Haberler-Mektuplar

Tabansız mı, cengâver mi?
Savaşçı Cumhurbaşkanımız “savaş korkulacak bir şey değil” buyuruyor. Savaşıp ölecek kendisi ve hısım-akrabası, temsil ettiği burjuvazi olmayınca onların korkması gerekmiyor kuşkusuz. Onlar arkalarını Amerikan emperyalistlerine dayadıkları için, yenilgi korkusu da duymuyorlar. Irak, koca ABD’yi yenecek değil ya! Bu nedenle aza mal edip çok kazanmaya yönelmiş durumdalar. Bedel ne de olsa kendilerine ait olmayacak. Savaşta işçiler ve köylüler kırılacak ve özellikle K… yakılıp yıkılacak. Bir taşla birkaç kuş birden vurmaya yönelme diye buna denir. Ama bedel ödemeden tamamen muaf olabilecekler mi? Bunu, hoşnutsuzlukları savaş nedeniyle artacak ezilen kitlelerin taleplerinin kazanacağı içerik gösterecek. Türkiye kapitalizmi zaten krizde, savaşın tahribatı -özellikle burjuvazi bire üç kazanmayınca- yıkıntıyı artıracak. Ve kriz, savaşın neden olacağı yıkıntının derinleştirici etkisi ve geliştireceği savaş karşıtlığıyla birlikte emekçi yığınların yeni ve ileri taleplerle olasılıkla yıkıcı eylemlere yönelmesinin zemini olacak. Burjuvazi büyük bedeller ödeme zorunda kalabilir ve hatta “ödeme gücü”nün asılmasıyla burjuvazi iflasla karşı karşıya kalabilir.
Özal, “biz lükse biraz fazla alıştık kaybedecek çok şeyimiz yar, o nedenle kaybetmek istemiyoruz. Ama unutmayın biz cengâver milletiz” diye ekliyor. Yaa! Emekçiler her gün baklava-börek yiyorlar, her birinin altında araba var, ellerini sıcak sudan soğuk suya sokmuyorlar! Bu memlekette net asgari ücret 262 bin liradır, en babayiğit işçinin aylığı 1 milyonu zor geçiyor. Küçük üretici, ilan edilen taban fiyatlarla ya tümüyle ya da hemen hemen zararına üretiyor. Esnaf sattığı malın yerine yenisini koyamıyor. Öğretmenler, memurlar zor geçiniyorlar. Emekçi yığınlar ellerine geçen parayla ne de lüks içinde yaşıyorlar! Ve asıl savaş karşıtı olan, grevinde, gösterisinde pankartı, sloganlarıyla bu konumunu ortaya koyan hiç de lüks içinde yaşamayan emekçi yığınlardır. Tuzu kuru olan burjuva kesimler ise, savaş yanlısı ya da böyle bir eğilim içindeki azınlığı oluşturuyorlar. Ama bunların “cengâverliği” işçi ve emekçilere karşıdır. Bir de bunlar işçi ve emekçilerin sırtından “cengâver” geçinirler. “Cengâver Memet”, propagandasını bunlar yaparlar ama ne Memet’le ne de milletle bir ilgileri vardır. Ama yine de Özal’a göre “cengâver millet” oluyoruz! İçişleri Bakanı Aksu ise, yarı Özal’ı yalanlayarak yarı da “milleti” “cengâverliğe” kışkırtmak üzere “tabansız millet olduk” diyor, halkın Güneydoğu’dan göçünü konu edinerek. Artık bir karar verilse iyi olacak, “cengâver” miyiz, “tabansız” mı?

Füze korkusu, herkes tetikte
Emekçi halk savaşa başından beri karşı. Iraklı emekçi kardeşlerine karşı emperyalistlerin ve burjuvazinin çıkarları uğruna ölüme sürülmeye baştan beri muhalefet ediyor. Ama savaşçı burjuvazi emekçileri Irak’a karşı safa sokmaya uğraşıyor. Önceleri “ulus” olarak kazançlı çıkılacağı gerekçesi öne sürülüyordu. Geçerli kılınamadı, emekçiler “ulusal çıkarlar”ın söz konusu olmadığını görüyorlardı. Sonra “saldırıya uğrarsak yurdumuzu savunuruz” dendi. “Kimin yurdu” sorusunun yanıtı, “kimin çıkarları” sorusuyla yakından bağlı olduğundan ikna edici olmuyordu. Bu nedenle bu propaganda ABD’nin üstün gücüyle Irak’ı birkaç gün içinde haritadan sileceği, bizim de savaşın ganimetlerinden faydalanabilmemiz için galip tarafta yer almamız ve Amerikan emperyalistlerine gereken kolaylıkları sağlamamız ve Irak saldırmazsa savaşa girmeyiz biçimindeki propagandayla birlikte yürütülmeye başlandı, incirlik, Amerikan kullanımına açıldı.
Ama olmuyordu. O “güçsüz” Irak’ın pek de güçsüz olmadığı ve üstün tekniğin her şeyi çözümlemediği görüldü. İman kuvveti yetmezdi. Ama Saddam da sadece iman kuvvetine güvenmemiş, türlü düzenler oluşturmuştu. “Müttefik” uçaklarının füze bataryaları diye sürekli batarya maketlerini bombaladığı anlaşıldı, bunu Amerikalılar da itiraf ettiler. Irak uçakları ve bataryaları yeraltı sığınaklarındaydı. “Bilimsel teknolojik devrim” hayranlarının üstün teknoloji tezlerine dayalı iki günlük savaş tespiti yıkıldı gitti. Kolay zafer peşindeki Özal’ın hesapları da tutmuyordu. Özal “Allahtan” orduyu karadan savaşa sürmedim diye düşünüyor olmalı. Büyük bir zayiat kaçınılmaz olacaktı.
Kolay zafer hesapları ve halk düşmanı yaklaşım sadece ganimet peşindeydi. Ne Özal ne de bir başka burjuva temsilcisinin halkı düşündüğü yoktu. Özellikle Güney ve Güneydoğuda insanlar füze tehdidine karşı şehir dışlarına kaçıyorlar, kimyasal silaha karşıysa evlerini naylonla kaplayarak korunmaya çalışıyorlardı. İsrail’de herkese -Filistinliler dışında- gaz maskeleri dağıtılırken, bizde iş “Allah”a kalıyordu. Tüm Türkiye ölüme sürülmekteydi. Savaşa sürülmesi tasarlanan askerler, emekçi gençler ölüm tuzağına yollanıyorlardı. Ne için? Onların Iraklı ve Arap kardeşleriyle hiç bir alıp veremediği yok. Sorun, emperyalistlerin ve gerici burjuvaların çıkar uyuşmazlığından, Amerikan hegemonyacı emellerinden kaynaklanıyor. Emekçiler bu gerici çıkarlar için ölümün kucağına itildiler. Doğrudan savaşa sürülerek daha da itilmelerinin büyük bir olasılık olması cabası.
Bu arada korku dağları bekliyor. Adana ve Diyarbakır’da “müttefik savunucular” üç patriot füzesavar füzesini “yanlışlıkla” ateşlediler. “Yanlışlıkla” her yerde, İstanbul’da bile sirenler çalıyor olur olmaz zamanla da. Sığınakları da olmayan insanlar “başlarının çaresine bakıyorlar”. Aksu, “tabansız” diyor, Özal “cengâver”, ama kendilerinin sığınakları hazır.
Ve Cudi ve civarı bombalanıyor. Uçaksavar savunmasının Irak mevzilerini bombalamasını önlediği Amerikan uçakları dönüşte bombalarını Cudi ve K…’ın başka gerekli bölgelerine boşaltıyorlar. Bu “yakıt tankları düştü” şeklinde izah ediliyor. Bir taşla birkaç kuş birden vurulmaya çalışılıyor. Emperyalist ve burjuva ölüm makinası, tüm propagandaya rağmen emekçi halkın tepkisini üzerinde topluyor, halkta savaş eğilimi geliştirilemiyor, ölüm tuzağını reddeden tepki ve tutumlar yaygınlaşıyor.

Leş Kargaları
İtalyan Dışişleri Bakanı ay sonunda “Saddam sonrasının bugünden düşünülmesi ve gereken düzenlemenin şimdiden belirlenmesi” gerektiğini açıkladı. Amerikancı düzen planları ise Bush ve bakanlarının çantalarında hazır bekliyor. Bir “kara saldırısı”ndan önce hava bombardımanıyla Irak’ta taş üstünde taş bırakmamayı ve resmi geçit haline sokacağı bir “kara harekâtı” gerçekleştirmeyi hesaplayan “temkinli” General Schwarzkopf’un “zaferi”nden sonra uygulanacak bu planlar.
Amerikan emperyalistlerinin bugünden “yetkililer”imizle tartışmaya başladıkları bu planlardan biri Irak Kürdistan’ına ilişkin ve Türkiye’yi yakından ilgilendiriyor.
Amerika burada bağımsız bir Kürt devletinin kurulmasına izin vermeyeceği konusunda Türkiye’ye garanti veriyor. Özerk bir bölge olacakmış Irak’ta Kürdistan. TC de buna karşılık Kürtçeyi serbest bırakmalıymış -bırakıyor. Biraz daha “hak” sağlanmalıymış -sağlanacağı söyleniyor. Ne yazık ki, Türkiye’de Kürtler “bunu biz mücadelemizle gerçekleştirdik” diye düşünüyorlar! Ne nankörler! Oysa Özal vermedi mi!
Özal savaştan sonra turizm gelirlerinin artacağını, koyulan biri, üç değil on olarak geri alacağını, Türkiye’nin bölgede söz sahibi olacağını vb. söylüyor. Herkes Saddam ölmeden mirasını paylaşma peşinde. Ama o da bir türlü boyun eğmiyor. Yazık değil mi bu kadar bombaya! Hesaplar ve planlar şimdiye kadar Bağdat’tan döndü.

Seka işçileri yürüdü
10 Ocak 1991’de İzmit, Çaycuma, Afyon, Dalaman, Kastamonu, Aksu, Balıkesir ve Taşucu’nda bulunan 10 bin 700 SEKA işçisi bir buçuk km.lik bir yürüyüşle grevi başlattı.
Çalışma Bakanı İmren Aykut aracılığıyla yapılan son görüşmelerde, işçi sendikası Selüloz-İş aylık ücrete ilişkin rakamı 2 milyon 200 bine indirmiş, anca işveren sendikası Kamu-Sen’in 911 bin 500 TL’de ısrar etmesi üzerine anlaşma sağlanamamıştı.
Otomobil-İş, Öz Demir-İş sendikaları genel başkanları ile bazı sendika başkan ve yöneticileri 10 Ocak’taki grev açılışında bulundular. Selüloz-genel Başkanı Fikri Karakadılar, işçilerin ücretlerindeki gerilemeyi çarpıcı rakamlarla ifade etti. Genel Başkan’ın verdiği bilgiye göre, 10 yıl önce % 24 olan işçilik payı bugün % 9 gerilerken, 1980 yılında kişi başına 27,5 ton olan üretim bugün, kişi başına 45i6 tona yükselmiştir. Yani, geçen süre içinde hem üretim artmış, hem işçinin maliyeti azalmış; işveren iki yönlü kazançta. Ancak, yine de 911.500 TL’den bir kuruş yukarı çıkmamış.
Körfez Savaşı ve Bakanlar Kurulu’nun bütün grevleri erteleme kararı da işverenin imdadına yetişince, Kamu-Sen tarafının uzlaşmaz tutumunun -beklenen- sebebi hikmeti anlaşıldı. Ve işçilerin yürüyüş esnasında coşku ve kararlılıkla seslendirdikleri “yaşasın işçilerin birliği”, “işçiler el ele genel greve”, “işçiler birleşin” sloganları ile sınıfın ülke gündemine damgasını basmasının yaşamsal önemi bir kez daha derinden duyumsandı.


Tekstil işçisi satıldı

Her sıkıştığında ya nezle olan ya da mutlaka kalp sektesi geçiren ve mutlaka hastaneye yatan Şevket Başkan yine oyununu oynadı. “İşe gelmeme” biçimine sokularak gerçekleştirilen genel grev engellemeciliği, Zonguldak grevi ve Ankara yürüyüşünün karşısında tamamen hükümetin yanında yer alışı gibi artık yüzsüzlük derecesinde sıradanlaşan işçi düşmanı tutumlarından sonra Şevket Ağa ve Teksif yönetimi, 110 bin tekstil işçisini çok ucuza salarak düşman saflarda oluşunun yeni bir örneğini verdi. Teksif üyeleri 276 bir TL net ücretle çalışıyorlardı. Bir işçi ailesinin en az 2 milyon TL’nin üzerinde aylık geçimini en alt düzeyde sağlayabileceği koşullarda; Teksif, Tekstil İşverenleri Sendikasıyla 750 bin TL net ücret üzerinden sözleşme imzaladı. Anlaşma kararı tümüyle işçilerin dışında alındığı gibi, anlaşma maddelerinden ve grevin kaldırılması kararından tek bir işçinin haber olmadı. Teksif, sözleşmeyi fabrikalara asmaya cesaret edemedi.
Sınıfın hareketliliği ve bilinçlenme düzeyi artık Şevket Yılmaz türü sendika bürokratlığını geçersizleştiriyor. Artık üye işçilerle uyum içinde görünmeye çalışıp onların muhalif istek, talep ve sloganlarına sahip çıkarak ve bunları uygun şekilde değiştirerek kendi kanalına akıtmaya yönelen, grev komiteleriyle birlikte -ama onları kendi kontrolü alıma almaya çalışarak- davranan sözleşme imzalanması sürecine işçilerin ve grev komitelerinin katılmasına ses çıkarmayan, kararları kendisi alsa da bunları işçilerin aldığı kararlar gibi göstermeyi başaran, en azından bunun için uğraşan yeni tür, sınıfın bugün içinde bulunduğu koşullara uyan sendika bürokrasisi işlevsel olabiliyor. Artık Denizer türü geçerlidir. Başka türlü, işçiler adına hareket etmek olanaksızlaşmaktadır. Ş. Yılmaz talihsiz ve çözümsüz bir duruma düşmüştür. Artık hastaneye kaldırılmalar işçi satışlarının kamuflajı için yeterli olmamaktadır.
Yeterli olmadığı, Şevket Ağa’nın Teksifi işçilerin hedefi haline getirmesinden bellidir.
Bugün Teksif üyesi işçiler yoğun olarak Teksif’ten istifayı tartışmakta ve başka hangi sendikaya üye olabileceklerini araştırmaktadırlar. Kuşkusuz arayış Teksiften istifa ve başka sendikalara yönelme yerine, sendikanın yönetimine işçilerin gelmesinin yol ve yöntemleri, gerekleri üzerine olmalıdır. Yoksa sendika değişikliğiyle sorun çözülmeyecek ve belki benzer durumlar yaşanacaktır. Sorunun çözümü, sendikanın işçilerin yönetiminde olması, işçilerin sendikanın tüm karar süreçlerine örgütlü ve aktif olarak katılmaları ve işçilerin istemediği tüm yöneticilerin anında değiştirilebilmesinin koşullarının yaratılmasıdır.
Teksif işçisi, ülke çapında galeyan halindedir. Adana’da Bossa ve Güney Sanayi’nin 6 bin işçisi yaklaşık 5 km.lik bir yürüyüş yaparak sendikanın Adana Şubesini bastılar. “Satılmış sendika”, “satılmış Şevket” eylem sloganlarıydı. Şube başkanı işçilerden kaçtı.

Doğramacı Bu kez İşçi Doğradı
Mesleği, ‘çocuk doktorluğu’ olan ama asıl kötü ününe YÖK Başkanlığı ile kavuşan Doğramacı, ‘özel’ üniversitesi Bilkent’te, 210 işçinin işine son verdi. Devletin bütün özel olanaklarından faydalanması bakımından da özel’ olan üniversitede devlet arpalıklarından istifade etsinler ve karşılığında da üniversiteyi işçiler ve öğrenciler (patron-general-bakan çocukları hariç!) için bir kışlaya çevirsinler diye önemli görevlerin başına asker eskileri getirildi. İşçilere reva görülen ücret de 400 bin lira gibi bir rakamdı.
Kışla disiplinini ‘bozarak’ sendikaya üye olan Bilkent işçileri, sendikanın yetkisinin Çalışma Bakanlığınca onaylandığı 4 Ocak günü işten alıldılar. Gerekçe, “bütçe yetersizliği” ve “personel fazlalığı” idi. Fakat ilgi çekicidir, atılan 210 işçinin lamama yakın bir bölümü sendika üyesiydi. Diğer bir ilginçlik de, işçilerin atılmasıyla yurtlarda nöbet tutacak personelin bulunmayışı idi. Gerekçe, Doğramacı ve onun Mütevelli Heyeti’nin kötü bir yalanıydı.
İşçiler, gösteri yaptılar, oturma eylemi yaptılar, muhalefet partilerini dolaşıp destek islediler… Öğrenciler işçileri destekleyen bildiriler dağıtıp gösteri yaptılar. Karşılarında jandarmayı buldular. Girişimler sonuçsuz kaldı, işçiler de işsiz. İşçiler işlerini tekrar kazanamadılar ama daha fazla kin ve kararlılık kazandılar.

Pendik mitingi
SHP’nin 13 Ocak 1991 pazar günü düzenlediği “Savaşa Hayır” mitingi Pendik’te yapıldı. Sendikalı-sendikasız işçi grupları, eğitimci, belediye çalışanları, öğrenciler, her kesimden çalışanlar ve emperyalist savaşa karşı olanlar mitingde hazırdılar. “Savaşa hayır”, “Emperyalist savaşa hayır”, “Gençlik emperyalistlerin kiralık katili olmayacaktır”, “Savaşa karşı sınıf savaşı”, “Özal istifa”, “Amerika ve petrol şeyhleri için kan dökülmesine hayır” “İş, ekmek, özgürlük; kahrolsun faşist diktatörlük”, “Okullar kışla olmayacak” vs. sloganları arasında konuşan İnönü, “Özal, Irak’ın Kuveyt’i işgal etmesiyle yeni bir maden keşfetti” dedi. Özal’ın keşifleri yıllardır devam ediyor. Ancak en büyük rezervi SHP gibi bir ana muhalefete sahip olmasıdır. SHP lideri İnönü 50 binin üzerindeki savaş karşıtı kitleye Özal’ı yeniden keşfetmekten başka bir mesaj vermedi. Miting dağılırken çeşitli gruplar pankart açarak Kartal istikametinde yürüyüşe geçtiler. Eğitim-sen ve Beko işçilerinin arkasında pankartlarıyla TDKP ve Dev-Sol Güçler adlı gruplar çevredekilerin sempati gösterileri arasında yürüyüşlerini sürdürdüler. Polisin saldırısına uğrayan bir grup polisle çatıştı, Yadigâr Coşkun hayatını kaybetti.


“Milli değer” Ticare
ti
“Bir koyup üç, hatta on alacağız”, “pastadan pay almak için kararlı politika izlemeliyiz”, “savaş sonrası yabancı sermaye yatırımları hızlanacak, turizm gelirleri artacak” vb. vb… Bunlar, Özal’ın Körfez Savaşı’na “yaklaşımının özünü oluşturuyor. Her gün bunlar ve benzeri Özal’ın yüce amaçları ve savaşçı nedenleri hakkında tekrar tekrar bilgilendiriliyoruz TV ve gazetelerden.
Ve Özal “milli çıkarlar”dan, “milli değerler”den de söz ediyor. Milletimizin “cengâverliği”, “Saddam’a pabuç bırakılmayacağı” propagandaları yapılıyor. Üstelik öylesine “milli dava” peşindeyiz ki, grevler “milli güvenlik” gerekçesiyle yasaklanıyor. İnönü ve Demirel’in de katılacağı Mülkiyeliler Birliği’nce düzenlenen “Bu bizim savaşımız değil” paneli, katılanları “milli hain” olarak nitelemek anlamına gelmek üzere aynı gerekçeyle 2 ay ertelendi.
“Milli güvenlik”, “milli değerler”, tam bir ticari meta durumunda. “Bir olarak konup üç ya da on olarak alınacak” ticari meta! Bu “değerler” paylaşılacak pastanın kreması olmaktan öteye geçmiyor. İnsanlar bu ticari kafayla savaşa ve ölüme sürülüyor.
Ha! Özal bir de Amerika’dan yapılan ve yapılacak ekonomik ve askeri yardımları ve AT’a alınmayı düşünüyor savaşçı politikasının karşılığı olarak. “Milli değerler” Amerikan tekstil kotaları oluyor. AT’dan sağlanacak ticari ve mali avantajlar oluyor. “Milli değerler” dolar ve markla hesaplanıyor. İnsanların ölüme sürülmesi söz konusu edildiğinde bile, eski “vatan-millet-Sakarya” edebiyatı yerine Saddam’ın ezilmesiyle “köşeyi dönmek”, ticari kazançlar sağlamak olanağı üzerine propaganda geçirildi. Sevsinler böyle “milli değerler”i! Bu değerlerle ülke nüfusunun yüzde 10’unu bile savaşa seferber edemedi burjuvazi.

Gorbaçov da saldırdı
Dünya barışının “yılmaz savunucusu” Gorbaçov Sovyetleri dünyanın Körfez dolayısıyla sürüklendiği savaş psikozundan yararlanıp fırsatını kaçırmadı. Körfez savaşı başlamadan hemen bir gün önce Litvanya’ya sonra da Letonya’ya saldırdı. Parlamentolar ve bakanlıklar işgal edildi. İşgale karşı çıkıp engelleme yapan Litvanya ve Letonyalılardan kurşunla ve tanklar altında ezilerek ölenler oldu. Tüm bunlardan ne Gorbaçov’un ne de Mareşal Yazov’un haberi vardı! Harekâtlar yerel komutanlıklarca gerçekleştirilmişti! Gorbaçov sorumluluk almaktan kaçınacak kadar zavallı durumda. Öle yandan gelişmeler Sovyetlerde bürokratik militarist merkeziyetçi kliğin, ordu ve gizli polisin son zamanlarda liberaller aleyhine güç kazandığını gösteriyor. Bu gelişmeyi teyit eden son bir olgu da, özel işletmelerin tüm kayıt ve hesaplarıyla kasalarının KGB tarafından denetlenmesini öngören yeni bir kararnamenin Gorbaçov tarafından çıkarılmış olması.


Yurtiçi ve yurtdışı gösterilerden

Yurtdışında çalışan Türk işçileri 3 Ocak’ta yapılan Türkiye çapındaki genel greve destek vermek amacıyla çeşitli eylemler yaptılar. Londra’da 8 devrimci demokrat örgütün bir araya gelmesiyle bir platform oluşturuldu. Platformun amaçladığı eylemlerin en güçlüsü 3 Ocak günü Londra’da yapıldı. TDKP, Dev-Sol, Partizan, TKİH, MLSPB, TKP/ML-H, ERNK’den oluşan platforma Türkiyelilerin etkin olduğu bazı kitle örgütleri ve sendikalar da destek verdi.
3 Ocak’ta Türkiye’de greve giden proletarya’yı selamlamak için Londra’daki Türkiyeli işçiler de bir gün işe gitmediler. Ayrıca Türkiyelilerin çalıştırdıkları işyerleri de kepenk kapattılar. Yaklaşık iki bin dolayında Türkiyeli işçi çalıştıkları işyerlerine gitmedi, diğer işyerleri de kepenk kapatarak genel grevi destekledi. Aynı gün bir dernek binası önünde toplanan yüzlerce işçiyi İngiliz polisi zor kullanarak dağıtmak istedi. Polis zoruna boyun eğmeyen işçilerle polis arasında çalışmalar çıktı. Bu sırada birçok kişi gözaltına alındı. Buna tepki gösteren Türkiyeli işçiler, arkadaşlarının serbest bırakılması için gösteri yaptılar. Burada da saldırıya geçen polis 25 kişiyi gözaltına aldı.
Gün boyu süren iş bırakma, gösteri yapma ve polisle çatışma eylemlerinde 64 işçi gözaltına alındı. Ayrıca 5 işçi polisin saldırısı sonucu yaralanarak hastaneye kaldırıldı. Eylemler sırasında “demokrasinin beşiği” İngiltere’de polislerin ırkçı, işkenceci ve saldırgan olduğunu yüzlerce insan bir günde görmüş oldu.
Aynı gün akşam saat 18.30’da 500’ü aşkın gösterici karakolun önüne giderek kararlı bir şekilde soğuk havaya rağmen gösteriye başladı. Sabah saat 3.30’a kadar süren gösteriye gözaltına alınanların serbest bırakılmasıyla son verildi.
Emperyalist savaşa protesto Körfez savaşının başlamasından sonra yurt dışında çeşitli protesto gösterileri düzenlendi. Başını ABD emperyalistlerinin çektiği Körfez savaşının başlamasından sonra hemen gece yarısı tüm Avrupa’da yüz binlerce savaş karşıtı ilerici demokrat-devrimci ve komünist sokağa dökülerek savaşı lanetledi. Savaşın birinci günü okullarda dersler yapılmadı. Yapılan çağrılar üzerine birçok işyerinde işçiler işi durdurarak gösteriler ve çeşitli eylemler düzenlediler, tramvaycıların iş durdurması üzerine ulaşım durdu.
Savaşın devamı üzerine Avrupalılar ve sayıları milyonları bulan yabancı emekçiler gittikçe genişleyen yığınlar halinde uyarı eylemleri yapıyor, gece nöbetleri tutuyor, yaratıcılıkla yüzlerce yeni eylem türleri geliştiriyorlar. Özellikle Türk ve Kürt emekçiler eylem içinde büyük sayılarla yer alıyorlar.
Almanya’da birçok sendika, demokratik kuruluş, özellikle Alman anti-faşistleri ve savaşı yaşamış ileri savaş karşıtı emekçiler gün boyu eylem içindeler. Okullarda dersler bir hafta boyunca kesildi, ulaşım felce uğradı, yürüyüş ve mitingler yapıldı. Türkiye ve K…a ilişkin olarak ve Türkiye’nin NATO üyesi olarak savaştaki konumu ve yeri üzerine konferans ve toplantılar düzenleniyor, Özal’ın savaş yanlısı politikası teşhir ediliyor. 200’e yakın büyük yerleşim biriminde milyonları bulan göstericiler geceli gündüzlü eylemler yapıyor, Almanya’nın emperyalist savaşa katılmasına fırsat vermeyeceklerini dile getiriyorlar.
ABD’nin yanı sıra aktif olarak savaşa katılan Fransız emperyalistlerinin savaşçı ve saldırgan politikası Fransa’da düzenlenen eylemlerle protesto ve teşhir edildi. İşyerlerinde işçiler iş durdurdular, okullarda boykotlar düzenlendi, metrolar trafiğe kapatıldı. “Körfez savaşına hayır”, “Körfez’deki emperyalist savaşı lanetliyoruz”, “petrol şeyhleri için akıtılacak kanımız yok” sloganlarıyla günlerce suren protesto gösterileri yapıldı.
Ayrıca Amerikan emperyalistlerin peşi sıra savaşa katılan Hollanda, Avusturya, Belçika, İsveç, Norveç, İsviçre, İspanya, İtalya ve diğer ülkelerde yüz binlerce savaş karşıtı emekçi eylemlere katıldılar, savaşı ve emperyalist devletlerin saldırgan politikalarını protesto ettiler.
Eylemlerin savaş son buluncaya kadar devam edeceği, savaşa karşı çıkan emekçilerin sayısının giderek genişlediği bildiriliyor.
Köln yürüyüşü
19 Ocak’ta Körfez savaşına ve Türkiye’ye “Çevik Kuvvet” in yerleştirilmesine karşı ve Türkiye’deki işçi eylemlerini desteklemek üzere Köln’de yürüyüş ve miting düzenlendi.
Türkiyeli ve K…’lı örgütlerin ortaklaşa düzenledikleri yürüyüş, hemen savaşın patlak vermesinin ardından gerçekleştiği için güçlü ve mücadeleci bir eylem oldu. Almanya’nın çeşitli yerlerinden eyleme katılan 10 bini aşkın emekçi gösterilerini gün boyu sürdürdü. Miting alanında TDKP adına yapılan Türkçe ve ERNK adına yapılan Kürtçe konuşmalarda Türkiye gericiliğinin Körfez savaşını bahane ederek çok boyutlu hesaplar içine girdiği, Kürt ve Türk halklarını gerici haksız bir savaşta ve savaş koşullarından yararlanarak yurt içinde katletmek için çaba sarf ettiği vurgulandı. Gericiliğin içerde işçi hareketini ve Kürt halkının mücadelesini ezmek, dışarıda ise pastadan pay almak için Amerika’dan çok Amerikancılıkla savaş hazırlığı yaptığı anlatıldı. Ayrıca Musul ve Kerkük üzerine kurulan milliyetçi ve şoven hesap ve emeller teşhir edildi. Sloganlarla sık sık uluslararası dayanışmanın önemi vurgulandı ve miting daha sonra sanatçıların şarkı ve türküler söyledikleri kültürel bir programla sona erdi.
Eylemler sürüyor
Savaş karşıtı eylemler durmuyor. En son Almanya’nın Bonn kentindeki yürüyüşe 200 bin kişi katıldı. Bölgelerde yerel düzeyde sürekli bir eylemlilik yaşanıyor. Daha çok an ti Amerikan ağırlıklı gerçekleştiği için, hükümet yanlısı parti ve kuruluşlar, eylemleri amacından saptırmaya, İsrail ve Amerikan yanlısı eylemlere dönüştürmeye çalışıyorlar. Sosyal Demokratlar ve birçok sendika yönetimi de benzer bir tutum içindeler. Bu arada Alman Yeşiller Partisi Türkiyeli gençlere yönelik olarak askere çağrıldıklarında gitmeme çağrısı yaptı. Aynı çağrı, Alman gençlerine ve NATO üslerinde görevli Amerikan askerlerine de yönelik. “Evimi Körfez savaşına gitmek istemeyen Amerikan askerlerine verebilirim” çağrısıyla yapılan dayanışma eylemlerine bugüne kadar birçok Amerikan askerinin katıldığı ve çağrıya uyup savaşa gitmedikleri görüldü.

Suser İşçilerinden Malazlar Grevcilerine Destek
21 Ocak günü işyerlerinde toplanan Suser işçileri yapılan konuşmalardan sonra 150 kişilik bir toplulukla grevdeki Malazlar Fabrikası’na gittiler. İşçiler, grev çadırına iki yüz metre kala kortej oluşturup “Emperyalist savaşa karşı sınıf savaşı”, “Faşizme ölüm halka hürriyet” gibi sloganlar atarak çevredekilerin sempati gösterileri eşliğinde grev çadırına vardılar. Malazlar grevcileriyle birlikte halay çeken Suser işçileri, hükümetin “grev ertelemesi” dediği ama yasaktan başka bir şey olmayan kararına karşı grevlerin yükseltilmesi ve dayanışma içine girilmesinin büyük önemi olduğunu belirttiler.

Savaşa karşı gösterilerden
*21 Ocak günü bir grup şair, yazar, öğretim üyesi ve sanatçı Gazeteciler Cemiyeti Lokalinde yaptıkları bir toplantı ile Körfez Savaşını ve Türkiye’nin bu savaşa katılmasını protesto ederek, sendikaları, kişi ve kuruluşları duyarlılığa çağırdılar. Yaklaşık 50 kişilik grup, toplantıdan sonra “Emperyalist savaşlara son” pankartıyla yürümek istediler. Yürüyüşe polis müdahale ederek ve tartaklayarak yürüyenleri engelledi. Nezaketle uğraşacak hali de yoktu. Kim olursa olsun, savaşa karşı yürüyenleri -ant içmişti- yürütmeyecekti!
*25 Ocak 1991 günü öğleyin Beyazıt ve Sultanahmet Camilerinden çıkan yaklaşık 5000 kişi Beyazıt’a yürüyüp “Amerika ve İsrail’in yanında savaşa hayır” sloganı attı. Aynı gün aynı saatlerde merkezi İstanbul’da bulunan sendikaların temsilcileri ve insan hakları savunucuları Tepebaşı’nda TÜYAP’ın önünden Amerikan Konsolosluğu’na kadar yürüyüp siyah çelenk bırakmak istediler. “Emperyalist savaşa hayır” sloganları ile yürüyen yaklaşık 150-200 kişilik grup, Amerikan Konsolosluğu’na henüz ulaşamadan İstanbul Çevik Kuvvet Ekipleri tarafından sarılarak engellendiler. 6 kişinin gözaltına alındığı gösteri sonunda Çevik Kuvvet Müdürü Necmettin Yıldırım’a yaklaşan bir gazeteci “Amerika’yı mı koruyorsunuz, yoksa bizi mi ?” diye sorunca, tam Necmettin Yıldırım’ın gazabına uğrayacakken ‘tanıdık’ olmasının yüzü suyu hürmetine ‘yırttı’.

Ankara’nın taştır yolu
Sait EFE

Deli mi ne bunlar? Dağa düşmüşler düpedüz. Yaşlı başlı adamlar tümü de. Aksakallı babalar, ak saçlı analar, karakaşlı, kara gözlü kadınlar da var aralarında. Sel mi bastı köylerini? Deprem mi oldu beldelerinde acaba? Nereye giderler böyle? Ne demeye?… Sakın kuraklık göçü olmasın? Şu efsanelerde olduğu gibi, imge mi görüyorum? Düşte miyim yoksa? Olası değil bunca insanın yürümesi.
Sel mi yoksa? Kıvrıla kıvrıla dolanan dağların arasından. Irmak, dere, deniz… Değil!… Değil!… Akmıyorlar onlar gibi deli deli. Ağaç desem, orman desem… Sazlık ya da dere boyu. O da değil. Durmuyorlar onlar gibi. Turnalar olur ya; gökyüzünde göç zamanı. Doldururlar uzayı boylu boyunca hani. Tıpkı onlar gibi. Uçmuyorlar ama. Yürüyorlar. Evet, yürüyorlar yüz binler, dağlar yürür gibi. Yürüyorlar, kadın, erkek, yaşlı, genç… Taşı toprağı ile doğayı sürür gibi.
Bu gök gürültüsü de ne? Yağmursuz, bulutsuz havada. Yerden göğe doğru dalga, dalga.
İnlete, inlete taşı toprağı.
Dinlete, dinlete tüm insanlığı.
İŞ-EKMEK-ÖZGÜRLÜK diye.
O da ne? Ankara yolu kesili. Dağ, taş asker basılı. Barikatlar var yolda. Pusuya yatmış asker, polis dört bir kolda.
Ankara’ya gidiyorlardı. Payitahta çıkacaklardı. Dertlerine derman için. Şu meşhur marşta olduğu gibi.
Ankara, Ankara güzel Ankara
Senden yardım ister, her düşen dara
Yetersin onlara
Güzel Ankara.
Üzerine çöken kapkara dumanla, güzelliği nasıl oldu, nerede kaldı bilinmez ama her dara düşene derman olmadığı kesin payitahtın. Para babaları, patronlar dışında, işçiler, emekçiler için derman değil, dert hatta. Kâra kara kararların çıktığı bir kent olarak.
Ankara’nın yollarının taşlı olduğunu biliyorlardı. Kesik olacağını asla… Kim, kime karşı, niçin kesecekti? Canavar sürüsü, düşman taburu mu geçecekti ki?
Elinde ay-yıldızlı bayrağı taşıyan işçi, bir ezgi duydu yüreğinin derinliklerinde. Bir marş ezgisiydi bu. Ezgi, mezgi zamanı değildi ama… Şaşkınlıktan şoke olmuş işçiler bilinçaltı düşünüyorlardı. Ankara yolu ile ilgili olduğu için belki de. Bilinçaltından çıkmıştı.
Ankara’nın taştır yolu
Her tarafı düşman dolu
Yetiş artık Kemal Paşa
Kan ağlıyor Anadolu.
Bilinçaltından gerçek yaşama, bir daha yeniledi.  Yüreğinin derinliğindeki bu ezgiyi.
Ankara’nın taştır yolu
Barikatlar asker dolu.
Yetiş artık… Sesi kesildi. Soluğu kısıldı. Arkasını getiremedi. Kim yetişecekti? Kime yetişecekti? Birileri yetişmeliydi ama. Bu böyle gitmezdi. Marşı tamamladı içinden.
Kan ağlıyor işçi, köylü.
Aralarında oğulları, kardeşleri de bulunan Kemal Paşa’nın ordusu yollarını kesmişti. Bir insan ömrü bile dolmadan, bir ulusun tarihi değişmişti.
Çelişkileri derinleştirip, sınıfları saflaştırarak.
Barikatın önündeki insanlarla, arkasındaki güç, saflaşan bu sanırlardı. Kurtla kuzu, tazı-tavşan, tilki-tavuk örneği. Çıkarları birbirinin tersineydi. Birinciler, ikincileri yiyerek yaşayabilirlerdi ancak. Kuzu melemeye, tavşan kaçmaya, tavuk uçmaya başlamıştı yenmemek için. Kurt kararlıydı ama. Tilki ve tazı da. Yemeden edemezlerdi çünkü.
Barikatın önünde duranların çoğu ayrımında değildi bunun. Böyle bir kaç barikata çarpıncaya kadar da ayrımında olmayacaklardı ne olduğunun.
Taşın sertliğini başları yarılınca anlamıştı insanlar. Suyun soğukluğunu da elleri üşüdüğünde.
Başlar yarılıyor, eller donuyordu Mengen’in karlı dağlarında. Çekilen namlu, parlayan süngülerin gölgesinde.
– Durun!..
– Neden?
– Suçlusunuz. Yürüyüşünüz ideolojik amaçlı ve siyasi.
En büyük suç yol kesmekti oysa yasalarınızda.
– İdeoloji ne? Siyaset kim?
– Önünüzde ve yanınızda siyasiler var.
-Siyasi değil, avcılar onlar. Oy avcıları. Biz biliyoruz onları, iktidarda olsalar onlar da aynısını yaparlardı. Yoldaşlık anımızda bile çilemizi paylaşmıyorlar. Birini önceden tanıyoruz. “Yol yürümekle aşınmaz” demişti, ötekinin de tayfasını. Öbüründen farkı, gömleğinin rengiydi yalnızca. Zam da. Baskı da aratmadı ötekini, kısacık iktidarında. Zorla döverek değil, okşayarak, severek başta. Hatta yaşadığımız on yıllık zifiri karanlığın ilk mumunu, o söndürdü Kahramanmaraş’ta.
– On iki Eylül öncesine mi dönmek istiyorsunuz?
– Hayır!.. Açlıktan ölmek istemiyoruz. Açın yolumuzu gidelim. Ekmek yürüyüşü bizim ki. Açlığa karşı. Hak yürüyüşü. Haksızlığa karşı. Çocuğumuza kazak, eşimize entari almak istiyoruz. Bayramlarda giyinmek, seyranlarda sevinmek onların da hakkı. Güneşi görmeden geçer gençliğimiz, yerin yedi kat alanda, ölmeden cehenneme girmiş gibi. Her gün, her gün helalleşiriz işe giderken evimizle. Savaşa gider gibi. Kaçık var. Göçük var. Her biri bir düşman askeri gibi, ölüm kusarlar üstümüze. Tüm bunların üstüne bir de açlık çilesi çektirmeyin bize.
-Olmaz!… Zorla hak alınmaz. Zorsuz da bir şey olmazdı. Zora karşı olanlar, zorla çevirmişlerdi işçileri yollarından.
Gidenler işçi değil de, karaborsacı, kaçakçı olsalardı eğer, köşke çoktan çıkmış, kahvelerini bile içmiş olurlardı şimdiye. Onlar köşkten çıkmadan daha, istedikleri paralar girerdi kasalarına.
İşçi olmak dürüst kalmak suçunu işlemişlerdi bizimkiler. Bu suçun infazı da, açlık, hastalık, dayak, tutsaklık, insanca yaşayamamak, dahası ölümdü ülkemizde.
Suç sende diyesi geliyor insanın işçilere. Suç sende kardeşim. Suçlu sensin. Ezil, ezil, ezil de aklın başına gelsin. Bir daha dünyaya gelirsen onlardan ol emi. Onlardan ol ki, ayakyolu edesin köşkü yok, yok ola senin için. Kasan, kesen dola o biçim.
Son denilenlere aldırma işçi kardeşim. Biraz alay var. Biraz da sitem. Alay başkasına, sitem sana. Sana ve İzmitli, İzmirli, İstanbullu, Nusaybinli, Botan’lı emekçilere. Sizleri yalnız bıraktıkları için. Doğru yoldasın yürü. Barikatı aş, Çankaya’ya ulaş, kurtuluşa yaklaş, ölüm her yerde aynıdır. Barikat önünde vurularak da. Bir kondu köşesinde açlıktan, hastalıktan kıvrılarak da. İlki onur, ikincisi kırandır yalnızca.


‘Ebedi barış’a füze çarptı…
Mehmet ESATOGLU

Dekorcu çocuk işkembe çorbası içmemiş olsaydı, çorbanın içine tuz, kırmızıbiber ve kekiğin yanı sıra iki kaşık sarımsak koymamış olsaydı, esmer kız “Birde sarımsak kokusu var” diye çığlığı atmayacak, prova kesilmeyecek, Perdeci en bön haliyle dekorcu çocuğa naneli sakız uzatmayacaktı.
Kış ortası, soğuk bir Ocak. Sahne üzerinde yangın var. Şişko yönetmen deli danalar gibi dolanıyor. Rivayete göre, poposundan hafif ateş fişleniyor, işler böyle giderken işte o prova günü işkembe çorbasından hazzetmeyen ama prova sonrası ekip deliler gibi işkembeciye koşarken kaderine boyun eğen oyuncu esmer kız provanın orta yerinde “Ferhat” diye bağıracağına “duyuyor musunuz sarımsak kokuyor” diye bağırdı. Oyuncular ve şişko yönetmen esmer kıza doğru baktıklarından dekorcu çocuğun yüzünün kızarışını göreme- .diler. Ortalığı koklama sesleri kapladı tedirgin gözler birbirini aradı.
Bir sarımsak kokusu provayı nasıl durdurur diye şaşarak okuyacak kimileri bu yazıyı yıllar sonra. Yoo hayır bugünlerde yalnız sarımsak kokusu değil hardal, sardunya, bayır turpu, acıbadem vb. kokuları duyduğunuzda dikkatli olun. Akciğeriniz etkilenecek, deride yanıklar oluşacak, gözlerde kızarma, yanma, iltihap, ışığa karşı hassasiyet, göz kapaklan şişmesi, öksürük ve boğulma hali, boğaz ve solunum yollarında iltihap, ciltte kızarıklık, kabarma, yanma bulantı ve kusma. Neden mi? Çünkü kimyasal bir bomba birden bire gümm. Halep’çe de kucağında bebeği yere kapaklanan adam bu kokuyu nasıl hissetti? Kuşkusuz gaz maskesi yoktu. Olsa da iş maskeyle bitmiyordu, filtre de gerekliydi. Her şeyden önce bu kokuların ölüm demek olduğunu bilmiyordu.
Savaş öncesi günlerde gazeteler, bir dolu yazdı. “Bu kokuları duyduğunuzda maskelerinizi takın.” Maliye Bakanı haykırıyor, “Olmaaaz maske çok pahalı” Peki çözüm? ” Ağzınızı burnunuzu ıslak bezle kapatın.” İyi ama suların akmadığı İstanbul’da ıslak bezi nereden bulacağız?
Prova kesilmiş, savaş üzerine ölüm fantezileri gelişirken, şişko yönetmen, gülerek, “Buş Regaip Kandilini bekliyor” başlıklı yazıyı anımsadınız mı? Oyunculardan biri, “Evet. Suudi Arabistan’da uzun süre kalmanın sonucu bu.” Taklit ederek. “Onlara göre savaş şöyle başlayacaktı; Efendiiiim Kandil-i Şerifiniz mübarek olsun. Füzelerimiz sabah ezanına hazır mı?”
Oyuncular katıla katıla gülerken, esmer oyuncu kız “İyi ama ben sarımsak kokusunu duydum. O nereden geliyordu? Perdeci -Ikına sıkıla- “Şey. bizim dekorcu çocuk -provaya gelirken- işkembe çorbasını biraz bol sarımsaklı içmişte.” Dekorcu çocuk “Savaş her yana yayılmış, işkembeciye bile. Garsona ‘Bir tuzlama ver, damardan olsun’ dedim. Garson: ‘Damar çıkmadı, çünkü savaş korkusuyla işkembeciye gelenler azaldı. İşkembe satılacak ki damara sıra gelsin.’ demez mi?”
Kara saçlı görkemli kadın, önündeki kâğıtlara bir şeyler karalarken yönetmene hafif bir sesle “Bence Brecht’in bu şiirini bir yerlerde yeniden yayınlamalı.
YENİ DESTAN
Akşam yeli eserken savaş alanında
düşman yenilmişti.
Telgraf telleri çınlaya fitreye
iletti haberi uzaklara.

Bir ucunda dünyanın
yükseliverdi bir acı uluma,
çılgın bir çığlık koptu
kızgın ağızlardan gök boşluğuna.
İlenmekten soldu binlerce dudak.
Binlerce yumruk sıkıldı kudurmuş bir hınçla,
Öbür ucunda dünyanın
bir sevinç çığlığı ağdı gökyüzüne,
sarıldılar birbirlerine, tepindiler delirmiş gibi
Ciğerler şişti, göğüsler kabardı.
Binlerce dudak mırıldandı eski duaları.
kaskatı olmuş binlerce dindar el
kenetlendi o saat birbirine.

Gece yarısına doğru
telgraf telleri hala sayıyordu
savaş alanlarındaki ölüleri.

Sonra dost düşman bütün insanlar birden sustu..

Yanlız analar ağladı
dünyanın iki ucunda.

