Zonguldak Direnişi gereksindiği sayısızca destekten sadece birini yeterince aldı; bütün Sol çevrelerin sayfalara sığmaz övgüsünü. Bazıları, Zonguldak Direnişini övmekle yetinirken, bazıları da dışarıdan “Şunlar yapılmalıydı, şunlar da yapılmalıdır” gibi görevler saptadılar; ama bu görevlerin kimler tarafından yapılacağını açıkta bıraktılar. Bazılarında ise Zonguldak övgüsü, açıkça bir yaltaklanmaya dönüştü, öyle ki, işçilerin “Asker-polis kardeşimizdir” sözlerini, işçilerin “düşmanın güçlerini bölme” taktiği olarak yorumlamak kadar (1), aynı cümleden olmak üzere, “bugün bir işçi partisi sorunuyla karşı karşıya değiliz” diyen Denizer’den ısrarla ‘işçi partisinin’ başına geçmesini istemeye kadar. (2)
Zonguldak Direnişi, Türkiye işçi sınıfı tarihinin en önemli direnişlerinden birisi, belki de birincisidir. Bütün övgülere değer. Fakat iş sadece övgü ile sınırlı kalırsa; övgü, objektif bir değerlendirmeyi gölgelerse, övgünün bir değeri olmaz.
Zonguldak Direnişi ‘dışarıda olanların’ sadece tespit ve öngörülerini, sınıf içinde çalışanların ise birincisiyle birlikte sınıf içindeki etkilerini, çağrılarının hayata geçme derecesini sınavdan geçirmiştir. Sınıfa karşı sorumlu gerçek Marksist-Leninist bir partinin yapması gereken, hareketin objektif değerlendirmesini yapmak, hareketin dayattığı görevler üzerine kafa yormaktır, yoksa kendiliğinden hareket önünde secdeye kapanıp yeni bir hareket başlayana kadar eskisini övmekle yetinmek değil.
“Yığın hareketinin çok önemli bir olay olduğu tartışma götürmez. Ama sorunun özü, yığınsal işçi hareketinin ‘görevleri belirleyeceği’ sözünün nasıl anlaşılacağıdır. Bu, iki şekilde yorumlanabilir. Bu, ya bu hareketin kendiliğindenliği önünde boyun eğmek, yani sosyal-demokrasinin rolünü işçi hareketine tabi duruma indirgemektir (ki, Raboçaya Mysıl, Öz Kurtuluş Grubu ve öteki Ekonomistler bunu böyle yorumlamaktadırlar), ya da bu, yığın hareketinin karşımıza yeni teorik, siyasal ve örgütsel görevler, yığın hareketinin ortaya çıkmasından önceki dönemde bizim için doyurucu olabilecekken çok daha karmaşık görevler çıkardığı anlamına gelmektedir.” (3)
Değerlendirmeyi bütün yönleriyle yapmak ve yeni görevler saptamak, ML partinin görevidir. Biz Özgürlük Dünyası olarak Zonguldak’ı kapsamlı olarak değerlendirmekle yetineceğiz. Bundan önceki sayfalarda geniş bir Zonguldak değerlendirmesi bulacaksınız. Bu yazı kapsamında da hareketin kendiliğindenliği ve bilinç unsuru üzerinde duracağız.
Zonguldak Direnişi Kendiliğinden Siyasi Bir Harekettir
Zonguldak grevinin belirleyici özelliği, siyasi bir halk hareketine dönüşmüş olmasıdır. Grevin başlangıç nedeni, ekonomik taleplerdir. Kuşkusuz bitmesi de, ekonomik taleplerin karşılanmasına bağlıdır. Buna rağmen, grev, derin bir siyasi içerik taşımaktadır. Her işçi hareketinin son tahlilde siyasi bir muhteva taşımasından fazla olarak, greve siyasal nitelik kazandıran iki etken grubundan söz edebiliriz. Birincisi, işyerinin devlete bağlı olması, kamu ve özel kesim işverenlerinin işçi sınıfının ‘burnunu sürtmek’ amacıyla yaptıkları anlaşmalar ve aldıkları sınıf tavrı, cumhurbaşkanı ve hükümetinin açıkça işçilerin karşısında tavır alışı. İkincisi, birleşmiş burjuvazi karşısında kararlı bir şekilde yürütülen grevin siyasi olmasından ayrı olarak eylem sürecinde dile getirilen talep ve sloganların apaçık politik niteliği.
Grev, işçilerle sınırlı kalmamış, bütün Zonguldak emekçilerinin katılımı ile bölgesel bir halk hareketi özelliği kazanmıştır. Önce kentin sokaklarına, sonra kenti Ankara’ya bağlayan karayoluna dökülen on binler, Özal’ı ve hükümetini, onların savaş politikalarım protesto eden, kısacası doğruca Özal ve hükümetin yıkılmasını gündeme getiren sloganlar haykırmışlardır. Bu, işçilerin bilincindeki önemli bir gelişmenin göstergesidir.
Fakat tüm bu olumlu özelliklerine rağmen Zonguldak Direnişi, işçi sınıfının kendisi için siyasal eylemi düzeyine yükselememiştir. Ekonomik talepten yola çıkan Zonguldak grevi, kendiliğinden siyasi hareket düzeyine çıkmış ama sosyalist siyasal hareket olamamıştır.
Niçin?
Çünkü bir hareketin sosyalist siyasal hareket sayıla-bilmesi için tek tek kapitalistlere değil, kapitalist sınıfın devletine karşı açık bir mücadeleye girişmesi, proletaryanın egemen sınıf olarak örgütlenme mücadelesinin bir parçası olması, işçi sınıfının devrimci komünist partisi tarafından yönetilmesi gerekir. İşçi sınıfının siyasal öncüsünün planlı faaliyetinin, strateji ve taktiğinin parçası olmayan hiç bir hareket, sosyalist siyasal hareket olamaz. Bazen proletaryanın öncü partisi tarafından yönetilmeyen hareketler de devletle çatışmaya dönüşebilir. Ama bu hareket, karşısında ayaklandığı devletin yerine proletaryanın egemen sınıf olarak örgütlendiği bir devlet kuramaz. Proletarya partisi tarafından yönetilmeyen hareket, bulanık bir hedefe karşı girişilen kör bir dövüşe benzer.
