Tabansız mı, cengâver mi?
Savaşçı Cumhurbaşkanımız “savaş korkulacak bir şey değil” buyuruyor. Savaşıp ölecek kendisi ve hısım-akrabası, temsil ettiği burjuvazi olmayınca onların korkması gerekmiyor kuşkusuz. Onlar arkalarını Amerikan emperyalistlerine dayadıkları için, yenilgi korkusu da duymuyorlar. Irak, koca ABD’yi yenecek değil ya! Bu nedenle aza mal edip çok kazanmaya yönelmiş durumdalar. Bedel ne de olsa kendilerine ait olmayacak. Savaşta işçiler ve köylüler kırılacak ve özellikle K… yakılıp yıkılacak. Bir taşla birkaç kuş birden vurmaya yönelme diye buna denir. Ama bedel ödemeden tamamen muaf olabilecekler mi? Bunu, hoşnutsuzlukları savaş nedeniyle artacak ezilen kitlelerin taleplerinin kazanacağı içerik gösterecek. Türkiye kapitalizmi zaten krizde, savaşın tahribatı -özellikle burjuvazi bire üç kazanmayınca- yıkıntıyı artıracak. Ve kriz, savaşın neden olacağı yıkıntının derinleştirici etkisi ve geliştireceği savaş karşıtlığıyla birlikte emekçi yığınların yeni ve ileri taleplerle olasılıkla yıkıcı eylemlere yönelmesinin zemini olacak. Burjuvazi büyük bedeller ödeme zorunda kalabilir ve hatta “ödeme gücü”nün asılmasıyla burjuvazi iflasla karşı karşıya kalabilir.
Özal, “biz lükse biraz fazla alıştık kaybedecek çok şeyimiz yar, o nedenle kaybetmek istemiyoruz. Ama unutmayın biz cengâver milletiz” diye ekliyor. Yaa! Emekçiler her gün baklava-börek yiyorlar, her birinin altında araba var, ellerini sıcak sudan soğuk suya sokmuyorlar! Bu memlekette net asgari ücret 262 bin liradır, en babayiğit işçinin aylığı 1 milyonu zor geçiyor. Küçük üretici, ilan edilen taban fiyatlarla ya tümüyle ya da hemen hemen zararına üretiyor. Esnaf sattığı malın yerine yenisini koyamıyor. Öğretmenler, memurlar zor geçiniyorlar. Emekçi yığınlar ellerine geçen parayla ne de lüks içinde yaşıyorlar! Ve asıl savaş karşıtı olan, grevinde, gösterisinde pankartı, sloganlarıyla bu konumunu ortaya koyan hiç de lüks içinde yaşamayan emekçi yığınlardır. Tuzu kuru olan burjuva kesimler ise, savaş yanlısı ya da böyle bir eğilim içindeki azınlığı oluşturuyorlar. Ama bunların “cengâverliği” işçi ve emekçilere karşıdır. Bir de bunlar işçi ve emekçilerin sırtından “cengâver” geçinirler. “Cengâver Memet”, propagandasını bunlar yaparlar ama ne Memet’le ne de milletle bir ilgileri vardır. Ama yine de Özal’a göre “cengâver millet” oluyoruz! İçişleri Bakanı Aksu ise, yarı Özal’ı yalanlayarak yarı da “milleti” “cengâverliğe” kışkırtmak üzere “tabansız millet olduk” diyor, halkın Güneydoğu’dan göçünü konu edinerek. Artık bir karar verilse iyi olacak, “cengâver” miyiz, “tabansız” mı?
Füze korkusu, herkes tetikte
Emekçi halk savaşa başından beri karşı. Iraklı emekçi kardeşlerine karşı emperyalistlerin ve burjuvazinin çıkarları uğruna ölüme sürülmeye baştan beri muhalefet ediyor. Ama savaşçı burjuvazi emekçileri Irak’a karşı safa sokmaya uğraşıyor. Önceleri “ulus” olarak kazançlı çıkılacağı gerekçesi öne sürülüyordu. Geçerli kılınamadı, emekçiler “ulusal çıkarlar”ın söz konusu olmadığını görüyorlardı. Sonra “saldırıya uğrarsak yurdumuzu savunuruz” dendi. “Kimin yurdu” sorusunun yanıtı, “kimin çıkarları” sorusuyla yakından bağlı olduğundan ikna edici olmuyordu. Bu nedenle bu propaganda ABD’nin üstün gücüyle Irak’ı birkaç gün içinde haritadan sileceği, bizim de savaşın ganimetlerinden faydalanabilmemiz için galip tarafta yer almamız ve Amerikan emperyalistlerine gereken kolaylıkları sağlamamız ve Irak saldırmazsa savaşa girmeyiz biçimindeki propagandayla birlikte yürütülmeye başlandı, incirlik, Amerikan kullanımına açıldı.
Ama olmuyordu. O “güçsüz” Irak’ın pek de güçsüz olmadığı ve üstün tekniğin her şeyi çözümlemediği görüldü. İman kuvveti yetmezdi. Ama Saddam da sadece iman kuvvetine güvenmemiş, türlü düzenler oluşturmuştu. “Müttefik” uçaklarının füze bataryaları diye sürekli batarya maketlerini bombaladığı anlaşıldı, bunu Amerikalılar da itiraf ettiler. Irak uçakları ve bataryaları yeraltı sığınaklarındaydı. “Bilimsel teknolojik devrim” hayranlarının üstün teknoloji tezlerine dayalı iki günlük savaş tespiti yıkıldı gitti. Kolay zafer peşindeki Özal’ın hesapları da tutmuyordu. Özal “Allahtan” orduyu karadan savaşa sürmedim diye düşünüyor olmalı. Büyük bir zayiat kaçınılmaz olacaktı.
Kolay zafer hesapları ve halk düşmanı yaklaşım sadece ganimet peşindeydi. Ne Özal ne de bir başka burjuva temsilcisinin halkı düşündüğü yoktu. Özellikle Güney ve Güneydoğuda insanlar füze tehdidine karşı şehir dışlarına kaçıyorlar, kimyasal silaha karşıysa evlerini naylonla kaplayarak korunmaya çalışıyorlardı. İsrail’de herkese -Filistinliler dışında- gaz maskeleri dağıtılırken, bizde iş “Allah”a kalıyordu. Tüm Türkiye ölüme sürülmekteydi. Savaşa sürülmesi tasarlanan askerler, emekçi gençler ölüm tuzağına yollanıyorlardı. Ne için? Onların Iraklı ve Arap kardeşleriyle hiç bir alıp veremediği yok. Sorun, emperyalistlerin ve gerici burjuvaların çıkar uyuşmazlığından, Amerikan hegemonyacı emellerinden kaynaklanıyor. Emekçiler bu gerici çıkarlar için ölümün kucağına itildiler. Doğrudan savaşa sürülerek daha da itilmelerinin büyük bir olasılık olması cabası.
Bu arada korku dağları bekliyor. Adana ve Diyarbakır’da “müttefik savunucular” üç patriot füzesavar füzesini “yanlışlıkla” ateşlediler. “Yanlışlıkla” her yerde, İstanbul’da bile sirenler çalıyor olur olmaz zamanla da. Sığınakları da olmayan insanlar “başlarının çaresine bakıyorlar”. Aksu, “tabansız” diyor, Özal “cengâver”, ama kendilerinin sığınakları hazır.
Ve Cudi ve civarı bombalanıyor. Uçaksavar savunmasının Irak mevzilerini bombalamasını önlediği Amerikan uçakları dönüşte bombalarını Cudi ve K…’ın başka gerekli bölgelerine boşaltıyorlar. Bu “yakıt tankları düştü” şeklinde izah ediliyor. Bir taşla birkaç kuş birden vurulmaya çalışılıyor. Emperyalist ve burjuva ölüm makinası, tüm propagandaya rağmen emekçi halkın tepkisini üzerinde topluyor, halkta savaş eğilimi geliştirilemiyor, ölüm tuzağını reddeden tepki ve tutumlar yaygınlaşıyor.
Leş Kargaları
İtalyan Dışişleri Bakanı ay sonunda “Saddam sonrasının bugünden düşünülmesi ve gereken düzenlemenin şimdiden belirlenmesi” gerektiğini açıkladı. Amerikancı düzen planları ise Bush ve bakanlarının çantalarında hazır bekliyor. Bir “kara saldırısı”ndan önce hava bombardımanıyla Irak’ta taş üstünde taş bırakmamayı ve resmi geçit haline sokacağı bir “kara harekâtı” gerçekleştirmeyi hesaplayan “temkinli” General Schwarzkopf’un “zaferi”nden sonra uygulanacak bu planlar.
Amerikan emperyalistlerinin bugünden “yetkililer”imizle tartışmaya başladıkları bu planlardan biri Irak Kürdistan’ına ilişkin ve Türkiye’yi yakından ilgilendiriyor.