Prova kesilmişken kentin göbeğinde bir hukuk adamı kuliste koşturuyordu. “Çiçekler hazır mı? Ses düzenini denetleyin.” Savaşa doğru doludizgin giden günlerde bir gece. Oyunculardan biri anlatıyordu: “Kalp Vakfı yararına Kentin orta yerinde kültür merkezinde. Bilet yüz-binlerce lira. İspanya’dan saygın bir şarkıcı getirilecek. Ortalık İspanya ezgileri ile inleyecek. En önde ülkeyi Amerika’nın emriyle savaşa sürükleyecek baş yöneticinin eşi oturacak. Hanımefendi, gelini, özel doktoru İspanyol ezgileri dinleyecek, konserden sonra İspanyol sanatçıyla basına poz verilecek, süprüntü yazarlarda bunu sayfalarca yazacak.
Nasıl, program güzel mi?
Gösteri başladı. Hukukçu mutluydu. Az sonra kokteylde kendini yeniden pazarlayacaktı. Kolay değildi egemenlere hukukçuluk yapmak. Her gün ve her saat pazarlamak gerekiyordu. Sahneye yıllardır Flamenko söyleyen bir şarkıcı çıktı. Tıngırdattıkça gitarını hanımefendinin gözleri baygılaşıyordu. Şarkıcı son şarkıya başlamadan durdu “son şarkımı savaş değil barış isteyenler için söylüyorum” dedi. Salonda bir an şaşkınlıktan sonra büyük bir alkış patladı. Hanımefendi öfkeyle baktı alkışlara. Nedense hukukçu da gözlerini kıstı, iğrenerek baktı alkış dolu barışa.
Perdeci “şarkıcı ucuz kurtarmış bizim Hami gibi davransaydı, Güney Kore’yi destekleyenlere kafa tutsaydı sonu daha acı olabilirdi.” Herkes şaşkınlıkla baktı. Ne güneyi ne kuzeyi savaşın Kore’yle ilgisi ne? Perdeci “çocuklar senaryolar pek değişmiyor 50’li yıllarda açın bakın gazete başlıklarına aynı. ‘Birleşmiş Milletler kararı’ ‘Kuzey Kore’ye karşı Güney Kore’yi koruma ve kollama harekatı! Başımızda Amerika’nın uşakları. Terane aynı’ madem ki Birleşmiş Milletler… Birleşmiş Milletlerin Kuzey Kore, Güney Kore davası ne ola?
Bir sabah
Gülerek uyanmadı Memet
Gözünü açtı Kore’de
Uykulu gözlerle sordu tarihe
Kore nire?
Süngü tak Memet
Sürün Memet
Sürün ki işleri aksamasın
Sakıp Beylerin, Vehbi Beylerin,
Fevzi Beylerin, Sezai Beylerin
Sürünürken fabrikalarında, inşaatlarında
Üçe, beşe, hiçe…
Sürün şimdi.
Israr etme
Sürün Memet
Başkaldırı gününe dek

“Adnan-Menderes ‘memleketimizin yararına olacaktır’ nidalarıyla Memetleri sürerken Amerikan pazarına bizim Hami yurdun bir köşesinde haykırıyordu barış diye. Alıp Hami’yi ve arkadaşlarını içeri tıktılar. Süprüntü kalemler övgüler düzdüler. Kore’de kimi kolunu bacağını, kimi yaşamını bıraktı. Yalan sisleri dağılırken hiç kimse afferinlemedi onları. Yalnızca “ne şehittir ne gazi bok yoluna gitti Niyazi” deyişi yadigâr kaldı o günlerden…
“Kimilerine göre Hami boşuna yattı onca seneyi. Öyle ya her şey nasılsa öyle olup bitecekti. Kimilerine göre doğru davrandı. Cinayete ortak olmamak gerekiyordu. Bugün barış yanlıları daha kalabalık. Ürkütüyor katilleri” Esmer kız “bunu nereden çıkarıyorsun”. Perdeci “günlerdir televizyonu izliyorum. Dünyanın bir yerinde bombalar patlıyor olayı tek bir kanaldan izliyoruz CNN. O nasıl aktarırsa bütün dünya öyle kabulleniyor sanki. Ortadoğu’da küçük bir ülkenin tepesine çöreklenmiş dünyanın en güçlü Emperyalistleri. Ancak bütün bu güç yalana başvurmadan duramıyor. Verdiği kayıplar yalan, savaşın gidişatı yalan. İlk günkü haberlere göre bütün ülke yerle bir. Barış yanlıları yürüyorlar, karşı çıkıyorlar savaşa. Saklıyor bunu CNN televizyonu. Kimi aydınlarımızın dillerinden düşünemedikleri Batı demokrasisi, Batı özgürlüğü işte bu kadar. Bir avuçta olsa barış severler ürkütüyor onları. Kaldı ki çok daha kalabalıklar.
Esmer oyuncu kız öfkeyle ayağa kalktı “ne yani Marx Frisch’in bu dizeleri yeniden mi yazılacak?”:
“Uç uç, mayıs böceği
Baba savaşa gitti,
Anne yuvada kaldı
Burası, yuvamız yandı kül oldu
Uç uç mayıs böceği!.
İlkyazda, karlar eriyince, baba gelecek… Onu hiç görmedin sen, bak sana söyleyeyim yavrum: İyi bir baba, sevgili bir baba o… Seni dizlerine oturtacak, dah! dah! dah! Onun gözleri de tıpkı senin gözlerine benzer, bir göl gibi duru, masmavi… Güler yüzlüdür baban savaştan döndüğü gün seni omuzlarına alacak sen de küçük yumurcak, onun saçlarına yapışacaksın! dah! dah! dah!
Dünya öyle küçüldü ki artık savaş küçük bir alanda kalmıyor. Hızla yayılıyor, acılarını bütün dünya çekiyor. Mazı dağında oturan adamın camını kırabiliyor Florida’lı Jimmy. Hızla geçen uçağın titreşimi camları kırarken kulakları sağır ediyor. Ama Jimmy’nin de işi kolay değil, hem atacak bombayı hem savunacak. Hiroşima’ya bomba atan adam gibi acılar çekmeyecek. Savaşın ilk günü yüzü kırmızı lekeler içindeki ölümü savunan pilotun yüzü ne kadar trajikse Saddam’a esir düşen ve savaşı sözüm ona lanetleyen pilotların yüzü de o kadar trajikti. Evet, Jimmy’nin işi gerçekten zor. Bombayla kalkıyorsun karşı tarafın yoğun ateşi karşısında atamıyorsan bombayı yandın. Oyuncular “neden diye sordular? Şişko yönetmen “bombardıman uçağı bombalarını boşaltmadan dönemiyor kalktığı yere. Dönüşte inerken küçük bir hata ve uçağın düşüşü alanda bekleyen yüzlerce bombardıman uçağını yok edebilir.” Perdeci “Peki bombayı atmak için hiç bir yöntem bulamazsa” şişko yönetmen “Geçen gün öyle olmuş Jimmy sormuş bizimkilere onlar da düşünmüşler, taşınmışlar sonunda formülü bulmuşlar. Demişler ki: Ey Jimmy atamazsan bombayı dönüşte at Cudi’ye nasılsa onlar da bizden değil. Akşam haberlerinde bir haberi ‘yanlışlıkla Cudi dağına düştü bir bomba’. Bomba -ya da doğrusu bombalar- duyduğumuza göre çok derin bir çukur açmış. Cudi dağında ve insanların yüreğinde.
Oyuncular prova bitimi dışarı çıktıklarında yolda birkaç süprüntü yazarı gördüler. Ellerinde geçen sonbahar döşendikleri ebedi barış kuruldu yazıları vardı ve nereye sokacaklarını bilemeden dolanıp duruyorlardı.

SAVAŞ OYUNLARI
Yapılacak tek şey var;
“HAYIR” demek
Aynur SARİCA

Bunalım savaşa dönüşürken, bizim “Savaş Oyunları” da oyun olmaktan çıkıp gerçeğin ta kendisi oluverdi. Bundan tam 45 yıl önce, İkinci emperyalist savaşın sonrasında “Yapılacak tek şey var” dedi. Alman şair oyun ve öykü yazarı Wolfang Borchert. İnsanlığı savaşa karşı çıkmaya çağırdı. Savaş yanı başımızda. Ama bu karşı çıkmamıza engel değil. Hayır demek için hiç bir zaman geç olmayacak. Ekim Devrimi bir emperyalist savaş içinde, “savaşa hayır” diyen barış savaşçıları tarafından yapılmadı mı?
Biz emperyalist savaşa “HAYIR” diyoruz ve Borchert,’in yıllar ötesinden “HAYIR” diyen sesine kulak veriyoruz.
Sen, Makina başındaki adam ve atölyedeki! Sana yarın su boruları ve vanalar yerine çelik miğferler ve makinalı tüfekler yapmanı emrederlerse, yapılacak bir tek şey var:
HAYIR de!
Sen, tezgâhın ardındaki ve bürodaki kız! Yarın sana bomba doldurmanı ve keskin nişancı tüfekler için hedef dürbünleri monte etmeni emrederlerse, yapacağın bir tek şey var:
HAYIR de!
Sen, laboratuardaki araştırmacı! Sana yarın eski yaşama karşı yeni bir ölüm icat etmeni emrederlerse, yapacağın, bir tek şey var:
HAYIR de!
Sen, odasındaki ozan! Sana yarın aşk sarkıları yerine nefret şarkıları söylemeni emrederlerse, yapacağın bir tek şey var:
HAYIR de!
Sen, hastası başındaki doktor! Sana yarın savaşa adam yazmanı emrederlerse, yapacağın bir tek şey var:
HAYIR de!
Sen, kürsüdeki rahip! Sana yarın kıyımı kutsamanı ve savaşa dair kutsal sözler söylemeni emrederlerse, yapacağın bir tek şey var:
HAYIR de!
Sen, vapurdaki kaptan! Sana yarın buğday yerine top ve tank taşımanı emrederlerse, yapacağın bir tek şey var:
HAYIR de!
Sen, havaalanındaki pilot! Sana yarın kentler üzerine bomba ve fosfor almanı emrederlerse, yapacağın bir tek şey var:
HAYIR de!
Sen, dikiş makinası başındaki terzi. Sana yarın üniformalar dikmeni emrederlerse, yapacağın bir tek şev var:
HAYIR de!
Sen cübbesi içindeki yargıç! Sana yarın savaş mahkemesine gitmeni emrederlerse, yapacağın bir tek şey var:
HAYIR de!
Sen, istasyondaki adam! Sana yarın cephane treni ve kıta nakli için kalkış sinyali vermeni emrederlerse, yapacağın bir tek şey var:
HAYIR de!
Sen, kentin varoşlarındaki adam! Sana yarın cephede siper kazmanı emrederlerse, yapacağın bir tek şey var:
HAYIR de!
Sen, Normandiya’daki ana ve Ukrayna’daki! Sanfransisko ve Londra’daki ana! Sen, Hoangho ve Missisipi’deki ve Hamburg ve Kore ve Oslo’daki ana! Bütün toprak parçaları üzerindeki analar! Dünyadaki analar! Sizden yarın yeni kıyımlar için hemşireler ve çocuklar doğurmanızı isterlerse, dünyadaki analar, yapacağınız bir tek şey var; HAYIR deyin! HAYIR deyin analar!
Çünkü eğer Hayır demezseniz, eğer hayır demezseniz, analar, sonra, sonra:
Gürültülü vapur dumanlarıyla yüklü liman kentlerinde büyük gemiler inildeye inildeye sessizleşecek. Dev mamut kadavraları gibi su üstünde ölgün ve hantal, su yosunu, denizbitleri ve midye kabuklarıyla kaplı, önceleri öyle inildeyip çınlayan gövdesi mezarlık ve çürümüş balık kokusuyla yüklü, yıpranmış hasta ve ölü gövdesi rıhtım duvarlarına karşı, ölü ve yalnız rıhtım duvarlarına karşı yapılacak.
Tramvaylar beyinsiz, ışıltısız, cam gözlü kafesler gibi yamru yumru olacak. Çürümüş hangarların arkasında, büyük çukurlar açılmış yitik caddelerde raylar öylece duracak.
Çamur grisi, pelteleşmiş, kurşuni bir sessizlik kaplayacak ortalığı. Her şeyi unutarak büyüyecek okullarda ve üniversitelerde ve tiyatro salonlarında büyüyecek. Stadyumlarda ve çocuk parklarında, korkunç ve hırslı, kesintisiz bir sessizlik büyüyecek.
Güneşli taze bağlar yıkık yamaçlarda çürüyecek, kuraklaşan toprakta kuruyacak pirinç ve patates ekilmeyen tarlalarda donacak ve sığırlar katılaşmış bacaklarını devrilmiş iskemleler gibi dikecek gökyüzüne.
Enstitülerde büyük doktorların dahi buluşları asitlenecek, mantarsı külle kaplanacak.
Mutlaklarda, hücre odalarında ve kilerlerde, soğuk hava depolarında ve ambarlarda son torba un, son kasa çilek, kabuk ve diğerleri bozulup gidecek. Ekmek ters dönmüş masaların altında, parça parça olmuş tabakların üzerinde yemyeşil kesilecek. Ortalığa yayılan yağ arapsabunu gibi kokacak. Tarlalarda buğday paslanmış karasabanların yanına düşüp kalacak. Yok edilmiş bir orda gibi tüten tuğla bacalar, demirci ocakları ve yıkık fabrika bacaları sonsuz çimle kaplanarak ufalanacak, ufalanacak, ufalanacak.
Sonra son insan dökülüp parçalanmış bağırsaklarıyla ve kirlenmiş ciğerleriyle zehir gibi kızaran güneşin altında yalnız ve yanıtsız ve yalpalayan yıldızların altında bir yanılgı gibi oradan oraya dolaşacak. O kocaman beton yığınları tenha kentlerin soğuk putları ve gözden kaçması olanaksız toplu mezarlar arasında yalnız kalacak. Son insan kupkuru, delirmiş, Allaha küfrederek yakınarak o korkunç soruyu soracak: NEDEN? Bu ses bozkır derinliğinde yiterek, duyulmaz bir hale gelecek. Yıkıntılar üzerinde eserek çatlaklar arasından akacak. Bu ses kilise enkazları içinde ve sığınaklara çarparak saklayacak, kan birikintileri üzerine düşecek. Duyulmayacak, yanıtlanmayacak son insan-hayvanın, son hayvanca bağırışı.
Tüm bunlar olacak, yarın, yarın belki. Belki hemen bu gece. Belki bu gece… Eğer, eğer, … Eğer siz…
HAYIR demezseniz…

MALAZLAR’LA DAYANIŞMA GECESİ
26 Ocak’ta Petrol-İş, Kartal’da ‘Malazlar Grevcileriyle Dayanışma’ gecesi düzenledi. Geceye 2000’in üzerinde işçi katıldı, buna yakın işçi de yer yetersizliğinden salonun dışında kaldı.
Grevlerin ertelenme kararının hemen ertesinde düzenlenen geceye, işçi coşkusu ve kararlılığı egemendi. Başından sonuna katlar atılan emperyalistleri, burjuvazi ve faşizmi, savaşı lanetleyen sloganlar bunu ortaya koyuyordu. “Emperyalist savaşa hayır”, “K… faşizme mezar olacak”, şiarları gece boyunca tek ses olarak haykırıldı ve geceye damgasını vurdu. SHP’nin Cevdet Selvi, Mehmet Moğultay gibi milletvekilleri SHP tutumunu çok aşan ve kendilerinin pek uyum sağlayamadıkları geceyi daha başından kibarca terk ettiler.
Gece ozanların, çeşitli müzik gruplarının katılımı ve “Şarkımız Güney’e Dair”den iki bölümü sahneleyen İstanbul Sahnesi oyuncularının tiyatro gösterisiyle, aynı zamanda zengin bir kültürel içeriğe sahipti.

ŞAFAKLARA KAVGAYLA VARILIR
artık günler ölgün güneşle
aydınlanan günler değil
ne de yağmur akında bekleyen
suskun nehirler var
sancıyan yüreğin doğurganlığıdır umutlarda büyüyen
kavgaya gebe
şafaklara kavgayla varıldı dostlar
korku kavgayla yenildi meydanlarda
ve ilk kez ölü yıllara
toprak serpildi
en sondu yenilgi!
ve tarihin ihaneti
binlerce kez çoğaltılarak yazıldıysa da
kanlarınızla kızıllaşan şafaklar
çağlayan oldu yeraltında
tumba dostlarım tumba
sesleri çarparken kayalara
ve kayalar şatafatlı
yıldızlar icazetli birer engerekti
ve siz yeraltında
sevdanın inancıyla yücelmiş
şanlı baharın kır çiçekleri
tumba dostlar padişaha
tumba deyince alandaki başaklar
tomurcuğa durmuş dallar parçalandı
saraylar korunmaya alındı
beklenen bir gerçekti bu
ne saraylar padişahları kurtarır
ne padişahlar sarayları tutabilir
bunu örümcekler de bilir
tomurcuklar da
ama çiçek açmaya
yemin etti toprak
ateşi söndürmek yok artık
ırmağa yol vermenin
zamanıdır dostlar
V. Otunç


İŞKENCEDE ÖLÜM (Okur Mektupları)

Özal iktidarının ekonomik uygulamalarını ve savaş çığırtkanlığını protesto etmek için hayata geçirilen 3 Ocak Genel Grevi tüm yurtta olduğu gibi Ankara’da da polisin yoğun saldırılarıyla karşılaştı. Bu saldırılar özellikle greve destek vermek için yapılan Genel Boykotları ve gösterileri hedef alıyordu. Bu çerçevede Hacettepe Üniversitesi Beytepe Kampusunda boykot çalışmasına katılanlar polis tarafından gözaltına alınarak Ankara Siyasi Şubeye götürülüyordu. İktidarın muhalefeti susturma, kitleleri yıldırma amacıyla desteklediği ve görmezden geldiği işkenceciler, gözaltına alınanlara en hayâsız ve vahşi işkenceleri yaparak 18 Ocak 1991 günü Hacettepe Üniversitesi Elektrik Fakültesi 4. sınıf öğrencisi BİRTAN ALTINBAŞ’ı ailesine ölü olarak teslim ediyordu. Birtan Altınbaş ülkemizde yıllardır sistemli olarak uygulanan işkencenin son kurbanıdır. Özellikle savaş koşullarının yaşanmaya başladığı şu günlerde bu olay gelecekteki ölümlerin habercisi niteliğindedir. Bu tür olayları engellemek isteyen tüm demokratik kişi ve kuruluşlara çağrımız, Özal iktidarının bu vahşi yüzünü kitlelere teşhir etmek, işkencecilerin ortaya çıkarılıp yargılanmasını sağlamak için tüm güçlerini seferber etmeleri ve bu tür olayların örtbas edilmesine izin vermemeleridir.
İYÖ-DER’li Öğrenciler

İZMİR’DE POLİS TERÖRÜ
İzmir’de gençliğin yükselen devrimci mücadelesinden rahatsız olan polis, 14.2.1990 tarihinde “TDKP/GKB Operasyonu” düzenledi. Evlere ve öğrenci yurtlarına yapılan baskınlar sonucu sayıları kırkı bulan öğrenci ve işçi gençler gözaltına alındı. Bazı evlere Tompson’larla giren polis terör estirdi.
15 gün devam eden gözaltı süresince polis, biçimi ve yoğunluğu kişisine göre değişen, sistemli işkence yöntemlerini denedi.
Liberalleşme ve demokrasi yaygaralarının yapıldığı bir ortamda; İzmir’in göbeğinde, Konak meydanında yer alan siyasi şubede gözaltındaki kişilerden bazılarına elleri arkadan kelepçeleyerek ağırlıkla bekletme, günlerce yemek ve tuvalet gereksiniminden yoksun bırakma, saatler süren zorunlu jimnastik, ayakları ters olarak askıya alma, vücudun birçok yerine elektrik verme v.b. yapılan sistemli ve pervasız işkence yöntemlerinden yalnızca birkaçıydı.
İnsan Hakları Haftasında başlatılan operasyon devlet terörünün, insan haklarına yaklaşımını sergilemesi açısından anlamlı bir örnek oluşturdu.
Türkiye’de her zaman sistemli olarak sürdürülen işkence yöntemlerinin yetkililerin dediği gibi “Önü alınamayan birkaç üzücü olay”dan ibaret olmadığını bugün “Sağır Sultan”ın bile bilmesine karşın ikiyüzlüce demeçler sürdürülebiliniyor.
24 kişinin DGM’ye sevk edildiği operasyonda estirilen terör DGM’deki işlemler boyunca da sürdürüldü. Gözaltında tutulan sanıkların gereksinimleri gereğince karşılanmadığı gibi ifadeler alındığı halde birbirleriyle iletişimleri engellendi, tehdit ve tartaklamalar devam etti.
Daha sonra serbest bırakılanlar İnsan Hakları Derneği’nde bir basın açıklaması yaparak, gözaltı süresince yaşanan işkence ve insanlık dışı uygulamaları kınadılar. Kamuoyunu bu konuya bir kez daha duyarlı olmaya çağırdılar.
Bilinmelidir ki, ne devlet terörü, ne de onun baskı ve işkence gibi sistemleşmiş yöntemleri gençliğin ve halkın devrimci mücadelesini engelleyemeyecektir.
İzmir’den bir ÖD. Okuru


ÖZGÜRLÜK DÜNYASI’NA

Bizler Çukurova Üniversitesi İskenderun Meslek Yüksekokulunda okuyan devrimci, demokrat öğrencileriz. İnsan Hakları Haftası nedeni ile 12.12.1990 günü okulumuzda, dünyada ve Türkiye’de insan hakları ihlalleri konulu bir forum düzenledik. İnsan hakları için cesurca direnenler, şehit düşenler ve fikirlerinden dolayı cezaevlerinde bulunanlar için bir dakikalık saygı duruşu ile açılan forumumuz polis ve okul idaresinde bulunan kişilerin müdahale ve baskılarına rağmen yine de 100-150 kişilik bir öğrenci kitlesinin katılımıyla yaklaşık 40 dakika sürdü. Forumumuz alkışlarla sona ererken, tüm engellemelere rağmen böyle bir forumun gerçekleşmiş olmasının mutluluğu okuldaki arkadaşlarımızın yüzlerinden okunuyordu. Fakat ne acıdır ki, bir taraftan Türkiye’de demokrasi ve insan hakları olduğu iddia edildiği halde, diğer taraftan 17 öğrenci arkadaşımız insan hakları ihlallerini kınadıkları ve “KAHROLSUN FAŞİZM” sloganını attıkları gerekçesi ile gözaltına alındılar. Öğrencilerden korkan, kadrosunun % 70-80’ini gerici ve ırkçı kişilerden oluşan, okulda sosyal faaliyetleri kısıtlayan idare, okulda devamlı polis bulundurup , polisle sürekli işbirliği yapmaktadır.
Arkadaşlarımız, faşist okul idaresi tarafından ders görmekte oldukları dersliklerden teker teker alınarak polise teslim edildiler. Emniyette 30 saate yakın bir süre işkenceye tabi tutulduktan sonra baskı ve dayakla alınmış ifadeleri ile sevk edildikleri mahkemece serbest bırakıldılar. Okul idaresi de boş durmadı. İnsan haklarını savunmayı suç sayarak arkadaşlarımız hakkında 1 ila 2 döneme kadar uzaklaştırma cezası uygulamak için disiplin soruşturması açtı.
Bizler polis işbirlikçisi okul yönetiminin ve bağımsız olduğunu öne sürüp çektiği fotoğrafları polise veren burjuva basından MİLLİYET gazetesinin bu tutumlarını kınıyor ve protesto ediyoruz.
İskenderun Siyasi Şubede görevli Korkmaz Aydoğan (Başkomiser), polis memurları Yaşar Ermeydan, Necdet Değirmenci, Ziya Dekemen ile soyadlarını bilemediğimiz diğer kişiler, Ziya (İskenderun Siyasi Şubede komiser) ve polis memurları Nedim, Nedim N., (İskenderun Siyasi Şube-Polis), arkadaşlarımıza falaka ve cinsel organ sıkma, böbreklere darbe vb. yöntemlerle, fiziki-manevi baskı ve işkencede bulunmuşlardır. Ayrıca, İskenderun 2 no.lu Sağlık Ocağı doktorlarından Metin Doğruberdi Hipokrat yeminini hiçe sayarak, arkadaşlarımızın anlatımına göre gerekli muayeneyi yapmadan sadece “Vücudunuzda bir yara var mı?” diye usulen sormuş, böylelikle ettiği yemini çiğnemiş ve insanlık suçu işlemiştir.
İskenderun MYO’dan Öğrenciler

Şubat 1991

Savaş ve sorumluluk

2 Ağustos’tan bu yana, dünya kamuoyunun gündeminin en başında yer alan Körfez krizi, nihayet bir sıcak savaşa dönüştü. 17 Ocak’tan itibaren ABD ve müttefiklerinin hava ve deniz kuvvetleri, Irak’ın askeri ve sivil tesislerini, kent ve kasabalarını ağır bir bombardımana tuttular. Bu yazının yazıldığı günlerde, bu bombardımana, topçu ateşi de katılmış, bir kara savaşı için piyade ve tank birlikleri son hazırlıklarını yapıyordu.
İlk belirtiler, emperyalist-gerici politikacılar ve generallerin, “bir kaç günde Saddam’ın işinin biteceği” biçimdeki öngörülerinin iflas etmiş olduğunu gösteriyor. Bush’dan Özal’a, kadar bütün “şahin”ler ve kargalar, şimdi “bu iş 2-3 ay sürebilir” biçiminde yeni saptamalar yapıyorlar.
2 Ağustos’tan itibaren, emperyalistlerin savaş yığınağı etkisini sadece askeri hazırlıklarda yansıtmadı. Ekonomik alanda da, borsalarda, başta petrol olmak üzere, bütün belli başlı endeksler olağan olmayan dalgalanmalar göstererek kapitalist ekonomilerin krizinin derinleştiğini gösterdi.
Politika ve diplomasi alanında da, BM’den başlayıp belli başlı kapitalist ülkelerin başkentlerine yansıyan dalgalanma, savaş karşısında, hükümet ve her türden politik partilerin saflaşmasına yol açtı. Avrupa’nın “barış” ve “demokrasi” havarisi, “sosyalist” ve sosyal-demokrat partileri; ABD’nin ve kendi büyük burjuvazilerinin savaş politikasını desteklerken, ABD ve Avrupa’nın barışsever halkları, savaşın başladığı günden başlayarak, yüz-binlercesi sokaklara dökülerek bu emperyalist savaşa HAYIR dedi. Gösteriler her gün artarak sürüyor.
Savaşın, kaderleriyle doğrudan ilgili olduğu Ortadoğu halkları ise gerici hükümetlerinin savaş politikalarına baştan beri karşı çıkıyorlar ve İslamcı bir temelde de olsa, kendi tarzlarıyla, emperyalizmin Ortadoğu’ya yönelttiği saldırıyı reddediyorlar.
Bugünkü belirtiler, şunu açıkça gösteriyor: Emperyalist savaş karşıtı güçler, bugün düne göre, daha aktif bir tutum alıyorlar; savaşın uzaması ve yıkıcılığının artmasına paralel olarak da savaş karşıtı gösterilerin, direnişin artacağının işaretlerini veriyorlar.
Soruna dünya ölçeğinde bakıldığında; savaş yanlısı hükümetler, parlamentolar ordular vb. ile emekçi halklar arasında savaş konusunda bir, saflaşma, ekonomik ve sosyal temellere doğru da inerek, açıkça gözler önüne seriliyor: Halklar açıkça savaş karşıtı cephede yer alırken, hükümetler B’ şemsiyesi altında savaş yanlısı kampta birleşiyorlar. CNN’in Londra muhabirinin, savaşın ikinci günü ifade ettiği gibi: “İngiliz parlamentosu’na bakılırsa, İngilizler savaştan yana, ama sokaklardaki gösterilere bakılırsa İngilizler savaş istemiyor”.
Türkiye için de durum çok farklı değil. Hükümet, Özal (MGK, Ordu, MİT, Kontrgerilla gibi devlet kurumlarını da bu cepheden saymak gerekir) egemen sınıfların çeşitli “sivil” örgütleri dışında kalan kesimler, savaş karşıtı bir tutum içindedirler. Gerici-faşist partilerin bir koalisyonu olan parlamento bile savaş karşısında bölünmüş ve Türkiye tarihinde ilk kez, parlamento böylesi bir konuda “birlik ve beraberlikten yoksun” durumdadır.
Savaş’ın başlamasından önce ve sonra yapılan bütün anketler de, halkın ezici çoğunluğunun savaşa karşı olduğunu göstermektedir. Belki bizim ülkemizde yığınlar, Avrupa ve Amerika’da olduğu gibi henüz sokaklara dökülmüş değildir ve gösteriler nispeten küçük kitleleri kapsamaktadır. Ama ülkemizin kendine has özellikleri göz önüne alındığında bu pek de yadırganacak bir şey değildir. Tersine, bu, hoşnutsuzluğun derinleştiği ve yoğun baskı altındı tutulması sonucu, büyük patlamalar biçiminde dışı vuracağı günlere doğru ilerlediğimiz anlamına gelir. Kaldı ki, savaş koşullarının gelişmesi yoğun bir işçi sınıfı mücadelesinin yükseliş koşullarına da denk düştüğünden, savaşın getirdiği baskı ve yükler “grevlerin ertelenmesi”yle işçi sınıfına yansırken savaş zamları da bütün emekçilere savaşın doğrudan bir faturası olarak yansıdı. Bütün bu gelişmeler, zaten yakıcı bir sorun olarak ülke gündeminin başında bulunan, Kürt sorunuyla da doğrudan birleştiği için, ülkedeki bütün çelişmeleri derinleştiren, kriz ve istikrarsızlığı artıran bir etken olarak rol oynamaktadır.
Öte yandan, bugün Türkiye, yetkililerin, “Biz savaşa girmedik, bir saldırı olmazsa da girmeyeceğiz” demelerine karşın, Türkiye’deki ABD üslerinden kalkan uçaklar her gün Irak’a bomba yağdırmaktadırlar. Türk Ordusunun doğrudan savaşa girmesi ise, Saddam’ın yapacağı “saldırı” gerekçesine bağlanarak “otomatik”e alınmıştır. Grevler, savaş karşıtı gösteri ve mitingler, hatta panel ve geceler bile yasaklanarak, bir yandan savaş karşıtı güçler baskı altına alınmaya çalışılırken, öte yandan da savaşa boylu boyuna girmenin en son hazırlıkları tamamlanmaktadır. Askeri birliklerin savaş cephesine kaydırılması, sağlık ve diğer sivil personelin uydurma gerekçelerle cepheye yığılması sürdürülmektedir. Bütün belirtiler, bir kara savaşına katılmanın ABD’nin işaretine bağlı olduğunu artık açıkça göstermektedir.
Başlayan emperyalist savaş ve savaşa karşı yükselen halkların muhalefeti, Marksistlerin bir yıl önce dünyanın ebedi bir barış dönemine girdiği kampanyasının doruğa ulaştığı koşullarda, “Ortadoğu’nun bir kriz ve savaş bölgesi olduğu, olası bir emperyalist-gerici savaşın patlama koşullarının hızla olgunlaştığı, ama buna karşın halkların mücadelesinin koşullarının olgunlaşmasının birlikte yükseleceği” saptaması, bugün gelişmeler tarafından, doğrulanmış bulunmaktadır.
Emperyalist “barış” demagojisi bugün bütün geçerliliğini yitirmiştir. Çünkü savaş artık, amacı hangi gerekçelerle saklanırsa saklansın, kimsenin inkâr edemeyeceği bir olgu olarak yaşanan bir gerçektir. Savaşa karşı halkların muhalefeti de daha bugünden emperyalist ve gericilerin cephe gerisini tehdit eden boyutlara doğru büyümektedir.
Savaş, halklara baskı, zulüm getirdi, getiriyor. Ama buna karşılık emperyalist-kapitalist sistemin bütün çelişmelerini de emekçi halkların gözleri önüne serdiği için devrimci dinamiklerin devasa büyümesinin koşullarını da olgunlaştırıyor. Bunun görülmesi özellikle Türkiyeli devrimciler açısından hayati bir önem taşıyor. Çünkü Türkiye burjuvazisi ve gericiliği, bugün Körfez’deki emperyalist-gerici savaşa ister doğrudan kendi ordularıyla katılsın, isterse bugünkü gibi ABD uçaklarına üs ve destek sağlamakla yelinsin kendi sonunu hazırlayan batağa hızla sürüklendiği bir eğik düzlem üzerinde hareket etmeye başlamıştır. Bu durum, Türkiyeli devrimcilerin, demokratların, Marksistlerin, sınıf bilinçli işçi ve emekçilerin, işçi sınıfı başta olmak üzere tüm ezilen yığınların önüne, devrimi , “uzak” geleceğin bir sorunu olmaktan çıkarmaktadır.
Ortadoğu’da patlayan savaşta, Türkiye’yi savaş yanlısı cepheye, savaşa çeken emperyalizm ve gericilik, aynı zamanda, Kürt, Türk, her milliyetten Türkiye halkını ve işçi sınıfını da uluslararası devrim arenasına fiilen ve pratik olarak çekmiştir. Dolayısıyla Türkiye halkının, işçi sınıfının mücadelesi, bugün artık, sadece teorik olarak değil, pratik olarak da, uluslararası devrimin bir bileşeni olma sürecine girmiştir.
Patlak veren gerici-emperyalist savaşın yol açacağı gelişmelerin ortaya çıkaracağı devrimci durum olanaklarından yararlanmak, savaş karşıtı mücadeleyi doğrudan emperyalizme ve kapitalizme karşı mücadeleyle birleştirmek, devrim durumunun ortaya çıktığı koşullarda duraksamadan devrimci olmanın gereğini yapmak, bugün yakalanması gereken temel halka olarak görünüyor.
Emperyalizm, Türkiye burjuvazisi ve gericiliğini, nasıl ki, uluslararası emperyalist gericiliğe ve emperyalist dünyanın sorunlarına bağlamışsa; Türkiye devriminin sorunlarını da dünya devrimine ve sorunlarına bağlamıştır. Bu durumda Türkiyeli devrimcilerin, komünistlerin perspektifinin, geleneksel olduğu üzere dar “ulusal” sorunlar tarafından belirlenmesi en büyük handikap olarak görünüyor. Bugün asıl yapılması gereken, (herkesin üstüne düşeni yerine getirebilmesi için) Türkiye devriminin sorunlarım uluslararası işçi devriminin, işçi sınıfı ve halkların uluslararası hareketinin sorunlarıyla birleştirerek ele almaktır. Ortadoğu’daki emperyalist savaş, tek başına bile, bu zorunluluğu her gün yeniden dayatmaktadır.
Devrim ve karşı devrim arasındaki şiddetlenen çatışma; savaşa, gericiliğe ve emperyalizme karşı emekçilerin artan öfkesinin yığınsal tepkilere dönüşmesi; devrimci ajitasyon ve çalışma için yeni olanaklar sunarken, aynı zamanda, çalışma koşullarını, olağan zamandaki koşullara göre, daha da ağırlaştırmaktadır. Yasaklar, yasaklamalar, sansür, güvenlik güçlerinin artan terörü, alışılagelmiş “çalışma biçimini” olabileceği kadarıyla bugün bile geçersiz kılarken, yığınların mücadelesinin ihtiyaçlarına yanıt verecek bir çalışma tarzını da dayatmaktadır. Gerçekten devrimci olanlar, devrimci kalmak isteyenler bundan kaçınamaz. Bugün, yükselme eğilimini sürdüren halk ve işçi sınıfı hareketinin, eski türden, düzen için kabul edilebilir bir çalışma tarzı içinde kucaklanamayacağı, bu biçim içinde mücadelenin ihtiyaçlarının karşılanamayacağı, açıkça görülmek zorundadır.
Emperyalist savaşın kendisinin yarattığı koşulların yanı sıra, hükümetlerin ve emperyalist gerici propaganda merkezlerinin yığınların bilincini çarpıtarak; onları, savaş yandaşı haline getirme çabası, bugün devrimcilere, Marksistlere, siyasi gerçekleri açıklama bakımından da yeni görevler yüklemektedir. Savaşın niteliği, hangi politikaların devamı olarak ortaya çıktığı, emperyalizmin ve kapitalizmin kendi öz nitelikleriyle bağlantısının ve hükümetin, egemen sınıfların amaçları ile emekçi sınıflara getirdiği yükler vb.nin açıklanması, bu açıklamaların en geniş emekçi çevrelere yayılması, yığınların mücadeleye çekilmesi için ön koşul olduğu dünya işçi sınıfı mücadelesinin öğrettiği temel derslerdendir.
Öte yandan, varolan koşullarda, işçi sınıfının ve halk hareketinin birleştirilmesi sadece, Marksistlerin etkisi ve çabasıyla gerçekleştirilemez. Hareketin ilerletilmesi ve devrimci bir halk hareketi olarak şekillendirilmesi, yaygınlaştırılması ve güçlendirilmesinin en önemli koşullarından birisi de; bugün devrimci-demokrat potansiyel taşıyan bütün alcım ve örgütlerin sağlam temeller üzerinde, anti-gerici savaş, anti-emperyalist ve anti-faşist bir platformda birleşmesidir. Ülkemizin koşullan ve geçmiş deneyimlere bakıldığında bu zor bir görevdir. Ancak, değişen koşullar içinde başarılması olanaklı ve aynı zamanda zorunlu bir görev olarak da ortaya çıkmaktadır. Özellikle de uyanan yığınlara “alternatif” sunulması ve moral üstünlüğün ele geçirilmesi bakımından da bu görev ertelenemez bir karakter taşımaktadır.
Bugün bazı devrimci-demokrat eğilimlerin legalizme yaslanması, bazılarının sınıfın yerine kendini koyan, dar, sekter bir mücadele çizgisi izlemesi, bazılarınınsa sorumsuzca örgütsüzleşmenin teorisini yaparak parlamentarizme eğilim göstermesi tüm devrimci güçleri birleştirmede bir sorun olarak karşıya çıkarsa da, bütün bunlar aşılmaz engeller değildir. Tersine var olan koşullar, girdikleri yolun çıkmaz olduğunu onlara daha bugünden göstermeye başlamıştır ve halk hareketi yükseldikçe de bu herkesçe daha görülür hale gelecektir. Ama bu eğilimlerin kolayca, bu tutumlarından vazgeçeceği anlamına gelmez bu. Ancak onlarla, bugün var oldukları yerden çekerek, birlikler yapılabildiği, onların ilerlemesine yardım eden bir tutum takınıldığı ölçüde adım atabileceklerdir.
İşyerlerini ve fabrikaları esas alan, uyanan işçi ve emekçi yığınlarının mücadelesinin önünü açan bir çalışmayı ihmal etmeden, devrimci ittifaklar çabası sürdürülürse, bugün; legalizmin, parlametoculuğun ya da sekterizmin etkisi altında olduğu halde devrimci potansiyel taşıyan eğilimlerin işçi sınıfı ve halk hareketini güçlendirici bir platformda birleşmesi olanaklıdır.
Ortadoğu’da süren kanlı emperyalist-gerici savaş ve bu savaşa karşı yükselen dünya ve Ortadoğu halklarının mücadelesi, savaşın ülkemizde gelişip yükselmesine yolabileceği, devrimci durum olanakları, sadece siyasi bakımdan değil, ideolojik bakımdan da görevlerin kapsamını genişletmektedir. Daha somut ifade edersek; olaylar ve olgular, işçi sınıfı ve halk yığınları içinde örgütlenmiş burjuvazi ve emperyalizmin, gericiliğin dayanağı; sınıf işbirlikçisi güçler, oportünist, tasfiyece, revizyonist eğilimlerin, mücadeleyi geri çekme çabalarına karşı ideolojik mücadelenin kapsamının genişletilip etkinleştirilmesini de zorunlu kılmaktadır. Çünkü varolan koşullar, genelde anlaşıldığı gibi, ideolojik mücadelenin “sözcük” ve “kavram’ tartışmalarıyla sınırlı kalması biçimindeki dar çerçeveyi zorlamaktadır. Ve ulusal ve uluslararası planda devrim ve karşı devrim karşıtlığı arttığı ölçüde, ideolojik mücadelenin kapsamını genişletmesinin zorunluluğu da kendisini daha çok hissettirecektir. Olaylar, daha bugünden, oportünist, revizyonist, sendikalist ihaneti örtüsüz bir biçimde sınıfın ve devrimin uyanan güçlerinin önüne getirmiştir, getirmektedir. Burjuvazi ve emperyalizmin uluslararası dayanağı Gorbaçovculuk, Maoculuk, Troçkizm ve sosyal demokrasinin bütün fraksiyonları, düzene muhaliflik görüntüsü arkasında, halkın ve işçi sınıfının emperyalizm ve kapitalizme karşı mücadelesini düzen içi kanallara akıtma çabasındadırlar.
TBKP (SBP), SP, Kuruçeşme’de toplanıp bütün devrimci değerleri ayaklar altına almayı marifet sayan 1980 sonrasının döküntüleri, sosyal demokrasinin değişik partileri, bugün halk ve işçi sınıfı hareketini düzen içi kanallarda boğmaya çalışan başlıca mihraklar olarak karışımıza çıkıyorlar.
İşçi sınıfı hareketi içinde burjuvazinin uzantısı sendika ağaları ve sendika bürokrasisi de bu çeşitli türden siyasi eğilimlerle iç içe omuz omuza aynı işlevi yerine getirmeye çalışıyor.
İşçi sınıfının tarihi boyunca, işçi sınıfıyla burjuvazi arasında “muhabbet tellallığı”nı meslek edinmiş bu eğilimler, bugün de aynı “mesleği” icra ediyorlar. Bu yüzden de sınıf hareketinin ilerlemesi, işçi sınıfının ileri unsurlarının devrim ve sosyalizm davasına kazanılması, her türden oportünizme, revizyonizme, Troçkizme, Gorbaçovculuğa, reformculuğa ve her soydan sendika ağaları ve sendika bürokrasisine karşı ideolojik mücadele alanında da daha kapsamlı bir mücadeleyi gündemin ön sıralarına çıkarıyor. Çünkü devrim ve karşı devrim arasındaki mücadelenin sertleşmesi demek, karşı devrimin payandalarına, emperyalizm ve gericiliğin emekçilerin içinde uzantısı olan “Truva at”larına karşı da mücadelenin sertleşmesi anlamına geliyor.
Bugün, Ortadoğu’da, bütün dehşeti ve yıkıcılığı ile süren emperyalist-gerici savaş; bütün dünyanın ve ülkemizin devrimcilerine, demokratlarına, Marksistlerine, gerçek aydınlarına yeni yükümlülükler getirdi. Ve sorunun can damarı bütün bu çevrelerin kendi üstüne düşeni yapıp yapmamasıdır. Yaptıkları ölçüde, devrimci, demokrat, Marksist, aydın olmanın gereğini yerine getirmiş olacaklar, aksi halde kendi üstlerine düşeni yapmamış olmanın sorumluluğunu taşıyacaklardır. Çünkü tarih her zaman yazılır; ama bazı dönemler vardır ki, tarih yeniden yazılır. Şimdi yüzyılımızın tarihinin yeniden yazılması fırsatı doğmaktadır ve bunu başarıp başarmamak şu anda bizim kuşağımızın sorumluluğundadır.
“Tarih, kuşağımızdan nasıl söz edecek; bu tamamen bize bağlıdır!”

