zaaflarından dolayı, ortaya çıkan ipuçlarını yeterince değerlendirip sınıfa mal edilmesi başarılamadığı için de, Marksizm’in, işçi sınıfını; kapitalist toplumun, en kararlı, en mücadeleci, en yaratıcı en disiplinli, örgütlenmeye en yatkın, kapitalizmle tikel olarak değil tüm olarak karşıtlık içinde olan bir sınıf olduğu biçimindeki nitelemesinin, tanımın içeriğinin kavranıp, sınıf hareketine bu kavrayış doğrultusunda müdahale edilmesinde biçimsel kalındı. Bu yüzden de Zonguldak eyleminin bu yönü üstünde özellikle durmak önem kazanıyor.
İşçi sınıfı kapitalist toplumun en kararlı ve en mücadeleci sınıfıdır
Marks, işçi sınıfını, kapitalist toplumun en devrimci sınıfı olarak tanımlarken, onun bu tutumunu, kapitalizmin yıkılmasıyla “zincirlerinden başka kaybedecek bir şeyi” olmamasına bağlıyordu. Ama bir yandan işçi sınıfının 19. yüzyıl boyunca süren mücadelesi, öte yandan Ekim devriminin kazanımlarının kapitalist ülkeler işçi sınıfına kimi sosyal güvenceler olarak yansıması ve tekel karının sağladığı olanaklar, özellikle emperyalist ülkeler işçi sınıfının yaşama ve çalışma koşullarını nispeten iyileştirmişti. Euro-komünistler ve diğer revizyonist mihraklar, bu nispeten iyileşmeyi, işçi sınıfının “kaybedeceği” şeyler olduğu biçiminde yorumladılar. Ve bu yoruma dayanarak da, işçi sınıfının artık kapitalist topluma karşı mücadelesinin düzen sınırlan içinde, reformlar uğruna mücadeleyle sınırlı kalacağı tezini öne sürdüler. Bu tez yıllarca işlendi ve Gorbaçovculuk ve D. Avrupa’nın revizyonist ülkelerindeki gelişmeye paralel olarak da, işçi sınıfı, reformcu ve revizyonist eğilimlerin dikkat alanı dışına çıkarıldı. İşçi sınıfı, toplumun herhangi bir sınıfı gibi, işlevi kendilerine oy vermekten ibaret bir sınıf olarak görülmeye başlandı. Hatta bir sınıf olarak bile görülmez oldu. Herbert Marquez gibi kimi “devrimci teorisyenler” ise, toplumun en devrimci “sınıfı” olarak gençliği öne sürerek, 1968 gençlik eylemlerinin teorisini yaptılar vb. vb.
Avrupa ülkeleri başta olmak üzere hemen bütün kapitalist ülkelerde, sendika bürokrasisinin işçi sendikalarının yönetimini ellerinde tutuyor olmaları ve reformcu-revizyonist burjuva siyasi partilerin sınıf hareketi içindeki bölücü rollerinden dolayı, ortaya çıkan işçi eylemlerini yozlaştırmaları, bu sahte teorilerin doğrulanmasının kanıtı olarak kullanıldı, kullanılıyor. İşte bu koşullarda, Avrupa’nın çok yakınında bir ülkede, Türkiye’de, Zonguldak grevcilerinin mücadeleci ve kararlı tutumu sorunun bu yanına özel bir dikkati zorunlu kılmaktadır.
Çok uzun yıllardan beri, olağan bir yasal grevde, işçilerin tutumu işi durdurup, kapitalisti “uygun” bir sözleşmeye “zorlamak” biçiminde olmaktadır. Zonguldak, artık alışılagelen bu “diplomasi” çizgisine hayır derken, kendi niteliklerini ortaya koydu. Grevci bir işçi için her zaman, kendisini en çok meşgul eden, “akşam çocuklarıma ne götüreceğim, ailemi nasıl besleyeceğim?” sorunu bile onların kararlığını sarsmadı. Tersine Zonguldaklı işçiler, sınıfın doğal bir parçası olan çocukları ve eşlerini de, her gün daha büyük bir ciddiyet ve kararlılıkla, örgütledikleri gösteri ve miting alanlarına çektiler. Onların güçlerini kendi güçleriyle birleştirerek, bütün dünyanın mücadeleci işçi sınıfının geçtiği yoldan yürüdüler. 30 Kasım’dan itibaren işçiler, ne hükümetin tehditlerine, ne “ocakları kapatır hepinizi sokağa atarız” demagojisine pabuç bıraktılar, ne de çeşitli burjuva partilerinin sinsice yaptıkları “uzlaşın” çağrılarına kulak astılar. Tersine onlar, her gün daha büyük bir kararlılıkla kendi birleşmiş güçlerini ortaya koyarak, kurulan barikatları aşmaya çalıştılar. Mitinglerde, “uzlaşın” çağrılarına “Ölmek var dönmek yok” diye yanıt verirken, Mengen’de polis ve asker barikatlarında. “Barikatlar bizi yıldıramaz”, “Tanklarıyla toplarıyla gelseler dahi, engeller vız gelir madencilere” sloganlarıyla kararlılık ve mücadeleciliklerini ortaya koydular.
30 Kasım’dan başlayarak madenciler, her gün düzenledikleri gösteri ve mitinglerde, sadece sloganlarıyla kararlılıklarını haykırmadılar. Miting ve gösterilere katıldılar, kara, yağmura aldırmadan günün her dakikasını mücadelelerinin ateşiyle doldurdular. Hele Ankara yürüyüşü sırasında, on binlercesi, kış koşullarının ağırlaştırdığı o zor yolculuk sırasında, doğa güçlükleri ve organizasyon yetersizliklerinden asla moral bozukluğuna uğramadan, her adımda daha büyük bir öfke ve bilinçle ilerlediler. Mengen’de kurulan asker ve polis barikatı da işçilerin gözünü korkutmadı, işçilerin barikata yürümesini sendikacılar güçlükle önledi.
Ankara yürüyüşüne son verileceği anlaşıldığında, işçilerin tutumu ilginçti: Böylesi zor koşullar altında yürüyen bir toplulukta, eğer yürüyenler işçi sınıfından başka bir sınıftan olsaydı; çoğunluk, günün zorluklarından hemen kurtulmak için sevinirdi. Ama işçiler sevinmek bir yana sendikacıların bu tutumunu hoşnutsuzlukla karşıladılar. Ş. Denizer’e halen sürmekte olan kör güvenlerinden dolayı açıkça karşı çıkıp yola devam etmedilerse de, “Mücadele sürüyor, sürdüreceğiz”, Başkan, canların dimdik ayakta”, “Başkan canların seni bekliyor”, “Başkan canların işkencede”, “Başkan seninle ölüme gideriz” gibi sloganlarla yürüyüşün devam etmesinden yana olduklarını ifade etmeye çalıştılar.
Yürüyüşten sonra kendi aleyhine dönen durum bile Zonguldak işçilerinin kararlılığına gölge düşürmedi. Hükümetin işçileri oyalamak ve mücadeleden alıkoymak için görüşmeleri taktik olarak kullandığını daha baştan sezen işçiler, Denizer’in bu oyunun aleti olarak Ankara’ya çakılıp kalmasından sonra bile, yeniden aynı yolu yürüyerek, E-5’i zapt edip Ankara’ya yürümeyi konuşuyorlardı. Ve tekrar o zor yolculuğa çıkmayı günlük bir işmiş gibi tartıyorlardı. Acaba hangi sınıfın on binlercesi böyle bir zor yolculuğu başarabilirdi? Diyelim ki, başardı, geri dönüşten sonra aynı zor işe yeniden başvurmayı ciddi olarak tartışabilirdi? Herhalde işçi sınıfından başka hiç bir sınıf!
30 Kasım’dan itibaren başlayıp, Ankara yürüyüşüyle taçlanan Zonguldak madencilerinin eylemlerine, bir bütün olarak bakıldığında, açıkça görülür ki; gösteriler, mitingler ve büyük yürüyüşün her anı, işçi sınıfının kararlılık ve mücadeleciliğinin damgasını taşır. Eğer mücadele kapitalist sömürüyü hedef alan bir platforma sıçrayıp bu kararlılık ve mücadelecilik sınıf hareketinin üst biçimlerinde de kanıtlanmadıysa, bunda işçilerin bir suçu yoktur. Ya da başka bir söyleyişle, mücadelenin ekonomik istemlerle sınırlı bir çerçevede kalmasının nedeni, işçilerin kararsızlığı, mücadele isteklerinin azlığı değil, doğrudan doğruya varolan önderliğin reformcu-sendikalist tutumundan dolayıdır.
İşçi sınıfı en yaratıcı sınıftır
Burjuva ideologları yaratıcılık denince, bunu tanrının burjuvaziye verdiği bir “bağış” olarak anlarlar. Öyle ya, sanat, bilim vb. yaratma adına ne varsa burjuvazinin çeşitli kesimlerinden çıkıyor. Ekim devrimi sonrası, sanat ve bilimin her dalında yüz binlerce proleter kökenli yaratıcılar burjuvazinin bu tezini yalanlarsa da, burjuvazi sosyalizm olarak sadece revizyonistlerin başarısızlıklarını hatırlamak istediğinden bu çıplak gerçeği görmezden gelmeyi tercih eder. Ama işçi sınıfı, kapitalizm koşullarında bütün yeteneklerini geliştirme olanağını bulmasa bile yeteneklerini sınıf mücadelesi içinde ortaya koyabilir. Sendika bürokrasisi ve burjuva partilerinin engelleyemediği her yerde bunu yapıyor da.
İşte Zonguldak işçileri, grev mücadelesi içinde sınıfın yaratıcılığının örneklerini de verdi:
Madenciler, 30 Kasım’dan başlayarak her gün düzenledikleri miting, yürüyüş ve gösterilerde, bu gösterilerin düzenlenişinde, bir gün yaptıklarını ertesi gün tekrarlamadılar. Tersine her gün, bir önceki günkü gösteriyi yeni unsurlarla zenginleştirerek yaşama geçirdiler. Bugün ocaklarda toplanıp yürüdülerse; ertesi gün köylerden yol boylarına akarak Zonguldak meydanlarını doldurdular. Gösterilere, kimi gün esnafları da katarak mücadelenin bir halk hareketine dönüşmesinin olanakları yaratılırken, ertesi gün mühendis, memur ve avukatları da saflarına aldılar. Bir başka gün sokakları emekçi kadınlar doldururken, ertesi gün çocuklar yaşamlarının ilk gösterisi için sokaklara döküldüler. Bir başka gün diğer kentlerden gelen işçilerle omuz omuza yürüyüp onlarla güçlerine güç kattılar, kendileri de onlara daha ileri atılmak için ilham verdiler vb.
4 Ocak’ta başlayan büyük Ankara yürüyüşü sırasında, işçilerin yaratıcılıkları daha da açık kendisini gösterdi. On binlerce kişinin, yüzlerce kilometrelik bir yolu kat etmesi sırasında çıkacak ihtiyaçların karşılanması, kâğıt üstünde bile korkutucudur. Ama kadınlı erkekli işçi topluluğu tereddütsüz, yiyecek çıkınlarını sırtlayıp yola koyuldular. Doğanın ve hükümetin çıkardığı engeller bir bir aşıldı ve işçiler ihtiyaçlarını kendileri çözümleyerek yola devam edip Mengen’e vardılar. Kaldı ki; baştan tasarlanan, otobüslerle Ankara’ya gitmekti ve hükümet otobüsle gitmeyi engelleyince, işçiler yaya olarak yola koyuldular. Bundan dolayı ve çıkan sorunlardan ne moralleri bozuldu, ne de yılgınlığa düştüler. Çıkan her sorunu ancak işçilerin göstereceği bir pratik zeka ile çözümleyerek ilerlediler.
İşçiler yaratıcılıklarını, sadece güç ve kararlılıkla çözülebilecek sorunlarda değil, slogan üretme gibi, zihinsel faaliyet isteyen işlerde de gösterdiler. Her gün, basından öğrendikleri hükümetin tutumuna göre ya da mücadelede kararlılıklarını haykıran sloganlar ürettiler. Örneğin Özal, bir takım hesap oyunlarıyla istenen ücretin “aşırı” olduğunu iddia ettiğinde, “Çankaya’nın şişmanı işçilerin düşmanı”, “Madenler kapatılamaz”, “Savul sermaye işçiler geliyor” gibi sloganlarla ona yanıt verirken, asker ve polis barikatıyla karşılaştıklarında, “İşçilerden aldılar barikatlar kurdular” sloganı bir anda on binlerce ağızdan patlıyordu. Ya da cezaevi önünden geçerken, “Zindanlar boşalsın genel af’, “işkencecilerden hesap sorulsun” sloganı haykırılıyordu. Yürüyüşü engelleyen askerleri karşılarında bulduklarında hemen hükümetin “savaş” politikasını eleştiren sloganlar artarda geliyordu: “Madenci savaşa gitmeyecek”, “Savaş değil iş istiyoruz”. Gerçi burada atılan “En büyük ordu bizim ordu”, “En büyük polis bizim polis” sloganları için 2000’e Doğru dergisi, işçilerin karşısındaki güçleri bölmek için geliştirdiği sloganlar olduğunu iddia ediyorlarsa da; biz, işçilerin böylesi incelmiş bir oportünizmi “yaratamayacaklarını”, olsa olsa bunun 2000’e Doğru, SP, TBKP gibi ordu ve polis hayranı çevrelerin tezgâhladığı sloganlar olduğunu sanıyoruz.
Gösteriler boyunca kullanılan sloganların bazılarını çerçeve içinde görüyorsunuz. (Yazının sonunda) Sadece bu sloganların sayısı bile işçilerin grev süresince düşündükleri ya da söylemek istedikleri her şeyi slogana döktüklerini gösterir. Denebilir ki, madenciler grev boyunca sloganla konuşmuşlar, eleştirilerini ve taleplerini sloganlara dökmüşlerdir.
Ülkemizdeki gibi, gösteri ve slogan geleneği en eski olan “okumuş-yazmış” öğrenci gençlik çevrelerindeki slogan fetişizmi ve kısırlıkla karşılaştırıldığında, “cahil” maden işçilerinin bu alandaki yaratıcılığına işçi sınıfının yaratıcı niteliğini bilmeyen herkes şaşar.
İşçi sınıfı en disiplinli sınıftır
Son yıllarda, aydınlarımız ve kimi “sosyalist” çevrelerde disiplin reddedilirken, başıboşluk ve “bireysellik” yüceltiliyor. Ama işçi sınıfı içinde disiplinli davranmak burjuva aydınlarından farklı olarak onun çalışma yaşama koşullarından gelir. Her şeyden önce fabrika yaşamının kendisi sınıfı belirli bir disiplin içinde eğitir. Görünüşte bu kapitalistin işçiyi kontrol etmesini kolaylaştıran, onun sömürüsünü artıran bir etken olarak karşımıza çıkarsa da, öte yandan bu durum işçilerin ortak davranışlarının, örgütlenme yatkınlığının, yeri geldiğinde iyi eğitilmiş bir ordu gibi savaşmasının koşullarını da yaratır. Kapitalizm koşullarında sınıf için önemli olan da budur.
İşçi sınıfı için disiplinin anlamı sadece makinalı üretim düzenine ayak uydurmak, gereken her durumda yapması gereken hareketi yaparak üretim akışını sağlamaktan ibaret değildir. Aynı zamanda; hakları için ortak davranışta bulunabilmek, grevlerde, gösterilerde kendi düşüncesi ne olursa olsun ortak eyleme ayak uydurabilmektir. Eğer işçi sınıfı, böyle bir disipline sahip olmasaydı ne grevleri uygulamaya sokabilir, ne de talepleri için ortak eylemler örgütleyebilirdi.
Zonguldak işçileri, son eylemleriyle, sınıf disiplininin ne olduğunun örneğini de sundular. Alınan kararlara harfiyen uyarak, gösteri ve mitinglere kararlar doğrultusunda eksiksiz bir kanlım sağlamaya çalışarak, sloganları adeta bu konuda eğitilmiş bir koro gibi haykırarak, aralarında sadece biçim olarak değil ruhsal bir dayanışma da yarattılar. Gösteri ve mitinglerde aynı bilinci değilse bile aynı coşkuyu, aynı heyecanı paylaştılar.