Amerika burada bağımsız bir Kürt devletinin kurulmasına izin vermeyeceği konusunda Türkiye’ye garanti veriyor. Özerk bir bölge olacakmış Irak’ta Kürdistan. TC de buna karşılık Kürtçeyi serbest bırakmalıymış -bırakıyor. Biraz daha “hak” sağlanmalıymış -sağlanacağı söyleniyor. Ne yazık ki, Türkiye’de Kürtler “bunu biz mücadelemizle gerçekleştirdik” diye düşünüyorlar! Ne nankörler! Oysa Özal vermedi mi!
Özal savaştan sonra turizm gelirlerinin artacağını, koyulan biri, üç değil on olarak geri alacağını, Türkiye’nin bölgede söz sahibi olacağını vb. söylüyor. Herkes Saddam ölmeden mirasını paylaşma peşinde. Ama o da bir türlü boyun eğmiyor. Yazık değil mi bu kadar bombaya! Hesaplar ve planlar şimdiye kadar Bağdat’tan döndü.
Seka işçileri yürüdü
10 Ocak 1991’de İzmit, Çaycuma, Afyon, Dalaman, Kastamonu, Aksu, Balıkesir ve Taşucu’nda bulunan 10 bin 700 SEKA işçisi bir buçuk km.lik bir yürüyüşle grevi başlattı.
Çalışma Bakanı İmren Aykut aracılığıyla yapılan son görüşmelerde, işçi sendikası Selüloz-İş aylık ücrete ilişkin rakamı 2 milyon 200 bine indirmiş, anca işveren sendikası Kamu-Sen’in 911 bin 500 TL’de ısrar etmesi üzerine anlaşma sağlanamamıştı.
Otomobil-İş, Öz Demir-İş sendikaları genel başkanları ile bazı sendika başkan ve yöneticileri 10 Ocak’taki grev açılışında bulundular. Selüloz-genel Başkanı Fikri Karakadılar, işçilerin ücretlerindeki gerilemeyi çarpıcı rakamlarla ifade etti. Genel Başkan’ın verdiği bilgiye göre, 10 yıl önce % 24 olan işçilik payı bugün % 9 gerilerken, 1980 yılında kişi başına 27,5 ton olan üretim bugün, kişi başına 45i6 tona yükselmiştir. Yani, geçen süre içinde hem üretim artmış, hem işçinin maliyeti azalmış; işveren iki yönlü kazançta. Ancak, yine de 911.500 TL’den bir kuruş yukarı çıkmamış.
Körfez Savaşı ve Bakanlar Kurulu’nun bütün grevleri erteleme kararı da işverenin imdadına yetişince, Kamu-Sen tarafının uzlaşmaz tutumunun -beklenen- sebebi hikmeti anlaşıldı. Ve işçilerin yürüyüş esnasında coşku ve kararlılıkla seslendirdikleri “yaşasın işçilerin birliği”, “işçiler el ele genel greve”, “işçiler birleşin” sloganları ile sınıfın ülke gündemine damgasını basmasının yaşamsal önemi bir kez daha derinden duyumsandı.
Tekstil işçisi satıldı
Her sıkıştığında ya nezle olan ya da mutlaka kalp sektesi geçiren ve mutlaka hastaneye yatan Şevket Başkan yine oyununu oynadı. “İşe gelmeme” biçimine sokularak gerçekleştirilen genel grev engellemeciliği, Zonguldak grevi ve Ankara yürüyüşünün karşısında tamamen hükümetin yanında yer alışı gibi artık yüzsüzlük derecesinde sıradanlaşan işçi düşmanı tutumlarından sonra Şevket Ağa ve Teksif yönetimi, 110 bin tekstil işçisini çok ucuza salarak düşman saflarda oluşunun yeni bir örneğini verdi. Teksif üyeleri 276 bir TL net ücretle çalışıyorlardı. Bir işçi ailesinin en az 2 milyon TL’nin üzerinde aylık geçimini en alt düzeyde sağlayabileceği koşullarda; Teksif, Tekstil İşverenleri Sendikasıyla 750 bin TL net ücret üzerinden sözleşme imzaladı. Anlaşma kararı tümüyle işçilerin dışında alındığı gibi, anlaşma maddelerinden ve grevin kaldırılması kararından tek bir işçinin haber olmadı. Teksif, sözleşmeyi fabrikalara asmaya cesaret edemedi.
Sınıfın hareketliliği ve bilinçlenme düzeyi artık Şevket Yılmaz türü sendika bürokratlığını geçersizleştiriyor. Artık üye işçilerle uyum içinde görünmeye çalışıp onların muhalif istek, talep ve sloganlarına sahip çıkarak ve bunları uygun şekilde değiştirerek kendi kanalına akıtmaya yönelen, grev komiteleriyle birlikte -ama onları kendi kontrolü alıma almaya çalışarak- davranan sözleşme imzalanması sürecine işçilerin ve grev komitelerinin katılmasına ses çıkarmayan, kararları kendisi alsa da bunları işçilerin aldığı kararlar gibi göstermeyi başaran, en azından bunun için uğraşan yeni tür, sınıfın bugün içinde bulunduğu koşullara uyan sendika bürokrasisi işlevsel olabiliyor. Artık Denizer türü geçerlidir. Başka türlü, işçiler adına hareket etmek olanaksızlaşmaktadır. Ş. Yılmaz talihsiz ve çözümsüz bir duruma düşmüştür. Artık hastaneye kaldırılmalar işçi satışlarının kamuflajı için yeterli olmamaktadır.
Yeterli olmadığı, Şevket Ağa’nın Teksifi işçilerin hedefi haline getirmesinden bellidir.
Bugün Teksif üyesi işçiler yoğun olarak Teksif’ten istifayı tartışmakta ve başka hangi sendikaya üye olabileceklerini araştırmaktadırlar. Kuşkusuz arayış Teksiften istifa ve başka sendikalara yönelme yerine, sendikanın yönetimine işçilerin gelmesinin yol ve yöntemleri, gerekleri üzerine olmalıdır. Yoksa sendika değişikliğiyle sorun çözülmeyecek ve belki benzer durumlar yaşanacaktır. Sorunun çözümü, sendikanın işçilerin yönetiminde olması, işçilerin sendikanın tüm karar süreçlerine örgütlü ve aktif olarak katılmaları ve işçilerin istemediği tüm yöneticilerin anında değiştirilebilmesinin koşullarının yaratılmasıdır.
Teksif işçisi, ülke çapında galeyan halindedir. Adana’da Bossa ve Güney Sanayi’nin 6 bin işçisi yaklaşık 5 km.lik bir yürüyüş yaparak sendikanın Adana Şubesini bastılar. “Satılmış sendika”, “satılmış Şevket” eylem sloganlarıydı. Şube başkanı işçilerden kaçtı.
Doğramacı Bu kez İşçi Doğradı
Mesleği, ‘çocuk doktorluğu’ olan ama asıl kötü ününe YÖK Başkanlığı ile kavuşan Doğramacı, ‘özel’ üniversitesi Bilkent’te, 210 işçinin işine son verdi. Devletin bütün özel olanaklarından faydalanması bakımından da özel’ olan üniversitede devlet arpalıklarından istifade etsinler ve karşılığında da üniversiteyi işçiler ve öğrenciler (patron-general-bakan çocukları hariç!) için bir kışlaya çevirsinler diye önemli görevlerin başına asker eskileri getirildi. İşçilere reva görülen ücret de 400 bin lira gibi bir rakamdı.
Kışla disiplinini ‘bozarak’ sendikaya üye olan Bilkent işçileri, sendikanın yetkisinin Çalışma Bakanlığınca onaylandığı 4 Ocak günü işten alıldılar. Gerekçe, “bütçe yetersizliği” ve “personel fazlalığı” idi. Fakat ilgi çekicidir, atılan 210 işçinin lamama yakın bir bölümü sendika üyesiydi. Diğer bir ilginçlik de, işçilerin atılmasıyla yurtlarda nöbet tutacak personelin bulunmayışı idi. Gerekçe, Doğramacı ve onun Mütevelli Heyeti’nin kötü bir yalanıydı.
İşçiler, gösteri yaptılar, oturma eylemi yaptılar, muhalefet partilerini dolaşıp destek islediler… Öğrenciler işçileri destekleyen bildiriler dağıtıp gösteri yaptılar. Karşılarında jandarmayı buldular. Girişimler sonuçsuz kaldı, işçiler de işsiz. İşçiler işlerini tekrar kazanamadılar ama daha fazla kin ve kararlılık kazandılar.