Zonguldak grevi yukarıda saydığımız özelliklere uygun bir hareket değildir. Harekete damgasını vuran politika, işçi sınıfı öncüsünün politikası değil, sendika yönetiminin çeşitli burjuva muhalefet partilerinin etkisi altında şekillenen politikasıdır. Devrimci komünist partisinin varlığı ve çalışmaları, birçok olumlu kararın alınabilmesi ve eylemin ileri taşınabilmesi için etkili olmuş, fakat sonuçta belirleyici olamayan bir bileşen olarak kalmıştır.
Bu tespitin birçok ‘sosyalist’i öfkeyle ayağa kaldıracağını biliyoruz. Diyecekleri şudur: “İçinde olmadığınız harekete kendiliğinden diyorsunuz, sizin Marksist dediğiniz parti yoksa hareket niçin kendiliğinden olsun?” (4)
Evet, iddia ediyoruz, ML Partinin yönetmediği hiç bir hareket sosyalist siyasal bir içerik taşıyamaz. İşçilerin kapitalizmin uygulamalarına karşı nefret duygulan, ML parti tarafından yönlendirilmedikçe burjuva çerçeveyi zorlasa bile o çerçeve içinde bir hareket olmaktan öteye gidemeyecektir. Sosyalist siyasal yönelim, işçilerin kendi deneyleriyle ve sezgileriyle sahip olamayacakları bir şeydir. Burjuvazinin çeşitli katmanlarının temsilcisi olan partiler, sosyalizm renkleri taşısalar da, buna yol açamayacağına göre, sosyalist bilinç ancak proletarya partisi tarafından verilebilir. Elbette ki, açıklamamızı tek başına “ML partinin damgasını taşımıyor, o halde sosyalist siyasal hareket değildir” savunusuna dayandırmıyoruz. Partinin rolü, işçilere kendisi için sınıf “olma bilincini kazandırmak, eyleme sosyalist yönelim kazandırmaktır. Hareketin böyle bir yönelimi taşıyıp taşımadığına bakarak da aynı sonuca varmak mümkündür.
En başta, eylemin kalkış noktası ekonomik talepler olmuş, önderlik tarafından bitirilmesi de bu talebin, ücret talebinin karşılanmasına bağlanmıştır. 3 Ocak yaklaşırken, Denizer, hükümetin tavrı konusunda iyimser mesajlar yaymıştır. Bütün gözler madenciye çevrilmişken, en olmadık zamanlarda işverenle görüşmeye oturulmuştur. Fakat sendika, her defasında madencinin güçlü kolları tarafından itilmiştir. Denizer’in en çarpıcı özelliği, tabanın yönelimlerini çok iyi hesaplayarak, hareketin kendini aşmaması için tavır almasını bilmesi olmuştur. Elbette ki sık sık on yıllık ekonomik program eleştirilmiş/bu arada madenlerin yönetimine talip olunmuştur. Fakat bu politikanın bırakalım burjuvazinin alt katmanlarını, doğrudan parlamenter muhalefet tarafından savunulan bir politika olduğu malumdur. Yani Denizer, siyaset yapmıştır, fakat düzen içi bir siyaset sendika yönetiminin politikası, proletaryanın uzun erimli programının ve planlı faaliyetinin bir parçası olmadığı gibi, sınıf hareketinin o an ihtiyaç duyduğu taktik çizginin de dışına düşmüştür. Bütün TİS görüşmeleri tıkanmış, 3 Ocak eyleminin kaderi Ankara yürüyüşüne bağlanmışken, Denizer, hükümetin tavrı konusunda ‘iyimserliğini’ belirtmiştir. İşçilerin yoluna barikat kurulmuşken, “istediğimiz parayı verirlerse bitiririz” demiş, yürüyüşü de ‘devletle karşı karşıya gelmemek’ gerekçesiyle bitirmiştir.
Savunulan talepler ve dile getirilen sloganlar, hükümete karşı derin bir politik karşıtlığı ifade etmekle birlikte, devleti tüm kurumlarıyla bir bütün olarak hedefleyememiş, bu bakımdan eksik kalmıştır. İşçilerin kendiliğinden ürettikleri, ya da sendika yönetimi ve reformcu akımlar tarafından gündeme sokulan sloganlar, işçilerin yönetenlere duydukları kendiliğinden öfkenin bir ifadesi olabilmiş, fakat planlı, sosyalist yönelimli bir hareketi ifade etmekten geri kalmıştır. Özal/Hükümet/Meclis (5)’ istifa, Zonguldak Özal’a mezar olacak gibi sloganlar bu türden sloganlardır. İktidara alternatif olarak atılan sloganlar ise: Özal gidecek dertler bitecek, Ölüm olsa sonumuz demokrasi yolumuz, Madencinin onuru iktidarı yenecek, Sömürüye son ve (seyrek olarak da) İşçiler birleşin iktidara yerleşin gibi sloganlardır. Bu sloganların bir bütün olarak kapitalist sistemi hedefleyen, onların siyasal egemenlik sistemi olarak ordusu, polisi, bürokrasisi ile devlet aygıtını hedefleyen sloganlarla bir üst aşamaya yükseltilmesi gerekirdi. Burada iki noktanın önemle vurgulanması gerekiyor. Birincisi, sloganlar işçilerce gerçek içeriği kavranmadan anlıyorsa, sloganların sosyalist içeriği işçilerin bilincini doğruca sosyalist bilinç düzeyine yükseltmez. İkincisi, Sloganların sadece varolanı, kapitalizmi eleştirmekle sınırlı kalması yine sosyalist bilincin tam bir ifadesi olamaz; eleştirilen sistemin yerine sosyalizmin açık bir şekilde konması gerekir. Zonguldak’ta ablan sloganlar ve öne çıkarılan talepler bu yönüyle de eksik kalmıştır. Çeşitli reformcu akımların dillerine pelesenk ettikleri İşçiler birleşin iktidara yerleşin sloganı, isçilerin iktidar alternatiflerinin ifadesi değildir; oldukça bulanık, zayıf bir iktidar vurgusuna sahiptir. Unutmamak gerekir ki, aslolan sloganın içeriğidir yoksa kimler tarafından keşfedilip attırıldığı değil. Örneğin ML partinin gündeme soktuğu İş-Ekmek-Özgürlük sloganı bütün direniş boyunca pankart olarak taşındı. Buradan, işçiler bu sloganı atmakla ML partinin önderliğini kavradı gibi bir sonuç çıkarmak yanlış olur.