Şubat 1991

Hala darbe çığırtkanlığı ve ordu üzerine hayaller

“Huylu huyundan vazgeçmiyor!
* NATO ve ABD propagandası “ve “4. Ordu Rus Sınırına” ihanetçiliğinden “Amerika’ya karşı Ordu” sefaletine…
* “Sol” ve “tarafsızlık” darbeciliğinden Torumtay darbeciliğine…
* Burjuvaziden, devletten, ordu ve bürokrasiden kopuk devlet yöneticiliği idealizmi…
* Sosyalist Parti’ye burjuva grupların ilişkileri ve konumlarına ilişkin hesaplar yön veriyor…
* Generallerin “savaşa karşı” oldukları propagandasıyla SP, savaşa karşı mücadeleyi baltalıyor, sosyal pasifizmi yayıyor ve savaş karşısında halkı silahsızlandırıyor.
Hayal-Numara 1:
“Bugün Özal’ın işçiye karşı kullanacak asker bulamayacağı noktacında herkes hemfikir.” (2000’e Doğru, 30 Aralık 1990)
Kim bu herkes? Sınıf işbirlikçisi burjuva yatıştırıcıları, “en büyük ordu bizim ordu” sloganını atan işçinin geri bilincini olumlayan, orduya övgü düzücü uzlaşmacılar dışında kim Aydınlıkçılarla hemfikir? Özal’ı korkuluk gibi sallayıp, onun yürütmesini gerçekleştirdiği devleti, burjuvazinin ekonomik ve siyasal egemenliğini gizleyen ve olumlayan Aydınlıkçılar ve SP dışında kim bu saptamayla hemfikir? Bu fikirde olsa olsa TBKP ve benzeri birkaç grup katılacaktır.
Ve gerçek neydi? Aydınlıkçıların hayal hanelerinde tasarladıklarının tersine Zonguldak grevcilerinin karşısına Mengen’in 8,5 km. ötesinde kimler barikat kurdu? Başında bir tuğ ya da tümgeneral bulunan birlikler askeri birlikler değil miydi?
Aydınlıkçılar “yatsı”nın erken geleceğini bile dikkate almadan pervasızca ilan ediyorlar: “işçiye karşı asker” bulunamaz! Mumları yatsıya kadar bile yaranıyor. Özal, 5-10 bin kişilik bir askeri birlik gönderiyor Ankara yürüyüşçülerine karşı. “Emrini dinlemem” diyen yok!!!
Bu aşırı sağcı tespit işçileri orduya karşı silahsızlandırma, hayallerle avutmaya yönelme değil de nedir?
Hayal-Numara 2:
“Ordu savaş emrini dinlemeyecek.” “Özal savaşa sığınmakta. Ancak savaşa sürecek ordusu yok.” “Bugün boşlukta sallanan Özal’ın çalacağı savaş borusuna hayır kardeşim” demek için Doğan Güreş kadar ‘dirayetli’ olmaya bile gerek yok.” (Agy)
Yine yatsı ve mum meselesi… Türkiye bugün gayri resmi olarak, ilan etmeden savaşa girdi bile. K. Evren, Türkiye’nin doğrudan kendi kuvvetleriyle savaşa girmesi açısından inisiyatifin Irak’ta olduğunu söylüyor. Yanlış sayılmaz. Eğer Irak’ın saldırdığı iddiasıyla doğrudan bir Türk saldırısı düzenlenmezse, Türkiye’nin savaşa girmesine karar verecek olan “bizim” generaller değil, Irak ve Saddam’dır. Irak, İncirlik’in kullandırılmasının saldırı gerekçesi yaparak bal gibi saldırabilir. Bu Türkiye’nin savaşa girmesi demektir. Kısacası, Türk generalleri ve ordusu, İncirlik’in Amerikan emperyalistlerine kullandırılması dolayısıyla savaşın içine girmişlerdir, savaşmayı kabul etmişlerdir ve Türkiye bugün bir ucundan fiilen savaşın içindedir. Ordu savaş emrini dinlemiştir bile. 2. Ordu Irak sınırına yığınak yaparken herhalde kuş avlamayı düşünmüyordu.
Bunlar gerçekler… Yalancının mumunun nereye kadar yanabileceğini gösteren gerçekler.
Pratik olguları bir yana bırakarak kuramsal olarak soruna yaklaşılırsa, 2000’e Doğru, Aydınlıkçılar “ordunun savaş emrini dinlemeyeceğini” nasıl ve neye dayanarak iddia edebiliyorlar? Ordu nasıl bu denli Özal’dan kopabiliyor ve daha doğrusu herkesten bunca kopmuş olan Özal bulunduğu yerde kimi temsil ediyor? Özal yeni bir Bonaparte midir? Aydınlıkçılar bilinçli olarak Türkiye’deki savaş yanlılarını neredeyse tek bir kişiye, çok dar bir gruba indirgiyorlar. Burada, sırasıyla burjuvaziyi, devletini, orduyu aklama, yardakçılık tutumu var. Bir tek Özal ve “küçük” bir grubu dışında devlet, ordu ve burjuvazi savaşa karşı oluyor! Peki, bu sınıf güçleri ve kurumları nasıl böyle meydanı bir tek adama terk ederler? Burjuvazinin siyasal temsili böyle mi olur, burjuvazi tarif edilen gibi bir siyasal temsilcisini bir gün içinde harcamaz mı?
Bu iddia, barış hayalciliğinin, sosyal pasifizmin, savaş tehlikesi ve Türk burjuvazisinin savaş hesap ve planları karşısında emekçi kitleleri silahsızlandırmanın ve savaş durumunda bir ilk şaşkınlığa uğratmanın ve savaşa sürülmelerini kolaylaştırmanın doğrudan ifadesidir. “Savaş karşıtı Türk burjuvazisi ve ordusu”! Bu ne tür bir hayal yayıcılıktır? Aydınlıkçılar iflah olmaz burjuva uşakları ve ordu hayranlarıdır.
Aydınlıkçılığın çıkışı, dünyaya gelişi darbecilikledir. “Asker, sivil aydın zümre” Aydınlıkçı “devrimin” önder gücüydü 70 öncesinde. O zaman “sol” bir cunta bekliyorlardı. Teşvikçiliğini yapıyorlardı. Olmadı, ama öyle sandılar 12 Mart’ı destekleyip taleplerini yayınladılar, Erim Hükümeti’ni reformcu ilan ettiler, başlangıçta destek verdiler. 12 Eylül öncesinde “Üç dünya teorisi” burjuvazi ve ordu yardakçılıklarım besledi, Rusya’yı “tek düşman” bellediler ve Amerikan uşaklarını göklere çıkardılar, NATO’da kalınmalıdır dediler, orduyu bağırlarına bastılar; “yurt savunmasını” ona emanet ettiler, “4. Ordu Rus sınırına” sloganı “vatan savunması” sloganı oldu. Bu burjuva ve Amerikan yardakçısı hainler, 3 Nisan ‘78 tarihli Aydınlıkta şöyle yazıyorlardı: “Yurdumuzun, vatanını seven, halkını seven, iki süper devlete karşı mücadele cesareti gösterecek komutanlara ihtiyacı var.”
Sonra sıra K. Evren’e yağ çekmeye geldi. Eylül mahkemelerinde yağ çekmenin de dozu kaçırıldı. Etek öpüldü, ayaklara kapanıldı.
Şimdi de “halkını seven” Amerikan emperyalizmine karşı “mücadele cesareti gösterecek komutanlar” bulunmuyor mu? Aşil Özeren dışında Doğan Güreş ve bütün diğer komutanlar bu tür komutanlardan sayılmıyor mu? Özal savaşacak general bulamazmış!  Generallerimiz, maşallah tümü halkçı ve anti-Amerikan! MİT yetkilisinin ağzından şöyle konuşuyorlar “Ambargodan sonra Türk subayı ABD taraftan olmaktan çıktı… ABD yanlısı diye damgalanmak askerlerin hoşuna gitmez şimdi. Generalleri Amerika’ya soğuk bakarlar.” İşte Ordunun Amerikan karşıtlığının kendi ağızlarından ifadesi: “Özal savaşa sığınmakta. Ancak savaşa sürecek ordusu yok. Umudu Amerika.” (Agy) Amerika bir yanda ordu bir yanda, karşı karşıyalar! Generaller, ordu Özal ve Amerika’nın karşısındalar! Ama İncirlik’te Amerikan emperyalistlerine hizmet ediliyormuş, onların emir-erliği yapılıyormuş, ne gam! Ordu Amerika’nın Ortadoğu’daki çıkarlarını gerçekleştirmek üzere yığmaklar yapmış ve Irak’a girmeye hazırlanıyormuş, sorun mu!
Aydınlıkçılar iddia ediyorlar: “Özal Türkiye’nin sadece halkından değil, burjuvazisinden de, devlet bürokrasisinden de koptu.” (Agy)
Bugün burjuvazi savaş karşıtı mıdır? Öyle iddia ediliyor.
Burjuvazi içindeki bazı ses farklılıklarına rağmen ekonomik ve siyasal çıkmazının çözümünü savaşta ve savaş halinde görmektedir. Burjuvazi kolay bir çözüm peşindedir. Bu eğilim bugün Özal’ın “bir koy, üç al” politikasında ifadesini bulmaktadır. Bu, burjuvazinin ağırlıklı eğilimidir. Açıkça görünüyor ki, farklı burjuva eğilimler de var. DYP ve SHP bu eğilimleri seslendiriyorlar.
Çeşitli burjuva siyasal gruplar ekonomik ve siyasal çıkmaza ve savaşa ilişkin farklı programlar öneriyorlar. Peki, burjuvazinin sınıf olarak eğilimi hangisidir? Burjuva düzenlerde farklı burjuva siyasal gruplar farklı program önerileriyle burjuvaziye giderler, burjuvaziye kendi programlarını sunarlar. Burjuvazi sınıf olarak bu programlardan birine eğilim gösterir, belirli bir program etrafında birleşir. Bazı koşullarda bu birlik sağlam ve sıkı bir birlik olur, ama diğer bazı koşullarda birlik görece zayıf durumuyla sağlanabilir ya da burjuvazi belirli bir program etrafında Dirliğini kolaylıkla gerçekleştiremez. Programlardan biri öncelikle burjuvazinin belirli kesimlerini (örneğin krizden daha çok ve daha sert etkilenen kesimlerini) etrafında birleştirir, bu belirli program öncelikle bu kesimler tarafından finanse edilir, desteklenir ve eğer koşullar uygunsa, giderek diğer kesimleri de etrafında toplar.
Bugün Özal kararlı bir savaş yanlısı politika izlemekte ve ekonomik ve siyasal çözümünü savaşa ve ilan edilecek bir savaş haline, zorbalığın temel politika haline getirilmesine ve boylu boyunca uygulanmasına bağlamaktadır. Demirel önce buna itiraz ederek eleştirmiş ancak, son günlerde görüldüğü gibi “savaşa girilirse elbette memleketimizi savunacağız” deme noktasına gelmiştir. Bu gelişme, Demirel’in göstermelik savaş karşıtlığının ifadesi olduğu gibi, burjuvazinin daha geniş kesimlerinin savaş politikasına meyletmesinin de bir göstergesi kabul edilebilir.
Aydınlıkçılar oyun mu oynandığını sanmaktadırlar. Ciddi ciddi bir tek Özal’ın ülkeyi savaşa sürüklediğini yazıyorlar. Bu, idealist salaklığın dik alasıdır, diğer yanıyla kötü bir aldatıcılıktır. Ama pek beceriksizce bir aldatıcılık, tecrit edici bir aldatıcılık. Ülkenin önemli bir bölümü savaş koşullarında yaşarken ve tüm ülke savaşla birlikte soluk alıp verirken SP, Aydınlıkçılar burjuva ve ordunun savaş karşıtı olduğunu ileri sürünce kimi inandırabilirler? Özal’ın kişisel diktatörlüğü propagandasının etkisinde anlaşılan en çok Aydınlıkçılar kalmışlar.
Çıkarları savaş ve savaş halini gerektiren burjuvazidir. Giderek tüm burjuvazi savaş politikası etrafında toplanmaktadır. Çünkü burjuvazinin bugünkü durumda ekonomik ve siyasal krize başkaca bir çözümü yoktur. Ekonomik kriz çözümsüzce derinleşmektedir. Yıllardır zorbalık ve korkuyla sefalet ve özgürlüksüzlük koşullarına mahkûm edilen işçi sınıfı başlıca ekonomik ve yanı sıra siyasal taleplerle yığın olarak ayaktadır. Burjuvazi için tatlı karlarından olmak demek olan yüksek ücret artışlarını dayatmakta özgürlük istemekte ve kararlı bir mücadele içine girmektedir. K…’da çözüm bir yana geçici bir yatıştırma ya da sınırlandırma bile elde edememektedir burjuvazi. Kürtler düzenden kopma durumundadır. Olağan çözümler yoktur burjuvazi için. Ve burjuvazi gözünü olağandışı çözümlere dikmek durumunda ve zorundadır. Bu çözüm mü olacaktır? Olmayacaktır. Ama başka çaresi yoktur burjuvazinin, başka hiç çözümü yoktur çünkü. Şansını deneyecektir. Sınıf çatışmasını göze alacaktır Çünkü bu çatışma ona dayatılacaktır ve çatışmadan kaçınarak gerçekleştirebileceği bir çözüm bulunmamakladır.
Ama Aydınlıkçı iddia, Özal’ın bir bütün olarak ve savaş yanlısı politikasıyla tamamen burjuvaziden koptuğu yolundadır. Onlara göre; Özal burjuvaziye rağmen hükmetmektedir. Yalnızca burjuvaziye rağmen de değil, ek olarak burjuvazi Amerikan emperyalizminden de kopuktur. Generaller de kopmuştur. Amerikan emperyalizminden. Ne burjuvazi ne de generaller Amerikan emperyalistlerinin gösterdiği yoldan ilerlemektedirler.
Bu, gerçeklere gözlerini kapamaktır. Burjuvazi ne zaman ve nerede rüştünü ispatlamıştır ki, Amerikan politikasıyla uyumsuzluk içine girmiştir? Tersine umudunu Amerika’ya bağlayan yalnızca Özal değil, bu çıkmaz içindeki durumuyla özellikle burjuvazidir de. Demirel’i çark ettiren de, Amerikan çıkarlarının ve politikasının ciddiliğinin ve geri dönülmezliğinin belirginleşmesi ve uygulamaya aktarılmasıdır. Çeşitli; nedenlerle bu politikaya itirazları olan Demirel, bu durumda ısrarlı olamamış, Özal ile olan çelişmelerine rağmen onunla birlikte safa girmiştir.
Özal’la generallerin çatışması da, -bu işleri, egemen sınıf grupları arasındaki sürtüşme ve çatışmaları MİT vb. dolayısıyla Aydınlıkçılar daha iyi bilirler- eğer önemli idiyse bile, emperyalist savaşa hazırlık döneminde, Amerikan emperyalistlerince, Türkiye’ye bizzat gelen CIA patronunca, en azından şimdilik belirli bir çözüme bağlanmış ve Özal generallerle birliği sağlamıştır. O kadar ki, hükümetin bir açıklamasına göre, TBMM’den çıkan savaş yetkisini hükümet, gerektiğinde uygulamak üzere genelkurmaya devretmiştir. Aydınlıkçılar genelkurmay ve sonra bir başka bakanlığın “hayır, yetki hükümettedir” açıklamasını bile, Özal’la generaller arasındaki çelişmenin şiddetini gösteren bir sürtüşme olarak değerlendirmişlerdir. Ancak generallerin Özal ve Amerikan emperyalistleriyle birlik halinde ve onların politikasının uygulayıcısı olduğunu kanıtlayan, uzun lafa gerek yok, generallerin Türkiye’nin aldığı ve almakta olduğu savaş önlemlerini uygulamakta oluşlarıdır.
Ama hayır, Aydınlıkçılar generallerin “millici”(!) burjuvazimiz gibi Özal’dan ve dolayısıyla onun “umudu” Amerikan emperyalistlerinden koptuğunu, üstelik, şimdiden dinlemeye başladıkları savaş emrini dinlemeyeceklerini ve Özal’a karşı darbeye hazırlandıklarını ileri sürüyor. Çelişme şiddetle çözülecek boyutlar kazanıncaya kadar şiddetlenmiş! Şef Perinçek övünüyor: “Sosyalist Parti, şu ana askeri darbe tehdidini nalları önüne açık seçik koyan tek partidir.” SP de darbenin önünün kesmeye çalışmaktaymış.. “Demokratik erken seçim” yoluyla… Kargaları bile gülmeleri için gıdıklamak gerekecek…
Proletarya ile burjuvazi arasındaki sınıf çatışması Türkiye’de bugüne kadar görülmedik ölçüde sertleşmişken ve halkı savaşa karşı eğitip mücadeleye seferber etmek gündemdeyken, Perinçek ve SP’si yine bir sahte düşman ve sahte çatışma icat ediyor. Her zamanki gibi egemen sınıf gruplan arasındaki bir çelişmeyi gündeme getiriyor. Aydınlık’ın yeni bir darbe çığırtkanlığı gündemdedir. Onlar, bugün eskisi kadar açıktan bir darbe destekçiliğini çıkarlarına uygun bulmuyorlar. “Darbenin önünü kesmekten” söz açıyorlar, “Özal’ın yarattığı iktidar boşluğu”na darbeyle generallerin yanı sıra “erken seçimle” (!) işçi sınıfının yürüdüğünü söylüyorlar. Eh! Onlar da işçilerin “öncüsü” olduğuna göre bir SP iktidarı oldukça yakın olmalı! Ama işin ilginci Aydınlıkçı politikanın epey inceltilmiş oluşu. Eskiden onlar darbeyi kışkırtır ve desteklerlerdi, şimdi darbe çığırtkanlığı yapıyorlar, ama sözde işçinin “iktidar yürüyüşü”nden de söz ederek yüzlerini gizlemeye çalışıyorlar. Ancak bu arada “solcu kisveli sivilleşme budalaları’ndan” eleştirerek bahsetmekten de kendilerini alamıyorlar.
Bu ülkenin daha birçok darbeye sahne olabileceğini biz de düşünüyoruz. Bu büyük ihtimaldir. Darbeye ihtiyaç bırakmayacak hemen tüm yasal düzenlemeler 12 Eylülle yapılmış olmakla birlikte, sertleşmekte olan sınıf mücadelesi koşullarında, emperyalistler ve burjuvazi bir dizi “at değiştirme” ihtiyacıyla yüz yüze kalacak olmalıdır. Bu, genel olarak söylenebilecek olmakla birlikte, bugün bir “at değişikliği” zorunluluğunun gündemde olduğu ve generallerin darbe hazırlamakta olduktan anlamına gelmez. Yine birileri bir darbe hazırlığı içinde olabilirler bugün de. Ancak henüz darbe koşullan yoktur ve darbe girişimcileri bu işi ellerine yüzlerine bulaştırırlar. Bugün henüz hükümet ve Özal emperyalistlerin ve burjuvazinin çıkarlarını, olabildiğince gerçekleştirmekte, ülkede ezen ve ezilen sınıfları da etkileyen bir siyasal kriz yaşanmakla birlikte, ezenlerin siyasal temsilcileri henüz görece birliklerini sağlayabilmektedirler. İşte savaş karşısında sosyal demokratlar dışındaki burjuva temsilcileri, partiler, generaller birleşmişlerdir. Savaş durumunda İnönü SHP’sinin de onlara katılacağı kuvvetle tahmin edilebilir.
Peki, darbenin sosyal ve siyasal dayanağı ne olabilir? Aydınlıkçılar sosyal dayanağını burjuvazi olarak gösteriyorlar, “Özal’ın koptuğu” burjuvazi. Siyasal dayanak, burjuvazi ve generallerin “savaş karşıtlığı” oluyor. Ve anti-emperyalizmleri(!) olmalı.
Burada temel bir saptırma ve hayal yayma, burjuvazi ve generallerin “savaş karşıtı” gösterilmesi ve Türkiye’nin nasıl olsa generallerin karşı olduğu savaşa girmeyeceği ileri sürülerek, emekçilerin savaş tehlikesi karşısında duyarsızlaştırılması ve mücadele etmelerinin gereksizliği yönünde eğitilmeleridir. Doğal ki, kitleleri silahsızlandırıp kendi güçlerine güvenerek mücadele etmekten uzaklaştıran bu yaklaşım, savaş karşısında emekçileri pasiflik ve kaderciliğe yöneltmesinin yanında, savaşçı politikanın başlıca iç-ulusal nedenlerinden olan savaş hali vb. aracılığıyla zorbalık yoluyla sınıf mücadelesinin ezilmesi ihtiyacının da karşılanmasının hizmetindedir. Emekçileri, başta işçileri, savaş hali vb. önlemleri ve sermaye ve faşizmin sınıfa ve halka saldırısı karşısında uyanıksızlık ve eylemsizliğe itmektedir.
Huylu huyundan, Aydınlık egemen sınıf klikleri arasındaki çelişmeye bel bağlamaktan vazgeçmemektedir…

Şubat 1991

CNN gerçeği çarpıtıyor! “Naklen savaş” ya da emperyalist savaşa propaganda desteği

Bir Amerikan TV kuruluşu, CNN, körfezdeki emperyalist savaşla birlikte, ününe ün kattı. “Naklen savaş’la CNN, herhalde bütün dünyada en çok seyredilen TV kuruluşu haline geldi.
Körfez’deki krizin sıcak savaşa dönüşmesiyle, herkesin sadece kulağı değil, gözü de körfeze döndü. Çünkü ilk kez “naklen” bir savaş izlenecekti. Bir bakıma öyle de oldu.” Dünyanın belli başlı TV kuruluşları olağan programlarını değiştirerek, geceli gündüzlü CNN’den yayımlanan “savaş haberleri”ne bağlandılar. Savaş, bir yanıyla, TV aracılığı ile evlere taşındı.
Burjuva basın ve yayın kuruluşları, CNN’in bu “başarısı”nı, biraz kıskanarak da olsa, göklere çıkardılar: CNN’in başarısı bir “habercilik harikası”ydı, “nesnel yayıncılığın, demokrasinin abidesi”ydi vb. Bildikleri tüm övgü sözcüklerini CNN’in “haberciliğine” yakıştırdılar, özellikle bizim geri kalmış gazetecilerimiz, iletişimle ilgili “uzmanlarımız” ve burjuva politikacıları, CNN’in yaptığına, demokrasinin gelişmesine katkı”dan, “insanın özgürleşmesine açılan yeni olanaklara kadar payeler vermekten geri kalmadılar. CNN, ülkeler arası sınırları yıkıyor, despotik rejimlerin altındaki zemini kaydırıyordu! “Böyle bir dünyada artık kapalı rejimler yaşayamaz”dı! Savaş sonrasında, Arap şeyhlikleri bile, “demokratik seçimlerle tahtlarını halka bırakacaklardı” vs. vs.
CNN yöneticileri ve arkasındaki gücün (ABD), hiç de böyle soylu amaçlan yoktu. Onların amacı, “barış türküleri” söylerken, birden bire içine girdikleri savaşı, dünya kamuoyu gözünde sevimli göstermek, kendilerinin haklılığını kanıtlamaktı.
Dar kafalı burjuva aydınlarını, iletişim hayranı “toplumbilimciler”!, modern görünme sevdasındaki gerici politikacıları ve meslek “hastalığı”na yakalanmış gazeteci ve yayıncıları öylesine etkiledi ki CNN; emperyalistler, umduklarından bile fazlasını elde ettiler. Çünkü CNN’in propagandası öylesine baskındı ki; dünyanın, hemen her köşesindeki basın ve yayın organları onun bir şubesi gibi çalışmaya başladı çalışıyor da.
Bütün savaşlarda, gerici egemen sınıflar, savaşın kendisi kadar, savaş yanlısı propagandaya da önem vermişlerdir. Savaşın cephe gerisi olan halk yığınlarının, kendi egemenlerini haklı görmesi, savaşa destek olmaları için bir zorunluluktur. Bu yüzden de, savaştan çıkar uman gerici egemen sınıflar, kendilerini “barış” yanlısı gösterirken, karşılarındakini “saldırgan”, “savaş yanlısı” olarak göstermeyi birinci amaç edinirler. Kendilerini, “barışı yeniden kurmayı amaçlayan” melekler olarak göstermek için var güçleriyle uğraşırlar. Bunun tarihteki en bilinen örneği ise; Göbels’in şahsında, Hitler faşizmidir. İletişim araçlarının gelişmesi ve yaygınlaşması, gerici egemen sınıflara ve emperyalistlere, halkları aldatmak için, yeni olanaklar tanıdı. Artık Gobels’i sıradan bir kaba propagandacı durumuna düşüren, “CNN mucizesi” işte bu olanaklarla gerçekleştiriliyor.
CNN, TV’nin insanları etkileme gücünden sonuna kadar yararlanıyor Yığınları çarpıtılmış bilgi bombardımanına tutarak, onların, verilen haber ve yorumlar üstünde düşünmesini engelliyor. Haber ve yorumlarda, sözde değişik kaynaklan ekrana getirerek nesnel gerçeği olduğu gibi aktardığı imajını uyandırıyor. Emperyalist hükümetlerin savaş haberlerine koyduğu sansürü “sevimli” ve “anlaşılır bir önlem” olarak yansıtıyor. Dahası, emperyalist ülkelerin teknolojik olanaklarının sınırsız ve yenilmez olduğu düşüncesini yerleştirmeye çalışıyor.
“Çağdaş” bir Gobels: CNN
CNN, Gobels’in, yığınları tek yanlı propaganda ile koşullandırma ilkesini, artık bir “bilim” haline getirilen reklâmcılığın yöntemleriyle zenginleştirerek, yenide üretiyor. Durmaksızın, aynı haberi yeniden yeniden ekrana getirerek, tek doğru o habermiş gibi, insanları koşullandırıyor. Aynı haber, Beyaz Saray, Tahran, Tel Aviv muhabirleri ile hükümet ve askeri yetkililer tarafından, kendi ağızlarından veriliyor. 8u da yetmezse, “tarafsız” uzmanlar ekrana getiriliyor. Ama İsrail’e düşen bir füzenin yaraladığı İsrailliler, defalarca ekrana getirilerek dramatik görüntüler eşliğinde, insanlık, barış edebiyatı eşliğinde verilirken, Irak’a atılan binlerce bomba, bir havai fişek gösterisinin neşesi içinde sunuluyor. Hedefi vuran pilotlar, insanlık için hayatlarını feda etmeye hazır birer ulusal kahraman olarak reklâm ediliyor. Arada bir, saklanması olanaksız savaş karşıtı gösteriler de ekrana şöyle bir getirilerek, hem “nesnel habercilik”in namusu kurtarılıyor, hem de “demokrasi'”nin erdemlerinden dem vurma fırsatı kaçırılmıyor. Kısaca CNN, hem saldırgan emperyalistlerin, gericilerin borazanlığını yapıyor, hem de “nesnel” görünerek; izleyenlerde, “tek gerçek CNN’in gerçeğidir” imajını uyandırmayı amaçlıyor.
CNN, kendi gerçeğinin tek gerçek olduğunu kanıtlamaya çalışırken, sözde değişik kaynaklardan haberlerini “doğrultmayı” hiç ihmal etmiyor. Ama “değişik” diye sunulan kaynaklar gerçekte “aynı” kaynaklar oluyor. Bu kaynakların birincisi, değişik merkezlere yerleştirilen “tarafsız, CNN muhabirleri” Bağdat dâhil, değişik Ortadoğu kentlerindeki ve Washington’daki muhabirler, gerçekte bir muhabir gibi değil, ABD’nin istihbarat görevlileri gibi haber aktarıyorlar. Konuşurken bile, açıkça hangi yanda olduklarını belli ediyorlar. Gerçeğin, sadece emperyalistler için yararlı olacak yanını vermeye çalışıyorlar. Örneğin bir Irak füzesinin Tahran’a düştüğü anda muhabir, şaşkınlıkla; “hemen şimdi, Tahran’a bir füze düştü, bu şimdiye kadar duyduğum en büyük gürültüydü” diyor. Ama hemen birisi uyarıyor: “arkadaşlar uyardı, bu bir füze patlaması değil, bir muhabir arkadaşın yere düşürdüğü fotoğraf makinasının gürültüsü olmalı, …kim bilir belki de bir egzoz gürültüsüdür” diyebiliyor. Ya da, İsrail’e düşen bir füzenin yirmi dolayında evi yıkmasını, görüntü eşliğinde muhabir, “burası Patriot füzesi tarafında havada vurulan Scud füzesinin parçalarının düştüğü yer” deyip, sonra da bunu bir İsrailli uzmana sorup, “herhalde füzenin başlığı da buraya düşmüş” dedirterek “doğrulatıyor”.
CNN’in diğer bir kaynağı ise, ABD, İngiltere ve gerici Arap şeyhliklerinin resmi görevlileri ile generaller. CNN, Pentagon’un brifinglerini uzun uzun aktararak, haberlerde verdiğini bir de onların ağzından ekrana getirip, inandırıcılığını artırmaya çalışıyor. Ama “en inandırıcı” kaynak “bilim adamları” ve “uzmanlar” Bu “uzmanlar”, bazen Amerikan hükümetinin “barışçı amaçlarla savaştığı”nı ekonomik ve siyasal gerekçeler getiren üniversite öğretim üyeleri, bazen da, “Saddam”ın kana susamış bir psikopat” olduğunu tıbbi terimlerle açıklayan, belki de bir CİA danışmanı, sosyal psikolog, ya da “Saddam’ın yok edilmesinin Batı için bir zorunluluk”, “O’nun zeki ve yetenekli bir bela” olduğunu anlatan, bir eski asker, bir politikacı vb. oluyor. Ama CNN için önemli olan “uzman”ın adının önündeki unvan. CNN biliyor ki; biçimlendirdiği propaganda içinde, en geniş yığınları etkileyen şey, “uzman”ın unvanıdır.
CNN’in çabalarından birisi de, emperyalist hükümetlerin savaş haberlerine koyduğu sansürü sevimli göstermektir: Tahran, Tel-aviv, Riyad ya da Washington’daki muhabirler, savaş sansürüne giren konularda soruları, ya “benim bu konularda hiç bir bilgim yok” diye geçiştiriyorlar, ya da “bu konuda, bir şey söyleyemeyeceğim, çünkü bu haber sansüre giriyor, ama her savaşta olduğu gibi, böyle şeyleri hoş karşılamak gerekir” diyerek, emperyalist hükümetlerin ve gerici şeyhliklerin sansürünü “olağan” göstermeye çalışıyorlar. Ama benzer bir durumda, Irak’taki muhabir, “bu konu savaşla ilgili sansüre tâbi, bir şey söyleyemem” dediği zaman, sözü haber merkezi alıp, “Peter’in durumunu anlıyoruz, orada baskı altında tutuluyor” yollu, bir kaç sözle de olsa, Irak sansürünü protesto etmeyi ihmal etmiyorlar. Sanki emperyalist ve gerici ittifakın sansürü sansür değil de, sadece Irak’ın sansürü sansürmüş gibi. Dahası; brifinglerde muhabirler, yetkililerin “bu konu askeri, … bu konu güvenlikle ilgili, vb. bilgi veremem” demesini “olağan” ve “gerekli” bir tutum olarak yansıtıyorlar. Bu yüzden de dünya kamuoyu, CNN’in, “mümkün bütün gerçeği” yansıttığı propagandasının etkisinden kurtulamıyor.
CNN ideolojik bir savaş yürütüyor
CNN, sadece emperyalist savaş kışkırtıcı propagandanın başını çekmiyor, aynı zamanda emperyalist ideolojinin çığırtkanlığını da yapıyor: Ortadoğu’daki, sınırsız emperyalist yığınağın ateş gücünü rakamlara döküyor. Silahların yetenekleri ve ateş güçlerini tablolar halinde veriyor. Elektronik teçhizatla silahların ortak uyumunun ifadesi olan, bir uçağın bombalan hedefine nasıl kilitlediğinin ve “şaşmaz” bir biçimde hedefi nasıl imha ettiğinin fotoğraflarını art arda ekrana getiriyor. Ama olgular, rakamlarla verilen “bilimsel gerçekler” doğrulamadığında, “Irak sahte, plastik füze rampaları inşa ederek pilotlarımızı yanılttı”, “seyyar füze rampalarını gizledikleri için pilotlarımız onları bulamıyor” gibi “gerekçeler”le, makinaların insana üstünlüğünün “kanıtını” uyduruyorlar. Bu da yetmiyor, “sosyalizm” ürünü saydıkları Scud’lar karşısında kapitalizmin ürünü olan Patriotlar’ın üstünlüğünün propagandasını öne çıkarıyorlar.
Savaşın seyrinin böyle bir çerçeve içinde verilmesi, ilk bakışta, masum bir olgu sıralamasıymış gibi görünüyorsa da, propagandanın diğer unsurlarıyla birleştirildiğinde; bunun, bilinçli ve uzak amaçlan içeren bir tutum olduğu görülüyor: Teknik karşısında insanın, emperyalizmin silah gücü karşısında inancın çaresiz kalacağını propaganda ediyorlar.
Burada, “insan”ı ve “inanç”ı Saddam gibi kötü bir örneğin temsil etmesi hiç önemli değil (hatta daha da iyi onlar için). Söylemek istedikleri açıkça şudur. Kapitalizmin teknolojik birikimi, öyle bir aşamaya gelmiştir ki ekonomik ve toplumsal yaşamın yönlendirilmesinde, “insan”ın pek bir rolü kalmamıştır; dolayısıyla, ekonomik ve teknik gücü elinde tutan kapitalist tekeller, sadece ekonominin değil, toplumsal gelişmenin de tek dinamik gücüdür! Ama söylemek istedikleri en önemli şey, emperyalizmin silah gücü karşısında, bu silahlara sahip olmayan ezilen halkların ve proletaryanın, emperyalistlerin, kapitalistlerin çıkarlarına aykırı bir başkaldırıda, başarmak için hiçbir şansları olmadığıdır. Öyleyse, ezilen halklar ve proletarya, emperyalizmin kendilerine layık gördüğüyle yetinmeli, ne özgürlük, ne de baskısız ve sömürüşüz bir dünya için emperyalizm ve kapitalizme karşı savaşmaya kalkışmamalıdır!
En son, Vietnam halkının kahramanca yürüttüğü bağımsızlık savaşında, üstün silah gücü karşısında “inanç” (bağımsızlık ve özgürlük) zafer kazanmıştı. ABD emperyalizmi ve bütün gericilik, bu “uğursuz” anıyı silmeyi, “inanç”ın zafer çağının kapandığını “kanıtlamayı” amaçlamaktadır. Üstelik karşılarında, haklı bir savaş içinde olmayan Saddam varken, bu kanıtlama onlar için, “ucuz”a bile mal olacakken, böyle fırsat kaçırılanı azdı.
İşte, CNN’in başını çektiği emperyalist propaganda merkezlerinin, savaşı evlerimizin içine getirerek, insanları sürekli olarak savaş haberleri bombardımanına tutmasının arkasında, ne insanlara savaşın dehşetini göstererek savaş karşıtı bir eğilim yaratma, ne de safdil “ilericiler”in sandığı gibi, haberleşme özgürlüğünde bir devrim yaratma, ne de demokrasiye yeni bir boyut kazandırma niyeti vardır. Amaç, emperyalistlerin yürüttüğü kanlı savaşı halkların gözünde aklamaya çatışırken, aynı zamanda emperyalizme ve kapitalizme karşı olası başkaldırıları caydıracak bir ideolojik zeminin oluşturulmasına katkıda bulunmaktır.
Ama yalan ve yanıltma temeline dayanan her propaganda gibi, CNN’in propagandası da zaman geçtikçe inandırıcılığını yitirmektedir. Bir gün sonra ortaya çıkan olguların, bir önceki gün verilen haberleri yalanlaması, dünyanın her köşesindeki emekçilerin savaş karşıtı eylemlerinin yükselişi, “yalancının mumu”nun yatsıya kalmadan söndürecek rüzgârlara güç vermektedir. Sonucu belirleyecek olan da, Saddam’ın yenilip yenilmemesi değil, ezilen halkların ve proletaryanın emperyalizme, kapitalizme ve savaşa karşı savaşma isteklerinin yükselmesidir. Öyle görünüyor ki; önümüzdeki yıllarda, Ortadoğu’dan, CNN’in “usta muhabirleri” bile “sevindirici” haberler veremeyecektir.

Şubat 1991

Zonguldak öğretiyor

Her şey olağan bir TİS görüşmesi olarak, başlayıp gelişmişti. Ama 30 Kasım’da, grev kararı uygulamaya sokulduğu gün, işçiler, işletmenin kapısına “BU İŞYERİNDE GREV VARDIR” pankartını astıktan sonra çekip evlerine ya da kahve köşelerine gitmediler. Bundan sonra da gitmeyeceklerdi. Her gün köylerden ocaklara, yollara akacaklar. Zonguldak sokak ve caddelerini dolduracaklar, Zonguldak meydanlarında bazen günde iki kez, on-binlerce işçi taleplerini haykıracak, Hükümeti, Meclisi, Cumhurbaşkanını istifaya çağıracak, onların politikalarını eleştirecekti.
Sadece işçiler yürümedi Zonguldak sokaklarında. Memurlar, mühendisler, kentteki diğer işkollarındaki işçiler de madenci grevinin yarattığı havanın etkisiyle sokaklara taştılar, çıkarlarının madencinin çıkarlarıyla birleştiğini “sezinleyerek” aynı sloganları haykırdılar.
Bugüne kadar, ancak pazara-doktora gitmek için sokağa çıkan ev kadınları” da, kendi kurtuluşlarının kıvılcımını gördükleri madenci eylemine binlerle katıldılar? Yürüyüş ve mitinglerde en önde yer alarak bütün kadınların kurtuluşunun yolunu gösterdiler. Her gün sokaklara ve meydanlara koşarak, “İslam”ın ve “Türk-İslam kadın geleneği”nin en temel kurallarını ayakları altına aldılar.
Ama madenciler, her gün yeni bir yol ve yöntemle gerçekleştirdikleri, her gün yeni sloganlarla zenginleştikleri gösteri ve mitingleriyle artık Zonguldak’a sığmaz olduklarında; direnen hükümeti dize getirmek için, Zonguldak’tan Ankara’ya doğru yola çıktılar. Kar, yağmur, soğuk demeden, on binler yola koyuldu, işçi sınıfının kararlığı ve disipliniyle, ayaklarının altındaki toprağı titreterek yürüdüler. Durumu, burjuvazinin gözde gazetesi Hürriyet 5 Ocak günkü sayısında, en gerçekçi biçimde ifade etti: ADIM ADIM GELİYORLAR!
Gerçekten de “adım adım geliyorlar”dı. Ve üstelik bütün Türkiye kamuoyunu sarsarak geliyorlardı.
Ülkenin her köşesindeki işçiler, emekçiler Zonguldak işçisinin kendileri için yürüdüğü bilinciyle, yürekleri onlarla birlikte çarpıyordu. Aydınlar, ilerici ve demokrat çevreler yönlerini işçilere dönüyorlardı. Öyle ki; devrimcilikle ilişkileri sadece “boşa giden gençliklerine acımak” ve etraflarına yılgınlık yaymaktan ibaret kalmış “eski solcular” bile, eski günlerini anımsayarak, Zonguldak’a yöneliyordu. Bırakalım “eski solcuları”, “sınıf mücadelesini savunmak gericiliktir”, “işçi sınıfı kapitalizmle barış içinde bir arada yaşayabilir bir sınıf niteliği kazanmıştır” diyerek burjuvazinin yeni gözdesi payesini kazanan Nabi Yağcı ve N. Sargın gibileri bile, Zonguldak’ta boy göstermek zorunda kaldı, işçi haklarının, sadece oy kaygısıyla, edebiyatını yapan SHP, DSP, DYP gibi katıksız burjuva partileri Zonguldak işçilerinden yana olduklarını ilan edip, Zonguldak’a koşmak zorunda kaldılar.
“Sosyalist basın” ise, çıkabildiği kadarıyla Zonguldaklı madencilere, adetleri veçhile övgüler dizdi. “Sınıfa dışardan bilinç” götürmek için kollarının altına “özel sayılar”la. Zonguldak’a koştular. Hiç kuşkusuz ki, Zonguldak işçilerinin eylemi övgüye değerdir. Ama adına layık bir sosyalist basma düşen, bunun daha fazlasıdır. Bu bilinçle, Özgürlük Dünyası, bu sayısında ve yeri geldikçe sonraki sayılarında, Zonguldaklı işçilerin mücadelesinin ortaya çıkardığı dersler ve sorunlar üstünde duracak, işçi sınıfımızın ve emekçilerimizin önümüzdeki dönemdeki ilerleyişine sunduğu dayanakların ipuçlarına değinecektir.