Zonguldak işçilerinin disiplini, TİS taslağının kendi istemleri doğrultusunda hazırlanmış olması ve yürütülecek eylemin ne olacağının işçilerin istekleri doğrultusunda biçimlenmiş olmasından kaynaklandığı için gönüllü bir disiplindi. Ve burada, her işçi için doğru olan, eylemi beğenmese bile, onun disiplinine uymaktı. Zonguldak işçilerinin eyleminin coşku ve kitleselliği işte bu gönüllü disiplinden kaynaklanıyordu. Elbette ki; Ş. Denizer’in “önemli konularda kararları ben veririm” tutumu, bu gönüllü disiplini bozan bir etkense de, bunun aşılamaması (bu koşullarda) işçilerin disiplini bozmasının bir nedeni olamazdı, olmadı da. Yürüyüş ve gösterilerde işçiler, tek bir kişi gibi hareket ettiler.
Burada kimi çevrelerin, işçilerin sendikanın direktifine uyarak “sosyalist” basın organlarını yırttıklarını, yürüyüş kollarına tanımadıkları kişileri almayarak “dışardan bilinç taşınmasını yasakladıkları”nı iddia ederek, “disiplin”in sendikacılar tarafından kötüye kullanıldığını söyleyeceklerini biliyoruz. Elbette ki; bu konuda sendikacıların kötü niyetleri söz konusudur ve sendikacılar, geçmişte de bugün de, disiplin adına işçi sınıfı hareketini kendi denetimleri altında tutmayı amaçlarlar. GMİS yöneticileri de bunda bir istisna değildir. Ama bu somut durumda sorun, GMİS yöneticilerinin tutumu değil, “sosyalist basın”ın, sınıf hareketinin bu aşamasında, hala, işçi hareketine “dışarıdan” gitmeye çalışmasıdır. Kaldı ki, ilk günlerin tedirginliği geçtikten sonra işçiler, kendileriyle olduklarını anladıkları herkesi aralarına almaktan, onlarla her konuda konuşup tartışmaktan geri durmamışlardır.
Kısaca söylenecek olursa; yaşamları boyunca belki de bir kez bile gösteri ve mitinge katılmamış maden işçilerinin, her gün disiplinli bir ordunun erlerinin titizliği ile saflarında yer alıp, eğitilmiş bir koro gibi sloganlar haykırması, sendika ve grev komitelerinin kararlarını hayata geçirmek için tek yumruk olarak davranması, işçi sınıfının çalışma ve yaşama koşullarından başka nereden kaynaklanır? Sadece gündelik çıkarlar için böylesi bir disiplinle davranan bir sınıf, kimi reformcu ve revizyonistlerin iddia ettiği gibi,sömürüyü ortadan kaldırmak isteyen Leninist partinin disiplinini neden reddetsin? Tersine, bu disiplin işçi sınıfının yaşamında zaten vardır ve üstelik Leninist parti çatısı altında tam bir gönüllü disiplin olarak biçimleneceğinden işçinin büyük bir şevkle uyacağı bir disiplindir.
İşçi sınıfı örgütlenmeye en yatkın sınıftır
İşçi sınıfının örgütlenme yatkınlığı da, tıpkı disiplini gibi, onun yaşama ve çalışma koşullarından gelir. Büyük çaplı makinalı üretim, en küçük biriminden başlayarak, önce ünite düzeyinde, sonra işletme ve işkolu düzeyinde, daha sonrada ülke ve dünya ölçüsünde işçi sınıfını örgütler. Örneğin, bir otomobil fabrikasının elektrik aksamını yapan bölümündeki işçiler, işlerinin birbirini tamamlaması nedeniyle, biri olmadığı ya da işini aksattığında işin duracağından dolayı, bir tür örgütlülük içindedirler. Sorun otomobil imal etmekle sınırlandığında, fabrikanın diğer bölümleri de bu örgütlü çalışmanın kapsamına girer. Elektrik aksamı bölümünün motor, kaporta, şase, boya, montaj vb. bölümleriyle koordineli bir çalışma içinde olması gerektiği anlaşılır. Üretimi daha geniş boyutlu düşünürsek; otomobil fabrikasında yapılan işin, aslında başka bir takım üretim kollarını zorunlu kıldığı anlaşılır. Otomobil sanayisinin demir-çelik, kömür, petrol, boya, deri, plastik ve lastik gibi daha birçok üretim dallarının varlığını ön koşul olarak gerektirdiği görülür. Bundan da şu sonuç çıkar: bir otomobil fabrikasında çalışan işçiler ülkedeki belli başlı tüm üretim dallarıyla bir ilişki içindedir. Nitekim bu nedenle, bir tek üretim dalında başlayan bir bunalım, kısa ya da nispeten uzun sürede, diğer belli başlı üretim dallarını da etkisi altına alarak genişler.
Kapitalist üretimin kendisi tarafından gerçekleştirilen bu örgütlenme kendisini, işçilerin sendikal örgütlenmesinde yansıtır. İşyerleri ve işkolları düzeyinde örgütlenen sendikalar, işçilerin birer örgütlenme ve mücadele merkezi olarak işlev görürler. İşkolları düzeyinde dikey olarak örgütlenen sendikalar, diğer işkollarındaki sendikalarla birleşerek ulusal çapta sınıfın sendikal örgütleri olarak şekillenir. Ve kapitalizmin uluslararası niteliğine bağlı olarak, işçiler de, sendikal ve siyasi düzeyde uluslararası birliklere varırlar. Kapitalist toplumun başka hiç bir sınıfı, en küçük üretim biriminden başlayarak uluslararası düzeyde örgütlenme yeteneğine sahip değildir. Sınıfa bu yeteneği veren onun çalışma ve yaşama koşullandır. Çalışma koşullarından gelir: çünkü yukarıda da belirtildiği gibi, kapitalist üretimin uluslararası planda bütünleşmiş olmasından ve bütün dünya işçilerinin aynı sistem tarafından ücretli köleliğe mahkum edilmesinden gelir. Aynı zamanda yaşama koşullarından gelir: çünkü; işçilerin yaşama koşulları aşağı yukarı aynıdır ve “zincirlerinden başka kaybedecek bir şeyleri yoktur”. Kapitalist toplumun başka hiç bir sınıfının yaşama koşullan işçi sınıfı kadar homojen bir özellik göstermez. O yüzden de, kapitalist toplumun en örgütlü sınıfı olan burjuvazi bile, hiç bir zaman işçi sınıfı gibi yekvücut davranma yeteneğini gösteremez. Çünkü burjuvazi şu veya bu örgüt etrafında birleştikleri ölçüde aralarındaki çıkar çatışmaları tarafından, iradelerinden bağımsız olarak bölünürler de.
Hiç kuşkusuz, günümüzde sendikalar büyük bir çoğunluğu ile çeşitli türden burjuva sendikacılık akımlarının denetimleri altında olduğundan, işçi sınıfının birer mücadele merkezi olmaktan çok, onu mücadeleden alıkoyan merkezler olarak işlev yerine getiriyorlarsa da, işçiler, şu ya da bu biçimde, bu engelleri aştıkları her yerde, örgütlenme yeteneklerini ortaya koyuyorlar. Bunun son ve en çarpıcı örneği de Zonguldak işçileri tarafından sergilendi.
Onlarca yıldır GMİS’in üyesi olmalarına karşın gerçekte örgütsüz olan maden işçileri, 30 Kasım grevinin kısa bir süre öncesinden itibaren başladıkları örgütlenme çabalarıyla, on binlerce işçi sendikal düzeyde örgütlü bir kitle haline geldi. Grev komiteleri, tüm işçileri temsil eden bir bileşimde oluşurken, doğal olarak bütün işçiler tarafından benimsendi. Gösteriler, mitingler ve yürüyüş, bu komitelerle sendikanın işbirliği içinde gerçekleşti. Bu yüzden de gösterilere katılan her işçi gösterilerde katılacağı, safı, ne zaman ne yapılacağını biliyordu. Başka bir bölümde sözünü edeceğimiz zaafları ve yetersizliklerine karşın bu örgütler, Zonguldak’taki gösteriler ve Ankara yürüyüşü boyunca tüm işçilerle bağlantısını sürdürmeyi başardı.
Hiç kuşkusuz ki, gerek grev komitelerinde, gerekse taban örgütlerinde yer alan işçilerin hiç birisi, eğitilmiş örgütçüler değildi. Belki hiç birisi, daha önce böyle bir örgütlenme içinde bile yer almamıştı. Ellerinde olağanüstü iletişim araçları da yoktu. Ama yine de onlar, on binlerce işçiyi etraflarında örgütleyip seferber etmeyi başardılar. Hatta burada şunu da söyleyebiliriz. Eğer bu örgütlerde yer alanlar, onlar değil de başka işçiler olsaydı sonuç yine de çok farklı olmazdı. Öyleyse, bu başarının gizemi nerededir? Elbette ki, olup bitenin hiçbir gizemli yanı yoktur. Sorunun özü, işçi sınıfının niteliğinde, onun örgütlenmeye yatkınlığındadır. Sınıfın çıkarları uğruna yürütülen eylem, onun bu özelliğinin dışa vurmasını kolaylaştırmış, üretim süreci içinde zaten örgütlü olan işçiler o alışkanlıklarını bu sefer kendi haklan uğruna yürüttükleri mücadelede ortaya koymuştur. Hiç kuşkusuz ki, işçi sınıfının örgütlenme yeteneği, sadece sendikal eylem alanıyla da sınırlı değildir: Dünya işçi sınıfının tarihi, sınıfın azami talepleri için kendi partisi içinde örgütlenmede de tek yetenekli sınıf olduğunu gösteriyor. Yeter ki bunun için gerekli kanallar açılsın.
İşçi sınıfı, kapitalist sistemle genel bir karşıtlık halindedir
Kapitalist toplumda, egemen sınıf olarak örgütlenmiş olan burjuvazi dışında tüm öteki sınıflar, burjuvazinin baskısı altında olan sınıflardır ve bunlar kapitalist sistemle çeşidi noktalarda çelişme içindedir. Örneğin, köylülüğün çeşitli kesimleri ve küçük burjuvazi, sürekli olarak kapitalizm tarafından mülksüzleştirildiği için, kapitalizme karşı bir tutum içinde olabilir. Ama bunlar, çeşitli derecelerde emek sömürüsü gerçekleştirdikleri için de, aynı zamanda kapitalizmle bir uyum içindedirler. İşçi sınıfı için ise durum tamamen farklıdır: işçi sınıfı kapitalizm tarafından yaratılmıştır, ama kapitalizmle her noktada bir uzlaşmazlık içinde, kurtuluşu ancak kapitalizmin yok olmasıyla olanaklı olan bir sınıftır.
Marks, proletaryanın özelliklerini şöyle açıklıyor:
“Öyle bir sınıf ki burjuva toplumunun içinde oluşsun ama burjuva toplumundan olmasın? Öyle bir sınıf ki tüm sınıfların yok oluşu olsun. Öyle bir sınıf ki evrensel açılarıyla evrensel bir karakter taşısın ve kendisine özel bir haksızlık değil, evrensel bir haksızlık yapılmış olduğu için özel hak istemesin. Öyle bir sınıf ki kendisini tarihsel unvanlara değil, sadece insan olma Unvanına bağlasın, öyle bir sınıf ki kapitalist düzenle tikel bir karşıtlık halinde değil, genel bir karşıtlık halinde olsun. Ve nihayet öyle bir sınıf ki toplumun sınıf ve katmanlarından kurtulmaksızın ve dolayısıyla onları tümüyle kurtarmaksızın kendini de kurtaramasın. Tek sözle öyle bir sınıf ki insan varlığının tam yitimi olsun ve insan varlığını yeniden kursun. İşte bu sınıf işçi sınıfıdır.”
Marks’ın, proletaryayı tanımlarken sözünü ettiği işçi sınıfının, “kapitalist düzenle tikel bir karşıtlık halinde değil, genel bir karşıtlık halinde” olduğu saptaması, konumuz açısında, önem taşıyor. Çünkü, son yıllarda, her soydan revizyonist ve burjuva ideologunun inkara yöneldikleri özellik budur. Ve bütün “uzlaşıcı kuramlar” bu varsayım üstüne kurulmaktadır. Bu yüzden de Zonguldak eylemi, Marks’ın saptamasını doğrulaması bakımından da önem taşımaktadır.
Şöyle ki; bilindiği gibi, Zonguldak madencilerinin grevi, TİS görüşmelerinin çıkmaza girmesiyle, başlamıştı. TİS taslağının içerdiği talepler ise, tümüyle çalışma ve yaşama koşullarının iyileştirilmesine yönelik taleplerden ibaretti. Ama işçiler, taleplerini sonuna kadar savunmaya kalkınca, sorun taleplerin içeriğinden ve teorik olarak kapitalizm koşullarında gerçekleştirebilirliğinden bağımsız olarak, işçi sınıfıyla (madencilerin şahsında) hükümet ve devlet arasında bir soruna dönüştü. Hiç kuşkusuz bunda, 180 bin dolayında işçinin grevde olması ve 1991’de yarım milyonu aşkının işçinin TİS görüşmelerinin gündeme geleceğinin de etkisi varsa da, burada asıl belirleyici olan maden işçilerinin tutumudur.
Zonguldak madencileri, taleplerini kendileri belirlemiş ve bu talepleri savunmak için tam bir birlik içinde davranarak, en azından Ankara yürüyüşü sonuna kadar, sendikacıların, hükümetin de kabul edeceği bir sözleşmeye imza atmasını önleyecek bir baskı yaratmışlardır. Yani sözleşme, alışıla gelmiş olduğu gibi, sendikacılar ve işveren arasında bir pazarlık olmadı. İşçiler, pazarlık masasına ağırlıklarını koyunca, sorun işçilerle hükümet arasında, kendi güçleri oranında mücadele ettikleri, gerçek bir TİS mücadelesine dönüştü. Hükümet, Cumhurbaşkanı, güvenlik kuvvetleri gibi devlet olanaklarıyla, işçileri engellemeye koyulunca, işçiler de miting ve gösterileri yoğunlaştırdılar, Zonguldak’ın diğer işçi ve emekçilerinin maddi moral desteğini arkalarına alarak, grev hareketini, hükümete karşı bir halk hareketine dönüştürdüler. İşçiler, bir kendiliğinden hareketin gelebileceği kadar düzenle karşı karşıya gelerek, “Savul sermaye işçiler geliyor” sloganı ile kapitalizme, kapitalist sömürüye öfkelerini dile getiriyorlardı.
Bundan şu sonuç çıkar: Eğer işçi sınıfı, burjuva partilerinin sınıf içindeki bölücü eylemlerini engelleyebilir ve sendika bürokrasisinin onları mücadele dışında tutma çabalarını kırabilir, taleplerini savunmakta bir taraf olarak, aktif bir biçimde mücadeleye atılabilirlerse; öne sürülen talepler basit ekonomik taleplerle sınırlı bile olsa, sonunda kapitalist düzenle karşı karşıya gelirler. Zonguldaklı işçiler, taleplerini savunmakta aktif taraf olduktan için, sınıfın bu niteliğini dışa vurmayı başarmışlardır. Elbette ki; bu özellik, maden işçilerinin kendilerine has koşullarından gelmemektedir. Bugün grevde olan metal işçileri, SEKA işçileri ya da başka herhangi bir işkolundan işçiler, sendika ağalarını ve bürokratlarını bir kenara iterek, taleplerini savunmaya koyulurlarsa, onlar da tıpkı maden işçileri gibi, düzenle karşı-karşıya geleceklerdir. Demek ki; revizyonistlerin ve her soydan burjuva ideologların iddia ettikleri gibi, işçi sınıfının kapitalist sistemle karşıtlığı yumuşamamıştır. Bu görüntünün nedeni, sınıfın niteliklerinin değişmiş olması değil, sınıfın mücadelesinin burjuva partiler tarafından bölünmüş ve sendika bürokrasisinin sınıfı mücadelenin dışına itmiş olması gibi, sınıfın niteliği ile ilgili olmayan nedenlerden ileri gelmektedir.