Pendik mitingi
SHP’nin 13 Ocak 1991 pazar günü düzenlediği “Savaşa Hayır” mitingi Pendik’te yapıldı. Sendikalı-sendikasız işçi grupları, eğitimci, belediye çalışanları, öğrenciler, her kesimden çalışanlar ve emperyalist savaşa karşı olanlar mitingde hazırdılar. “Savaşa hayır”, “Emperyalist savaşa hayır”, “Gençlik emperyalistlerin kiralık katili olmayacaktır”, “Savaşa karşı sınıf savaşı”, “Özal istifa”, “Amerika ve petrol şeyhleri için kan dökülmesine hayır” “İş, ekmek, özgürlük; kahrolsun faşist diktatörlük”, “Okullar kışla olmayacak” vs. sloganları arasında konuşan İnönü, “Özal, Irak’ın Kuveyt’i işgal etmesiyle yeni bir maden keşfetti” dedi. Özal’ın keşifleri yıllardır devam ediyor. Ancak en büyük rezervi SHP gibi bir ana muhalefete sahip olmasıdır. SHP lideri İnönü 50 binin üzerindeki savaş karşıtı kitleye Özal’ı yeniden keşfetmekten başka bir mesaj vermedi. Miting dağılırken çeşitli gruplar pankart açarak Kartal istikametinde yürüyüşe geçtiler. Eğitim-sen ve Beko işçilerinin arkasında pankartlarıyla TDKP ve Dev-Sol Güçler adlı gruplar çevredekilerin sempati gösterileri arasında yürüyüşlerini sürdürdüler. Polisin saldırısına uğrayan bir grup polisle çatıştı, Yadigâr Coşkun hayatını kaybetti.
“Milli değer” Ticareti
“Bir koyup üç, hatta on alacağız”, “pastadan pay almak için kararlı politika izlemeliyiz”, “savaş sonrası yabancı sermaye yatırımları hızlanacak, turizm gelirleri artacak” vb. vb… Bunlar, Özal’ın Körfez Savaşı’na “yaklaşımının özünü oluşturuyor. Her gün bunlar ve benzeri Özal’ın yüce amaçları ve savaşçı nedenleri hakkında tekrar tekrar bilgilendiriliyoruz TV ve gazetelerden.
Ve Özal “milli çıkarlar”dan, “milli değerler”den de söz ediyor. Milletimizin “cengâverliği”, “Saddam’a pabuç bırakılmayacağı” propagandaları yapılıyor. Üstelik öylesine “milli dava” peşindeyiz ki, grevler “milli güvenlik” gerekçesiyle yasaklanıyor. İnönü ve Demirel’in de katılacağı Mülkiyeliler Birliği’nce düzenlenen “Bu bizim savaşımız değil” paneli, katılanları “milli hain” olarak nitelemek anlamına gelmek üzere aynı gerekçeyle 2 ay ertelendi.
“Milli güvenlik”, “milli değerler”, tam bir ticari meta durumunda. “Bir olarak konup üç ya da on olarak alınacak” ticari meta! Bu “değerler” paylaşılacak pastanın kreması olmaktan öteye geçmiyor. İnsanlar bu ticari kafayla savaşa ve ölüme sürülüyor.
Ha! Özal bir de Amerika’dan yapılan ve yapılacak ekonomik ve askeri yardımları ve AT’a alınmayı düşünüyor savaşçı politikasının karşılığı olarak. “Milli değerler” Amerikan tekstil kotaları oluyor. AT’dan sağlanacak ticari ve mali avantajlar oluyor. “Milli değerler” dolar ve markla hesaplanıyor. İnsanların ölüme sürülmesi söz konusu edildiğinde bile, eski “vatan-millet-Sakarya” edebiyatı yerine Saddam’ın ezilmesiyle “köşeyi dönmek”, ticari kazançlar sağlamak olanağı üzerine propaganda geçirildi. Sevsinler böyle “milli değerler”i! Bu değerlerle ülke nüfusunun yüzde 10’unu bile savaşa seferber edemedi burjuvazi.
Gorbaçov da saldırdı
Dünya barışının “yılmaz savunucusu” Gorbaçov Sovyetleri dünyanın Körfez dolayısıyla sürüklendiği savaş psikozundan yararlanıp fırsatını kaçırmadı. Körfez savaşı başlamadan hemen bir gün önce Litvanya’ya sonra da Letonya’ya saldırdı. Parlamentolar ve bakanlıklar işgal edildi. İşgale karşı çıkıp engelleme yapan Litvanya ve Letonyalılardan kurşunla ve tanklar altında ezilerek ölenler oldu. Tüm bunlardan ne Gorbaçov’un ne de Mareşal Yazov’un haberi vardı! Harekâtlar yerel komutanlıklarca gerçekleştirilmişti! Gorbaçov sorumluluk almaktan kaçınacak kadar zavallı durumda. Öle yandan gelişmeler Sovyetlerde bürokratik militarist merkeziyetçi kliğin, ordu ve gizli polisin son zamanlarda liberaller aleyhine güç kazandığını gösteriyor. Bu gelişmeyi teyit eden son bir olgu da, özel işletmelerin tüm kayıt ve hesaplarıyla kasalarının KGB tarafından denetlenmesini öngören yeni bir kararnamenin Gorbaçov tarafından çıkarılmış olması.
Yurtiçi ve yurtdışı gösterilerden
Yurtdışında çalışan Türk işçileri 3 Ocak’ta yapılan Türkiye çapındaki genel greve destek vermek amacıyla çeşitli eylemler yaptılar. Londra’da 8 devrimci demokrat örgütün bir araya gelmesiyle bir platform oluşturuldu. Platformun amaçladığı eylemlerin en güçlüsü 3 Ocak günü Londra’da yapıldı. TDKP, Dev-Sol, Partizan, TKİH, MLSPB, TKP/ML-H, ERNK’den oluşan platforma Türkiyelilerin etkin olduğu bazı kitle örgütleri ve sendikalar da destek verdi.
3 Ocak’ta Türkiye’de greve giden proletarya’yı selamlamak için Londra’daki Türkiyeli işçiler de bir gün işe gitmediler. Ayrıca Türkiyelilerin çalıştırdıkları işyerleri de kepenk kapattılar. Yaklaşık iki bin dolayında Türkiyeli işçi çalıştıkları işyerlerine gitmedi, diğer işyerleri de kepenk kapatarak genel grevi destekledi. Aynı gün bir dernek binası önünde toplanan yüzlerce işçiyi İngiliz polisi zor kullanarak dağıtmak istedi. Polis zoruna boyun eğmeyen işçilerle polis arasında çalışmalar çıktı. Bu sırada birçok kişi gözaltına alındı. Buna tepki gösteren Türkiyeli işçiler, arkadaşlarının serbest bırakılması için gösteri yaptılar. Burada da saldırıya geçen polis 25 kişiyi gözaltına aldı.
Gün boyu süren iş bırakma, gösteri yapma ve polisle çatışma eylemlerinde 64 işçi gözaltına alındı. Ayrıca 5 işçi polisin saldırısı sonucu yaralanarak hastaneye kaldırıldı. Eylemler sırasında “demokrasinin beşiği” İngiltere’de polislerin ırkçı, işkenceci ve saldırgan olduğunu yüzlerce insan bir günde görmüş oldu.
Aynı gün akşam saat 18.30’da 500’ü aşkın gösterici karakolun önüne giderek kararlı bir şekilde soğuk havaya rağmen gösteriye başladı. Sabah saat 3.30’a kadar süren gösteriye gözaltına alınanların serbest bırakılmasıyla son verildi.
Emperyalist savaşa protesto Körfez savaşının başlamasından sonra yurt dışında çeşitli protesto gösterileri düzenlendi. Başını ABD emperyalistlerinin çektiği Körfez savaşının başlamasından sonra hemen gece yarısı tüm Avrupa’da yüz binlerce savaş karşıtı ilerici demokrat-devrimci ve komünist sokağa dökülerek savaşı lanetledi. Savaşın birinci günü okullarda dersler yapılmadı. Yapılan çağrılar üzerine birçok işyerinde işçiler işi durdurarak gösteriler ve çeşitli eylemler düzenlediler, tramvaycıların iş durdurması üzerine ulaşım durdu.
Savaşın devamı üzerine Avrupalılar ve sayıları milyonları bulan yabancı emekçiler gittikçe genişleyen yığınlar halinde uyarı eylemleri yapıyor, gece nöbetleri tutuyor, yaratıcılıkla yüzlerce yeni eylem türleri geliştiriyorlar. Özellikle Türk ve Kürt emekçiler eylem içinde büyük sayılarla yer alıyorlar.
Almanya’da birçok sendika, demokratik kuruluş, özellikle Alman anti-faşistleri ve savaşı yaşamış ileri savaş karşıtı emekçiler gün boyu eylem içindeler. Okullarda dersler bir hafta boyunca kesildi, ulaşım felce uğradı, yürüyüş ve mitingler yapıldı. Türkiye ve K…a ilişkin olarak ve Türkiye’nin NATO üyesi olarak savaştaki konumu ve yeri üzerine konferans ve toplantılar düzenleniyor, Özal’ın savaş yanlısı politikası teşhir ediliyor. 200’e yakın büyük yerleşim biriminde milyonları bulan göstericiler geceli gündüzlü eylemler yapıyor, Almanya’nın emperyalist savaşa katılmasına fırsat vermeyeceklerini dile getiriyorlar.