İşçilerin en güzel ve anlamlı sloganları kuşku yok ki mücadeledeki cesaret ve karalılıklarını ifade eden sloganlar. İşçilerin doğrudan doğruya ürettiği ölmek var dönmek yok, gemileri yaktık geri dönüş yok gibi sloganlar, sınıfın mücadeledeki kararlılığının, öfke ve coşkusunun en özlü ifadesini oluşturuyor. Çünkü işçi sınıfı, sendikal alana, burjuva ideolojisiyle Sulandırılmış bir alana hapsedilmişken, partisi olmaksızın kapitalizmi yıkmanın bilgisine ulaşamaz ama devrimci kararlılığını, direşkenliğini pekala ifade edebilir.
Eylem günleri ilerledikçe, politik niteliğinin daha da belirginleştiği, burjuva muhalefet partilerin ilgiyi kaybettikleri gözlenen bir gerçektir. Özellikle yürüyüşün polis-jandarma barikatına dayandığı Mengen’de devletin niteliğini ortaya seren sloganlar dikkat çekicidir: Başkan canların kelepçede/işkencede, Tanklarıyla toplarıyla gelseler bile, engeller vız gelir madencilere, Madenciden korktular, barikatlar kurdular.
Harekete kendiliğinden derken, esas olarak harekete damgasını vuran politikayı kastediyoruz. Eylemin sertleşme eğilimi göstermesi, ‘işçilerin tarafındaki’ muhalefet partilerinin ‘taraflarını’ yeniden gözden geçirmelerine neden oldu. Bu durum, aynı zamanda, komünist ve devrimci işçilerin ağırlık koymalarının koşullarını da yarattı. Devletle çatışmanın dayatıldığı çapraşık koşullarda komünist ve devrimci işçilerin inisiyatif göstererek ağırlıklarını hissettirebilir, önderlik şansı yakalayabilirlerdi. Fakat bu şans tek başına eylem biçiminin sertleşmesi ile değil, çapraşık ve zorlu koşullarda komünist işçilerin inisiyatifli davranışıyla açıklanabilir. Eylemin siyasal biçimler alması, tek başına devlet hakkında, kapitalist sistem hakkında tikel bilgilere yol açabilir. Bu tikel bilgilerin tümel bir sınıf bilincine dönüştürülmesi ML partinin yapabileceği bir şeydir. ‘Kendiliğinden’ olarak ortak bir ifade altında toplanabilir.
Proletaryanın öncü partisinin çizgisine uygun olmayan hareketler, ‘kendiliğinden’ ortak terimi ile ifade edilebilir. Fakat kendiliğinden özelliği taşıyan eylemlerin, ekonomik, (burjuva bir içerik taşısa da) siyasi biçimleri bulunabilir. Tek bir biçime indirgenemez. “Kendiliğindenlik vardır, kendiliğindenlik vardır.” işçilerin burjuvaziye karşı kinlerini ifade ettikleri ilkel eylem biçimleri olarak hırsızlık suçu işlemek, makina tahrip etmek eylemleri kendiliğinden olduğu gibi, kıyasla daha gelişkin bir bilinçle girişilen sistemli grev hareketleri de kendiliğindendir. Yukarıda zaman zaman eylemin ‘siyasi’ özelliğinden söz ettik. Bu siyaset, burjuva çerçeveyi aşamayan siyaset, bu bilinç de sosyalist olmayan bir bilinçtir, işçilerin kendiliğinden eylemi de kaçınılmaz olarak bir bilinç doğurur ama bu bilinç henüz sendikal, bu bakımdan da burjuva bir bilinçtir.
İşçilerin sistemli grevlerde edindikleri bilinç, makinaları tahribe eşlik eden bilince kıyasla bir sıçramayı temsil etmekle birlikte (6) yine de sosyalist bilinç değildi. Fakat kendiliğinden bilinç, tohum halindeki bir bilinçlenmeye denk geldiği durumda, işçilerin bilinci kaçınılmaz olarak siyasal bilince dönüşmez ama ML partinin ajitasyonuna ve çağrılarına karşı daha duyarlı olur. Sistemli bir ajitasyon, siyasal teşhir karşısında ‘kendiliğinden’ bir şekilde sosyalist hareketin saflarına katılır.
Sonuç olarak, Zonguldak grevi, “tohum halindeki sınıf mücadelesini” temsil eden, ama yine de sosyalist siyasal hareket düzeyine yükselemeyen bir çizgiye sahiptir. ML partinin bilinçli yönlendiriciliği altında bulunmaması bakımından kendiliğinden, içerdiği burjuva öz bakımından siyasi bir harekettir. Hareket içinde siyasal bilincin tohumlarını taşıması bakımından da umut parıltılarıyla yüklüdür.
Biz kendiliğinden derken, sosyalist siyasal bilinç tarafından yönlendirilmemesi bakımından kendiliğinden diyoruz. Birileri çıkıp “bu hareketi ben yönettim” diyebilir. Onun yönettiği doğru olabilir ama hareketin kendiliğinden niteliği de aynı şekilde doğruluğunu koruyabilir. Kendiliğinden hareket derken, birçoklarınca, hiç bir dış etki tarafından yönlendirilmeyen “katışıksız” bir hareketi anlıyorlar. Fakat hareketin başında bir politik eğilimi, ya da politika yapan bir sendikacıyı görünce “bu hareket kendiliğinden olamaz” diyerek kalıbı basıyorlar. ML literatürde sözü edilen dış etki, sosyalist politikanın, ML partinin etkisidir. Yoksa kastedilen, ‘tanrıdan’ başka kimsenin elinin değmediği hareket değildir.