“SAVAŞ OKULU” OLARAK ZONGULDAK GREVİ
Marksistler grevi, işçi sınıfının kapitalizme karşı nihai savaşı için eğitildiği bir “savaş okulu” olarak değerlendirirler. Uzun grevler içinde, yokluk ve olanaksızlıklara karşı savaşan işçiler, bir yandan kendi güçlerinin farkına vararak birleşme ve mücadele etmenin gereğini kavrarken, öte yandan da olağan koşullarda bir “işçi babası”, “toplumdan birisi” olarak, işçilerine “ekmek kapısı” açtığını iddia eden kapitalistin, çıkarları söz konusu olduğunda, nasıl kuzu postuna bürünmüş bir kurt olduğunu, görme fırsatı bulurlar. Dahası makinanın bir parçası olarak yaşamaktan kurtulan işçi, kendisine ve topluma ilişkin asıl sorunları tartışmak fırsatı bulur. Üretimdeki yerini olduğu kadar, kendi toplumsal konumunu da, grev mücadelesi içinde öğrenir işçi.
İşçi sınıfı mücadelesi içinde, grevin önemini fark eden, sadece Marksistler de değildir. Kapitalistler de bunu fark ettikleri için, ellerindeki yasama ve yürütme gücüne dayanarak, grevlerin olanaklı en “sakin” biçimde geçmesi için, çıkardıkları yasalarla, grevleri zapturapt altına almaya çalışmışlardır. En demokratik burjuva cumhuriyetlerinde bile, grev mücadelesi, yasalarla sınırlanmış, işçiler grevin pasif nesneleri durumuna düşürülmeye çalışılmıştır. Bu durum, bizim gibi, uzun işçi mücadelelerine sahne olmamış, hiç bir zaman burjuva anlamıyla bile demokrasinin yaşanmadığı ülkelerde, daha da açık bir biçimde kendini gösterir. Nitekim ülkemizde, grev yasası; hak grevi, dayanışma grevi, genel grev, siyasi grev gibi grev türlerini yasaklarken, sadece TİS görüşmelerinin uzlaşmazlığa varması durumundaki ekonomik grevlere izin vermektedir.
Grev tüzüğü ile ise, grev sırasında işçilerin işyeri yakınında toplu olarak bulunması bile yasaklanmıştır. Sadece kapıda iki “grev gözcüsü”nün bulunmasına izin vermektedir. Toplantı ve gösteri yapmaksa; sadece mülki amirlerin izniyle olanaklı olduğundan, grev sırasında işlerin, yasalar çerçevesinde gösteri yapması, neredeyse olanaksız olmaktadır. Bu sadece kapitalistlerin ve hükümetlerin değil, sendikacıların da çok işine geldiğinden, sendikacılar, adeta bir yasa adamı gibi, işçilerin yasalara uyup uymadığını denetlemektedir. Bu nedenle de ülkemizdeki yasal grevler, bir savaş okulu olmak bir yana, işçilerin kahve köşelerinde vakit öldürdüğü, ya da geçimini sağlamak için sağda solda gündelikli iş yaptıkları zamanlar olmaktadır.
Zonguldak grevi, bu, işe gitmeme biçimin deki grev geleneğini yıktı ve gerçek bir işçi grevinin nasıl olması gerektiğini, herkese göster di: işçiler, grevin başlamasıyla birlikte, evlerine gidip geçimlerini sağlamak için iş aramaya koyulmadı. Ya da çocuklarını alıp memleketlerine giderek grevin sona ermesini beklemediler. Tersine, direnen işvereni dize getirmek için gösteri mitinglere başladılar. Geceleri kahvelerde ve evlerde toplanıp, grevin sorunlarını, hükümet ve işverenin olası saldırılarına karşı nasıl savaşacaklarını tartıştılar. En önemlisi de grev yasası ve grev tüzüğünün sınırlamalarım, gösteri ve yürüyüşlerle ilgili yasaya aykırı davranırlarsa hangi cezaya çarptırılacaklarını düşünmediler. Mücadelelerinin gereği neyse onu yaptılar. Bu yasalar, her gün birkaç kez ihlal edildi. “Yasaların bekçisi” güvenlik güçleri ise, bu “yasa ve düzen tanımazlığı” sadece seyretmekle yetinmek zorunda kaldı. Hükümet düzeyinde, “yasaları çiğnemeyin!” gibi bir kaç cılız itiraz yükseldiyse de, işçi yığınlarının öfkeli sloganları arasında, bunları duyan olmadı.
Zonguldak mücadelesi, açıkça gösterdi ki; grevlerin birer “savaş okulu” olmasını engelleyen başlıca iki neden vardır: Sendika bürokrasisinin işçileri mücadele dışında tutma taktikleri ve grevleri zapturapt altına alarak basit bir işe gitmeme eylemine dönüştüren yasalardır, işçiler, birleşmiş güçleriyle bu engelleri bir yana ittikleri her yerde, her grev yerinin, bir Zonguldak, bir savaş okulu olmaması için hiç bir neden yoktur.