ZONGULDAK, İŞÇİ SINIFININ NİTELİKLERİNİN DIŞAVURUMUDUR
Türkiyeli devrimciler için, işçi sınıfına devrimci sınıf niteliğini veren özellikler, daha çok kitaplardan öğrenilen bir bilgi düzeyinde kalmıştı. Bu yüzden de, devrimci-demokrat hareket, işçi sınıfı mücadelesinin yükseldiği 1960’ların son yıllarında, işçi sınıfına övgüler dizdiler, samimi olarak işçi sınıfıyla aynı saflarda olmak istediler, ama işçi sınıfının niteliklerine ilişkin bilgilerinin kitabi düzeyde kalması Marksizm konusundaki yüzeysellikleriyle birleşince, bütün iyi niyetlerine karşın, Mao Zedung ve Latin Amerikalı küçük-burjuva devrimcilerinin, işçi sınıfını küçümseyen teorilerinin, etkisi altında kalmalarını önleyemedi. Öte yandan bu eğilim, 1960’larda ortaya çıkan Kruşçevizm ve Euro-komünizmle birleşerek, günümüz Gorbaçovculuğunun yükseldiği temeli de yarattı.
Son yıllarda, Gorbaçovculuğun açık desteğindeki emperyalist-kapitalist ideologlar ve propaganda merkezleri, sürekli olarak “Marksizm’in tanımladığı devrimci işçi sınıfının yok” olduğu propagandasını yaydı, yayıyor da. Dünya çapındaki bu kampanyanın ülkemizdeki sözcüleri aynı iddiaları daha yüksek sesle tekrarlayarak, burjuvazinin gözünde “eski günahlarını” affettirmeye çalışıyorlar. Bu yüzden de, Zonguldak grevi herhangi bir tarihsel dönemdeki benzer bir işçi eyleminden çok dana önemli sonuçlara yol açan bir nitelik taşıyor.
Hiç kuşkusuz Türkiye işçi sınıfı, kendi devrimci niteliklerini ilk kez dışa vurmuyor. 1967-1970 yılları arasında, özellikle Türk-İş’ten DİSK’e geçiş biçiminde ortaya çıkan sendikal özgürlük mücadelesindeki fabrika işgalleri ve yasadışı direnişlerde, polis ve jandarmayla girişilen, yakın fabrika işçileri ve semt halkının da katıldığı çatışmalarda, sınıfın kararlılığı ve mücadeleciliğinin örnekleri ortaya çıkmıştı. Yine 1976-1980 yılları arasında, uzun yasal grevlerde ve TARİŞ vb. büyük direnişlerde işçi sınıfının mücadeleci bir sınıf olduğunun kanıtları sergilenmişti. Ama bu özelliklerin serpilip gelişmesini, herkesçe görülür hale gelmesini, sendika ağaları ve bürokrattan engellediler. Ortaya çıkan eylemlerin kısmi ve etkilerinin yerel ölçüleri aşmaması için çaba harcadılar. Bu yüzden de sınıfın ortaya çıkan özellikleri devrimci hareketi etkileyecek ölçüde kendisini ortaya koyamadı.(*) Dahası, genel olarak devrimci hareketin, özel olarak da Marksist hareketin kendi zaaflarından dolayı, ortaya çıkan ipuçlarını yeterince değerlendirip sınıfa mal edilmesi başarılamadığı için de, Marksizm’in, işçi sınıfını; kapitalist toplumun, en kararlı, en mücadeleci, en yaratıcı en disiplinli, örgütlenmeye en yatkın, kapitalizmle tikel olarak değil tüm olarak karşıtlık içinde olan bir sınıf olduğu biçimindeki nitelemesinin, tanımın içeriğinin kavranıp, sınıf hareketine bu kavrayış doğrultusunda müdahale edilmesinde biçimsel kalındı. Bu yüzden de Zonguldak eyleminin bu yönü üstünde özellikle durmak önem kazanıyor.
İşçi sınıfı kapitalist toplumun en kararlı ve en mücadeleci sınıfıdır
Marks, işçi sınıfını, kapitalist toplumun en devrimci sınıfı olarak tanımlarken, onun bu tutumunu, kapitalizmin yıkılmasıyla “zincirlerinden başka kaybedecek bir şeyi” olmamasına bağlıyordu. Ama bir yandan işçi sınıfının 19. yüzyıl boyunca süren mücadelesi, öte yandan Ekim devriminin kazanımlarının kapitalist ülkeler işçi sınıfına kimi sosyal güvenceler olarak yansıması ve tekel karının sağladığı olanaklar, özellikle emperyalist ülkeler işçi sınıfının yaşama ve çalışma koşullarını nispeten iyileştirmişti. Euro-komünistler ve diğer revizyonist mihraklar, bu nispeten iyileşmeyi, işçi sınıfının “kaybedeceği” şeyler olduğu biçiminde yorumladılar. Ve bu yoruma dayanarak da, işçi sınıfının artık kapitalist topluma karşı mücadelesinin düzen sınırlan içinde, reformlar uğruna mücadeleyle sınırlı kalacağı tezini öne sürdüler. Bu tez yıllarca işlendi ve Gorbaçovculuk ve D. Avrupa’nın revizyonist ülkelerindeki gelişmeye paralel olarak da, işçi sınıfı, reformcu ve revizyonist eğilimlerin dikkat alanı dışına çıkarıldı. İşçi sınıfı, toplumun herhangi bir sınıfı gibi, işlevi kendilerine oy vermekten ibaret bir sınıf olarak görülmeye başlandı. Hatta bir sınıf olarak bile görülmez oldu. Herbert Marquez gibi kimi “devrimci teorisyenler” ise, toplumun en devrimci “sınıfı” olarak gençliği öne sürerek, 1968 gençlik eylemlerinin teorisini yaptılar vb. vb.
Avrupa ülkeleri başta olmak üzere hemen bütün kapitalist ülkelerde, sendika bürokrasisinin işçi sendikalarının yönetimini ellerinde tutuyor olmaları ve reformcu-revizyonist burjuva siyasi partilerin sınıf hareketi içindeki bölücü rollerinden dolayı, ortaya çıkan işçi eylemlerini yozlaştırmaları, bu sahte teorilerin doğrulanmasının kanıtı olarak kullanıldı, kullanılıyor. İşte bu koşullarda, Avrupa’nın çok yakınında bir ülkede, Türkiye’de, Zonguldak grevcilerinin mücadeleci ve kararlı tutumu sorunun bu yanına özel bir dikkati zorunlu kılmaktadır.
Çok uzun yıllardan beri, olağan bir yasal grevde, işçilerin tutumu işi durdurup, kapitalisti “uygun” bir sözleşmeye “zorlamak” biçiminde olmaktadır. Zonguldak, artık alışılagelen bu “diplomasi” çizgisine hayır derken, kendi niteliklerini ortaya koydu. Grevci bir işçi için her zaman, kendisini en çok meşgul eden, “akşam çocuklarıma ne götüreceğim, ailemi nasıl besleyeceğim?” sorunu bile onların kararlığını sarsmadı. Tersine Zonguldaklı işçiler, sınıfın doğal bir parçası olan çocukları ve eşlerini de, her gün daha büyük bir ciddiyet ve kararlılıkla, örgütledikleri gösteri ve miting alanlarına çektiler. Onların güçlerini kendi güçleriyle birleştirerek, bütün dünyanın mücadeleci işçi sınıfının geçtiği yoldan yürüdüler. 30 Kasım’dan itibaren işçiler, ne hükümetin tehditlerine, ne “ocakları kapatır hepinizi sokağa atarız” demagojisine pabuç bıraktılar, ne de çeşitli burjuva partilerinin sinsice yaptıkları “uzlaşın” çağrılarına kulak astılar. Tersine onlar, her gün daha büyük bir kararlılıkla kendi birleşmiş güçlerini ortaya koyarak, kurulan barikatları aşmaya çalıştılar. Mitinglerde, “uzlaşın” çağrılarına “Ölmek var dönmek yok” diye yanıt verirken, Mengen’de polis ve asker barikatlarında. “Barikatlar bizi yıldıramaz”, “Tanklarıyla toplarıyla gelseler dahi, engeller vız gelir madencilere” sloganlarıyla kararlılık ve mücadeleciliklerini ortaya koydular.
30 Kasım’dan başlayarak madenciler, her gün düzenledikleri gösteri ve mitinglerde, sadece sloganlarıyla kararlılıklarını haykırmadılar. Miting ve gösterilere katıldılar, kara, yağmura aldırmadan günün her dakikasını mücadelelerinin ateşiyle doldurdular. Hele Ankara yürüyüşü sırasında, on binlercesi, kış koşullarının ağırlaştırdığı o zor yolculuk sırasında, doğa güçlükleri ve organizasyon yetersizliklerinden asla moral bozukluğuna uğramadan, her adımda daha büyük bir öfke ve bilinçle ilerlediler. Mengen’de kurulan asker ve polis barikatı da işçilerin gözünü korkutmadı, işçilerin barikata yürümesini sendikacılar güçlükle önledi.
Ankara yürüyüşüne son verileceği anlaşıldığında, işçilerin tutumu ilginçti: Böylesi zor koşullar altında yürüyen bir toplulukta, eğer yürüyenler işçi sınıfından başka bir sınıftan olsaydı; çoğunluk, günün zorluklarından hemen kurtulmak için sevinirdi. Ama işçiler sevinmek bir yana sendikacıların bu tutumunu hoşnutsuzlukla karşıladılar. Ş. Denizer’e halen sürmekte olan kör güvenlerinden dolayı açıkça karşı çıkıp yola devam etmedilerse de, “Mücadele sürüyor, sürdüreceğiz”, Başkan, canların dimdik ayakta”, “Başkan canların seni bekliyor”, “Başkan canların işkencede”, “Başkan seninle ölüme gideriz” gibi sloganlarla yürüyüşün devam etmesinden yana olduklarını ifade etmeye çalıştılar.
Yürüyüşten sonra kendi aleyhine dönen durum bile Zonguldak işçilerinin kararlılığına gölge düşürmedi. Hükümetin işçileri oyalamak ve mücadeleden alıkoymak için görüşmeleri taktik olarak kullandığını daha baştan sezen işçiler, Denizer’in bu oyunun aleti olarak Ankara’ya çakılıp kalmasından sonra bile, yeniden aynı yolu yürüyerek, E-5’i zapt edip Ankara’ya yürümeyi konuşuyorlardı. Ve tekrar o zor yolculuğa çıkmayı günlük bir işmiş gibi tartıyorlardı. Acaba hangi sınıfın on binlercesi böyle bir zor yolculuğu başarabilirdi? Diyelim ki, başardı, geri dönüşten sonra aynı zor işe yeniden başvurmayı ciddi olarak tartışabilirdi? Herhalde işçi sınıfından başka hiç bir sınıf!
30 Kasım’dan itibaren başlayıp, Ankara yürüyüşüyle taçlanan Zonguldak madencilerinin eylemlerine, bir bütün olarak bakıldığında, açıkça görülür ki; gösteriler, mitingler ve büyük yürüyüşün her anı, işçi sınıfının kararlılık ve mücadeleciliğinin damgasını taşır. Eğer mücadele kapitalist sömürüyü hedef alan bir platforma sıçrayıp bu kararlılık ve mücadelecilik sınıf hareketinin üst biçimlerinde de kanıtlanmadıysa, bunda işçilerin bir suçu yoktur. Ya da başka bir söyleyişle, mücadelenin ekonomik istemlerle sınırlı bir çerçevede kalmasının nedeni, işçilerin kararsızlığı, mücadele isteklerinin azlığı değil, doğrudan doğruya varolan önderliğin reformcu-sendikalist tutumundan dolayıdır.
İşçi sınıfı en yaratıcı sınıftır
Burjuva ideologları yaratıcılık denince, bunu tanrının burjuvaziye verdiği bir “bağış” olarak anlarlar. Öyle ya, sanat, bilim vb. yaratma adına ne varsa burjuvazinin çeşitli kesimlerinden çıkıyor. Ekim devrimi sonrası, sanat ve bilimin her dalında yüz binlerce proleter kökenli yaratıcılar burjuvazinin bu tezini yalanlarsa da, burjuvazi sosyalizm olarak sadece revizyonistlerin başarısızlıklarını hatırlamak istediğinden bu çıplak gerçeği görmezden gelmeyi tercih eder. Ama işçi sınıfı, kapitalizm koşullarında bütün yeteneklerini geliştirme olanağını bulmasa bile yeteneklerini sınıf mücadelesi içinde ortaya koyabilir. Sendika bürokrasisi ve burjuva partilerinin engelleyemediği her yerde bunu yapıyor da.
İşte Zonguldak işçileri, grev mücadelesi içinde sınıfın yaratıcılığının örneklerini de verdi:
Madenciler, 30 Kasım’dan başlayarak her gün düzenledikleri miting, yürüyüş ve gösterilerde, bu gösterilerin düzenlenişinde, bir gün yaptıklarını ertesi gün tekrarlamadılar. Tersine her gün, bir önceki günkü gösteriyi yeni unsurlarla zenginleştirerek yaşama geçirdiler. Bugün ocaklarda toplanıp yürüdülerse; ertesi gün köylerden yol boylarına akarak Zonguldak meydanlarını doldurdular. Gösterilere, kimi gün esnafları da katarak mücadelenin bir halk hareketine dönüşmesinin olanakları yaratılırken, ertesi gün mühendis, memur ve avukatları da saflarına aldılar. Bir başka gün sokakları emekçi kadınlar doldururken, ertesi gün çocuklar yaşamlarının ilk gösterisi için sokaklara döküldüler. Bir başka gün diğer kentlerden gelen işçilerle omuz omuza yürüyüp onlarla güçlerine güç kattılar, kendileri de onlara daha ileri atılmak için ilham verdiler vb.
4 Ocak’ta başlayan büyük Ankara yürüyüşü sırasında, işçilerin yaratıcılıkları daha da açık kendisini gösterdi. On binlerce kişinin, yüzlerce kilometrelik bir yolu kat etmesi sırasında çıkacak ihtiyaçların karşılanması, kâğıt üstünde bile korkutucudur. Ama kadınlı erkekli işçi topluluğu tereddütsüz, yiyecek çıkınlarını sırtlayıp yola koyuldular. Doğanın ve hükümetin çıkardığı engeller bir bir aşıldı ve işçiler ihtiyaçlarını kendileri çözümleyerek yola devam edip Mengen’e vardılar. Kaldı ki; baştan tasarlanan, otobüslerle Ankara’ya gitmekti ve hükümet otobüsle gitmeyi engelleyince, işçiler yaya olarak yola koyuldular. Bundan dolayı ve çıkan sorunlardan ne moralleri bozuldu, ne de yılgınlığa düştüler. Çıkan her sorunu ancak işçilerin göstereceği bir pratik zeka ile çözümleyerek ilerlediler.
İşçiler yaratıcılıklarını, sadece güç ve kararlılıkla çözülebilecek sorunlarda değil, slogan üretme gibi, zihinsel faaliyet isteyen işlerde de gösterdiler. Her gün, basından öğrendikleri hükümetin tutumuna göre ya da mücadelede kararlılıklarını haykıran sloganlar ürettiler. Örneğin Özal, bir takım hesap oyunlarıyla istenen ücretin “aşırı” olduğunu iddia ettiğinde, “Çankaya’nın şişmanı işçilerin düşmanı”, “Madenler kapatılamaz”, “Savul sermaye işçiler geliyor” gibi sloganlarla ona yanıt verirken, asker ve polis barikatıyla karşılaştıklarında, “İşçilerden aldılar barikatlar kurdular” sloganı bir anda on binlerce ağızdan patlıyordu. Ya da cezaevi önünden geçerken, “Zindanlar boşalsın genel af’, “işkencecilerden hesap sorulsun” sloganı haykırılıyordu. Yürüyüşü engelleyen askerleri karşılarında bulduklarında hemen hükümetin “savaş” politikasını eleştiren sloganlar artarda geliyordu: “Madenci savaşa gitmeyecek”, “Savaş değil iş istiyoruz”. Gerçi burada atılan “En büyük ordu bizim ordu”, “En büyük polis bizim polis” sloganları için 2000’e Doğru dergisi, işçilerin karşısındaki güçleri bölmek için geliştirdiği sloganlar olduğunu iddia ediyorlarsa da; biz, işçilerin böylesi incelmiş bir oportünizmi “yaratamayacaklarını”, olsa olsa bunun 2000’e Doğru, SP, TBKP gibi ordu ve polis hayranı çevrelerin tezgâhladığı sloganlar olduğunu sanıyoruz.
Gösteriler boyunca kullanılan sloganların bazılarını çerçeve içinde görüyorsunuz. (Yazının sonunda) Sadece bu sloganların sayısı bile işçilerin grev süresince düşündükleri ya da söylemek istedikleri her şeyi slogana döktüklerini gösterir. Denebilir ki, madenciler grev boyunca sloganla konuşmuşlar, eleştirilerini ve taleplerini sloganlara dökmüşlerdir.
Ülkemizdeki gibi, gösteri ve slogan geleneği en eski olan “okumuş-yazmış” öğrenci gençlik çevrelerindeki slogan fetişizmi ve kısırlıkla karşılaştırıldığında, “cahil” maden işçilerinin bu alandaki yaratıcılığına işçi sınıfının yaratıcı niteliğini bilmeyen herkes şaşar.
İşçi sınıfı en disiplinli sınıftır
Son yıllarda, aydınlarımız ve kimi “sosyalist” çevrelerde disiplin reddedilirken, başıboşluk ve “bireysellik” yüceltiliyor. Ama işçi sınıfı içinde disiplinli davranmak burjuva aydınlarından farklı olarak onun çalışma yaşama koşullarından gelir. Her şeyden önce fabrika yaşamının kendisi sınıfı belirli bir disiplin içinde eğitir. Görünüşte bu kapitalistin işçiyi kontrol etmesini kolaylaştıran, onun sömürüsünü artıran bir etken olarak karşımıza çıkarsa da, öte yandan bu durum işçilerin ortak davranışlarının, örgütlenme yatkınlığının, yeri geldiğinde iyi eğitilmiş bir ordu gibi savaşmasının koşullarını da yaratır. Kapitalizm koşullarında sınıf için önemli olan da budur.
İşçi sınıfı için disiplinin anlamı sadece makinalı üretim düzenine ayak uydurmak, gereken her durumda yapması gereken hareketi yaparak üretim akışını sağlamaktan ibaret değildir. Aynı zamanda; hakları için ortak davranışta bulunabilmek, grevlerde, gösterilerde kendi düşüncesi ne olursa olsun ortak eyleme ayak uydurabilmektir. Eğer işçi sınıfı, böyle bir disipline sahip olmasaydı ne grevleri uygulamaya sokabilir, ne de talepleri için ortak eylemler örgütleyebilirdi.
Zonguldak işçileri, son eylemleriyle, sınıf disiplininin ne olduğunun örneğini de sundular. Alınan kararlara harfiyen uyarak, gösteri ve mitinglere kararlar doğrultusunda eksiksiz bir kanlım sağlamaya çalışarak, sloganları adeta bu konuda eğitilmiş bir koro gibi haykırarak, aralarında sadece biçim olarak değil ruhsal bir dayanışma da yarattılar. Gösteri ve mitinglerde aynı bilinci değilse bile aynı coşkuyu, aynı heyecanı paylaştılar.
Zonguldak işçilerinin disiplini, TİS taslağının kendi istemleri doğrultusunda hazırlanmış olması ve yürütülecek eylemin ne olacağının işçilerin istekleri doğrultusunda biçimlenmiş olmasından kaynaklandığı için gönüllü bir disiplindi. Ve burada, her işçi için doğru olan, eylemi beğenmese bile, onun disiplinine uymaktı. Zonguldak işçilerinin eyleminin coşku ve kitleselliği işte bu gönüllü disiplinden kaynaklanıyordu. Elbette ki; Ş. Denizer’in “önemli konularda kararları ben veririm” tutumu, bu gönüllü disiplini bozan bir etkense de, bunun aşılamaması (bu koşullarda) işçilerin disiplini bozmasının bir nedeni olamazdı, olmadı da. Yürüyüş ve gösterilerde işçiler, tek bir kişi gibi hareket ettiler.
Burada kimi çevrelerin, işçilerin sendikanın direktifine uyarak “sosyalist” basın organlarını yırttıklarını, yürüyüş kollarına tanımadıkları kişileri almayarak “dışardan bilinç taşınmasını yasakladıkları”nı iddia ederek, “disiplin”in sendikacılar tarafından kötüye kullanıldığını söyleyeceklerini biliyoruz. Elbette ki; bu konuda sendikacıların kötü niyetleri söz konusudur ve sendikacılar, geçmişte de bugün de, disiplin adına işçi sınıfı hareketini kendi denetimleri altında tutmayı amaçlarlar. GMİS yöneticileri de bunda bir istisna değildir. Ama bu somut durumda sorun, GMİS yöneticilerinin tutumu değil, “sosyalist basın”ın, sınıf hareketinin bu aşamasında, hala, işçi hareketine “dışarıdan” gitmeye çalışmasıdır. Kaldı ki, ilk günlerin tedirginliği geçtikten sonra işçiler, kendileriyle olduklarını anladıkları herkesi aralarına almaktan, onlarla her konuda konuşup tartışmaktan geri durmamışlardır.
Kısaca söylenecek olursa; yaşamları boyunca belki de bir kez bile gösteri ve mitinge katılmamış maden işçilerinin, her gün disiplinli bir ordunun erlerinin titizliği ile saflarında yer alıp, eğitilmiş bir koro gibi sloganlar haykırması, sendika ve grev komitelerinin kararlarını hayata geçirmek için tek yumruk olarak davranması, işçi sınıfının çalışma ve yaşama koşullarından başka nereden kaynaklanır? Sadece gündelik çıkarlar için böylesi bir disiplinle davranan bir sınıf, kimi reformcu ve revizyonistlerin iddia ettiği gibi,sömürüyü ortadan kaldırmak isteyen Leninist partinin disiplinini neden reddetsin? Tersine, bu disiplin işçi sınıfının yaşamında zaten vardır ve üstelik Leninist parti çatısı altında tam bir gönüllü disiplin olarak biçimleneceğinden işçinin büyük bir şevkle uyacağı bir disiplindir.
İşçi sınıfı örgütlenmeye en yatkın sınıftır
İşçi sınıfının örgütlenme yatkınlığı da, tıpkı disiplini gibi, onun yaşama ve çalışma koşullarından gelir. Büyük çaplı makinalı üretim, en küçük biriminden başlayarak, önce ünite düzeyinde, sonra işletme ve işkolu düzeyinde, daha sonrada ülke ve dünya ölçüsünde işçi sınıfını örgütler. Örneğin, bir otomobil fabrikasının elektrik aksamını yapan bölümündeki işçiler, işlerinin birbirini tamamlaması nedeniyle, biri olmadığı ya da işini aksattığında işin duracağından dolayı, bir tür örgütlülük içindedirler. Sorun otomobil imal etmekle sınırlandığında, fabrikanın diğer bölümleri de bu örgütlü çalışmanın kapsamına girer. Elektrik aksamı bölümünün motor, kaporta, şase, boya, montaj vb. bölümleriyle koordineli bir çalışma içinde olması gerektiği anlaşılır. Üretimi daha geniş boyutlu düşünürsek; otomobil fabrikasında yapılan işin, aslında başka bir takım üretim kollarını zorunlu kıldığı anlaşılır. Otomobil sanayisinin demir-çelik, kömür, petrol, boya, deri, plastik ve lastik gibi daha birçok üretim dallarının varlığını ön koşul olarak gerektirdiği görülür. Bundan da şu sonuç çıkar: bir otomobil fabrikasında çalışan işçiler ülkedeki belli başlı tüm üretim dallarıyla bir ilişki içindedir. Nitekim bu nedenle, bir tek üretim dalında başlayan bir bunalım, kısa ya da nispeten uzun sürede, diğer belli başlı üretim dallarını da etkisi altına alarak genişler.
Kapitalist üretimin kendisi tarafından gerçekleştirilen bu örgütlenme kendisini, işçilerin sendikal örgütlenmesinde yansıtır. İşyerleri ve işkolları düzeyinde örgütlenen sendikalar, işçilerin birer örgütlenme ve mücadele merkezi olarak işlev görürler. İşkolları düzeyinde dikey olarak örgütlenen sendikalar, diğer işkollarındaki sendikalarla birleşerek ulusal çapta sınıfın sendikal örgütleri olarak şekillenir. Ve kapitalizmin uluslararası niteliğine bağlı olarak, işçiler de, sendikal ve siyasi düzeyde uluslararası birliklere varırlar. Kapitalist toplumun başka hiç bir sınıfı, en küçük üretim biriminden başlayarak uluslararası düzeyde örgütlenme yeteneğine sahip değildir. Sınıfa bu yeteneği veren onun çalışma ve yaşama koşullandır. Çalışma koşullarından gelir: çünkü yukarıda da belirtildiği gibi, kapitalist üretimin uluslararası planda bütünleşmiş olmasından ve bütün dünya işçilerinin aynı sistem tarafından ücretli köleliğe mahkum edilmesinden gelir. Aynı zamanda yaşama koşullarından gelir: çünkü; işçilerin yaşama koşulları aşağı yukarı aynıdır ve “zincirlerinden başka kaybedecek bir şeyleri yoktur”. Kapitalist toplumun başka hiç bir sınıfının yaşama koşullan işçi sınıfı kadar homojen bir özellik göstermez. O yüzden de, kapitalist toplumun en örgütlü sınıfı olan burjuvazi bile, hiç bir zaman işçi sınıfı gibi yekvücut davranma yeteneğini gösteremez. Çünkü burjuvazi şu veya bu örgüt etrafında birleştikleri ölçüde aralarındaki çıkar çatışmaları tarafından, iradelerinden bağımsız olarak bölünürler de.
Hiç kuşkusuz, günümüzde sendikalar büyük bir çoğunluğu ile çeşitli türden burjuva sendikacılık akımlarının denetimleri altında olduğundan, işçi sınıfının birer mücadele merkezi olmaktan çok, onu mücadeleden alıkoyan merkezler olarak işlev yerine getiriyorlarsa da, işçiler, şu ya da bu biçimde, bu engelleri aştıkları her yerde, örgütlenme yeteneklerini ortaya koyuyorlar. Bunun son ve en çarpıcı örneği de Zonguldak işçileri tarafından sergilendi.
Onlarca yıldır GMİS’in üyesi olmalarına karşın gerçekte örgütsüz olan maden işçileri, 30 Kasım grevinin kısa bir süre öncesinden itibaren başladıkları örgütlenme çabalarıyla, on binlerce işçi sendikal düzeyde örgütlü bir kitle haline geldi. Grev komiteleri, tüm işçileri temsil eden bir bileşimde oluşurken, doğal olarak bütün işçiler tarafından benimsendi. Gösteriler, mitingler ve yürüyüş, bu komitelerle sendikanın işbirliği içinde gerçekleşti. Bu yüzden de gösterilere katılan her işçi gösterilerde katılacağı, safı, ne zaman ne yapılacağını biliyordu. Başka bir bölümde sözünü edeceğimiz zaafları ve yetersizliklerine karşın bu örgütler, Zonguldak’taki gösteriler ve Ankara yürüyüşü boyunca tüm işçilerle bağlantısını sürdürmeyi başardı.
Hiç kuşkusuz ki, gerek grev komitelerinde, gerekse taban örgütlerinde yer alan işçilerin hiç birisi, eğitilmiş örgütçüler değildi. Belki hiç birisi, daha önce böyle bir örgütlenme içinde bile yer almamıştı. Ellerinde olağanüstü iletişim araçları da yoktu. Ama yine de onlar, on binlerce işçiyi etraflarında örgütleyip seferber etmeyi başardılar. Hatta burada şunu da söyleyebiliriz. Eğer bu örgütlerde yer alanlar, onlar değil de başka işçiler olsaydı sonuç yine de çok farklı olmazdı. Öyleyse, bu başarının gizemi nerededir? Elbette ki, olup bitenin hiçbir gizemli yanı yoktur. Sorunun özü, işçi sınıfının niteliğinde, onun örgütlenmeye yatkınlığındadır. Sınıfın çıkarları uğruna yürütülen eylem, onun bu özelliğinin dışa vurmasını kolaylaştırmış, üretim süreci içinde zaten örgütlü olan işçiler o alışkanlıklarını bu sefer kendi haklan uğruna yürüttükleri mücadelede ortaya koymuştur. Hiç kuşkusuz ki, işçi sınıfının örgütlenme yeteneği, sadece sendikal eylem alanıyla da sınırlı değildir: Dünya işçi sınıfının tarihi, sınıfın azami talepleri için kendi partisi içinde örgütlenmede de tek yetenekli sınıf olduğunu gösteriyor. Yeter ki bunun için gerekli kanallar açılsın.
İşçi sınıfı, kapitalist sistemle genel bir karşıtlık halindedir
Kapitalist toplumda, egemen sınıf olarak örgütlenmiş olan burjuvazi dışında tüm öteki sınıflar, burjuvazinin baskısı altında olan sınıflardır ve bunlar kapitalist sistemle çeşidi noktalarda çelişme içindedir. Örneğin, köylülüğün çeşitli kesimleri ve küçük burjuvazi, sürekli olarak kapitalizm tarafından mülksüzleştirildiği için, kapitalizme karşı bir tutum içinde olabilir. Ama bunlar, çeşitli derecelerde emek sömürüsü gerçekleştirdikleri için de, aynı zamanda kapitalizmle bir uyum içindedirler. İşçi sınıfı için ise durum tamamen farklıdır: işçi sınıfı kapitalizm tarafından yaratılmıştır, ama kapitalizmle her noktada bir uzlaşmazlık içinde, kurtuluşu ancak kapitalizmin yok olmasıyla olanaklı olan bir sınıftır.
Marks, proletaryanın özelliklerini şöyle açıklıyor:
“Öyle bir sınıf ki burjuva toplumunun içinde oluşsun ama burjuva toplumundan olmasın? Öyle bir sınıf ki tüm sınıfların yok oluşu olsun. Öyle bir sınıf ki evrensel açılarıyla evrensel bir karakter taşısın ve kendisine özel bir haksızlık değil, evrensel bir haksızlık yapılmış olduğu için özel hak istemesin. Öyle bir sınıf ki kendisini tarihsel unvanlara değil, sadece insan olma Unvanına bağlasın, öyle bir sınıf ki kapitalist düzenle tikel bir karşıtlık halinde değil, genel bir karşıtlık halinde olsun. Ve nihayet öyle bir sınıf ki toplumun sınıf ve katmanlarından kurtulmaksızın ve dolayısıyla onları tümüyle kurtarmaksızın kendini de kurtaramasın. Tek sözle öyle bir sınıf ki insan varlığının tam yitimi olsun ve insan varlığını yeniden kursun. İşte bu sınıf işçi sınıfıdır.”
Marks’ın, proletaryayı tanımlarken sözünü ettiği işçi sınıfının, “kapitalist düzenle tikel bir karşıtlık halinde değil, genel bir karşıtlık halinde” olduğu saptaması, konumuz açısında, önem taşıyor. Çünkü, son yıllarda, her soydan revizyonist ve burjuva ideologunun inkara yöneldikleri özellik budur. Ve bütün “uzlaşıcı kuramlar” bu varsayım üstüne kurulmaktadır. Bu yüzden de Zonguldak eylemi, Marks’ın saptamasını doğrulaması bakımından da önem taşımaktadır.
Şöyle ki; bilindiği gibi, Zonguldak madencilerinin grevi, TİS görüşmelerinin çıkmaza girmesiyle, başlamıştı. TİS taslağının içerdiği talepler ise, tümüyle çalışma ve yaşama koşullarının iyileştirilmesine yönelik taleplerden ibaretti. Ama işçiler, taleplerini sonuna kadar savunmaya kalkınca, sorun taleplerin içeriğinden ve teorik olarak kapitalizm koşullarında gerçekleştirebilirliğinden bağımsız olarak, işçi sınıfıyla (madencilerin şahsında) hükümet ve devlet arasında bir soruna dönüştü. Hiç kuşkusuz bunda, 180 bin dolayında işçinin grevde olması ve 1991’de yarım milyonu aşkının işçinin TİS görüşmelerinin gündeme geleceğinin de etkisi varsa da, burada asıl belirleyici olan maden işçilerinin tutumudur.
Zonguldak madencileri, taleplerini kendileri belirlemiş ve bu talepleri savunmak için tam bir birlik içinde davranarak, en azından Ankara yürüyüşü sonuna kadar, sendikacıların, hükümetin de kabul edeceği bir sözleşmeye imza atmasını önleyecek bir baskı yaratmışlardır. Yani sözleşme, alışıla gelmiş olduğu gibi, sendikacılar ve işveren arasında bir pazarlık olmadı. İşçiler, pazarlık masasına ağırlıklarını koyunca, sorun işçilerle hükümet arasında, kendi güçleri oranında mücadele ettikleri, gerçek bir TİS mücadelesine dönüştü. Hükümet, Cumhurbaşkanı, güvenlik kuvvetleri gibi devlet olanaklarıyla, işçileri engellemeye koyulunca, işçiler de miting ve gösterileri yoğunlaştırdılar, Zonguldak’ın diğer işçi ve emekçilerinin maddi moral desteğini arkalarına alarak, grev hareketini, hükümete karşı bir halk hareketine dönüştürdüler. İşçiler, bir kendiliğinden hareketin gelebileceği kadar düzenle karşı karşıya gelerek, “Savul sermaye işçiler geliyor” sloganı ile kapitalizme, kapitalist sömürüye öfkelerini dile getiriyorlardı.
Bundan şu sonuç çıkar: Eğer işçi sınıfı, burjuva partilerinin sınıf içindeki bölücü eylemlerini engelleyebilir ve sendika bürokrasisinin onları mücadele dışında tutma çabalarını kırabilir, taleplerini savunmakta bir taraf olarak, aktif bir biçimde mücadeleye atılabilirlerse; öne sürülen talepler basit ekonomik taleplerle sınırlı bile olsa, sonunda kapitalist düzenle karşı karşıya gelirler. Zonguldaklı işçiler, taleplerini savunmakta aktif taraf olduktan için, sınıfın bu niteliğini dışa vurmayı başarmışlardır. Elbette ki; bu özellik, maden işçilerinin kendilerine has koşullarından gelmemektedir. Bugün grevde olan metal işçileri, SEKA işçileri ya da başka herhangi bir işkolundan işçiler, sendika ağalarını ve bürokratlarını bir kenara iterek, taleplerini savunmaya koyulurlarsa, onlar da tıpkı maden işçileri gibi, düzenle karşı-karşıya geleceklerdir. Demek ki; revizyonistlerin ve her soydan burjuva ideologların iddia ettikleri gibi, işçi sınıfının kapitalist sistemle karşıtlığı yumuşamamıştır. Bu görüntünün nedeni, sınıfın niteliklerinin değişmiş olması değil, sınıfın mücadelesinin burjuva partiler tarafından bölünmüş ve sendika bürokrasisinin sınıfı mücadelenin dışına itmiş olması gibi, sınıfın niteliği ile ilgili olmayan nedenlerden ileri gelmektedir.

“SAVAŞ OKULU” OLARAK ZONGULDAK GREVİ
Marksistler grevi, işçi sınıfının kapitalizme karşı nihai savaşı için eğitildiği bir “savaş okulu” olarak değerlendirirler. Uzun grevler içinde, yokluk ve olanaksızlıklara karşı savaşan işçiler, bir yandan kendi güçlerinin farkına vararak birleşme ve mücadele etmenin gereğini kavrarken, öte yandan da olağan koşullarda bir “işçi babası”, “toplumdan birisi” olarak, işçilerine “ekmek kapısı” açtığını iddia eden kapitalistin, çıkarları söz konusu olduğunda, nasıl kuzu postuna bürünmüş bir kurt olduğunu, görme fırsatı bulurlar. Dahası makinanın bir parçası olarak yaşamaktan kurtulan işçi, kendisine ve topluma ilişkin asıl sorunları tartışmak fırsatı bulur. Üretimdeki yerini olduğu kadar, kendi toplumsal konumunu da, grev mücadelesi içinde öğrenir işçi.
İşçi sınıfı mücadelesi içinde, grevin önemini fark eden, sadece Marksistler de değildir. Kapitalistler de bunu fark ettikleri için, ellerindeki yasama ve yürütme gücüne dayanarak, grevlerin olanaklı en “sakin” biçimde geçmesi için, çıkardıkları yasalarla, grevleri zapturapt altına almaya çalışmışlardır. En demokratik burjuva cumhuriyetlerinde bile, grev mücadelesi, yasalarla sınırlanmış, işçiler grevin pasif nesneleri durumuna düşürülmeye çalışılmıştır. Bu durum, bizim gibi, uzun işçi mücadelelerine sahne olmamış, hiç bir zaman burjuva anlamıyla bile demokrasinin yaşanmadığı ülkelerde, daha da açık bir biçimde kendini gösterir. Nitekim ülkemizde, grev yasası; hak grevi, dayanışma grevi, genel grev, siyasi grev gibi grev türlerini yasaklarken, sadece TİS görüşmelerinin uzlaşmazlığa varması durumundaki ekonomik grevlere izin vermektedir.
Grev tüzüğü ile ise, grev sırasında işçilerin işyeri yakınında toplu olarak bulunması bile yasaklanmıştır. Sadece kapıda iki “grev gözcüsü”nün bulunmasına izin vermektedir. Toplantı ve gösteri yapmaksa; sadece mülki amirlerin izniyle olanaklı olduğundan, grev sırasında işlerin, yasalar çerçevesinde gösteri yapması, neredeyse olanaksız olmaktadır. Bu sadece kapitalistlerin ve hükümetlerin değil, sendikacıların da çok işine geldiğinden, sendikacılar, adeta bir yasa adamı gibi, işçilerin yasalara uyup uymadığını denetlemektedir. Bu nedenle de ülkemizdeki yasal grevler, bir savaş okulu olmak bir yana, işçilerin kahve köşelerinde vakit öldürdüğü, ya da geçimini sağlamak için sağda solda gündelikli iş yaptıkları zamanlar olmaktadır.
Zonguldak grevi, bu, işe gitmeme biçimin deki grev geleneğini yıktı ve gerçek bir işçi grevinin nasıl olması gerektiğini, herkese göster di: işçiler, grevin başlamasıyla birlikte, evlerine gidip geçimlerini sağlamak için iş aramaya koyulmadı. Ya da çocuklarını alıp memleketlerine giderek grevin sona ermesini beklemediler. Tersine, direnen işvereni dize getirmek için gösteri mitinglere başladılar. Geceleri kahvelerde ve evlerde toplanıp, grevin sorunlarını, hükümet ve işverenin olası saldırılarına karşı nasıl savaşacaklarını tartıştılar. En önemlisi de grev yasası ve grev tüzüğünün sınırlamalarım, gösteri ve yürüyüşlerle ilgili yasaya aykırı davranırlarsa hangi cezaya çarptırılacaklarını düşünmediler. Mücadelelerinin gereği neyse onu yaptılar. Bu yasalar, her gün birkaç kez ihlal edildi. “Yasaların bekçisi” güvenlik güçleri ise, bu “yasa ve düzen tanımazlığı” sadece seyretmekle yetinmek zorunda kaldı. Hükümet düzeyinde, “yasaları çiğnemeyin!” gibi bir kaç cılız itiraz yükseldiyse de, işçi yığınlarının öfkeli sloganları arasında, bunları duyan olmadı.
Zonguldak mücadelesi, açıkça gösterdi ki; grevlerin birer “savaş okulu” olmasını engelleyen başlıca iki neden vardır: Sendika bürokrasisinin işçileri mücadele dışında tutma taktikleri ve grevleri zapturapt altına alarak basit bir işe gitmeme eylemine dönüştüren yasalardır, işçiler, birleşmiş güçleriyle bu engelleri bir yana ittikleri her yerde, her grev yerinin, bir Zonguldak, bir savaş okulu olmaması için hiç bir neden yoktur.

ZONGULDAK GREVİ SENDİKACILARIN YÜZÜNÜ AÇIĞA ÇIKARDI.

Zonguldak grevi, 250 bin işçinin greve hazırlandığı koşullarda patlak verdi. Dahası bir bütün olarak, bir genel grevin koşullarının her bakımdan olgunlaştığı günler yaşanıyordu. Zonguldaklı işçilerin kararlı ve mücadeleci tutumları ile tutturdukları eylem çizgisi, bütün işçi sınıfı içinde, büyük bir heyecan dalgası uyandırmıştı. Herkesin beklentisi, greve gidecek işkolları başta olmak üzere bütün işçi sınıfının, hatta diğer emekçi kesimleri de peşinden sürükleyerek, Zonguldaklı işçilerin eylemine güç katılacağı doğrultusundaydı. Hatta hükümet çevreleri de aynı gelişmeyi fark ettiği için telaş içindeydi. Ne var ki, toplumun her kesimini sarsan Zonguldak işçilerinin eylemi, sadece sendikacıları etkileyememişti.
Türk-İş üst yönetiminin de, gelişmelerden, en az hükümet kadar tedirginlik duyduğu, gelişmeler içinde açıkça ortaya çıktı. Türk-İş’in ağaları, günlerce süren toplantılarında bir tek şeyi konuştular: nasıl olur da ayağa kalkan işçilerin öfkesini kazasız belasız atlatabilirlerdi. Zonguldak eyleminin sınıfın saflarında uyandırdığı sempati ve heyecanı fark ettiklerinden, Türk-İş ağaları, Zonguldak işçilerinin mücadelesini ellerinden geldiğince görmezden geldiler. Ya da fırsat buldukça hükümet ağzıyla eleştirdiler. Eylemin bir an önce bitirilmesi için GMİS ve hükümet arasında “tarafsız arabulucu”luk yapmaya çalıştılar. Sonunda, madencilerin Mengen’den geri dönmesini tezgâhladılar. Yine aynı beceriklilikle, sınıfın genel grev talebini bir günlük “işe gitmeme” eylemiyle geçiştirmeyi başardılar! Açıkçası, grev ve genel grev kinciliği yaptılar.
Türk-İş ağalarının ne yapacağını herkes önceden biliyordu. Ama kendisine derici, devrimci sendikacı ya da Türk-İş’in ilerici muhalefeti diyen ve kulislerde, kendilerinin mücadeleci bir sendikacılık çizgisi savunduklarını, Türk-İş ağalarına muhalefet ettiklerini söyleyen, gereğinde tek başlarına olsalar bile, şalter indireceklerini iddia eden sendikacılar ne yaptı? Yaptıkları ortada: Türk-İş üst yönetiminin aldığı bir günlük işe gitmemek eylemini ufak tefek itirazlardan sonra onaylamak ve Zonguldak işçilerini “ziyaret”, yiyecek “yardımı” yapmak. Bir de tribünler görsün diye olacak Ankara yürüyüşüne sembolik katılma. Oysa Türkiye işçi sınıfının ve Zonguldaklı işçilerin onlardan beklediği bu değildi. Her şeyden önce işçi sınıfı onlardan, Türk-İş üst yönetimini adına layık bir genel grev için ciddi olarak sıkıştırmasını, ama bunu başaramazlarsa kendi sendikalarıyla bunu uygulamaya sokmayı bekliyordu. Dahası Zonguldaklı işçiler, belki her kesimden insandan küçük kişisel katkılar yapmalarından sevinirlerdi, ama sendikacılardan bekledikleri, kişi ya da küçük gruplar halinde sembolik şovlar, basına keskin demeçler vermek değildi. Onlardan bekledikleri destek, doğrudan doğruya diğer işkollarından işçilerinde şalteri indirerek sokaklara çıkmasıydı. Grevde olanların da, kendilerinin yolunu izlemesiydi. Bunların hiç birisini yerine getirmedi sendikacılar. Sonuçta bunlar da, düşünceleri “biraz” farklı da olsa, Türk-İş üst yönetiminin mücadeleyi baltalamasının aleti olmaktan ileri gidemediler.
Büyük bir olasılıkla şimdi de kulislerde, “biz gerekeni yapacaktık ama işçiler hazır değildi” edebiyatı yapıyor olmalılar. Ama buna inanacak tek bir işçi bile bulacaklarını sanmıyoruz.

ZONGULDAK GREVİ VE SINIFIN BİRLİĞİ SORUNU
Zonguldak grevi sırasında, on binlerce işçi tek bir yumruk gibi davrandı. Değişik siyasi inançtan, değişik uluslardan, değişik mezheplerden işçiler, kendi haklan için mücadele ettiler. Dinci, sosyal-demokrat, Marksist vb. partilerin yandaşları, hepsi, aynı grev komitelerinde oturup tartıştılar, ortak kararlar aldılar. Alınan karan (o anda muhalif olsalar bile), çoğunluğun kararını, hep birlikte eyleme döktüler. Bu, elbette doğruydu. Ama bu doğruluk, içinde bir çelişkiyi de taşıyordu: Çünkü bir işçinin, buyandan kendi hakları için mücadeleye atılıp işçi sınıfı mücadelesine katkıda bulunurken, öte yandan dinci, gerici burjuva partilerinin yandaşı olması bir çelişkidir. Çünkü bu burjuva partileri, eylemleriyle de açıkça ortaya koydukları gibi, tümüyle burjuvazinin çıkarlarının hizmetindedirler. Dolayısıyla da işçi sınıfının çıkarlarıyla her zaman taban tabana zıt bir konumdadırlar. Ama bu partilerin şu ya da bu biçimde yandaşı olan işçilerle, bu partiler, sınıfın mücadelesi bakımından aynı platformda değildir. Bu partilerin yandaşı işçilerin bulundukları siyasi platforma Sınıf çıkarları çelişki halindedir. Bu yüzden de işçiler, kendi talepleri için mücadele ettikleri ölçüde, bulundukları siyasi platformla çelişmeleri artacaktır. Nitekim grev öncesinde ANAP yandaşı olan işçiler bugün artık ANAP’ın yandaşı değillerdir. Sadece işçiler bile değil, bugün Zonguldak’ın ANAP İl Başkanı bile ANAP’tan ayrılmak zorunda kalmıştır. Çünkü bir iktidar partisi olarak ANAP, bir bütün olarak işçileri karşısına almak zorunda kalmıştır ve bu yüzden de, ANAP’ın yürüttüğü demagojiye bakarak ANAP’ın işçiden, emekçiden yana olduğunu sanıp onun yandaşı olan işçiler, grev sırasında gerçeği gördükleri için ANAP’ saflarını terk etmişlerdir.
Hiç kuşku yok ki; bugün de, mücadelenin ön saflarında yer alıp da DYP, SHP, RP, TBKP, SP gibi burjuva partilerinin yandaşları işçiler vardır. Bu partiler, muhalefette olmanın rahatlığı ile “işçilerden yana” demeçler vererek, işçi toplantılarına katılarak, konuşmalar yaparak, .işçiden yana oldukları görüntüsünü nispeten korudular. Bunda başlıca etken, grevin en radikal konumda bulunduğu Ankara yürüyüşü sırasında bile, ekonomik taleplerle sınırlı kalması, düzene karşı bilinçli bir yönelişe girememesiydi. Kaldı ki, bu aşamada bile, DYP, RP ve SHP yan çizdiler: hükümetle, grevi bitirmek, işçileri tekrar ocaklara sürmek için arabulma çabalarını yoğunlaştırdılar. Eğer barikatlara yönelinseydi, bu partiler de işçilerin karşısında yer almaktan geri duramayacaklardı. Mücadele daha ileri boyutlara varsaydı; kuşkusuz ki SP, TBKP gibi partilerin de çeşitli bahanelerle yan çizip karşı saflara geçmesi kaçınılmazdı. Bugünkü mücadele, sadece ANAP’ı bütünüyle tecrit etmiş görünüyor, ama diğer burjuva partileri içinde çanlar çalmaya başladı ve yakın gelecekte onlar da kendi paylarına düşeni alacaklar. Mücadele ilerledikçe işçiler, daha da bilinçlendikçe siyasi konumlarıyla sınıf konumlarının çeliştiğini daha çok fark ederek kendi sınıf partilerinin saflarında toplanmaya yöneleceklerdir.
Demek ki, işçi sınıfını birleştirmenin ön koşulu, işçileri bugün bulundukları siyasi platforma göre değerlendirerek, sadece; ilerici, devrimci işçilerle birleşmek değil, işçilerin sınıf taleplerini öne sürerek, onları bu talepler etrafında mücadeleye çekmektir. Mücadele, onların içinde bulunduğu çelişmeyi çözecek tek yoldur. Zonguldaklı işçiler, sorunu doğru ele aldıkları için, grev boyunca birliklerini korumuşlardır ve 30 Kasım öncesine göre bugün daha sağlam bir birlik içindedirler, işçilerin bu grevdeki en önemli kazanımlarından birisi de budur.
Zonguldak işçileri, bu grev eyleminin başında çelişkili de olsa, bir birlik içindeydiler. Grev süresi içinde bu birlik, bazı çelişmeleri dışlayarak, örneğin ANAP yanlısı işçilerin ANAP’tan tümüyle kopması, diğer burjuva partilerine karşı da bağlılıkları sarsılmış olarak, daha nitelikli bir birliğe ulaştı.
Ankara yürüyüşünün sona erdiriliş biçimi ve sonraki gelişmeler ise; işçilerin, Ş. Denizer etrafındaki birliklerini sarstı ve yürüyüşün bitirilip bitirilmemesi konusundaki tutumlara bağlı olarak ayrılıklar ortaya çıktı. Bu durum, kısa vadede bir “bölünme” gibi görünüyorsa da, gelecekteki birlikleri açısından, bir olumluluğun başlangıcı olarak da değerlendirilmesi gerekir. Bu tartışmalar ve önümüzdeki mücadelenin seyri içinde kuşkusuz ki bu birlik SHP, DYP, SP, TBKP, RP gibi partiler, olduğu kadarıyla onların yandaşları açısından da, bir “parçalanmaya” yol açacaktır. Ama bütün bu parçalanmalar, görünüşte olumsuz olsa bile, gerçekte sınıfın kendi talepleri ve bu taleplerin en radikal savunucusu kendi partisi etrafında birliğin oluşmasının da yolunu açacağından, sınıfın çelişkisiz, gerçek birliği için etkin bir rol oynayacaktır… Bu yüzden de, bu partilerin ve sendikacıların izlediği politikaların eleştirisi ve yaşananlardan dersler çıkarılması, tüm yığına açık bir biçimde sürdürülmek, bu çevrelerden gelebilecek “bölücülük” eleştirilerini alt etmek bir zorunluluk olarak ortaya çıkıyor. Öyle görünüyor ki, Marksist Parti ve onun yandaşlarının, yakın gelecekteki uğraşlarından birisi de bu olacaktır. Çünkü sınıf, ancak kendi pratiği içinde eğitilebilir ve yaşananlar, öğrenmek için pek çok olguyu ortaya çıkarmıştır. Sorun bu olguların işlenerek içeriklerinin herkesçe anlaşılabilecek biçimde sergilenmesidir.

ZONGULDAK GREVİNDE İŞÇİ İNSİYATİFİ
Ülkemizde, alışılagelmiş grevlerin “sükûnet” içinde geçmesinin başlıca nedenlerinden birisi de, grev mücadelesinde; grevin nasıl yürüyeceği, nasıl sonuçlandırılacağı gibi konularda, işçilere söz hakkı tanınmamasıdır. Nerede sendika ağaları bir yana itilerek, işçiler kendi tutumlarını ortaya koymuşlarsa, orada, mutlaka mücadele bir başka türlü seyretmiştir. Zonguldak bunun en açık örneği olarak ortaya çıktı.
Grev öncesinde, ne GMİS yönetiminin, ne de “kahraman” Genel başkanı’nın grevden hemen sonra başlayan mücadele ile ilgili bir planları yoktu. Tersine onlar, olağan, yasalar çerçevesinde, işçilerin işe gitmeyip görüşmelerin sonucunu bekleyecekleri bir grev tasarlıyorlardı. Ama gelişmeler, hiç de onların düşündüğü gibi olmadı: Daha ilk günden işçiler, gösterilere başladılar, miting ve yürüyüşlerle kendi istemlerini “kendi usulleri” ile savunma yoluna girdiler. Ve işçi sınıfımızın mücadele tarihinin altın sayfalarından birini yazdılar.
Gelişmelerin başında, maden işçisinden böyle bir tutum beklemeyen sendikacılar, ilk şaşkınlıktan sonra, patlayan fırtına önünde duramayacaklarını anlayınca, onunla birlikte hareket etmeyi, çıkarları için daha uygun buldular. GMİS yöneticilerinin özgeçmişlerine bakıldığında, onların var olan diğer sendikacılardan farklı bir ekolden gelmediğini görüyoruz. Onların, özellikle de Ş. Denizer’in, kamuoyunda popülerleşmesine yol açan grev mücadelesindeki tavırları, aslında onların mücadeleci sendikacılık anlayışlarının sonucu değil, yükselen işçi hareketinin onları alıp ileri itmesinden dolayıdır. Çünkü gelişmelere yakından bakıldığında görülür ki; GMİS yöneticilerinin, var olan koşullarda, sendikanın başında kalabilmek için başka seçenekleri yoktu. Ya işçilerle birlikte yürüyecekler, ya da madencinin ayakları altında kalacaklardı. Sendikacılar, “bilinçli” tutum alarak birinci yolu seçtiler. Yükselen işçi hareketinden, kendi kariyerlerini yükseltmek için de, yararlandılar. Sendikacıların, Ankara yürüyüşü sonrası tutumları, özellikle de önümüzdeki aylardaki yapacakları, onların gerçek niteliklerini daha çok açığa vuracaktır. Umalım ki, büyük şahlanışıyla Zonguldak’ı, Türkiye işçi ve emekçilerini etkileyip, değiştiren Zonguldak mücadelesi, bu mücadeleyi yakından gören Ş. Denizer ve diğer sendika yöneticilerini de değiştirmiş olsun! Bunu önümüzdeki günlerde hep birlikte göreceğiz.
Gelişmelere yakından bakıldığında, Zonguldak mücadelesinin ileri atılımına dayanak olan etkenin Ş. Denizer ya da diğer sendikacıların mücadeleci tutumları değil, işçilerin kendi talepleri uğruna birleşerek ileri atılma inisiyatifini göstermiş olmasıdır. Grev Komiteleri de bu inisiyatifin dayanağı oldu. Grevin başlangıcında, nispeten dar olan bu komiteler, ileri işçilerin önderliğinde, mücadelenin yükselmesine paralel olarak genişledi. Sendikacıların tereddüt gösterdiği her aşamada, Grev Komiteleri, onları ileriye ittiler: Daha grevin başında, Üzülmez’de, “İş, Ekmek, Özgürlük” sloganıyla gösteriyi başlatan, Kozlu ve diğer ocaklardan Zonguldak’a doğru yürüyüşe geçen işçilerin, grevin sonraki gidişatını belirlediklerini söylersek, görünenin arkasındaki gerçeği ifade etmiş oluruz. Grev Komitelerinde yer alan ileri işçiler etrafında birleşen on binlerce maden işçisi, tutumlarıyla açıkça, kendi taleplerine kendilerinin sahip çıktıklarını gösterdiler. Sendikacılar da, bir yandan işçilerin ileri atılışlarını destekleyeceklerini ve işçilerin vereceği kararlara uygun davranacaklarını söylerken, öte yandan Ş. Denizer, “Önemli konularda kararları ben veririm” diyerek kendi tutumunu ortaya koydu. Ş. Denizer’e göre, ayrıntıdaki konularda Grev Komiteleri karar verebilirlerdi, ama hayati konularda kendisi karar vermeliydi. Nitekim gelişmelerde buna uygun oldu kaderini belirleyen, Mengen’den geri dönüş kararını Ş. Denizer, belki etrafındaki birkaç kişiyle birlikte, belki de tek başına verdi. Bu bir bakıma “Ş. Denizer efsanesinin” sonunun başlangıcı da oldu. Çünkü madenci, Zonguldak’a döndürülüp “beklemeye” sokulunca, 40 gün boyunca “işçi sınıfının yeni lideri”, “geleceğin işçi lideri”, “yepyeni bir sendikacı” tipi vb. sıfatlar yakıştırılan Ş. Denizer, sıradan bir sendikacı, “ricacı” sendikacılardan birisi hali ne geliverdi. Madenci ayaktayken, bütün “önemli” işlerini bırakıp Bolu’ya görüşmeye koşan Başbakan ve Bakanlar, bu yazının yazıldığı 24 Ocak’ta O’nu Ankara’da, “Denizer’le görüşmekten daha önemli işleri” olduğu gerekçesiyle hala bekletiyorlardı.
Grev sürecine, bir bütün olarak bakıldığında; şu, açıkça görülüyor: İster grevin başlangıcında olsun, ister gösterilerin düzenlenmesi ve mitinglerde olsun, isterse Ankara yürüyüşünün başlangıcında olduğu gibi yönetimin tereddütleri karşısında olsun işçiler, hep sendikacıları ileri iten kararlar aldılar. Ve sendikacılar, buna uygun davrandıkları ölçüde kamuoyu tarafından da desteklendi. Hükümet de ister istemez sendikacıları ciddiye almak zorunda kaldı. Ama Ş. Denizer ve çevresi, ne zamanki işçi isteklerini dinlemeden, “önemli kararları kendileri vermeye” başladı, yanlışlar da artarda geldi. İşçiler, Zonguldak’a döndürüldü, Ankara’da Denizer’in burnu sürtüldü, sürtülüyor. En kötüsü de Zonguldak işçisinin mücadelesi baltalandı.
“Önemli kararları kendilerinin vermesi”, açıkça, sendikacıların işçilere güvenmediğini Grevin gösteriyordu. Ama yaşam bir kez daha kendi taleplerini savunmada işçilerin, işçiden kopmuş sendikacılardan, daha doğru kararlar aldığını gösterdi. Eğer işçilere kalsaydı, ne barikatlar ne de hükümetin alacağı diğer önlemler kendilerini durduramayacak, enkazından hükümeti dize getirinceye kadar eylemlerini sürdüreceklerdi.
Söylenenlerden ve tabii yaşananlardan şu sonuç çıkar ki; grev komitesi sadece laf olsun diye, ya da görünüşü kurtarmak için ortaya çıkan bir örgütlenme değildir. Dünya işçi sınıfı mücadelesinin de gösterdiği gibi, grev komiteleri, işçilerin en geniş çevrelerinin aralarında gönüllü olarak birleştikleri, işçilerin iradesini sendikadan daha çok yansıtan bir örgütlenmedir. Ve grev süresince de; grevin devamı ya da kaldırılmasından, grevin sürdürülüş biçimine kadar, her konuda tam yetkili olduğu ölçüde, yığınları amaçlarına götüren bir örgüttür. Bu yüzden de, sadece belirli konularda değil, ama “önemli konularda” da tam ve tek yetkili olmak durumundadır. Bu durumda Denizer, sadece, Grev Kalitesinin direktifleri doğrultusunda, sözcü olmak durumundaydı. Ne var ki Zonguldak mücadelesinde böyle olmadı, Denizer kafasına estiği gibi demeçler ve kararlar verdi. Bu ise, mücadelenin asili handikabı oldu ve yukarda sözünü ettiğimiz sonuçlara yol açtı. Burada şu unutulmamalıdır ki; kendi talepleri etrafında birleşen sınıftan daha güçlü, daha yaratıcı ve daha kararlı kimse yoktur. Zonguldak işçileri bu birliği yakaladıkları için güçlü ve mücadeleciydiler. Denizer’e olan güvenleri, onları Ankara yolundan döndürüp Zonguldak’a hapsettiği için, bugün hükümet karşısında güçsüz duruma düştüler. İnisiyatifi yeniden ele geçirdikleri ölçüde güçlenecekler, “önemli konularda kararları” sendikacılara bırakmamayı başardıkları ölçüde de amaçlarına yaklaşacaklardır.