Ayrıca böyle “katışıksız”, her türlü siyasal etkiye kapalı bir hareket de rastlanır gibi değildir, işçi hareketi bütün siyasi etkilerden uzak ücret artışı için eyleme giriştiğinde bile, kaçınılmaz olarak, “kendiliğinden” burjuva etki altına girecektir. Çünkü işçinin o andaki bilinci sendikal bilinçtir ki, sendikal bilinç katıksız burjuva bilinçtir. Ayrıca tarihteki çoğu eylem doğrudan siyasal bir partinin etkisi altında gelişmiştir. Fakat burjuva bir içerik taşıdıkları sürece, hareket kendiliğinden kalmış, yani burjuva mülkiyet ilişkilerine tabi olarak, burjuva kanallarında kendiliğinden akıp gitmiştir. Programlan kapitalizmi aşamayan siyasal etkiler de hareketi kendiliğindenlikten kurtaramaz. Yazının bundan sonraki bölümünde bunu inceleyeceğiz. Bu bölüm için söylediklerimizi Lenin’in aydınlatıcı fikirlerini aktararak bitirelim:
“Çalışan yığınların hareketlerinin süreci içerisinde kendi başlarına formüle edecekleri bağımsız ideolojiden söz edilemeyeceğine göre, tek seçenek şu oluyor. Ya burjuva ideolojisi, ya da sosyalist ideoloji. İkisi arasında bir orta yol yoktur (çünkü insanlık ‘üçüncü bir ideoloji’ yaratmamıştır ve ayrıca da sınıf karşıtlıklarıyla parçalanmış bir toplumda sınıf-dışı ya da sınıf-üstü bir ideoloji olamaz). Öyleyse, herhangi bir biçimde sosyalist ideolojiyi küçümsemek, ona birazcık olsun yan çizmek, burjuva ideolojisini güçlendirmek anlamına gelir… İşçi sınıfı hareketinin kendiliğinden gelişmesi, onun burjuva ideolojisine tabi olmasına… yol açar; çünkü kendiliğinden işçi hareketi, trade-unionculuktur ve trade-unionculuk, işçilerin burjuvaziye ideolojik köleliği demektir.” (7)
Kendiliğindencilik: Burjuva Siyaseti
ML hareket, çeşitli ‘sol’ çevrelerin olmadık yakıştırmalarıyla yüklü saldırılarına uğruyor. Harekete “kendiliğinden” dediği için. Bu tespitle işçi hareketi ‘küçümseniyormuş!’
“Kendiliğinden” tespiti hareketin objektif tahlilinden çıkan bir sonuçtur, aynı zamanda hareketin proletarya partisinin çizgisine çekilmesi gereği ve görevine işaret eder. Küçümseme olmadığı gibi, Marksistlerin yetersiz müdahalelerine işaret eder.
Gerçekte bir küçümseme vardır, fakat söz konusu eleştiricilerin aradığından farklı bir yerde. Marksistlerin küçümsedikleri, kendiliğinden hareketin kendisi değil, kendiliğinden hareketi bilinçlendirmek yerine bilinçlerini ona tabi kılan kendiliğindenci siyasal akımlardır. Kendiliğindenci akımlar, işçi hareketine taşımadığı özellikler yükleyerek, gerçekte, işçi hareketinin söz konusu olan özellikleri hiç bir zaman kazanamayacağı bir politika izliyorlar. Buradan çıkan önemli bir sonuç şudur ki, işçi sınıfı siyasal bilinci, kendiliğindenci akımlara rağmen alacak, onların politikalarının asılmasıyla gerçekleşecektir. Sınıf, geniş anlamda ‘dışarıdan’ ve konumuzla ilgili olarak onların da dışından alacaktır.
Nasıl kendiliğinden hareket, genel anlamda siyaseti dışlamazsa, kendiliğindencilik de siyaseti dışlamaz. Fakat onun siyaseti, sınıf hareketini burjuva sınırlara hapseden, sınıfı burjuvazinin eklentisi durumuna getiren sendikalist bir siyaset, kuyrukçu bir burjuva siyasetidir. Kendiliğindenci akımların genel ortak özellikleri, sınıf hareketinin siyasi/sosyalist bir biçim alması için bir programlarının olmaması, hareketi son tahlilde burjuva sisteme bağlamalarıdır. Kendiliğindencilik, ister sınıf siyaseti yerine sendikalist siyaseti geçirmek anlamındaki ekonomizm olarak, ister kitlelerin iradesi yerine aydın grubun iradesini geçiren ve siyasal mücadeleyi seçkin insanların işi olarak gören volantarist (iradeci) bir akım olarak tezahür etsin; sonuç değişmez. Bunlar, madalyonun iki yüzü gibidirler.
Kendiliğindenciliğin programı, kapitalizmin ve kapitalistlerin devletinin yıkılmasına, proletaryanın egemen Sınıf olarak örgütlenmesine varamaz.
Çoğu zaman kendiliğindencilik, ‘kendisi için sınıf’, ‘proletarya diktatörlüğü’ gibi kavramlardan oluşan bir örtü altında yürütülür. Fakat somut durumlar söz konusu olduğunda, fikirlerin kendiliğindenci içeriği gizlenemez olur.
Alalım İşçilerin Sesi’ni. Zonguldak konusunda birçok saptama ve görev tespit ediyor. Peki, bu görevleri kim, hangi sıfatla yerine getirecek? Yaptığı bütün tespitleri doğru kabul etsek bile, bu politikaların sürdürücüsü proletarya partisi sorununu, uzak bir geleceğin sorunu gördükten sonra, partiyi inşayı bırakalım, varolanı da heba edip örgütsüz kılmak ‘teori’ düzeyine çıkarılırsa, tespitlerin fazla anlamı olmaz. Eğer partinin görevi, işyeri komitelerine yüklenirse, bu kendiliğindencilik değil de nedir?