ZONGULDAK GREVİ SENDİKACILARIN YÜZÜNÜ AÇIĞA ÇIKARDI.

Zonguldak grevi, 250 bin işçinin greve hazırlandığı koşullarda patlak verdi. Dahası bir bütün olarak, bir genel grevin koşullarının her bakımdan olgunlaştığı günler yaşanıyordu. Zonguldaklı işçilerin kararlı ve mücadeleci tutumları ile tutturdukları eylem çizgisi, bütün işçi sınıfı içinde, büyük bir heyecan dalgası uyandırmıştı. Herkesin beklentisi, greve gidecek işkolları başta olmak üzere bütün işçi sınıfının, hatta diğer emekçi kesimleri de peşinden sürükleyerek, Zonguldaklı işçilerin eylemine güç katılacağı doğrultusundaydı. Hatta hükümet çevreleri de aynı gelişmeyi fark ettiği için telaş içindeydi. Ne var ki, toplumun her kesimini sarsan Zonguldak işçilerinin eylemi, sadece sendikacıları etkileyememişti.
Türk-İş üst yönetiminin de, gelişmelerden, en az hükümet kadar tedirginlik duyduğu, gelişmeler içinde açıkça ortaya çıktı. Türk-İş’in ağaları, günlerce süren toplantılarında bir tek şeyi konuştular: nasıl olur da ayağa kalkan işçilerin öfkesini kazasız belasız atlatabilirlerdi. Zonguldak eyleminin sınıfın saflarında uyandırdığı sempati ve heyecanı fark ettiklerinden, Türk-İş ağaları, Zonguldak işçilerinin mücadelesini ellerinden geldiğince görmezden geldiler. Ya da fırsat buldukça hükümet ağzıyla eleştirdiler. Eylemin bir an önce bitirilmesi için GMİS ve hükümet arasında “tarafsız arabulucu”luk yapmaya çalıştılar. Sonunda, madencilerin Mengen’den geri dönmesini tezgâhladılar. Yine aynı beceriklilikle, sınıfın genel grev talebini bir günlük “işe gitmeme” eylemiyle geçiştirmeyi başardılar! Açıkçası, grev ve genel grev kinciliği yaptılar.
Türk-İş ağalarının ne yapacağını herkes önceden biliyordu. Ama kendisine derici, devrimci sendikacı ya da Türk-İş’in ilerici muhalefeti diyen ve kulislerde, kendilerinin mücadeleci bir sendikacılık çizgisi savunduklarını, Türk-İş ağalarına muhalefet ettiklerini söyleyen, gereğinde tek başlarına olsalar bile, şalter indireceklerini iddia eden sendikacılar ne yaptı? Yaptıkları ortada: Türk-İş üst yönetiminin aldığı bir günlük işe gitmemek eylemini ufak tefek itirazlardan sonra onaylamak ve Zonguldak işçilerini “ziyaret”, yiyecek “yardımı” yapmak. Bir de tribünler görsün diye olacak Ankara yürüyüşüne sembolik katılma. Oysa Türkiye işçi sınıfının ve Zonguldaklı işçilerin onlardan beklediği bu değildi. Her şeyden önce işçi sınıfı onlardan, Türk-İş üst yönetimini adına layık bir genel grev için ciddi olarak sıkıştırmasını, ama bunu başaramazlarsa kendi sendikalarıyla bunu uygulamaya sokmayı bekliyordu. Dahası Zonguldaklı işçiler, belki her kesimden insandan küçük kişisel katkılar yapmalarından sevinirlerdi, ama sendikacılardan bekledikleri, kişi ya da küçük gruplar halinde sembolik şovlar, basına keskin demeçler vermek değildi. Onlardan bekledikleri destek, doğrudan doğruya diğer işkollarından işçilerinde şalteri indirerek sokaklara çıkmasıydı. Grevde olanların da, kendilerinin yolunu izlemesiydi. Bunların hiç birisini yerine getirmedi sendikacılar. Sonuçta bunlar da, düşünceleri “biraz” farklı da olsa, Türk-İş üst yönetiminin mücadeleyi baltalamasının aleti olmaktan ileri gidemediler.
Büyük bir olasılıkla şimdi de kulislerde, “biz gerekeni yapacaktık ama işçiler hazır değildi” edebiyatı yapıyor olmalılar. Ama buna inanacak tek bir işçi bile bulacaklarını sanmıyoruz.