ABD’nin yanı sıra aktif olarak savaşa katılan Fransız emperyalistlerinin savaşçı ve saldırgan politikası Fransa’da düzenlenen eylemlerle protesto ve teşhir edildi. İşyerlerinde işçiler iş durdurdular, okullarda boykotlar düzenlendi, metrolar trafiğe kapatıldı. “Körfez savaşına hayır”, “Körfez’deki emperyalist savaşı lanetliyoruz”, “petrol şeyhleri için akıtılacak kanımız yok” sloganlarıyla günlerce suren protesto gösterileri yapıldı.
Ayrıca Amerikan emperyalistlerin peşi sıra savaşa katılan Hollanda, Avusturya, Belçika, İsveç, Norveç, İsviçre, İspanya, İtalya ve diğer ülkelerde yüz binlerce savaş karşıtı emekçi eylemlere katıldılar, savaşı ve emperyalist devletlerin saldırgan politikalarını protesto ettiler.
Eylemlerin savaş son buluncaya kadar devam edeceği, savaşa karşı çıkan emekçilerin sayısının giderek genişlediği bildiriliyor.
Köln yürüyüşü
19 Ocak’ta Körfez savaşına ve Türkiye’ye “Çevik Kuvvet” in yerleştirilmesine karşı ve Türkiye’deki işçi eylemlerini desteklemek üzere Köln’de yürüyüş ve miting düzenlendi.
Türkiyeli ve K…’lı örgütlerin ortaklaşa düzenledikleri yürüyüş, hemen savaşın patlak vermesinin ardından gerçekleştiği için güçlü ve mücadeleci bir eylem oldu. Almanya’nın çeşitli yerlerinden eyleme katılan 10 bini aşkın emekçi gösterilerini gün boyu sürdürdü. Miting alanında TDKP adına yapılan Türkçe ve ERNK adına yapılan Kürtçe konuşmalarda Türkiye gericiliğinin Körfez savaşını bahane ederek çok boyutlu hesaplar içine girdiği, Kürt ve Türk halklarını gerici haksız bir savaşta ve savaş koşullarından yararlanarak yurt içinde katletmek için çaba sarf ettiği vurgulandı. Gericiliğin içerde işçi hareketini ve Kürt halkının mücadelesini ezmek, dışarıda ise pastadan pay almak için Amerika’dan çok Amerikancılıkla savaş hazırlığı yaptığı anlatıldı. Ayrıca Musul ve Kerkük üzerine kurulan milliyetçi ve şoven hesap ve emeller teşhir edildi. Sloganlarla sık sık uluslararası dayanışmanın önemi vurgulandı ve miting daha sonra sanatçıların şarkı ve türküler söyledikleri kültürel bir programla sona erdi.
Eylemler sürüyor
Savaş karşıtı eylemler durmuyor. En son Almanya’nın Bonn kentindeki yürüyüşe 200 bin kişi katıldı. Bölgelerde yerel düzeyde sürekli bir eylemlilik yaşanıyor. Daha çok an ti Amerikan ağırlıklı gerçekleştiği için, hükümet yanlısı parti ve kuruluşlar, eylemleri amacından saptırmaya, İsrail ve Amerikan yanlısı eylemlere dönüştürmeye çalışıyorlar. Sosyal Demokratlar ve birçok sendika yönetimi de benzer bir tutum içindeler. Bu arada Alman Yeşiller Partisi Türkiyeli gençlere yönelik olarak askere çağrıldıklarında gitmeme çağrısı yaptı. Aynı çağrı, Alman gençlerine ve NATO üslerinde görevli Amerikan askerlerine de yönelik. “Evimi Körfez savaşına gitmek istemeyen Amerikan askerlerine verebilirim” çağrısıyla yapılan dayanışma eylemlerine bugüne kadar birçok Amerikan askerinin katıldığı ve çağrıya uyup savaşa gitmedikleri görüldü.
Suser İşçilerinden Malazlar Grevcilerine Destek
21 Ocak günü işyerlerinde toplanan Suser işçileri yapılan konuşmalardan sonra 150 kişilik bir toplulukla grevdeki Malazlar Fabrikası’na gittiler. İşçiler, grev çadırına iki yüz metre kala kortej oluşturup “Emperyalist savaşa karşı sınıf savaşı”, “Faşizme ölüm halka hürriyet” gibi sloganlar atarak çevredekilerin sempati gösterileri eşliğinde grev çadırına vardılar. Malazlar grevcileriyle birlikte halay çeken Suser işçileri, hükümetin “grev ertelemesi” dediği ama yasaktan başka bir şey olmayan kararına karşı grevlerin yükseltilmesi ve dayanışma içine girilmesinin büyük önemi olduğunu belirttiler.
Savaşa karşı gösterilerden
*21 Ocak günü bir grup şair, yazar, öğretim üyesi ve sanatçı Gazeteciler Cemiyeti Lokalinde yaptıkları bir toplantı ile Körfez Savaşını ve Türkiye’nin bu savaşa katılmasını protesto ederek, sendikaları, kişi ve kuruluşları duyarlılığa çağırdılar. Yaklaşık 50 kişilik grup, toplantıdan sonra “Emperyalist savaşlara son” pankartıyla yürümek istediler. Yürüyüşe polis müdahale ederek ve tartaklayarak yürüyenleri engelledi. Nezaketle uğraşacak hali de yoktu. Kim olursa olsun, savaşa karşı yürüyenleri -ant içmişti- yürütmeyecekti!
*25 Ocak 1991 günü öğleyin Beyazıt ve Sultanahmet Camilerinden çıkan yaklaşık 5000 kişi Beyazıt’a yürüyüp “Amerika ve İsrail’in yanında savaşa hayır” sloganı attı. Aynı gün aynı saatlerde merkezi İstanbul’da bulunan sendikaların temsilcileri ve insan hakları savunucuları Tepebaşı’nda TÜYAP’ın önünden Amerikan Konsolosluğu’na kadar yürüyüp siyah çelenk bırakmak istediler. “Emperyalist savaşa hayır” sloganları ile yürüyen yaklaşık 150-200 kişilik grup, Amerikan Konsolosluğu’na henüz ulaşamadan İstanbul Çevik Kuvvet Ekipleri tarafından sarılarak engellendiler. 6 kişinin gözaltına alındığı gösteri sonunda Çevik Kuvvet Müdürü Necmettin Yıldırım’a yaklaşan bir gazeteci “Amerika’yı mı koruyorsunuz, yoksa bizi mi ?” diye sorunca, tam Necmettin Yıldırım’ın gazabına uğrayacakken ‘tanıdık’ olmasının yüzü suyu hürmetine ‘yırttı’.
Ankara’nın taştır yolu
Sait EFE
Deli mi ne bunlar? Dağa düşmüşler düpedüz. Yaşlı başlı adamlar tümü de. Aksakallı babalar, ak saçlı analar, karakaşlı, kara gözlü kadınlar da var aralarında. Sel mi bastı köylerini? Deprem mi oldu beldelerinde acaba? Nereye giderler böyle? Ne demeye?… Sakın kuraklık göçü olmasın? Şu efsanelerde olduğu gibi, imge mi görüyorum? Düşte miyim yoksa? Olası değil bunca insanın yürümesi.
Sel mi yoksa? Kıvrıla kıvrıla dolanan dağların arasından. Irmak, dere, deniz… Değil!… Değil!… Akmıyorlar onlar gibi deli deli. Ağaç desem, orman desem… Sazlık ya da dere boyu. O da değil. Durmuyorlar onlar gibi. Turnalar olur ya; gökyüzünde göç zamanı. Doldururlar uzayı boylu boyunca hani. Tıpkı onlar gibi. Uçmuyorlar ama. Yürüyorlar. Evet, yürüyorlar yüz binler, dağlar yürür gibi. Yürüyorlar, kadın, erkek, yaşlı, genç… Taşı toprağı ile doğayı sürür gibi.
Bu gök gürültüsü de ne? Yağmursuz, bulutsuz havada. Yerden göğe doğru dalga, dalga.
İnlete, inlete taşı toprağı.
Dinlete, dinlete tüm insanlığı.
İŞ-EKMEK-ÖZGÜRLÜK diye.
O da ne? Ankara yolu kesili. Dağ, taş asker basılı. Barikatlar var yolda. Pusuya yatmış asker, polis dört bir kolda.
Ankara’ya gidiyorlardı. Payitahta çıkacaklardı. Dertlerine derman için. Şu meşhur marşta olduğu gibi.
Ankara, Ankara güzel Ankara
Senden yardım ister, her düşen dara
Yetersin onlara
Güzel Ankara.
Üzerine çöken kapkara dumanla, güzelliği nasıl oldu, nerede kaldı bilinmez ama her dara düşene derman olmadığı kesin payitahtın. Para babaları, patronlar dışında, işçiler, emekçiler için derman değil, dert hatta. Kâra kara kararların çıktığı bir kent olarak.
Ankara’nın yollarının taşlı olduğunu biliyorlardı. Kesik olacağını asla… Kim, kime karşı, niçin kesecekti? Canavar sürüsü, düşman taburu mu geçecekti ki?