Diyelim Yeni Demokrasi proletarya diktatörlüğünü savunuyor. Peki, bu hedefe nasıl varılacak? Proletaryanın önderliği onun ‘ideolojisi’ ile sınırlanırsa, işçi sınıfı içindeki çalışma tali (kırlar esastır!) çalışma olarak görülürse… Devam edelim, ‘Yeni Demokrat İşçi’ pankartı altında işçilere ‘demokratlık’ reva görülürse devrimin aşamalarına göre (demokratik devrimde devrimci-demokratik, sosyalist devrimde sosyalist bilinç!) aşamalı bilinç verilirse bunun adı sosyalist bilinç olur mu? Bu çalışma tarzı ile proletarya diktatörlüğüne varılır mı? (8)
Ya da Emeğin Bayrağı, işçi sınıfının temel kitle örgütleri olan sendikaların görevlerini, esas olarak ekonomik olarak görürken, “siyasi mücadelenin yardımcı araçları” olarak görürken, böyle sendikalar, nasıl “siyasi mücadelenin araçları”, “volan kayışları” olabilirler?
Şimdi çeşitli çevrelere yönelttiğimiz bu tikel eleştirilerden sonra eleştirilerimizin esas muhataplarına geçelim. Bunlardan ilki SP-2000’e Doğrucular, diğeri ise Sosyalizm dergisi.
Sosyalist Parti’ Hangi katarın makinisti?
SP’ciler, son zamanlarda kasıntıyla geziniyorlar. Hayat SP’yi doğrulamış, SP işçi sınıfına önderlik ediyormuş! Bu büyüklenme psikozunun mu yoksa artık kendilerine yetecek kadar meşruiyet elde ettikleri düşüncesinin mi etkisiyledir bilinmez, ML’lere ve devrimci-demokratlara karşı ilan ettikleri tek yanlı ‘ateşkes’i bozdular. Artık ‘dost’ havalarını terk ederek açık yüzlerini bir uçtan göstermeye başladılar. Aynı tutumlarını Zonguldak grevi ve 3 Ocak eylemini değerlendirirken daha bir açık ettiler. (9)
Perinçek’in toplumdaki yönelimleri doğru tespit ettiğini teslim etmek gerekir. Fakat bu tespit, onun akışkan şekilsiz politikasının değişmeyen özünün koşullara uyarlanmasına hizmet eder her zaman. 12 Eylül’ün üzerinden bir beş sene geçtikten sonra, hem ‘sol’ cenahtan görünüp hem de açık bir şekilde devlet ve ordu savunusu yapılamayacağını kavradı. Müslüman mahallesinde salyangoz satılmazdı. Tek geçer akçe ‘solcu’ pozlardı. Bu sebeptendir ki Perinçek ve SP, sağcı reformcu bütün taktiklerini keskin bir söz kalabalığı ile birlikte ifade ediyor.
İşçi hareketindeki son durumu değerlendirirken de yaptıkları aynı şeydir. Dergimizin diğer sayfalarında geniş bir SP-Perinçek eleştirisi bulacaksınız. Biz, orda yazılanları tekrarlamadan, fakat yazının bundan önceki bölümlerini özetlemek pahasına görüşlerimizi ifade edelim.
SP, kendiliğinden hareket önünde eğiliyor; ona müdahale edip siyasi bir nitelik kazandırmak yerine ardına takılıyor. Ürettiği politikalarla da kendiliğinden işçi hareketini burjuva parlamenter düzene bağlamaya çalışıyor. İzlediği politika, kendiliğindenliğin teori düzeyine çıkarılmasıdır. Ürettiği politika kendiliğinden bir seviyede kaldığı için hareketi kendisinin yönettiğini sanıyor. Sinemadan çıkan birinin, sinemadan boşalan kalabalığın kendini takip ettiğini düşünmesi gibi. Böylece burjuvazinin kuyruğunda iken bağırıyor: İşçi hareketini ben yönetiyorum!
İşçi sınıfı hareketinin gün geçtikçe sertleşerek siyasi biçimler almasına tanık oluyoruz. Patronlara karşı mücadeleden patronlar sınıfına karşı, onların hükümetine karşı, ellerini kollarını bağlayan sendikal ve siyasal yasaklara karşı başkaldıran işçiler çözümü genel grevde görüyorlar. Bu, sınıfın bilincindeki ilerlemenin önemli bir göstergesidir. ML’lere düşen işçi hareketinin yarattığı bu “siyasal bilinç kıvılcımlarından faydalanıp” (10) hareketi sosyalist sınıf mücadelesine çekmektir. Bu nasıl mümkündür? Öncelikle hükümet ile devlet aygıtı arasındaki bütün ilişkileri gözler önüne sermek, bütün kurumlarıyla devlet aygıtını, ordu ve polisi karşıya almak gerektiğini, parlamentonun gerçek işlevini anlatmakla. Burada da durmayarak devletle diğer sınıfların ilişki alanına bakmayı sağlamak, dost ve düşman sınıfları tanımak, işçilerin diğer ezilen sınıfların taleplerine, ezilen ulusların taleplerine sahip çıkmasını sağlamak… Buna uygun şiarlar yükseltmek, mücadele ve örgüt biçimleri geliştirmek.
Buna karşılık, SP, ortaya çıkmış haliyle hareketi yüceltip onu parlamenter sistemin bir yedeği haline getirmeye çalışıyor. Düzenden kopma eğilimine giren işçileri, parlamento ile düzene bağlamaya çalışıyor. Çığırtkanlığını yaptığı bütün sloganlar, hareketi parlamento ile ilişkilendirme amacı taşıyor: Hükümet istifa, Meclis istifa, Demokratik erken seçim. Ardından da İşçiler birleşin iktidar yerleşin sloganı gelince işçilerin nasıl iktidara ‘yerleşeceği’ konusunda bir fikir oluşuyor. SP, “Cumhurbaşkanlığı problemini çözmek işçinin omuzlarında” diyor. Böylece düzenden kopan emekçileri burjuva parlamentoculuğuna bağlamaya çalışıyor. Böylece o, hangi katarın makinisti olduğunu da ele veriyor. SP’nin makinisti olduğunu iddia ettiği katar, kendiliğindencilik ile parlamento arasında döşenen raylar üstünde yol alan bir katardır.