ZONGULDAK GREVİ VE SINIFIN BİRLİĞİ SORUNU
Zonguldak grevi sırasında, on binlerce işçi tek bir yumruk gibi davrandı. Değişik siyasi inançtan, değişik uluslardan, değişik mezheplerden işçiler, kendi haklan için mücadele ettiler. Dinci, sosyal-demokrat, Marksist vb. partilerin yandaşları, hepsi, aynı grev komitelerinde oturup tartıştılar, ortak kararlar aldılar. Alınan karan (o anda muhalif olsalar bile), çoğunluğun kararını, hep birlikte eyleme döktüler. Bu, elbette doğruydu. Ama bu doğruluk, içinde bir çelişkiyi de taşıyordu: Çünkü bir işçinin, buyandan kendi hakları için mücadeleye atılıp işçi sınıfı mücadelesine katkıda bulunurken, öte yandan dinci, gerici burjuva partilerinin yandaşı olması bir çelişkidir. Çünkü bu burjuva partileri, eylemleriyle de açıkça ortaya koydukları gibi, tümüyle burjuvazinin çıkarlarının hizmetindedirler. Dolayısıyla da işçi sınıfının çıkarlarıyla her zaman taban tabana zıt bir konumdadırlar. Ama bu partilerin şu ya da bu biçimde yandaşı olan işçilerle, bu partiler, sınıfın mücadelesi bakımından aynı platformda değildir. Bu partilerin yandaşı işçilerin bulundukları siyasi platforma Sınıf çıkarları çelişki halindedir. Bu yüzden de işçiler, kendi talepleri için mücadele ettikleri ölçüde, bulundukları siyasi platformla çelişmeleri artacaktır. Nitekim grev öncesinde ANAP yandaşı olan işçiler bugün artık ANAP’ın yandaşı değillerdir. Sadece işçiler bile değil, bugün Zonguldak’ın ANAP İl Başkanı bile ANAP’tan ayrılmak zorunda kalmıştır. Çünkü bir iktidar partisi olarak ANAP, bir bütün olarak işçileri karşısına almak zorunda kalmıştır ve bu yüzden de, ANAP’ın yürüttüğü demagojiye bakarak ANAP’ın işçiden, emekçiden yana olduğunu sanıp onun yandaşı olan işçiler, grev sırasında gerçeği gördükleri için ANAP’ saflarını terk etmişlerdir.
Hiç kuşku yok ki; bugün de, mücadelenin ön saflarında yer alıp da DYP, SHP, RP, TBKP, SP gibi burjuva partilerinin yandaşları işçiler vardır. Bu partiler, muhalefette olmanın rahatlığı ile “işçilerden yana” demeçler vererek, işçi toplantılarına katılarak, konuşmalar yaparak, .işçiden yana oldukları görüntüsünü nispeten korudular. Bunda başlıca etken, grevin en radikal konumda bulunduğu Ankara yürüyüşü sırasında bile, ekonomik taleplerle sınırlı kalması, düzene karşı bilinçli bir yönelişe girememesiydi. Kaldı ki, bu aşamada bile, DYP, RP ve SHP yan çizdiler: hükümetle, grevi bitirmek, işçileri tekrar ocaklara sürmek için arabulma çabalarını yoğunlaştırdılar. Eğer barikatlara yönelinseydi, bu partiler de işçilerin karşısında yer almaktan geri duramayacaklardı. Mücadele daha ileri boyutlara varsaydı; kuşkusuz ki SP, TBKP gibi partilerin de çeşitli bahanelerle yan çizip karşı saflara geçmesi kaçınılmazdı. Bugünkü mücadele, sadece ANAP’ı bütünüyle tecrit etmiş görünüyor, ama diğer burjuva partileri içinde çanlar çalmaya başladı ve yakın gelecekte onlar da kendi paylarına düşeni alacaklar. Mücadele ilerledikçe işçiler, daha da bilinçlendikçe siyasi konumlarıyla sınıf konumlarının çeliştiğini daha çok fark ederek kendi sınıf partilerinin saflarında toplanmaya yöneleceklerdir.
Demek ki, işçi sınıfını birleştirmenin ön koşulu, işçileri bugün bulundukları siyasi platforma göre değerlendirerek, sadece; ilerici, devrimci işçilerle birleşmek değil, işçilerin sınıf taleplerini öne sürerek, onları bu talepler etrafında mücadeleye çekmektir. Mücadele, onların içinde bulunduğu çelişmeyi çözecek tek yoldur. Zonguldaklı işçiler, sorunu doğru ele aldıkları için, grev boyunca birliklerini korumuşlardır ve 30 Kasım öncesine göre bugün daha sağlam bir birlik içindedirler, işçilerin bu grevdeki en önemli kazanımlarından birisi de budur.
Zonguldak işçileri, bu grev eyleminin başında çelişkili de olsa, bir birlik içindeydiler. Grev süresi içinde bu birlik, bazı çelişmeleri dışlayarak, örneğin ANAP yanlısı işçilerin ANAP’tan tümüyle kopması, diğer burjuva partilerine karşı da bağlılıkları sarsılmış olarak, daha nitelikli bir birliğe ulaştı.
Ankara yürüyüşünün sona erdiriliş biçimi ve sonraki gelişmeler ise; işçilerin, Ş. Denizer etrafındaki birliklerini sarstı ve yürüyüşün bitirilip bitirilmemesi konusundaki tutumlara bağlı olarak ayrılıklar ortaya çıktı. Bu durum, kısa vadede bir “bölünme” gibi görünüyorsa da, gelecekteki birlikleri açısından, bir olumluluğun başlangıcı olarak da değerlendirilmesi gerekir. Bu tartışmalar ve önümüzdeki mücadelenin seyri içinde kuşkusuz ki bu birlik SHP, DYP, SP, TBKP, RP gibi partiler, olduğu kadarıyla onların yandaşları açısından da, bir “parçalanmaya” yol açacaktır. Ama bütün bu parçalanmalar, görünüşte olumsuz olsa bile, gerçekte sınıfın kendi talepleri ve bu taleplerin en radikal savunucusu kendi partisi etrafında birliğin oluşmasının da yolunu açacağından, sınıfın çelişkisiz, gerçek birliği için etkin bir rol oynayacaktır… Bu yüzden de, bu partilerin ve sendikacıların izlediği politikaların eleştirisi ve yaşananlardan dersler çıkarılması, tüm yığına açık bir biçimde sürdürülmek, bu çevrelerden gelebilecek “bölücülük” eleştirilerini alt etmek bir zorunluluk olarak ortaya çıkıyor. Öyle görünüyor ki, Marksist Parti ve onun yandaşlarının, yakın gelecekteki uğraşlarından birisi de bu olacaktır. Çünkü sınıf, ancak kendi pratiği içinde eğitilebilir ve yaşananlar, öğrenmek için pek çok olguyu ortaya çıkarmıştır. Sorun bu olguların işlenerek içeriklerinin herkesçe anlaşılabilecek biçimde sergilenmesidir.

ZONGULDAK GREVİNDE İŞÇİ İNSİYATİFİ
Ülkemizde, alışılagelmiş grevlerin “sükûnet” içinde geçmesinin başlıca nedenlerinden birisi de, grev mücadelesinde; grevin nasıl yürüyeceği, nasıl sonuçlandırılacağı gibi konularda, işçilere söz hakkı tanınmamasıdır. Nerede sendika ağaları bir yana itilerek, işçiler kendi tutumlarını ortaya koymuşlarsa, orada, mutlaka mücadele bir başka türlü seyretmiştir. Zonguldak bunun en açık örneği olarak ortaya çıktı.
Grev öncesinde, ne GMİS yönetiminin, ne de “kahraman” Genel başkanı’nın grevden hemen sonra başlayan mücadele ile ilgili bir planları yoktu. Tersine onlar, olağan, yasalar çerçevesinde, işçilerin işe gitmeyip görüşmelerin sonucunu bekleyecekleri bir grev tasarlıyorlardı. Ama gelişmeler, hiç de onların düşündüğü gibi olmadı: Daha ilk günden işçiler, gösterilere başladılar, miting ve yürüyüşlerle kendi istemlerini “kendi usulleri” ile savunma yoluna girdiler. Ve işçi sınıfımızın mücadele tarihinin altın sayfalarından birini yazdılar.
Gelişmelerin başında, maden işçisinden böyle bir tutum beklemeyen sendikacılar, ilk şaşkınlıktan sonra, patlayan fırtına önünde duramayacaklarını anlayınca, onunla birlikte hareket etmeyi, çıkarları için daha uygun buldular. GMİS yöneticilerinin özgeçmişlerine bakıldığında, onların var olan diğer sendikacılardan farklı bir ekolden gelmediğini görüyoruz. Onların, özellikle de Ş. Denizer’in, kamuoyunda popülerleşmesine yol açan grev mücadelesindeki tavırları, aslında onların mücadeleci sendikacılık anlayışlarının sonucu değil, yükselen işçi hareketinin onları alıp ileri itmesinden dolayıdır. Çünkü gelişmelere yakından bakıldığında görülür ki; GMİS yöneticilerinin, var olan koşullarda, sendikanın başında kalabilmek için başka seçenekleri yoktu. Ya işçilerle birlikte yürüyecekler, ya da madencinin ayakları altında kalacaklardı. Sendikacılar, “bilinçli” tutum alarak birinci yolu seçtiler. Yükselen işçi hareketinden, kendi kariyerlerini yükseltmek için de, yararlandılar. Sendikacıların, Ankara yürüyüşü sonrası tutumları, özellikle de önümüzdeki aylardaki yapacakları, onların gerçek niteliklerini daha çok açığa vuracaktır. Umalım ki, büyük şahlanışıyla Zonguldak’ı, Türkiye işçi ve emekçilerini etkileyip, değiştiren Zonguldak mücadelesi, bu mücadeleyi yakından gören Ş. Denizer ve diğer sendika yöneticilerini de değiştirmiş olsun! Bunu önümüzdeki günlerde hep birlikte göreceğiz.
Gelişmelere yakından bakıldığında, Zonguldak mücadelesinin ileri atılımına dayanak olan etkenin Ş. Denizer ya da diğer sendikacıların mücadeleci tutumları değil, işçilerin kendi talepleri uğruna birleşerek ileri atılma inisiyatifini göstermiş olmasıdır. Grev Komiteleri de bu inisiyatifin dayanağı oldu. Grevin başlangıcında, nispeten dar olan bu komiteler, ileri işçilerin önderliğinde, mücadelenin yükselmesine paralel olarak genişledi. Sendikacıların tereddüt gösterdiği her aşamada, Grev Komiteleri, onları ileriye ittiler: Daha grevin başında, Üzülmez’de, “İş, Ekmek, Özgürlük” sloganıyla gösteriyi başlatan, Kozlu ve diğer ocaklardan Zonguldak’a doğru yürüyüşe geçen işçilerin, grevin sonraki gidişatını belirlediklerini söylersek, görünenin arkasındaki gerçeği ifade etmiş oluruz. Grev Komitelerinde yer alan ileri işçiler etrafında birleşen on binlerce maden işçisi, tutumlarıyla açıkça, kendi taleplerine kendilerinin sahip çıktıklarını gösterdiler. Sendikacılar da, bir yandan işçilerin ileri atılışlarını destekleyeceklerini ve işçilerin vereceği kararlara uygun davranacaklarını söylerken, öte yandan Ş. Denizer, “Önemli konularda kararları ben veririm” diyerek kendi tutumunu ortaya koydu. Ş. Denizer’e göre, ayrıntıdaki konularda Grev Komiteleri karar verebilirlerdi, ama hayati konularda kendisi karar vermeliydi. Nitekim gelişmelerde buna uygun oldu kaderini belirleyen, Mengen’den geri dönüş kararını Ş. Denizer, belki etrafındaki birkaç kişiyle birlikte, belki de tek başına verdi. Bu bir bakıma “Ş. Denizer efsanesinin” sonunun başlangıcı da oldu. Çünkü madenci, Zonguldak’a döndürülüp “beklemeye” sokulunca, 40 gün boyunca “işçi sınıfının yeni lideri”, “geleceğin işçi lideri”, “yepyeni bir sendikacı” tipi vb. sıfatlar yakıştırılan Ş. Denizer, sıradan bir sendikacı, “ricacı” sendikacılardan birisi hali ne geliverdi. Madenci ayaktayken, bütün “önemli” işlerini bırakıp Bolu’ya görüşmeye koşan Başbakan ve Bakanlar, bu yazının yazıldığı 24 Ocak’ta O’nu Ankara’da, “Denizer’le görüşmekten daha önemli işleri” olduğu gerekçesiyle hala bekletiyorlardı.
Grev sürecine, bir bütün olarak bakıldığında; şu, açıkça görülüyor: İster grevin başlangıcında olsun, ister gösterilerin düzenlenmesi ve mitinglerde olsun, isterse Ankara yürüyüşünün başlangıcında olduğu gibi yönetimin tereddütleri karşısında olsun işçiler, hep sendikacıları ileri iten kararlar aldılar. Ve sendikacılar, buna uygun davrandıkları ölçüde kamuoyu tarafından da desteklendi. Hükümet de ister istemez sendikacıları ciddiye almak zorunda kaldı. Ama Ş. Denizer ve çevresi, ne zamanki işçi isteklerini dinlemeden, “önemli kararları kendileri vermeye” başladı, yanlışlar da artarda geldi. İşçiler, Zonguldak’a döndürüldü, Ankara’da Denizer’in burnu sürtüldü, sürtülüyor. En kötüsü de Zonguldak işçisinin mücadelesi baltalandı.
“Önemli kararları kendilerinin vermesi”, açıkça, sendikacıların işçilere güvenmediğini Grevin gösteriyordu. Ama yaşam bir kez daha kendi taleplerini savunmada işçilerin, işçiden kopmuş sendikacılardan, daha doğru kararlar aldığını gösterdi. Eğer işçilere kalsaydı, ne barikatlar ne de hükümetin alacağı diğer önlemler kendilerini durduramayacak, enkazından hükümeti dize getirinceye kadar eylemlerini sürdüreceklerdi.
Söylenenlerden ve tabii yaşananlardan şu sonuç çıkar ki; grev komitesi sadece laf olsun diye, ya da görünüşü kurtarmak için ortaya çıkan bir örgütlenme değildir. Dünya işçi sınıfı mücadelesinin de gösterdiği gibi, grev komiteleri, işçilerin en geniş çevrelerinin aralarında gönüllü olarak birleştikleri, işçilerin iradesini sendikadan daha çok yansıtan bir örgütlenmedir. Ve grev süresince de; grevin devamı ya da kaldırılmasından, grevin sürdürülüş biçimine kadar, her konuda tam yetkili olduğu ölçüde, yığınları amaçlarına götüren bir örgüttür. Bu yüzden de, sadece belirli konularda değil, ama “önemli konularda” da tam ve tek yetkili olmak durumundadır. Bu durumda Denizer, sadece, Grev Kalitesinin direktifleri doğrultusunda, sözcü olmak durumundaydı. Ne var ki Zonguldak mücadelesinde böyle olmadı, Denizer kafasına estiği gibi demeçler ve kararlar verdi. Bu ise, mücadelenin asili handikabı oldu ve yukarda sözünü ettiğimiz sonuçlara yol açtı. Burada şu unutulmamalıdır ki; kendi talepleri etrafında birleşen sınıftan daha güçlü, daha yaratıcı ve daha kararlı kimse yoktur. Zonguldak işçileri bu birliği yakaladıkları için güçlü ve mücadeleciydiler. Denizer’e olan güvenleri, onları Ankara yolundan döndürüp Zonguldak’a hapsettiği için, bugün hükümet karşısında güçsüz duruma düştüler. İnisiyatifi yeniden ele geçirdikleri ölçüde güçlenecekler, “önemli konularda kararları” sendikacılara bırakmamayı başardıkları ölçüde de amaçlarına yaklaşacaklardır.