Elinde ay-yıldızlı bayrağı taşıyan işçi, bir ezgi duydu yüreğinin derinliklerinde. Bir marş ezgisiydi bu. Ezgi, mezgi zamanı değildi ama… Şaşkınlıktan şoke olmuş işçiler bilinçaltı düşünüyorlardı. Ankara yolu ile ilgili olduğu için belki de. Bilinçaltından çıkmıştı.
Ankara’nın taştır yolu
Her tarafı düşman dolu
Yetiş artık Kemal Paşa
Kan ağlıyor Anadolu.
Bilinçaltından gerçek yaşama, bir daha yeniledi. Yüreğinin derinliğindeki bu ezgiyi.
Ankara’nın taştır yolu
Barikatlar asker dolu.
Yetiş artık… Sesi kesildi. Soluğu kısıldı. Arkasını getiremedi. Kim yetişecekti? Kime yetişecekti? Birileri yetişmeliydi ama. Bu böyle gitmezdi. Marşı tamamladı içinden.
Kan ağlıyor işçi, köylü.
Aralarında oğulları, kardeşleri de bulunan Kemal Paşa’nın ordusu yollarını kesmişti. Bir insan ömrü bile dolmadan, bir ulusun tarihi değişmişti.
Çelişkileri derinleştirip, sınıfları saflaştırarak.
Barikatın önündeki insanlarla, arkasındaki güç, saflaşan bu sanırlardı. Kurtla kuzu, tazı-tavşan, tilki-tavuk örneği. Çıkarları birbirinin tersineydi. Birinciler, ikincileri yiyerek yaşayabilirlerdi ancak. Kuzu melemeye, tavşan kaçmaya, tavuk uçmaya başlamıştı yenmemek için. Kurt kararlıydı ama. Tilki ve tazı da. Yemeden edemezlerdi çünkü.
Barikatın önünde duranların çoğu ayrımında değildi bunun. Böyle bir kaç barikata çarpıncaya kadar da ayrımında olmayacaklardı ne olduğunun.
Taşın sertliğini başları yarılınca anlamıştı insanlar. Suyun soğukluğunu da elleri üşüdüğünde.
Başlar yarılıyor, eller donuyordu Mengen’in karlı dağlarında. Çekilen namlu, parlayan süngülerin gölgesinde.
– Durun!..
– Neden?
– Suçlusunuz. Yürüyüşünüz ideolojik amaçlı ve siyasi.
En büyük suç yol kesmekti oysa yasalarınızda.
– İdeoloji ne? Siyaset kim?
– Önünüzde ve yanınızda siyasiler var.
-Siyasi değil, avcılar onlar. Oy avcıları. Biz biliyoruz onları, iktidarda olsalar onlar da aynısını yaparlardı. Yoldaşlık anımızda bile çilemizi paylaşmıyorlar. Birini önceden tanıyoruz. “Yol yürümekle aşınmaz” demişti, ötekinin de tayfasını. Öbüründen farkı, gömleğinin rengiydi yalnızca. Zam da. Baskı da aratmadı ötekini, kısacık iktidarında. Zorla döverek değil, okşayarak, severek başta. Hatta yaşadığımız on yıllık zifiri karanlığın ilk mumunu, o söndürdü Kahramanmaraş’ta.
– On iki Eylül öncesine mi dönmek istiyorsunuz?
– Hayır!.. Açlıktan ölmek istemiyoruz. Açın yolumuzu gidelim. Ekmek yürüyüşü bizim ki. Açlığa karşı. Hak yürüyüşü. Haksızlığa karşı. Çocuğumuza kazak, eşimize entari almak istiyoruz. Bayramlarda giyinmek, seyranlarda sevinmek onların da hakkı. Güneşi görmeden geçer gençliğimiz, yerin yedi kat alanda, ölmeden cehenneme girmiş gibi. Her gün, her gün helalleşiriz işe giderken evimizle. Savaşa gider gibi. Kaçık var. Göçük var. Her biri bir düşman askeri gibi, ölüm kusarlar üstümüze. Tüm bunların üstüne bir de açlık çilesi çektirmeyin bize.
-Olmaz!… Zorla hak alınmaz. Zorsuz da bir şey olmazdı. Zora karşı olanlar, zorla çevirmişlerdi işçileri yollarından.
Gidenler işçi değil de, karaborsacı, kaçakçı olsalardı eğer, köşke çoktan çıkmış, kahvelerini bile içmiş olurlardı şimdiye. Onlar köşkten çıkmadan daha, istedikleri paralar girerdi kasalarına.
İşçi olmak dürüst kalmak suçunu işlemişlerdi bizimkiler. Bu suçun infazı da, açlık, hastalık, dayak, tutsaklık, insanca yaşayamamak, dahası ölümdü ülkemizde.
Suç sende diyesi geliyor insanın işçilere. Suç sende kardeşim. Suçlu sensin. Ezil, ezil, ezil de aklın başına gelsin. Bir daha dünyaya gelirsen onlardan ol emi. Onlardan ol ki, ayakyolu edesin köşkü yok, yok ola senin için. Kasan, kesen dola o biçim.
Son denilenlere aldırma işçi kardeşim. Biraz alay var. Biraz da sitem. Alay başkasına, sitem sana. Sana ve İzmitli, İzmirli, İstanbullu, Nusaybinli, Botan’lı emekçilere. Sizleri yalnız bıraktıkları için. Doğru yoldasın yürü. Barikatı aş, Çankaya’ya ulaş, kurtuluşa yaklaş, ölüm her yerde aynıdır. Barikat önünde vurularak da. Bir kondu köşesinde açlıktan, hastalıktan kıvrılarak da. İlki onur, ikincisi kırandır yalnızca.
‘Ebedi barış’a füze çarptı…
Mehmet ESATOGLU
Dekorcu çocuk işkembe çorbası içmemiş olsaydı, çorbanın içine tuz, kırmızıbiber ve kekiğin yanı sıra iki kaşık sarımsak koymamış olsaydı, esmer kız “Birde sarımsak kokusu var” diye çığlığı atmayacak, prova kesilmeyecek, Perdeci en bön haliyle dekorcu çocuğa naneli sakız uzatmayacaktı.
Kış ortası, soğuk bir Ocak. Sahne üzerinde yangın var. Şişko yönetmen deli danalar gibi dolanıyor. Rivayete göre, poposundan hafif ateş fişleniyor, işler böyle giderken işte o prova günü işkembe çorbasından hazzetmeyen ama prova sonrası ekip deliler gibi işkembeciye koşarken kaderine boyun eğen oyuncu esmer kız provanın orta yerinde “Ferhat” diye bağıracağına “duyuyor musunuz sarımsak kokuyor” diye bağırdı. Oyuncular ve şişko yönetmen esmer kıza doğru baktıklarından dekorcu çocuğun yüzünün kızarışını göreme- .diler. Ortalığı koklama sesleri kapladı tedirgin gözler birbirini aradı.
Bir sarımsak kokusu provayı nasıl durdurur diye şaşarak okuyacak kimileri bu yazıyı yıllar sonra. Yoo hayır bugünlerde yalnız sarımsak kokusu değil hardal, sardunya, bayır turpu, acıbadem vb. kokuları duyduğunuzda dikkatli olun. Akciğeriniz etkilenecek, deride yanıklar oluşacak, gözlerde kızarma, yanma, iltihap, ışığa karşı hassasiyet, göz kapaklan şişmesi, öksürük ve boğulma hali, boğaz ve solunum yollarında iltihap, ciltte kızarıklık, kabarma, yanma bulantı ve kusma. Neden mi? Çünkü kimyasal bir bomba birden bire gümm. Halep’çe de kucağında bebeği yere kapaklanan adam bu kokuyu nasıl hissetti? Kuşkusuz gaz maskesi yoktu. Olsa da iş maskeyle bitmiyordu, filtre de gerekliydi. Her şeyden önce bu kokuların ölüm demek olduğunu bilmiyordu.
Savaş öncesi günlerde gazeteler, bir dolu yazdı. “Bu kokuları duyduğunuzda maskelerinizi takın.” Maliye Bakanı haykırıyor, “Olmaaaz maske çok pahalı” Peki çözüm? ” Ağzınızı burnunuzu ıslak bezle kapatın.” İyi ama suların akmadığı İstanbul’da ıslak bezi nereden bulacağız?
Prova kesilmiş, savaş üzerine ölüm fantezileri gelişirken, şişko yönetmen, gülerek, “Buş Regaip Kandilini bekliyor” başlıklı yazıyı anımsadınız mı? Oyunculardan biri, “Evet. Suudi Arabistan’da uzun süre kalmanın sonucu bu.” Taklit ederek. “Onlara göre savaş şöyle başlayacaktı; Efendiiiim Kandil-i Şerifiniz mübarek olsun. Füzelerimiz sabah ezanına hazır mı?”