SP Başkanı F. İlsever yazıyor “Ne iktidar ne de muhalefet olan bitenin farkındadır ya da işlerine gelmediği için öyle görünüyorlar. Millet ayağa kalkmış ve parlamenterler onun sinesine dönerken, Özal parlamentoya daha güçlü gelecek! Bundan saçma bir görüş olamaz. Halkın gücünü anlamayan, politikayı sandalye sayısı ile sınırlayan dar parlamenter hesaplara batmış güçlerin, Özal’ı devirmeye gerçekten niyetlerinin olmadığı, muhalefetten hiç bir şey anlamadıkları bu olayla bir daha ortaya çıkıyor” (11) Bunlar Zonguldak direnişi yaşanırken söyleniyor. Muhalefete sesleniyor. Korkmayın, koltuklarınızı kaybetmezsiniz. Sonra da umutsuz bir edayla “sizin Özal’ı devirmeye niyetiniz yok” diye sitem ediyor. En sonu, muhalefet yapmayı “bilmedikleri” hükmüne varıyor. Muhalefete akıl hocalığı ve ‘parlamenter fino köpekliği’. Bunlardan sonra Zonguldak övgüsü ne anlam taşır?
F. İlsever aynı yerde şunları da söylüyor: “İşçi ağırlığını politikaya koyarken, bu sloganla (meclis istifa-ÖD) meclisi yanına çağırıyor.”
Perinçek de barikatta polis ve askerlerle karşı karşıya gelen işçilerin “polis ve asker kardeşimizdir” demesini, işçilerin düşman güçleri “bölme” taktiği olarak yorumluyor.
“Perinçek ve SP, işçilere burjuva parlamenter bir soluk taşıyorlar. Onları parlamentodaki muhalefetin yedeği durumuna getirme çizgisidir.
Aynı çizgi eylem biçimlerinde de sırıtıyor. F. İlsever, bazı solcuların genel greve dudak büktüğünü ve “Şevket Yılmaz’ların genel grevi” diyerek küçümsediğini söylüyor. Bu gerekçelerle genel greve katılmayan hiç bir devrimci grup yok. Açıkça yalan. ML’lerin tavrı şuydu: Ş. Yılmaz köşeye sıkıştı. Genel grev kararı almak zorunda kaldı. Fakat en geri noktada (kısa süreli) tutmaya çalışarak işçileri eve hapsetme planı yapıyor. Bu planı, eylemi fabrika ve sokaklara gösteri biçiminde taşıyarak bozalım, gerçek içeriğine kavuşturalım.
Açıktır ki bu tutumda eylemi küçümsemek yoktur, eylemi ileri bir noktaya çekmek vardır. Fakat SP, genel greve Ş. Yılmaz’ın çizdiği biçimiyle iştirak etmiş, işçileri sokağa çağırmamıştır. O, işçi sınıfının nabzı yerine ‘yanlışlıkla’ koroner bakım servisindeki Ş. Yılmaz’ın hasta nabzını tutmuş, politikasını ona göre belirlemiştir. İşte devrimci politika ile kuyrukçu politika arasındaki farkın somut yansıması budur. Perinçek, “İşçiler ilerde onların beğeneceği genel grevi de yapacaktır” diyor. İnanıyoruz, yapacaktır. Fakat size rağmen ve sizin dışınızda Bay Perinçek!
SP, devrimcileri somut politika üretmemekle eleştiriyor. Marksistler, her somut durum için politika üretiyorlar, fakat bu politikalar, parlamento ekseninde dönmediğinden, SP, burun kıvırıyor çünkü onun somut politika derken kastettiği parlamentoculuk ve burjuvazi kuyrukçuluğudur.
‘Sosyalizm’ Dergisi sosyalizmin neresinde?
SP benzeri bir kendiliğindenciliği savunan Troçkist ‘Sosyalizm’ dergisi Ocak 91 tarihli 8. sayısında esas muhatabı sendikacılar olan ilginç bir çağrı yaptı. Sendikacıların fırsat kaçmadan bir işçi partisi kurmaları isteniyor, bu işi yapmayanların omuzlarına bir de ‘vebal’ yıkılıyordu. Tabii bu çağrı, en pespaye kendiliğindenci fikirlerin eşliğinde yapılıyordu. Bazı çağrılar, yaşama uygunluklarıyla; diğer bazıları ise saçmalıkları ve ‘orijinallikleriyle’ dikkat çekerler. ‘Sosyalizm’ dergisinin dikkat çekiciliği ikinci şık sebebi iledir.
Çoğu ‘eski devrimcilerden’ ve açıkça döküntülerden meydana gelen ülkemiz Troçkistleri oldukça küçük bir grup oluşturmakla birlikte, sol cephedeki ideolojik etkileri, güçlerine kıyasla daha fazladır. Sosyalizmin dünya çapında aldığı geçici yenilgilerin ve 80’li yıllar boyunca esen sosyalizm-karşıtı rüzgârın bunda rolü büyüktür. Sosyalizme ve Stalin’e çoğu zaman ‘soldan’ saldıran, bolca kitabi ve tumturaklı laf eden troçkistlerin somut durumlara ilişkin taktiklerine baktığımızda tumturaklı yaftanın altında koyu bir sağcılığın, kendiliğindenliğe tapmanın ve kuyrukçuluğun yattığını görürüz.
Geriye dönmek için manevra alanı kalsın diye, Troçkistler, oldukça lastikli ve muğlâk ifadeler kullanmışlar. Fakat söylediklerinin en iyimser yorumu bile onların düşünce yapısı hakkında olumsuz bir fikir veriyor.