ZONGULDAK EYLEMİ VE ÖNDERLİK SORUNU
Her kitle eyleminin az çok belirginleşmiş “bir önderliği” vardır. Ve ortaya atılan sloganlar ve amacın içeriği bu önderlik tarafından belirlenir. Hatta bu amaca varmak için uygulanan eylem biçimleri de bu önderliğin damgasını taşır. Hiç kuşkusuz ki, buradaki “bir önderlik” sözcüğü, bir soyutlamayı ifade etmektedir. Çünkü az çok politik farklılıkların işçi sınıfı içinde etkin olduğu her yerde, aslında birden çok önderlik, daha doğrusu önderlik iddiasında olan eğilimler vardır. Zonguldak eylemi de bunun istisnası değildir. Bu yüzden Zonguldak’ta da, sloganlar, eylem biçimleri ve amaçlar bu değişik etkilenmelerin sonucu olarak ortaya çıkmıştır. Bu nedenle de eylem, sınıfın kitleselliğinden, taleplerinden ve Marksistlerden etkilendiği ölçüde radikal bir çizgi izlerken, sendika yöneticilerinin manevralarından ve sınıf içindeki değişik burjuva partilerin kararsızlığından etkilendiği ölçüde de olumsuz gelişmelere sahne olmuştur.
Soruna Zonguldak eyleminin somut koşullarında bakıldığında şu açıkça söylenebilir: Marksist Parti’nin yandaşları, gerek eylemlerin başlatılmasında, gerekse çeşitli gösteri, mitinglerde etkin bir rol oynamışlar, Ankara yürüyüşünün başlatılmasında önemli katkılarda bulunmuşlardır. Ama Ankara yürüyüşünün yarıda kesilmesinde gerekli tutumu çeşitli nedenlerden dolayı, alamamışlardır. Buna karşılık, sendika yöneticileri ve değişik türden burjuva partilerin yandaşları bu eylemler sırasında bir “blok” gibi hareket ederek, arkalarından yığınların itmesi sonucu çeşitli gösterilere katılıp ilerlerken, tam bir yol ayrımı olan Mengen barikatlarında, Denizer’in kararını destekleyerek, gerçek yüzlerini açığa vurmuşlardır.
Zonguldak eyleminin gözden uzak tutulmaması gereken bir yanı da, sendika ve Denizer’in, bilinen nedenlerden dolayı, işçi kitleleri üstündeki otoritesidir. Özellikle eylemin başlarında madenciler, Denizer’e kayıtsız koşulsuz boyun eğiyorlar, onun etrafında sımsıkı birleşmiş bulunuyorlardı. “Başkan, seninle ölüme gideriz” sloganı bu dönemin içten haykırılan sloganıydı. Bu durum, işçilerin birleşmesi için, olumlu bir zemin oluştururken, sonraki gelişmeler içinde olumsuz bir rol de oynadı. Denizer’e “önemli konularda kararları” tek başına verme, Grev Komitesini devre dışı bırakma olanağı tanıdı. Sonuç olarak eylem, bir bütün olarak düşünüldüğünde, Denizer ve yakın çevresinin damgasını taşıdı. Asıl taleplerin, baştan itibaren salt ücret sorunuyla sınırlanması ve hükümetin direnmesi karşısında, işçilerin burjuva muhalefet partilerinin peşine takılmasına yol açabilecek “Özal istifa”, “Hükümet İstifa”, “Meclis istifa” gibi sloganlarla sınırlanması, sendikacıların ve burjuva partilerinin uzantılarının marifetiydi. Belirli bir aşamadan sonra, özellikle Ankara yürüyüşünün başlamasıyla, işçi sınıfının diğer kesimlerini ve tüm emekçi sınıflan birleştirip harekete geçirecek bütün halkın taleplerinin (Bu sayımızda, başka bir yazımızda, bu taleplerin neler olduğu açıklandığı için, burada bunlara ayrıca değinmiyoruz.) öne çıkarılarak eylemin sürdürülmesi bir zorunluluk olarak ortaya çıkmıştı. Ne var ki, GMİS yöneticileri ve değişik türden reformcu eğilimler, sorunu salt ücret ve benzeri hakları almakla sınırlı tutmakta ısrar ettiler ve “istenen ücret verilirse hemen eylem biter” biçimindeki açıklamalarını sürdürdüler. Bu tutum ise, “Hükümet istifa” sloganını bile boş bir laf haline getiriyordu. Nitekim Denizer, keskin nutuklarını sürdürmesine karşın, hükümetin “yürüyüşü bırakın görüşelim, yoksa görüşme olmaz” tehdidi karşısında yürüyüş Mengen’den geri döndürüldü. Denizer, Ankara’da “beklemeye” alındı.
Mücadelenin, Ankara yürüyüşünde bile, salt ekonomik taleplerle sınırlı kalması, hükümetin üstünlüğü almasının ve Zonguldaklı işçilerin yiğitçe sürdürdüğü mücadeleyi zayıflatan başlıca etkenlerden birisi oldu. Dahası, taleplerin Zonguldak sözleşmesiyle sınırlı tutulması, sınıfın diğer kesimlerinin ve emekçi sınıfların tümünün, Zonguldak’la birleşmesini zorlayacak maddi zemini de ortadan kaldırdığı için, eylemin yurt sathında yayılmamasının önemli nedenlerinden birisi olarak ortaya çıktı. Çünkü bu yazı içinde de belirttiğimiz gibi, emekçileri birleştirip ortak hareket etmeye zorlayan tek temel onların ortak talepleridir. Zonguldak eylemi ise; onca kitleselliğine, kararlığı ve mücadeleciliğine karşın, önderliğin zaafları nedeniyle, talep olarak salt Zonguldak işçilerinin talepleriyle sınırlı bir platformda ortaya çıktı ve sürdü. Gerçi varolan koşullarda eylem, kendiliğinden bir biçimde bu platformu zorladıysa da, önderliğin perspektifi hiç bir zaman madenci taleplerinin ötesine geçemedi. Kaldı ki; bazen ekonomik haklar için başlayan grevler de, eğer önderlikleri kararlı ve sınıfın ideolojisiyle donanmışsa; önlerine dikilen her engeli aşarak ilerleyebilir. Ama GMİS yöneticileri hiçbir zaman mücadelenin gerektirdiği kararlılığı gösteremediler, hep uzlaşmacı bir tutum takındılar. Dahası; en azından Ankara yürüyüşünden itibaren talepler, artık bir TİS uyuşmazlığı ile sınırlı tutulamazdı, işçi sınıfının ve bütün halkın acil taleplerinden hiç olmazsa bazılarını kapsayarak ilerleyen bir temel üstünde yükselmek zorundaydı.
Zonguldak mücadelesi de, dünya işçi sınıfı mücadelesinin gösterdiği şu gerçeği bir kez daha yineledi: Yığınların, şu veya bu sloganı atıyor olmaları, eğer bu sloganların içeriklerini anlayıp ona uygun amaçlar taşımıyorlarsa, çok da önemli değildir. Nitekim Zonguldaklı işçiler, kendi ekonomik amaçlarını aşan birçok slogan attılar. Ama aslında hareket ettikleri teine! TÎS amaçlarını aşamadığı için, sendikacılar onları Mengen’den geri döndürüp Zonguldak’a hapsedebildi.
Yine Zonguldak mücadelesi, dünya işçi sınıfı mücadelesinin gösterdiği bir gerçeği daha yineledi: Sınıf sendikacısı olmayan reformcu sendikacıların, yığınların ileri itmesiyle bir miktar ilerlediklerini, ama mücadelenin boyutları büyüyüp düzeni hedefler bir konum kazandığında, korkuya kapılıp mücadeleyi boğmak için bir takım taktiklere başvurmaktan geri kalmadıklarını gösterdi. Reformcu sendikacılara bu tür manevra olanaklarını sağlayan ise sınıf partisinin yükselen harekete müdahalesinin reformcuları mücadelenin dışına itecek kadar etkin bir biçimde kendisini hissettirememesidir.
Demek ki; Zonguldak mücadelesinde asıl sorun, ona “önderlik eden”lerin eğiliminin işçi sınıfının nihai çıkarlarını savunmaktan uzak, reformcu sendikacılar olmasıdır. Ve tabi çeşitli türden burjuva siyasi eğilimlerin sınıf içinde, onu geriye çekmek için oynadıkları roldür. Bunlar, sınıf hareketini ne kadar övgü dizerlerse dizsinler, ne kadar hamasi nutuklar atarlarsa atsınlar, mücadelenin onların amaçlarını aştığı anda, yığınların önünde bir barikat haline gelirler. Zonguldak’ta da olan bundan başka bir şey değildir.
Hiç kuşkusuz ki; önümüzdeki günler ve aylar, Zonguldak mücadelesinin tartışılıp dersler çıkarıldığı, yanlışlar ve doğruların kaynaklarının bulunmaya çalışıldığı aylar ve yıllar olacaktır. Başka şeylerin yanı sıra, bu, mücadelenin deneyimine yöneliş, burjuva siyasi ve sendikal eğilimlerle sınıfın ayrışmasının, yeni mücadelenin eskisinin olumlu mirası temelinde yükselişinin günleri ve aylan da olacaktır. Sınıf kendi partisinin önderliğine daha açık bir biçimde ihtiyaç duyacak, devrimci ajitasyona açık olacaktır. Burada, sınıf partisinin ve onun sınıf içindeki uzantısının rolü, en az gösteri ve grevlerdeki kadar önem taşıyacaktır. Önümüzdeki günlerin ve yılların hangi büyük mücadelelere gebe olduğu düşünülürse, Zonguldak mücadelesi ancak tarihsel bir dönemeç olarak anılacaktır. Bu yüzden de “Zonguldak’ta (ve tabi Türkiye’de) mücadele bitmiyor, yeni başladı” demek doğru olacaktır. Her şey sınıfın partisinin lehinedir. Yeter ki koşulların gerektirdiği biçimde davranılabilsin.