ZONGULDAK EYLEMİ VE ÖNDERLİK SORUNU
Her kitle eyleminin az çok belirginleşmiş “bir önderliği” vardır. Ve ortaya atılan sloganlar ve amacın içeriği bu önderlik tarafından belirlenir. Hatta bu amaca varmak için uygulanan eylem biçimleri de bu önderliğin damgasını taşır. Hiç kuşkusuz ki, buradaki “bir önderlik” sözcüğü, bir soyutlamayı ifade etmektedir. Çünkü az çok politik farklılıkların işçi sınıfı içinde etkin olduğu her yerde, aslında birden çok önderlik, daha doğrusu önderlik iddiasında olan eğilimler vardır. Zonguldak eylemi de bunun istisnası değildir. Bu yüzden Zonguldak’ta da, sloganlar, eylem biçimleri ve amaçlar bu değişik etkilenmelerin sonucu olarak ortaya çıkmıştır. Bu nedenle de eylem, sınıfın kitleselliğinden, taleplerinden ve Marksistlerden etkilendiği ölçüde radikal bir çizgi izlerken, sendika yöneticilerinin manevralarından ve sınıf içindeki değişik burjuva partilerin kararsızlığından etkilendiği ölçüde de olumsuz gelişmelere sahne olmuştur.
Soruna Zonguldak eyleminin somut koşullarında bakıldığında şu açıkça söylenebilir: Marksist Parti’nin yandaşları, gerek eylemlerin başlatılmasında, gerekse çeşitli gösteri, mitinglerde etkin bir rol oynamışlar, Ankara yürüyüşünün başlatılmasında önemli katkılarda bulunmuşlardır. Ama Ankara yürüyüşünün yarıda kesilmesinde gerekli tutumu çeşitli nedenlerden dolayı, alamamışlardır. Buna karşılık, sendika yöneticileri ve değişik türden burjuva partilerin yandaşları bu eylemler sırasında bir “blok” gibi hareket ederek, arkalarından yığınların itmesi sonucu çeşitli gösterilere katılıp ilerlerken, tam bir yol ayrımı olan Mengen barikatlarında, Denizer’in kararını destekleyerek, gerçek yüzlerini açığa vurmuşlardır.
Zonguldak eyleminin gözden uzak tutulmaması gereken bir yanı da, sendika ve Denizer’in, bilinen nedenlerden dolayı, işçi kitleleri üstündeki otoritesidir. Özellikle eylemin başlarında madenciler, Denizer’e kayıtsız koşulsuz boyun eğiyorlar, onun etrafında sımsıkı birleşmiş bulunuyorlardı. “Başkan, seninle ölüme gideriz” sloganı bu dönemin içten haykırılan sloganıydı. Bu durum, işçilerin birleşmesi için, olumlu bir zemin oluştururken, sonraki gelişmeler içinde olumsuz bir rol de oynadı. Denizer’e “önemli konularda kararları” tek başına verme, Grev Komitesini devre dışı bırakma olanağı tanıdı. Sonuç olarak eylem, bir bütün olarak düşünüldüğünde, Denizer ve yakın çevresinin damgasını taşıdı. Asıl taleplerin, baştan itibaren salt ücret sorunuyla sınırlanması ve hükümetin direnmesi karşısında, işçilerin burjuva muhalefet partilerinin peşine takılmasına yol açabilecek “Özal istifa”, “Hükümet İstifa”, “Meclis istifa” gibi sloganlarla sınırlanması, sendikacıların ve burjuva partilerinin uzantılarının marifetiydi. Belirli bir aşamadan sonra, özellikle Ankara yürüyüşünün başlamasıyla, işçi sınıfının diğer kesimlerini ve tüm emekçi sınıflan birleştirip harekete geçirecek bütün halkın taleplerinin (Bu sayımızda, başka bir yazımızda, bu taleplerin neler olduğu açıklandığı için, burada bunlara ayrıca değinmiyoruz.) öne çıkarılarak eylemin sürdürülmesi bir zorunluluk olarak ortaya çıkmıştı. Ne var ki, GMİS yöneticileri ve değişik türden reformcu eğilimler, sorunu salt ücret ve benzeri hakları almakla sınırlı tutmakta ısrar ettiler ve “istenen ücret verilirse hemen eylem biter” biçimindeki açıklamalarını sürdürdüler. Bu tutum ise, “Hükümet istifa” sloganını bile boş bir laf haline getiriyordu. Nitekim Denizer, keskin nutuklarını sürdürmesine karşın, hükümetin “yürüyüşü bırakın görüşelim, yoksa görüşme olmaz” tehdidi karşısında yürüyüş Mengen’den geri döndürüldü. Denizer, Ankara’da “beklemeye” alındı.
Mücadelenin, Ankara yürüyüşünde bile, salt ekonomik taleplerle sınırlı kalması, hükümetin üstünlüğü almasının ve Zonguldaklı işçilerin yiğitçe sürdürdüğü mücadeleyi zayıflatan başlıca etkenlerden birisi oldu. Dahası, taleplerin Zonguldak sözleşmesiyle sınırlı tutulması, sınıfın diğer kesimlerinin ve emekçi sınıfların tümünün, Zonguldak’la birleşmesini zorlayacak maddi zemini de ortadan kaldırdığı için, eylemin yurt sathında yayılmamasının önemli nedenlerinden birisi olarak ortaya çıktı. Çünkü bu yazı içinde de belirttiğimiz gibi, emekçileri birleştirip ortak hareket etmeye zorlayan tek temel onların ortak talepleridir. Zonguldak eylemi ise; onca kitleselliğine, kararlığı ve mücadeleciliğine karşın, önderliğin zaafları nedeniyle, talep olarak salt Zonguldak işçilerinin talepleriyle sınırlı bir platformda ortaya çıktı ve sürdü. Gerçi varolan koşullarda eylem, kendiliğinden bir biçimde bu platformu zorladıysa da, önderliğin perspektifi hiç bir zaman madenci taleplerinin ötesine geçemedi. Kaldı ki; bazen ekonomik haklar için başlayan grevler de, eğer önderlikleri kararlı ve sınıfın ideolojisiyle donanmışsa; önlerine dikilen her engeli aşarak ilerleyebilir. Ama GMİS yöneticileri hiçbir zaman mücadelenin gerektirdiği kararlılığı gösteremediler, hep uzlaşmacı bir tutum takındılar. Dahası; en azından Ankara yürüyüşünden itibaren talepler, artık bir TİS uyuşmazlığı ile sınırlı tutulamazdı, işçi sınıfının ve bütün halkın acil taleplerinden hiç olmazsa bazılarını kapsayarak ilerleyen bir temel üstünde yükselmek zorundaydı.
Zonguldak mücadelesi de, dünya işçi sınıfı mücadelesinin gösterdiği şu gerçeği bir kez daha yineledi: Yığınların, şu veya bu sloganı atıyor olmaları, eğer bu sloganların içeriklerini anlayıp ona uygun amaçlar taşımıyorlarsa, çok da önemli değildir. Nitekim Zonguldaklı işçiler, kendi ekonomik amaçlarını aşan birçok slogan attılar. Ama aslında hareket ettikleri teine! TÎS amaçlarını aşamadığı için, sendikacılar onları Mengen’den geri döndürüp Zonguldak’a hapsedebildi.
Yine Zonguldak mücadelesi, dünya işçi sınıfı mücadelesinin gösterdiği bir gerçeği daha yineledi: Sınıf sendikacısı olmayan reformcu sendikacıların, yığınların ileri itmesiyle bir miktar ilerlediklerini, ama mücadelenin boyutları büyüyüp düzeni hedefler bir konum kazandığında, korkuya kapılıp mücadeleyi boğmak için bir takım taktiklere başvurmaktan geri kalmadıklarını gösterdi. Reformcu sendikacılara bu tür manevra olanaklarını sağlayan ise sınıf partisinin yükselen harekete müdahalesinin reformcuları mücadelenin dışına itecek kadar etkin bir biçimde kendisini hissettirememesidir.
Demek ki; Zonguldak mücadelesinde asıl sorun, ona “önderlik eden”lerin eğiliminin işçi sınıfının nihai çıkarlarını savunmaktan uzak, reformcu sendikacılar olmasıdır. Ve tabi çeşitli türden burjuva siyasi eğilimlerin sınıf içinde, onu geriye çekmek için oynadıkları roldür. Bunlar, sınıf hareketini ne kadar övgü dizerlerse dizsinler, ne kadar hamasi nutuklar atarlarsa atsınlar, mücadelenin onların amaçlarını aştığı anda, yığınların önünde bir barikat haline gelirler. Zonguldak’ta da olan bundan başka bir şey değildir.
Hiç kuşkusuz ki; önümüzdeki günler ve aylar, Zonguldak mücadelesinin tartışılıp dersler çıkarıldığı, yanlışlar ve doğruların kaynaklarının bulunmaya çalışıldığı aylar ve yıllar olacaktır. Başka şeylerin yanı sıra, bu, mücadelenin deneyimine yöneliş, burjuva siyasi ve sendikal eğilimlerle sınıfın ayrışmasının, yeni mücadelenin eskisinin olumlu mirası temelinde yükselişinin günleri ve aylan da olacaktır. Sınıf kendi partisinin önderliğine daha açık bir biçimde ihtiyaç duyacak, devrimci ajitasyona açık olacaktır. Burada, sınıf partisinin ve onun sınıf içindeki uzantısının rolü, en az gösteri ve grevlerdeki kadar önem taşıyacaktır. Önümüzdeki günlerin ve yılların hangi büyük mücadelelere gebe olduğu düşünülürse, Zonguldak mücadelesi ancak tarihsel bir dönemeç olarak anılacaktır. Bu yüzden de “Zonguldak’ta (ve tabi Türkiye’de) mücadele bitmiyor, yeni başladı” demek doğru olacaktır. Her şey sınıfın partisinin lehinedir. Yeter ki koşulların gerektirdiği biçimde davranılabilsin.

ZONGULDAK ARTIK “ZONGULDAK” DEĞİL

150 yıla yaklaşan tarihiyle “Zonguldak”, ülkemizin en eski sanayi kentidir. Maden ocakları, açılmasından başlayarak, ülke ekonomisinin en önemli kaynaklarından biri olmuştur. 19. yüzyılda, uzun yıllar boyunca, ocaklarda yaratılan değer, Osmanlı feodalleri ve Avrupalı emperyalistler tarafından talan edilirken, işçiler, en ilkel koşullar altında çalışmaya zorlanmıştır. Her türden hak arama ve örgütlenme özgürlüğünden yoksun olan işçiler, kimi zaman savaş bahane edilerek, kimi zaman çıkarılan özel yasalarla, sözcüğün gerçek anlamıyla “zor” altında çalıştırılmışlardır. Cumhuriyet sonrasında da durum çok değişmemiş, işçiler, sendikal haklardan ve iş güvenliğinden tümüyle yoksun olarak, vahşi kapitalist çalışma koşullarında üretime zorlanmışlardır. Sendikaların kurulması ve TİS hakkının elde edilmesi de, işçilerin yaşama ve çalışma koşullarında fazla bir değişikliğe yol açmamıştır. Ancak hükümetlerin. keyifleri ölçüsünde teknolojik yenilikler yapılmış, ardı arkası gelmeyen iş cinayetleri sürüp gelmiştir. 1963 sonrasında da yetkili sendika olarak GMİS, işçileri tümüyle sendikal mücadele alanının dışına iterek, her TİS dönemini alçakça bir satışla sonuçlandırmayı başarı olarak göstermekle yetinmiştir. 1965 ve 1968’deki işçilerin iki büyük öfke patlaması sayılmazsa; Zonguldak madencileri, 30 Kasım’da başlayan greve kadar, hak mücadelesinde hiç bir zaman bir taraf olarak yer alamamıştı
Bütün bu yakın tarihi boyunca Zonguldak, yeraltı kaynakları talan edilip metropollere taşınan, bu yüzden de bugün “İkinci dereceden kalkınmada öncelikli” yöreler içinde yer alan bir kent olmuştur. Zonguldaklı madenciler de, iş güvenliği olmayan, yüz yıl öncesinin teknolojisiyle üretim yapılan kömür ocaklarında, ortaçağ kölelerinin koşullarında, açlık sınırında bir sefalet içinde yaşamaya mahkûm edilmiştir.
30 Kasım’da patlayan öfke, başka şeylerin yanı sıra, bu tarihsel birikime de bir başkaldırı olmuş; maden işçileri, kendi yaşama koşullarıyla olduğu kadar, maden ocaklarındaki berbat çalışma koşullarıyla da kamuoyu gündemine oturmuştur.
On binlerce işçinin çalıştığı maden ocakları, uzun tarihi içinde Zonguldak’ın ekonomik ve sosyal yaşamını da biçimlendiren, dahası ona can veren başlıca etken olmuştur. Bu durum, kent halkının büyük bir çoğunluğuna, yaşamlarının madencilerin yaşamıyla dolaysız bir etkileşim içinde olduğu bilincini yerleştirmiştir. İşte, 30 Kasım’da başlayan grevin bir halk hareketine dönüşmesinin altında bu maddi koşullar yatmaktadır. Daha grev başlamadan önce, kentteki bütün emekçiler de, madenciler gibi kaynaşma içindeydi. Bu kaynaşma, grevin ve gösterilerin başlamasıyla hat safhaya çıktı. “Düzenin direği” olarak, gelmiş geçmiş bütün iktidarların pohpohladıkları esnaflar, sadece işçilere ekmek dağıtarak, sınırsız kredi açarak değil, yüzyılların uyuşukluğunu atarak işçi gösterilerine katılmak, meydanlarda sloganlar atmak, kepenk kapatmak gibi “kendisine yakışmayan” eylemler içine girdi. Esnaflar, işçilerin birleşmiş gücünde kendi kurtuluşunun da dayanağını hissederek işçi eylemiyle birleşmeye çalıştı. Belediye işçileri, madencilerle sınıf kardeşliği bilinciyle birleşerek grev ve gösteriler boyunca madenci eyleminin sürekli destekçileri oldular. Memurlar, mühendisler, avukatlar, öğretmenler vb. kesimler de çeşidi biçimde işçi eylemine katılırken, kendi alanlarında da işçi eylemine destek verdiler. Çocuklar bile sokaklara döküldü: gösteri ve mitinglerde kendi pankartlarını taşıyarak yer aldılar. Evet, Zonguldak’ta bütün toplumsal kategoriler işçi eylemiyle birleşti. Ama kadınlar, kendilerinden ayrıca söz etmemizi gerektiren bir başkaldırı içindeydi. Miting ve gösterilere katılmaktaki çabalarıyla değil sadece, bin yılların geleneklerini ayaklar altına almalarıyla da cesaretlerini ortaya koydular. Onlar, sokaklara dökülerek, sadece kocalarının taleplerini haykırmadılar. Zonguldak gibi ülkenin en “kapalı” yöresinde, gelenek ve İslam’ın kurallarını ayaklar altına alarak, emekçi kadınların kurtuluşunun yolunu da gösterdiler. Bazen kendilerinin gösteriyi engellemeye çalışan kocalarını dinlemeyip gösterilerin ön safında yer alarak, bazen gösterilere katılmayan erkeklerin sığınağı olan kahveleri “basıp” erkekleri gösterilere katılmaya zorlayarak, bazen yürüyüşü bırakıp gelen kocalarına kapıyı açmayıp, “bu eve gireceksen önce Ankara yürüyüşünü tamamlamalısın” diye onları tekrar yürüyüş saflarına katarak, bazen de; Ankara yürüyüşünün üçüncü gününde olduğu gibi, kendilerini geri dönmeye zorlayan sendikacıların üstüne yürüyerek, Zonguldaklı kadınlar, yasal “kadın statüsü” karşısına kendi statüsünü koymayı başardı. Artık Zonguldak’ta kadın, ne “erkeğin elinin kiri” ne de “saçı uzun aklı kısa eksik etek”tir. Zonguldak’ta kadınlar, olağan gelişme içinde yüzyılda elde edemeyeceği, hiç bir yasanın kendisine sağlayamayacağı bir özgürlük, yeni bir toplumsal statü kazanmıştır. Daha önce kadınların giremediği kahveler bile, grev süresince, kadınların da oturup mücadelenin sorunlarını tartıştıkları mekânlar olmuştur. Hiç kimse de kadınların bu tür yerlere gelip oturmasını yadırgamamış, kimse onları “taciz” etmeyi denememiştir. Belki böyle bir şey kimsenin aklına bile gelmemiştir. Çünkü kadınlar bunları ne yasayla, ne de zorlama “kampanyalar”la değil, bileklerinin gücüyle kazanmışlardır. Grevin sonucu ne olursa olsun, Zonguldaklı kadınlar, kendi özgürlüklerine giden yolun ne olduğunu görmüşlerdir. Bunu sadece kendileri görmemişler, bütün emekçi kadınlara da göstermişlerdir.
Zonguldaklı kadın ve erkek emekçilerin, işçi eylemine katılışı, sadece biçimsel olarak gösteri ve yürüyüşlere katılmakla sınırlı kalmamıştır. Grev boyunca, sorunlar ve hükümetin politikaları, kahvelerden işyerlerine, devlet dairelerine, okullara ve camilere kadar, “politikanın girmesi yasaklanmış”, her yerde tartışılmış, Zonguldaklı emekçiler bu tartışmalara bir taraf olarak katılmışlardır. Dahası, işçiler başta olmak üzere bütün emekçiler, ellerindeki her şeyi birbiriyle paylaşmaktan çekinmedikleri gibi, büyük yürüyüş sırasında bu paylaşım hat safhaya çıkmıştır. Yürüyüşe katılan ailelerin çocuklarına, katılamayanlar evlerini açmış, pek çok evde ortak kazanlar kaynatılarak, Ankara yolundaki kadın ve erkek yürüyüşçülerin, gözlerinin arkada kalmaması için her şey yapılmıştır. “Emekçinin dostu emekçidir” düşüncesi yaşanarak da öğrenilmiştir.
Artık Zonguldak işçisi, on yılların biriktirdiği sorunlar karşısında aciz, kaderine boyun eğip, burjuvazinin gönlünden kopanla yetinen “uysal” işçi değildir. Kendi gücünün bilincine varmış, hakları için başkaldırmanın zorunluluğuna inanmış bir işçidir.
Artık Zonguldak esnafı, çeşitli türden burjuva partilerine yaranarak çıkar sağlayacağını uman bir esnaf değildir. Kaderinin işçi sınıfıyla bağlı olduğunu, savaşçı, hükümete ve devlete kafa tutacak kadar güçlü dostları olduğunu fark eden bir esnaftır.
Artık Zonguldaklı memurlar, mühendisler, öğretmenler vb. görevliler, egemen sınıfların baskı ve zulmüne karşı savaşacak yetenekte işçilerle yan yana oldukları için daha güvenlidirler.
Artık Zonguldaklı kadınlar, kadere ve geleneklere boyun eğen 30 Kasım öncesinin kadınları değildir. Ev köleliği ve baskılardan kurtuluşun yolunu görmüş olmanın verdiği güvenle, işçi sınıfı ile kol kola girmiş kadınlardır.
Zonguldak eyleminin, sadece Zonguldak’ı değiştirdiğini söylemekle yerinirsek, bu Zonguldak işçilerine haksızlık olur. Zonguldak’la aynı ölçüde olmasa da, Zonguldak eylemi, bütün Türkiye emekçilerini sarsmış, özellikle de işçi sınıfımız için mücadele yolunu genişletmiştir. Grevin sonucu ne olursa olsun, Zonguldaklı işçilerin mücadeleciliği, kararlığı, cesareti, bundan sonraki işçi eylemlerinde izlenmek üzere, işçi sınıfımızın bilincine kazınmıştır. Bu yüzden de, “Türkiye işçi sınıfı da 30 Kasım’dan önceki işçi sınıfı değildir” dersek, bir abartma yapmamış oluruz.


EK: 1
Teorik Mücadele Alanında Yol Ayrımı

Proletaryanın kendi bağımsız eylemiyle tarih sahnesine çıkması ve Marksizm’in, proletaryanın tarihsel devrimci misyonunu açıklamasından bu yana; proletarya mücadelesinin gerilediği her dönemde, burjuva ideologları ve sözde Marksist çevreler, hep aynı teraneleri yinelediler: artık proletarya eski devrimci niteliklerini yitirmiştir, devrime önderlik etmesinin koşulları yoktur, devrime ancak işçi sınıfı ideolojisini benimsemiş küçük burjuva aydınları önderlik edebilir, gençlik en devrimci toplumsal kategoridir, köylülük devrimin temel gücüdür vb. vb!
1960’lardan başlayarak, bir ayağı Maoculuk, bir ayağı Latin Amerika’nın çeşitli küçük burjuva ihtilalci eğilimlerinde olan ülkemiz devrimcileri de bu doğrultuda tezler geliştirdiler. Kaypakkaya, işçi sınıfını küçümseyip köylülüğü yücelten bir tez geliştirirken, M. Çayan, “Kesintisiz Devrim”inde işçi sınıfının “ideolojik önderliğinde, bir “öncü savaş” kuramını formüle etti. Kruşçevizm ve Euro-komünizmin etkisindeki TİP ise; yine, “işçi sınıfının artık devrimci niteliklerini yitirdiği” tezinden kalkarak, parlamentarizmi “sosyalizme giden” tek yol olarak ilan etti.
Görünüşte bu eğilimler, birbirlerine çok karşıt bir pozisyonda gibiydiler, ama gerçekte hepsinin kalktığı temel aynıydı: proletarya, Marksizm’in tanımladığı tarihsel misyonunu yerine getirecek nitelikleri yitirmiştir, artık devrime önderlik ederek onu başarıya götürecek bir güç değildir!
1960’lı yıllarda, prestij kazanan ulusal kurtuluş mücadeleleri ve gençlik eylemleri, bu türden kuramların yaygınlaşmasına yardım etti. Ülkemizde de durum, çok farklı değildi ve gençlik hareketine paralel yükselen bir işçi sınıfı hareketi varsa da, gençlik hareketi, 1960’lı ve 1970’li yıllar boyunca, gündemin ön sıralarını tutmaya devam etmişti.
1980’lerin ortalarından itibaren, ülkemizde, bu durum değişmeye başladı. Özellikle 1987’den itibaren, işçi sınıfımız toplumsal gündemde ağırlığını hissettirmeye başladı. 1988 ve 1989’daki “Bahar Eylemleri”yle birlikte de işçi sınıfı, toplumsal mücadelenin en başına oturdu. Zonguldak, işte bu olumlu gelişmenin, taçlanması oldu. Ve toplumumuzda büyük bir sarsıntıya yol açtı.
Tarihte; büyük ve toplumda sarsıntılarına yol açan işçi eylemleri, her zaman, sadece pratikte bir takım sonuçlara yol açmamış, aynı zamanda teoride de, yeni gelişmelere, “olağan dönemlerde” oluşturulan “kuramların” da gözden geçirilmesine yol açmıştır. İşte Zonguldak eylemi, ortaya çıktığı koşulların da etkisiyle, sadece pratik-siyasi mücadele açısından değil, teoride de, işçi sınıfını küçümseyen kuramları yol ayırımına getirmiştir.
Elbette burada; artık, ne işçi sınıfıyla, ne de devrimle ekonomik-siyasi mücadele alanında bile bir bağı kalmamış, emekçi sınıflarla bütün köprüleri atan TBKP vb. gibilere, söyleyecek bir şey yoktur. Ama devrimci olma, kapitalizmi yıkıp sosyalizmi kurma iddiasındaki siyasi eğilimlerin, sadece Zonguldaklı işçilerin eylemlerine övgü dizmekle yetinmelerinin ciddiye alınacak bir yanı da yoktur. Tersine onlar için, bugün yapılması gereken ilk iş; o, “dokunulmaz” saydıkları, “Kesintisiz Devrini’ ve “Kaypakkayacılık”ı, Zonguldak eylemi için yaptıkları saptamalar ışığında gözden geçirmektir. Açıkça ya da üstü örtülü bir biçimde, İşçi sınıfının kapitalizme bağlandığı” tespitine dayanan; “öncü savaş”, “İdeolojik önderlik”, “kırlardan şehirleri kuşatma”, “köylülüğün temel güç” olduğu, biçimindeki formülasyonları artık terk etmek durumundadırlar.
Ülkemiz işçi sınıfı mücadelesinin, son yıllarda yaptığı atılımın, Zonguldak örneğinde dışavurumuyla ortaya çıkan devrimci nitelikleri; bu türden, sınıfı küçümseyen teorilerin çelişkilerini de gözler önüne sermiştir. Bu çelişme, görmezden gelindiği ölçüde, şiddetlenecek, siyasi alanda hala devrimci konumda bulunan, bu siyasi eğilimlerin yozlaşıp genelleşmesine yol açacaktır. Çünkü teori, toplumsal pratikle uygun düştüğü ölçüde gelişip ilerlemenin yol göstericisi olurken, pratikle çeliştiği ölçüde de yozlaşma ve çürümenin kaynağı olur.
Zonguldak eylemi, teoride işçi sınıf ini küçümseyen, pratikte ihmal edenler için; teorik ve pratik konumlarını gözden geçirme fırsatı yaratmıştır. Bu fırsatı olumlu biçimde değerlendirenler, ilerleyeceklerdir. Küçük burjuva mevzilerinde direnenlerse; lafta ne kadar “devrimci” formülasyonları yineleseler de, pratikte bugünkü siyasi konumlarında bile kalamayacak, teorilerinin gerektirdiği gibi, niyetlerinden bağımsız olarak işçi sınıfına karşıt bir zemine sürükleneceklerdir, işçi sınıfımızın bugün kazandığı toplumsal pozisyon, bu tür eğilimleri, duraksama gösteremeyecekleri bir yol ayrımına getirmiştir.

EK: 2
MADENCİLERİN ATTIĞI SLOGANLARDAN BAZILARI

Savul sermaye, işçiler geliyor!
Demokrasi dediler, barikatlar kurdular!
Burası Türkiye, İsrail değil!
İşçiler el ele genel greve!
İşçi esnaf el ele genel greve!
İşçiler burada, Şevket nerede!
Direndik direneceğiz!
Özal bizden aldın, davulcuya verdin!
Muzaffer bir Türkiye, madencinin sesiyle!
Şevket tu kaka madenci çok yaşa!
Türkiye Özal’ın değil!
Çankaya istifa!
Çankaya’nın şişmanı, işçilerin düşmanı!
İşçiler birleşin, iktidara yerleşin!
Türkiye’nin sınırı Bolu’da mı!
Tanklarıyla, toplarıyla gelseler bile, engeller vız gelir madencilere!
Madencinin sesine kulak versin Türkiye!
İş Ekmek Özgürlük!
Geliyoruz zincirleri kıra kıra hey, iktidarın kafasına vura vura hey!
Adana’nın yolları taştan, Özal sen çıkardın işçileri baştan!
Yar saçların lüle lüle, Özal sana güle güle!
İşçiyiz haklıyız kazanacağız!
Özal mı, Saddam mı ayıramadık!
Körfez krizi Mengen’de değil!
Demokrasi dersi veriyoruz!
Hakları uğruna tutuklandılar!
Canları almadan gitmeyeceğiz!
İşkencecilerden hesap sorulsun!
Asker kışlaya!
Mücadele sürecek, barikatlar yıkılacak!
İşçiyiz, haklıyız, kazanacağız!
Direniş bitmedi, bitmeyecek!
Demokrasi yolumuz, ölüm olsa sonumuz!
Diktatör Özal, ülkeyi terk et!
İşçilerden aldılar, barikatlar kurdular!
Özal, seninle savaşacağız, dimdik ayaktayız!
İktidarı yenecek, madencinin onuru!
Başkan canların dimdik ayakta!
Ölmek var, dönmek yok!
Madenci savaşa gitmeyecek!
Savaş değil hak istiyoruz!
Madencinin savaşı, Özal ile birlikte!
Baskılar bizi yıldıramaz!
TRT onların meydanlar bizim!
Gözaltındakiler bırakılsın!
Yağmur yağsa da kıyamet kopsa da yürüyeceğiz!
Emeğe saygı, sömürüye sön!
Tasarruf dediler, paramızı yediler!
Zam, zulüm, işkence; işte iktidar!
Başkan, canların işkencede!
Başkan canların seni bekliyor, zindanlarda!
Başkan seninle ölüme gideriz!
Meclis istifa!
DGM yapısı, işkence kapısı!
Kahrolsun padişah ve kuklaları!
Hükümet sen yasa yapamazsın!

Şubat 1991

Kendiliğinden hareket – Zonguldak ve kendiliğindencilik

Zonguldak Direnişi gereksindiği sayısızca destekten sadece birini yeterince aldı; bütün Sol çevrelerin sayfalara sığmaz övgüsünü. Bazıları, Zonguldak Direnişini övmekle yetinirken, bazıları da dışarıdan “Şunlar yapılmalıydı, şunlar da yapılmalıdır” gibi görevler saptadılar; ama bu görevlerin kimler tarafından yapılacağını açıkta bıraktılar. Bazılarında ise Zonguldak övgüsü, açıkça bir yaltaklanmaya dönüştü, öyle ki, işçilerin “Asker-polis kardeşimizdir” sözlerini, işçilerin “düşmanın güçlerini bölme” taktiği olarak yorumlamak kadar (1), aynı cümleden olmak üzere, “bugün bir işçi partisi sorunuyla karşı karşıya değiliz” diyen Denizer’den ısrarla ‘işçi partisinin’ başına geçmesini istemeye kadar. (2)
Zonguldak Direnişi, Türkiye işçi sınıfı tarihinin en önemli direnişlerinden birisi, belki de birincisidir. Bütün övgülere değer. Fakat iş sadece övgü ile sınırlı kalırsa; övgü, objektif bir değerlendirmeyi gölgelerse, övgünün bir değeri olmaz.
Zonguldak Direnişi ‘dışarıda olanların’ sadece tespit ve öngörülerini, sınıf içinde çalışanların ise birincisiyle birlikte sınıf içindeki etkilerini, çağrılarının hayata geçme derecesini sınavdan geçirmiştir. Sınıfa karşı sorumlu gerçek Marksist-Leninist bir partinin yapması gereken, hareketin objektif değerlendirmesini yapmak, hareketin dayattığı görevler üzerine kafa yormaktır, yoksa kendiliğinden hareket önünde secdeye kapanıp yeni bir hareket başlayana kadar eskisini övmekle yetinmek değil.
“Yığın hareketinin çok önemli bir olay olduğu tartışma götürmez. Ama sorunun özü, yığınsal işçi hareketinin ‘görevleri belirleyeceği’ sözünün nasıl anlaşılacağıdır. Bu, iki şekilde yorumlanabilir. Bu, ya bu hareketin kendiliğindenliği önünde boyun eğmek, yani sosyal-demokrasinin rolünü işçi hareketine tabi duruma indirgemektir (ki, Raboçaya Mysıl, Öz Kurtuluş Grubu ve öteki Ekonomistler bunu böyle yorumlamaktadırlar), ya da bu, yığın hareketinin karşımıza yeni teorik, siyasal ve örgütsel görevler, yığın hareketinin ortaya çıkmasından önceki dönemde bizim için doyurucu olabilecekken çok daha karmaşık görevler çıkardığı anlamına gelmektedir.” (3)
Değerlendirmeyi bütün yönleriyle yapmak ve yeni görevler saptamak, ML partinin görevidir. Biz Özgürlük Dünyası olarak Zonguldak’ı kapsamlı olarak değerlendirmekle yetineceğiz. Bundan önceki sayfalarda geniş bir Zonguldak değerlendirmesi bulacaksınız. Bu yazı kapsamında da hareketin kendiliğindenliği ve bilinç unsuru üzerinde duracağız.
Zonguldak Direnişi Kendiliğinden Siyasi Bir Harekettir
Zonguldak grevinin belirleyici özelliği, siyasi bir halk hareketine dönüşmüş olmasıdır. Grevin başlangıç nedeni, ekonomik taleplerdir. Kuşkusuz bitmesi de, ekonomik taleplerin karşılanmasına bağlıdır. Buna rağmen, grev, derin bir siyasi içerik taşımaktadır. Her işçi hareketinin son tahlilde siyasi bir muhteva taşımasından fazla olarak, greve siyasal nitelik kazandıran iki etken grubundan söz edebiliriz. Birincisi, işyerinin devlete bağlı olması, kamu ve özel kesim işverenlerinin işçi sınıfının ‘burnunu sürtmek’ amacıyla yaptıkları anlaşmalar ve aldıkları sınıf tavrı, cumhurbaşkanı ve hükümetinin açıkça işçilerin karşısında tavır alışı. İkincisi, birleşmiş burjuvazi karşısında kararlı bir şekilde yürütülen grevin siyasi olmasından ayrı olarak eylem sürecinde dile getirilen talep ve sloganların apaçık politik niteliği.
Grev, işçilerle sınırlı kalmamış, bütün Zonguldak emekçilerinin katılımı ile bölgesel bir halk hareketi özelliği kazanmıştır. Önce kentin sokaklarına, sonra kenti Ankara’ya bağlayan karayoluna dökülen on binler, Özal’ı ve hükümetini, onların savaş politikalarım protesto eden, kısacası doğruca Özal ve hükümetin yıkılmasını gündeme getiren sloganlar haykırmışlardır. Bu, işçilerin bilincindeki önemli bir gelişmenin göstergesidir.
Fakat tüm bu olumlu özelliklerine rağmen Zonguldak Direnişi, işçi sınıfının kendisi için siyasal eylemi düzeyine yükselememiştir. Ekonomik talepten yola çıkan Zonguldak grevi, kendiliğinden siyasi hareket düzeyine çıkmış ama sosyalist siyasal hareket olamamıştır.
Niçin?
Çünkü bir hareketin sosyalist siyasal hareket sayıla-bilmesi için tek tek kapitalistlere değil, kapitalist sınıfın devletine karşı açık bir mücadeleye girişmesi, proletaryanın egemen sınıf olarak örgütlenme mücadelesinin bir parçası olması, işçi sınıfının devrimci komünist partisi tarafından yönetilmesi gerekir. İşçi sınıfının siyasal öncüsünün planlı faaliyetinin, strateji ve taktiğinin parçası olmayan hiç bir hareket, sosyalist siyasal hareket olamaz. Bazen proletaryanın öncü partisi tarafından yönetilmeyen hareketler de devletle çatışmaya dönüşebilir. Ama bu hareket, karşısında ayaklandığı devletin yerine proletaryanın egemen sınıf olarak örgütlendiği bir devlet kuramaz. Proletarya partisi tarafından yönetilmeyen hareket, bulanık bir hedefe karşı girişilen kör bir dövüşe benzer.
Zonguldak grevi yukarıda saydığımız özelliklere uygun bir hareket değildir. Harekete damgasını vuran politika, işçi sınıfı öncüsünün politikası değil, sendika yönetiminin çeşitli burjuva muhalefet partilerinin etkisi altında şekillenen politikasıdır. Devrimci komünist partisinin varlığı ve çalışmaları, birçok olumlu kararın alınabilmesi ve eylemin ileri taşınabilmesi için etkili olmuş, fakat sonuçta belirleyici olamayan bir bileşen olarak kalmıştır.
Bu tespitin birçok ‘sosyalist’i öfkeyle ayağa kaldıracağını biliyoruz. Diyecekleri şudur: “İçinde olmadığınız harekete kendiliğinden diyorsunuz, sizin Marksist dediğiniz parti yoksa hareket niçin kendiliğinden olsun?” (4)
Evet, iddia ediyoruz, ML Partinin yönetmediği hiç bir hareket sosyalist siyasal bir içerik taşıyamaz. İşçilerin kapitalizmin uygulamalarına karşı nefret duygulan, ML parti tarafından yönlendirilmedikçe burjuva çerçeveyi zorlasa bile o çerçeve içinde bir hareket olmaktan öteye gidemeyecektir. Sosyalist siyasal yönelim, işçilerin kendi deneyleriyle ve sezgileriyle sahip olamayacakları bir şeydir. Burjuvazinin çeşitli katmanlarının temsilcisi olan partiler, sosyalizm renkleri taşısalar da, buna yol açamayacağına göre, sosyalist bilinç ancak proletarya partisi tarafından verilebilir. Elbette ki, açıklamamızı tek başına “ML partinin damgasını taşımıyor, o halde sosyalist siyasal hareket değildir” savunusuna dayandırmıyoruz. Partinin rolü, işçilere kendisi için sınıf “olma bilincini kazandırmak, eyleme sosyalist yönelim kazandırmaktır. Hareketin böyle bir yönelimi taşıyıp taşımadığına bakarak da aynı sonuca varmak mümkündür.
En başta, eylemin kalkış noktası ekonomik talepler olmuş, önderlik tarafından bitirilmesi de bu talebin, ücret talebinin karşılanmasına bağlanmıştır. 3 Ocak yaklaşırken, Denizer, hükümetin tavrı konusunda iyimser mesajlar yaymıştır. Bütün gözler madenciye çevrilmişken, en olmadık zamanlarda işverenle görüşmeye oturulmuştur. Fakat sendika, her defasında madencinin güçlü kolları tarafından itilmiştir. Denizer’in en çarpıcı özelliği, tabanın yönelimlerini çok iyi hesaplayarak, hareketin kendini aşmaması için tavır almasını bilmesi olmuştur. Elbette ki sık sık on yıllık ekonomik program eleştirilmiş/bu arada madenlerin yönetimine talip olunmuştur. Fakat bu politikanın bırakalım burjuvazinin alt katmanlarını, doğrudan parlamenter muhalefet tarafından savunulan bir politika olduğu malumdur. Yani Denizer, siyaset yapmıştır, fakat düzen içi bir siyaset sendika yönetiminin politikası, proletaryanın uzun erimli programının ve planlı faaliyetinin bir parçası olmadığı gibi, sınıf hareketinin o an ihtiyaç duyduğu taktik çizginin de dışına düşmüştür. Bütün TİS görüşmeleri tıkanmış, 3 Ocak eyleminin kaderi Ankara yürüyüşüne bağlanmışken, Denizer, hükümetin tavrı konusunda ‘iyimserliğini’ belirtmiştir. İşçilerin yoluna barikat kurulmuşken, “istediğimiz parayı verirlerse bitiririz” demiş, yürüyüşü de ‘devletle karşı karşıya gelmemek’ gerekçesiyle bitirmiştir.
Savunulan talepler ve dile getirilen sloganlar, hükümete karşı derin bir politik karşıtlığı ifade etmekle birlikte, devleti tüm kurumlarıyla bir bütün olarak hedefleyememiş, bu bakımdan eksik kalmıştır. İşçilerin kendiliğinden ürettikleri, ya da sendika yönetimi ve reformcu akımlar tarafından gündeme sokulan sloganlar, işçilerin yönetenlere duydukları kendiliğinden öfkenin bir ifadesi olabilmiş, fakat planlı, sosyalist yönelimli bir hareketi ifade etmekten geri kalmıştır. Özal/Hükümet/Meclis (5)’ istifa, Zonguldak Özal’a mezar olacak gibi sloganlar bu türden sloganlardır. İktidara alternatif olarak atılan sloganlar ise: Özal gidecek dertler bitecek, Ölüm olsa sonumuz demokrasi yolumuz, Madencinin onuru iktidarı yenecek, Sömürüye son ve (seyrek olarak da) İşçiler birleşin iktidara yerleşin gibi sloganlardır. Bu sloganların bir bütün olarak kapitalist sistemi hedefleyen, onların siyasal egemenlik sistemi olarak ordusu, polisi, bürokrasisi ile devlet aygıtını hedefleyen sloganlarla bir üst aşamaya yükseltilmesi gerekirdi. Burada iki noktanın önemle vurgulanması gerekiyor. Birincisi, sloganlar işçilerce gerçek içeriği kavranmadan anlıyorsa, sloganların sosyalist içeriği işçilerin bilincini doğruca sosyalist bilinç düzeyine yükseltmez. İkincisi, Sloganların sadece varolanı, kapitalizmi eleştirmekle sınırlı kalması yine sosyalist bilincin tam bir ifadesi olamaz; eleştirilen sistemin yerine sosyalizmin açık bir şekilde konması gerekir. Zonguldak’ta ablan sloganlar ve öne çıkarılan talepler bu yönüyle de eksik kalmıştır. Çeşitli reformcu akımların dillerine pelesenk ettikleri İşçiler birleşin iktidara yerleşin sloganı, isçilerin iktidar alternatiflerinin ifadesi değildir; oldukça bulanık, zayıf bir iktidar vurgusuna sahiptir. Unutmamak gerekir ki, aslolan sloganın içeriğidir yoksa kimler tarafından keşfedilip attırıldığı değil. Örneğin ML partinin gündeme soktuğu İş-Ekmek-Özgürlük sloganı bütün direniş boyunca pankart olarak taşındı. Buradan, işçiler bu sloganı atmakla ML partinin önderliğini kavradı gibi bir sonuç çıkarmak yanlış olur.
İşçilerin en güzel ve anlamlı sloganları kuşku yok ki mücadeledeki cesaret ve karalılıklarını ifade eden sloganlar. İşçilerin doğrudan doğruya ürettiği ölmek var dönmek yok, gemileri yaktık geri dönüş yok gibi sloganlar, sınıfın mücadeledeki kararlılığının, öfke ve coşkusunun en özlü ifadesini oluşturuyor. Çünkü işçi sınıfı, sendikal alana, burjuva ideolojisiyle Sulandırılmış bir alana hapsedilmişken, partisi olmaksızın kapitalizmi yıkmanın bilgisine ulaşamaz ama devrimci kararlılığını, direşkenliğini pekala ifade edebilir.
Eylem günleri ilerledikçe, politik niteliğinin daha da belirginleştiği, burjuva muhalefet partilerin ilgiyi kaybettikleri gözlenen bir gerçektir. Özellikle yürüyüşün polis-jandarma barikatına dayandığı Mengen’de devletin niteliğini ortaya seren sloganlar dikkat çekicidir: Başkan canların kelepçede/işkencede, Tanklarıyla toplarıyla gelseler bile, engeller vız gelir madencilere, Madenciden korktular, barikatlar kurdular.
Harekete kendiliğinden derken, esas olarak harekete damgasını vuran politikayı kastediyoruz. Eylemin sertleşme eğilimi göstermesi, ‘işçilerin tarafındaki’ muhalefet partilerinin ‘taraflarını’ yeniden gözden geçirmelerine neden oldu. Bu durum, aynı zamanda, komünist ve devrimci işçilerin ağırlık koymalarının koşullarını da yarattı. Devletle çatışmanın dayatıldığı çapraşık koşullarda komünist ve devrimci işçilerin inisiyatif göstererek ağırlıklarını hissettirebilir, önderlik şansı yakalayabilirlerdi. Fakat bu şans tek başına eylem biçiminin sertleşmesi ile değil, çapraşık ve zorlu koşullarda komünist işçilerin inisiyatifli davranışıyla açıklanabilir. Eylemin siyasal biçimler alması, tek başına devlet hakkında, kapitalist sistem hakkında tikel bilgilere yol açabilir. Bu tikel bilgilerin tümel bir sınıf bilincine dönüştürülmesi ML partinin yapabileceği bir şeydir. ‘Kendiliğinden’ olarak ortak bir ifade altında toplanabilir.
Proletaryanın öncü partisinin çizgisine uygun olmayan hareketler, ‘kendiliğinden’ ortak terimi ile ifade edilebilir. Fakat kendiliğinden özelliği taşıyan eylemlerin, ekonomik, (burjuva bir içerik taşısa da) siyasi biçimleri bulunabilir. Tek bir biçime indirgenemez. “Kendiliğindenlik vardır, kendiliğindenlik vardır.” işçilerin burjuvaziye karşı kinlerini ifade ettikleri ilkel eylem biçimleri olarak hırsızlık suçu işlemek, makina tahrip etmek eylemleri kendiliğinden olduğu gibi, kıyasla daha gelişkin bir bilinçle girişilen sistemli grev hareketleri de kendiliğindendir. Yukarıda zaman zaman eylemin ‘siyasi’ özelliğinden söz ettik. Bu siyaset, burjuva çerçeveyi aşamayan siyaset, bu bilinç de sosyalist olmayan bir bilinçtir, işçilerin kendiliğinden eylemi de kaçınılmaz olarak bir bilinç doğurur ama bu bilinç henüz sendikal, bu bakımdan da burjuva bir bilinçtir.
İşçilerin sistemli grevlerde edindikleri bilinç, makinaları tahribe eşlik eden bilince kıyasla bir sıçramayı temsil etmekle birlikte (6) yine de sosyalist bilinç değildi. Fakat kendiliğinden bilinç, tohum halindeki bir bilinçlenmeye denk geldiği durumda, işçilerin bilinci kaçınılmaz olarak siyasal bilince dönüşmez ama ML partinin ajitasyonuna ve çağrılarına karşı daha duyarlı olur. Sistemli bir ajitasyon, siyasal teşhir karşısında ‘kendiliğinden’ bir şekilde sosyalist hareketin saflarına katılır.
Sonuç olarak, Zonguldak grevi, “tohum halindeki sınıf mücadelesini” temsil eden, ama yine de sosyalist siyasal hareket düzeyine yükselemeyen bir çizgiye sahiptir. ML partinin bilinçli yönlendiriciliği altında bulunmaması bakımından kendiliğinden, içerdiği burjuva öz bakımından siyasi bir harekettir. Hareket içinde siyasal bilincin tohumlarını taşıması bakımından da umut parıltılarıyla yüklüdür.
Biz kendiliğinden derken, sosyalist siyasal bilinç tarafından yönlendirilmemesi bakımından kendiliğinden diyoruz. Birileri çıkıp “bu hareketi ben yönettim” diyebilir. Onun yönettiği doğru olabilir ama hareketin kendiliğinden niteliği de aynı şekilde doğruluğunu koruyabilir. Kendiliğinden hareket derken, birçoklarınca, hiç bir dış etki tarafından yönlendirilmeyen “katışıksız” bir hareketi anlıyorlar. Fakat hareketin başında bir politik eğilimi, ya da politika yapan bir sendikacıyı görünce “bu hareket kendiliğinden olamaz” diyerek kalıbı basıyorlar. ML literatürde sözü edilen dış etki, sosyalist politikanın, ML partinin etkisidir. Yoksa kastedilen, ‘tanrıdan’ başka kimsenin elinin değmediği hareket değildir.
Ayrıca böyle “katışıksız”, her türlü siyasal etkiye kapalı bir hareket de rastlanır gibi değildir, işçi hareketi bütün siyasi etkilerden uzak ücret artışı için eyleme giriştiğinde bile, kaçınılmaz olarak, “kendiliğinden” burjuva etki altına girecektir. Çünkü işçinin o andaki bilinci sendikal bilinçtir ki, sendikal bilinç katıksız burjuva bilinçtir. Ayrıca tarihteki çoğu eylem doğrudan siyasal bir partinin etkisi altında gelişmiştir. Fakat burjuva bir içerik taşıdıkları sürece, hareket kendiliğinden kalmış, yani burjuva mülkiyet ilişkilerine tabi olarak, burjuva kanallarında kendiliğinden akıp gitmiştir. Programlan kapitalizmi aşamayan siyasal etkiler de hareketi kendiliğindenlikten kurtaramaz. Yazının bundan sonraki bölümünde bunu inceleyeceğiz. Bu bölüm için söylediklerimizi Lenin’in aydınlatıcı fikirlerini aktararak bitirelim:
“Çalışan yığınların hareketlerinin süreci içerisinde kendi başlarına formüle edecekleri bağımsız ideolojiden söz edilemeyeceğine göre, tek seçenek şu oluyor. Ya burjuva ideolojisi, ya da sosyalist ideoloji. İkisi arasında bir orta yol yoktur (çünkü insanlık ‘üçüncü bir ideoloji’ yaratmamıştır ve ayrıca da sınıf karşıtlıklarıyla parçalanmış bir toplumda sınıf-dışı ya da sınıf-üstü bir ideoloji olamaz). Öyleyse, herhangi bir biçimde sosyalist ideolojiyi küçümsemek, ona birazcık olsun yan çizmek, burjuva ideolojisini güçlendirmek anlamına gelir… İşçi sınıfı hareketinin kendiliğinden gelişmesi, onun burjuva ideolojisine tabi olmasına… yol açar; çünkü kendiliğinden işçi hareketi, trade-unionculuktur ve trade-unionculuk, işçilerin burjuvaziye ideolojik köleliği demektir.” (7)
Kendiliğindencilik: Burjuva Siyaseti
ML hareket, çeşitli ‘sol’ çevrelerin olmadık yakıştırmalarıyla yüklü saldırılarına uğruyor. Harekete “kendiliğinden” dediği için. Bu tespitle işçi hareketi ‘küçümseniyormuş!’
“Kendiliğinden” tespiti hareketin objektif tahlilinden çıkan bir sonuçtur, aynı zamanda hareketin proletarya partisinin çizgisine çekilmesi gereği ve görevine işaret eder. Küçümseme olmadığı gibi, Marksistlerin yetersiz müdahalelerine işaret eder.
Gerçekte bir küçümseme vardır, fakat söz konusu eleştiricilerin aradığından farklı bir yerde. Marksistlerin küçümsedikleri, kendiliğinden hareketin kendisi değil, kendiliğinden hareketi bilinçlendirmek yerine bilinçlerini ona tabi kılan kendiliğindenci siyasal akımlardır. Kendiliğindenci akımlar, işçi hareketine taşımadığı özellikler yükleyerek, gerçekte, işçi hareketinin söz konusu olan özellikleri hiç bir zaman kazanamayacağı bir politika izliyorlar. Buradan çıkan önemli bir sonuç şudur ki, işçi sınıfı siyasal bilinci, kendiliğindenci akımlara rağmen alacak, onların politikalarının asılmasıyla gerçekleşecektir. Sınıf, geniş anlamda ‘dışarıdan’ ve konumuzla ilgili olarak onların da dışından alacaktır.
Nasıl kendiliğinden hareket, genel anlamda siyaseti dışlamazsa, kendiliğindencilik de siyaseti dışlamaz. Fakat onun siyaseti, sınıf hareketini burjuva sınırlara hapseden, sınıfı burjuvazinin eklentisi durumuna getiren sendikalist bir siyaset, kuyrukçu bir burjuva siyasetidir. Kendiliğindenci akımların genel ortak özellikleri, sınıf hareketinin siyasi/sosyalist bir biçim alması için bir programlarının olmaması, hareketi son tahlilde burjuva sisteme bağlamalarıdır. Kendiliğindencilik, ister sınıf siyaseti yerine sendikalist siyaseti geçirmek anlamındaki ekonomizm olarak, ister kitlelerin iradesi yerine aydın grubun iradesini geçiren ve siyasal mücadeleyi seçkin insanların işi olarak gören volantarist (iradeci) bir akım olarak tezahür etsin; sonuç değişmez. Bunlar, madalyonun iki yüzü gibidirler.
Kendiliğindenciliğin programı, kapitalizmin ve kapitalistlerin devletinin yıkılmasına, proletaryanın egemen Sınıf olarak örgütlenmesine varamaz.
Çoğu zaman kendiliğindencilik, ‘kendisi için sınıf’, ‘proletarya diktatörlüğü’ gibi kavramlardan oluşan bir örtü altında yürütülür. Fakat somut durumlar söz konusu olduğunda, fikirlerin kendiliğindenci içeriği gizlenemez olur.
Alalım İşçilerin Sesi’ni. Zonguldak konusunda birçok saptama ve görev tespit ediyor. Peki, bu görevleri kim, hangi sıfatla yerine getirecek? Yaptığı bütün tespitleri doğru kabul etsek bile, bu politikaların sürdürücüsü proletarya partisi sorununu, uzak bir geleceğin sorunu gördükten sonra, partiyi inşayı bırakalım, varolanı da heba edip örgütsüz kılmak ‘teori’ düzeyine çıkarılırsa, tespitlerin fazla anlamı olmaz. Eğer partinin görevi, işyeri komitelerine yüklenirse, bu kendiliğindencilik değil de nedir?
Diyelim Yeni Demokrasi proletarya diktatörlüğünü savunuyor. Peki, bu hedefe nasıl varılacak? Proletaryanın önderliği onun ‘ideolojisi’ ile sınırlanırsa, işçi sınıfı içindeki çalışma tali (kırlar esastır!) çalışma olarak görülürse… Devam edelim, ‘Yeni Demokrat İşçi’ pankartı altında işçilere ‘demokratlık’ reva görülürse devrimin aşamalarına göre (demokratik devrimde devrimci-demokratik, sosyalist devrimde sosyalist bilinç!) aşamalı bilinç verilirse bunun adı sosyalist bilinç olur mu? Bu çalışma tarzı ile proletarya diktatörlüğüne varılır mı? (8)
Ya da Emeğin Bayrağı, işçi sınıfının temel kitle örgütleri olan sendikaların görevlerini, esas olarak ekonomik olarak görürken, “siyasi mücadelenin yardımcı araçları” olarak görürken, böyle sendikalar, nasıl “siyasi mücadelenin araçları”, “volan kayışları” olabilirler?
Şimdi çeşitli çevrelere yönelttiğimiz bu tikel eleştirilerden sonra eleştirilerimizin esas muhataplarına geçelim. Bunlardan ilki SP-2000’e Doğrucular, diğeri ise Sosyalizm dergisi.
Sosyalist Parti’ Hangi katarın makinisti?
SP’ciler, son zamanlarda kasıntıyla geziniyorlar. Hayat SP’yi doğrulamış, SP işçi sınıfına önderlik ediyormuş! Bu büyüklenme psikozunun mu yoksa artık kendilerine yetecek kadar meşruiyet elde ettikleri düşüncesinin mi etkisiyledir bilinmez, ML’lere ve devrimci-demokratlara karşı ilan ettikleri tek yanlı ‘ateşkes’i bozdular. Artık ‘dost’ havalarını terk ederek açık yüzlerini bir uçtan göstermeye başladılar. Aynı tutumlarını Zonguldak grevi ve 3 Ocak eylemini değerlendirirken daha bir açık ettiler. (9)
Perinçek’in toplumdaki yönelimleri doğru tespit ettiğini teslim etmek gerekir. Fakat bu tespit, onun akışkan şekilsiz politikasının değişmeyen özünün koşullara uyarlanmasına hizmet eder her zaman. 12 Eylül’ün üzerinden bir beş sene geçtikten sonra, hem ‘sol’ cenahtan görünüp hem de açık bir şekilde devlet ve ordu savunusu yapılamayacağını kavradı. Müslüman mahallesinde salyangoz satılmazdı. Tek geçer akçe ‘solcu’ pozlardı. Bu sebeptendir ki Perinçek ve SP, sağcı reformcu bütün taktiklerini keskin bir söz kalabalığı ile birlikte ifade ediyor.
İşçi hareketindeki son durumu değerlendirirken de yaptıkları aynı şeydir. Dergimizin diğer sayfalarında geniş bir SP-Perinçek eleştirisi bulacaksınız. Biz, orda yazılanları tekrarlamadan, fakat yazının bundan önceki bölümlerini özetlemek pahasına görüşlerimizi ifade edelim.
SP, kendiliğinden hareket önünde eğiliyor; ona müdahale edip siyasi bir nitelik kazandırmak yerine ardına takılıyor. Ürettiği politikalarla da kendiliğinden işçi hareketini burjuva parlamenter düzene bağlamaya çalışıyor. İzlediği politika, kendiliğindenliğin teori düzeyine çıkarılmasıdır. Ürettiği politika kendiliğinden bir seviyede kaldığı için hareketi kendisinin yönettiğini sanıyor. Sinemadan çıkan birinin, sinemadan boşalan kalabalığın kendini takip ettiğini düşünmesi gibi. Böylece burjuvazinin kuyruğunda iken bağırıyor: İşçi hareketini ben yönetiyorum!
İşçi sınıfı hareketinin gün geçtikçe sertleşerek siyasi biçimler almasına tanık oluyoruz. Patronlara karşı mücadeleden patronlar sınıfına karşı, onların hükümetine karşı, ellerini kollarını bağlayan sendikal ve siyasal yasaklara karşı başkaldıran işçiler çözümü genel grevde görüyorlar. Bu, sınıfın bilincindeki ilerlemenin önemli bir göstergesidir. ML’lere düşen işçi hareketinin yarattığı bu “siyasal bilinç kıvılcımlarından faydalanıp” (10) hareketi sosyalist sınıf mücadelesine çekmektir. Bu nasıl mümkündür? Öncelikle hükümet ile devlet aygıtı arasındaki bütün ilişkileri gözler önüne sermek, bütün kurumlarıyla devlet aygıtını, ordu ve polisi karşıya almak gerektiğini, parlamentonun gerçek işlevini anlatmakla. Burada da durmayarak devletle diğer sınıfların ilişki alanına bakmayı sağlamak, dost ve düşman sınıfları tanımak, işçilerin diğer ezilen sınıfların taleplerine, ezilen ulusların taleplerine sahip çıkmasını sağlamak… Buna uygun şiarlar yükseltmek, mücadele ve örgüt biçimleri geliştirmek.
Buna karşılık, SP, ortaya çıkmış haliyle hareketi yüceltip onu parlamenter sistemin bir yedeği haline getirmeye çalışıyor. Düzenden kopma eğilimine giren işçileri, parlamento ile düzene bağlamaya çalışıyor. Çığırtkanlığını yaptığı bütün sloganlar, hareketi parlamento ile ilişkilendirme amacı taşıyor: Hükümet istifa, Meclis istifa, Demokratik erken seçim. Ardından da İşçiler birleşin iktidar yerleşin sloganı gelince işçilerin nasıl iktidara ‘yerleşeceği’ konusunda bir fikir oluşuyor. SP, “Cumhurbaşkanlığı problemini çözmek işçinin omuzlarında” diyor. Böylece düzenden kopan emekçileri burjuva parlamentoculuğuna bağlamaya çalışıyor. Böylece o, hangi katarın makinisti olduğunu da ele veriyor. SP’nin makinisti olduğunu iddia ettiği katar, kendiliğindencilik ile parlamento arasında döşenen raylar üstünde yol alan bir katardır.
SP Başkanı F. İlsever yazıyor “Ne iktidar ne de muhalefet olan bitenin farkındadır ya da işlerine gelmediği için öyle görünüyorlar. Millet ayağa kalkmış ve parlamenterler onun sinesine dönerken, Özal parlamentoya daha güçlü gelecek! Bundan saçma bir görüş olamaz. Halkın gücünü anlamayan, politikayı sandalye sayısı ile sınırlayan dar parlamenter hesaplara batmış güçlerin, Özal’ı devirmeye gerçekten niyetlerinin olmadığı, muhalefetten hiç bir şey anlamadıkları bu olayla bir daha ortaya çıkıyor” (11) Bunlar Zonguldak direnişi yaşanırken söyleniyor. Muhalefete sesleniyor. Korkmayın, koltuklarınızı kaybetmezsiniz. Sonra da umutsuz bir edayla “sizin Özal’ı devirmeye niyetiniz yok” diye sitem ediyor. En sonu, muhalefet yapmayı “bilmedikleri” hükmüne varıyor. Muhalefete akıl hocalığı ve ‘parlamenter fino köpekliği’. Bunlardan sonra Zonguldak övgüsü ne anlam taşır?
F. İlsever aynı yerde şunları da söylüyor: “İşçi ağırlığını politikaya koyarken, bu sloganla (meclis istifa-ÖD) meclisi yanına çağırıyor.”
Perinçek de barikatta polis ve askerlerle karşı karşıya gelen işçilerin “polis ve asker kardeşimizdir” demesini, işçilerin düşman güçleri “bölme” taktiği olarak yorumluyor.
“Perinçek ve SP, işçilere burjuva parlamenter bir soluk taşıyorlar. Onları parlamentodaki muhalefetin yedeği durumuna getirme çizgisidir.
Aynı çizgi eylem biçimlerinde de sırıtıyor. F. İlsever, bazı solcuların genel greve dudak büktüğünü ve “Şevket Yılmaz’ların genel grevi” diyerek küçümsediğini söylüyor. Bu gerekçelerle genel greve katılmayan hiç bir devrimci grup yok. Açıkça yalan. ML’lerin tavrı şuydu: Ş. Yılmaz köşeye sıkıştı. Genel grev kararı almak zorunda kaldı. Fakat en geri noktada (kısa süreli) tutmaya çalışarak işçileri eve hapsetme planı yapıyor. Bu planı, eylemi fabrika ve sokaklara gösteri biçiminde taşıyarak bozalım, gerçek içeriğine kavuşturalım.
Açıktır ki bu tutumda eylemi küçümsemek yoktur, eylemi ileri bir noktaya çekmek vardır. Fakat SP, genel greve Ş. Yılmaz’ın çizdiği biçimiyle iştirak etmiş, işçileri sokağa çağırmamıştır. O, işçi sınıfının nabzı yerine ‘yanlışlıkla’ koroner bakım servisindeki Ş. Yılmaz’ın hasta nabzını tutmuş, politikasını ona göre belirlemiştir. İşte devrimci politika ile kuyrukçu politika arasındaki farkın somut yansıması budur. Perinçek, “İşçiler ilerde onların beğeneceği genel grevi de yapacaktır” diyor. İnanıyoruz, yapacaktır. Fakat size rağmen ve sizin dışınızda Bay Perinçek!
SP, devrimcileri somut politika üretmemekle eleştiriyor. Marksistler, her somut durum için politika üretiyorlar, fakat bu politikalar, parlamento ekseninde dönmediğinden, SP, burun kıvırıyor çünkü onun somut politika derken kastettiği parlamentoculuk ve burjuvazi kuyrukçuluğudur.
‘Sosyalizm’ Dergisi sosyalizmin neresinde?
SP benzeri bir kendiliğindenciliği savunan Troçkist ‘Sosyalizm’ dergisi Ocak 91 tarihli 8. sayısında esas muhatabı sendikacılar olan ilginç bir çağrı yaptı. Sendikacıların fırsat kaçmadan bir işçi partisi kurmaları isteniyor, bu işi yapmayanların omuzlarına bir de ‘vebal’ yıkılıyordu. Tabii bu çağrı, en pespaye kendiliğindenci fikirlerin eşliğinde yapılıyordu. Bazı çağrılar, yaşama uygunluklarıyla; diğer bazıları ise saçmalıkları ve ‘orijinallikleriyle’ dikkat çekerler. ‘Sosyalizm’ dergisinin dikkat çekiciliği ikinci şık sebebi iledir.
Çoğu ‘eski devrimcilerden’ ve açıkça döküntülerden meydana gelen ülkemiz Troçkistleri oldukça küçük bir grup oluşturmakla birlikte, sol cephedeki ideolojik etkileri, güçlerine kıyasla daha fazladır. Sosyalizmin dünya çapında aldığı geçici yenilgilerin ve 80’li yıllar boyunca esen sosyalizm-karşıtı rüzgârın bunda rolü büyüktür. Sosyalizme ve Stalin’e çoğu zaman ‘soldan’ saldıran, bolca kitabi ve tumturaklı laf eden troçkistlerin somut durumlara ilişkin taktiklerine baktığımızda tumturaklı yaftanın altında koyu bir sağcılığın, kendiliğindenliğe tapmanın ve kuyrukçuluğun yattığını görürüz.
Geriye dönmek için manevra alanı kalsın diye, Troçkistler, oldukça lastikli ve muğlâk ifadeler kullanmışlar. Fakat söylediklerinin en iyimser yorumu bile onların düşünce yapısı hakkında olumsuz bir fikir veriyor.
Sınıf hareketinin mevcut durumunu değerlendirmekle başlayan Sosyalizm’ dergisi, şu değerlendirmeyi yapıyor: işçi sınıfı, özgürlüğün kendi elleriyle geleceğinin farkında. “Sınıfın bilinç düzeyinin sınıfın eylemiyle nasıl sıçramalı olarak geliştiğini yaşıyoruz.” “Yenilgiyi önlemenin yolu” ise Türkiye’nin Zonguldaklaşmasıdır. Zonguldaklaşan Türkiye’de ne askeri darbe olur ne de ordu savaşa girebilir. İşçiler bu gerçeğin farkındalar, bazı sendikalar da farkındalar.” Zonguldak işçileri, “patronların ve generallerin siyasetine karşı ancak bir işçi siyaseti ile mücadele edilebileceğini” fark ettiler.
Bütün bunların ‘farkında’ olmak, kendisi için sınıf olmanın ‘farkında’ olmak anlamına gelir. ‘Sosyalizm’ yazarlarına göre, işçi sınıfı siyasal bilinç kazanmış. Bu bilincin kazanılmasında ‘Sosyalizm’ yazarlarının hiç bir katkısı olmadığı gün gibi açık olduğuna göre, buradan pekâlâ şöyle bir sonuç çıkar:’Kendisi için’ mücadeleye atılmış sınıfın dışında olmak demek, sosyalist siyasetin dışında olmak, haydi söyleyelim sosyalist olmamak demektir. O halde ‘sosyalizm’ dergisi sosyalizmin dışındadır! Zaten birazdan göreceğimiz gibi, kendini hareketin dışında (belki de üstünde!) gördüğünden işçi partisi kurma işini de başkalarına yıkıyor. Sonra da tehdit ediyor. Eğer kurmazsanız ağır bir vebal altında kalırsınız. Kendisi ‘söylemekle’ görevini yaptığı için vebalden kurtulmuş oluyor.
Marksist bakış açısı, kendiliğinden hareketi sosyalist bilinçli hareket düzeyine yükseltmeyi gerektirir. Troçkistler ise partiyi kendiliğinden harekete indirgiyorlar. Bu partinin Leninist bir parti olmadığı anlaşılır bir şeydir. Proletaryanın gerçek öncü partisi, Marksizm-Leninizm’in bilgisiyle donanmış bir parti olmak zorunda iken, ‘Sosyalizm’ dergisi, partinin kapısını her renkten sendikacıya açıyor. Teslimiyetçi bürokratların yer almadığı bir partiden söz ederken, sendikaların üst bürokratlarına çağrı çıkarıyor. Yoksa ‘Sosyalizm’ dergisi, sendika bürokrasisini sadece beş kişilik Türk-İş Yönetim Kurulu’ndan ibaret mi görüyor? Yoksa ‘teslimiyetçi olmayan’ bürokratların partiye girebileceği sonucunu mu çıkaralım? Kendiliğinden hareketin bile gerisinde kalan, tabanın dürtmesi ile bazı şeyler yapan sendika başkanları nasıl önderlik (Hem de sendikal değil siyasi önderlik!) görevini yerine getirecekler. Tabana yakın sendikacılar, sendika başkanlarının sendikal harekete önderlik yapmadığı gerekçesiyle alternatif sendika platformu oluşturmuşken, böyle sendikacılardan sınıfın öncü partisini kurmalarını istemek kendiliğinden hareketin kuyruğu olmak değil midir?
Bu partinin özellikleri nelerdir? ‘Sosyalizm’ dergisi, partiye kimlerin girebileceğini açık bir şekilde belirtmek yerine, kimlerin giremeyeceğini muğlâk olarak ifade ediyor. Ona kalırsa, patron, general, teslimiyetçi bürokratlar dışında herkes girebilir. Tam bir Mevlana tekkesi. Eskiden Amerika’da çeşitli kulüp ve eğlence merkezlerinin kapısında ‘zenciler giremez’ yazardı. Gerçek işçi partilerinin tüzüğünde ise kimlerin, hangi niteliklere sahip olanların girebileceği açıkça yazılıdır. Anlaşılan, Troçkistler, bir parti değil bir kulüp peşindeler. İşçi sendikasının başında olmak, partinin başında olmak için yeter neden olamaz. Ama Troçkistlerin kendiliğindenciliğinin açık belirtisi olabilir.
Parti konusunda, büyük bir masumlukla, sendikacılardan müteşekkil partinin iradesine tâbi olan (siz kuyruğuna takılan’ diye okuyun) ‘sosyalizm’ dergisi, geleceğe ilişkin bazı ‘politikalar’ da saptıyor. Fakat ileri sürdükleriyle, içinden ömrübillâh çıkamayacağı bir kendiliğindencilik çamuruna saplanıyor. Ve ardından da şu sözleri söyleyince, insan gülmeden edemiyor: “Devrimci-Marksizm (Troçkistler kastediliyor-ÖD) yıllardır en basit ekonomik ve demokratik taleplerle başlayacak bir mücadelenin sosyalizm mücadelesine bağlanması gerektiğini söylemişti.” Dur durak tanımadan ‘sosyalizm’e koşacak kadar keskin laflar eden Troçkistler, bakalım ‘ekonomik, demokratik’ mücadeleyi nasıl ‘sosyalizm’ mücadelesine bağlıyorlar.
‘Sosyalizm’ dergisi özetle: 82 Anayasası halkoyuna sunulsun, Eylülcüler sivil mahkemede (mesela DGM’ de dersek yanlış mı olur? Çünkü o, mahkemenin sınıfsal özelliğine değil de resmiyetine, asker mi sivil mi olduğuna bakıyor. Bu durumda DGM de pekâlâ sivil mahkemedir. Hadi ağır ceza mahkemesi olsun. Ne fark eder?) yargılansın diyor. Ardından kurucu meclis kurulsun diyor. Projesi şöyle: Önce süngüsüz, kefilsiz ve özel timsiz koşullarda 82 Anayasası yeniden halkoyuna sunulmalıdır. Yeni Anayasanın şimdiki veya erken seçimle gelecek bir parlamento tarafından değil, bir kurucu meclis tarafından yapılması talebi yükseltilmelidir. Kurucu meclis seçimi her türlü propagandanın özgürce yapılacağı, kurulmuş ve kurulacak olan her partinin izne tabi olmaksızın TV den eşit oranda yararlanacağı bir seçimle oluşacak kurucu meclis anayasayı yapmalı ve ülkeyi kimlerin yöneteceğine karar vermelidir: Patronlar ve generaller mi, yoksa işçiler ve emekçiler mi?”
82 Anayasasının oylanacağı, kurucu meclis seçimlerinin yapılacağı ortam nasıl bir ortamdır? Eğer sözü edilen ortam, işçi ve emekçilerin iktidarı aldıkları bir ortamsa, o koşullarda 82 Anayasası zaten mezara gömülmüş olur. Onu oylamak, mezara gömülmüş düşmanın cesedi ile hesaplaşmak anlamına gelir. Yok, eğer ‘incelmiş’ bir faşist diktatörlükse kastettikleri, öyle bir durumda kurucu meclis seçimi hayal anlamına gelir. “Kurucu meclis iktidarın burjuvaziye mi yoksa işçi ve emekçilere mi verileceğine karar verecek”! Burjuvazi elindeki iktidarını soylu bir nezaketle altın bir tepside işçi ve emekçilere sunacak(!) Burjuvazinin ‘nezaketinden’ her gün tadan az çok aydınlanmış bütün emekçiler buna kahkahalarla gülecektir.
Troçkistler “Hayır, biz işçi ve emekçilerin iktidarı altındaki bir kurucu meclisten söz ediyoruz” derlerse öykü tüm komikliğini korumakla kalmaz, sosyalizm adına savunulan bu görüşlerden ötürü trajik öğeler de kazanarak trajikomik bir öykü olur. Aklı başında hiç bir işçi onca kan ve ter pahasına kazandığı iktidarını bu tür bir ikilemle karşı karşıya getirmez. Gerçekte Troçkistlerin kastettiği, burjuvazinin iktidarda olduğu bir ortamdır. Burjuvazinin iktidarı altında ‘kefil’ ve ‘özel tim’ ortadan kalkabilir. ‘Süngü’ye gelince, kastedilen sıkıyönetimse o da mümkün. Fakat burjuvazinin elinde proletaryaya bakan bir süngü her zaman olacaktır. Kavramlara sınıfsal bir anlam yüklemeden kullanmak, ona karşı genel bir karşıtlığı da ifade edecektir. Bizce önemli olan ‘süngü’nün olup olmadığı değil kimin elinde olduğudur. Burjuvazinin iktidarı altında oluşacak bir kurucu meclis, düzenin yeniden ‘kurucusu’ olmaktan öteye gidemez. Troçkistlerimiz de reformcu olmaktan kurtulamaz. Demagojiye meydan vermemek için şunu da söyleyelim: Elbette mücadele, bizi, şimdiden öngöremeyeceğimiz karışık ve özgün iktidarlarla karşı karşıya bırakabilir. Fakat biz bugünden programımızı böyle ‘özgünlükler üstüne kuramayız.
‘Sosyalizm’ dergisi ile SP arasındaki çarpıcı benzerlik dikkat çekicidir. Aynı burjuva ruh tarafından biçimlenen bu iki akım arasındaki ‘derin ideolojik ayrılıklar’, ortaklıkların önüne geçemiyor. Reformizm, parlamentoculuk, burjuva kuyrukçuluğu… Genel grevin önüne ‘iktidarı devirmek’ gibi büyük amaçlar koyarken, genel grevin siyasi mücadelenin daha üst biçimlerine sıçrama olanağını ise hiç ağızlarına almıyorlar. Genel grev, salt bir genel grev olarak kaldıkça, burjuvaziye geri adım attırabilir, siyasi krize dönüşüp hükümet değişikliklerine yol açabilir… Fakat daha üst mücadele biçimleriyle taçlandırılmadıkça burjuvazinin siyasal egemenliğini ortadan kaldıramaz. Ama sözünü ettiğimiz bu mücadele biçimleri de ne SP’nin ne de Troçkistlerin dağarcığında bulunmaz. İşte Devrimcilikle reformculuğu ayıran önemli ayırım noktalarından biri budur. İktidar ‘gitti-gidecek’ çığırtkanlıklarının reformculuktan öte bir anlam taşımadığı açıktır. Onlar, burjuva muhalefet cephesinin çelimsiz askerlerinden daha fazla bir şey değillerdir.