Oyuncular katıla katıla gülerken, esmer oyuncu kız “İyi ama ben sarımsak kokusunu duydum. O nereden geliyordu? Perdeci -Ikına sıkıla- “Şey. bizim dekorcu çocuk -provaya gelirken- işkembe çorbasını biraz bol sarımsaklı içmişte.” Dekorcu çocuk “Savaş her yana yayılmış, işkembeciye bile. Garsona ‘Bir tuzlama ver, damardan olsun’ dedim. Garson: ‘Damar çıkmadı, çünkü savaş korkusuyla işkembeciye gelenler azaldı. İşkembe satılacak ki damara sıra gelsin.’ demez mi?”
Kara saçlı görkemli kadın, önündeki kâğıtlara bir şeyler karalarken yönetmene hafif bir sesle “Bence Brecht’in bu şiirini bir yerlerde yeniden yayınlamalı.
YENİ DESTAN
Akşam yeli eserken savaş alanında
düşman yenilmişti.
Telgraf telleri çınlaya fitreye
iletti haberi uzaklara.
Bir ucunda dünyanın
yükseliverdi bir acı uluma,
çılgın bir çığlık koptu
kızgın ağızlardan gök boşluğuna.
İlenmekten soldu binlerce dudak.
Binlerce yumruk sıkıldı kudurmuş bir hınçla,
Öbür ucunda dünyanın
bir sevinç çığlığı ağdı gökyüzüne,
sarıldılar birbirlerine, tepindiler delirmiş gibi
Ciğerler şişti, göğüsler kabardı.
Binlerce dudak mırıldandı eski duaları.
kaskatı olmuş binlerce dindar el
kenetlendi o saat birbirine.
Gece yarısına doğru
telgraf telleri hala sayıyordu
savaş alanlarındaki ölüleri.
Sonra dost düşman bütün insanlar birden sustu..
Yanlız analar ağladı
dünyanın iki ucunda.
Prova kesilmişken kentin göbeğinde bir hukuk adamı kuliste koşturuyordu. “Çiçekler hazır mı? Ses düzenini denetleyin.” Savaşa doğru doludizgin giden günlerde bir gece. Oyunculardan biri anlatıyordu: “Kalp Vakfı yararına Kentin orta yerinde kültür merkezinde. Bilet yüz-binlerce lira. İspanya’dan saygın bir şarkıcı getirilecek. Ortalık İspanya ezgileri ile inleyecek. En önde ülkeyi Amerika’nın emriyle savaşa sürükleyecek baş yöneticinin eşi oturacak. Hanımefendi, gelini, özel doktoru İspanyol ezgileri dinleyecek, konserden sonra İspanyol sanatçıyla basına poz verilecek, süprüntü yazarlarda bunu sayfalarca yazacak.
Nasıl, program güzel mi?
Gösteri başladı. Hukukçu mutluydu. Az sonra kokteylde kendini yeniden pazarlayacaktı. Kolay değildi egemenlere hukukçuluk yapmak. Her gün ve her saat pazarlamak gerekiyordu. Sahneye yıllardır Flamenko söyleyen bir şarkıcı çıktı. Tıngırdattıkça gitarını hanımefendinin gözleri baygılaşıyordu. Şarkıcı son şarkıya başlamadan durdu “son şarkımı savaş değil barış isteyenler için söylüyorum” dedi. Salonda bir an şaşkınlıktan sonra büyük bir alkış patladı. Hanımefendi öfkeyle baktı alkışlara. Nedense hukukçu da gözlerini kıstı, iğrenerek baktı alkış dolu barışa.
Perdeci “şarkıcı ucuz kurtarmış bizim Hami gibi davransaydı, Güney Kore’yi destekleyenlere kafa tutsaydı sonu daha acı olabilirdi.” Herkes şaşkınlıkla baktı. Ne güneyi ne kuzeyi savaşın Kore’yle ilgisi ne? Perdeci “çocuklar senaryolar pek değişmiyor 50’li yıllarda açın bakın gazete başlıklarına aynı. ‘Birleşmiş Milletler kararı’ ‘Kuzey Kore’ye karşı Güney Kore’yi koruma ve kollama harekatı! Başımızda Amerika’nın uşakları. Terane aynı’ madem ki Birleşmiş Milletler… Birleşmiş Milletlerin Kuzey Kore, Güney Kore davası ne ola?
Bir sabah
Gülerek uyanmadı Memet
Gözünü açtı Kore’de
Uykulu gözlerle sordu tarihe
Kore nire?
Süngü tak Memet
Sürün Memet
Sürün ki işleri aksamasın
Sakıp Beylerin, Vehbi Beylerin,
Fevzi Beylerin, Sezai Beylerin
Sürünürken fabrikalarında, inşaatlarında
Üçe, beşe, hiçe…
Sürün şimdi.
Israr etme
Sürün Memet
Başkaldırı gününe dek
“Adnan-Menderes ‘memleketimizin yararına olacaktır’ nidalarıyla Memetleri sürerken Amerikan pazarına bizim Hami yurdun bir köşesinde haykırıyordu barış diye. Alıp Hami’yi ve arkadaşlarını içeri tıktılar. Süprüntü kalemler övgüler düzdüler. Kore’de kimi kolunu bacağını, kimi yaşamını bıraktı. Yalan sisleri dağılırken hiç kimse afferinlemedi onları. Yalnızca “ne şehittir ne gazi bok yoluna gitti Niyazi” deyişi yadigâr kaldı o günlerden…
“Kimilerine göre Hami boşuna yattı onca seneyi. Öyle ya her şey nasılsa öyle olup bitecekti. Kimilerine göre doğru davrandı. Cinayete ortak olmamak gerekiyordu. Bugün barış yanlıları daha kalabalık. Ürkütüyor katilleri” Esmer kız “bunu nereden çıkarıyorsun”. Perdeci “günlerdir televizyonu izliyorum. Dünyanın bir yerinde bombalar patlıyor olayı tek bir kanaldan izliyoruz CNN. O nasıl aktarırsa bütün dünya öyle kabulleniyor sanki. Ortadoğu’da küçük bir ülkenin tepesine çöreklenmiş dünyanın en güçlü Emperyalistleri. Ancak bütün bu güç yalana başvurmadan duramıyor. Verdiği kayıplar yalan, savaşın gidişatı yalan. İlk günkü haberlere göre bütün ülke yerle bir. Barış yanlıları yürüyorlar, karşı çıkıyorlar savaşa. Saklıyor bunu CNN televizyonu. Kimi aydınlarımızın dillerinden düşünemedikleri Batı demokrasisi, Batı özgürlüğü işte bu kadar. Bir avuçta olsa barış severler ürkütüyor onları. Kaldı ki çok daha kalabalıklar.
Esmer oyuncu kız öfkeyle ayağa kalktı “ne yani Marx Frisch’in bu dizeleri yeniden mi yazılacak?”:
“Uç uç, mayıs böceği
Baba savaşa gitti,
Anne yuvada kaldı
Burası, yuvamız yandı kül oldu
Uç uç mayıs böceği!.
İlkyazda, karlar eriyince, baba gelecek… Onu hiç görmedin sen, bak sana söyleyeyim yavrum: İyi bir baba, sevgili bir baba o… Seni dizlerine oturtacak, dah! dah! dah! Onun gözleri de tıpkı senin gözlerine benzer, bir göl gibi duru, masmavi… Güler yüzlüdür baban savaştan döndüğü gün seni omuzlarına alacak sen de küçük yumurcak, onun saçlarına yapışacaksın! dah! dah! dah!
Dünya öyle küçüldü ki artık savaş küçük bir alanda kalmıyor. Hızla yayılıyor, acılarını bütün dünya çekiyor. Mazı dağında oturan adamın camını kırabiliyor Florida’lı Jimmy. Hızla geçen uçağın titreşimi camları kırarken kulakları sağır ediyor. Ama Jimmy’nin de işi kolay değil, hem atacak bombayı hem savunacak. Hiroşima’ya bomba atan adam gibi acılar çekmeyecek. Savaşın ilk günü yüzü kırmızı lekeler içindeki ölümü savunan pilotun yüzü ne kadar trajikse Saddam’a esir düşen ve savaşı sözüm ona lanetleyen pilotların yüzü de o kadar trajikti. Evet, Jimmy’nin işi gerçekten zor. Bombayla kalkıyorsun karşı tarafın yoğun ateşi karşısında atamıyorsan bombayı yandın. Oyuncular “neden diye sordular? Şişko yönetmen “bombardıman uçağı bombalarını boşaltmadan dönemiyor kalktığı yere. Dönüşte inerken küçük bir hata ve uçağın düşüşü alanda bekleyen yüzlerce bombardıman uçağını yok edebilir.” Perdeci “Peki bombayı atmak için hiç bir yöntem bulamazsa” şişko yönetmen “Geçen gün öyle olmuş Jimmy sormuş bizimkilere onlar da düşünmüşler, taşınmışlar sonunda formülü bulmuşlar. Demişler ki: Ey Jimmy atamazsan bombayı dönüşte at Cudi’ye nasılsa onlar da bizden değil. Akşam haberlerinde bir haberi ‘yanlışlıkla Cudi dağına düştü bir bomba’. Bomba -ya da doğrusu bombalar- duyduğumuza göre çok derin bir çukur açmış. Cudi dağında ve insanların yüreğinde.