ZONGULDAK ARTIK “ZONGULDAK” DEĞİL

150 yıla yaklaşan tarihiyle “Zonguldak”, ülkemizin en eski sanayi kentidir. Maden ocakları, açılmasından başlayarak, ülke ekonomisinin en önemli kaynaklarından biri olmuştur. 19. yüzyılda, uzun yıllar boyunca, ocaklarda yaratılan değer, Osmanlı feodalleri ve Avrupalı emperyalistler tarafından talan edilirken, işçiler, en ilkel koşullar altında çalışmaya zorlanmıştır. Her türden hak arama ve örgütlenme özgürlüğünden yoksun olan işçiler, kimi zaman savaş bahane edilerek, kimi zaman çıkarılan özel yasalarla, sözcüğün gerçek anlamıyla “zor” altında çalıştırılmışlardır. Cumhuriyet sonrasında da durum çok değişmemiş, işçiler, sendikal haklardan ve iş güvenliğinden tümüyle yoksun olarak, vahşi kapitalist çalışma koşullarında üretime zorlanmışlardır. Sendikaların kurulması ve TİS hakkının elde edilmesi de, işçilerin yaşama ve çalışma koşullarında fazla bir değişikliğe yol açmamıştır. Ancak hükümetlerin. keyifleri ölçüsünde teknolojik yenilikler yapılmış, ardı arkası gelmeyen iş cinayetleri sürüp gelmiştir. 1963 sonrasında da yetkili sendika olarak GMİS, işçileri tümüyle sendikal mücadele alanının dışına iterek, her TİS dönemini alçakça bir satışla sonuçlandırmayı başarı olarak göstermekle yetinmiştir. 1965 ve 1968’deki işçilerin iki büyük öfke patlaması sayılmazsa; Zonguldak madencileri, 30 Kasım’da başlayan greve kadar, hak mücadelesinde hiç bir zaman bir taraf olarak yer alamamıştı
Bütün bu yakın tarihi boyunca Zonguldak, yeraltı kaynakları talan edilip metropollere taşınan, bu yüzden de bugün “İkinci dereceden kalkınmada öncelikli” yöreler içinde yer alan bir kent olmuştur. Zonguldaklı madenciler de, iş güvenliği olmayan, yüz yıl öncesinin teknolojisiyle üretim yapılan kömür ocaklarında, ortaçağ kölelerinin koşullarında, açlık sınırında bir sefalet içinde yaşamaya mahkûm edilmiştir.
30 Kasım’da patlayan öfke, başka şeylerin yanı sıra, bu tarihsel birikime de bir başkaldırı olmuş; maden işçileri, kendi yaşama koşullarıyla olduğu kadar, maden ocaklarındaki berbat çalışma koşullarıyla da kamuoyu gündemine oturmuştur.
On binlerce işçinin çalıştığı maden ocakları, uzun tarihi içinde Zonguldak’ın ekonomik ve sosyal yaşamını da biçimlendiren, dahası ona can veren başlıca etken olmuştur. Bu durum, kent halkının büyük bir çoğunluğuna, yaşamlarının madencilerin yaşamıyla dolaysız bir etkileşim içinde olduğu bilincini yerleştirmiştir. İşte, 30 Kasım’da başlayan grevin bir halk hareketine dönüşmesinin altında bu maddi koşullar yatmaktadır. Daha grev başlamadan önce, kentteki bütün emekçiler de, madenciler gibi kaynaşma içindeydi. Bu kaynaşma, grevin ve gösterilerin başlamasıyla hat safhaya çıktı. “Düzenin direği” olarak, gelmiş geçmiş bütün iktidarların pohpohladıkları esnaflar, sadece işçilere ekmek dağıtarak, sınırsız kredi açarak değil, yüzyılların uyuşukluğunu atarak işçi gösterilerine katılmak, meydanlarda sloganlar atmak, kepenk kapatmak gibi “kendisine yakışmayan” eylemler içine girdi. Esnaflar, işçilerin birleşmiş gücünde kendi kurtuluşunun da dayanağını hissederek işçi eylemiyle birleşmeye çalıştı. Belediye işçileri, madencilerle sınıf kardeşliği bilinciyle birleşerek grev ve gösteriler boyunca madenci eyleminin sürekli destekçileri oldular. Memurlar, mühendisler, avukatlar, öğretmenler vb. kesimler de çeşidi biçimde işçi eylemine katılırken, kendi alanlarında da işçi eylemine destek verdiler. Çocuklar bile sokaklara döküldü: gösteri ve mitinglerde kendi pankartlarını taşıyarak yer aldılar. Evet, Zonguldak’ta bütün toplumsal kategoriler işçi eylemiyle birleşti. Ama kadınlar, kendilerinden ayrıca söz etmemizi gerektiren bir başkaldırı içindeydi. Miting ve gösterilere katılmaktaki çabalarıyla değil sadece, bin yılların geleneklerini ayaklar altına almalarıyla da cesaretlerini ortaya koydular. Onlar, sokaklara dökülerek, sadece kocalarının taleplerini haykırmadılar. Zonguldak gibi ülkenin en “kapalı” yöresinde, gelenek ve İslam’ın kurallarını ayaklar altına alarak, emekçi kadınların kurtuluşunun yolunu da gösterdiler. Bazen kendilerinin gösteriyi engellemeye çalışan kocalarını dinlemeyip gösterilerin ön safında yer alarak, bazen gösterilere katılmayan erkeklerin sığınağı olan kahveleri “basıp” erkekleri gösterilere katılmaya zorlayarak, bazen yürüyüşü bırakıp gelen kocalarına kapıyı açmayıp, “bu eve gireceksen önce Ankara yürüyüşünü tamamlamalısın” diye onları tekrar yürüyüş saflarına katarak, bazen de; Ankara yürüyüşünün üçüncü gününde olduğu gibi, kendilerini geri dönmeye zorlayan sendikacıların üstüne yürüyerek, Zonguldaklı kadınlar, yasal “kadın statüsü” karşısına kendi statüsünü koymayı başardı. Artık Zonguldak’ta kadın, ne “erkeğin elinin kiri” ne de “saçı uzun aklı kısa eksik etek”tir. Zonguldak’ta kadınlar, olağan gelişme içinde yüzyılda elde edemeyeceği, hiç bir yasanın kendisine sağlayamayacağı bir özgürlük, yeni bir toplumsal statü kazanmıştır. Daha önce kadınların giremediği kahveler bile, grev süresince, kadınların da oturup mücadelenin sorunlarını tartıştıkları mekânlar olmuştur. Hiç kimse de kadınların bu tür yerlere gelip oturmasını yadırgamamış, kimse onları “taciz” etmeyi denememiştir. Belki böyle bir şey kimsenin aklına bile gelmemiştir. Çünkü kadınlar bunları ne yasayla, ne de zorlama “kampanyalar”la değil, bileklerinin gücüyle kazanmışlardır. Grevin sonucu ne olursa olsun, Zonguldaklı kadınlar, kendi özgürlüklerine giden yolun ne olduğunu görmüşlerdir. Bunu sadece kendileri görmemişler, bütün emekçi kadınlara da göstermişlerdir.
Zonguldaklı kadın ve erkek emekçilerin, işçi eylemine katılışı, sadece biçimsel olarak gösteri ve yürüyüşlere katılmakla sınırlı kalmamıştır. Grev boyunca, sorunlar ve hükümetin politikaları, kahvelerden işyerlerine, devlet dairelerine, okullara ve camilere kadar, “politikanın girmesi yasaklanmış”, her yerde tartışılmış, Zonguldaklı emekçiler bu tartışmalara bir taraf olarak katılmışlardır. Dahası, işçiler başta olmak üzere bütün emekçiler, ellerindeki her şeyi birbiriyle paylaşmaktan çekinmedikleri gibi, büyük yürüyüş sırasında bu paylaşım hat safhaya çıkmıştır. Yürüyüşe katılan ailelerin çocuklarına, katılamayanlar evlerini açmış, pek çok evde ortak kazanlar kaynatılarak, Ankara yolundaki kadın ve erkek yürüyüşçülerin, gözlerinin arkada kalmaması için her şey yapılmıştır. “Emekçinin dostu emekçidir” düşüncesi yaşanarak da öğrenilmiştir.
Artık Zonguldak işçisi, on yılların biriktirdiği sorunlar karşısında aciz, kaderine boyun eğip, burjuvazinin gönlünden kopanla yetinen “uysal” işçi değildir. Kendi gücünün bilincine varmış, hakları için başkaldırmanın zorunluluğuna inanmış bir işçidir.
Artık Zonguldak esnafı, çeşitli türden burjuva partilerine yaranarak çıkar sağlayacağını uman bir esnaf değildir. Kaderinin işçi sınıfıyla bağlı olduğunu, savaşçı, hükümete ve devlete kafa tutacak kadar güçlü dostları olduğunu fark eden bir esnaftır.
Artık Zonguldaklı memurlar, mühendisler, öğretmenler vb. görevliler, egemen sınıfların baskı ve zulmüne karşı savaşacak yetenekte işçilerle yan yana oldukları için daha güvenlidirler.
Artık Zonguldaklı kadınlar, kadere ve geleneklere boyun eğen 30 Kasım öncesinin kadınları değildir. Ev köleliği ve baskılardan kurtuluşun yolunu görmüş olmanın verdiği güvenle, işçi sınıfı ile kol kola girmiş kadınlardır.
Zonguldak eyleminin, sadece Zonguldak’ı değiştirdiğini söylemekle yerinirsek, bu Zonguldak işçilerine haksızlık olur. Zonguldak’la aynı ölçüde olmasa da, Zonguldak eylemi, bütün Türkiye emekçilerini sarsmış, özellikle de işçi sınıfımız için mücadele yolunu genişletmiştir. Grevin sonucu ne olursa olsun, Zonguldaklı işçilerin mücadeleciliği, kararlığı, cesareti, bundan sonraki işçi eylemlerinde izlenmek üzere, işçi sınıfımızın bilincine kazınmıştır. Bu yüzden de, “Türkiye işçi sınıfı da 30 Kasım’dan önceki işçi sınıfı değildir” dersek, bir abartma yapmamış oluruz.