Dipnotlar
1- D. Perinçek, 2000’e Doğru
2- Sosyalizm Sayı: 8 Ocak 1991
3- Lenin, Ne Yapmalı Sf. 60 Sol Yayınları Mart 1977
4- 89 Bahar eylemleri değerlendirirken Perinçek, benzer şeyler söylemiştir. Bugün SP Başkanı F. İlsever şunları söylüyor: “Diğer bazı sol akımlar ise işçiden ve halktan kopuktur… Kibirli bir edayla onu (Genel grevi- ÖD.) küçümsediler ‘kendiliğinden’ dediler.” Teori Ocak 1991 sf. 4-5
5- SP Meclis istifa sloganının mucidi olmakla övünüyor. Sine-i milletin farklı bir söylenişinden başka bir şey ifade etmeyen bu sloganın işçilerce atılması, eylemin yönelimini belirtmiyor. Fakat SP’nin kendiliğindenci çizgisi konusunda bilgi veriyor.
6- Ne Yapmalı sf. 42
7- Age.sf. 53-54
8- İ. Kaypakkaya’nın ‘Şafak revizyonizmi’ ile polemiğini iyi bilirler; partinin adı ile niteliği arasındaki ilişki üzerine yapılan tartışmada İ. K. partinin adının işçi köylü partisi değil ‘komünist olması gereği üzerinde durur.
9- Teori, sayı 13 Ocak 91, F. İlsever, Osman Kuruca
10- Ne Yapmalı sf. 93
11- F. İlsever Teori sf. 14

Şubat 1991

Grevleri ertelendi, işçiler öfke dolu Cehenneme atılmış bir adım

Sonunda hükümet grevleri erteledi. Erteleme 1 ay olarak açıklandı. Ama çalışma hayatının burjuvazi tarafından yönetilmesinin bakanı İmren Aykut’un da söylediği gibi, erteleme 1 değil 2 aylıktır. Bu iki ay süresince Bakan Hanım resmi arabulucu olarak sendikalar ve işveren kuruluşları arasında anlaşma sağlanarak toplu sözleşmenin imzalanması için çalışacak, olmazsa anlaşmazlık Yüksek Hakem Kuruluna gidecek, bu kurulun vereceği karar kesin ve bağlayıcı olacaktır. Bu kurulun şöhretini bilmeyen, onun burjuva karakterini tanımayan işçi hemen hemen yoktur.
Alınan karar, savaş ortamından yararlanarak işçi sınıfına yöneltilmiş dolaysız bir saldın ve burjuvazinin proletaryaya karşı örgütlemekte olduğu kapsardı ve genel saldırının ilk adımıdır.
Gerekçe, “milli güvenlik”tir. Böyle bir saldırının, hem de “milli güvenlik” gerekçesiyle başlatılacağı sır değildi, bekleniyordu. Hatta işçiler, çeşitli sendikalar ve sendikacılar olası böyle bir gelişme karşısında ne yapılabileceğini önceden tanışıyorlar ve tavırlar bile açıklıyorlardı. “Bizi zorla çalıştıramazlar”, “zorla işbaşı yaptırsalar bile, üretim yaptıramazlar” gibi açıklamalar, reformcu YO hatta faşist sendika bürokratları tarafından dahi yapılmaktaydı, işte zaman geldi. “El mi yaman bey mi yaman”, bu, fiili olarak ortaya konmazsa, sadece grevci işçileri değil, tüm sınıfı olağanüstü zor günler beklemektedir. Bu karan kabullenip uygulayan sendika bürokratları, sınıfın sefalete, işsizliğe ve özgürlüksüzlüğe, koyu bir karanlığa mahkûm edilmesinin suç ortağı olacaklar, sınıfa ihanetleri tescillenecektir.
Burjuvazi ve onun siyasi temsilcilerinin savaşçı politikalarının temel bir nedeni, savaş ortamından yararlanarak işçi sınıfı ve emekçilerin mücadelesini bastırıp ezme ihtiyacıydı. Burjuvazi işçi hareketini, grev ve direnişleri olağan koşullarda bastıramıyor, işçilerin taleplerim karşılayarak da grevleri sonuçlandıramıyordu. Sorunun bir ekonomik yönü vardı. Kapitalizmin krizi giderek içinden çıkılmaz hal almaktaydı ve burjuvazi tatlı karlarından vazgeçme eğiliminde değildi, hiçbir zaman olmamıştı. Krizin yüzerinin işçilerin ve diğer ezilen sınıfların sırtına yıkılarak yürünmesi politikası sürdürülmek isteniyordu. Hemen hiçbir iş kolunda burjuvazi işçilerin ücret taleplerini ve sosyal hak isteklerini, en azından talep edilene yalan düzeyde karşılama içine girmiyor, giremiyor, tüm TİS görüşmeleri uyuşmazlık ve grevle sonuçlanıyor, sınıf kararlı tutumlarla grevlere çıkıyordu. Yıllardır işçilerin gerçek ücretleri geriledikçe gerilemiş, işçilerin milli gelirden aldıkları pay 10 yıl öncesine göre 3 kat azalmıştı. Şimdi mücadele içine giren işçiler yıllardır sırtlarına vurulan kamburlardan kurtulmak istiyor, yaşamaya yetecek ücret düzeyini talep ediyorlardı. Bu, yıllardır dikensiz gül bahçesinde katmerli sömürüye alışmış burjuvazi için kabul edilebilir bir şey olmuyor, hemen hiçbir sektörde uzlaşma ve “iş barışı” gerçekleşmiyordu. Ama çözüm de bulunamıyordu, işçiler taleplerinden vazgeçmedikleri gibi, girdikleri burjuvaziyle mücadele ortamında eğitimlerini ilerletiyor, ekonomik taleplerin ötesine yönelme eğilimi içine giriyor; her grev, onlara daha çok şey öğretiyor ve işçi hareketinin siyasallaşma potansiyelini artırdığı gibi, hareketin bu yönde güç kazanarak gelişmesinin zeminini oluşturuyordu. Genel grev gündeme gelmiş, sınıf ilk kez genel grev yapmıştı. Şevket ağa ve Türk-İş yönetimi ne denli geriye çekmeye çalışırsa çalışsın, bir kez yol açılmıştı. Artık yol olacaktı. Zonguldak grevi ve Ankara yürüyüşü burjuvaziyi yerinden hoplatmıştı. Korku dağları bekliyordu. Burjuvazi önceden de gelişmenin eğilimi ve yönünü hesaplıyor ve tahmin ediyordu, ama artık somut olarak görmeye, yaşamaya başlamıştı. Sınıf, hükümetin ve devletin karşısına dikilme yolundaydı. Hem de henüz sendika bürokratlarının yönetimlerini tümden silkeleyip başından atmadan. Burjuvazi, onun yönetici siyasal şefleri, çözümü zorbalıkta, sınıf hareketini zora dayanarak bastırmaya yönelik politikalarda gördüler. Bu politika olağan koşullarda pek kolay uygulanamayacaktı. Koşullan üzerine düşünüldü. Körfez krizi burjuvazinin imdadına yetişti. Hesap, savaş koşullarından yararlanma üzerine kuruldu. “Ülke savunması”, “milli güvenlik” gibi gerekçelerle işçi hareketinin üzerine gidilebilir, savaş koşullarında işçilerin taleplerinin karşılanmasının olanaksızlığı ileri sürülebilir ve işçilere boyun eğme dayatılabilirdi. O da olmazsa, “olağanüstü hal”, “savaş hali”, “sıkıyönetim” gibi zorbalık önlemleri ne güne duruyordu!
Şimdi hesap uygulamaya sokulmuştur, ilk adım grevlerin ertelenmesidir. Yetmezse, diğer önlemler, giderek doz artırılmak üzere, uygulamaya konulacaktır. Burjuvazi kararlıdır, işçilerin mücadelesi ezilmelidir! İşçiler taleplerinden vazgeçmeye “ikna” edilmelidir. Açlığa, sefalete, işsizliğe, özgürlüksüzlüğe katlanmaları sağlanmalıdır.
Sınıfın da kararlı davranması, en azından burjuvazinin kararlılığına eş bir kararlılıkla, başlatılan saldırının karşısında durması gerekiyor. Aksi halde saldın durmayacak, gidebileceği son noktaya kadar, açlık sınırına, hiçbir şeye ses çıkaramama sınırına kadar sürdürülecektir.
Saldırı göğüslenemezse, yere sereceği sınıfın üzerine çıkıp tepinecektir. İşçi sınıfı buna layık olmadığı gibi, bu duruma düşürülmesini engelleyecek güç birikimine de sahiptir. Gereken, uzlaştırıcıların, sendika bürokratlarının, yumuşaklık ve boyun eğme, talepler ve mücadeleden tavizler verme ve geri adım atma öneren yatıştırıcıların, düzen ve burjuva yandaşlarının, grev satıcılarının, hainlerin eylemsizlik ve teslimiyete giden yolun sessizce kabullenilmesi yönündeki “yol göstericiliklerinin, moral bozucu tutumlarının, “yapacak şey yok” propagandalarının reddedilmesidir.
Sınıf kararlıca saldırının karşısına dikilirse, şimdiye kadar izlediği yasakları ve yasaları aşma ve sınıf yasasını yapma tutumunu sürdürürse, “Bahar Eylemleri”nde başlayıp Zonguldak’ta geliştirilen yasalara rağmen kendini ortaya koyma tavandan geri adım atmazsa, gelecek aydınlıktır. Saldırıyı kararlılıkla göğüsleme tutumu, maceracı bir tutum değildir, uygun koşulları vardır, sınıf hoşnutsuzluk ve öfke doludur ve işçi hareketi düşme eğilimi içinde de değildir, sınıf ihanete uğramazsa -ve hatta uğrasa bile- mücadele ve direnme potansiyeline sahiptir. Direnmenin ve aydınlık geleceğe yürümenin koşullan vardır ve uygundur. Ve ama saldırı göğüslenemezse, bu, yenilgiye giden yolun açılması ve yenilginin sonuçlarına, esaret ve sefalet koşullarına mahkûmiyeti kabullenme anlamına gelecektir.
Burjuvazi bugünkü 105 bin işçinin grevini ertelemekle kalmayacaktır. Onlar, o güzelim Zonguldak günlerinin intikamını almakla, madencilerin grevini ezmekle ve onları üç kuruşluk bir ücret artışına -ertelemeyi kabullenen madenci 1 milyon TL civarında bir ücrete rıza göstermeye hazır olsun- “razı” etmekle de kalmayacaklardır. Saldırının göğüslenememesi, yeni saldırıları gündeme getirecektir. Örneğin Zonguldak’ta öteden beri söylenen ocakların ya da bazı ocakların kapatılması ve işsizlik gündeme gelecek -ilk anda 16-17 bin işçi çıkarılacağı söylentisi yaygındır-, burjuvazinin intikamı yalnızca sefalet ücretinin dayatılmasıyla sınırlı olmayacaktır. Burjuvazi, o, tüm Zonguldak’ı miting alanına çevirip yürüyen işçilerin bacaklarını kırmayı, yani sokak ve caddelerini “güvenlik” altına almayı, o, “ölmek var dönmek yok” diye haykıran ağızlan fermuarlamayı, yani sömürü, sefalet ve özgürlüksüzlük düzenini muhalif sesleri susturarak sürdürmeyi dayatıyor.
Mart’ta 600 bin işçi toplu sözleşme dönemine giriyor. Bugün grev ertelemelerine karşı durulmaması, bu işçileri de aynı durumla karşı karşıya bırakacaktır. Erteleme saldırısı, yalnızca bugünkü grevcilerin değil yarın greve çıkacak olanların da haklarına saldırıdır, tüm işçilere, sınıfa saldırıdır. Grevde olsun olmasın tüm işçilerce, sınıf olarak göğüslenmelidir. Aksi durumda, toplu sözleşme yenilemesine gidecek her iş kolu ve sektörün işçisi, sözleşme görüşmelerine, artık grev silahı elinden alınmış olarak oturacaktır. Silahsızlandırılmış işçiler, silahsız işçi sınıfı boyun eğmeye kolaylıkla zorlanabilecektir. Ve silahsızlık, yalnızca toplu sözleşme görüşmelerinde boyun eğmenin değil, işçilerin tüm hak taleplerinin, tüm mücadele girişimlerinin, tüm haksızlıklara karşı ses yükseltme yönelimlerinin, örneğin savaş karşıtlığının etkisizleşmesinin ve giderek olanaksızlaşmasının temel faktörü olacaktır.
Sınıfın karşı karşıya bırakıldığı bu saldırının suç ortakları da var. 90’ın her grevini satan ya da satılması propagandası yapan, Tekstil işçilerini bir tabak çorba fiyatından daha azına burjuvaziye peşkeş çeken, Zonguldak’a karşı hükümetin yanında saf tutup madencileri başından beri geri döndürmeye uğraşan Şevket ağa, MESS grevinin satışını gerçek ücretlerin gerilemesi karşısında hiçbir şey ifade etmeyen küçük bir ücret artışıyla gerçekleştiren M. Özbek, işçi hareketinin ilerlemesinde kendi sonlarını da görerek bu ilerleyişi durdurmaya çalışan satışçı sendika bürokratları, yatıştırıcı politikalarıyla burjuva muhalefet partileri, sınıfa yöneltilen bu son saldırının suç ortakları, bu saldırı ortamının hazırlanmasının sorumluları arasındadırlar.
Burjuvazi, siyasal temsilcileri, düşmanlarının, proletaryanın ve hareketinin nabzını ölçmeye çalışarak ileri adım atmaktadırlar. Atılan geri adımları gördükçe saldırmaktadırlar. Bu saldırı, ancak sınıfın kararlı tutamları ve mücadelesiyle önlenebilirdi. Kararlılıktan her uzaklaşma, atılan her geri adım, burjuvazi ve hükümetin kararlılığını ve saldırganlığını artırmıştır. Aynı, ilk gün barikata yürüse onu aşacak olan madencilerin ilk gerilemesiyle, karşısındakilerin kararsızlığıyla cesaretlenen ve barikatı kararlılıkla savunmaya yönelen hükümetin saldırganlaşmasında olduğu, gerilemeci tutumuyla Denizer’in hükümetin durumunu sağlamlaştırıp kararlılığını pekiştirmesine ve saldırganlaşmasına yardım etmiş olduğu gibi. Eskiçağa’da durdurulmayıp yürüselerdi madenciler, barikatı aşacaklardı; gerileyince hükümetin konumu, morali ve saldırganlığı sağlamlaştı, sertleşti. Gerilemeciliği ve madenci grevini yönetmedeki, yürüyüşü sürdürmedeki kararsızlığı, sürekli “diyalog” ve “anlaşma-uzlaşma” eğiliminde oluşuyla, muadelenin kararlılıkla sürdürülmesi yerine kararlılığı törpüleyen uzlaşma girişimleriyle, hükümetin tehditlerinden ürkerek yürüyüşü bitirip madencileri Zonguldak’a geri yollayan ve madenci Zonguldak’tayken en hayati 20 günü hükümetle görüşme dilenciliğiyle Ankara’larda harcayan Denizer, son saldırının örgütlenmesinde büyük sorumluluk altına girmiştir. Denizer’in ezdirmeye yöneldiği büyük ve kararlı madenci gücüydü çünkü. Sınıfın büyük bir kaldıracını, madenci etkenini işlevsizleştirmenin sorumlusu oldu çünkü Denizer. Erteleme ve “olağanüstü hal” vb. saldırıları ihtimali karşısında, önceden, “çalışmayız”, “ocaklara indirseler bile üretmeyiz” diyen Denizer, bugün erteleme kararı karşısında anında “karara uyacağız” diye demeç veriyor. “Ancak kararın hukuki dayanağı olmadığı inancı içinde”ymiş ve yasal girişimleri olacakmış!
Sınıfın saflarının pekiştirilmesinin hayati önem taşıdığı günlerdeyiz. Denizer sınıftan tümden kopmak istemiyorsa, önceleri açıkladığı gibi davranmaya çalışmalı, saldırıya karşı koymaya yönelecek işçilerin direniş eğilimiyle uyum sağlamalıdır. Sınıf bu saldırıyı da, yenilerini de püskürtecek güçtedir, örgütlerinin başında bulunan sendikacılar işçileri güçsüz sanıp hükümet safına açık ya da örtülü biçimde geçerlerse aldanacaklardır. Sınıf ihanete rağmen ilerleyecek gücü bulacak, zorlanacak ama bulacaktır. Ama işçilerin direniş eğilimiyle birleşmeyen sendikacılar bir daha sandalyelerini bulamayacaklardır.
Sınıf bilmelidir ki, Türk-İş yönetiminden kendisine hayır yoktur, hiçbir zaman olmamıştır, bugün de yoktur. Onlar bugün erteleme kararına uyacaklarını açıklıyorlar, işçilerin kontrolünü tümüyle ellerinden kaçırmaktan kaçınmak için hükümeti, bu kararıyla “yetkilerini kötüye kullanmak”la eleştiriyor ve Danıştay’a gideceklerini söylüyorlar.
Hukuki yollar, Danıştay’a gitme vb. sınıfın sorununu çözemeyecektir. Burjuvazi sınıfa savaş açmıştır, saldırı halindedir. Danıştay da hukuk da onun kurum ve kurallarıdır. Sınıf eğer kendi hukukunu Zonguldak gösterilerinde olduğu gibi, kendi yasalarını yapmaya yönelerek ortaya koymazsa, yenilginin yolu açılacaktır. Son saldırının püskürtülmesinin yolu Danıştay vb. yolu değil, genel grev ve direnişlerin yolu olabilir. Burjuvazi sınıfın ve emekçilerin nabzını ölçmektedir. Karşısında gerilenirse, saldırı dozajı artarak sürecektir. İşçi sınıfı kendi gücüyle, gücünün somutlanması olan genel grev ve direnişlerle ancak saldırıyı bertaraf edebilir.
Bu son saldırıya karşı mücadelede kimin işçi sınıfının yanında kimin karşısında olduğu bir kez daha görülecek. Ve işçiler, dostlarıyla düşmanlarını bir kez daha sınayacaklar.
Sınıf, ancak, fabrikaları, işletmeleri, meydan ve sokakları mücadelenin alanı haline getirebilirse, önüne konan işsizlik, açlık ve özgürlüksüzlük alternatifini geçersizleştirebilecek, yenilgi ve hareketinin ezilmesinin önüne geçebilecektir.
Sessizce ve sanki zorlu mücadeleler verilmemiş gibi, bunlar içinde güç ve tecrübeler biriktirilmemiş gibi işbaşı yapılırsa, gittikçe koyulaşacak karanlığa doğru yol alınacaktır. Saldırıyı püskürtmeye yönelik mücadele, aydınlık günlerin zorunlu koşuludur.