Oyuncular prova bitimi dışarı çıktıklarında yolda birkaç süprüntü yazarı gördüler. Ellerinde geçen sonbahar döşendikleri ebedi barış kuruldu yazıları vardı ve nereye sokacaklarını bilemeden dolanıp duruyorlardı.
SAVAŞ OYUNLARI
Yapılacak tek şey var;
“HAYIR” demek
Aynur SARİCA
Bunalım savaşa dönüşürken, bizim “Savaş Oyunları” da oyun olmaktan çıkıp gerçeğin ta kendisi oluverdi. Bundan tam 45 yıl önce, İkinci emperyalist savaşın sonrasında “Yapılacak tek şey var” dedi. Alman şair oyun ve öykü yazarı Wolfang Borchert. İnsanlığı savaşa karşı çıkmaya çağırdı. Savaş yanı başımızda. Ama bu karşı çıkmamıza engel değil. Hayır demek için hiç bir zaman geç olmayacak. Ekim Devrimi bir emperyalist savaş içinde, “savaşa hayır” diyen barış savaşçıları tarafından yapılmadı mı?
Biz emperyalist savaşa “HAYIR” diyoruz ve Borchert,’in yıllar ötesinden “HAYIR” diyen sesine kulak veriyoruz.
Sen, Makina başındaki adam ve atölyedeki! Sana yarın su boruları ve vanalar yerine çelik miğferler ve makinalı tüfekler yapmanı emrederlerse, yapılacak bir tek şey var:
HAYIR de!
Sen, tezgâhın ardındaki ve bürodaki kız! Yarın sana bomba doldurmanı ve keskin nişancı tüfekler için hedef dürbünleri monte etmeni emrederlerse, yapacağın bir tek şey var:
HAYIR de!
Sen, laboratuardaki araştırmacı! Sana yarın eski yaşama karşı yeni bir ölüm icat etmeni emrederlerse, yapacağın, bir tek şey var:
HAYIR de!
Sen, odasındaki ozan! Sana yarın aşk sarkıları yerine nefret şarkıları söylemeni emrederlerse, yapacağın bir tek şey var:
HAYIR de!
Sen, hastası başındaki doktor! Sana yarın savaşa adam yazmanı emrederlerse, yapacağın bir tek şey var:
HAYIR de!
Sen, kürsüdeki rahip! Sana yarın kıyımı kutsamanı ve savaşa dair kutsal sözler söylemeni emrederlerse, yapacağın bir tek şey var:
HAYIR de!
Sen, vapurdaki kaptan! Sana yarın buğday yerine top ve tank taşımanı emrederlerse, yapacağın bir tek şey var:
HAYIR de!
Sen, havaalanındaki pilot! Sana yarın kentler üzerine bomba ve fosfor almanı emrederlerse, yapacağın bir tek şey var:
HAYIR de!
Sen, dikiş makinası başındaki terzi. Sana yarın üniformalar dikmeni emrederlerse, yapacağın bir tek şev var:
HAYIR de!
Sen cübbesi içindeki yargıç! Sana yarın savaş mahkemesine gitmeni emrederlerse, yapacağın bir tek şey var:
HAYIR de!
Sen, istasyondaki adam! Sana yarın cephane treni ve kıta nakli için kalkış sinyali vermeni emrederlerse, yapacağın bir tek şey var:
HAYIR de!
Sen, kentin varoşlarındaki adam! Sana yarın cephede siper kazmanı emrederlerse, yapacağın bir tek şey var:
HAYIR de!
Sen, Normandiya’daki ana ve Ukrayna’daki! Sanfransisko ve Londra’daki ana! Sen, Hoangho ve Missisipi’deki ve Hamburg ve Kore ve Oslo’daki ana! Bütün toprak parçaları üzerindeki analar! Dünyadaki analar! Sizden yarın yeni kıyımlar için hemşireler ve çocuklar doğurmanızı isterlerse, dünyadaki analar, yapacağınız bir tek şey var; HAYIR deyin! HAYIR deyin analar!
Çünkü eğer Hayır demezseniz, eğer hayır demezseniz, analar, sonra, sonra:
Gürültülü vapur dumanlarıyla yüklü liman kentlerinde büyük gemiler inildeye inildeye sessizleşecek. Dev mamut kadavraları gibi su üstünde ölgün ve hantal, su yosunu, denizbitleri ve midye kabuklarıyla kaplı, önceleri öyle inildeyip çınlayan gövdesi mezarlık ve çürümüş balık kokusuyla yüklü, yıpranmış hasta ve ölü gövdesi rıhtım duvarlarına karşı, ölü ve yalnız rıhtım duvarlarına karşı yapılacak.
Tramvaylar beyinsiz, ışıltısız, cam gözlü kafesler gibi yamru yumru olacak. Çürümüş hangarların arkasında, büyük çukurlar açılmış yitik caddelerde raylar öylece duracak.
Çamur grisi, pelteleşmiş, kurşuni bir sessizlik kaplayacak ortalığı. Her şeyi unutarak büyüyecek okullarda ve üniversitelerde ve tiyatro salonlarında büyüyecek. Stadyumlarda ve çocuk parklarında, korkunç ve hırslı, kesintisiz bir sessizlik büyüyecek.
Güneşli taze bağlar yıkık yamaçlarda çürüyecek, kuraklaşan toprakta kuruyacak pirinç ve patates ekilmeyen tarlalarda donacak ve sığırlar katılaşmış bacaklarını devrilmiş iskemleler gibi dikecek gökyüzüne.
Enstitülerde büyük doktorların dahi buluşları asitlenecek, mantarsı külle kaplanacak.
Mutlaklarda, hücre odalarında ve kilerlerde, soğuk hava depolarında ve ambarlarda son torba un, son kasa çilek, kabuk ve diğerleri bozulup gidecek. Ekmek ters dönmüş masaların altında, parça parça olmuş tabakların üzerinde yemyeşil kesilecek. Ortalığa yayılan yağ arapsabunu gibi kokacak. Tarlalarda buğday paslanmış karasabanların yanına düşüp kalacak. Yok edilmiş bir orda gibi tüten tuğla bacalar, demirci ocakları ve yıkık fabrika bacaları sonsuz çimle kaplanarak ufalanacak, ufalanacak, ufalanacak.
Sonra son insan dökülüp parçalanmış bağırsaklarıyla ve kirlenmiş ciğerleriyle zehir gibi kızaran güneşin altında yalnız ve yanıtsız ve yalpalayan yıldızların altında bir yanılgı gibi oradan oraya dolaşacak. O kocaman beton yığınları tenha kentlerin soğuk putları ve gözden kaçması olanaksız toplu mezarlar arasında yalnız kalacak. Son insan kupkuru, delirmiş, Allaha küfrederek yakınarak o korkunç soruyu soracak: NEDEN? Bu ses bozkır derinliğinde yiterek, duyulmaz bir hale gelecek. Yıkıntılar üzerinde eserek çatlaklar arasından akacak. Bu ses kilise enkazları içinde ve sığınaklara çarparak saklayacak, kan birikintileri üzerine düşecek. Duyulmayacak, yanıtlanmayacak son insan-hayvanın, son hayvanca bağırışı.
Tüm bunlar olacak, yarın, yarın belki. Belki hemen bu gece. Belki bu gece… Eğer, eğer, … Eğer siz…
HAYIR demezseniz…
MALAZLAR’LA DAYANIŞMA GECESİ
26 Ocak’ta Petrol-İş, Kartal’da ‘Malazlar Grevcileriyle Dayanışma’ gecesi düzenledi. Geceye 2000’in üzerinde işçi katıldı, buna yakın işçi de yer yetersizliğinden salonun dışında kaldı.
Grevlerin ertelenme kararının hemen ertesinde düzenlenen geceye, işçi coşkusu ve kararlılığı egemendi. Başından sonuna katlar atılan emperyalistleri, burjuvazi ve faşizmi, savaşı lanetleyen sloganlar bunu ortaya koyuyordu. “Emperyalist savaşa hayır”, “K… faşizme mezar olacak”, şiarları gece boyunca tek ses olarak haykırıldı ve geceye damgasını vurdu. SHP’nin Cevdet Selvi, Mehmet Moğultay gibi milletvekilleri SHP tutumunu çok aşan ve kendilerinin pek uyum sağlayamadıkları geceyi daha başından kibarca terk ettiler.
Gece ozanların, çeşitli müzik gruplarının katılımı ve “Şarkımız Güney’e Dair”den iki bölümü sahneleyen İstanbul Sahnesi oyuncularının tiyatro gösterisiyle, aynı zamanda zengin bir kültürel içeriğe sahipti.