EK: 1
Teorik Mücadele Alanında Yol Ayrımı

Proletaryanın kendi bağımsız eylemiyle tarih sahnesine çıkması ve Marksizm’in, proletaryanın tarihsel devrimci misyonunu açıklamasından bu yana; proletarya mücadelesinin gerilediği her dönemde, burjuva ideologları ve sözde Marksist çevreler, hep aynı teraneleri yinelediler: artık proletarya eski devrimci niteliklerini yitirmiştir, devrime önderlik etmesinin koşulları yoktur, devrime ancak işçi sınıfı ideolojisini benimsemiş küçük burjuva aydınları önderlik edebilir, gençlik en devrimci toplumsal kategoridir, köylülük devrimin temel gücüdür vb. vb!
1960’lardan başlayarak, bir ayağı Maoculuk, bir ayağı Latin Amerika’nın çeşitli küçük burjuva ihtilalci eğilimlerinde olan ülkemiz devrimcileri de bu doğrultuda tezler geliştirdiler. Kaypakkaya, işçi sınıfını küçümseyip köylülüğü yücelten bir tez geliştirirken, M. Çayan, “Kesintisiz Devrim”inde işçi sınıfının “ideolojik önderliğinde, bir “öncü savaş” kuramını formüle etti. Kruşçevizm ve Euro-komünizmin etkisindeki TİP ise; yine, “işçi sınıfının artık devrimci niteliklerini yitirdiği” tezinden kalkarak, parlamentarizmi “sosyalizme giden” tek yol olarak ilan etti.
Görünüşte bu eğilimler, birbirlerine çok karşıt bir pozisyonda gibiydiler, ama gerçekte hepsinin kalktığı temel aynıydı: proletarya, Marksizm’in tanımladığı tarihsel misyonunu yerine getirecek nitelikleri yitirmiştir, artık devrime önderlik ederek onu başarıya götürecek bir güç değildir!
1960’lı yıllarda, prestij kazanan ulusal kurtuluş mücadeleleri ve gençlik eylemleri, bu türden kuramların yaygınlaşmasına yardım etti. Ülkemizde de durum, çok farklı değildi ve gençlik hareketine paralel yükselen bir işçi sınıfı hareketi varsa da, gençlik hareketi, 1960’lı ve 1970’li yıllar boyunca, gündemin ön sıralarını tutmaya devam etmişti.
1980’lerin ortalarından itibaren, ülkemizde, bu durum değişmeye başladı. Özellikle 1987’den itibaren, işçi sınıfımız toplumsal gündemde ağırlığını hissettirmeye başladı. 1988 ve 1989’daki “Bahar Eylemleri”yle birlikte de işçi sınıfı, toplumsal mücadelenin en başına oturdu. Zonguldak, işte bu olumlu gelişmenin, taçlanması oldu. Ve toplumumuzda büyük bir sarsıntıya yol açtı.
Tarihte; büyük ve toplumda sarsıntılarına yol açan işçi eylemleri, her zaman, sadece pratikte bir takım sonuçlara yol açmamış, aynı zamanda teoride de, yeni gelişmelere, “olağan dönemlerde” oluşturulan “kuramların” da gözden geçirilmesine yol açmıştır. İşte Zonguldak eylemi, ortaya çıktığı koşulların da etkisiyle, sadece pratik-siyasi mücadele açısından değil, teoride de, işçi sınıfını küçümseyen kuramları yol ayırımına getirmiştir.
Elbette burada; artık, ne işçi sınıfıyla, ne de devrimle ekonomik-siyasi mücadele alanında bile bir bağı kalmamış, emekçi sınıflarla bütün köprüleri atan TBKP vb. gibilere, söyleyecek bir şey yoktur. Ama devrimci olma, kapitalizmi yıkıp sosyalizmi kurma iddiasındaki siyasi eğilimlerin, sadece Zonguldaklı işçilerin eylemlerine övgü dizmekle yetinmelerinin ciddiye alınacak bir yanı da yoktur. Tersine onlar için, bugün yapılması gereken ilk iş; o, “dokunulmaz” saydıkları, “Kesintisiz Devrini’ ve “Kaypakkayacılık”ı, Zonguldak eylemi için yaptıkları saptamalar ışığında gözden geçirmektir. Açıkça ya da üstü örtülü bir biçimde, İşçi sınıfının kapitalizme bağlandığı” tespitine dayanan; “öncü savaş”, “İdeolojik önderlik”, “kırlardan şehirleri kuşatma”, “köylülüğün temel güç” olduğu, biçimindeki formülasyonları artık terk etmek durumundadırlar.
Ülkemiz işçi sınıfı mücadelesinin, son yıllarda yaptığı atılımın, Zonguldak örneğinde dışavurumuyla ortaya çıkan devrimci nitelikleri; bu türden, sınıfı küçümseyen teorilerin çelişkilerini de gözler önüne sermiştir. Bu çelişme, görmezden gelindiği ölçüde, şiddetlenecek, siyasi alanda hala devrimci konumda bulunan, bu siyasi eğilimlerin yozlaşıp genelleşmesine yol açacaktır. Çünkü teori, toplumsal pratikle uygun düştüğü ölçüde gelişip ilerlemenin yol göstericisi olurken, pratikle çeliştiği ölçüde de yozlaşma ve çürümenin kaynağı olur.
Zonguldak eylemi, teoride işçi sınıf ini küçümseyen, pratikte ihmal edenler için; teorik ve pratik konumlarını gözden geçirme fırsatı yaratmıştır. Bu fırsatı olumlu biçimde değerlendirenler, ilerleyeceklerdir. Küçük burjuva mevzilerinde direnenlerse; lafta ne kadar “devrimci” formülasyonları yineleseler de, pratikte bugünkü siyasi konumlarında bile kalamayacak, teorilerinin gerektirdiği gibi, niyetlerinden bağımsız olarak işçi sınıfına karşıt bir zemine sürükleneceklerdir, işçi sınıfımızın bugün kazandığı toplumsal pozisyon, bu tür eğilimleri, duraksama gösteremeyecekleri bir yol ayrımına getirmiştir.

EK: 2
MADENCİLERİN ATTIĞI SLOGANLARDAN BAZILARI

Savul sermaye, işçiler geliyor!
Demokrasi dediler, barikatlar kurdular!
Burası Türkiye, İsrail değil!
İşçiler el ele genel greve!
İşçi esnaf el ele genel greve!
İşçiler burada, Şevket nerede!
Direndik direneceğiz!
Özal bizden aldın, davulcuya verdin!
Muzaffer bir Türkiye, madencinin sesiyle!
Şevket tu kaka madenci çok yaşa!
Türkiye Özal’ın değil!
Çankaya istifa!
Çankaya’nın şişmanı, işçilerin düşmanı!
İşçiler birleşin, iktidara yerleşin!
Türkiye’nin sınırı Bolu’da mı!
Tanklarıyla, toplarıyla gelseler bile, engeller vız gelir madencilere!
Madencinin sesine kulak versin Türkiye!
İş Ekmek Özgürlük!
Geliyoruz zincirleri kıra kıra hey, iktidarın kafasına vura vura hey!
Adana’nın yolları taştan, Özal sen çıkardın işçileri baştan!
Yar saçların lüle lüle, Özal sana güle güle!
İşçiyiz haklıyız kazanacağız!
Özal mı, Saddam mı ayıramadık!
Körfez krizi Mengen’de değil!
Demokrasi dersi veriyoruz!
Hakları uğruna tutuklandılar!
Canları almadan gitmeyeceğiz!
İşkencecilerden hesap sorulsun!
Asker kışlaya!
Mücadele sürecek, barikatlar yıkılacak!
İşçiyiz, haklıyız, kazanacağız!
Direniş bitmedi, bitmeyecek!
Demokrasi yolumuz, ölüm olsa sonumuz!
Diktatör Özal, ülkeyi terk et!
İşçilerden aldılar, barikatlar kurdular!
Özal, seninle savaşacağız, dimdik ayaktayız!
İktidarı yenecek, madencinin onuru!
Başkan canların dimdik ayakta!
Ölmek var, dönmek yok!
Madenci savaşa gitmeyecek!
Savaş değil hak istiyoruz!
Madencinin savaşı, Özal ile birlikte!
Baskılar bizi yıldıramaz!
TRT onların meydanlar bizim!
Gözaltındakiler bırakılsın!
Yağmur yağsa da kıyamet kopsa da yürüyeceğiz!
Emeğe saygı, sömürüye sön!
Tasarruf dediler, paramızı yediler!
Zam, zulüm, işkence; işte iktidar!
Başkan, canların işkencede!
Başkan canların seni bekliyor, zindanlarda!
Başkan seninle ölüme gideriz!
Meclis istifa!
DGM yapısı, işkence kapısı!
Kahrolsun padişah ve kuklaları!
Hükümet sen yasa yapamazsın!

Şubat 1991

Yorumlar kapatıldı.

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