Şubat 1991

İşçi Sınıfı, “Sosyalist Parti” ve Reformculuk

Türkiye önemli günler yaşıyor. Günlerin önemi, fırtınalarla ilişkili.
Amerikan emperyalizmi, etrafına topladığı müttefikleri ve peşine taktığı uşaklarıyla Ortadoğu’da bir “Çöl Fırtınası” estiriyor. Bu fırtınanın topladığı karabulutlar Türkiye’nin de üzerinde dolaşıyor, hatta Türkiye “çöl fırtınası”nın yüksek basınç alanlarından biri durumunda. Amerikan emperyalistleri İncirlik’i kendi bildiklerince kullanıyorlar, buradan kalkan savaş uçakları Irak’ı, özellikle kuzey ve batışım bombalıyorlar. Türk ordusunun üçte biri Irak sınırına yığılmış durumda. Fırtına, Türkiye’yi nereye sürükleyeceği şimdilik belli olmayan (Amerikan çıkarlarının jandarmalığına, Ortadoğu halklarının nefretinin belli başlı hedeflerinden biri olmaya ve devrime sürüklemekte olduğu ortada) savaş fırtınası. Türkiye, gerici bir savaşa taraf olma ve uluslararası konumu açısından önemli günler yaşıyor.
Bir de başka fırtına oluşuyor. Sert rüzgârları bugünden hissediliyor. Bu fırtına devrim ve sosyalizm fırtınası. Etrafında genişlemesine bir halk hareketi oluşturma eğilimi gösteren işçi hareketinin fırtınası… Türk gericiliğinin kendini gönüllü olarak savaş fırtınasına kaptırmasının temel bir nedeni de, savaş fırtınası ve savaştan güç alacak zorbalık tutumunu işçi hareketinin karşısına dikme yönelimi. Burjuvazi ve faşizm, olağan koşullarda taleplerini karşılaması ve tatmin etmesi ya da bastırması olanaklı olmayan işçi hareketini -ve hele ulusal harekede birleşmeye yönelecek bir işçi hareketini- savaş ortamından güç alacak savaş hali gibi, olağanüstü hal ve sıkıyönetim gibi olağanüstü önlemlerle bastırıp ezmenin hesapları içinde. Proletaryanın öncü partisi yıllardır söylüyor: 12 Eylül’ün ağırlaştırdığı kriz koşulları çıkışsız görünüyor. Neredeyse açlığa mahkum edilen, “ekmek” talebi kuru ajitasyon olmanın ötesinde eyleme sürükleyici gerçek bir hareket ettirici durumunda olan, “iş” ve “ekmek” talebinin ancak “özgürlük” talebiyle birlikte gerçekleşebileceğini doğrudan kendi yaşamıyla görebilecek kadar Özgürlüksüz kılınmış işçi sınıfının hoşnutsuzluk ve yığınsal eylemlerinin önünü almak, taleplerini iyi-kötü karşılamak ya da bastırmak olanaksız.
Sınıf, direngen bir eylemci ruhla hareketliliğini sürdürüyor ve geliştirip ilerletiyor. Aşılması gereken en önemli ve temel eksiklik sübjektif etkene ilişkin olarak ortaya çıkıyor. Sorun, sosyalist sınıf bilinci ve komünist önderliğin yetersizliği sorunu, gelişmekte olan sınıf hareketinin Marksist hareketle birleştirilmesindeki eksiklik ve zaaflılık sorunu.
Kuşkusuz Marksist hareket, bir dizi grevden, toplu grevlerden, 3 Ocak genel grevinden, madencilerin Ankara yürüyüşünden geçerek gelişmekte olan işçi hareketinin içinde yer tutuyor ve onunla birleşme yolunda ilerliyor. Ancak, henüz bu yolda alınması gereken uzunca bir mesafe olduğu, işçi hareketinin siyasallaşmasının geri ve yetersiz boyutlarınca çizilen gösterge tablosunda açık olarak görülüyor.
Ama “önderliği kaptık” diye övünenler de yok değil. Örneğin Mücadele dergisi, Zonguldak işçilerinin kendi dergilerinde yazmış oldukları sloganlarla yürüdüklerini ileri sürüyor. Hoş sayılan sloganlar siyasal sloganlar da değil, ama yine de övünme vesilesi yapılıyor.
Asıl zilli ben-merkezci ise, 25 yıllık cuntacı, Kemalist, istikrar ve milli birlik savunucusu, adı devrimciler arasında nefretle anılan, sicilinde ihbarcılıktan, Amerikancılık ve NATO’culuğa kadar bin türlü işçi ve halk düşmanı suç yazılı olan Doğu Perinçek ve “Sosyalist Partisi”. Övünme ve önderlik iddialarının bini bir para!
Teori’de şunlar yazılı: “Sosyalist Parti, gerçek işçi önderlerinin merkezi örgütlülüğünü oluşturmaya çalıştı ve bizzat parti olarak genel grev çalışmasının odağında bulundu, önderlik yaptı.” (Sayı. 13, s. 67)
Teori yazarı haddini bilmez kadar ayakları havada olmayan başka SP’liler ise övünme sendromunu biraz dozu düşükçe yaşadılar: “Madenci ileri atıldı. Bir fırsat yarattı. Ancak işçi sınıfının diğer kesimlerinin ve öteki kitlelerin mücadelesiyle madenci yürüyüşü kenetlenemedi. Zaman yetmedi. Burada kuşkusuz en büyük sorumluluk, siyasal öncünün, Sosyalist Parti’nin.” (2000’ne Doğru, 13 Ocak, s. 19)
Alçakgönüllüce bir övünme: önder SP, ama yeterli olamamışı! Ve SP başkanı siyasal öncü olmaya kendi partisini layık gördüğünü açıklıyor: “Gemileri yakan işçi sınıfına, gemileri yakan bir önderlik, gemileri yakan bir parti gerekir.” (Agy. s 18)
Bay Başkan, siz hangi gemileri nerede yaktınız? Yazımızın gelişmesi içinde ortaya koyacağımız gerici, düzen savunucusu yaklaşım ve tutumlarınız bir yana, örgüt olarak siz bu düzenin bir gemisi değil misiniz? Yasal olarak bu düzene bağlı değil misiniz? Diktatörlük rejiminin yasal bir partisi değil misiniz? İşçiler kendi yasalarını kendileri yaparken, yasaların dışında ve ötesinde davranırken ve bu davranışları için hiç bir merciden izin almazken siz partinizi Anayasa Mahkemesine beğendirmeye çalışmadınız mı? Siz izinle kurulu değil misiniz? Partinizin varlığının garantisi TC yasaları değil mi? Bir kararname bütün faaliyetiniz ve varlığınızın sonu olmayacak mı? Ne gemisi, ne yakması? Sadece bu nedenle, övünmeye hakkı olmayan bir kuruluş varsa, o da, sizin yasala revizyonist reformcu partiniz.
SP’nin genel greve ya da maden işçilerinin eylemine önderlik iddiası kargaları bile güldürecek türdendir. Bu partinin, Aydınlık’ın önceki partilerinin ve bundan sonra kuracağı benzer partilerin sınıf hareketine öncülük şansı olmamışlar, yoktur ve olmayacaktır. Aydınlıkçı anlayışın, onun kurduğu ve kuracağı partilerin şansızlığı, bu anlayışın doğası ile bürünmeye uğraştığı görüntü arasındaki çelişme dolayısıyladır. Koşmakta olduğu görüntüsü vermeye çalıştığı kulvarın ihtiyaçlarıyla Aydınlıkçı varlık(lar) uyuşmaz haldedir; üstüne üstlük kulvarda gerçekten koşanlar vardır. Aydınlıkçılık görüntüyü kurtaramamakta, özellikle mücadelenin koşulları sertleştiğinde, diktatörlüğün doğrudan destekçiliğine, ihbarcılığa varıncaya dek gerici doğası kendisini açığa vurmaktadır. Aydınlıkçılık bir süre az sayıda insanı etkilese bile, gerek bu uyumsuzluk gerekse devrimcilerin teşhir faaliyetine bağlı olarak, etkisizleşme ve tecrit kaçınılmaz olmaktadır. Doğa değişmedikçe bu durum değişmeyecektir.
Şimdi varsayıma geçelim. Diyelim ki gerçekten SP genel greve önderlik etti. Bu, SP’nin “siyasal öncü”, “sınıfın önderi” Olduğu anlamına gelir mi? Sınıfın siyasal öncülüğü neleri gerektirir?
Siyasi öncü, her şeyden önce Marksist olmalı, sınıf hareketinin Marksizm’le birleşimini temsil etmelidir. Sınıfın siyasal öncüsüyle hareketi, onun doğru siyasal taleplerle (siyasal mücadele söz konusu olduğunda) eyleme geçmiş olması demektir. Siyasal öncünün formüle ettiği taleplerin doğru olması gereklidir. Yoksa SHP de bir takım mücadelelere öncülük ediyor, ama sınıfın siyasi öncüsü olmuyor.
Peki, SP’nin öne sürdüğü talepler doğru mudur? “Parti, derinleşen krize bir emekçi çözümüyle yanıt verme ihtiyacından doğmuştur.” diyor Teori’nin 91 Ocak sayısında Özgürlük Dünyası’na hakarete ve alaya yeltenen akıl-dane. Ve ekliyor: “Eylem dergisinin 15 Mart 1990 tarihli 3. sayısı ‘Zirveler, Milli Koalisyonlar, Ulusal Uzlaşmalar Çözüm Değil’ manşetiyle yayımlandı.” (sf. 64)
Pek güzel! Bu parti buraya nerden geldi? Teori dergisi, Saçak’ın devamıdır ve bu derginin 25. sayısının başyazısının başlığı: “Ulusal Uzlaşma Anayasası”dır. 82 Anayasası yalnızca egemen sınıfların consensüsüymüş de yeni Anayasa emekçi sınıfları da kucaklayan bir ulusal uzlaşmanın ifadesi olmalıymış yoksa sorun çıkıyormuş vb. vb.
“Milli uzlaşma” konusundaki “değerli” fikirleriyle D. Perinçek’e bir göz atalım: “DYP’nin emekçi kitleleri ve sosyalistleri dışlayan bir 1946 consensüs’una milli uzlaşma adını verdiği görülüyor. Türkiye 40 yıl öncesinin hâkim sınıf uzlaşmasına dönemez. (Hâkim sınıflarla emekçilerin uzlaşmasına varması gerekiyor, sınıf işbirlikçiliği yanında faşizm yardakçılığının bu düzeyine zor rastlanır-Ö.D.) 12 Eylül’ün getirdiği yasakları aşma mücadelesi, esas gücünü kaçınılmaz olarak geniş emekçi kitlelerden alacaktır ve bu gerçek Türkiye’nin önünde bulunan milli uzlaşmanın içeriğini de belirleyecektir.” (Saçak 26, sf. 59)
Unutuldu sanılıyor? Şimdi, meydan geniş bulundu atılıyor. Eylül mahkemelerinde neler söylenmişti? Bunları önümüzdeki sayılarda aktaracağız. Ama kriz ve “emekçi çözümü” konusunda şef Perinçek’in “İstikrarsızlığa Davetiye” başlığıyla “davetiyeci” Özal ve Eylülcüleri eleştiren ve istikrar savunuculuğu yapan yazısından aktarma yapalım:
“Türkiye’nin sarsıntısız gelişme yolları da tıkanıyor. (Burjuvaziye ne büyük suçlama! Ve sarsıntısızca ne güzel bir “emekçi çözümü” savunusu! -Ö.D.) Zaten ülkeyi içi ve dış koşullar nedeniyle istikrarsızlıklar bekliyor… Oysa düzenlemeler (Siyasal Partiler Kanunu’nda yapılan düzenlemeler -Ö.D.) yeni önerilerin, yeni programların, denenmemiş, filizlenen taze güçlerin önüne setler çekiyor. Yeni arayışları ezerek Türkiye nereye gidebilir? İstikrar bu yoldan sağlanabilir mi? İstikrarın ihtiyacı da yeni arayışlar, yeni çözümlerdir. Yapılan ise daha sarsıntılı bir gelişmeye davetiye çıkarmaktır.” (Saçak, sayı 28, sf. 9)
Krizin, “emekçi çözümü”, istikran savunmak oluyor. Şimdi değiştirildi, “emekçi çözümü” olarak bugün savunulan, “demokratik erken seçim”. Eskinin açıktan gericiliğin yanında bugün genel grev savunuculuğu, eylemcilik vb. ile devrimci görüntü verilerek ortaya konan çözüm, aynı gerici öze sahip değil midir? “Demokratik erken seçim” talebi ya da çözümü istikrar arayışının çözümü değil midir? Birkaç yıl önce istikrar doğrudan gerici tarzda aranıyordu, bugün bu arayışa genel grev vb. laflarıyla devrimci görünüm verilmeye kalkışıldı. Perinçek’in, SP’nin genel grevin beli başlı siyasal talepleri olarak formüle ettikleri “Özal-ANAP hükümetini devirmek”, “cumhurbaşkanlığı problemini çözmek” ve “demokratik erken seçim”dir. Özgürlük Dünyası genel grev ve siyasete bu yaklaşımı reformculuk olarak nitelendirmiştir.
“Eceli gelen it cami duvarına siyermiş”! Teori’de Özgürlük Dünyası ile aklı sıra “dalga geçen” Ender Helvacıoğlu adlı reformcu, reformculuğun onurunu kurtarmaya çalışıp övünürken kurbağa gibi şişiniyor:
“Özgürlük Dünyası… genel grev şiarını öteden beri benimseyen SP’yi karalamaktan geri kalmıyor. Bu ‘yavuz hırsız’ tutumudur. Özgürlük Dünyası bunu hep yapıyor… Dürüst olmayan tutum, trenin en son katarından, makinisti kuyrukçulukla, reformculukla eleştirme tutumudur.” (Teori 13, sf. 63)
SP “siyasal öncü”, “makinist”; Özgürlük Dünyası ise genel grevden yeni söz etmeye başlamış! Ne hakkı varmış “öncü”yü reformculukla suçlamaya, bu kara çalmaymış! Bu ülkede SP’nin şefleri dâhil hemen herkesin “maceracılık”, “solculuk” yaftasını asmasına rağmen yıllar öncesinden bu yana genel grevi kimlerin savunduğunu, koşullarının giderek olgunlaşması ve işçi yığınlarınca bu slogana sahip çıkılması sonucu burjuva partileri ve sendika bürokratlarına kadar “genel grevciler”in nasıl çoğaldığını namussuz olmayan herkes teslim edecektir. Ama Helvacıoğlu bu kategoriye girmiyor. Utanmadan Marksistleri “trenin en son katarına” binmekle suçluyor. Çerçeve yazımızda (Yazının sonunda EK) Marksistlerin, öncesine gitmeden, 1 yıl önceki saptamalarını yayınlıyoruz.
Ve “önce savundum” yarışmacı övünmeci pis tutumu bir yana, kim ne zamandır savunursa savunsun, genel grevi, Özal ve hükümetin devrilmesine, cumhurbaşkanlığı probleminin çözülmesine ve demokratik erken seçime bağlamak burjuva muhalefetçiliğidir, reformculuktur. “Yavuz hırsızlık” tam da reformculuğu devrimcilik olarak lanse etme tutumudur. SP ve şefleri “bunu hep yapıyor”.
Helvacıoğlu’nun övünme vesilesi yaparak Eylem dergilerinden aktardığı ne denli “genel grevci” olduklarına ilişkin pasajları özetleyelim:
“…Temel hak ve özgürlükleri gerçekleştirmek, sendikal özgürlükleri sağlamak, şeriatçı ve ırkçı tırmanışa ‘dur’ demek, halkın güvenini yitirmiş ANAP iktidarına son vermek ve cumhurbaşkanlığı problemini çözmek görevleri işçinin omuzlarında. Bütün bu koşullar işçi sınıfının üretimden gelen ağırlığını ortaya koymasını zorunlu kılıyor. Genel grev ne anarşidir, ne kaos. Bir çözümdür…”
“Kukla sivil kurumlarla maskelenmiş militarist rejim girişimlerini püskürtmek için, demokrasi ve özgürlükleri kazanmak için, demokratik bir erken seçim için, bütün bunları gerçekleştirecek genel grev yoluda…”
“Halkın refah düzeyini yükseltmek, demokratik hak ve özgürlükleri kazanmak, şeriatçı yükselişi durdurmak, suikast ve komploları önlemek, bir askeri darbenin önünü kesmek, Doğu’da, eşitlik ve özgürlük temelinde bir çözümün kapısını açmak, Körfez’de ABD’nin yanında savaşa girmemizi engellemek ve bunların önündeki esas engel Özalları yıkmak için genel grev! Demokratik erken seçim için genel grev!” (Cumhurbaşkanı seçimi sırasında F. Özbilgen Cumhuriyet’teki köşesinde bir elçilik kokteylinde Perinçek’in İnönü’ye niçin cumhurbaşkanlığını düşünmüyorsunuz diye sorduğunu yazmıştı. Konuşma şöyle geçmişti; İnönü- Birilerinin önermesi gerek. Perinçek- biz öneriyoruz. İnönü- siz kimsiniz? Bu dilayog yalanlanmadı.)
Özgürlük Dünyası, SP genel grev sözü etmedi demedi. Ama Özgürlük Dünyası, “bugün içinde bulunduğumuz koşullarda genel grevin zorunlu olduğu inancındayım” (Yüzyıl, sayılılı, s. 32) diyen Cevdet Selvi ve SHP’sinden de pek fazla “genel grevci” olduğunu düşünmemektedir SP’nin. Yazıldı, bugünlerde hemen herkes “genel grevci”. SP’nin ne denli “genel grevci” olduğu, tek bir kelime eleştiri yöneltmeden Cevdet Selvi’nin konuya ilişkin görüşlerinin reklâmını yapmasından anlaşılıyor.
Önemli olan taleplerdir. Genel greve yüklenen içeriktir. Hedeflerdir. Tutumun reformcu mu devrimci mi olduğunun ayıracı buradadır.
“ANAP iktidarına son vermek ve cumhurbaşkanlığı problemin çözmek” nasıl bir işçi talebidir? Bu talebi formüle eden bir parti nasıl “siyasi öncü” olabilir?
Marksistler devrimci ve demokratik işçi köylü iktidarı propagandası yaparlar. Bu propagandayı sınıfın ve emekçilerin acil taleplerinin propaganda, ajitasyonu ve gerçekleştirilmesi eylemiyle birleştirirler. Hükümet sorunu karşısında kayıtsız değildirler. Ama bu, bir burjuva hükümet yerine diğerini tercih etmek değil, diktatörlüğü başındaki hükümetin şahsında ve onunla birlikte teşhir etme ve güçsüzleştirme anlamındadır. Marksistler herhangi bir burjuva hükümeti öngörmek ya da daha ileri giderek ona katılmak durumunda değillerdir, maksimden vazgeçip reformculuk savunulmadan böyle bir tutum alınamaz.
Kapitalizm ve burjuva diktatörlüğü koşullarında hükümet önerileri, çeşitli türden burjuva hükümetlerini destekleme ya da bunlara katılma ve ulusal uzlaşma Anayasaları peşine düşmenin reformculuğuna ve mevcut düzenin eklentiliği oluşuna ilişkin Marksizm’in klasiklerinden alıntılar yapmak gerekmiyor. ANAP hükümetine son vermek… Peki, alternatif nedir? Nasıl bir hükümet öngörülecek? Devrimci işçi-köylü hükümeti mi? Halk Cephesi hükümeti mi? Yoksa Aydınlıkçıların gediklisi olduğu türden herhangi reformcu bir burjuva hükümeti mi? Yoksa bir darbe hükümeti mi? Tarihleri içinde Aydınlıkçılar, “Kemalist darbe hükümetleri” önerdiler, 12 Mart’ı ve Erim hükümetini kuruluşu sırasında desteklediler, 73, 75, 77 seçimlerinde Ecevit CHP’sine oy verilmesi çağırısı yapıp CHP hükümeti önerdiler ve bunları desteklediler, Eylül öncesi “milli birlik hükümeti” olarak AP-CHP koalisyon hükümeti önerdiler, 83 sonrasında DYP, SHP, DSP ve hatta ANAP’ı da kucaklayacak bir milli uzlaşma sağlamanın peşine düştüler, kapitalist düzenin “demokratik” “milli uzlaşma Anayasası”nı oluşturmayı önerdiler, hep “istikrarı” sağlayacak burjuva hükümetler arayışı içinde oldular. Şimdi de kalkmış “emekçi çözümü” olarak göstermeye çalıştıkları bir başka istikrar hükümeti öneriyor, ama adını koymuyorlar.
Burjuva hükümetlerin kurulması ve cumhurbaşkanı probleminin çözülmesi görevleri “işçi sınıfının omuzlarında” diyorlar. İşçi sınıfı burjuva grup ve partiler arasında “arabulucu” mu olacak? Kimi önermeli ve kimin cumhurbaşkanlığı için mücadele etmeli işçi sınıfı? İnönü, Ecevit, Demirel? Hangisi? Yoksa Torumtay mı, ya da Perinçek?
İşçi sınıfı kuşkusuz ne hükümet ne de devlet başkanı sorunu karşısında kayıtsız olamaz. Ama aynı kesinlikle herhangi bir burjuva grup ya da partinin kuyruğu halinde yedeklenmeyi de reddedecektir. Sınıf, gündelik ve kısmi taleplerini gerçekleştirmeye çalışırken bu talepleri ile temel taleplerini, başlıca iktidar hedefine yönelik olarak birleştirmeyi öğrenecektir. Siyasal öncünün asli görevi budur ve bunu gerçekleştirmenin aracı olmayan partiye öncü değil kuyruk denir.
Bugün somut olarak işçi-köylü hükümeti ya da örneğin halk cephesi hükümetini önerebiliyor musunuz? Öneremiyorsanız ve Marksist ve devrimci olmak gibi bir kaygınız varsa, ancak işçi ve emekçilerin gündelik talepleriyle, devrimin olgunlaşma koşullarına bağlı olarak değişebilecek kısmi talepleri her daim devrim ve iktidar hedefine bağlayarak savunmak, propaganda ve ajitasyonunu yapmak, koşullara uygun olarak değişecek taktiklerle bu temelde devrimci bir eylem yürütmek zorunludur.
2000’e Doğru yazıyor: “İşçi sınıfı bugünden yarına iktidarı alacak durumda değildir, fakat bir iktidar yürüyüşüne geçmiştir. Özal’ın yerine iktidara kimin geleceği bu iktidar yürüyüşü perspektifi içinde anlam taşır. İşçi sınıfı kendisi yarın iktidara gelemiyor diye iktidar sorununa kayıtsız değildir. İşçinin iktidar yürüyüşü yakın vadede ‘demokratik erken seçim talebini içeriyor. Demokratik erken seçim, parlementer bir talep değil, darbeye set çeken emekçi kitle hareketinin talebidir. Emekçi halk herhangi bir erken seçim değil demokratik bir erken seçim istiyor.” (6 Ocak, sf. 12)
İşte bir reformcu saçmalıklar yığıntısı. İşçi sınıfı iktidarı alacak durumda değil, bu doğru. Ama işçi sınıfı “iktidar” sorununa kayıtsız kalmayacak diye, yerine “kimin geleceği”nin ajitasyonu bir yana propagandası da yapılmadan, ne önerildiğine dair bir ipucu bile verilmeden ANAP hükümetinin son bulmasıyla yeriniliyor. Kimin “iktidar”, yani hükümet olacağı mücadele içinde belli olacak. O zaman sen senin önerini ortaya koysana. Sen ne istiyorsun? Hangi hükümeti öneriyorsun?
Bu önerisizlik, bu devrimci alternatifi göstermekten kaçış “yakın vadeli” talep formülasyonunda da görülüyor: “demokratik erken seçim”. Demokratik erken seçim, herhangi bir erken seçim değilmiş, parlamenter bir talep değilmiş ama emekçi kitlelerin talebiymiş! Bir şey, söylendiğinde öyle mi oluyor?
Engels, Ailenin Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni’nde, “Genel oy, işçi sınıfının olgunluğunun ölçütüdür. Bugünün devletinde başka bir şey değildir ve olmayacaktır.” diyor. Bugünün devletinde seçim, erken ya da geç, en demokratiği olsun, ancak işçi sınıfının olgunluk ölçütüdür. İddia edildiği gibi ne darbenin önünü keser ne de “kahrolsun hükümet” sloganının “yakın vadede” alternatifini oluşturur. Bu iddia, parlamenter avanaklığın dik alasıdır. Batının burjuva demokratik ülkelerinde az mı erken ve zamanında seçim yapılıyor. Burjuva devlet koşullarında bunun olabildiği kadar “demokratik” olması neyi değiştirecektir? “Demokratik erken seçim”, parlamentarizm alanının niçin dışında bir talep oluyor? Çeşidi koşullarda, parlamenter ülkelerde erken seçim çözümleri emekçi halka benimsetilerek uygulamaya konur, ama bu talebin emekçi kitlelerce benimsenmesi, onun parlamenter ve reformcu niteliğini değiştirmez? Hem SP öyle dedi diye bu talep “emekçi kitlelerin talebi” mi oluyor. Hem de SP garantörlüğünde parlamenter bir talep olmaktan çıkıyor! Bu formülasyon, işçi ve emekçi kitlelerini parlamenter avanaklığa bulaştırmak ve burjuva parlamenter partilerin peşine takmanın ifadesidir.
Mevcut düzen ve bugünkü devlet koşullarında hükümet değişikliklerine “emekçi çözümü” yakıştırmasıyla devrimci anlamlar yüklemeye çalışma ve devrim ve sosyalizm propagandasının, devrimci işçi köylü diktatörlüğü propagandasının yerine hükümet değişiklikleriyle yetinen bir tutumu geçirmek, devrim kaçkınlığı adi bir kuyrukçuluktur. Üstelik hükümet değişikliklerini seçim yoluyla sağlamayı öngörmek, “seçim”’in başına ne kadar “demokratik” sıfatlar eklenirse eklensin, kuyrukçuluğun parlamentarizmidir. Kitle ve emekçi diye diye, işçilerin kitlesel eylemlerinin, hem de siyasal talepler de içermeye başlayarak geliştiği koşullarda, “erken seçim” ve parlamento kanalına akıtmaya yönelmek adiliğin adiliğidir. SHP ve DYP erken seçimi yıllardır savunuyorlar. Ayranının kabardığını hisseden SP de savunsun, çok görmemeli! Burjuvalar barikatın öte yanında kalıyor.
Komünistlerin işçi ve emekçi kitlelerin taleplerine, bu taleplerin formüle edilmesine yaklaşımı nasıldır? Komünistler, işçi ve emekçi kitlelerin günlük, kısmi ve temel taleplerini birleştirerek savunurlar:
“Komünist partiler her yerde işçi yığınlarının ve bütün emekçilerin günlük taleplerini savunur, burjuva parlamentolarının kürsülerini devrimci propaganda ve ajitasyon amacıyla kullanır ve bütün kısmi görevleri hedefe, proletarya diktatörlüğü uğruna verilen mücadeleye tabi kılar; Komünist Enternasyonalin partileri aşağıdaki şu ana konularda kısmi talepler ve kısmi sloganlar öne sürer:
“Dar anlamda işçilerin çıkarlarını savunmak için- Siyasal mücadelenin sorunları (büyük sanayi anlaşmazlıkları, sendika ve grev hakkı, vb.) haline gelebilecek olan ekonomik mücadele sorunları (tröst sermayesinin saldırısına karşı savunma, ücret ve çalışma süresi sorunları, (vergi, pahalılık, faşizm, devrimci partilerin kovuşturulması, beyaz terör, genelde hükümetin politikası); nihayet dünya politikasına ilişkin sorunlar: Sovyetler Birliği’ne ve sömürge devrimlerine karşı tavır, uluslararası sendikal hareketin birliği için mücadele, emperyalizme ve savaş tehlikesine karşı mücadele ve emperyalizme karşı mücadelenin sistemli biçimde hazırlanması.
“Köylülük içinde kısmi talepler: bunlar vergi politikası, köylülüğün ipotek borçları, tefeci sermayesine karşı mücadele, köy yoksullarının toprak ihtiyacı, kira bedeli ve ortakçılık hakları vb. ile ilgilidir.
“Bu kısmi taleplerden hareketle, komünist partisi, gittikçe daha üst düzeyde sloganlar atmalı ve sonuçta büyük toprak mülkiyetinin istimlâki sloganı ve işçi-köylü hükümeti (gelişmiş kapitalist ülkelerde proletarya diktatörlüğü ile geri ülkelerde ve sömürgelerin bir bölümünde ise proletarya ve köylülüğün demokratik diktatörlüğüyle eş anlamlı olarak) sloganına dek yükselmelidir.” (Komünist Enternasyonal Programı’ndan)
Burada işin özeti var. Ekonomik ve siyasal nitelikli kısmi, gündelik talepler ya da acil talepler proletarya diktatörlüğü için verilen mücadeleye tabi kılınmalıdır. Tüm sloganlar gibi, iktidar sloganı önce propaganda sloganıdır, giderek ajitasyon ve eylem sloganına dönüşür. Ama reformculuğu savunmadan işçi ve emekçi kitlelerin talepleri arasında hükümet değişikliği, cumhurbaşkanlığı problemi ve erken seçime ilişkin talep ve sloganlara yer bulunamayacaktır.
Şaşkın reformcu yazarımız Menşevik Helvacıoğlu, Maoculuğun temel çelişme -“baş çelişme”/merkezi görev- kavranacak halka kavrayışlarıyla oynayarak Özgürlük Dünyası’na ders vermeye yelteniyor. Ders, reformculuk üzerine. Yazar, yana yakıla diktatörlüğü değil de hükümeti hedeflemenin yeterli olacağını anlatıyor. Şimdi, “baş çelişme” Maocu kavrayışına göre her şey hükümetin devrilmesine tabi olarak “mücadele” edilecek ve tabii, temel çelişme de var onun çözümüne de sıra gelecek. Bugün her şey hükümetin devrilmesi ve “erken seçim”e bağlı olarak “çözülecek”, bu da “emekçi çözümü” olacak! Şöyle yazıyor:
“Özgürlük Dünyası, ‘illa merkezi görev denecekse, bugün merkezi görev ANAP’ın yıkılması değil, tekelci burjuvazi ve toprak ağalarının siyasal iktidarı olan faşist diktatörlüğünün yıkılmasıdır’ diye yazıyor. Böyle bir merkezi görev tespit etmek ‘politikasızlık’ anlamına gelir. Temel çelişme, baş çelişme, merkezi görev, kavranacak halka tespitleri bütünsel bir pakettir. Birbirlerinden ayrı düşünülemez. İşbirlikçi tekelci burjuvazinin ve toprak ağalarının siyasal iktidarını yıkmak ve tabii bizim gibi ülkelerde bu iktidarın esas kaynağı emperyalizmi defetmek bir devrim meselesidir, yani temel çelişmenin çözülmesidir, programatik bir hedefi ifade eder. Baş düşman, merkezi görev, kavranacak halka tespitleri ise bu programatik hedeflere ulaşmak için geçilecek yolları ve somut politikaları ifade eder. Özgürlük Dünyası öyle bir merkezi görev tespit etmiş ki, hiçbir somutluğu yok, her dönem geçerlidir. Bu ‘tek yol devrim’ anlayışıdır ve çok keskin gibi görünmesine rağmen, politik mücadeleden vazgeçmek anlamına gelir.
“Eğer olgun devrimciler gibi tartışacaksak, her lafımızın başına ‘devrim, sosyalizm’ gibi kelimeleri yerleştirme, kendimizi ‘ama bunu devrim için istiyorum’ deme zorunluluğunda hissetme çocukluğundan kurtulmuş olmamız gerekir.
“Bugün Özal ve ANAP iktidarının devrilmesi somut politik görevdir. Bu içinde yaşadığımız sınırlı zaman dilimi için merkezi görevimizdir. ANAP iktidarını yıkmak isteyen başka güçler de olabilir. Örneğin bu hedefe ‘askeri darbe’ yoluyla veya ‘oy’ yoluyla ulaşmak isteyenler de olabilir. Proletarya hareketinin bu güçlerden farkı, birincisi, onlara karşı siyasal mücadele ve işçileri seferber etme yoluyla, ikincisi hangi aracı kullanacağıyla ortaya çıkar. Biz devrimci işçilerin inisiyatifindeki bir genel grev yoluyla ANAP iktidarını yıkmak istiyoruz. Kavranacak halka tespitimiz budur. Devrimci ve köktenci bir gelişmeye yol açacak, programatik hedefimize bizi yakınlaştıracak araç budur. Sonuç alıcı devrimcilik böyle bir tarzla ortaya çıkar, yoksa soyut devrim propagandasıyla ve her dönem için geçerli sloganlarla devrim de başarılamaz. Özgürlük Dünyası da keskin görüntüsünün altında bunu yapıyor.” (Teori 13, sf. 67-68)
Yazar! Sen her şeyden önce “devrim” ve “proletarya hareketi” gibi lafları bir yana bırak. Ağzına hiç yakışmıyor.
Temel çelişme,-“baş çelişme”- merkezi görev gibi kavramlarla oynamakla bir yere varılmaz. Maocu “baş çelişme” kavramını bir yana bırakıyoruz. Bu, temel ve diğer çelişmeleri işlevsel olmaktan çıkaran, her çelişmenin çözümünün sözde bir “baş çelişme”ye ve çözümüne bağlanmasını, düşmanlarla dostlaşmayı vb. ifade eden, felsefi ve politik olarak yanlış ve zararlı bir kavramdır.
Temel çalışmayı burada tartışmanın gereği yok. Ama bir hatırlatma yararlı olacak: Aydınlık, Halkın Kurtuluşu ile 75-76’larda uzun süre merkezi görevin ulusal mücadele mi yoksa demokrasi mücadelesi mi olduğunu tartışmıştı. Aydınlık emperyalizme karşı mücadele merkezi görevdir derken, Halkın Kurtuluşu iç gericiliğe, faşist diktatörlüğe karşı mücadele, demokrasi mücadelesi merkezi görevdir diyordu. Tartışma, temel çelişmenin çözümünde kavranacak halkanın (o dönem bu, Mao’dan etkilenerek “baş çelişme” olarak nitelendiriliyordu) dış (milli) çelişme mi yoksa iç çelişme mi olduğunun farklı tespitinden kaynaklanıyordu. Dış çelişme ve ulusal mücadele savunması, devlete karşı mücadeleden öcüden korkar gibi korkan Aydınlık revizyonizminin bu “kaçamağı”, onları Amerikan emperyalizmi ye NATO’culuğun savunuculuğuna kadar götürdü. “Üç dünya teorisi”nin zemini, Aydınlıkçıların bu kaçamağı oldu.
Kavranacak halka ya da o zamanki deyimle “baş çelişme”, hiç de yazarın söylediğine benzer bir şey değildi, genel grev benzeri bir şeyden farklı olarak temel çelişmeyi çözmek için hangi çelişmenin kavranacağı sorunuydu. Merkezi görev de bu temelde demokrasi mücadelesi (diktatörlüğe karşı mücadele) ya da ulusal (diktatörlüğün dayanağı olan emperyalizme karşı) mücadele olarak saptanıyordu. Şimdi merkezi görev, ANAP hükümetinin devrilmesi, kavranacak halka da, ANAP’ın devrilmesi için gerekli halka yaklaşımıyla genel grev oldu.
Paketmiş! Merkezi görevin diktatörlüğün devrilmesi olmaktan çıkarılıp hükümetin devrilmesine indirgenmesi neyi ifade eder? Devrim diye bir niyet ve yaklaşımın olmadığını.
Helvacıoğlu, Perinçek’in Körfez sorunu üzerine sağa sola cevap yetiştirmeye uğraştığı Teorinin geçen sayısındaki yazısından güzel öğrenmiş: “her lafın başına devrim konması gerekmez”miş, “ama bunu devrim için istiyorum” demek zorunda olmamalıymışız! Bayım, sen diktatörlüğe değil hükümete karşı mücadeleyle yetinme anlayışında olunca istersen her kelimenin başına “devrim” sözcüğünü yaz, reformcu olmaktan kurtulamazsın ki! İstediğin kadar “ama ben bunu devrim için istiyorum” de, devrim için bu istenmez ki? Sen diktatörlüğe karşı propagandayı soyut devrim propagandası olarak nitelendirip, somutluğu hükümetin devrilmesinin hedeflenmesinde aradığın sürece, erken seçim arayışında olduğun sürece ne bin tane “devrim” sözcüğü seni kurtarabilir ne de devrim için mücadele ettiğine devrimcileri inandırabilirsin.
Marksistlerin merkezi görevinin somutluğu yokmuş, her dönem için geçerli merkezi görev tespit edilmişmiş! Koşullar değişmeden tespiti mi değiştirmek gerekiyor beyimizi memnun etmek için. Ola ki gün gelir, emperyalizme karşı mücadeleyi merkezi görev ediniriz. Ve soyutluktan kaçınmak için devrim hedefinden vaz mı gecelim, devrim ve işçi-köylü diktatörlüğü propagandası mı yapılmamalı bunun için? Oysa devrim, bugün uzakça bir hedef olmakla birlikte; işçi ve emekçi eylemin içinde somut olarak yaşatılmaya çalışılıyor. Bu, birincisi, devrim propagandasıyla yapılıyor, tüm kısmi taleplerin temel talep olan diktatörlüğün devrilmesi talebiyle bağı kurulmaya çalışılarak yapılıyor. İkincisi, devrim hedefinin yakınlaştırılması amacıyla doğru kısmi talepler formüle edilerek yapılmaya çalışılıyor. Ücret artışı talebinden, siyasal, sendikal, ulusal özgürlük talebine kadar. Marksistlerin genel grev için formüle ettikleri talepler çerçeve yazılarından birini oluşturuyor.
Ama bu talepler arasında hükümet değişikliği ve bunun için erken seçim talebine yer yoktur. Hükümet değişikliğini devrimci alternatifi, koşullarıyla birlikte oluşmaya başladığında talep olarak formüle edecek Marksistler. Bu formülasyon işçi-köylü hükümeti, halk cephesi hükümeti ya da benzeri bir formülasyon olacak.
Beylerimiz bugünkü devlet koşullarında hükümet değişikliği istiyorlar, başkaları da isteyebilirmiş. Aydınlıkçıların farkı askeri darbe ya da oy yoluyla değil genel grev yoluyla değişiklik istemesindeymiş. Peki, ama siz genel grevin talebi olarak “demokratik erken seçim”i, yani “oy” yoluyla değişikliği öne sürmüyor musunuz? Ve zaten devrimci bir dönüşüm ve burjuvazinin siyasal iktidarının (hükümet değil, devlet) devrilmesine bağlanmayan hükümet değişikliklerinin “oy” ya da yine onun bir varyasyonu olan milletvekilleri satın almak gibi parlamento içi kombinasyonlarla “darbe” dışında hangi yolu olabilir? Kitle eylemi mi? Ama bu eylem devlet iktidarını dönüştürmeye yönelik değilse, ancak ve ancak darbe ya da oy yoluyla hükümet değişikliklerinin uygun koşullarını oluşturmak ve dolayısıyla burjuvazinin çeşidi grupları tarafından yedeklenmek dışında bir muhtevaya sahip olamaz.
Özgürlük Dünyasının anlayışı “tek yol devrim” anlayışıymış! Ya ne olmalıydı, reformlar tek yoldur mu denmeliydi? Elbette tek yol devrimdir ve tüm faaliyetler, siyasal-ekonomik ne türden olursa olsun, devrim ve iktidar yoluna bağlanmalı, bu temel hedefe yönelik olmalarıdır. Bunun kuşkusuz beyimizin göstermeye çalıştığı gibi devrim lafı etmekten başka bir şey yapmamakla ilgisi yoktur. İtiraz, yalnızca devrim öncesine bir taktik aşama olarak hükümetler devirme aşamasına konmasınadır. Beyimiz devrim hedefinle ancak hükümetler devirmeyi hedef alan bir taktik çizgisi izlenerek varılabileceği iddiasında. O da devrim istiyormuş ama yol düz değilmiş, taktikler izlemek gerekirmiş. Bay şaşkın kalkmış ciddi ciddi bunları anlatıyor. Demek taktik çizgiye sahip olmak gerektiğini, taktik diye bir şeyin olduğunu beyimizden öğreneceğiz! Kaptırmış kendini, o, yılların öğretmenin ruhuna sinen edayla, bilgiççe ders veriyor: “Eğer kurmaysak, sadece ana hedefi tespit edip, her durumda başka bir şey söylemeden temcit pilavı gibi bunu tekrar etmekle savaş kazanılamayacağını bilmemiz gerekir… Strateji tespit edildikten sonra mesele, artık taktikleri ustalıkla belirleyip uygulamaktır.” (Agy.)
Beyimiz, birkaç işçiyle bağ kurunca kendisini Güliver, ülkeyi de cüceler ülkesi sanmaya başlamış. Kiminle tartıştığının ayırtında değil, dolmuşa binmiş gidiyor. Hatırlatmakta yarar var: beyim karşında daha 1979’da “Ocak Deklarasyonu” adıyla, “ülkenin devrim öncesi geçiş dönemi” koşullarını yaşamakta olduğu tespitinden hareketle, devrimin yükselişine uygun geçiş talep ve sloganlarını belirleyen ve bir “taktik mücadele platformu” hazırlayan bir misyon dergisi var. Boşboğazlığa gerek yok! Genel grevi de yalnızca sen öngörmüyorsun. Senin hükümet değişikliği amacına yamamaya çalışmandan çok farklı olarak, ülkenin iç ve dış durumuyla burjuvazinin bugünkü çıkmazı ve güçsüzlüğünü, proletaryanın mücadeleci coşkusunu, yetersiz önderlik koşullarını dikkate alarak sınıfın ve emekçilerin en geniş kitlesini eylemin olanaklı en yüksek ve ileri düzeyine çekme ve örgütleme yükümlülüğüyle talep, slogan ve eylem biçimlerini formüle etmeye çalışarak genel grevi taktik bir silah olarak ele alıyor Marksistler. Hükümet değişikliğini değil iktidar hedefini yakınlaştırmak için genel grev sloganı atmış ve onu bu yönde kanalize etmeye çalışmış birileriyle tartışıyorsun.
Beyimizi rahatlatalım. “Her sürecin kendi merkezi görevi vardır. Devrim sürecinin de merkezi görevi tespit edilebilir… Ayrıca her sınırlı zaman dilimi için merkezi görevler tespit edilir. Bunu bir parti ülke çapında yapabileceği gibi, her yerel örgüt de geneli gözden kaçırmadan kendine özgü merkezi görevler saptayabilir. Bunlar somut siyasi terimlerdir ve günün koşulları tahlil edilerek tespit edilen somut politik hedefleri belirtirler.” (Agy.) diyor Helvacıoğlu.
Yanlış yok pek, eksik var. Belki, yerel parti örgütlerinden bahsedilirken kullanılan “geneli gözden kaçırmadan” ibaresinin karşılayabileceği işin temel bir yönü vurgulanmalıdır. Karmaşık süreçlerinin birbirleriyle bağlantı ve ilişkileri ve süreç içinde, süreçlerin dikkate alınması, görevlerin birbirine karıştırılmaması ve özellikle süreç içinde sürecin merkezi görevinin asıl sürecin merkezi görevinin yerine ikame edilmemesi ya da önüne geçirilmemesi açısından önemi dirimseldir. Yoksa doğrudur. Her sürecin bir merkezi görevi vardır. Merkezi görevler değişebilir de ve üstelik yalnızca politik hedefleri belirtmekle kalmaz merkezi görevler, örgütsel, ya da teorik hedefleri de belirtebilirler. Kısacası, karşınızda saplantılı birileri yok. Ama devrim sürecinde bir ön ya da ara süreç ya da aşama olarak şu ya da bu hükümeti devirme süreci icat edilmesinin Menşevizmi ve reformculuğu da ayrı sorun. Hükümetler devletin yürütme gücü olarak anlamlıdırlar, ondan ayrılarak hükümet devirme süreci diye ayrı bir süreç söz konusu edilerek devrimcilik yapılamaz.
Devrimciler ne zaman bugünkü devlet henüz yarınki devletle yer değiştirmeden bir hükümet değişikliğini öngörebilirler? Örnek halk cephesi hükümetlerinde yaşandı. Burjuva devletin çalışamaz hale geldiği, örneğin faşist diktatörlüklerin yıkılmasının hemen öncesi koşullarda, henüz burjuva devlet makinası varlığını korurken ve proletarya diktatörlüğünün henüz sübjektif koşulları olgunlaşmamışken, faşist diktatörlüğü yıkmanın, ona karşı mücadelenin bir organı olarak devrimci hükümetler olanaklıdır ve koşullan ortaya çıktığında bu tür hükümetler devrimci bir alternatif oluşturur ve Marksistler bu tür hükümetleri yalnızca önermez, onlara katılır ve bu aracı da proletarya diktatörlüğü hedefine ulaşmak için kullanırlar. Olağan koşullarda bugünkü devletin şu ya da bu hükümetini önermek ve bunlara katılmak ise su katılmamış reformculuk ve burjuva uşaklığı ve kuyrukçuluğudur. SP’nin, genel olarak Aydınlıkçıların “yaptığı hep budur.”
Komünist Enternasyonalin, ülkemiz Marksistleri tarafından yıllardır uygulanmakta olan taktik çizgi sorununa yaklaşımını aktararak konuyu değiştirelim:
“Komünist partisi, taktik çizgisini saptarken, mevcut iç ve dış durumu, sınıf güçlerinin karşılıklı oranını, burjuvazinin sağlamlık ve güçlülük derecesini, proletaryanın mücadeleye hazır olma düzeyini, orta tabakaların tutumunu vb. hesaba katar. Parti, mümkün en geniş yığınları bu mücadelenin en yüksek düzeyinde harekete geçirme ve örgütleme zorunluluğundan yola çıkarken, sloganlarını ve mücadele yöntemlerini söz konusu koşullara uygun biçimde belirler. Devrimci bir durumun olgunlaşması halinde parti, bir dizi geçiş sloganı saptar ve varolan koşullara uygun olarak, devrimci ana hedefine, iktidarın ele geçirilmesi ve burjuva-kapitalist toplum düzeninin yıkılması hedefine tabi kılacağı kısmi talepler öne sürer, işçi sınıfının günlük taleplerini ve günlük mücadelelerini ihmal etmek, parti faaliyetini sadece bunlarla sınırlamakla aynı derecede hatalı, yapılmaması gereken bir şeydir. Partinin görevi, günlük ihtiyaçlardan hareketle, iktidarı hedef alan devrimci mücadelede işçi sınıfına önderlik etmektir.” (Komünist Enternasyonal Programından)

***
Yakın zamana kadar D.Perinçek Özgürlük Dünyası yazarlarına -sürekli reddedilen- görüşme talepleri iletiyordu. Aydınlıkçı dergilerde Özgürlük Dünyası’nın görüşleri olumlanıyor, dergimize “aramızda bir çizgi farklılığı olmadığı” mesajları iletiliyordu. Söylendi: “eceli gelen it cami duvarına siyermiş”! Şimdi Özgürlük Dünyası “olgunlaşmamış devrimci”, “solcu”, “karaçalıcı”, “ucuz politika yapıcı” vb. oldu. Biz değişmedik. Aydınlıkçılar da değişmedi. Ama bitlerinin kanlandığı anlaşılıyor. Bu saldırı, Aydınlıkçılar kendilerini güçlü hissettiklerinde geçmişte de yöneltilmişti. Sonu hayırlı olmadı. Aydınlık kimsenin yüzüne bakmadığı bir grup haline geldi. Şimdi de üç kuruşluk reformcu cürümleriyle yer yakacaklarını sanıyorlarsa, aldanıyorlar. Bizden söylemesi…
Bay Helvacıoğlu, Özgürlük Dünyası konumu ve görevini defalarca ortaya koymamış gibi, bunu bilmezden gelerek, genel grev ajitasyonu, çağrı ve direktifleri bulamadığı Özgürlük Dünyasını sigaya çekmeye yelteniyor “Sınıfın Marksist-Leninist öncü partisinin ısrarlı ajitasyonunun Özgürlük Dünyası sayfalarına ancak son iki ayda ulaşabildiği anlaşılıyor… Özgürlük Dünyası bir haber dergisi midir, yoksa aylık rapor dergisi mi? Bir şiar, geniş kitlelere mal olduktan ve artık meydanlarda dile getirildikten sonra, ‘işçilerin genel greve duydukları ilgi artıyor’ demek, ‘Marksist-Leninist öncülük’ kavramıyla nasıl bağdaştırılabilir? … İyi güzel de, nedir bu siyasi talepler? En sıradan işçi bile siyasi taleplerini meydanlarda dile getiriyor. Özgürlük Dünyası ise hala bu konuda bir tespit yapmıyor… Özgürlük Dünyası somut öncü politikada yok ama ucuz politikayı çok iyi beceriyor.” (Agy.)
Özgürlük Dünyası hiçbir zaman Marksist-Leninist öncü olduğunu, öncü politika yaptığını ve yapacağını iddia etmedi. Özgürlük Dünyası bir ajitasyon dergisi olmadığı gibi politika üreten, taktik çizgi geliştiren ve eylem direktifleri veren bir dergi de değildir. Bunlar açıklandı. Haber dergisi olmak da onun esas özelliği değildir. Özgürlük Dünyası başlıca teorik bir dergidir, Marksist teorinin ve politikanın çeşitli yönleriyle açıklanıp yaygınlaştırılmasıyla görevlidir. Bay Helvacıoğlu o, Özgürlük Dünyası’nın yapmadığını söylediği işlerin Marksistlerce değişik yollarla yapıldığını bile bile, dergimize ilişkin olarak böbürlenerek söylediği şeyi yapmaktadır: “çamur at izi kalsın”! Dergimizin, zaten yapmayacağını söylediği şeyleri yapmamakla eleştirmek, yasalcılığın yanı sıra doğrusu pek de ahlaklıca oluyor! Meydanlarda bugün Marksistlerin formüle ettiği sloganlar kitlelerce atılmıyor mu atılıyor mu, işçiler bu taleplerle harekete geçiyor mu geçmiyor mu, Marksistler henüz -Aydınlıkçılar gibi !!!- sınıfa öncülüğü bütünüyle başaramasalar da onun belirli kesimlerini yönetebiliyorlar mı yönetemiyorlar mı -önemli olan budur. Yoksa her şey Özgürlük Dünyası tarafından yapılacak diye iddia edilmedi. Bu eleştiriyi yönelten ve işçi hareketini yasal partileri ve dergileriyle yönetme iddiasıyla ortalıkta dolaşanlar, dönüp kendilerine baksın ve eğer kendilerinde o gücü buluyorlarsa yasalcılıklarına hayıflansınlar. Ya da yasal parti ve dergileri aracılığıyla yürüttükleri ajitasyon ve örgütlenme faaliyetiyle hükümet devireceklerinin hayalini kursunlar! Yasal parti ve dergi araçları “demokratik erken seçim” hedefine uygundur kuşkusuz. Ama diktatörlüğü devirme hedefi için asla! Salt bu nedenle bile, siz ancak “erken seçim” isteyebilirdiniz, ancak bunu yapabilirdiniz ve öyle yapıyorsunuz.
Düzen yardakçılığında Türk-İş’le birleşen, ondan farklı bir yönelim içinde olmadığı gibi genel grev konusunda Türk-İş’i tek kelimeyle eleştirmeyen, farklılık olarak ileri sürebileceği tek şey zaman zaman “işyeri komiteleri ve işçi inisiyatifi” lafları etmek olan (bu lafları zaman zaman Türk-İş bürokratları bile ediyorlar) SP için, Özgürlük Dünyası “genel grevi Türk-İş ağalarının önderliğinde bir eylem olarak görüyorlar” diye yazınca, bay Helvacıoğlu pek bozulmuş, Aydınlıkçı yayınlardan üç-beş alıntı yapmış ne denli işçi inisiyatifini savunduklarına dair. Biz de alıntılar yapalım:
SP başkanı F. İlsever: “Türk-iş Başkanlar Kurulu’nun oybirliğiyle aldığı kararlar tabanın isteğini yansıtıyor ve derinleşen krize karşı işçi sınıfımızın ağırlığını koyma kararlılığını gösteriyor. Genel eylem kararı gerçek muhalefetin yolunu gösteriyor.” (Yüzyıl, 4 Kasım, s. 16)
Burada sınıfla Türk-İş yönetiminin birbirinden ayrıştırıldığı Türk-İş yönetiminin sınıfın tutumunu yansıtmadığının ileri sürüldüğü söylenebilir mi? Türk-İş’in sınıfı seferber ettiği ve ona gerçek muhalefet yolunu göstererek önderlik ettiği belirtilmiyor mu yukarıda? Hani işçi inisiyatifi, hani Türk-İş’in olumsuzlukları? Burada gerçek bir önderlik kabulü var. Ve “kararlılık” ve tabanla birlik övgüsü…
Türk-İş kararıyla 3 Ocak arasında ve eylem sonrasında Aydınlıkçıların Türk-İş’e yönelttikleri tek eleştiri yok.
30 Aralık’ta D. Perinçek Yazıyor; “Simdi öğreniyoruz ki, bazı sosyalistler yapılacak genel grevi beğenmiyorlar. İşçi sınıfı onlara beğendireceği mücadeleleri de başaracaktır. 3 Ocak 1991, yalnızca bir başlangıçtır.” (2000’e Doğru, sf. 16)
Perinçek’in Türk-İş’in kararlarında itiraz ettiği bir şey yok. Tersine O, Türk-İş yönetiminin kararlarıyla ve tutumuyla sınıfı ve çıkar ve özlemini ifade ettiğini düşünüyor, Çünkü genel greve ilişkin Türk-İş kararında olumsuzluk bulup eleştirenlerin sınıfı eleştirdiğini savlıyor, Türk-İş yönetimiyle sınıfı birleşik halde ele alıyor. Bu, çizgisi Türk-İş’le birleşen Perinçek’in onun önderliğine ses çıkarmaması değil de nedir?
Genel grev, evet olumlu yönlerinin yanında olumsuzluklara da sahiptir. Olumlu yönler, başlıca sınıfın mücadeleci ruh hali ve kararlılığının sonucudur ve zaten Türk-İş yönetimi yasak savıcı tutumuna rağmen yalnızca ve sadece sınıfın tabandan gelen baskısı sonucu “genel eylem” kararı almak zorunda kalmıştır. Ne olursa olsun, tüm eksiklik ve yetersizliğine karşın sınıfın ilk kez bir genel greve çıkması, bu “işe gitmeme” biçiminde olsa bile, bir olumluluktur. Şöyle ya da böyle genel grevin yapılabileceği görülmüş, sınıf bir yasayı daha çiğnemiş, işlemez kılmıştır. Artık daha ileri eylemler ve gerçek genel grevlerin birlikte şalter indirmelerin önü açılmıştır. Üstelik Türk-İş kararı bir kısım fabrika ve işletmelerde aşılmış, “işe gelmeme” tutumu işe gidip şalter indirmeye ve yürüyüşlere dönüştürülmüştür. Sınıf Türk-İş’in de SP’nin de önündedir…  Ve her şeyin ötesindeki olumlu yön, madenci grevi ve yürüyüşü ile birlikte 3 Ocak eyleminin, yalnızca ulusal planda da değil, uluslararası alanı da kapsamak üzere, burjuva propagandasına ve ölgün aydın ruh haline bir yanıt oluşturmasıdır. İşçi sınıfının yok olduğu, sosyalizmin öldüğü masalları Türkiye işçi sınıfının canlılığı ve mücadeleciliğiyle ölümcül bir darbe yemektedir. Tüm yetersizlik ve zaaflarına karşın Türkiye işçi sınıfı bugün dünya proletaryasının gözbebeği durumundadır.
Ama 3 Ocak olumsuz yönlere de sahiptir ki, o olumsuzlukların başında eylemin “işe gelmeme” biçiminde gerçekleşmesi gelmektedir. Bu, sınıfın gerçek gücünü görmesini, bir arada bayramını yaşamasını, sınıf kardeşleriyle kucaklaşmasını, fabrikaların birbirleriyle birleşmesini, eylem içinde gücünün bilinciyle pişecek sınıfın eğitimini hem bu nedenle hem de tartışma-konuşma-aydınlanma olanağının olmaması nedeniyle engellemiştir. Türk-İş’in “işe gelmeme” kararı nedeniyle sınıf genel grevini hakkıyla yaşayamamış, bu kararla eylemin ilerleyişi ve olası üst boyutlara sıçraması önlendiği gibi, sınıfın örgütlenmesine katkısı da engellenmiştir. Önlenen bir başka şey, sınıfın diğer emekçi sınıflarla birleşmesidir. İşçiler evlerine kapatılarak, başka sınıftan emekçilere yönelmeleri engellenmiştir. Bunları beğenmek için D. Perinçek olmak gerekiyor. Sınıfın ilerlemesinden değil, yerinde saymasından yana olmak gerekiyor, sınıfın eyleminin en zararsız yoldan geçiştirilmesi yanlısı olmak gerekiyor ve tabii burjuva ya da burjuva ajanı olmak gerekiyor. Peki, 3 Ocak eyleminde beğenilmeyecek yönler bulanlara dudak büken havalı Perinçek Türk-İş önderliğini benimsemiş olmuyor mu?
D. Perinçek ve SP nerede ve hangi yönüyle Türk-İş yönetiminin kararını pratik olarak aşmayı öngördüler? Var mı böyle bir ilerletici tutum? “Demokratik erken seçim” ve buna bağlanan “meclis istifa” sloganlarını işçi hareketine yaymaya ve hareketi burjuva muhalefetin kuyruğu haline getirmeye çalışma gibi bir “ilerletici öğe”yi bir yana bırakalım. Hareketin bağımsız işçi eylemi olarak ilerletilmesi çabasının tek bir örneği bulanabilir mi SP yaklaşımında? Türk-İş önderliğini aşıcı, ilerletici tutum birincisi, eylemin bağımsız bir işçi hareketinin geliştirilmesinin ifadesi olarak siyasallaşma eğiliminin ilerletilmesini şart koşar. SP böyle bir tutum içine girmemiştir. Daha önemlisi, Türk-İş önderliği pratik olarak aşılmak gerekirdi. Bu, “işe gelmeme” tutumunu işbaşında şalter indirmeye, fabrikaların sokaklara boşalmasına ve sokak hareketinin geliştirilmesine dönüştürme, genel grevi halkın genel direnişiyle, genel olarak iş ve eğitimin bırakılması, kepenklerin indirilmesi ve sokaklara dökülmeyle birleştirme tutumunu savunmayla mümkündü. Türk-İş’i tek kelimeyle eleştirmeyen SP’nin böyle bir eğilime sahip olduğundan ve olabileceğinden söz etmek bile olanaksızdır. Taban inisiyatifini savunduğunu iddia eden fabrika ve sokakları savunmadan edemez, meclisle ve erken seçimle değil sokaklarla, sınıfın bağımsız eylemiyle ilgilenir. D. Perinçek, fabrika ve sokakların adamı değildir, SP fabrika ve sokakların partisi değildir. Onlar, burjuvazinin, düzenin ve onun parlamento gibi kurumlarının sistemine aittirler. Böyleyken, işçi yanlısı ve devrimci gibi görünmeye uğraşan sahtekarlardır.
Gelelim taban inisiyatifinin savunulduğu ve böylelikle Türk-İş önderliğinin kabul edilmediği iddiasına.
Helvacıoğlu’nun alıntıladığı Saçak’ın Aralık 89 sayısındaki Mustafa Birçek’in Türk-İş Kongresine ilişkin yazısından bir pasaj da biz aktaracağız:
“Solun iri kesimlerinin sınıf içindeki güçleri, aşırı tabancı ve her şeyi ilkeye bağlayan tutumları, muhalefet içinde dar grup olarak kalmalarını getirdi. Muhalefet içerisinde olmazsa olmaz anlayışında ısrar etmeleri genel olarak muhalefetin başarısına zarar verdi.”
Demek ki taban inisiyatifini savunan başkaları SP değil. Mustafa Birçek devrimcileri Türk-İş’in bürokratlarıyla birleşmekten ilkeli tutumla kaçınmaları dolayısıyla eleştiriyor. Ve bu yazı da taban inisiyatifi savunusunun örneği olarak Helvacıoğlu’nca alıntılanıyor!
Helvacıoğlugüzel güzel anlatıyor:
“Sosyalist parti en başından beri genel grevin güvencesinin tabandaki işçi inisiyatifi ve devrimci sosyalist işçi önderlerinin varlığı olduğunu tespit etti ve esas olarak onlara seslendi… Önce demokrat ve daha sonra tüm sendikacıları ikna etmenin yolunun da taban inisiyatifinin baskısı olduğunu belirtti ve üst düzeydeki ikna çalışmasını böyle bir perspektifle yürüttü. Ayrıca savaş yürüten bir kurmay tutumu aldı. Genel grev hakikatine katkısı olacak en ufak olguyu bile dikkate aldı, değerlendirdi. Genel greve şurasından burasından yaklaşan sendikacılara karşı sekter bir tutum almadı, tam tersine onları hareketin daha da göbeğine çekmeye çalıştı.”
Burada taban inisiyatifini mi sınıfın Türk-İş bürokratlarının etkisine terkinin mi olduğu tartışmalı! SP’nin Şevket Yılmaz ve Mustafa Özbek gibilerini “ikna”ya çalışırken, D. Perinçek’in söylediklerinden anlaşıldığı kadarıyla kendisinin ikna olduğu ve Türk-İş yönetimimin 3 Ocak’a ilişkin kararına hiçbir eleştirel ses yüksetlmeyip onun önderliğini “taban inisiyatifi” adına kabullendiği görülüyor.
Bu kazanıcı-“iknacı” savaş yürüten bir kurmay tutumu”na yeri gelmişken bir örnek daha verilmeli… 13 Ocak tarihli 2000’e Doğru’nun “Uzun Yürüyüş Dersleri”nde şunlar yazılı:
“İşçinin televizyonda yankılanan ‘en büyük polis biçim polis’, ‘en büyük ordu bizim ordu’ sloganlarını devlet ricali anladı mı acaba? … İşçi mücadeleyi kazanmaya bakıyor. Karşısındaki kuvveti bölecek sloganı arıyor. Zafer ilkesidir bu.”
Bu kadar olur! İşçilerin geri bilincine övgünün ve bundan harekede ordu ve polise yönelik yanılsamalı tutumun sürdürülmesine çalışmanın bu kadarı zor bulunur. Zafer ilkesiymiş, işçilerin karşısındaki kuvveti bölme tulumuymuş! Kardeşlik sloganlarına, askerlerin sınıf kökeninin ileri sürülmesi tutumuna gerek olmuyor mu? Pes! Ve üstelik bu sloganların doğruluğu işçilerin geri bilincinin tezahürü olarak değerlendirilmediği gibi, sözde “öncü işçilerin” ağzından “madenci, devletin ne olduğunu, polisin ve ordunun ne iş gördüğünü öğrendi” saptamasıyla birlikte ileri sürülüyor. “Mengen’de sorun, Özal sorunu olmaktan çıkıp devlet sorunu oldu” deniyor.
Barikatlar ve barikatta asker ve polisle karşılaşan, devleti en temel kurumları şahsında somut olarak karşısında gören madencinin devleti yaşayarak öğrenmeye adım attığı kesin, bu barikattan dönüşte ve göz altılardan sonra sloganların siyasallaşmaya yönelmesiyle görüldü. Ve zaten sonra “en büyük…” sloganları atılmaz oldu. Şu açık ve gerçek ki, devlete ilişkin bilinçlenme ilerledikçe orduya övgüden vazgeçilir, çünkü bu ikisi bağdaşmaz şeylerdir ve birliği “kuvvet bölme” vb. türünden safsatalarla açıklanamaz. Devletin ne olduğunun öğrenilmesi bilinç sıçraması, ilerleyişi iken, “en büyük ordu…” geri bilinci ifade eder. SP ve Aydınlıkçılar her adımda reformculuk ve yardakçılığın bir formülünü buluyorlar. “Bunu hep yapıyorlar”, bu işte çok becerikli ve iflah olmazlar.
Kürt sorunu karşısında Perinçek ve SP’nin marifetlerini ileriki yazılarımıza bırakıyoruz. Ama tek cümleyle, Kemalizm’in Kurtuluş Savaşı sırasındaki Kürtlere yönelik yedekleyici ve aldatıcı tutumunun propagandasını yapan Perinçek’in DGM’deki son sorgusunda da “Perinçek konuşmalarında döne döne birlikten yana olduğunu söylemiştir.” şeklinde kendisini savunduğunu belirtelim.
Gelelim bay Helvacıoğlu’nun son çarpıtmasına. Bayımız Özgürlük Dünyasının Fransız liselilerinin mücadelesini sosyalist mücadele olarak değerlendirdiği çarpıtmasını yaparak şunları yazıyor: “ANAP iktidarını yıkmak için genel grev çağrısı yapan SP ve on binlerce işçi reformcu oluyor. Parasız eğitim için yürüyen çoluk çocuk ise sosyalist taleplerle düzene isyan eden kapitalizm karşıdan. Ne diyelim. İnsanın dengesi bir kez şaşmaya görsün.” (Teori 13, sf. 69)
Helvacıoğlu gibi aklıevvel ve ahlaksız çocuklarla uğraşmanın insanın üzerinde olumsuz bir etki yapabileceği gerçeğini kabul ediyoruz. İnsan şaşıyor: bu kadar zibidilik nasıl bir araya getirilebiliyor!
Evet, Özgürlük Dünyası ANAP hükümetini hedefleyen genel grev yozlaştırması nedeniyle SP’yi reformculukla bir kez daha tanımlamıştır. Ama biz hiç bir yerde “on binlerce işçi” için reformcu nitelemesi yapmadık. İşçiler olsa olsa reformcuların peşine takılırlar, sınıf bilincine ulaşmadıkça. Ama şöyle ya da böyle işçi sınıfının ekonomik taleplerle bile ayağa kalkışı düzen karşıtıdır. Yeter ki kendi talepleriyle ayağa kalksın. Bu durum, Helvacıoğlu’nun “eleştiri” konusu ettiği yazıda da belirtilmektedir: “genel grev gündemine aldığı taleplerden ve onu örgütleyenlerin iradesinden bağımsız olarak bir sınıfın (işçi sınıfı) başka bir sınıfa (burjuvaziye) karşı eylemidir.”
Fransız gençlerinin eylemi için ne dedi peki Özgürlük Dünyası? Beyimiz gençlerin “parasız eğitim” vs. türünden akademik taleplerle harekete geçtiğini söylüyor ve sanki biz bunları belirtmeden harekete katıksız sosyalist bir anlam yüklemişiz gibi, dergimizden bildiğince cümleleri atlayarak aktarma yaparak mahkûmiyetimize karar veriyor. Yazıyı tümüyle aktarıyoruz:
“Fransa’da bir ayı aşkın süredir lise öğrencileri eylem halinde. Başlangıçta akademik ve eğitim koşullarına, dersliklerin yetersizliği kafeterya ve yurtların pisliği gibi sorunlara ilişkin taleplerle başlayan ve kısa sürede tüm Fransa’ya yayılan öğrenci hareketi siyasalaşma eğiliminde. Eylemlilik yeni taleplerle zenginleşerek gelişiyor! “Sosyalizm öldü” iddialarına karşın kapitalizmin metropollerinden birinde sosyalist talepler ileri sürülmeye başlandı. Unutturulmak istenen devrim, yeniden tartışmaya girdi. İdeolojik çarpıtılmıştık ve yozlaştırıcılığın gemi azıya almış olmasına rağmen, henüz öğrenciler tam bir berraklığa ulaşmamış olmakla birlikte, devrim ve sosyalizm yine öğrencilerle ilham veriyor. Ve önemli olan Fransız liselileri 68 geleneğini sürdürerek düzene isyan yolunu tutuyor. Polisle çatışmaya giriyorlar. Nereye kadar ve hangi yoldan gidecekleri üzerine bir şey söylenemez, ama düzen karşıtı, kapitalizm karşıtı HAREKETLENMENİN sonu gelmiyor.”
Burada, bir yönelim olarak sosyalist taleplerden söz etmenin dışında sosyalistliğe ilişkin bir şey var mı? İdeolojik çarpıtılmışlık, yozlaştırıcılık, berraklık yoksunluğu, hareketin nereye kadar ve hangi yoldan gideceğinin belirsizliği ne anlama geliyor?
O “karaçalıcılık”, “çamur atıcılık” Aydınlıkçıların ayrılmaz özelliklerindendir; reformculuk ve burjuvalık temel özelliğinin yanı sıra.