ŞAFAKLARA KAVGAYLA VARILIR
artık günler ölgün güneşle
aydınlanan günler değil
ne de yağmur akında bekleyen
suskun nehirler var
sancıyan yüreğin doğurganlığıdır umutlarda büyüyen
kavgaya gebe
şafaklara kavgayla varıldı dostlar
korku kavgayla yenildi meydanlarda
ve ilk kez ölü yıllara
toprak serpildi
en sondu yenilgi!
ve tarihin ihaneti
binlerce kez çoğaltılarak yazıldıysa da
kanlarınızla kızıllaşan şafaklar
çağlayan oldu yeraltında
tumba dostlarım tumba
sesleri çarparken kayalara
ve kayalar şatafatlı
yıldızlar icazetli birer engerekti
ve siz yeraltında
sevdanın inancıyla yücelmiş
şanlı baharın kır çiçekleri
tumba dostlar padişaha
tumba deyince alandaki başaklar
tomurcuğa durmuş dallar parçalandı
saraylar korunmaya alındı
beklenen bir gerçekti bu
ne saraylar padişahları kurtarır
ne padişahlar sarayları tutabilir
bunu örümcekler de bilir
tomurcuklar da
ama çiçek açmaya
yemin etti toprak
ateşi söndürmek yok artık
ırmağa yol vermenin
zamanıdır dostlar
V. Otunç
İŞKENCEDE ÖLÜM (Okur Mektupları)
Özal iktidarının ekonomik uygulamalarını ve savaş çığırtkanlığını protesto etmek için hayata geçirilen 3 Ocak Genel Grevi tüm yurtta olduğu gibi Ankara’da da polisin yoğun saldırılarıyla karşılaştı. Bu saldırılar özellikle greve destek vermek için yapılan Genel Boykotları ve gösterileri hedef alıyordu. Bu çerçevede Hacettepe Üniversitesi Beytepe Kampusunda boykot çalışmasına katılanlar polis tarafından gözaltına alınarak Ankara Siyasi Şubeye götürülüyordu. İktidarın muhalefeti susturma, kitleleri yıldırma amacıyla desteklediği ve görmezden geldiği işkenceciler, gözaltına alınanlara en hayâsız ve vahşi işkenceleri yaparak 18 Ocak 1991 günü Hacettepe Üniversitesi Elektrik Fakültesi 4. sınıf öğrencisi BİRTAN ALTINBAŞ’ı ailesine ölü olarak teslim ediyordu. Birtan Altınbaş ülkemizde yıllardır sistemli olarak uygulanan işkencenin son kurbanıdır. Özellikle savaş koşullarının yaşanmaya başladığı şu günlerde bu olay gelecekteki ölümlerin habercisi niteliğindedir. Bu tür olayları engellemek isteyen tüm demokratik kişi ve kuruluşlara çağrımız, Özal iktidarının bu vahşi yüzünü kitlelere teşhir etmek, işkencecilerin ortaya çıkarılıp yargılanmasını sağlamak için tüm güçlerini seferber etmeleri ve bu tür olayların örtbas edilmesine izin vermemeleridir.
İYÖ-DER’li Öğrenciler
İZMİR’DE POLİS TERÖRÜ
İzmir’de gençliğin yükselen devrimci mücadelesinden rahatsız olan polis, 14.2.1990 tarihinde “TDKP/GKB Operasyonu” düzenledi. Evlere ve öğrenci yurtlarına yapılan baskınlar sonucu sayıları kırkı bulan öğrenci ve işçi gençler gözaltına alındı. Bazı evlere Tompson’larla giren polis terör estirdi.
15 gün devam eden gözaltı süresince polis, biçimi ve yoğunluğu kişisine göre değişen, sistemli işkence yöntemlerini denedi.
Liberalleşme ve demokrasi yaygaralarının yapıldığı bir ortamda; İzmir’in göbeğinde, Konak meydanında yer alan siyasi şubede gözaltındaki kişilerden bazılarına elleri arkadan kelepçeleyerek ağırlıkla bekletme, günlerce yemek ve tuvalet gereksiniminden yoksun bırakma, saatler süren zorunlu jimnastik, ayakları ters olarak askıya alma, vücudun birçok yerine elektrik verme v.b. yapılan sistemli ve pervasız işkence yöntemlerinden yalnızca birkaçıydı.
İnsan Hakları Haftasında başlatılan operasyon devlet terörünün, insan haklarına yaklaşımını sergilemesi açısından anlamlı bir örnek oluşturdu.
Türkiye’de her zaman sistemli olarak sürdürülen işkence yöntemlerinin yetkililerin dediği gibi “Önü alınamayan birkaç üzücü olay”dan ibaret olmadığını bugün “Sağır Sultan”ın bile bilmesine karşın ikiyüzlüce demeçler sürdürülebiliniyor.
24 kişinin DGM’ye sevk edildiği operasyonda estirilen terör DGM’deki işlemler boyunca da sürdürüldü. Gözaltında tutulan sanıkların gereksinimleri gereğince karşılanmadığı gibi ifadeler alındığı halde birbirleriyle iletişimleri engellendi, tehdit ve tartaklamalar devam etti.
Daha sonra serbest bırakılanlar İnsan Hakları Derneği’nde bir basın açıklaması yaparak, gözaltı süresince yaşanan işkence ve insanlık dışı uygulamaları kınadılar. Kamuoyunu bu konuya bir kez daha duyarlı olmaya çağırdılar.
Bilinmelidir ki, ne devlet terörü, ne de onun baskı ve işkence gibi sistemleşmiş yöntemleri gençliğin ve halkın devrimci mücadelesini engelleyemeyecektir.
İzmir’den bir ÖD. Okuru
ÖZGÜRLÜK DÜNYASI’NA
Bizler Çukurova Üniversitesi İskenderun Meslek Yüksekokulunda okuyan devrimci, demokrat öğrencileriz. İnsan Hakları Haftası nedeni ile 12.12.1990 günü okulumuzda, dünyada ve Türkiye’de insan hakları ihlalleri konulu bir forum düzenledik. İnsan hakları için cesurca direnenler, şehit düşenler ve fikirlerinden dolayı cezaevlerinde bulunanlar için bir dakikalık saygı duruşu ile açılan forumumuz polis ve okul idaresinde bulunan kişilerin müdahale ve baskılarına rağmen yine de 100-150 kişilik bir öğrenci kitlesinin katılımıyla yaklaşık 40 dakika sürdü. Forumumuz alkışlarla sona ererken, tüm engellemelere rağmen böyle bir forumun gerçekleşmiş olmasının mutluluğu okuldaki arkadaşlarımızın yüzlerinden okunuyordu. Fakat ne acıdır ki, bir taraftan Türkiye’de demokrasi ve insan hakları olduğu iddia edildiği halde, diğer taraftan 17 öğrenci arkadaşımız insan hakları ihlallerini kınadıkları ve “KAHROLSUN FAŞİZM” sloganını attıkları gerekçesi ile gözaltına alındılar. Öğrencilerden korkan, kadrosunun % 70-80’ini gerici ve ırkçı kişilerden oluşan, okulda sosyal faaliyetleri kısıtlayan idare, okulda devamlı polis bulundurup , polisle sürekli işbirliği yapmaktadır.
Arkadaşlarımız, faşist okul idaresi tarafından ders görmekte oldukları dersliklerden teker teker alınarak polise teslim edildiler. Emniyette 30 saate yakın bir süre işkenceye tabi tutulduktan sonra baskı ve dayakla alınmış ifadeleri ile sevk edildikleri mahkemece serbest bırakıldılar. Okul idaresi de boş durmadı. İnsan haklarını savunmayı suç sayarak arkadaşlarımız hakkında 1 ila 2 döneme kadar uzaklaştırma cezası uygulamak için disiplin soruşturması açtı.
Bizler polis işbirlikçisi okul yönetiminin ve bağımsız olduğunu öne sürüp çektiği fotoğrafları polise veren burjuva basından MİLLİYET gazetesinin bu tutumlarını kınıyor ve protesto ediyoruz.
İskenderun Siyasi Şubede görevli Korkmaz Aydoğan (Başkomiser), polis memurları Yaşar Ermeydan, Necdet Değirmenci, Ziya Dekemen ile soyadlarını bilemediğimiz diğer kişiler, Ziya (İskenderun Siyasi Şubede komiser) ve polis memurları Nedim, Nedim N., (İskenderun Siyasi Şube-Polis), arkadaşlarımıza falaka ve cinsel organ sıkma, böbreklere darbe vb. yöntemlerle, fiziki-manevi baskı ve işkencede bulunmuşlardır. Ayrıca, İskenderun 2 no.lu Sağlık Ocağı doktorlarından Metin Doğruberdi Hipokrat yeminini hiçe sayarak, arkadaşlarımızın anlatımına göre gerekli muayeneyi yapmadan sadece “Vücudunuzda bir yara var mı?” diye usulen sormuş, böylelikle ettiği yemini çiğnemiş ve insanlık suçu işlemiştir.
İskenderun MYO’dan Öğrenciler
Şubat 1991