Sınıf hareketinin mevcut durumunu değerlendirmekle başlayan Sosyalizm’ dergisi, şu değerlendirmeyi yapıyor: işçi sınıfı, özgürlüğün kendi elleriyle geleceğinin farkında. “Sınıfın bilinç düzeyinin sınıfın eylemiyle nasıl sıçramalı olarak geliştiğini yaşıyoruz.” “Yenilgiyi önlemenin yolu” ise Türkiye’nin Zonguldaklaşmasıdır. Zonguldaklaşan Türkiye’de ne askeri darbe olur ne de ordu savaşa girebilir. İşçiler bu gerçeğin farkındalar, bazı sendikalar da farkındalar.” Zonguldak işçileri, “patronların ve generallerin siyasetine karşı ancak bir işçi siyaseti ile mücadele edilebileceğini” fark ettiler.
Bütün bunların ‘farkında’ olmak, kendisi için sınıf olmanın ‘farkında’ olmak anlamına gelir. ‘Sosyalizm’ yazarlarına göre, işçi sınıfı siyasal bilinç kazanmış. Bu bilincin kazanılmasında ‘Sosyalizm’ yazarlarının hiç bir katkısı olmadığı gün gibi açık olduğuna göre, buradan pekâlâ şöyle bir sonuç çıkar:’Kendisi için’ mücadeleye atılmış sınıfın dışında olmak demek, sosyalist siyasetin dışında olmak, haydi söyleyelim sosyalist olmamak demektir. O halde ‘sosyalizm’ dergisi sosyalizmin dışındadır! Zaten birazdan göreceğimiz gibi, kendini hareketin dışında (belki de üstünde!) gördüğünden işçi partisi kurma işini de başkalarına yıkıyor. Sonra da tehdit ediyor. Eğer kurmazsanız ağır bir vebal altında kalırsınız. Kendisi ‘söylemekle’ görevini yaptığı için vebalden kurtulmuş oluyor.
Marksist bakış açısı, kendiliğinden hareketi sosyalist bilinçli hareket düzeyine yükseltmeyi gerektirir. Troçkistler ise partiyi kendiliğinden harekete indirgiyorlar. Bu partinin Leninist bir parti olmadığı anlaşılır bir şeydir. Proletaryanın gerçek öncü partisi, Marksizm-Leninizm’in bilgisiyle donanmış bir parti olmak zorunda iken, ‘Sosyalizm’ dergisi, partinin kapısını her renkten sendikacıya açıyor. Teslimiyetçi bürokratların yer almadığı bir partiden söz ederken, sendikaların üst bürokratlarına çağrı çıkarıyor. Yoksa ‘Sosyalizm’ dergisi, sendika bürokrasisini sadece beş kişilik Türk-İş Yönetim Kurulu’ndan ibaret mi görüyor? Yoksa ‘teslimiyetçi olmayan’ bürokratların partiye girebileceği sonucunu mu çıkaralım? Kendiliğinden hareketin bile gerisinde kalan, tabanın dürtmesi ile bazı şeyler yapan sendika başkanları nasıl önderlik (Hem de sendikal değil siyasi önderlik!) görevini yerine getirecekler. Tabana yakın sendikacılar, sendika başkanlarının sendikal harekete önderlik yapmadığı gerekçesiyle alternatif sendika platformu oluşturmuşken, böyle sendikacılardan sınıfın öncü partisini kurmalarını istemek kendiliğinden hareketin kuyruğu olmak değil midir?
Bu partinin özellikleri nelerdir? ‘Sosyalizm’ dergisi, partiye kimlerin girebileceğini açık bir şekilde belirtmek yerine, kimlerin giremeyeceğini muğlâk olarak ifade ediyor. Ona kalırsa, patron, general, teslimiyetçi bürokratlar dışında herkes girebilir. Tam bir Mevlana tekkesi. Eskiden Amerika’da çeşitli kulüp ve eğlence merkezlerinin kapısında ‘zenciler giremez’ yazardı. Gerçek işçi partilerinin tüzüğünde ise kimlerin, hangi niteliklere sahip olanların girebileceği açıkça yazılıdır. Anlaşılan, Troçkistler, bir parti değil bir kulüp peşindeler. İşçi sendikasının başında olmak, partinin başında olmak için yeter neden olamaz. Ama Troçkistlerin kendiliğindenciliğinin açık belirtisi olabilir.
Parti konusunda, büyük bir masumlukla, sendikacılardan müteşekkil partinin iradesine tâbi olan (siz kuyruğuna takılan’ diye okuyun) ‘sosyalizm’ dergisi, geleceğe ilişkin bazı ‘politikalar’ da saptıyor. Fakat ileri sürdükleriyle, içinden ömrübillâh çıkamayacağı bir kendiliğindencilik çamuruna saplanıyor. Ve ardından da şu sözleri söyleyince, insan gülmeden edemiyor: “Devrimci-Marksizm (Troçkistler kastediliyor-ÖD) yıllardır en basit ekonomik ve demokratik taleplerle başlayacak bir mücadelenin sosyalizm mücadelesine bağlanması gerektiğini söylemişti.” Dur durak tanımadan ‘sosyalizm’e koşacak kadar keskin laflar eden Troçkistler, bakalım ‘ekonomik, demokratik’ mücadeleyi nasıl ‘sosyalizm’ mücadelesine bağlıyorlar.
‘Sosyalizm’ dergisi özetle: 82 Anayasası halkoyuna sunulsun, Eylülcüler sivil mahkemede (mesela DGM’ de dersek yanlış mı olur? Çünkü o, mahkemenin sınıfsal özelliğine değil de resmiyetine, asker mi sivil mi olduğuna bakıyor. Bu durumda DGM de pekâlâ sivil mahkemedir. Hadi ağır ceza mahkemesi olsun. Ne fark eder?) yargılansın diyor. Ardından kurucu meclis kurulsun diyor. Projesi şöyle: Önce süngüsüz, kefilsiz ve özel timsiz koşullarda 82 Anayasası yeniden halkoyuna sunulmalıdır. Yeni Anayasanın şimdiki veya erken seçimle gelecek bir parlamento tarafından değil, bir kurucu meclis tarafından yapılması talebi yükseltilmelidir. Kurucu meclis seçimi her türlü propagandanın özgürce yapılacağı, kurulmuş ve kurulacak olan her partinin izne tabi olmaksızın TV den eşit oranda yararlanacağı bir seçimle oluşacak kurucu meclis anayasayı yapmalı ve ülkeyi kimlerin yöneteceğine karar vermelidir: Patronlar ve generaller mi, yoksa işçiler ve emekçiler mi?”