EK:

TDKP Konferans Belgelerinden –Şubat 1990
Türkiye’nin bugünkü iç ekonomik ve siyasi durumu.
“Emperyalizmin, burjuvazinin ve hükümetin propagandasının aksine Türkiye ekonomisi bugün açmaz ve kriz içindedir; sürekli yoksulluk ve kötü yaşam koşulları içine ittiği işçi, emekçi ve köylü kitlelerini daha da ezmekten başka bir olanağa sahip değildir. (…) Burjuvazi ve gericilik İçin bugün ve görünen yakın gelecekte tek çıkar yol, işçi ve emekçi kitleleri daha fazla sömürmek, daha fazla yoksulluğa ve sefalete itmek, emekçi halkın gırtlağına daha fazla başmaktır. (…)
“4 Şubat karadan diye bilinen ve birkaç aylık zaman içinde uygulamaya konulan yeni ekonomik saldırılar, işçi sınıfı saflarındaki hoşnutsuzluğun yer yer öfke ve kaynaşmaya dönüşmesine yol açtı; işçi sınıfının ekonomik hareketi ülke gündeminin en önemli sorunlarından biri haline geldi. Gençliğin önceki yıllara göre daha geniş kesimlerini içine alan eylemi, yeni mücadele biçimleriyle ve belli başlı kentlere yayılarak önceki yıllara göre yeni bir yükseliş aşamasına girdi. 1987-88 ve özellikle1989 yılları Kürt halkının ezilemeyen mücadelesinde gelişme ve kitleselleşme doğrultusundaki olgulara tanık oldu. İşçi sınıfının gençliğin, Kürt halkının ve genel olarak emekçi halkın saflarında doğup gelişen hareketlenme 1986’ya kadar Türkiye’de siyasal gündemi belirleyen “eski” partilerle “yeni” partiler ve çeşitli partileri de içine alan generaller kliği arasında su yüzüne çıkan çelişkileri, bu çelişkilerin doğurduğu sorunları ve demokrasi sorununu Demirel ve Ecevit’e özgürlük derecesine indirgeyen sloganları ülke gündeminin gerisine attı. Netaş ve Kazlıçeşme grevleriyle aşama gösteren ve iki yıl içinde yüz bine yaklaşan işçiyi kapsayan uzun süreli ve dirençli grevler biçiminde gelişen ekonomik hareketle birlikte, 1988 baharında toplam 70.000 işçiyi içine alan ve çeşitli biçimlerde işçi komitelerinin doğmasına yol açan yasa dışı işçi eylemleri, 1988 ve 200.000 işçinin iş bıraktığı 1989 1 Mayıs mücadeleleri, 1988’de 1,5 milyonluk işçi kitlesinin katıldığı yemek boykotu, 1989’da bütün sektörlere yayılan 1 milyonluk işçi kitlesinin yasaları zorlayarak sokaklara taşan hareketinden oluşan protesto ve direnişlerin ve on binlerce işçinin katıldığı kitlesel gösterilerin toplamından oluşan sınıf hareketi, geçtiğimiz iki yıl içinde ülke gündemini ve diktatörlüğün politik sorunlarını belirleyen, yanı sıra diğer ezilen sınıfların saflarında da hareketlenme yaratan başlıca faktörlerden biri oldu. (…) işçi sınıfının, Kürt halkının/gençliğin ve emekçi halkın saflarında yayılan hareketlenme ve mücadelesinde görülen sıçrama, üst sınıfların ve hükümet ve genelkurmayın karargâhlarında bitirilen ‘devlet’ ve ‘yönetim’ işlerini ve ‘demokrasi’ ve ‘özgürlük’ sorunlarını emekçi yığınların sorunları haline dönüştürme sürecinde yeni bir aşama teşkil etti. (…) işçi sınıfının, halkın ve Kürt ulusunun mücadelesi egemen sınıflar ve gerici kamp içindeki çelişki ve çatışmaları bir yandan keskinleştirdi, etkinleştirdi; öte yandan, onları yeni faşist ve gerici tedbirler ve ‘demokrasi güldürüleri’ sahneleyecek taktikler üzerinde birleşme arayışlarına itti; (…)
“Son beş-altı yıldır giderek artan oranda ilerleyen olaylar ve olgular, faşist silahlı zorbalığın sağladığı ‘siyasal istikrar’ın gerçek bir ‘istikrar’ olmadığını; faşist cuntanın 12 Eylül 1980’de kazandığı zaferin gerçekte bir ‘Pirus zaferi’ olduğunu; azgınlaşan sömürünün ve ona eşlik eden faşist zorbalığın işçi ve emekçi yığınların bilincinde kendi temellerini ve ‘meşruiyeti’ni aşındıran unsurları da uyandırdığını ve ‘siyasi istikrarsızlık’ öğelerinin gelişmesi için koşulları olgunlaştırdığını kanıtladı. Türkiye egemen sınıflarının ve faşist diktatörlük rejiminin ‘istikrarı’ gelişen köklü ‘siyasi kriz’ öğeleri tarafından her geçen gün daha fazla sarsıldı ve sarsılmaktadır, işçi sınıfı hareketi, Kürt ulusal hareketi ve gelişen gençlik hareketiyle birlikte emekçi halkın saflarında yayılan hoşnutsuzluk, son dört-beş yıllık dönem boyunca giderek artan oranda ‘siyasi istikrar’ı ‘siyasi kriz’in gelişmesi doğrultusunda sarsan etkenler oldu. (…) Ama bir gerçek Var ki; işçi sınıfının, ezilen Kürt halkının, gençliğin ve diğer emekçi sınıfların (tüm zaaflarına ve özellikle de ileri kesimlerinin hareketi geçmişe göre daha geri düzeylerde seyretmesine karşın) hareketi, son birkaç yıldır ve bugün 1980 12 Eylül öncesine göre çok daha köklü dinamiklere sahiptir, çok daha kitlesel gelişme içindedir ve işçi ve emekçi yığınları çok daha fazla deneyim kazanmış durumdadır. Yanı sıra karşı devrimci kamp, 1980 öncesine göre daha ciddi parçalanma öğeleri kazanmış, gerici kamp içindeki çatışma alanları daha fazla genişlemiş, 12 Eylülcü faşist kurumların (bütününün) yığınlar üzerindeki etkisi daha da aşınmış durumdadır, (…)
” Bu sömürü ve yağmalama ‘programı’nın uygulanması, her şeyden önce, İşçi ve emekçi yığınlarının kendilerine dayatılan ve sürekli kötüleştirilen yaşam koşullarına boyun eğip eğmemeleriyle doğrudan ilgilidir. Oysa faşist terörün ‘yıldırıcı’ ve yığınların hareketini ‘durdurucu’ etkileri özellikle son birkaç yıldır görüldüğü gibi giderek kırıtmakta; ekonomik sömürü ve yağmalamanın emrine tarihte olmadığı kadar örtüsüz ve açıktan açığa girmiş olan faşist zorbalık bugünkü koşullarda işçi ve emekçi kitleler üzerinde hor geçen gün daha fazla öfke ve güçlenen direnme eğilimleri do yaratmaktadır. (…) Generaller kliği ile iktidarı ve muhalefeti ile diktatörlük cephesi, 1989’daki işçi hareketi dalgasını gerici sendika yöneticilerinin yoğunlaşan ihanetleri ve ‘erken seçim’ ve ‘cumhurbaşkanlığı seçimi’ demagojileriyle geriye atmayı başarmış olsa bile, hareketi durduramadı; onu sonuna kadar durdurmayı başaramayacağını ve yığın hareketinin yeni “iş, ekmek, özgürlük” dalgalarıyla karşı karşıya gelmesinin kaçınılmaz” olacağını anladı. Ama kapitalist burjuvazinin ve diktatörlüğün işçi ve emekçi yığınlara artan sömürü, yoksulluk, sefalet ve zorbalıktan başka verebileceği hiçbir şeyi yoktu.
(…)
” ‘Anayasa değişiklikleri’ ile ‘Anayasayı sivil parlamentonun yapması’ ile rejimin ‘demokrasiye değişeceğini’ öne sürmek, işçi sınıfına ve halka yeni bir ihanetten, yeni bir tuzaktan başka bir şey olamaz. Çağımızda Türkiye gibi ülkelerde demokratik anayasalar ancak demokrasi ve özgürlük için ayağa kalkmış işçi ve emekçilerin oluşturduğu organlar, geçici devrimci hükümetleri (halk hükümetleri) veya devrimin doğurduğu halk meclisleri tarafından yapılabilir.
(…)
“İşçi sınıfı hareketi tüm zaaf ve olumsuzluklara, reformist partilerin, gerici sendikacılık akımlarının ve revizyonist çevrelerin bereketi ‘durdurucu’ ve ‘bölücü’ faaliyetlerine karşın, kendiliğinden bir yükseliş ve yaygınlaşma içindedir. İktisadi ve siyasi olgu ve olaylar, işçi sınıfı saflarında yayılma eğilimi kazanan talepler, işçi hareketinin gelişme ve yaygınlaşma eğilimini güçlendiren ve koşullarını giderek daha olgunlaştıran bir özellik taşımaktadır. Bugün işçi sınıfı hareketi ekonomik bir hareket özeliği gösterse ve özellikle ileri kesimleri sosyalizm ve proletarya iktidarı için mücadeleden uzaklaştırılmaya çalışılsa bile, hareketin yükseliş ve gelişmesinin kendiliğinden sosyalizm eğilimi doğurması ve onun sosyalizm eğilim kazanması kaçınılmazdır. Ayrıca işçi sınıfı hareketi son birkaç yıllık gelişmesiyle şehrin ve kırın diğer emekçi tabakalarının hareketini uyandıran ve etkileyen bir özellik kazanmış durumdadır. Hareketi ekonomik bir karakter taşımakla birlikte sınıf, 1980 öncesi mücadelelerinin, daha çok 12 Eylülcü faşizmin ağırlaştırdığı sömürü ve sınırsız baskının deneyiminin son yıllardaki eyleminin verdiği tecrübeyle faşizme ve sermayenin egemenliğine karşı eğilimlerini de çoğaltmaktadır, işçi sınıfı özgürlüksüzlüğü her geçen gün daha derinden hissettiğini, tutumu ve eylemiyle giderek artan oranda göstermektedir, işçi sınıfı hareketinin en önemli zaafı, bugün sınıfın ileri kesimlerinin ve öncü işçilerin dağınıklığı, reformist ve revizyonist ideolojinin şu ya da bu biçimdeki etkisi altında olmalarıdır. (…)
“Hareketin bugüne kadar ortaya koyduğu veriler ve genel olarak gerici egemen sınıfların diktatörlüğünün karşı karşıya bulunduğu iç ve dış iktisadi ve siyasal açmazlar, işçi sınıfı hareketinin, Kürt ulusal hareketinin, gençlik hareketinin ve genel olarak halk hareketinin her şeye karşın gelişme ve ilerleme eğilimini sürdüreceğini göstermektedir: Halkın hareketinin gösterdiği bugünkü gelişme, onun “iş, ekmek, özgürlük” talebi etrafında birleşme eğiliminde olduğunu, iktisadi yaşam koşullarının daha da kötüleşmesini durdurulmasıyla birlikte sendikal ve siyasal özgürlük (ve Kürt ulusunun özgürlüğü) taleplerinin Türk ve Kürt milliyetinden işçi sınıfının, emekçi halkın ve gençliğin hareketini işçi sınıfının genel greviyle birlikte tüm halkın genel direnişine sürüklemekte plan talepler özelliği kazandığını göstermektedir. Ve gerçekte faşizmin ve sermayenin saldırılarını püskürtmenin, özgürlük ve demokrasiyi elde etmenin, faşist diktatörlüğü yıkma ve işçilerin ve köylülerin devrimci demokratik iktidarı doğrultusunda (devrimci -demokratik halk iktidarı) ilerlemenin başka bir yolunun bulunmadığı açıktır.” (sf. 360-371)
Görevler:
(…)
İşçi sınıfının ve hareketlenme içinde bulunan Türk ve Kürt milliyetinden diğer emekçi sınıfların hareketinin bugünkü düzeyi, yönelimi ve yığınlar içinde yankı bulan, zaman zaman düşüşler yaşansa dahi harekete geçirici özelliklerini artıran “İş, ekmek, özgürlük” ve “ulusal özgürlük” talepleri ve genel grev ye direniş sloganları, işçi sınıfı ve diğer emekçi sınıfların hareketi ağırlıklı olarak ekonomik ve kendiliğinden bir hareket taşısa bile, işçi sınıfının ve halkın, özgürlük ve demokrasiyi elde etmeden iktisadi haklarını savunma, yaşam koşullarını iyeleştirme yönünde adım atamayacağını anlama yoluna girmekte olduğunu ortaya koymaktadır. İşçi sınıfı saflarında ve bütün halk sınıfları içinde yayılan talepler halkın tüm sınıf ve tabakalarının eyleminin birleşmesine yol açabilecek özellikler göstermektedir, işsizliğe ve pahalılığa karşı talepleri, örgütlenme özgürlükleri ve siyasal haklarla ilgili talepler ve özellikle 12 Eylül darbesinin ‘kurumları’, ‘yasaları’ ve egemen kıldığı ‘değer yargılan’ karşısında güçlenen öfke ve nefret belirtileri her geçen gün artmaktadır. İşçi ve emekçi yığınların bilinç ve tutumundaki bu ilerleme ve burjuvazi ve gericiliğin yeni ekonomik ve siyasal tedbirleri karşısında mücadele eğilimlerinin güçlenmesi, proletaryanın partisinin önüne acil görevler; işçi ve emekçi kitlelerin acil taleplerini elde etmeyi, onların hareketini birleştirmeyi, daha ileriye ve daha üst aşamalara genişletmeyi hedefleyen yeni taktik siyasi görevler getirmektedir. İşçi ve emekçi kitlelerin devrim yolunda ilerleyebilmeleri, bugünkü aşamada, 12 Eylülcü faşizmin, sermayenin ve gericiliğin ‘Anayasa değişikliği’ ve 141-142-163. maddelerin kaldırılması gibi demagojilerle başlattığı yeni ‘liberalleşme’ güldürüsü, faşist terör dalgalarını ve faşist gerici kampanyaları püskürtmekten, IMF ve emperyalist tekellerin dayattığı iktisadi saldırıları geri çevirmek mücadelesinde kitlesel ve genel grev ve direnişlerle atılım göstermelerinden geçmektedir…
(…)
Bugünkü koşullarda, işçi ve emekçi yığınların mücadelesinin üzerinde birleştiği ve geliştiği siyasal platformu belirleyen iktisadi ve siyasal talepler ve dönemin mücadelelerinin eylem planı şu içerikte belirginleşmektedir.
-İşsizliğe, pahalılığa ve aşırı yoksulluğa yol açan, emperyalistlerin ve IMF’nin dayatmaları olan tüm iktisadi politikaların iptali ile ilgili talepler, 1980 öncesinden bugün gelen tüm ücret kayıplarının üstüne çıkan ücret talepleri, zamların, devalüasyonların iptal edilmesi, tarım ürünü taban fiyatlarının yükseltilmesini hedefleyen, köylülerin el konulan ve toprak ağalarına iade edilen topraklarının sahiplerine devredilmesini içeren vb. talepler, çalışma saatlerinin haftada 5 gün ve günde 8 saat olmak üzere yeniden düzenlenmesi, işten atmalara, işsizliğe yol açan tüm kurum, yasa ve uygulamaların iptali ile ilgili talepler;
-Sadece 141-142 değil tüm faşist yasaların iptali, gizli-açık faşist kurumların ve başta MİT, Özel Harp Dairesi, Siyasi Polis ve DGM’ler olmak üzere bütün faşist saldırı örgüt ve kurumlarının dağıtılması; polis-MİT kayıtlarının, fişlemelerinin vs. iptal ve imha edilmesi; başta faşist generaller olmak üzere bütün faşist katillerden, faşizm suçlularından ve işkencecilerden hesap sorulması, derhal bir siyasi affın ilan edilmesi vs. ile doğrudan ilgili talepler;
-Bütün çalışanlara sendika kurma hakkı, sınırsız grev özgürlüğü, işçi ve emekçilere siyasal mücadele ve sınırsız örgütlenme özgürlükleri ve siyasal mücadele ve örgütlenme özgürlüklerini kısıtlayan bütün yasaların kaldırılması, kurum ve örgütlerin dağıtılması ile ilgili talepler;
-Kürt… özgürlüğünün ve ulusların ve dillerin tam hak eşitliğini tanınması, merkezi parlamentonun, hükümetin ve diktatörlüğün K… üzerinde hiçbir hak ve yetkisinin olmadığının ilan edilmesi ve Kürt … geleceğini özgürce belirlemesinin koşullarının tam ve eksiksiz yerine getirilmesi ile ilgili talepler;
-Kadınlığın, kadın emeğinin, kadın ve çocuk sağlığının ve gençliğin savunulması, korunması, kadınların eşit işe eşit ücret, eğitimin parasızlaştırılması, eğitimde fırsat eşitliği, toplum ve çevre sağlığı sorunlarıyla ilgili talepler;
Başlıca bu biçimde formüle edilebilecek olan talepler uğruna mücadelenin her alanda yaygınlaştırılması, bütün bu mücadelenin ‘iş, ekmek, siyasal ve ulusal özgürlük’ taleplerinin güçlendirilmesi ve yaygınlaştırılmasına bağlanarak tüm çalışanların genel grev ve direnişi için ajitasyon ve mücadele… Günümüzde, işçi ve emekçi yığınların mücadelesi ancak işte böyle bir platform üzerinde gelişebilir. Kitlelerin mücadelesinin bu yönde ilerletilmesi, başka pek çok şeyle birlikte, düzenin ve faşizmin sınıf işbirliğine zorlayan taktiklerini reddeden tüm devrimci güçlerle her alanda birliklere ve ittifaklara girilmesiyle yakından bağlı durumdadır. Ayrıca bu mücadele işçi sınıfının asgari hedeflerinin (İşçi-Köylü iktidarı talebi ve temel taleplerinin) propaganda ve ajitasyonuna özel önem veren faaliyetle birleştirmek bir zorunluluktur. Proletaryanın temel müttefiki köylülüğün, özellikle yoksul köylülüğün anti emperyalist ve anti feodal taleplerinin ve şehrin yarı proleter kitlelerinin anti faşist ve anti kapitalist taleplerinin propaganda ve ajitasyonuna özel önem vermenin özel olarak önemli olduğu unutulmamalıdır: Böyle bir mücadele olmadan, emperyalizmin, tekelci kapitalizmin ve yarı-feodal toprak ağalığının egemenliğinin yıkılması yönünde tek bir adım bile atılamaz” (sf 373-375)

Şubat 1991

Emperyalizme, modern revizyonizme ve her türden inkârcılığa karşı güçlü bir silah: “Emperyalizm ve Devrim”

Büyük Marksist-Leninist Enver Hoca Yoldaş’ın bu ölümsüz eseri emperyalizmin ve modern revizyonizmin devrim ve halkların kurtuluşu için oluşturduğu tehlike dikkate alınarak yazılmıştır. Giriş bölümünde, emperyalizm ve modern revizyonizmin sosyalist devrim ve ulusal kurtuluş hareketleri karşısında izlediği strateji özetleniyor. Birinci ve İkinci Dünya Savaşlarının sosyalizmin ve Marksizm-Leninizm’in zaferiyle sonuçlanması ve dünya proletaryası ve halklarının devrimi tek seçenek olarak görmeleri karşısında emperyalistlerin özellikle de ABD emperyalizminin izlediği strateji hakkında verilen bilgiler oldukça önemli.
İkinci Dünya Savaşı’ndan ABD dışta tutulursa, emperyalist sistem alabildiğine sarsılmış olarak çıktı. Denge bütünüyle bozulmuştu ve daha büyük çaplı devrimler için koşullar oldukça elverişli idi. Savaştan yenilmiş olarak çıkan devletler Almanya, Japonya ve İtalya ekonomik ve askeri güçlerini yitirmiş; siyasal bunalımın içine sürüklenmişlerdi. Diğer taraftan İngiltere, Fransa gibi “güçlü” emperyalist ülkeler savaştan “zaferle” çıkmalarına rağmen, ekonomik ve askeri güçleri zayıflamış, savaş öncesindeki büyük devlet rollerini oynayamaz duruma gelmişlerdi. Derin ekonomik ve siyasal bunalım içindeki bu ülkeler devrimci patlamanın eşiğinde idi. Eski sömürgeci sistemin çökmesi ve ulusal devletlerin doğması ve ulusal hareketlerin diğer sömürge ve yan sömürge ülkelere de yayılması emperyalizmin genel bunalımını aşmasını daha da zorlaştırıyor ve dünya çapında sosyalizmin zaferini neredeyse kaçınılmaz duruma getiriyordu.
Savaştan güçlenmiş olarak çıkan ve kapitalist dünyanın önderliğini tek başına üstlenen ABD emperyalizminin, emperyalist sistem için oldukça tehlikeli olan bu durum karşısında izlediği ve bugün büyük ölçüde gerçekleşen stratejisi şu şekilde sıralandırılıyor. “… Eski kapitalist sistemi korumak, kendini tehdit eden her devrimci ve ulusal kurtuluş hareketlerini boğmak, sosyalist kampı yıkmak, dünyanın her yanında hegemonyasını sağlamak…”
“ABD emperyalizmi dünya sermayesi ile birlikte, amacına ulaşmak için, devasa bürokratik devlet aygıtını, çok büyük ekonomik, teknik ve mali potansiyelini ve tüm insan gücünü harekete geçirdi. ABD emperyalizmi, tükenmiş Avrupa ve Japon kapitalizminin siyasal, ekonomik ve askeri olarak belini doğrultmasına katkıda bulundu ve dağıtılmış sömürgeci sistemin yerine yeni bir sömürü ve yağma sistemini, yeni sömürgeciliği kurdu.”
ABD emperyalizminin bu stratejisine ulaşmak için, başvurduğu iki yol ve özellikle de modern revizyonizmin -Titoculuk- bu emperyalist stratejinin gerçekleşmesinde oynadığı rolün önemi vurgulanıyor.
“Bunlardan birincisi, silahlı müdahale ve saldırıdır. Amerikan emperyalistleri, NATO ve SEATO gibi saldırgan askeri bloklar yarattılar, birçok yabancı ülkenin toprakları üzerine silahlı güç yerleştirdiler; her kıtada askeri üsler kurdular ve tüm denizlere ve okyanuslara yaydıkları güçlü filolar oluşturdular. Devrimi bastırmak ve boğmak için Yunanistan’a, Kore’ye, Vietnam’a ve daha birçok yere müdahalede bulundular.
“Diğer yol da, sosyalist devletlere, komünist ve işçi partilerini karşı ideolojik saldırı ve yıkıcılıktı; bu devlet ve partileri burjuvaca çürümelerini sağlamak için çaba harcamakta. Bu amaçla, Amerikan emperyalizmi ve tüm dünya sermayesi, güçlü propaganda ve ideolojik saptırma yöntemlerini harekete geçirdiler.”
Dünya kapitalizmi ABD emperyalizminin desteği ile belini doğrultmuştu, ama güçlü bir rakiple, başında Sovyetler Birliğinin bulunduğu sosyalist kamp ve kampın yönlendirdiği ve desteklediği proletarya ve halkların devrimci mücadelesi ile karşı karşıyaydı. İkinci yolun önemi yani revizyonistlerin oynadığı saptırıcı rolün önemi ve emperyalistlerin ilk olarak Yugoslav revizyonistlerine başvurmalarının nedeni bu noktada ortaya çıkıyor.
Nazi işgalcilerine karşı savaşan Yugoslav halklarının üzerinde etkili olan Titocu yöneticiler, kendilerini 3. enternasyonalin ilkelerini savunan bir parti olarak göstermelerine rağmen, Marksist-Leninist bir yol izlemiyorlardı ve ülkede gerçekten sosyalist bir toplum inşa etmek gibi bir amaç taşımıyorlardı. Öte yandan, iktidara gelen Yugoslavya Komünist Partisi de birçok ideolojik ve siyasi hatalar yapmış ve bu hatalar, İkinci Dünya Savaşı sırasında ve sonrasında ulusal, şoven bir biçimde açığa çıkmıştı. Parti Sovyetlere ve Arnavutlara karşı şoven eylemlerde bulunmuştu. Yugoslavya’da kurulan halk demokrasisi iktidardaki kliğe uygun düşmüyordu. Titocular komünist partinin M-L’i kılavuz edinmesine ve sosyalizmin inşasını engellemeye çalışıyorlardı. Emperyalistlerin ve revizyonistlerin propaganda malzemeleri olarak kullandıkları Komünist Partisi arasında patlak veren çatışmanın kaynağı da burada idi. Titocular Stalin’e karşı çıkıyor ve ikinci Dünya Savaşı öncesinde ve savaş sırasında ortaya çıkan oportünist çizgide diretiyorlardı. Yugoslavya’daki bu durum nedeniyle, emperyalistler, sosyalist kampı içinden çökertmek için ilk olarak Titocu revizyonistlerin yardımına başvurdular. Titocu revizyonistler her ne kadar devrim ve sosyalizm davasına zarar verdilerse de sosyalist kampı bölmede ve parçalamada Kruşçevci revizyonistler kadar önemli bir rol oynamadılar. Enver Hoca, Kruşçevci revizyonizmin dünya emperyalizmine hizmetinin önemini şöyle vurguluyor:
“Stalin’in ölümünden sonra, Sovyetler Birliği’nde iktidarı ele geçiren Kruşçevci revizyonistler, dünya kapitalizmine, sosyalizme, devrime ve M-L’ye karşı mücadelesinde en büyük hizmeti sundular. Kruşçev’in revizyonist grubunun ortaya çıkışı, İkinci Dünya Savaş’ından sonra emperyalizmin stratejisinin en büyük siyasal ve ideolojik zaferidir.”
Eserin “Leninist emperyalizmin teorisi her zaman günceldir” başlıklı bölümünde, emperyalizmin Lenin’in belirlediği ekonomik özelliklerinin bütünüyle koruduğu günün somut verileri ile kanıtlanıyor. Kapitalist emperyalizmin en çarpıcı olgusu olan üretimin ve sermayenin yoğunlaşması ve kaynaşması -mali oligarşi- olgusunun İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra ulaştığı boyutlar saptanıyor ve tekelci devlet kapitalizmi olgusu tahlil ediliyor. Revizyonist ülkelerin açıktan kapitalizme geçmeden önceki dönemdeki temel mülkiyet biçimleri de olan tekelci devlet kapitalizminin temel özellikleri şöyle açıklanıyor:
“Tekelci devlet kapitalizmi devlet aygıtının tekellere bağlı olmasını, ülkenin ekonomik, siyasal ve toplumsal yaşamı üzerinde tekellerin tam egemenliğinin kurulmasını ifade eder. Devlet, tüm emekçilerin sömürülmesi yoluyla iktidardaki sınıf için azami kar sağlamak için olduğu kadar halkların devrim ve kurtuluş mücadelelerini boğmak amacıyla da mali oligarşinin yararına ekonomiye doğrudan müdahale eder.
“Tekelci devlet kapitalizminin en belirgin temel unsuru olarak tekelci devlet mülkiyeti, tek bir kapitalistin ya da bir grup kapitalistin mülkiyetini değil, kapitalist devletin mülkiyetini, iktidar sahibi burjuva sınıfın mülkiyetini temsil eder.”
Üretimin ve sermayenin yoğunlaşmasının uluslararası boyutlarının göstergesi olan çok uluslu şirketlerin emperyalistler arası çelişkiyi kaldırmadığı, tersine, bu şirketlerin en büyük güce sahip olan ülkenin elinde gelişmiş kapitalist ülkeler üzerinde de egemenlik kurma araçları olduğu belirtiliyor. Bu şirketlerin tahlilinden çıkarılan sonuçların bazıları şöyle:
Dış görünümüyle bu şirketler birçok ülkenin ortak mülkiyetiymiş gibi bir izlenim bırakmak istiyorlar. Gerçekte ise, ellerindeki sermaye ve uyguladıkları denetim göz önünde tutulduğunda çok uluslu şirketler, esas olarak tek bir ülkeye aittir; ancak bir çok ülkede faaliyet gösteriyorlar. Onlar, vahşi rekabet karşısında ayakta kalmayı başaramayan küçük ve orta büyüklükte yerel firma ve şirketleri emerek gittikçe yayılıyorlar.”
“Çok uluslu şirketler ve burjuva devleti arasında sömürücü sınıfsal sıkı bağlar ve karşılıklı bağımlılık mevcuttur. Kapitalist devlet, ulusal düzeyde olduğu gibi uluslararası düzeyde de bu şirketlerin egemenlik ve yayılma amacına hizmet etmektedir.”
Çokuluslu şirketler, emperyalizmin kaldıraçları ve onun yayılmacılığının başlıca biçimlerinden biridir. Onlar, yeni sömürgeciliğin dayandığı direklerdir ve faaliyet gösterdikleri ülkelerin ulusal egemenliğine ve bağımsızlığına el uzatırlar. Bu şirketler egemenliklerinin ayakta durabilmesini kolaylaştırmak için, herhangi bir suç işlemekten çekinmiyorlar. Suikastlar örgütlüyorlar, ekonomiyi harap ediyor, üst düzeyde memurları; siyasal önderleri ve sendika yöneticilerim satın alıyorlar. Lockheed skandalı bunu açık bir biçimde kanıtlıyor.”
Üretimin ve sermayenin yoğunlaşmasının ve merkezileşmesinin muazzam boyutlara ulaşmasının emperyalizmin sömürücü niteliğinde en ufak bir değişiklik yaratmadığı tersine, Lenin’in kapitalizmin emperyalist aşamasında “üretimin toplumsallaşmasında muazzam bir ilerleme görülür, ama mülk edinme özel kalmaya devam eder” tezini doğruladığı ve bu olgunun kapitalizmin çelişkilerini daha da derinleştirdiği vurgulanıyor.
“Üretimin ve sermayenin günümüzde gittikçe güçlenen yoğunlaşma sürecinin şiddetlenmesi kapitalizmin temel çelişkisini, üretimin toplumsal niteliği ile mülk edinmenin özel niteliği arasındaki çelişkiyi ve diğer bütün çelişkileri daha da keskinleştirmiştir.” Bu bölümde mali sermayenin özüne ilişkin olmayan bir takım yapısal değişiklikler de inceleniyor. Sigorta şirketlerinin, bankaların rakipleri durumuna gelmesi, son yıllarda daha çok revizyonist ülkelerde artan kredili satışlar; emekçilerin kredilerle borçlandırılmasının yaygınlaşması, büyük şirketlerden oluşan anonim şirketlerde bazı işçilerin birkaç hisse senedi sahibi olabilmeleri vs…
Bu sonuncusu kapitalizmin savunucularının ve bir kısım revizyonistlerin kullandıkları bir propaganda malzemesi. Kapitalizmin savunucuları, anonim şirketlerinde bazı işçilerin sembolik hisse senedi almaları gerçeğine dayanarak, sermayenin nitelik değiştirdiğini ve “halk sermayesi” haline geldiğini kanıtlamaya çalışıyorlar.
Bu görüşe, Lenin’in “mali sermaye özgürlük için değil, egemenlik için mücadele eder” görüşü temel alınarak karşı çıkılıyor. Mali oligarşi olgusunun yıllardır ortada olan ve bu görüşün saçmalığını kanıtlayan sonuçları saptanıyor.
“Sanayi ve mali sermayenin sahibi olarak mali oligarşi ülkenin tüm yaşamı üzerinde ekonomik ve siyasal egemenliğini kurmuştur. O, mali plütokrasisinin elinde bir araca dönüştürülmüş olan devlet aygıtını da çıkarlarına uygun kıldı. Mali oligarşi hükümetler kuruyor, hükümetler yıkıyor, iç ve dış siyaset dayatıyor. O, ülkenin iç yaşamında tüm gerici güçlerle siyasal ve ekonomik iktidarını savunan tüm siyasal ideolojik eğitim ve kültür kuruluşları ile iç içedir. Dış siyasette ise, tekelci yayılmacılığını destekleyen ve onun yolunu açan kapitalizmin korunması ve istikrarın sağlanması için mücadele eden tüm tutucu ve gerici güçleri korur ve destekler.”
“Egemenliğini güvence alana almak için mali oligarşi her araca başvurur ve tüm alanlarda siyasal gericiliği yerleştirir.” Kapitalist emperyalizmin en belirleyici ekonomik özelliği olan sermaye ihracının yeni biçim ve yöntemleri yardım adı altında verilen krediler, sahte sosyalist Ülkelere uygulanan kredi biçimleri ve İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra kurulan yeni sömürgecilik sistemi inceleniyor. Kredi yoluyla sermaye ihracı için şunlar söyleniyor.
“Sermaye ihracını gizleyebilmek için, emperyalist devletler kredi verme yolunu da tutuyorlar. Büyük kapitalistler tekeller ve onların devletleri, bu sözüm ona krediler ve yardımlar aracılığıyla bunları kabullenen devletler ve halklar üzerinde yoğun bir baskı uyguluyorlar ve onları boyunduruk altında tutuyorlar. Gelişmemiş ülkelere verilen yardımlar ve krediler, bu ülkelerin zenginliklerinin sömürülmesinden elde ediliyor. Kaldı ki, bu yardım ve krediler gelişmemiş ülkelerde yalnızca zenginlere veriliyor. Başka bir deyişle, örneğin Amerikan büyük tekelleri Amerikan halkının ve diğer halkların sırtından semirmekte ve onların ihraç ettiği sermaye ve verdiği kredi bütünüyle işte bu halkların alın terini ve kanım simgelemektedir. Öte yandan, büyük tekellerin sözde üçüncü dünya ülkelerine verdikleri krediler, gerçekte bu ülkelerde iktidarda olan feodal-burjuva sınıflara hizmet etmektir.”
Sahte sosyalist ülkelere kredilerin hangi koşullarla ve hangi amaçlar için verildiği açıklanıyor ve bu türden kredilerin gerçek sosyalist ülkeler tarafından asla kabul edilemez olduğu vurgulanıyor.
Yeni sömürgeciliğin emperyalizmin eşitsiz ve sıçramalı gelişmesi ve savaş (İkinci Dünya Savaşı) nedeniyle güçler arasındaki dengenin bozulması sonucu ortaya çıktığı ve yeni sömürgeciliğin, eski klasik sömürgecilik sisteminin özüyle çelişkili olmayan, ama bu sistemi korumak için sözde siyasal özgürlük gibi bir takım biçimsel ödünler* verme anlamına geldiği belirtiliyor.
“Dünya halklarının çoğunluğunu fiziki, ekonomik, siyasal ve ideolojik yönlerden sömüren eski klasik sömürgecilik, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra yeni bir sömürgeciliğe dönüştü. Bu yeni sömürgecilik ekonomik, siyasal, askeri ve ideolojik önlemler yönünden bütünlüklü bir sistemi içerir. Emperyalizm bu sistemi, savaş sonrası ortaya çıkan koşullara uyum göstererek hem kendi egemenliğini ayakta tutmak, hem de eski sömürgeler ve birçok başka ülke üzerindeki siyasal denetimini ve ekonomik sömürüsünü güvence altına almak için kurmuştur.”
Eserde eski klasik sömürge sisteminin çökmesine neden olan koşullar ayrıntılı olarak inceleniyor.
Eserde incelenen önemli güncel sorunlardan biri de yerel savaşlar. Emperyalizmin ekonomik mücadelesinin içeriğinin dünyanın paylaşılması olduğu gerçeğinin değişmediğinin ortadaki kanıtları olan yerel savaşların, zaman zaman alevlendiği ve genel bir savaşa da yol açabileceği vurgulanıyor. Ve tabii ki bu nedenlerden patlak verebilecek bir savaşın kurtuluşçu bir niteliğe değil, soyguncu bir niteliğe sahip olacağı da belirtiliyor.
“Amerika Birleşik Devletleri, Sovyetler Birliği ve tüm diğer kapitalist ülkeler pazarlar ve etki alanları için mücadele ederlerken, yaptıkları yatırımlarla bu yatırımları kabul eden ülkelerde yerlerini sağlamlaştırıyorlar. Böylece çeşitli kapitalist devletlerarasında ve birleşmemiş birbirinden bağımsız olan konsorsiyumlar arasında sürtüşmeler doğuyor. Bu sürtüşmeler yerel savaşları alevlendiriyor ve genel bir savaşa da yol açabilirler, ister yerel olsun isterse de genel, bu nedenlerden patlak verebilecek bir savaş, Leninizm’in bize öğrettiği gibi, kurtuluşçu bir niteliğe değil soyguncu bir niteliğe sahiptir. Yalnızca, eğer halklar yabancı işgalcilere karşı başkaldırırlarsa, eğer emperyalizme, sosyal-emperyalizme ve dünya sermayesine sıkı sıkıya bağlı olan ülkenin kapitalist burjuvazisine karşı başkaldırırlarsa, bu savaş haklı bir savaştır, bu kurtuluş savaşıdır.”
Çin ve Sovyet yöneticilerinin uluslararası ekonomik ilişkiler sisteminin değiştirilmesi ve “yeni bir dünya ekonomik düzeni”nin kurulması zorunluluğu temeline oturtulan görüşlerinin teorik saçmalığı sergileniyor. Bu görüşmelerin eleştirisinde, emperyalizmin bir geçiş kapitalizmi yani can çekişen kapitalizm olduğu gerçeği temel alınıyor.
Bu bölüm emperyalizm ile oportünizm arasındaki bağlantının ulaştığı boyutlar ve yeni oportünist teorilerin İkinci Enternasyonal oportünizmiyle olan özdeş yanlarının saptanmasıyla son buluyor.
Sonuç olarak; Enver Hoca Yoldaş’ın ölümünden bir süre önce kaleme aldığı bu eser Lenin’in emperyalizm teorisinin günümüze uygulanışının eşsiz bir örneğidir.

Şubat 1991

Özgürlük Dünyası 2022

Yukarı ↑