82 Anayasasının oylanacağı, kurucu meclis seçimlerinin yapılacağı ortam nasıl bir ortamdır? Eğer sözü edilen ortam, işçi ve emekçilerin iktidarı aldıkları bir ortamsa, o koşullarda 82 Anayasası zaten mezara gömülmüş olur. Onu oylamak, mezara gömülmüş düşmanın cesedi ile hesaplaşmak anlamına gelir. Yok, eğer ‘incelmiş’ bir faşist diktatörlükse kastettikleri, öyle bir durumda kurucu meclis seçimi hayal anlamına gelir. “Kurucu meclis iktidarın burjuvaziye mi yoksa işçi ve emekçilere mi verileceğine karar verecek”! Burjuvazi elindeki iktidarını soylu bir nezaketle altın bir tepside işçi ve emekçilere sunacak(!) Burjuvazinin ‘nezaketinden’ her gün tadan az çok aydınlanmış bütün emekçiler buna kahkahalarla gülecektir.
Troçkistler “Hayır, biz işçi ve emekçilerin iktidarı altındaki bir kurucu meclisten söz ediyoruz” derlerse öykü tüm komikliğini korumakla kalmaz, sosyalizm adına savunulan bu görüşlerden ötürü trajik öğeler de kazanarak trajikomik bir öykü olur. Aklı başında hiç bir işçi onca kan ve ter pahasına kazandığı iktidarını bu tür bir ikilemle karşı karşıya getirmez. Gerçekte Troçkistlerin kastettiği, burjuvazinin iktidarda olduğu bir ortamdır. Burjuvazinin iktidarı altında ‘kefil’ ve ‘özel tim’ ortadan kalkabilir. ‘Süngü’ye gelince, kastedilen sıkıyönetimse o da mümkün. Fakat burjuvazinin elinde proletaryaya bakan bir süngü her zaman olacaktır. Kavramlara sınıfsal bir anlam yüklemeden kullanmak, ona karşı genel bir karşıtlığı da ifade edecektir. Bizce önemli olan ‘süngü’nün olup olmadığı değil kimin elinde olduğudur. Burjuvazinin iktidarı altında oluşacak bir kurucu meclis, düzenin yeniden ‘kurucusu’ olmaktan öteye gidemez. Troçkistlerimiz de reformcu olmaktan kurtulamaz. Demagojiye meydan vermemek için şunu da söyleyelim: Elbette mücadele, bizi, şimdiden öngöremeyeceğimiz karışık ve özgün iktidarlarla karşı karşıya bırakabilir. Fakat biz bugünden programımızı böyle ‘özgünlükler üstüne kuramayız.
‘Sosyalizm’ dergisi ile SP arasındaki çarpıcı benzerlik dikkat çekicidir. Aynı burjuva ruh tarafından biçimlenen bu iki akım arasındaki ‘derin ideolojik ayrılıklar’, ortaklıkların önüne geçemiyor. Reformizm, parlamentoculuk, burjuva kuyrukçuluğu… Genel grevin önüne ‘iktidarı devirmek’ gibi büyük amaçlar koyarken, genel grevin siyasi mücadelenin daha üst biçimlerine sıçrama olanağını ise hiç ağızlarına almıyorlar. Genel grev, salt bir genel grev olarak kaldıkça, burjuvaziye geri adım attırabilir, siyasi krize dönüşüp hükümet değişikliklerine yol açabilir… Fakat daha üst mücadele biçimleriyle taçlandırılmadıkça burjuvazinin siyasal egemenliğini ortadan kaldıramaz. Ama sözünü ettiğimiz bu mücadele biçimleri de ne SP’nin ne de Troçkistlerin dağarcığında bulunmaz. İşte Devrimcilikle reformculuğu ayıran önemli ayırım noktalarından biri budur. İktidar ‘gitti-gidecek’ çığırtkanlıklarının reformculuktan öte bir anlam taşımadığı açıktır. Onlar, burjuva muhalefet cephesinin çelimsiz askerlerinden daha fazla bir şey değillerdir.
Dipnotlar
1- D. Perinçek, 2000’e Doğru
2- Sosyalizm Sayı: 8 Ocak 1991
3- Lenin, Ne Yapmalı Sf. 60 Sol Yayınları Mart 1977
4- 89 Bahar eylemleri değerlendirirken Perinçek, benzer şeyler söylemiştir. Bugün SP Başkanı F. İlsever şunları söylüyor: “Diğer bazı sol akımlar ise işçiden ve halktan kopuktur… Kibirli bir edayla onu (Genel grevi- ÖD.) küçümsediler ‘kendiliğinden’ dediler.” Teori Ocak 1991 sf. 4-5
5- SP Meclis istifa sloganının mucidi olmakla övünüyor. Sine-i milletin farklı bir söylenişinden başka bir şey ifade etmeyen bu sloganın işçilerce atılması, eylemin yönelimini belirtmiyor. Fakat SP’nin kendiliğindenci çizgisi konusunda bilgi veriyor.
6- Ne Yapmalı sf. 42
7- Age.sf. 53-54
8- İ. Kaypakkaya’nın ‘Şafak revizyonizmi’ ile polemiğini iyi bilirler; partinin adı ile niteliği arasındaki ilişki üzerine yapılan tartışmada İ. K. partinin adının işçi köylü partisi değil ‘komünist olması gereği üzerinde durur.
9- Teori, sayı 13 Ocak 91, F. İlsever, Osman Kuruca
10- Ne Yapmalı sf. 93
11- F. İlsever Teori sf. 14
Şubat 1991